‘Seçimi Kazanan İdare Fırkasıdır Çocuk!’ kitabında Osmanlı’dan bugüne 150 yıllık demokrasi pratiğini tartışan İsmet Berkan, “Halkın partisi olma iddiası devleti ele geçirmeye dönüşüyor.” diyor. Bu kısırdöngüden kurtulmak için önerisi, yeni bir anayasa.Gazeteci İsmet Berkan, Osmanlı’da ilk demokrasi denemelerinden günümüze Türkiye’nin seçim pratiklerini ‘Kazanan İdare Fırkasıdır Çocuk!’ kitabında masaya yatırdı. “Türk modernleşmesi tam olarak sindirilemedi.” diyerek söze başlayan Berkan’a göre, önümüzdeki 25 yıllık süreç kritik önem taşıyor. Bu sürecin sonunda ya yoksul ve yaşlı ya zengin ve yaşlı bir nüfus olacağız.Kitap ismini çarpıcı bir anekdottan alıyor, Atatürk’ün “Kazanan idare fırkasıdır” sözünden hareketle bunun nedenlerini sorguluyorsunuz. Bu sözün günümüzdeki karşılığı nedir?Valla bu sözün karşılığının günümüzde de değişmediğini, seçimleri hâlâ esasen idare fırkasının kazandığını düşünüyorum. Türkiye’de siyaset devleti ele geçirmek için yapılıyor. Devlet ele geçirilmesi gereken bir yer olmaya devam ettiği sürece de öyle yapılacak korkarım.Türkiye’nin içine sıkça düştüğü demokrasi/ dikta ayrımını nasıl değerlendirirsiniz? II. Meşrutiyet’te yaşanan umut neden sürekli olamıyor?Aslında kitabın merak edip cevabını aramaya çalıştığı soru da bu. Buna böyle şıpın işi bir cevap vermek kolay değil; çünkü bence mesele esasen Türk modernleşmesinin çarpıklığında ve bir türlü tam olarak içe sindirilememiş olmasında. Biz daha işe başlarken milleti değil devleti kurtarmayı öncelediğimiz için, çoğulculuk bizde ‘çatlak ses’ veya ‘kakafoni’ olarak algılanıyor; rahatsızlık yaratıyor. II. Meşrutiyet sonrasında çok kısa bir süre için yaşanan çoğulculuk maalesef kalıcı olamadı bizde.Değişime duyulan arzuyla, değişimi gerçekleştirmeye yönelik istikrarın sağlanamaması karşı karşıya iki mesele. Kitapta örnekleriyle anlatıldığı üzere, bu tekerrürün altında ne yatıyor?Belki şöyle bir şeydir: Seçimi ‘halkın partisi’ olma iddiasıyla kazanıyorsunuz, ama devleti ele geçirmeden kendi siyasetinizi uygulayamayacağınızı görünce, önceliğinizi devleti ele geçirmeye veriyorsunuz. Devleti ele geçirmek o kadar kolay değil ve zaman istiyor. O zamanın sonuna gelindiğinde, tabii eğer gelinebilirse, baştaki siyasi amaç ve hedeflerinizi unutmuş, sözlerinizi çoktan yemiş yutmuş oluyorsunuz. İktidar paradoksunun bir boyutu bu. Uzun süre iktidarda kalınca ‘Ankaralı’ oluyorsunuz; ‘devletlû’ oluyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz, yıkmaya söz verdiğiniz ve bu sözünüzle oy aldığınız düzenin kendisi siz olmuşsunuz.“AK Parti mi otoriter, Erdoğan mı diktatör” bölümünde “Türkiye diktatörlükle yönetilen bir ülke” tespiti yapıyor, rejimin otoriter karakterini veren özelliklerin değişmediğini söylüyorsunuz. Bu karakteri değiştirmek için nasıl bir irade gösterilebilir?En önce Türkiye’de anayasayı halktan korkan, halkın çoğulcu yapısından çekinen ve halktan bir ‘makbul vatandaş’ tipi yaratmaya çalışan bir anayasa olmaktan çıkartmak gerekiyor. Kitapta yok ama ben bunu bir sefer köşemde yazdım. Başarısızlığa uğrayan Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun tutanaklarını okudum ve ‘İyi ki Anayasa’yı değiştirememişler’ dedim. Çünkü mevcut Anayasa’nın yerine koymak için tartıştıkları ve neyse ki anlaşamadıkları Anayasa metinlerinin tamamı 1982 Anayasası’ndan o kadar da farklı değillerdi. Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanabilirliğini düzenleyen özel maddelerin ve kimi temel hak ve özgürlükleri tanımlayan maddelerin içine sıkışmış olan kısıtlayıcı hükümlerin yerini koruduğu bir anayasa ‘yeni’ olmayacaktır. Ama baksanıza bizim partilerimiz daha çocuk haklarında bile anlaşamadılar...Kitaptaki Japonya örneğinden hareketle Türkiye’nin taklit ettiği şeyi tam olarak alamamasının ortaya çıkardığı sorunlar nedir?E işte her şeyin yarım yamalak olması, melez olması, tam olmaması, ne kuş ne deve olması. Demokrasimiz uluslararası standartta ‘melez demokrasi’ olarak anılıyor; ekonomimiz aynı şekilde ‘melez kapitalizm.’ Siyasi partilerimiz kendi üyelerinden çekiniyor, onların söz hürriyetini kısıtlıyor. Daha sayayım mı?Gezi Parkı’nı demokrasi/özgürlük talepleri içinde Türkiye tarihinde nereye koyarsınız, bir milat denilebilir mi?Gezi’nin bir milat olup olmadığını ileride göreceğiz. Geçenlerde yaptım bu benzetmeyi, hoşuma da gitti, burada tekrar edeyim: 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda Fethi Okyar İzmir’e gidiyor, muazzam bir kalabalık onu karşılıyor. Nedeni belli: İnsanlar bir muhalefet istiyorlar ve o yüzden İslamcısından komünistine, liberalinden azınlığına kadar ne kadar memnuniyetsiz varsa oraya koşuyor. Gezi de bir yerde benzer bir işlev gördü; o bakımdan 2007’nin Cumhuriyet mitinglerinden farklıydı. Gezi bir siyasi parti değil ama AK Parti’ye karşı geniş bir muhalefet özleminin ifadesi oldu. Gezi’nin mesajı bence hükümet kadar bir temsil sorunu yaşadığı aşikâr olan muhalefeteydi.“Milli konuların azalmasına tanıklık ediyoruz” tespitinizi açar mısınız? Bunun artıları ne olacak?Bu bir anlamda demokrasinin bir kanadının gelişmesi demek. Eskiden ‘milli’ olanı devlet belirlerdi, herkes de ona uyardı. 2003-2004’te Kıbrıs tartışmaları sırasında bu ‘milli’nin tek elden belirlenmesinin yıkılışına şahit olduk; sonra da başka örneklerle bu sürdü. Bence olumlu. ‘Milli’ olan, milletin o konudaki çıkar algısından farklı olamaz ve koca bir milletin farklı farklı çıkar algılarına sahip olması da çok normal.“Halkın iradesini sandıkta ortaya koymak” Türkiye’de muhalefetin de iktidarın da sıkça kullandığı bir argüman. Buna rağmen bu konuda yol alınamamasını neye bağlayabiliriz?Bence her seferinde siyasi partilerimiz demokrasi yerine iktidarı seçiyor; kendi iktidara gelmesini demokrasinin varlığının delili kabul edip yoluna devam ediyor. Demokrat Parti böyle yaptı; Adalet Partisi böyle yaptı; ANAP böyle yaptı; şimdi de sıra AK Parti’de. Bakalım onlar iktidardan başka bir şeyi seçecek mi?“Türkiye’de siyaseti okuma kılavuzunun” olmazsa olmazları nelerdir? Dışarıdan bakan bir insana anlatılması gereken temel maddeler nelerdir?Özellikle Batılılar Türkiye’de siyaseti kendi ülkelerindeki gibi ‘siyasi tercihler’ olarak okuma eğiliminde. Oysa değil. Türkiye’de siyaset kültürel kodlar üzerinden ve kimliklerle yapılan bir şey. En belirgin iki kimlik Türkçülük ve İslamcılık. Bunlar çok geniş şemsiyeler. Türkiye’de siyaseti okurken ‘sağ’, ‘sol’ gibi kavramları kafamızdan silip bu büyük kültürel kimlikler üzerinden bakmaya çalışmak gerek.2040’ta fakir ve yaşlı bir nüfus olabiliriz“Normalleşmesini arayan ve 200 yılını kaybeden ülke” sizce bu normalleşme sürecinde daha ne kadarlık bir kayıp yaşayabilir?Vallahi önümüzdeki 25 yıl çok kritik. Türkiye bu 25 yılda değişmeyi, gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti olmayı başaramazsa, 2040’lı yıllardan itibaren hem fakir hem yaşlı bir ülke olacağız. Ama değişirsek, yaşlılığımızı görece bir refah içinde geçirebiliriz. Aslında seçim bizim ve yumurta kapıya dayandı. Fırsat penceresi sonra kapanacak. Gençlik yıllarımızın çoğunu boş kavgalarla harcadık bile. Ortalama yaşımızla ilgili bu fırsat penceresini eğer biz ilk on yılda kullanabilirsek, yaşlanmaya başladığımız 2040’tan itibaren biraz daha sağlam bir zeminde durmaya başlayabiliriz. İkilem, zengin ve yaşlı olmakla fakir ve yaşlı olmak arasında. Zenginliğe de sadece demokrasi ve hukuk devleti yoluyla, eğitimimizi dogmalardan arındırarak varabiliriz.
↧