İBB Şehir Tiyatroları’ndaki Shakespeare adlı oyunu seyredince başkalarına deli damgası vurmakta ne kadar cömert ve fakat Adem ile Havva’nın yaratılış anındaki masumiyetinden ne denli uzak olduğumuzu düşündüm.Her milletin zor zamanları vardır. Güçler ayrılığı ilkesinin iflas ettiği, kavram kargaşasının zirve yaptığı, dilin ve kalemin silaha dönüştüğü dönemlerde, vatandaşlar mucizevi bir kurtarıcının hayaline sığınır. “Önce kendimizi insan kılalım” demek zor gelir. Çünkü bu yol hem uzundur, hem de bedel ödemeyi gerektirir.İBB Şehir Tiyatroları’nda oynanan Shakespeare adlı oyunu seyredince başkalarına deli damgası vurmakta ne kadar cömert ve fakat Adem ile Havva’nın yaratılış anındaki masumiyetinden ne denli uzak olduğumuzu düşündüm. Azerbaycanlı yazar Elçin Efendiyev’in yazdığı, Melahat Abbasova’nın yönettiği, Selma Kutluğ, Sezai Aydın, Ertuğrul Postoğlu, Murat Coşkuner, Elçin Atamgüç, Nevzat Çankaya, Meriç Benlioğlu ve Özgür Dağ’ın performanslarıyla hayat bulan oyun, sanki içinde yaşadığımız kaosu resmediyordu.Olay bir tımarhanede geçiyordu. Başhekim mutsuzdu. Mesleğine bile inancı kalmamıştı. “Hayat bana hiçbir şey vermedi.” diyordu. “Ben hayata ne verdim?” diye sormuyor, hastaların dünyadan bihaber mutluluğunu kıskanıyordu.Delilerden biri kendini ünlü aktris Sarah Bernhardt sanan bir kadındı. Shakespeare ile temas halindeydi. Büyük yazar kendisine “Romeo ve Juliet’i senin için yazdım. Juliet sensin.” demişti. Shakespeare’in asırlar önce, Bernhardt’ın 1923’te ölmesinin önemi yoktu. Çünkü ikisi de ebedi kişiliklerdi.Bir diğeri kendini Stalin’le özdeşleştirmişti. Milyonlarca masumun kanına girdiği için pişmandı. Sürekli İncil okuyor, günah çıkartmak istiyor, Stalin’in öldüğünü hatırlatanlara “Öyleyse ben kimim? Hayır! Ben şuurlu bir cellattım. İnsanı değil, iktidarı seviyordum. Çünkü insanlar gücü olandan korkar ve korktuklarını severler.” diyordu.Evlenemediği için doktorların “kız kurusu” diye tanımladığı bir kadın, çift kişilik edinmişti. Şahsında karı-koca birliğini yaşıyor, durmadan kocası olan kendisiyle kavga ediyordu.Venüslü olduğuna inanan ve 17 yıldır pencerenin önünde gözlerini göğe dikip Venüslüleri gözleyen bir deliyle, hastaların yiyeceklerini çalan hastabakıcı ve başhekim yardımcısı mutsuz kadın doktorla kadro tamamlanmıştı. Tüm karakterlerin gerçek hayattaki karşılıklarını bulmak zor değildi. Siyaset, medya ve bürokrasiye dikkatle bakan herkes bu teşhisleri yapabilirdi.Ve bu ekip, yakında bir uzay aracının kendisini götüreceğini iddia eden yeni bir hasta ile tanıştı. Adamın adı yoktu. Sadece çevresine sağladığı yarara göre verilen bir mutluluk numarası bulunuyordu. Fakat bu, o kadar büyük bir sayıydı ki ona kısaca Drop 13 dediler. Adam elinde araç olmadan kendi tansiyonunu ve nabzını ölçebiliyor, ayrıca telepatik kanalını açtığında herkesin düşüncelerini okuyabiliyordu. Bunu kanıtladığında başhekimi dehşet içinde kalıyor ve “kapat şu kanalı” diye bağırıyordu.Drop 13, dünyayı kısa sürede keşfetmişti: Maalesef insanların söyledikleriyle yaptıkları birbirine uymuyordu. Bu yüzden hep korku içinde yaşıyorlardı. Oysa onun gezegeninde kimse yalan söylemezdi. Sanatın dilini gündelik hayatta kullandıkları için tiyatroya gerek duymazlardı. “Ben” duygularının yüksekliği nedeniyle hasta olan dünyalıların en büyük problemi aşırı gerçekçi olmalarıydı. Olabilir ile olamaz arasında kalın çizgiler çekiyorlardı. Bu yüzden mutsuzlardı.Başhekimin dengesinin iyice bozulup “Ben kimim?” demeye başladığı, Stalin’in “materyalizm batağından kurtulamıyorum.” diye yakındığı, “Stalin olmaktan istifa etmeyeceğim. Acı çekmem lazım. Zalimim çünkü.” dediği, benliğinde hayalî bir koca vehmeden kadının bebek beklediği bir dönemde Drop 13, Sarah Bernhardt’ın canlandırdığı Juliet’in büyüsüne kapıldı ve Romeo rolüyle ona eşlik etti.İkilinin tutkuyla canlandırdıkları sahne, diğerlerini de etkilemişti. Çünkü söz konusu olan sanattı, edebiyattı, aşktı, kısacası sahicilikti. Başhekim hariç herkes Shakespeare okumaya başladı. Bunalımlarından kurtulup, huzuru bulmuşlardı. Stalin bile Romeo ve Juliet’in Das Kapital’den daha yüklü olduğunu görmüş, artık idealist olduğunu ilan etmişti. Başhekim ise aklıyla direniyor, bu yeni durumu bile bir hastalık olarak yorumluyordu.Nihayet Vanderprandur gezegeninden gönderilen uzay aracı, Drop 13’ü asli vatanına götürmek üzere hastanenin bahçesine indi. “Ermiş” giderken başhekim dahil herkes arkasından “bizi de al” diye çırpınmaktaydı. Ancak kimseye o gemide yer yoktu.Kıssadan hisse: Bir kurtarıcıyı boşa beklemeyelim. Gökten biri inip kimseyi mutluluk diyarına götürmeyecek. Ama bizler gerçekten ister ve bedelini ödersek kendi dünyamızı abad etmeyi umut edebiliriz. Bir şartla: Herkes işe önce kendisinden şüphe etmekle başlayacak.
↧