Necla anneyle telefonda konuşuyoruz. “Nejat babayla ilgili konuşmadığımız bir şey kaldı mı?” diye soruyorum. Ağlaya ağlaya babanın mahşer gününü anlatan şiirini okuyor. Boğazım düğümleniyor.Teşvikiye Camii’nin bahçesindeyiz. Nejat Uygur’un cenazesinde. Gökyüzü kirli beyaz bulutlarla kaplı, serin havada ağır bir ölüm kokusu… Yakasına ustanın fotoğrafını iliştiren onlarca ünlü sima, parfüm kokulu caddelerden çıkıp gelen yüzlerce hayran, Baba’yı son yolculuğuna uğurlamak için bekliyor. Baba, soğuk bir mermerin üstünde, küçük bir kutunun içinde yatıyor. Sessiz, sakin… Avluya kurulan küçük çadırda Uygur ailesi taziyeleri kabul ederken bir köşede kaçak sohbetler yapılıyor. Birbirinin üzerine binen diyaloglardan bir soru fırlayıp düşüyor önüme: Nasılsınız? Cenaze töreninde çok anlamlı bir soru......Babanın Mecidiyeköy’deki evindeyim. Duvarları siyah beyaz fotoğraflarla döşeli, bir tarafı aynayla kaplı küçük odada. Baba, mavi bir yatağın üzerinde beyaz bir örtüye sarılmış yatıyor. Sol tarafı tutmuyor, sağ tarafındaki kalça kemiklerinden biri kırık. Oda sessiz, sakin… Bir tarafımda eşi Necla Hanım, bir tarafta kırık Türkçeyle konuşan bakıcı kadın. Babayla ilk tanışmamız… Heyecanlıyım, kalbim küt küt atıyor. Elini yavaşça tutup sesleniyorum: “Aç gözlerini baba.” Gözlerini ufaktan aralıyor, tanıma çabasıyla bakıyor. Sessizliği baltalamak için ‘nasılsın?’ diye soruyorum. Hasta yatağında birine, cevabını bildiğin anlamsız bir soruyu sormanın verdiği utançla yüzüm kızarıyor. Acemi bir şekilde konuyu değiştiriyor, başka şeyler anlatmaya başlıyorum. İnsanların kendisini tanımadan nasıl sevdiğini, nasıl dualar ettiğini… Konuşmuyor, sadece tebessüm ediyor......İmam duaya başlıyor. Dudaklarda küçük küçük kıpırdamalar. Saf tutan cemaatin üzerinden geçen kuş sürüsü yapraklarını dökmüş çıplak ağacın dallarına konarken Uygur ailesi namaz için saf tutuyor. Ustanın yere düşmüş palyaço tipli siyah beyaz fotoğrafını yerden kaldırıyor biri......Evin salonundayız. Her zamanki sıcaklığıyla Necla anne elleriyle yaptığı pasta-börekleri yığıyor önümüze. Uygur kardeşlerin şahsına münhasır ismi Kemal ile albümünü karıştırıyor, ustanın çocukluk, gençlik, oyun, aile fotoğraflarına bakıyoruz. Cenazede yerde olan fotoğraf elimizde, eskileri konuşuyoruz. Oğlu annesine takılıyor, “Her şeyi anlatma!” diyor: “Daha babanın kitabını çıkaracağız.” Konu dağılıyor, hastalığa geliyor. Babanın durumu kötü olsa bile nefes alıp veriyor olmasının kendilerine nasıl iyi geldiğini söylüyorlar. “Baba en çok beni seviyor. Behzat’a, Süheyl’e gözünü açmaz, bana tepki verir, elimi sıkar, gülümser.” diyor oğul Kemal. Anne, hastalığının ilerlediğini, oğullarının dinlenmek için kendisini evden uzaklaştırmak istediğini ama bir dakika bile hayat arkadaşını yalnız bırakamayacağını anlatıyor.Duvarlara asılmış tablolar üzerinden babanın ressamlığı konuşuluyor; şiir aşkı, atletizm merakı, tiyatro sevdası. Küçük odadan yola çıkıp boş koridorda yankılanan derin öksürük sesi uzun sohbetimizi noktalıyor......Omuz omuza veren cemaate cenaze namazının nasıl kılınacağını anlatıyor imam. Namazı kıldırıp helallik istiyor. Herkes canı gönülden sesleniyor: ”Helal olsun, helal olsun.” Baba, yeşil örtünün altında yatıyor. Sessiz, sakin… Yıkılmamak için oğullarına yaslanan karalar bürünmüş anne, gözyaşına boğuluyor......Serin bir nisan akşamı. Gazetedeyim. Önümde ustanın aile albümü serili. Aileden utana sıkıla istediğim, gizli bir emanet gibi sakladığım, babanın biyografisini anlatan ilk Sahne Arkası köşesinde kullanacağım fotoğraflar… En samimi kareleri seçerken yayınlanacak metni tekrar tekrar gözden geçiriyorum. Yazıyı nasıl renklendiririm kaygısıyla Necla anneyi arıyorum: “Var mıdır konuşmadığımız bir şey?” Telefonun ucunda yorgun bir ses. Kesik kesik konuşuyor: “Var oğlum. Nejat’ın ölümünden sonrasını anlattığı bir şiiri var. Çoğu kimse bilmez.” İvedilikle önüme bir müsvedde kâğıdı çekip anlatmasını istiyorum.. Sesi daha da küçülüyor, hüzünleniyor, ağlamaya başlıyor. Gözyaşları içerisinde sesi titreye titreye okuyor bütün şiiri. Boğazım düğümleniyor. Susuyorum......Namaz kılınıyor, baba omuzlara alınıyor. Fidan gibi delikanlılar, güneş gözlüklü oyuncular, elinde ustanın fotoğrafını taşıyan hayranlar tabuta el verme derdinde. Dualar ve alkışlar iç içe… Küçük tabut elden ele aktarılıyor, yeşil bir arabaya bindirilip ebediyete uğurlanıyor. Kuşlar kondukları ağacın dalından ayrılıyor, gri bulutlar iç içe geçiyor, caminin avlusu boşalıyor.Son şiiri geliyor aklıma.Mırıldanıyorum.Görüşürüz, diyorum:Görüşürüz Nejat baba.Usta’nın son şiiriBiliyorum caminin avlusunda toplanan kalabalık bana değilGelen ünlüleri görmek için‘Aa, o da burda, şu da burda!’ deyipBeni musalla taşında unutanları görüyorumHayatımda ilk defa katıla katıla gülüyorumÇünkü, kırkım dolmadan unutulacağımı biliyorum.Yaşlı bir selvi ağacının gölgesinde oturupYılların yorgunluğunu çıkarıyorumBirden önümden sırasıyla Nisa’lar, Tolga’lar, Sadri’lerDaha birçok sanatçılar geçiyor.Selam veriyorum, hiçbiri görmüyor.Sesleniyorum: ‘Anne, ben buradayım. Baba, ben buradayım.’Sesleniyorum ama kimse duymuyor.Eşime sesleniyorum: ‘Nerde benim yamalı elbiselerim, boyalarım?’Çocuklarım burada beni niye yalnız bıraktınız?Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum.Günahımla sevabımla Allah’a sığınıyorum.
↧