Bir yol hikâyesi anlatan Locke gösterimde. Sinema dünyasında onun gibi tek mekânda geçen başka filmler de var. Minimum bütçeye sahip, tiyatro kokan, yükü senaristin, oyuncunun omuzunda, diyaloğu ve gerilimi bol filmler...Dünya sinemasında hatırı sayılır sayıda tek mekân filmi var. Tüm hikâyesi dört duvar arasında, tabutta, asansörde veya arabada geçen filmler… Ortak özellikleri bir hayli fazla: Minimum bütçeye sahipler. Tiyatro oyunundan uyarlanmış hissi uyandıran hikâye, genellikle tek karakter üzerinden ilerler; aynı günde, belirli bir zaman aralığında geçer. Psikolojik ağırlıklı, diyaloğu ve gerilimi bol, sıklıkla klostrofobik… Bütün yükü senaryo ve oyuncunun sırtındadır. Sınırlı mekân içindeki karakterlerin yüzleşmesi veyahut bir şekilde (telefon, yardım isteme vb.) dış dünyayla kurdukları irtibat üzerinden hikâye gelişir, sonlanır. Mekânlar sınırlı ama yönetmenlerin kurguladıkları dünyalar, anlatılan hikâyeler farklı farklı.Locke hesaplaşma yolundaHalihazırda gösterimde olan filmden başlayalım. Steven Knight’ın yönettiği Locke, baştan sona bir arabanın içerisinde geçiyor. Direksiyondaki isim saygın bir yapı şirketinde yönetici Ivan Locke. İki çocuğu ve karısıyla sorunsuz bir hayat süren Locke, yasak aşk yaşadığı kadının hamile kaldığını hatta doğum yapmak üzere olduğunu öğrenir. Haberi alır almaz yollara düşer, bu yolculuk onu hayatıyla çetin bir hesaplaşmaya götürür. Film, Locke’ın eşine itirafları, yasak aşkıyla konuşması ve kariyerinin zirve işini yarıda bıraktığı için kendini kapının önüne koymaya niyetli patronuyla çatışması üzerinden ilerliyor. Hikâye telefon görüşmesi üzerinden dallanıp budaklanıyor, seyirciyi yan koltuğa oturtup dertleşmeyi başarıyor. Filmin seyir keyfini yükselten Tom Hardy. Karakterin sıkışmışlığını, çatışmalarını başarıyla yansıtıyor. Ödüllere layık bir performans.Ölüme yolculuk vaktiMekânını araba olarak seçen bir diğer film, Kirazın Tadı (1997). Seyahat edilen yol bu kez İngiltere değil, İran. Direksiyonda ölüme yolculuk eden bir adam var. Arabasına aldığı kişilere intihar edeceğini söylüyor, kendisini gömmeleri için onlara yüklü bir para teklif ediyor. Bazen bir asker arabasına biniyor, bazen bir öğretmen, yaralı bir baba… Bütün yolculuk ikna süreciyle geçip gidiyor. Kirazın Tadı inançlı birinin ölümle yüzleşmesi üzerine çetin bir kara mizah. Minimalist sinemanın en özgün örneklerinden. Cannes’da Altın Palmiye alan, Abbas Kiyarüstemi’nin sinemasında bambaşka bir yerde duran bir yapım. Ustanın diğer filmlerinde sık sık yaptığı gibi tek ve hareketli bir kamerayla yaşananlar kayda alınıyor, seyirciyi derin felsefi tartışmalara götürüyor.Yer altında 90 dakikaBu kez mekânımız yer altı. Küçük bir tabut. ABD’li bir şoför, Irak Savaşı’nda, Iraklılar tarafından rehin alınıyor, tabuta konup gömülüyor. Gerisi, ölüm kalım mücadelesi. 90 dakika kutunun içinde geçen hikâyede başrolde Ryan Reynolds var, yan rollerde ise çakmak, bıçak ve cep telefonu... Işığın söndüğü tabutta seyirci ana karakterle mücadele veriyor, acı çekiyor, nefes nefese kalıyor. Deyim yerindeyse devasa bir kaya parçası göğsüne oturuyor. Varın siz hayal edin gerisini. Toprağın altında, zifiri karanlıkta, hareketsiz, yalnız… Daralmak için klostrofobik olmaya gerek yok. Hitchcock’un dünyasından esinlenerek kurgulanan Yer Altında (2010), her gün 25-30 çekim yaparak 17 günde çekildi. Ne diyor yönetmen: “Bir öykünün büyüklüğü, kaç metrekare içinde geçtiğiyle ölçülmez; sadece tek bir şeyle ölçülür: Öykünün kendisiyle.” Sabrınız öykü kadar kuvvetliyse, buyurun…Okyanusun ortasında bir sandalMadem Hitchcock’tan bahsettik, onun dünyasına gidelim. Korku ve gerilim türünün babası, tek mekân filmlerinde eline su dökülmeyecek bir yönetmeni ne de olsa. Hitchcock’un sınırlı mekandaki ilk denemesi Tahlisiye Sandalı (1944). II. Dünya Savaşı döneminde batan bir gemiden kendini sandala atan değişik sosyal sınıflardan insanların ölüm kalım mücadelesini anlatan filmi. Gemiyi batıran Alman askerlerini sandala dâhil edip sandala yolculardan daha ağır bir gerilim yüklediği tatlı, sert hikayesi... Üç dalda Akademi ödülüne aday olan filmden sonra yine sınırlı mekânlarda geçen Ölüm Kararı (1948), Arka Pencere (1954), Cinayet Var (1954) ile dehasını konuşturdu. Birinde ayağı kırık bir foto muhabirinin yanına oturtup karşı pencerelere seyre dalıp cinayet çözdürdü, birinde ölüm kokusuyla dolu bir partiye davet edip felsefi tartışmalara ortak etti. Psikolojik gerilim, parmak ısırtan tek planlar, teatral ortam, oyunculuklarla (kimi senaryolar oyunlardan uyarlama) adından söz ettirdi, ettirmeye devam ediyor.12 adam öfkelendiSidney Lumet’in 12 Öfkeli Adam’ı (1957) sinema tarihine damga vuran filmlerden. Sınırlı bir konuyu, sınırlı bir zaman-mekânda işleyen siyah beyaz bir yapım. Latin Amerikalı bir genç, babasını öldürdüğü gerekçesiyle cinayetle suçlanıyor. 12 jüri üyesi bir araya gelip gencin cezasını belirlemeye çalışıyor. 1 kişi, suçlu olduğunu düşünen 11 kişiyi ikna etmeye çalışıyor. Seyirciyi bu sürece tanıklık ettiren film, mahkeme içinde ve dışında küçük sahneleri olsa da olayların tamamı odanın içinde geçiyor. Evvelinde televizyon için çekilen hikâye, sonradan perdeye aktarıldı. Hâlâ dizilerde, filmlerde dikdörtgen masa çevresindeki çetin tartışmalara selam verilmesi tesadüf değil. En son 2007’de Rus yönetmen Nikita Mikhalkov 12 adamı yeniden öfkelendirdi, 64. Venedik Film Festivali jürisinden özel ödül aldı.Alo, seri katil mi?Gelelim, Telefon Kulübesi’ne (2003). Telefonun bir ucunda meşhur sayılabilecek reklamcı Stu Shepard var, diğer ucunda kulübeyi gören bir apartmana yerleşen bir seri katil. Rutin görüşmesini yapmak için kulübeye giren reklamcı, görüşmesini yaptıktan sonra çalan telefona cevap veriyor, gerilim başlıyor. Silahının kırmızı ışığını reklamcının alnına düşüren katil, neler yapıyor neler. Zamanla siren sesleri, kan, basın ordusunun gürültüsü, gözyaşı birbirine karışıyor. Joel Schumacher’in yönettiği filmde bütün hikâye telefon konuşmaları üzerinden ilerliyor, zamanla kirli çamaşırları (evli ama genç bir sevgilisi var) ortaya dökülünce iş daha da renkleniyor. Tıpkı acemi çapkın Locke’ta olduğu gibi… Telefon Kulübesi’nin gerilimi Locke’a göre biraz daha yüksek, çünkü insanların hayatı tehlikede. Dört cam çerçevenin arasında geçse de ölümler başlayınca seyri keyifli bir aksiyon, gerilim filmi ortaya çıkıyor.İki bin oyuncu, tek çekimListedeki en ilginç çekim öyküsüne sahip film, Rus Hazine Sandığı (2002). Bu kez mekân büyük bir müze. Rusların usta yönetmeni Aleksandr Sokurov, seyirciyi bir yabancıyla kol kola sokup Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nin 33 odasında tarihi bir yolculuğa çıkarıyor. Bir tarafta asırlık tarihi eserler, bir yanda ihtişamlı kostümlü kadınlar, adamlar… Film, salt tek mekân değil, aynı zamanda tek plan, 90 dakikalık tek çekim. Türünün nadide örneklerinden olan Rusların bu hazine sandığı öyle kolay hazırlanmamış. Aylarca müzede provalar alınmış, üç başarısız denemenin ardından gerçekleştirilmiş hayal. İki bin oyuncu oynamış dile kolay. Tek çekim bir yana, yönetmenler iki oyuncuyu yönetemezken Sokurov’un iki bini yönetmesi takdire şayan. Yurtdışındaki film listesi böyle uzayıp gidiyor. Üzerinde konuşulabilecek onlarca film var: Her filmiyle tartışmalara sebep olan Lars Von Trier’in Dogville’i, Manderlay’i, Joseph L. Mankiewicz’in ölmeden önce yönettiği son filmi Sleuth, Testere serisinin ilki, bizi bir dağcıyla köşeye sıkıştıran Danny Boyle’nin 127 Saat’i… Birinde Brechtiyen bir üslupla tiyatro sahnesinde yeni bir dünya kurguluyor, seyirci dedektif yapılıyor, dağın tepesinde mahsur bırakılıyor.Bizim de mekânımız sınırlıTürkiye’de de bu çerçevede filmler çok olmasa da azımsanmayacak kadar var. İlk akla gelen isim, Ümit Ünal. 2002’de çektiği 9 ile senarist gömleğinin üzerine yönetmen ceketini giyen Ünal, minimal filmlerle tanınıyor. Ara’da (2009) bir apartman dairesi sete çevriliyor; birbirine düşman ve dost dört kişinin hikâyesi anlatılıyor; Nar’da (2011) ise farklı inanıştaki dört kişinin adalet çevresinde yüzleşmesi… İkisi de bütçe kaygıları nedeniyle dört duvar arasına sıkıştırılan (iki haftada çekildi), öyküye, oyunculuğa ağırlık veren derli toplu filmler. İyi sayılabilecek kara mizah örnekleri… Çok değil, daha iki yıl önce Reis Çelik, Lal Gece ile bizi küçük bir odaya misafir etti. Bu kez hikâyenin başrollerinde ergenlik çağında bir kız ile kendisinden 50 küsur yaş büyük bir damat vardı. Gelin ile babası yaşındaki eşinin gerdek gecesinde, gerçeklerle yüzleşmesini konu alıyordu. Lal Gece, festival festival dolaştı, özellikle yurtdışında bir hayli ödül topladı. Diğer örnekler, İstanbul Kanatlarımın Altında, Ağır Roman gibi büyük prodüksiyonlu filmlere imza atan Mustafa Altıoklar’ın Asansör’ü (1999), Ömer Vargı’nın şeyhliğe soyunan iki kişinin hikâyesini anlatan İnşaat’ı (2003)...
↧