Selfie, fotoğrafçılık geleneğinin eriştiği son nokta... Akıllı telefonlar sayesinde ise artık bir tiryakiliğe evriliyor. Mutlu ânımızı ölümsüz kılabilmek giderek kolaylaşırken, bundan bir buçuk asır öteye, fotoğrafın ilk dönemlerine uzanalım istedik. Zira o zaman da başka bir çılgınlık almış başını gidiyordu.İçinde bulunduğumuz günlerin çılgınlığa dönüşmeye başlayan hobisi ‘selfie’. Telefonun kullanıcıya dönük kısmında bulunan kamera aparatıyla ‘anında’ kaydederek, sevdiklerinin de içinde bulunduğu o ânı kendi kendine ölümsüzleştirmek demek. Bu fotoğraf tarzı pek çok kimse tarafından sevildi ve beğenildi. Alelâde her yerde bir selfie çekmenin önü alınamıyor dersek, galiba mübalağa etmemiş olacağız. Devlet başkanları dahî bir kahve molasını fırsat bilip şipşak selfie çekerek, onbinleri peşinden sürüklüyor.Fotoğrafın icat edilerek rağbet bulduğu 1830’lu yıllarda yine buna benzer bir âdet Amerika ve Batı Avrupa’yı kasıp kavuruyordu. Post mortem (ölü fotoğrafçılığı) adı verilen bu âdete göre yeni vefat etmiş şahsın aziz hatırasını yaşatmak isteyen herkes, evine bir fotoğrafçı davet ederek bir süre evvel mevta olmuş er/hanım kişi niyetine o ânı ölümsüz kılıyordu.Ölümün değişen fotoğrafıŞimdi, elimizi deklanşöre götürmeden önce şöyle bir düşünelim. İşaret parmağının uzandığı o düğmeye değmeden evvel ne yapmak gerekli? Üç aşağı beş yukarı fotoğrafa muttalî olacak herkesin bildiği kadarıyla kıpırdamadan donup kalmak ve bir mevta huşûu ile objektife odaklanmaktır, değil mi? Hatta gözün kapalı çıkmaması için makineden gelen klik sesine kadar geçen ölüm donukluğu… Bu çağrışımlar sizi neşe ve hayatın sembolü olarak gösterilebilecek selfie fotoğrafçılığından bir nebze soğutmuş olabilir. Fakat her bir karede donup kalan insanlar, yüzü her ne hissi ifade ederse etsin, ölmüş bir ânın içinden geçmenin delilidir. 1830’lu yıllarda bir kimyagerlik uzantısı olarak hayatımıza giren fotoğrafçılığın da bu bağlamda fani olmakla birebir ilişkisi mevcut. Fotoğrafın ihtiva ettiği bu mânâ Latincedeki Momento Mori yani “Fani olduğunu unutma!” anlamında da tevil edilmiş deyişle de desteklenebilir.Meseleyi dinî ve felsefî zaviyeden çıkarıp bir zamanların gelenek halini almış ‘post mortem’ yani ölüm sonrası fotoğrafçılığa gelelim. Fotoğraf tekniğinin babası sayılan dagoratip (daguerreotype) aletinin icad edilmesi o güne kadar devam eden portre ressamlığını da etkileyerek, yeni bir âdetin doğmasıyla sonuçlanmıştı. Bundan önce, insanlar kendi suretlerini gayet yüksek ücretler mukabilinde portre ressamlarına çizdiriyor ve kendilerini bir mânâda ebedileştiriyordu. 1839 senesinde fotoğrafın doğması ve kolaylığıyla beraber tasvircilik toplumun her kesimine ulaştı.Ölü fotoğrafçılığı da böyle bir ortamda baş verdi. Erken yaşta çocuklarını kaybeden aileler, aile fertlerini ölü dahî olsa görmeyi arzuluyordu. Bilhassa anneler çocuklarının cansız bedenini onların yokluğuna tercih ediyorlardı. O asırda, sağlık koşulları bugüne nispette gayet ilkel olduğunu dikkate alırsak, evde ve sevdiklerinin başucunda vefat etmek alışılageldik bir durumdu. Bu adet bilhassa Viktoriyan dönemde İngiltere ve ABD’de çokça revaç bulmuştu. Çok erken yaşta ölen çocukların genelde tek fotoğrafı işte bu türden oluyordu. Birçok aile, ölüm fotoğrafını çoğaltıp uzaktaki akrabalarına postalıyordu. Tarihi notlar, bu türden çekilmiş ilk pozların tabutlara konulmuş meyyitlerden oluştuğuna işaret ediyor. Mevtalar, ölümün soğuk yüzünden ziyade uzun bir uykuya dalmış birini hatta makyaj ve çiçeklerle süslenerek sonsuz bir hayata yolcu edildiği izlenimi uyandırıyor. Ölüm sonrası fotoğrafların pek çoğunda yer alan çocuklar kendi yatağında çiçeklerde veya beşiğinde sevdiği oyuncaklarıyla resmedilmiş. Veya tıpkı yaşıyormuş gibi aile fertlerinin arasında çoğu zaman da annesinin kucağında son yolculuğuna uğurlanıyordu. Bugün bu pratiği Hıristiyan dünyasında hâlâ devam ettiren cemaatleri bulmak mümkün. Kilise tarafından kutsiyet atfedilen rahiplerin bu şekildeki çekilmiş fotoğrafların cemaat arasında elden ele geçtiği de bu konuda edindiğimiz malumâtlardan.Fotoğraf için kamera yetmez1830’lu yılların tekniklerine dair önemli bir faslı da atlamamakta fayda var. Bugünkü mânâda söylersek o devrin makineleri ânı yakalama gibi hususiyetten mahrum. Pürüzsüz bir verim alabilmek için objektifin karşısında 20-30 dakikaya varan sürelerde hareketsiz durmak gerekiyor. Devrin fotoğrafçıları, kendi stüdyolarında veya açık havada yaptıkları çekimler için destek aparatları kullanıyordu. Bunlar, canlı kimseler olduğu kadar ölüm sonrası fotoğrafçılık için de gerekmişti. Vücudun çeşitli yerlerinden kameraya görünmeyecek şekilde yerleştirilen iskelet, başın dik, gövdenin de sabit kalmasını sağlıyordu. Zira bu zaman zarfında yapılan ufak bir hareketlenme de fotoğrafın heba olması demekti.
↧