Deniz Gökçe hocamla birlikte izlediğimiz 2006 Dünya Kupası’nda çok eğlenceli olaylar yaşadık. Erman Toroğlu ve Altan Tanrıkulu arkadaşlarımızın tuttukları evi bize bırakmaları olağanüstü bir şanstı.“Bu Dünya Kupasını Deniz Gökçe hocamızla birlikte izliyoruz. Tutacağı bir araba ile bütün Almanya’yı dolaşacağını, istersem yanına yoldaş olarak beni alabileceğini söylemişti. Bu ‘körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz’ türünden bir durumdu. Elbette ki hemen kabul ettim. Şu dakikaya kadar da en küçük bir aksaklık yaşamadık. Tam tersine, üniversite hocası bir şoför ve çevirmene sahip olmak gibi fani dünyada pek az kulun erişebileceği bir mazhariyet durumu sözkonusu (Deniz hocam, öteki niteliklerinin yanında bu tür şakalardan alınmayacak biri). Bu kadar da değil, ufak bir sağlık sorunum da olduğundan, adeta üzerime titriyor.Tabii Deniz hocanın tek derdi ben değilim. Bir yandan yanında getirdiği işleri yetiştirip Türkiye’ye göndermeye çalışıyor, öte yandan Erman Toroğlu hocamıza laf yetiştiriyor, Mülkiye’den okul arkadaşı Hasan Cemal’le de çekişmekten geri kalmıyor. Belli ki siyaset yazmaktan sıkılan Cemal bu Dünya Kupasını izlemeye karar verdi. Şimdilik bunun meşakkatli bir iş olduğunu görmenin sarsıntısı içinde. Fakat işi çabuk öğreniyor. Örneğin, akredite olmadığı İngiltere-Paraguay maçında pek çok deneyimli spor yazarını geride bırakıp bileti kaptı. Ayrıca, Almanca bilmesi sayesinde farklı bilgilere ulaşabiliyor. Fakat Hasan Cemal’in en çok dikkatini çeken nokta, Deniz Gökçe’nin akreditasyon kartında ‘Prof.’ yazması oldu. Hasan Cemal, “Ne o, sen futbol profesörü müsün?” diye takılmaktan kendini alamadı. Gökçe de öfkelendi. Çünkü, bu unvanı kullanılması gereken yerde bile umursamayan Deniz hocanın burada böyle birşey yapması sözkonusu değildi. Türkiye’den akredite olurken, ilgili arkadaşımız hocamızın adının önüne bu unvanı da koymuş, sonrasında da sildirebilmek olanaksız hale gelmişti.Toroğlu ve Tanrıkulu’nun kıyağıO günlerde gazeteye yazdığım bu satırlar 2006 Dünya Kupasında yaşadıklarımı çok iyi anlatıyor diyebilirim. Elbette ki daha eklenecek çok şey var. Bunların başında da ilk adımda yakaladığımız bir büyük balık geliyor… Tabii bir önceki kupada fırtınalar estiren takımımızın orada olmayışı büyük bir üzüntü kaynağıydı. Ancak İsviçre ile oynadığımız play off maçında yaşananların utancı ve sonrasında FIFA’dan gelen ceza, çektiğimiz acıyı daha da artırmıştı. Herhangi bir nedenle Almanya’ya Frankfurt’tan girmenin makul olduğunu bu işi yapanlar bilir. Biz de öyle yapmıştık. Aynı kentte Dünya Kupası için ev tutmuş bulunan Hürriyet’ten Erman Toroğlu ve Altan Tanrıkulu arkadaşlarımız kuzeydeki maçlar için akredite olmuşlardı. Yani evi bize bırakıp gittiler. Biz de bu evde yaklaşık 10 gün yaşadık. Sonrasında otel bulma konusunda çekeceklerimizi düşündüğümüzde bunun ne büyük devlet olduğunu defalarca tekrarlamak zorunda kalacaktık.Kupa sırasında ikinci büyük keşfimiz Offenbach’taki Zaman tesisleri oldu. O dönemde aramızda olan Seyfi Alp kardeşimizin de desteğiyle neredeyse İstanbul’daki çalışma koşullarımıza kavuştuk. Açıkçası araba tutmuş olmak hiç de akıllıca bir iş gibi görünmüyordu. Çünkü trenle her yere kolaylıkla ulaşmak mümkündü. Buna karşılık arabamız için park yeri bulmak önemli bir sorun olabiliyordu. Daha kötüsü Deniz hocanın hiperaktif biri oluşundan doğan sorunlardı. Örneğin, herhangi bir Alman’dan yol tarifi alıyor fakat adam ‘500 metre sonra sağa sapın’ demişse Deniz hoca 100 metreden sonra ‘kurtlanmaya’ başlıyor ve en çok 300 metre sonra dönüyordu. Bir keresinde bu gereksiz dönüşler yüzünden Köln’deki maçı kaçırmıştık.Yine araba yüzünden Dortmund’da çok eğlenceli bir olay geçti başımızdan. Bugünkü adı Signal İduna Park olan statta Brezilya maçını izlemiştik. Hemen ardından da Fransa’nın maçı vardı ama ne yapacağımıza karar vermemiştik. Ertesi sabah Frankfurt’ta Samanyolu televizyonunun programına katılacaktık. Onun için dönmemiz daha iyi olacaktı. Fakat otoparka geldiğimizde bizde olsa normal karşılayacağımız ama Almanya’da imkansız diyebileceğimiz bir durumla karşılaştık. Dortmund’a ayrı ayrı gelmiştik ve Deniz hoca arabayı küçük bir otoparka bırakmıştı. Otopark bekçisi de kilitleyip gitmişti. Otoparkın yanındaki dükkan Gaziantepli bir kuruyemişçiydi ve cep telefonu numarasını da yazmıştı vitrinine. Ancak ona da ulaşamadık. Sonunda Uşaklı Ertan Akcan adındaki bir kardeşimiz bizi alıp evine götürdü. Ailesi memlekete gitmişti. Bizi rahat rahat ağırlayabilirdi. Fransa maçını seyrettikten sonra arabayı otoparktan çıkarmanın bir yolunu bulurduk. Söylediği gibi de oldu. Bir yandan maçı izlerken öte yandan Ertan kardeşimizin ikramlarıyla keyif yaptık. O arada kuruyemişciye de ulaştık. Arabayla ilgili eğlenceli bir durum da birkaç kez gittiğimiz yerlerde otel bulmakta zorlanıp station tipli arabamızda yatmak zorunda kalmış olmamızdı. Tabii Frankfurt’ta oteli olan Türk Hüseyin Adalı’yı biraz geç tanımış olmamız da talihsizlikti. Arabayla ilgili son bir not: Bir akşam Münih’ten dönüyoruz. Kupayı da ortalamışız. Deniz hoca bana “Yahu sen araba kullanmayı bilmiyor musun?” dedi. O ana kadar böyle birşey hiç aklına gelmemişti. Onun gökgürültüsü ve şimşek çakması tonundaki horlamaları arasında Münih’ten Frankfurt’a ben sürdüm.Otel konusu düşündüğümüzden çok daha büyük sorun olurken bazı eğlenceli durumlar da yaşanıyordu. Aynı günlerde Deniz hocaya bir davet gelmişti. Önemli bir kuruluşun toplantısına ekonomi yazarı olarak katılacak ve gece de otelde kalacaktı. Beni bırakmadı, birlikte gittik. Otel elbette ki 5 yıldızlı ama oda çok küçüktü. Yatakta ben yattım, o sabaha kadar yazı yazdı. Sonrasında da “belime iyi geliyor” diye yerdeki halının üzerine uzandı. Kısacası, aramızda sadace 10 yaş fark var ama bana tam anlamıyla babalık yaptı. Bunun ayrıntılarından öteki serüvenlere ve Zidane finalde Materazzi’ye kafayı vururken ne yaptığımıza ilişkin daha bir yığın anekdot da haftaya kalsın...Erman Toroğlu Beckenbauer’e karşı!Bize yaptığı güzelliğe karşın Erman Toroğlu’nu gazetecilik yoluyla ‘tırmalama’ olarak adlandırılabilecek bir işten de geri duramadım. Toroğlu’nun o dönemde memleketteki en önemli futbol otoritesi sayılıyordu. Örneğin, maçta penaltı yapan ya da kendisine yapılan oyuncular bile ‘Penaltı mıydı tam bilmiyorum, akşam Erman abi bunu değerlendirir.’ gibisinden sözler ederdi. Sanıyorum o noktalara çıkmak bazı kaçınılmaz sorunlara yol açabiliyor. Toroğlu kupayı izlerken daha sağlam kaynaklara başvurmak yerine örneğin bir Türk dönercinin anlattıklarına kulak verirdi. Buna bağlı olarak bir yazısında Almanların İmparatoru ve kupanın organizasyon komitesi başkanı Franz Beckenbauer’in birtakım yamru yumru işlerin içinde olduğunu ileri sürdü. O kadar ki kupanın bu ülkeye alınması sırasında bile birtakım fırıldaklar dönmüştü. Bununla da kalmıyordu kanıtlanması kolay olmayan türden iddialar, örneğin bizim Berlin’deki dönercinin dükkanının karşısındaki apartmanın üçüncü katında bulunan FIFA’nın gayrıresmi bir bürosunda (?) düpedüz bilet karaborsası yapılıyordu… Bunun gibi aslında iyi araştırılması gereken yoksa insanın başına dert açabilecek birtakım durumları yazmaktan kaçınmıyordu Toroğlu. Memleketteki muhteşem ününün burada da kendisine dokunulmazlık sağlayacağını düşünüyor olabilirdi. Ben de bunların başına dert açabileceğini “Almanya’nın ortasında büyük çarşı/Bizim Toroğlu Beckenbauer’e karşı” başlıklı mizahi bir yazıyla anlatmaya çalışmıştım… (Allahı var, bu ve benzeri giydirmelerle ilgili en küçük bir serzenişte bulunmuş değildir.)
↧