Bu söz, bügünlerde Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete gelenlerin sıkça dilinde. Yaklaşık 2 yıldır süren ve türbe tarihihin en uzun yenileme çalışması devam ediyor. Ramazan vesilesiyle ziyarete gittiğimde hummalı çalışmalara tanık oldum.Tahribatın boyutları sanılandan daha fazla. Bürokrasi falan derken işler uzamış. İçimden hak vermek geçmedi dersem yalan olur. Ayrıca Ramazan’da belirli saatlerde türbenin ziyarete açılacağının müjdesini de verelim. Eyüp Sultan’a ziyarete gidince asıl adı Halid bin Zeyd olan Peygamber Efendimizin mihmandarı Eyyûb el-Ensari Hazretleri hakkında bildiklerimizin ne kadar az ve çelişkili olduğunu da fark ettim...İstanbul’un belki de en önemli mekanı, iki yıldır restorasyonda ve ben bir kez bile nasıl gidiyor diye merak etmemişim! Bu ayıbı gidermem lazımdı. Ama öncesinde okuduğum kitaplar kafamı öyle karıştırmıştı ki, yola bir dua ile çıktım: “Eğer Eyüb’de yatan zat gerçekten Peygamber Efendimiz’in mihmandarı ve yoldaşı ise bana bir işaret ver Allah’ım.” Kalbimi teskin edecek o işareti alamasam bile yüzlerce yıl doğru dürüst bir onarım görmediğini, her dokunanın güzelliğinden bir şeyler koparttığını, abad edeceğine talan ettiğini, ehil olmayan ellerde vahim tecrübeler geçirdiğini bildiğim türbe bu kez emin ellerdeyse, bu da yetecekti bana.MANEVİöneminin yanında, eşsiz İznik çinilerinin geçirdiği bütün aşamaların en muhteşem örneklerine sahip bir müze olduğundan burası tarihimizin de gözbebeğiydi. Çinilerin hiçbiri türbe için özel üretilmemiş, her dönemin saraylarından devşirme olarak getirilmişti. Ayrıca gümüş ve kalem işlemeleriyle de baş döndürüyordu. Acaba sandık sandık yüklenip kaçırılmalar ve kötücül dokunuşlardan sonra tekrar yüzü gülebilecek miydi? Restorasyonu üstlenen Hassa Mimarlık’ın şantiye şefi iç mimar Şehadet Parlak’tan dinledim bütün hikâyeyi:TAHRİBATIN boyutları sanıldığından da büyüktü. Geçmişteki hırsızlıkların ve yanlış müdahalelerin yanı sıra ziyaretçilerin nesneleri dokunarak sevme alışkanlığının da bunda payı bulunuyordu. Her şeyden önce çatıdaki kurşun fitillerde kaymalar vardı. Çatı askıya alındı ve çürüyen ahşap karkas onarıldı. Yığma bölümler, derzler açılarak yeniden dolduruldu. Mantarlaşan duvarlar yükü taşıyabilecek hale getirildi. Orijinal zemin sonradan ilavelerle yükseltilmiş ve bu arada zarar görmüştü. Ecdadın açtığı ve temele kadar inen havalandırma kanalları tıkalı olduğundan yer tamamen ıslaktı, rutubet kokuyordu. Kanallar yeniden açılınca mevsim kış olmasına rağmen yer beş günde kurumuştu.Şehadet Parlak (solda), benim şüphe dediğim şeyi arayış olarak nitelendiriyor.ÇİNİLERİNarkasına beton konulmuştu, oluşan boşluk nedeniyle duvardan düşmek üzereydiler. Binlerce çini tek tek numaralandırıldı, hasar tespitleri yapıldı. Paha biçilmez değerdeki parçalar dübellerle delinmişti. Montaj hataları ayrı bir fecaatti. Motifleri birbirine yakıştırmak için kesilip dolgu malzemesi yapılmış, törpülenmiş, ters yerleştirilip simetrisi bozulmuştu. Kompozisyonları düzeltmek için bazı parçaların yeniden imal edilmesi gerekebilecekti. Tabii ki ne malzeme ne de usul açısından eski hallerini tutması mümkün değildi.ÇİNİLERİNsökülmesi, tek tek temizlenip yeniden montajlanması çok meşakkatliydi, olağanüstü bir hassasiyet gerektiriyordu. Öyle ki günde en fazla üç çini duvardan ayrılabiliyordu. “Haydi bismillah, Allah’ım sen rast getir” diye başlandı işe, herkesten dualar istendi. Her anında salavatlar getirildi. Böyle bir işin sorumluluğunu veren kadere hamdedildi, çok gözyaşı döküldü. Heyecandan uykulardan kesilindi.ÖNÜkapalı olduğundan daha önce farkına varılmayan bir oda bulundu türbede. Burayı Adile Sultan’ın Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmek için yaptırdığı kaynaklardan biliniyordu ama odanın türbeye bakan duvarında bir dolap olduğundan içine girilmemişti. Dolap söküldüğünde arkasında inşaat tuğlası ile örülmüş bir odacıkla karşılaşıldı. Ancak bir kişinin namaz kılacağı büyüklükte, şahane altıgen tuğlalarla döşenmiş bir çilehaneydi burası. Cülus merasimleri burada yapıldığına göre herhalde padişahın haremi merasimi bu o odadan izliyordu diye düşünüldü ve arşiv fotoğraflarında görülen ahşap kafesin yeniden oraya konulmasına karar verildi.TÜRBEiçerisinde çimento esaslı, nefes almayan, binaya zarar verecek bütün malzemeler atıldı. Yerine doğal, binanın hava sirkülasyonunu destekleyen toprak, kireç, tuğla bazlı malzemeler konuldu. Tıpkı ecdat gibi besmelesiz bir çivi bile çakılmadı. Allah’tan sandukada bir sıkıntı yoktu. Restorasyondan önce Müzeler Müdürlüğü tarafından ahşap bölümü kaldırılıp temizliği yapılmıştı. Sadece örtüsünde nemden kaynaklanan deformasyonlar vardı ve giderilecekti.BİZbu konuşmaları Hassa Mimarlık’ın cami avlusundaki barakasında yaptık. Sağolsun Eyüp Belediyesi Teftiş Kurulu Müdürü İrfan Çalışan da verdiği dokümanlar, değerli yorumlarıyla bize katkıda bulundu. Daha sonra türbeye girip bütün bu dinlediklerimi bir de görmek istediğimde içeride rutubetten uzak tertemiz bir havayla karşılaştım. Biraz dolaşınca olağanüstü güzel bir koku duydum. Koku sandukaya yaklaştıkça daha da belirgin hale geldi. Benzerini Medine’de Mescid-i Nebevi’de aldığımdan çok etkilendim. Ebu Eyyûb sanki nefesiyle kafamdaki bütün şüpheleri gideriyordu.BU beklediğim işaret olabilirdi ama koku ne de olsa ele avuca gelmez bir nesne idi. Ondan daha kuvvetli olan ikinci işaret beni hem ismiyle hem de cismiyle etkileyen Şehadet Parlak Hanım oldu. İşine maddi manevi anlamda titizlenmesi çok güzeldi. Benim şüphe dediğim şeye o arayış dedi. Bulmak için de kalpten aramak lazımdı. Aradığın şey aşksa, zaten hiçbir mekana sığmazdı. Türbeye girerken “Destûr, bismillah, es-selâmü aleyke yâ Ebâ Eyyûb el-Ensari” diyorsan, o nerede olursa olsun seni duyardı.Zavallı çinilerimizTÜRBENİNiç ve dış duvarlarında toplam 7 bin 678 çini kalmıştı. Bunların bin 679’unun sırında bozulma, bin 255’inde çatlak, 505’inde derz boşalması, 6 bin 456’sında çini arkası sıva boşluğu vardı. Bin 57’si kırıktı. Bin 750’sinde eksik parça, 194’ünde duvarda deformasyon tespit edildi. 41 çini ise imitasyon çıktı.DEVLETİMİZİN tarih bilinci geç oluştuğundan çalındıktan sonra dünyanın belli başlı müzelerine satılan ve müzelerle birlikte müzayede kataloglarında gördüğümüz öz mallarımızın ne kadarını, hangi süreçte geri ala bileceğiz acaba? Y kuşağı başını kaldırsa da biraz bu alana baksa fena mı olur?Tarih için önemli, gönül için önemsiz notlar...PEYGAMBEREfendimiz’i Hicret’in ilk yedi ayında evinde misafir eden bahtı büyük zatın asıl adı Halid b. Zeyd. Arap ananesine göre ilk oğlu Eyyûb’un adıyla künyeleniyor ve tarihe Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri olarak geçiyor. Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren Osmanlı sultanları onun kabri başında kılıç kuşandıklarından adı Eyüb Sultan olarak dilimize yerleşiyor.ŞEHRİMİZİNen çok ziyaret edilen kutsal mekanlarından biri olmasına rağmen hakkında pek az şey bildiğimi fark edip bu konuda yazılan kitap ve makalelere gömüldüğümde birbiriyle çelişen bilgilerle karşılaştım. İster yasla, ister şükürle, ister murad için kapısına koştukları kişinin hayat hikâyesini halk da benim gibi bilmiyordu. Bundan daha vahimi ilim insanları da sahih bilgileri maalesef menkıbelerle harmanlayarak vermişlerdi. Bazılarıyla yazıştım, bazılarıyla telefonlaştım, lütfedip bilgilerini paylaştılar. Bana bu sayfada ayrılan yeri idareli kullanma adına tüm kaynakların adını vermeden aklımı çelen soru işaretlerini şöyle özetleyebilirim:*İSTANBULArap orduları tarafından üç kez kuşatıldı. Peki Ebu Eyyûb hangi kuşatmaya katıldı? Hicri 49 (miladi 669) yılındaki birinci kuşatmaya katıldı diyen de var, hicri 54, (miladi 664) yılındaki ikinci kuşatmaya katılmış olabileceğini söyleyen de, ikisine birden katıldı diyen de. (Kuşatmaların üçüncüsü kırk yıl sonra 98/716’da ama orada adı geçmiyor, mümkün de değil zaten) Hangisi doğru?*EBUEyyûb’ün vefat yaşı bazı kaynaklarda 80, bazılarında 90, bazılarında 95. Hangisi doğru?*EBUEyyûb’un savaş sırasında şehit olduğunu da söyleyen var, şiddetli bir hastalığa yakalandığı için muharebelere hiç katılamadığını söyleyen de.*EYÜBsemtinde yatan zatın Halid bin Zeyd mi yoksa bir başkası mı olduğunu sorgulayanlar olmuş ancak “o değil” diyenler bir belge ortaya koyamamışlar. “Kesinlikle odur, Ebû Eyyûb’un kabri asırlar içinde hiç kaybolmamış, korunmuştu ve tüm seyyahlarca ziyaret ediliyor, Hıristiyanlarca dahi kutsal kabul edilip başında yağmur duası yapılıyordu” diyenlerin gösterdikleri kaynaklara (Neredeyse tamamı Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt’ün kitabında bütün detaylarıyla zikrediliyor) itibar ediyorum. Ancak korunmuş bir mezarın yerinin muayyen olmayışı kafamı karıştırıyor. Üstelik kabrin yerinin Fatih’in hocası Akşemseddin’in manevi işaretiyle belirlendiğine inandığım halde.*BUkonudaki şüphemi Prof. Dr. Hüseyin Algül giderdi: “Ebû Eyyûb’un kabrinin mevkiinin kesin olarak o gün şehre yeni giren nimelceyşlerce (müjdelenmiş askerler) bilinmemesi söz konusuydu. Padişah orada türbe ile başkaca ciddi tesisler kuracağı için inanıp güvendiği Akşemseddin gibi bir ermişin beyanına ihtiyaç hâsıl olmuştu. Netice itibarıyla Akşemseddin Hazretleri bilinmeyen veya olmayan bir mezar icad etmiş değildir. Onun yaptığı şeyin vasfı, vefatından beri orada yatmakta olan Ebû Eyyûb’un mezarının ‘işte burasıdır’ diye belirgin duruma getirilmesidir.”*FAKATo dönemde üzerinde adının yazılı olduğu bir mezar taşı veya herhangi bir işaret yok. Bu önemli mi diyenlere şunu sorayım: Vefatı sırasında vasiyet ediyor, beni gömdükten sonra üzerimden atlarla geçin ve yerimi belli etmeyin. Vasiyet yerine getirildi mi getirilmedi mi? Getirildiyse nasıl ziyaretgah olur? Getirilmediyse Akşemseddin’in manevi bilgisiyle yeri belirlendiğinde acaba ne durumdaydı kabir? Hiçbir bilgi yok bu konuda.*DEFİNsırasında bulunan bazı kaynaklar Ebu EyyûB’un surların dibine gömüldüğünü belirtiyor. Eyüb semti surların dibi sayılır mı?*BAZIkaynaklarda birinci kuşatmada önce Fedale b. Ubeyd el Ensari yönetiyor orduyu, sonra Süfyan b. Avf el Eslemi. Bazı kaynaklarda ise bu 669’daki kuşatmanın komutanı Yezid olarak geçiyor. İkinci kuşatmada Muaviye. B. Ebu Süfyan (Yezid’in babası) ordu komutanlığına Cünade b. Ebu Ümeyye el-Ezdi’yi getiriyor. Hangisi doğru? Üstelik şöyle de önemli bir bilgi var: *EYYÛBel Ensari hazretlerinin Yezid’in kumandasındaki orduda savaştığını söyleyenlere göre ölüm döşeğinde “Senin için ne yapabilirim?” diye soruyor Yezid ve düşman topraklarının gidebileceği en ileri kısmına kadar gidip defnetmesini istiyor mübarek. Yezid bu vasiyeti yerine getiriyor ve hatta bu konuda kayzer Konsantin Yugunat ile karşılıklı bir atışmaları oluyor...*“HİCRETsırasında Resulullah’ın devesi Kusva tam Ebu Eyyûb’un evinin önünde çöktü” diyen de var, “Evinin yakınındaki iki yetim çocuğa ait bir arsaya çöktü, Resulullah akrabalarımdan buraya en yakın olanı hangisidir diye sordu, Neccaroğullarından pek çok Medineli biziz diye atılınca aralarında kura çekildi ve piyango Ebu Eyyûb’a çıktı” diyen de var. (Dr. Hilal Kara-Abdullah Kara)*PEYGAMBERİMİZ’Erisalet gelmeden 400 yıl önce Yemen Hükümdarı Esad, bazı Yahudi bilginlerinden aldığı bilgiler doğrultusunda Hz. Muhammed’e hitaben bir mektup yazıp ümmetine dahil olmak istediğini bildiriyor. Mühürlü mektup asırlar boyunca özenle korunuyor ve sonunda Ebu Eyyûb’e ulaşıyor. Bu mektubun sahibine teslim edildiği ana dair de farklı bilgiler var. Bazıları mektubun Ebu Eyyûb’un Peygamberimiz’le Hicret’ten önceki ilk karşılaşmasında verildiğini, bazıları da bu anın Resulullah’ı Medine’de misafir ettiği günlerde yaşandığını söylüyor.*EBUEyyûb’un evinin 400 yıl önce söz konusu Yemen hükümdarı tarafından zamanı gelince Peygamberimizin oturması için özel yaptırıldığını söyleyenler var. Bu doğruysa görkemli bir yapı olması lazım. Oysa birçok kaynakta altta bir oda, üstte bir odalık küçük mütevazı bir evden söz ediliyor hatta Peygamberimiz’i yatıracakları bir hasır sedirleri bile yokmuş da sonradan getirilmiş.*BAZIkaynaklar Ebu Eyyûb’un Peygam-berimiz’in vahiy katiplerinden olduğunu söylüyor, bazıları değildi diyor. (Bkz. Doç Dr. Ünal Kılıç’ın Eyyûp Sultan kitabı)*EBUEyyûb’un üç erkek bir kız çocuğu var: Eyyûp, Abdurrahman, Halid (ki onun da Eyyûb isimli bir oğlu var) ve kızı Amre. Peki bu hayatlara dair herhangi bir bilgi var mı? Yok. Ben özellikle babasına ismini veren Eyyûb’u merak ettim. Bazı kaynaklara göre oğul Eyyûb dahil tüm evlatlar sahabedir ve Peygamberimiz’in hizmetinde bulunmuştur. Bunu savunan Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt, “Hz. Mihmandarın mübarek nesli asırlarca devam etmiştir.” diyor. Fakat nasıl yaşadıklarını, nerede medfun olduklarını belirtmiyor. Bazılarına göre başta ilk oğul Eyyûb olmak üzere adlarının dışında oğullarına dair hiçbir bilgi bulunmuyor. Bu ise Yrd. Doç. Mehmet Efendioğlu’na göre onların küçük yaşlarda öldüklerini düşündürtüyor. Kaynaklarda sadece kızı Amre’den olan bir torununun adı geçiyor. Adı Eyyûb bin Halid bin Saffan olan bu torun Efendioğlu’na göre sahabe değil.*OYSAOsmanlı arşivlerindeki bir belgede (bkz. Ferhat Kütüklü’nün yazdığı Bahar Yayınları’ndan çıkan Eyüb Sultan kitabı) Eyüb Sultan’ın torunlarına maaş bağlandığı “Hazreti Ebu Eyyûb el Ensari torunlarından Cizre kazası halkından Şeyh Esat Efendi’nin oğullarına maaş tahsis edilmesi...” sözleriyle kayda geçmiş. Kütüklü, Osmanlı arşivlerindeki belgeyi kitabına da koymuş. Öyleyse soyu devam ediyor diyebilir miyiz? Dersek nerede bu bilgiler? Ebu Eyyûb’un evinin azatlı kölesine kaldığı bilgisi doğruysa buradan soy devam etmiyor sonucuna varabilir miyiz? Yoksa o kutlu ev, tüm evlatlar öldükten sonra mı Ebu Kesir adıyla tanınan bu kişiye kalmıştır?*BİRÇOK ilahiyatçıya Eyyûb Sultan Hazretleri’nin herhangi bir akrabası Anadolu’ya gelmiş ve burada medfun olabilir mi diye sordum. Ya yok dendi, ya da bilmediklerini söylediler. Oysa küçük kardeşi Feyzullah el-Ensari’nin Bitlis’te mezarı var. Onu da bizim gazeteden Yusuf Bülbül sayesinde öğrendim. Feyzullah el-Ensari, 639’da Bitlis’i fethetmek için gelen İyad b. Ganem ordusunda alemdar olarak görev yapmaktaymış. Savaş meydanında yaralanmış ve çadırda vefat etmiş. Hadi bakalım, doğru mu yanlış mı?Türbeden insan manzaralarıRESTORASYONUon ay daha devam etmesi beklenen türbenin Ramazan boyunca haftada iki kez, pazartesi ve perşembe 9.30-12.30 arasında ziyarete açılmasına yönelik çalışmalar yapılıyor. Bu müjdeyi verdikten sonra türbeden bazı insan manzaralarını da anlatayım. Kurulan iskelenin önüne, Ebu Eyyûb’un hayat hikayesine dair bazı bilgilerin verildiği panolar konulmuş. Ziyaretçiler ne tuhaftır ki onların üzerine dileklerini yazmışlar. “Allah’ım sen içimi biliyorsun, Amin. Allah’ım ablama hayırlı bir kısmet nasip et, amin” gibi temenniler bazı vatandaşları rahatsız etmiş ve onlar da siyah markırla karalama yapmışlar. Silmeye kalkınca simsiyah olmuş ve mecburen kaldırılıp yenileri getirilmiş. Ayrıca İslâm’la bağdaşmayan adak mumlarının demir parmakların arasından yerlere düştüğüne de şahit olunmuş.BU arada, “Ne bitmez restorasyonmuş, içeri giremiyoruz” diye görevlilerden edep dışı tavırlarla hesap soran, celaliyetleri mekanın uhreviyetine hiç uymayan vatandaşlarla da karşılaşılmış. Bu kişiler dualarını türbenin dışında yaptığı için kabul olmayacağını düşünüp hakaretlerle üzerlerine geldiğinde tatlı dil ve güler yüzle sakinleştirilmiş. Çünkü böylesi önemli bir makamda kimsenin kalbi kırılamazmış, ağlanacaksa onlar gittikten sonra gizlice ağlanırmış.“TEMİZLENECEĞİ zaman haber verin, bir süpürge de biz atalım” diyenler de olmuş. Hiç sesini çıkarmadan, kuytulara saklanıp adeta “setreyle beni” diyen bir halde Allah’a yakınlaşmak isteyenleri görmek ayrı bir saadetmiş. “Selam olsun size” denmiş onlara sessizce. Hıçkırdıkları fark edilirse “Sizin için yapabileceğimiz bir şey var mı, bir bardak su getirelim mi?” diye yaklaşıldığında hepsi birbirinden acı hikâyeler dinlenmiş. Neresinden bakarsan bak, böyle bir iş büyük bir nasipmiş, şükretmek lazımmış.
↧