‘Beşiktaş’ın Dervişi Süleyman Seba’ kitabını konuşmak için biraraya geldiğimiz Rıdvan Akar’a futbolun yanı sıra basın özgürlüğü, Soma ve Mehmet Ali Birand hakkında ne düşündüğünü de sorduk.Geçtiğimiz aylarda Süleyman Seba’nın hayatını anlatan kitabınız yayımlandı. Neden Seba?“Ne yazmayı hayal ederdin?” deseler, bu kitabı söylerdim herhalde. Beşiktaş’ın “babaları” vardır. Şeref Bey, Baba Hakkı. Sonrasında da Süleyman Seba. 110 yıllık tarihe baktığınızda bu insanlar üzerinden yürüyen bir Beşiktaş geleneğinden söz ediyoruz. O geleneğin son temsilcisi Süleyman ağabey. Kendisini ikna etmeniz kolay olmamış.3 yılımı aldı. Farklı mecralardan da kendisine kitap ve belgesel teklifleri gelmişti aslında ama o her defasında ikircikli davranıyordu. Farklı dönemlerde hayatında girmiş isimlerin bazılarını yıllar sonra hatırlamayacağını, bu yüzden haksızlık edeceğini düşünüyordu. Bir nezaket, duyarlılık vardı reddedişinde.Nasıl kabul ettirdiniz peki?Bizimle paylaşacağı her şeyin sağlamasını yapacağımızın garantisini verdik. Hakikaten de öyle oldu.Kitabınızı aynı zamanda Beşiktaş tarihi olarak da okumak mümkün.Kesinlikle. Zira 110 yıllık tarihin 70 yılında Seba var. Süleyman ağabeyin hayatına değen bütün insanlara yer vermeye çalıştık. 12 Eylül belgeselinde olduğu gibi 100 kişiyle konuştuk.Peki Süleyman Seba pek çok erdemli unsuru içinde barındırmasıyla açıklanan “Beşiktaşlılık duruşu”nun neresinde yer alıyor?Bu duruştaki bütün vasıfları üzerinde toplamış bir isim Seba. Ve eğer Beşiktaş duruşu diye bir şeyden bahsedeceksek bu aslında Süleyman Seba duruşudur diyebiliriz.Beşiktaş tarihini iyi bilen biri olarak duruşta zamanla değişim oldu mu sizce?Birkaç örnekle anlatayım. Bir maçta da Beşiktaş taraftarı Ali Şen’e küfürlü tezahüratta bulunuyor. Seba birkaç kez uyarıyor, kesilmeyince gidip taraftarın arasına oturuyor. Taraftar Seba’ya saygısından susmak durumunda kalıyor. İzmir’de Trabzon ile kupa maçı oynanıyor. Kupayı Beşiktaş alıyor. İki takım aynı uçakla İstanbul’a dönecek. Seba kaptanı yanına çağırıyor ve “Rakibimiz burada, sakın sevinmeyin.” diyor. Geçtiğimiz haftalarda oynanan Beşiktaş-Elazığspor maçında da Bilic yedek kulübesine dönüp futbolcularına sevinmemelerini söyledi. Çünkü Elazığ küme düşecekti. Belli ki kulübün dokularına sinmiş bir gelenekten bu.Kitap için görüştüğünüz kişiler arasında kulüp başkanları, futbolcular, siyasiler, Süleyman Seba’nın beraber yöneticilik yaptığı isimler var vs. En çok kimin anlattıkları şaşırttı sizi?Futbolcularınki. Düşünün hiç soyunma odasına inmemiş bir başkandan söz ediyoruz. Takımda 11 yıl bilfiil oynayan futbolcuların bile “Ne anlatalım, bizimle o kadar az temas ederdi ki” cevabı karşısında bir hayli şaşırdım. Günümüz teknik ya da idari yönetiminde bulunmayan bir özellik.Bu seneki Beşiktaş’ı nasıl değerlendiriyorsunuz?Yıldırım Demirören’in ayrılmasıyla Beşiktaş büyük bir boşluğa düştü. Bu mali ve ahlaki bir boşluktu. Son sekiz yılda hem değerleri aşındı, hem iflas noktasına geldi getirildi. Fikret Orman böylesi bir yükü omuzladı. Beşiktaş bunca sıkıntıyla bu sene ikincilik için çabaladı, olmadı.RAPORTÖRÜ ARAŞTIRACAĞINIZA DÖNÜN BİR KENDİNİZE BAKINBirkaç hafta önce Freedom House Türkiye’deki basın özgürlüğüne dair bir rapor hazırladı. Ancak kimi çevreler raporun ne dediğinden ziyade raportör ve kurumun kendisi ile ilgilendi.Diyelim ki basın özgürlüğünde Türkiye şu anda 154. sırada. Ki ertesi yıl büyük ihtimalle bunun altına düşecek. Zira rapor açıklandığında henüz Twitter ve YouTube yasakları çıkmamıştı. Böylesi keyfi tasarruflarda bulunup bunu da ezilmiş Türk’ün meydan okumasına dönüştürürseniz aslında o sırada özgürlükleri de kısıtlamış oluyorsunuz. Bu imaj kaybı ve demokrasi çıtasına da büyük bir zafiyet olarak geri döner. Raportörün kim olduğunu bulmakla uğraşacağınıza önce dönün bir kendinize bakın. Kaldı ki bu, Freedom House’un Türkiye için hazırladığı ilk rapor değildi. Öncesinde de benzer raporlar hazırlanmış ve onlar olumlu olduğu için sahiplenilmişti. Üstelik referans alınarak “Bakın Türkiye’de demokrasi çıtası nasıl da yükseliyor, özgürlükler geliyor” denilmişti. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Gazeteciler bu rapora itiraz etmeli.” yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Sayın Bakan’dan ziyade bu önerme doğrultusunda durumdan vazife çıkaran kimi gazetecilerin uzun yazılar yazmasını tartışmalıyız. Zira şık olmadığı kanısındayım. Ben o arkadaşlarımın yerinde olsaydım böyle bir fikirleri varsa bile Bakan’ın bu yönlendirmesinden sonra oturup bir kez daha düşünürdüm. Herkesin siyasi görüşü ve inanışı var ancak bu gazetecilik mesleğinin önüne geçtiğinde artık yapılan iş gazetecilik olmaktan çıkıyor. Sadece siyasal iktidara yakınlık değil muhalif olma anlamında da.Sizce medya nasıl bir kırılma yaşanıyor?Temelde iki kırılma zaten vardı. Hükümete yakın olan ve mesafeli duranlar. 3. kırılma ise dershaneler süreciyle başladı. Hükümete yakın olan medya ile hükümet belli bir yol ayrımına geldi. Oysa o güne kadar mesafeli duran medyaya karşı yolun düzleştirilmesinde birlikte hareket edilmişti. Bu yol ayrımında yaşandı 3. kırılma. Mesafeli duran medya ikilemi ortadan kalktı. Yerine paralel devlet-hükümet ikilemine dönüştürüldü.Yolun düzleştirilmesine yardım edenlerden kastınız Zaman Gazetesi mi?Zaman’ın Gezi haberlerini hatırlıyorum. Gezi sürecine ve muhalif çevrelere ne kadar mesafeli durulduğunu da. Bugünkü konjonktür hükümetle Hizmet Hareketi’ni ayrıştırdı. Bu ayrışmanın sonucunda muhalif dil kendiliğinden oluştu. Oysa medyanın işi muhalif bir dil oluşturmak değil gazetecilik dili geliştirmek olmalı. Bu yüzden geçmişte Zaman’ın o yolun düzleştirilmesinde hataları olduğu kanaatindeyim.28 Şubat belgeselini hazırlarken Hizmet Hareketi’ni yakından araştırdınız. Hizmet Hareketi’ne mensup insanların haşhaşi, virüs vs. gibi kelimelerle yaftalanması hakkında yorumunuz nedir?Yalnızca araştırmakla kalmadım, merhum Mehmet Ali Birand ile Fethullah Gülen’le röportaj yapmıştık. Muhatabınızı ötekileştiren bir dil kullanıp bazı kavramlarla tanımlamaya başladığınızda şöyle bir ikilemle karşı karşıya kalıyorsunuz. Geçmişte “gel gel Türkiye’ye gel” diye çağrı yaptığınız biri için şimdi “Biz onu Amerika’dan istettik” dediğinizde bu bir samimiyet sınavı oluyor. Doğru bulmuyorum. Sadece Fethullah Gülen’e özgü bir şey de değil. Geçmişte de başkaları böyle ötekileştirildi. İnsanları kendi dünya görüşleri ekseninde değerlendirmeyi -bu dünya muhalif olabilir- muhatabınıza değer vererek polemik yapmayı öğrenmeniz gerekir. Bu yüzden öfkeyi hitabet sanatı olmaktan çıkarmak gerekiyor.Peki Başbakan’ın paralel devlet söylemine inanıyor musunuz?Bu yapay bir tanım. Bu da bir algı operasyonu. Ötekileştirmenin ve muarızını düşman ilan etmenin bir yolu. Madem bunlar paralel devletti, kaç yıldır neden birlikte hareket ettiniz, diye bir soru sorulduğunda “kandırıldık” deme hakkına sahip değilsiniz. “Ne istedilerse verdik.” sözü de bana ait değil.Hastalığında Birand’ın yanında olmadığım için kendimi affetmiyorum28 Şubat belgeseliyle ilgili haksızlığa uğradığınız gerekçesiyle Mehmet Ali Birand’a iki dava açmıştınız. Ne oldu o davalar?Mehmet Ali Bey’in vefatından sonra o davaları geri çektim. Şu anda yalnızca 32. Gün’den ayrılmak zorunda bırakıldığımda hak ettiğim 15 yıllık ödenmeyen bir tazminat almaya yönelik bir dava devam ediyor. Benim açımdan bu davaları açmak entelektüel bir itiraz, bir hesaplaşmaydı. Emeğimin, alın terinim kayıt altına alınmasıydı. Ancak artık Mehmet Ali Bey yok. Beni bugüne getiren bir meslek büyüğüm olarak anıyorum kendisini ve öyle kalmasını istiyorum.Programdan ayrıldıktan sonra 15 yıllık eşimden boşanmış gibi hissettim şeklinde bir açıklamanız olmuştu. Hâlâ içiniz buruk mu?Üzüntü ve pişmanlıklar diyelim ona.Neden pişmansınız?Hastalığı döneminde Mehmet Ali Bey’in yanında olamamaktan duyduğum bir pişmanlık. Gururumun esiri oldum, gidemedim. Biraz da ayrılış biçimimizdeki nahoşluktan kaynaklandı sanırım. Ancak bu, hayatım boyunca benimle yaşayacak bir pişmanlıktır, kendimi affetmiyorum.Acılarda ortaklaşamıyoruzGeçtiğimiz hafta Soma’da yaşanan maden faciasından siyasilerin ve medyanın tavrını nasıl buldunuz?Toplumsal kutuplaşmadan medya da nasibini aldı. Ben genelde merkez medyanın sorumlu ve iyi gazetecilik performansı gösterdiğini düşünüyorum. Ancak kimi refiklerimiz açısından dramatik ve hakikaten düşündürücü bir zihniyetin bu faciada da galebe çaldığını gördük. Düşünün bir danışman halka yerde tekme atıyor, köşe yazarı “ayağına sağlık” diye yazıyor. Başbakan ile ilgili tokat iddiası o vatandaş “evet, bana tokat attı” dediğinde değil, “atmadı, ben yanlış görmüşüm” dediğinde haber olabiliyor.Hayatın Tanığı ve Habere Dair programlarını Soma’dan yaptınız. İzleniminiz neydi?Alabildiğine kasvet, acı ve hüzün her yere sinmişti. 17 Ağustos’tan bu yana görmediğim, tanık olmadığım bir travma. Zira öyle bir felaket ki sadece o şirketin daha çok kazanç ihtirası değil, devletin emekçilere dönük duyarsızlığı, pervasızlığı, hukukun iş kazalarını adeta görmezden gelmesi ve medyanın çalışanlara haber önemi atfetmemesi ile ortaya çıkan bir vicdanî sorumluluktan söz ediyoruz. Acılarda ortaklaşamıyoruz. Bu çok vahim bir gelişme.
↧