Yeni evime taşınmamın üzerinden beş ay geçti ve hâlâ apartman sakinlerini tanımıyorum. Ne adlarını, ne nüfuslarını, ne işlerini biliyorum. Üstelik merak alanıma da girmiyor. Asgari nezaket kuralları yetiyor bana. Mesleğimin bile kıramadığı asosyalliğimle gayet mutluyum.Gazetecilik her gün o kadar çok kişiyle muhatap ediyor ki sizi, bu kalabalığa komşularınızı ekleme ihtiyacı duymuyorsunuz. Evinizi bir huzur mağarası yapmışsınız, içinizdeki insanlarla gül gibi geçinip gidiyorsunuz.Bu yıl yabaniliğimi kırayım, bakalım neler olacak dedim. Taşındığım zaman karşı daireye bizim gazetenin geldiğini görünce, birkaç kez kapıda karşılaştığımız delikanlılara kendimi tanıtmıştım. Anladığım kadarıyla üniversite öğrencileriydi ama hangi okullara devam ettiklerini, nereli olduklarını konuşma fırsatımız olmamıştı. Onları davet etmek için Ramazan’dan daha güzel bir bahane olamazdı. Aşağı yukarı onlarla aynı yaştaki oğlumla birlikte kapılarını çaldık ve iftarı bizim dairede yapmak için sözleştik. Muhatabım, evin büyüğü konumundaki kişiydi ve adını ilk kez o zaman öğrendim. Cumartesi akşamı beş kişi geleceklerdi. Onlara, bir foto muhabirinin de aramızda olacağını ve muhabbetimizi okurlarımızla paylaşmak istediğimi söylediğimde “tamam” dedi “abi” kardeş. Karşılıklı teşekkürler edildi ve kapılar kapandı.Madem kırk yılın başında misafir ağırlayacağım, hakkını vermem lazımdı. Her seferinde bir şeyleri unuttuğum için kaç kez çarşıya gidip döndüğümü hatırlamıyorum bile. Sabahtan akşama kadar panik içinde çalışıp sofrayı donattım. “Her şey taze olsun, ocaktan, fırından yeni insin, kolaya kaçma, özen biraz” diye diye iftar saatine yaklaştık. Fakat komşularımdan ses seda yoktu. Herhalde son dakikada teşrif edeceklerdi. Ne de olsa gençlerdi, ziyanı yoktu.Maalesef gelmediler. Kapılarını çaldım, açmadılar. Belli ki evde değillerdi. Gelemeyeceklerine dair bir haber vermediklerinden ne yorum yapacağımı şaşırmıştım. Unuttularsa da ayıptı, vazgeçtilerse de. Başlarına kötü bir şey mi gelmişti acaba? Yok canım, Allah korusundu. Hepsinin birden aynı gün bahtı kararmamıştı ya! Herhalde geçerli bir mazeret bildirip özür dilerlerdi. Oğlum, böyle bir durumda “Asla yüzünü ekşitme anne” diye uyardı beni. Ona göre söyleyeceğim en ileri laf, “Çocuklar, size yakışmadı bu hareket” olabilirdi, zinhar hesap sorar tarzda konuşmamalıydım. Telefonda görüştüğüm annemse, hazırladığım yemekleri bir tepsiye koyup ertesi gün iftar saatinde onlara götürmemi istedi. 74 yaşındaki anneme, “Çılgın mısın nesin!” diye sesimi yükselttim. Annem beni duymazdan geldi, kapılarını çalıp ısrarla şöyle dememi istiyordu: “Gençler, sizler için hazırlamıştım bu yemeği, gelemediniz ama benim de sizsiz boğazımdan geçmedi. Lütfen buyrun, afiyetle yiyin.” Anneme, “Kusura bakma ama bu dediğini yapamam.” deyip telefonu kapattım.Oğlumla foto muhabiri arkadaşımı uğurlayıp kendimle baş başa kaldığımda ağlamamak için kendimi zor tuttum. Beklenenin gelmediği sofralar ne denli dolu olsa da insanın içini boşaltıyor. Hüzün de doğrusu en güzel öğretmendir. Sofrayı hemen toplayamadım. Kaldırmaya başlarsam tabakların, tencerelerin, bardakların, kaşık, çatal ve bıçakların çıkaracağı ses, hüznün sözlerini bastırabilirdi. Boş boş bakındım etrafıma. Hüznün tesellisi gecikmedi: Aslında bütün bu nimetlerin sahibi değil, kullanıcısıydım. Görünenin aksine, kendi çabamla elde etmemiştim hiçbirini, bana lütfedilmişti. “Söz verdiler, gelmediler” diye homurdanmak, “Bu bana yapılır mı?” demekti ki burada nefsin ustaca gizlediği bir kibir vardı. Öyleyse kalbimde kırgınlığın kırıntısı dahi olamazdı. Herkes nasibini alırdı.Sofranın üstündeki nesneler birden ömrümün özeti gibi göründü gözüme. Meğer fiillerimi ve sözlerimi koymuşum masaya. Acaba göksel bir zabıta denetlemelerde bulunsa, bana kaç puan verir, amirlerine nasıl bir rapor sunardı? Hani krallar, cumhurbaşkanları, başbakanlar bir yere davet edildiğinde önce gizli servis elemanları gider ve her şeyi inceden inceye kontrol ederler ya, aynen öyle sigaya çekiliyordum sanki.Her zaman duanın gücüyle Allah dostlarına yaldızlı davetiyeler gönderen ve ümitle korku arasında sallanarak onları bekleyen sen değil miydin diye soruyordu bir ses. Hayır cevabı veremiyordum çünkü o anda bile aynı duygular içindeydim. Bir yanım “Belli mi olur? Belki lütfedip abad ederler soframı” diye kanatlanırken, bir yanım “Yeterince fakir değilsin ki, dünyadan soyunmamış biriyle niye muhatap olsunlar?” diyordu. Elbette ki ümide daha meyyaldim ama bakalım eksik malzemeli, pişirme süresine ve usulüne tam uyulmamış bir hayat menüsüne itibar edilebilir miydi?Komşularım için hazırlayıp da yenmeden öylece duran yemeklere bakıp hüznümü dinledikçe ferahladım. Fiillerimle sözlerimin kendi değilse bile sonuçları güzeldir inşallah diyordum artık. Madem vuku bulan her şeyde bir hayır vardı, geçmişi değiştirmesem bile masaya yeni ekleyeceklerime biraz daha özen gösterirsem, Allah dostları öyle bir selam yollarlardı ki, sofram semaya dönerdi.Yatsı ezanı okunuyordu. “Bu ümidi sulamam lazım” diye kalktım masadan. Önce kap kacağı toplamalı, onları ait oldukları yere, bulaşık makinesi ile buzdolabına koymalıydım. Sofra temizlendiğinde hatırladım karşı komşumun kapı numarasını. 10 numaralı daireye, gelmeyişleriyle bana bu hisleri yaşattıkları için içimden teşekkür ettim. Kaderin ne olduğunu bilmiyordum ama değeri kesinlikle 10 üzerinden 10’du.Merak eden varsa söyleyeyim; 10 numara ne o akşam ne de daha sonra kapımı çaldı. Ama bunun hiçbir önemi kalmamıştı.
↧