İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ndeki “Cumhuriyet: Yeni İnsan Yeni Hayat” adlı sergi, beni doyurmadı. Çünkü madalyonu tek yüzüyle veriyordu. Peki ya dışlananlar, ötekileştirilenler ve tepeden inmeci yaklaşıma ayak uyduramayıp direnenlere hangi muameleler yapılmıştı?Tepebaşı’nda, Pera Müzesi’nin hemen ilerisinde İstanbul Araştırmaları Enstitüsü var. Zaman zaman uğrar, bakalım bu sefer nasıl bir sergi düzenlemişler diye merakla gezerim. Pera Müzesi’nin aksine görsel zenginliğinden çok, kültürel geçmişe dair tarihi hatırlatmalarla öne çıkan çalışmalardır bunlar. Dolayısıyla haz vermek yerine düşündürürler insanı. Bu kez karşıma küratörlüğünü Ekrem Işın’ın yaptığı “Cumhuriyet: Yeni İnsan Yeni Hayat” adlı sergi çıktı. Açılışı 29 Ekim’e denk gelmese de sanırım Cumhuriyet’in 90’ıncı yılı etkinlikleri çerçevesinde düşünülmüştü. Tanıtım metninde serginin “1930’lu yıllardan başlayarak, Cumhuriyet’in gururlu ve coşkulu bilim insanlarının ve entelektüellerinin, öğretmenler, askerler, doktorlar, mühendisler, hukukçular ve diğer meslek mensuplarıyla el ele vererek oluşturduğu bir yeniden doğuşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaratılış mucizesine ışık tuttuğu” ifade ediliyordu.Yeni hayatın küratörce seçilmiş yeni insanları ilk kadın arkeolog Halet Çambel, besteciler Adnan Saygun ve İlhan Usmanbaş, mimarlar Sedad Hakkı Eldem ve Turgut Cansever, şair Oktay Rifat, sinema ve tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul ve Ankara muktedirlerinin devam ettiği Karpiç Lokantası’nın sahibi George Karpitch’ti. Sergi, bu insanların fotoğrafları ve bazı kişisel objeleriyle birlikte, Cumhuriyet’in felsefesini anlatan pano metinlerinden ibaretti. Basın dosyasında küratörün kaleme aldığı ve serginin manifestosu sayılabilecek bir makale vardı. Enstitü, ayrıca sergiyle aynı adı taşıyan oldukça kapsamlı, kalın bir kitap hazırlamıştı.Sergi, hem insan malzemesinin zayıflığı, hem de madalyonu tek yüzüyle vermesi açısından beni doyurmadı. Resmî ideolojinin bildiğimiz savlarını kutsayarak tekrarlamaktan öteye gidilememişti. Sergi dokümanlarına göre Cumhuriyet şöyle resmediliyordu:Başkasının değil kendi sesiyle konuşan insan yaratılmıştı. Sınırın ötesini merak eden, sorgulayan insandı bu. Fethedip kaderine terk eden değil, keşfedip inşa eden insandı. Cumhuriyet, yönetenle yönetilen arasındaki uzaklığı kapatmış; köylü, milletin efendisi olmuştu. Yeni hayat özgürlüktü. Eski hayatta toplum birbirine yamanarak yaşamaya alıştırılmış bir kalabalıktan ibaretti. Cumhuriyet ontolojik bir mucizeydi. Sınırları daraltılmış hayattan, sınırları genişletilmiş hayata geçilmişti. Cumhuriyetçi entelektüeller eski hayatın enkazı altında kalan insanı ve kültür varlığını kurtarmışlardı. Cumhuriyet bir acil müdahale, ilk yardım ve yeni hayata dönüş hareketiydi. Eski insanın yurdu yoktu, toprak kavramı bir bilinç nesnesi değildi. Eski insan kendisi adına düşünenlerin söylediklerini tekrarlıyordu, niçin yaşadığını, kim olduğunu bilmiyordu. Cumhuriyet, çok sesliydi, çoğulcu bir dille konuşuyordu. Konsere, baloya gitmekten lokantada yemek yemeye kadar çağdaş değerler etrafında sosyalleşilmişti. Artık kadın-erkek yan yanaydı, kafesli mahremiyet yerine balkonlu özgürlük gelmiş, iki cins arasındaki perde kalkmıştı. Çünkü yeni hayatta riyakârlığa yer yoktu. Cumhuriyet, karanlıktan aydınlığa çıkma hareketiydi. Cumhuriyet ideolojisi aydın, ilerici, yaratıcı, uygulayıcı, özgür birey prototipleri oluşturmuştu. Yeni harflerin öğretimi, okuma-yazma bilmeyenleri bu imtiyaza sahip olanlarla eşitlemişti. Cumhuriyet, merkez-taşra, doğu-batı arasındaki mesafeleri kaldırmıştı. Cumhuriyet, halkın sesine kulak vermiş, yerel müzik derlemeleri yapılmıştı.Işığın doğurduğu gölgeler nerede?Sergi bu tabloyu mutlak gerçekmiş gibi sunuyor, ışığın doğurduğu gölgeleri sorgulamadığı gibi bu yargıların her birinin kendi karşıtını yarattığından da bahsetmiyordu. “Peki ya dışlananlar, ötekileştirilenler, damgalananlar, tepeden inmeci yaklaşıma ayak uyduramayıp direnenlere yapılan muameleler?” gibi bir soruyu muhatap almamıştı. Evet arkeolojik kazılar yapılıp toprağın altından eski uygarlıkların kalıntıları çıkarılmıştı. Peki ya yeni hayata uyum gösteremeyip toprağın altına yollananlar, onlardan hiç bahis yoktu.. Şapka giymeyen başların kesilmesi Cumhuriyet’in erdemlerinden biri miydi mesela? Çok sesli müziğe prim veren Cumhuriyet neden düşüncede çok seslilikten korkmuş ve en tabii insan haklarını sorgulayanları cezalandırmıştı? Türk müziğini yasaklamak da neyin nesiydi? Allah aşkına, köylü ne zaman milletin efendisi olmuştu ki? Şalvarıyla, kasketiyle Ulus Meydanı’na girmesi yasaklanan o köylüler değil miydi? Yönetenle yönetilen arasındaki mesafenin kapatıldığı nasıl söylenebilirdi? Bırakalım serginin odaklandığı 30’lu yılları, günümüzde bile tek adam diktasının sürdüğü siyasi parti düzeninde bu uçurum hâlâ devam etmiyor muydu? Cumhuriyet, kendi sesinden başkasını tekrarlamayanları susturmamış mıydı yani? En başta Kürtler, Aleviler, dindarlar, gayrimüslimler olmak üzere, hayatlarını kendi bildikleri doğrularla yaşamak isteyenlere devletin kapıları kapanmamış mıydı? Halk yeni alfabeyi öğrenerek cahillikten kurtulmuştu da, eski yazıyla üretilen öz kaynaklarına, tamamen kötülenen, yok sayılan tarihine yabancılaştırılmamış mıydı? Hayatta kalma içgüdüsüyle inanmadığı halde inanmış gibi yapma alışkanlığına zorlanmamış mıydı halk? Bu takiye yapma geleneğinin temelleri o yıllarda atılmamış mıydı? Başında örtüsü var diye kadınların evde oturmaya mahkûm edilmesi, eğitim ve iş imkânlarından mahrum edilmesi Cumhuriyet’in hangi dosyasına konulabilirdi?Sergiden ayrıldıktan sonra kendi kendime söylenmeye devam ettim. Yirminci yüzyılın başında imparatorluklar çağı bitmişti. Elbette ki cumhuriyetle yönetilecektik. Önemli olan tabela değişikliğiyle yetinmemek, hakiki bir demokrasiye geçmekti. Ne yazık ki kuşatıcı değil ayrıştırıcı olundu. Resmî cumhuriyet ideolojisi, bu toplumun mayasına öyle bir kutuplaşma virüsü soktu ki, 90 yıl geçti hâlâ kurtulamadık. İktidarlar değişiyor ama ideolojisi Cumhuriyet karşıtı gibi görülenler de dahil olmak üzere, gücü eline geçirenler daima kendilerinden olmayanları baskılıyorlar. Güya 1950’lerde çok partili hayata geçtik ama bizden hâlâ tek sesli olmamız isteniyor. Cumhuriyet’in 90’ıncı yılında asıl bunları konuşmak gerekmez mi? Cumhuriyet’in tek tip insan yetiştirme projesi olduğu gerçeğiyle ne zaman yüzleşeceğiz? Yüceltilen öncü insanlar yelpazesinin artık genişletilmesi zamanı gelmedi mi? Cumhuriyet’i sorgulayanların hepsi vatan haini miydi, onlar hiç çalışmadılar mı, üretmediler mi, aralarında hiç mi değerli insanlar yoktu, neden onların adları zikredilmiyor?100. yılda belki...“Yeni İnsan, Yeni Hayat” demek kolay. Eski ve yeni kavramlarının son derece suni olduğunu, tarihin keskin bir bıçak olarak kullanılamayacağını, Batılılaşma hamlelerinin Osmanlı’da başladığını, her şeyin birbirini kapsayarak, dalgalanarak aktığını, medeniyetin kompartımanlara ayrılamayacağını nasıl bilmezlikten geliriz? Evime dönerken kar yağmaya başladı. Başımı göğe çevirdim ve belki gaipten bir ses gelir diye hüzünle sordum: Cumhuriyet’in 100’üncü yılına 10 yıl kaldı. O zamana kadar hayata tek gözle bakmaktan kurtulur muyuz acaba? Tam o anda gök gürlemez mi? Sonradan öğrendim. Bir yerlere yıldırım düşmüştü.
↧