Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Şehitlik kavramı insanları susturmak için kullanılıyor

$
0
0
Türkiye’deki en hassas konulardan ‘şehitlik’ kavramını tartışmaya açan “Öl Dediler Öldüm” kitabı, tarihsel bağlamıyla şehitlik kavramının aldığı süreci masaya yatırıyor. Serdar M. Değirmencioğlu tarafından derlenen kitapta, Çanakkale Savaşı’ndan radikal sola şehitliğin aldığı haller irdeleniyor.“Şehitlik nedir, nasıl ortaya çıktı, nasıl evrildi?” bu soruyu merkeze alarak edebiyattan sanata, şehitlik turizminden kamusal alana bu kavramın izini süren “Öl Dediler Öldüm” annelerin deneyimlerinden askerlerin şehitlik kavramıyla imtihanına kadar izlenim ve araştırmalardan oluşuyor.Kitap Gülsüm Cengiz, Serdar M. Değirmencioğlu, Bekir Düzcan, Esra Gedik, Can Gezgör, Turgay Gülpınar, Çağdaş Günerbüyük, Rezak Küçükkaya, Asım Öz, K. Eylem Özkaya Lassalle, Bülent Sezgin, Sezai Ozan Zeybek ve Besim Can Zırh’ın katkılarıyla hazırlandı.Kitapta incelenen konu başlıkları arasında Alevilikte Şehadet: Kerbela’dan Gezi’ye Hüseyin’in Tarih Dışına Taşan Nefesi; Turan Emeksiz: Bir Simgenin Doğuşu ve Yok Edilişi; Ömer Seyfettin’den Bugüne Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Şehitlik; “Ölüm” ve “Şehitlik” ile Yeniden Kurulan Hayatlar: Oğlunu Silahlı Çatışmada Kaybeden Asker Anneleri; Sivas Şehitler Anıtı ya da Sessizliğin Üç Hâli var. “Soma’dan Afyon’a kullanılıyor”Kitabı derleyen Serdar Değirmencioğlu, şehitlik kavramının sıkıntılı durumlardan kurtulmak için bir araç olarak kullanıldığını, Soma’daki maden kazasında hayatını kaybedenler üzerinden anlatıyor:“Öyle bir anlayış söz konusu ki ölen sürüyle insanın şehit olarak ölmesi kabul edilebilir hale geliyor. Yakın zamana gelirsek ülkede neredeyse bir iç savaş söz konusuydu ve ölenlere ‘ne kadar acı öldüler, ne bedeller ödendi’ demek yerine şehit demek daha mantıklı. Afyon’da bir patlama oldu ve ölenlere ölüm nedenleri bile anlaşılamadan şehit ismini verilip devam edildi. Sizin çocuğunuzu oynadığı parka şehit askerlerin adlarını veriyorlar. Aynı nedenle Soma’da ölenlere şehit dendiyse, ondan 10 yıl önce ölenlere de şehit adı verildi. Bunu kimin istediğine bakarsanız, patronlar, sarı sendikacılar ve bunun ardından oldukça kalabalık bir kesim şehit kavramıyla teskin oluyor.”Şehitlikle ilgili bir çalışma yapmanın zorluğunu anlatan Değirmencioğlu’na göre, tabu olan bu kavram için kaynaklara ulaşmak da zor. Üç yıl süren çalışmanın hazırlanma aşamasında önce Serpil Sancar’ın çalışması, sonra Burcu Şentürk ve Esra Gedik’in yaptığı araştırma temel alınmış:“Şehitlikle ilgili çalışmada herkese açık olmaya çalıştım. Şehitlik öylesine dokunulmaz ve tabu bir konu ki, müthiş kanıksanmış. Kemalist gelenekten geliyorsanız, şehitliği sorgulamazsınız; Milli Görüş çizgisinden geliyorsanız, yine şehitliği sorgulamazsınız. Bu haliyle bakıldığında şehitlikle ilgili çalışma yapmak çok zor. Serpil Sancar bu konudaki sessizliği bozan tek kişi. Ben onlardan yola çıkarak bu konuya ilgi gösterdim. Bu kitabın çok gecikmiş bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu sessizliklerin çoğu çok ciddi sessizlikler. Ortada müthiş bir yutturmaca var ve bu yutturmaca değişik düzeylerde değişik insanlara siniyor. Bu kendiliğinden olmuyor, bir devlet politikası.”Bir devrin kayıp şehidi: Turan EmeksizKitapta yer alan örneklerden biri de 1960’da şehit olarak lanse edilip sonrasında unutulan Turan Emeksiz. 28 Nisan 1960’ta Beyazıt’taki öğrenci eylemlerinde öldürülen Emeksiz, devlet töreniyle kaldırıldı. Anıtkabir’e defnedildi. Yıllar sonra unutulan Emeksiz’in naaşı 23 Ağustos 1988’de Cebeci Mezarlığı’na nakledildi. Bu hikayenin de aldığı kitap, değişen şehitlik kavramına dikkat çekiyor:“1960’ta o anki yönetim Turan Emeksiz’i özellikle insanların hoşuna gidecek şekilde bir destana dönüştürmek istiyor. Destana dönüştürmenin bir yolu da bu. O dönemde yapılan bu çalışma 1980 sonrasında tamamen unutuluyor. Turan Emeksiz’in ölümünü onaylayamayız elbette ama onun şehit mertebesinden alınıp başkalarının oraya geçirilmesini de onaylayamayız. Bu kitapta çok fazla insanın ciddiye almadığı bilgiler var. 2014’te çıktı bu kitap, müthiş bir gecikme. Türkiye’de gündem sürekli değiştiği ve samimi bir barış politikası olmadığı için şehitlik hep öne çıkan bir kavram.”

Demokrasi sandıkta değil çocuklukta başlasın!

$
0
0
‘Bu millete demokrasi yaramıyor, buldukça şikâyet ediyorlar.’ seslerinin ‘Neden daha fazla demokrasi olmasın?’ sorusundan yüksek çıktığı bir ülkedeyiz. Eğitim ve toplum bilimcilere göre çözüm için çocukluğa inmek şart. Çünkü evde büyükleriyle konuşamayan, okulda öğretmeninden çekinen bireylerin demokrasiyi anlamlandırması neredeyse imkansız.Türkiye’nin neredeyse bütün sorunlarında enine boyuna konuşulan konulardan biri demokrasinin işleyişi. Bugünlerin popüler tartışması ise demokrasinin sandıktan ibaret olup olmadığı. Yaklaşık bir asırdır demokrasiyle yönetilmemize rağmen konunun neden böylesine alt seviyede tartışıldığını ise uzmanlar bu kültürün hâlâ oluşmamasına bağlıyor. Onlara göre sorunun kökeni hayat tarzımız. Ailede, okulda, sosyal hayatta kendini ifade etmekten ve uzlaşmadan yoksun kişiler siyasette de demokrasiyi kavrayamıyor. Çocuklukta başlayıp yaşam boyunca devam eden psikolojik baskı ve söz söyleme hakkının sadece güçlüde olduğu anlayışı da hak ve adalet duygusunu öldürüyor. Öğrenci öğretmenine, çocuk babasına, çalışan yöneticisine karşı söz söylemekten çekiniyor. Böyle bir ortamda fikrini söyleyemeyenler makam sahibi olunca kimseyi dikkate almıyor. Adaleti ise sadece kendi canı yandığında anıyor... Uzmanlara göre kişilerin gündelik hayatında başlayan bu durumun büyük resimdeki hali toplumsal çözümsüzlük. Çünkü bütün bu etkenler çocuğu büyüdüğünde güçlüyse yönetmeye, güçsüzse ezilmeye hazır kişiler haline getiriyor. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Doç. Dr. Zeynep Kızıltepe’ye göre aile ve eğitim hayatında demokrasi algısını zedeleyecek onlarca örnek var. ‘Çocuklar ailelerde sadece sevilecek, ortama neşe katan ama hiçbir şeye karışmaması gereken varlıklar durumunda.’ diyen Kızıltepe gözlemini şu şekilde paylaşıyor, ‘Çocuk olarak aile içinde sesini duyurmak istiyorsan, zorlanırsın; çünkü büyükler varken çocuklar konuşmaz. Soru sorarken dikkatli olman gerekir; uygun zamanı kollamadan sorarsan ya hiç kale alınmazsın ya da azarlanırsın.’ Kızıltepe’ye göre toplumun demokrasiye adapte olmaya zorlanmasının bir sebebi de söz konusu aile yapısı. Evdeki demokrasiyi sağlamak ise gelenekte en çok ağırlığı olan babanın görevi. Okullarda da öğretmen merkezli eğitim verildiğini anlatan Zeynep Kızıltepe, “Bu yöntemi en iyi okullarımızın sınıflarında bile görüyoruz maalesef.” diyor. Demokrasi algısını yaralayan bu sistemde öğretmen öğretir; öğrenci öğrenir. Öğretmen konuşur, öğrenci susar. Soru sormazlar, akıllarındakini dillendirmezler. Öte yandan en iyi demokrasi eğitiminin uygulamadan geçtiğini anlatan Kızıltepe okulda da işbirlikçi sistemin önemini vurguluyor. Kızıltepe, eğitimde demokrasinin babası sayılan Dewey’den örnek veriyor. Buna göre demokrasi bir yaşam tarzı. Sınıflar da toplumun birer küçük evreni. Dolayısıyla demokrasi sınıflarda bir yaşam tarzı haline gelene kadar uygulanmalı. Bu modele göre öğretmenin işbirlikçi ve yönlendirici olması gerekiyor. Kızıltepe’nin öğretmenlere çağrısı ise şöyle, “Her öğrencinin kendine ve birbirlerine saygı gösterdiği bir ortam için çalışmalılar.” Sabancı Üniversitesi Savunu ve Eğitim Programları Koordinatörü Işık Tüzün, öncelikle çocuğa bakışın değiştirilmesi gerektiğini vurguluyor; onlar sadece ‘geleceğin yurttaşı’ değil, bugünün de hak sahibi. Tüzün de çocukların eğitim yaşamlarında daha çok söz sahibi olması için başta öğretmenler iş düştüğü fikrine katılıyor. Örneğin sınıfla ya da okulla ilgili kararlar alınırken görüşleri alınabilir. Işık, karar alma sürecinde şeffaflığa da dikkat çekiyor. Ayrıca öğretmenlerin okuldaki kararlara ilişkin çocuklara geri bildirim vermeyi alışkanlık haline getirmesi gerektiğini ekliyor. Okul meclislerinde de demokrasi sandıktan ibaretBir yandan, son yıllarda geliştirilen iyi uygulamalar da söz konusu. Ancak bu alanda çalışma yapan gözlemciler bunların büyük ölçüde kağıt üzerinde kaldığını söylüyor. Örneğin her okulda bir öğrenci meclisi olmasına karar verildi. Öğrencilerin seçimiyle oluşan bu meclisler demokrasi eğitiminin bir parçası olarak sunuluyor. Okullarda saha çalışmalarına katılan Işık Tüzün’ün gözlemine göre, bazılarında yöneticilerin ve öğretmenlerin teşvikiyle iyi örneklere rastlamak mümkün. Ancak çoğu zaman öğrenci meclisleri seçim odaklı kalıyor ve öğrencilerin okul yönetimine katılmasına katkı sunmuyor. Zaten öğrenci meclisleriyle ilgili yönerge de bunun ipuçlarını veriyor. Meclis başkanının nasıl seçileceği son derece ayrıntılı bir biçimde aktarılıyor. Ancak öğrenci meclisinin okuldaki kararlara katılımına, yetkilerine ilişkin bir ifadeye rastlanmıyor. Dolayısıyla, bu uygulama pek çok okulda bir oy verme alıştırması. Böyle bir ortamda çocuğun katılımcılığa karşı heyecanının azaldığını söyleyen Tüzün, ‘Sonuçta, çocuklara demokrasinin sadece oy vermekten ibaret olduğuna ilişkin yanlış bir mesaj da veriliyor.’ görüşünde.Demokrasi derste öğrenilir mi? Öte yandan Milli Eğitim Bakanlığı da demokrasi eğitimi alanında önemli bir birikime sahip Avrupa Konseyi desteğiyle bir proje yürütüyor. Buna göre Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Projesi kapsamında ortaöğretimde verilen demokrasi ve insan hakları dersi güncellendi. Ancak burada önemli olanın çocukların deneyimleri olduğunu söyleyen Tüzün, ‘İnsan haklarına saygılı ve demokratik olmayan bir ortamda bu derslerin sunulması uzun vadede etkili olmaz.’ diyor. Türkiye’de eğitim sisteminin merkeziyetçi ve hiyerarşik yapısından, sınav odaklılığından bahseden Tüzün, böyle bir ortamda demokratik eğitimin güçleştiğini anlatıyor. Ancak asıl belirleyici olan yöneticilerin ve öğretmenlerin tutumları. Değerler eğitimi verilirse demokrasi anlayışı gelişirAile ve iletişim danışmanı, pedagog Öznur Simav ise yaşam tarzı ve anlayışında artık çok daha maddi özelliklerin ön plana çıktığını hatırlatarak şöyle konuşuyor: ‘Para kazanmak ama nasıl? Başkalarının haklarını çiğneyerek, işyerinde diğer çalışanları basamak yaparak, mobbing uygulayarak, arkasından aleyhine konuşarak, aşağılayarak, hakları göz ardı ederek… Çocuk değerler eğitimini aile içinde alırsa demokrasiyi içselleştirmesi kendiliğinden gelir.’ Simav, ailelere çocuklarıyla iyi iletişim kurup, değişen dünya düzenini, hak ve özgürlükler iyi anlamalarına yardımcı olmalarını öneriyor. Bu konuda gerekirse danışmanlık alarak hoşgörü ortamını dengeli şekilde yürütecek bir yaşantı sürmeleri gerektiğini söylüyor. Örneğin demokrasinin önceleri çoğunluğun görüşleri olarak benimsendiğini ancak şimdi azınlık fikirleri ve isteklerinin de ön plana çıktığını hatırlatan Simav, bunun çocuklarda da yerleşmesi gerektiğini vurguluyor. Konuyu üç çocuklu bir aile üzerinden örneklendiriyor. İki çocuk genellikle top oynamak istiyorsa üçüncü çocuk da istemese de katılmak durumunda. Burada yetişkin, duruma müdahale edip tek kalanın istediği oyunu da oynayabileceklerini hatırlatmalı. Demokrasinin, değer vermekle adeta iç içe bir kavram olduğunu anlatan Simav, ‘Çocukların bu kavramı içselleştirip, yaşamına bu şekilde devam etmesi için, aile içinde birbirine verilen değeri hissetmesi gerekir.’ diyor. Bu anlayışa zarar verecek nedenleri örneklerle açıklayan Simav şöyle devam ediyor: “Bir evde çocukları hiçe sayarak hep babanın istediği yemeklerin yapılması, demokrasi anlayışını zedeler. Ya da ergenlik döneminde erkek çocuğu olan aileler kendileri benimsemese de, ya da ailenin anlayışına uygun olmasa da çocuklarının saç uzatmasına izin verebilir. Aksi olursa demokrasi anlayışı zedelenmiş olur. Demokrasinin saygı ve hoşgörü olduğu hep akılda tutulmalı.” Ayrıca çocuklarla aile toplantıları yapmayı, aile bireylerinin hepsini ilgilendiren bir eşya alırken fikirlerini sormayı da demokrasinin içselleştirilmesi için etkili yöntemler arasında sayıyor.

Bu acıları ne ara unuttuk?

$
0
0
Soma’da 301 insanın ölümüne sebep olan ihmaller nasıl göz ardı edilip unutuldu? Musul’da IŞİD’in rehin aldığı 50’ye yakın vatandaştan günlerdir haber yok. Kim hesabını soruyor? Vatandaş, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerine neden gitmiyor? Ve daha nice toplumsal olay karşısında, toplum neden tepkisiz kalmayı tercih ediyor?“Dünyanın çok acı çektiğini görüyorum. Ama bunun nedeni, kötü insanların uyguladığı şiddet değil, iyi insanların suskunluğu.” diyor Napolyon Bonapart. Belki de tam olarak bugünler için söylenmiş bir söz. Bugünün insanı ucu kendisine dokunan dokunmayan birçok olay karşısında mücadele etmek yerine sessiz ve hareketsiz kalmayı tercih ediyor. Oysa bir toplumun devamlılığını sağlayan en önemli etmenlerden biri de yanlış olana ortak tepki gösterme ve sorunlar karşısında ortak akıl oluşturmak. Bugün için duyarsızlığı bir yaşam felsefesi haline getiren esas unsur benliklerin merkez olduğu insan hayatları ve toplumlar olsa gerek. Dillere pelesenk olan ve yadigar kalan ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, Azıcık aşım kaygısız başım’ gibi atasözlerinden tutun da, ‘neme lazım’ ve ‘banane’ciliğe kadar varan, toplumsal bakışı gösteren bir yığın söz ve söz öbeği bu şekilde tevil edilebilir. Bugün Türkiye’de yaşanan birkaç toplumsal olaya bakınca, toplumda kayıtsızlık, duyarsızlık ve hissizlik halinin hâkim olduğunu görmek mümkün. Mesela IŞİD’in Musul Konsolosluğu’nu basıp, 49 konsolosluk çalışanını ve ailesini rehin almasının üzerinden 47 gün geçti. Maalesef bu olaya ortak tepki şimdiye kadar duyulmadı. Soma’da 301 madencinin ölümünün üzerinin kapatılmasına neden engel olunmadı? 4 bakan ve oğlunun karıştığı yolsuzluk ve rüşvet iddiaları toplumun vicdanını hiç mi rahatsız etmedi? Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama asıl cevabı merak edilen, insanların neden ve nasıl duyarsız, hissiz ve kayıtsız hale geldiği. Böylesi bir toplumda tepkisizlik halinin ülkeyi sosyo-psikolojik olarak nasıl etkileyeceği. Soruların cevabı için sözü konunun uzmanlarına bırakmakta fayda var. Sosyolog Nil Mutluer, bu duyarsızlık halini, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana olan zihniyetin devamı olarak görüyor. Ona göre bu kayıtsızlık hali, Neoliberalizm ve yeni muhafazakârlıkla örtüşen bir durum. “Bugün Kemalizm’i eleştirip, bir eşik atladığımızı düşünüyor olsak da, yeni örülen iktidar ve iktidar ilişkileri hâlâ aynı yapıda devam ediyor. Yani, aktör değişirken, zihniyet devam ediyor.” diyen Mutluer, sorunu zihniyetin değişmemesine bağlıyor. Sosyal psikolog Lütfiye Kaya Cicerali toplumun bir kesiminin tepki verdiği kanaatinde. Gezi olaylarına, yolsuzluk-rüşvet skandallarına, Ergenekon/Balyoz davalarına, Soma felaketine ve IŞİD’in vatandaşları rehine alması konusunda da tepki gösteren yine aynı kesim. Yoğun baskılar yüzünden tepkilerin şeklinin değiştiğini, sıklığı ve şiddetinin azaldığını düşünen Kaya “İnsanlar can derdine düştü. Tepki gösterip genç yaşında ölenleri, ağır yaralananları, işsiz kalanları görmek doğal olarak diğer insanların davranışlarını etkiledi.” yorumunda bulunuyor. Uzman Psikolog Ruşen Nur Arıkan’a göre ise yaşadığımız yüzyılda insanoğlunun en önemli sorunu ‘kayıtsızlık’ yani ‘hissetmeme durumu’. Bugün eşe, sevgiye, ilgiye, şiddete, yaşananlara, emeğe ve memleket meselelerine kayıtsızlık ise had safhada.İnsanlar iktidarın kırmızı çizgilerini geçmeye korkuyorSosyolog Nil Mutluer: Daha önce içselleştirdiğimiz bütün korkular, baskılar devam ediyor. Sürekli devletin baskısının hissedildiği bir toplum var. İnsanlar refleks gösterebilir, ama gösteremiyor. Toplum sadece kendi gündelik hayatını kurmaya odaklanmış durumda. Neoliberalizm dediğimiz şey gündelik hayatta bizleri belli şeylere odakladı. Ekonomi ve gündelik hayata hapsolmuş durumdayız. Bunlarla uğraşmaktan toplumsal sorunlarla ilgilenemiyoruz. Birincisi baskı, ikinci olarak da gündelik hayat mücadelesi toplumsal sorunlarla ilgilenmenin, duyarlılığın önündeki engel. Bu, insanların duyarsız olduğu anlamına gelmesin. Toplum bundan sonra kendini kurmaya başlayacak. İnsanlar geçmişten bu yana yeni yeni bir araya gelmeye başladı. Müslüman, Laik, Kürt, Türk aynı çizgide buluşabildi. Ama aslolan bundan sonrası. Dediğim gibi devlet zihniyeti devam ediyor. Bu, alternatif üreterek yok edilebilir. Bunu Türkiye çeşitli yerlerde yeni yeni öğreniyor. Tepkiyle yıllar sonra ilk kez Gezi’de karşılaştı. 4 yıldır anayasasını yapamayan bu hükümet farklı olanları öyle bir ötekileştirdi ki, şimdi yeni ötekilerle alan açmaya çalışıyor. Kendini, iktidarını, gücünü kurtarmayı demokrasi sanıyor. İktidarın kırmızı çizgileri var, insanlar onu geçmeye korkuyor. Alanlar daraldıkça ve insanlar üzerinde daha çok baskı hissedince kendine küçük nefes alanları yarattığı için bu hiç çözülemeyebilir. Ama toplumu dışlamadan, toplumla beraber onların da ihtiyaçlarına göre yeni alternatif siyaset örülebilirse uzun vadede yol alınabilir. Ki şu an bunun ihtimali görünmüyor. Mesele yeni bir siyaset söyleminin varlığı. Egemen bir bürokratik zihniyet var. Bunun bedelleri de yıllardır ödeniyor. Baktığınızda hâlâ çözümü olmayan birçok sorun var. Müslüman olmayanlar ya da Aleviler hâlâ bu ülkede sorun yaşıyor. Mesela işçi ölümlerini konuşmuyoruz, sormuyoruz. Ve bunu konuşmak için alternatif arayanlar var. Bütün bunların oturup konuşulabileceği ortak alanlar geliştirmeli. Abant toplantıları ile bu ortak akıl kurulabiliyor ama yetmiyor. Zihniyeti değiştirmek için devlet algısını yıkmak lazım.Kayıtsızlık ‘hiçbir şeyi değiştiremem’ düşüncesinin ürünüUzman psikolog psikoterapist Ruşen Nur Arıkan: Yaşadığımız yüzyılda insanoğlunun en önemli sorunu ‘kayıtsızlık’ yani ‘hissetmeme durumu’. Son yıllarda ‘boşluk depresyonu’ diye adlandıracağımız sorunla profesyonellere başvuranların sayısı giderek artmakta, artık kişiler ‘anlam’ sorunuyla başvuruyor.Yaşamımızı anlamlı kılma çabamız ve anlam kaynaklarımız psikolojik gelişimimizi tamamlayan önemli bir basamaktır. Anlamlandırma duygumuzu kaybedersek yalnızlık, boşluk ve hiçlik duygumuz da büyür. Kayıtsızlık demek, hayatın anlamını yitirmesi demektir. Oysa günümüzde eşe, sevgiye kayıtsızlık, ilgiye kayıtsızlık, şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, memleket meselelerine kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık hat safhadadır. Elbette gelinen nokta kendi isteklerine, ihtiyaçlarına, iç dünyasına, mutluluğuna kayıtsızlıktır. Yabancılaşma, içsel olarak yoksullaşma ve daha da acısı ‘duygulanımsızlık’ kişinin yaşama yetisinin de yitimine yol açar. Kayıtsızlık ve duygu eksikliği dünyayı tehdit algılayan birisi için bir savunmadır, kaygının üstesinden gelmek için bir savunma. Cansız, kuru benlikler çoğalmaya devam ediyor. Canlılık ise dünya ile ilişki kuran, dünyayı etkilemeye ve değiştirmeye çalışan ve dünyadan da etkilenen, heyecanlanan kişilerin olduğu yerde görülen bir durum. Kayıtsızlık “Hiçbirşeyi etkileyemem ve değiştiremem” düşüncesinin ürünüdür ve bu durum ilişkiler ve gelecek için en büyük tehdittir. “Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.” demiş S.R.Smalley. Başkalarından uzak durabilirsiniz ama kendinizden değil. İçinizdeki bildiğiniz değil, bilmediğiniz sizi yönetir. Önce içinize sonra çevrenize bakın ve ilgi gösterin; yıkıcı bir sona doğru gitmemek için!Tepkisizliğin nedeni korku ya da otoriteye karşı gelememeAdli ve sosyal-organizasyonel psikolog Lütfiye Kaya Cicerali: Toplumdaki olaylar karşısında tepki veren bir kesimin dışında, tepkisiz kalan kısmındaki durumun ahlak gelişimiyle bağlantılı görüyorum. Gelişim Psikoloğu Lawrence Kohlberg insanların ahlaki gelişiminin aşamalı olduğunu söylüyor. Ona göre birinci aşamada insanlar cezadan kaçmak ya da ödül almak için belli davranışları gerçekleştirir, kurallar kesindir, sorgulanamaz, ya uyarsın ya da cezalandırılırsın. Bu düzey ahlak anlayışı daha çok çocuklarda görülür, ama ahlaki gelişimleri bu düzeyde kalmış erişkinler de bulunur. Yalnız cennete gidip cehennemden kaçmak için belli davranışları göstermek buna örnek olarak gösterilebilir. İkinci aşama yine daha çok çocuklarda görülür. Bu aşamada karşılıklılık ve kişinin ihtiyaçları ön plandadır. Rüşvet karşılığında insanların hakkını yemek, kendi finansal durumu zarar görmesin diye kendisine doğrudan etki etmeyen bir suçu görmezden gelmek örnek olarak verilebilir. Bundan sonraki iki aşama sırasıyla toplumda iyi yurttaş diye tanınmak için belli davranışları benimsemek ve otoriteye saygı duyarak kanunlara ve toplumsal kurallara uymaktır. Son iki aşama ise toplumsal kuralların ve kanunların yalnızca farklı inanç, görüş, ideolojilere sahip tüm bireylerin hak ve özgürlükleriyle çatışmadığında makul olduğunu öngörür. İnsanın belli davranışları benimsemesinin nedeni o davranışların evrensel etik prensiplere uymasıdır. Evrensel etik değerler yalan söylememek, aldatmamak, dürüst olmak, altruist olmak (kendinden önce başkalarını düşümek), hümanizm, hayvanları korumak, çevreyi korumak gibi tartışmasız tüm dinlerden tüm coğrafyalardan insanların benimseyeceği üst değerlerdir. Ancak bu son iki aşamadaki insanlar evrensel değerlere karşı suç işlendiğinde tepki verir, diğerleri korkudan, çıkarlarına uymadığı için ya da otoriteye karşı gelemediklerinden tepki veremez. Ünlü Sosyal-Bilişsel Psikolog Albert Bandura “Bir toplumda kimin model olacağını kontrol eden, toplum davranışını kontrol ediyor demektir.” der. Kısacası ancak ve ancak evrensel etik prensipleri olan, yani ahlaki gelişimleri üst düzey insanları model olarak topluma tanıttığımızda toplumsal değişim sağlanabilir.

Bu sene üzüm bol

$
0
0
Bu sene Ege’de üzüm, özellikle çekirdeksiz üzüm bereketi var. Yani bol bol çekirdeksiz kuru üzüm yiyebilirsiniz.Geçen yıl 242 bin ton olan rekolte, bu yıl 328 ton olarak tahmin edildi. Manisa Ticaret Borsası (MTB) Başkanı Sadık Özkasap, rekolte tespit çalışmalarının İzmir'in Menemen ilçesinden Denizli'ye kadar ortalama 12 gün sürdüğünü söyledi. Geçen yıl tahmini rekoltenin 242 bin ton olduğunu ancak doğal afetler sebebiyle bunun altında bir miktar elde edildiğini hatırlattı. Bölgede 85 bin 585 dekar bağ sahasının bulunduğu, toplam 39 bin 797 ton çekirdeksiz kuru üzüm üretiminin olacağı tahmin ediliyor.

Bosna’da mezar taşı geleneği yaşıyor

$
0
0
Osmanlı tarzı mezar taşları Türkiye’de tahrip edilmeleri ve yurtdışına kaçırılmalarıyla gündeme gelse de Bosna-Hersek’te mezarlar hâlâ eski tarzda yapılıyor.Bosna-Hersek’te, inançların yeşerdiği bu yeşil memlekette İslamiyet günlük hayatın her köşesine tesir etmiş. Müdakkik bir nazarla ülkeyi ziyaret edenler için İslam geleneklerinin bu yerde asırlardan beri terütaze yaşadığını görmek ayrı bir heyecan ve ayrı bir gurur vesilesi. Meseleyi daha iyi anlamak için evvela bir tarih seyranı yapalım; Osmanlı’nın buradaki hükümranlığının sona erdiği 1878 yılından sonra Bosna ve Hersek sancakları, Avusturya-Macaristan topraklarına ilhak olmuştu (1908). Sonra uzun yıllar devam eden komünizm rejiminde dinî hayat olağanca şiddetiyle sindirilmiş ve nihayetinde Müslümanların türlü acılara maruz kaldığı 1992-95 Savaşı cereyan etmişti. Savaşın kıyıcı vasıfları bir sefer daha tecelli etti ve yüz binlerce insan yurdundan, vatanından oldu, on binlercesi de hayatını kaybetti. Savaş esnasında sadece insanlar değil İslam dinine ait ne varsa hedef haline gelmişti. Cami, külliye, bedesten, tekke, köprü, çeşme ve mezarlıklar bile savaştan nasibini alan yerler arasındaydı. Ancak zamanın tahribatı ve yirmi yıl evvel cereyan eden o meşum savaş, bu azim medeniyetin izlerini silmeye muvafık olamadı. Bugün dahi, başkent Saraybosna’da olsun, Müslüman nüfusun meskun olduğu en küçük yerlerde olsun bu mirasın izlerine rastlamak mümkün.Bir yerde İslam izine ve Müslüman kimliğine rastlamanın birinci şartı belki de oranın kabristanına bakmak. Bugün nice Batılı memleketlerde cami, minare gibi kolayca seçilebilen alâmetler göz önünde bulunmadığı halde oradaki Müslüman mezarları, o izlerin gerçek hayattaki mücessem halidir. İşte Bosna-Hersek’te gezdiğimiz müddet boyunca ziyaret ettiğimiz mezarlıklarda, kadim bir geleneğin mevcudiyetine vâkıf olduk.Bosna-Hersek’in Livno şehri yakınlarındaki Ömer Aga Başiç’e ait mezar taşı, 4.35 metre uzunluğunda. Yağmur yağınca bu taşın altına sığınanlar bile oluyormuş.Osmanlı geleneğiİlk bakışta bir açık hava sergisini andırır oyma taşlar, sık yapraklı ve koyu yeşil renkteki uzun servi ağaçlarının gölgesine sığınmıştır. Ehl-i kuburun her biri başındaki taşlar ile bilinir. Bir nevi kafa kâğıdı asılmıştır meyyit ve meyyiteler adına. Başına ve ayak ucuna dikilmiş mermer her şeyden evvel merkadin hududunu çizer. Berzah âleminde bekleyen ölülerin dünyaya bıraktığı son eseridir mezar taşları. Her biri bir sanatkârın elinden çıkmış eseri her şeyden önce iyi müşahede etmelidir; muhtelif ebatlarda değirmi, dikdörtgen, müselles biçimli, başlıklı-başlıksız, türlü boylarda, biri ötekine musavi düşmeyecek vasıfta levhalar... Taşların başındaki sikke, ona dolanan sarık, sarığın büyüklüğü ve bağlama şekliyle kime, hangi kıdemde olduğunu bildirir taşlar. Kabir kapısına kadar devam eden ilim, rütbe, şan kitabeye tafsilatıyla hâk edilir. Mevtanın muasır ve müstakbel ziyaretçileri tarihçe-i hayatını okurlar oradan. Yeri gelir, Arap harflerine mahsus istif sanatının en nadide misalleridir taşların sinesinde kabaran. Talik, rika, sülüs hatları ile yazılan manzumeler... Tabii öyle gelişigüzel de değil, önce metnin başında bir serlevha gibi duran “hüvelbaki, ah mine’l-mevt, hüve’l haliku’l-bâkî”ler ile başlayıp “el merhum ve mağfur”larla devam eder. Hitamında ise “ruhiyçün el-fatiha” yazısının altına da keşide sin harfiyle irtihalin senesi kayıt düşülmüştür. Bir şairin elinden çıkan şiirle tezyin edilen mücmel bir tarihçe-i hayat, sonra taşçılara teslim edilince bizim gibi bakanların ruhunu ferahlatan satırlar meydana gelir. O karman çorman görünen yazıların üzerindeki ince perdeyi kaldırırsanız muazzam bir tarih seyri ile karşılaşırsınız. Öyle ki karnındaki bebekle vefat etmiş hamile, karı dırdırından ölen koca, verem hastalığı ile can teslim etmiş hastaya kadar onlarca göç hikâyesine tanıklık edersiniz. İşte tarif ettiğimiz bu gelenek bizi çoktan bırakıp gitmişken, bu kültürün neşet edip yayıldığı coğrafyadan çok uzaklarda Balkanlar’ın ucundaki Bosna-Hersek’te devam ediyor.Toprak diyerek geçme...Savaşın darbe vurduğu kültür nesnelerinden biri de mezar taşları idi. Müslümanlara ait ibadethaneler bombalanıp yerle bir edilirken, kabristanlar da buldozerlerin oyun alanı haline gelmişti. Kepçelerle taşınıp moloza dönüşmüş o asırlık taşların bir kenara yığılmış hali hâlâ arşiv kayıtlarında duruyor. Buna rağmen taşlar adeta mantar gibi bilhassa Saraybosna şehrinin her yanında karşınızda bitiveriyor. Dinlenmek için gittiğiniz bir parkta, camilerin bahçesinde ve sair umum mekânlarda... Fakat asıl söylemek istediğimiz, bu geleneğin varlığını ısrarla sürdürüyor olması. Beyaz mermer taşların üzerine yerleştirilen büyükçe sarıklar toplumda hâlâ hatırı bilinir, nüfuz sahibi, sanatkârlar gibi kıymet gören kimseler için işlenmeye devam ediyor. Birbirini tamamlayan üçgen şeritler, kişinin hacı olduğuna bir işaret taşların dilinde. Alfabenin değişmesi de etki etmemiş geleneğe. Eski taşların üzerinde Arapça, Türkçe ve Boşnakça ama yine Arap alfabesiyle yazılar bulunuyor. Son dönemin taşları eskilere nazaran daha düz fakat muntazam ve kısalmış yazılarıyla göz alıcı vasfını koruyor. Dikkati çeken bir husus ise Boşnakların kabirlerine çiçek ve su dışında tesbih bırakıyor olmaları. Savaştan sonra hızla artan mezarların tepesine iliştirilmiş tesbihlere birçok defa şahit olduk. Gayet bakımlı durumda bulunan mezarlar bir zaviyeden bakıldığında, halkın ölüme ve ölülerine gösterdiği ihtiramı, saygıyı da temsil ediyor.Şayet bir gün Bosna’ya gidip oradaki kabirleri ziyaret ederseniz, geçtiğimiz aylarda Karacaahmet Mezarlığı’ndan çalınıp İngiltere’de internet üzerinden açık artırmaya sunulan mezar taşlarını da hatırlamadan etmeyin.

Onlar yoksa biz de yokuz

$
0
0
Dünya üzerindeki arı nüfusu, kızgın asfalt üzerindeki buz gibi, eriyerek yok oluyor. Son arı öldükten dört yıl sonra, bütün dünya sessizliğe bürünecek. Bu, Albert Einstein’in varsayımı.Yapılan bilimsel çalışmalar bu varsayımın doğru olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü arılar, insanların ve hayvanların gıda olarak tükettikleri bitkilerin büyük çoğunluğunun tozlanarak varlığını devam ettirmesini sağlıyor. Alman arı bilimci Joergen Tautz, sadece bir kovan arının 1 gün içinde 1 milyon çiçeği döllediğini, bu sona ererse bitkilerin yok olacağını ve neticede önce bitkiyle beslenen hayvanların, daha sonra da insanların öleceğini söylüyor.Arılar, henüz sırrı çözülememiş bir nedenle bütün dünyada ortadan kayboluyor. Sadece ABD’de 2 buçuk milyon arı kovanından 6 yüz bini şu anda boş. Ülkemizde de durum içler acısı. Her yıl neredeyse yüzde 10’luk bir kayıpla yeni sezona geçiş yapılıyor. Arıların ölüyor olmasının nedenleriyle ilgili çeşitli tahminler yürütülüyor. Ozon tabakasının incelip mevsimlerin değişmesi, kullanılan cep telefonları ve baz istasyonlarının arıların yön bulma kabiliyetini köreltmesi gibi ilk planda akla gelen ve kesinleşmemiş bilgiler bir yana bilgisizlik ve umursamazlık arı ölümlerinin ana nedeni. Denizli Arı Yetiştiricileri Birliği Başkanı Nihat Çomak, arıların ölmesinin en göz önündeki nedeninin bilinçsiz zirai ilaçlama olduğunu söylüyor. Tarım zararlılarından korunmak için kullanılan zehirler, arıların bağışıklık sistemlerini çökerterek ölmelerine neden oluyor. Ağaçların çiçeklenme dönemlerinde kullanılan zirai ilaçlar, büyük miktarda kovan kaybına neden oluyor. Bazı ilaçlar da arıların yön bulma sistemlerini çalışmaz duruma getiriyor.Yapılan araştırmalar, kurak ve ılık geçen kış aylarının arıların biyolojik dengesini bozduğunu ortaya koyuyor. Arı kolonileri, bahar sandıkları kış günlerinde, kışı geçirmek için kurdukları ısı salkımlarını çözerek kovandan ayrılıyor. Ani sıcaklık değişimleri de kovandan ayrılan arıların ölmesine yol açıyor. Apokaliptik film senaryolarına malzeme olabilecek bir konu bu. Bilim adamları sorunu çözüme kavuşturabilmek için çalışmalar yapıp raporlar ortaya koyuyor, bilimsel metinler erbabı dışında kimsenin okumayacağı dergilerde sayfalar dolduruyor. Mesele bütün insanları ilgilendirse de durumun vahametinden pek az kişi haberdar. Küresel ısınma ya da diğer nedenler için ilk elden bir şey yapılamayacak olsa da, arıların ölmesine neden olan yakın meseleler üzerinde çokça düşünülmesi, konunun bir an önce çözüme kavuşturulması gerekiyor.

Sinemamız altın çağını yaşamıyor

$
0
0
Sinema tarihçisi Burçak Evren’le 100 yıllık sinemamızı konuştuk. Usta tarihçi bir hayli şikâyetçi: “Hep yüzeysel, geçici, hiçbir tortu bırakmayan şeyler yapılıyor. Bozuk para gibi harcıyoruz. Yerel seçimler yeni yapıldı, bütün festivallerin yönetimi değişti. İki ayda nasıl kutlama yapılacak?”Türk sinemasının 100. yaşı biraz sönük kutlanıyor. Ne dersiniz?Önce şunu konuşmak lazım: 100. yıl mı? Amiyane tabirle bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramıyor. Türkiye’de sinema tarihi üzerine yapılan çalışmalar yetersiz. Belge yoksa tarih olamaz. Tarih belgelerle yazılır, söylentilerle değil. Biri bir şeyler yazmış, sorgulamadan kabul edilmiş. 20 yıldır bu konuda yazdığım makaleler belki 20 cilt yazı oldu. Fuat Uzkınay’ın çektiği ‘Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı’ adı verilen tarihi belgesel, ilk Türk filmi olarak kabul edilir. Araştırmalarımda bu filme rastlamadım, göreni görmedim. Uzkınay’ın ailesiyle tanıştım, bütün belgelerini inceledim, böyle bir film yok. Belki var, kayboldu. Onun için olmayan bir şeyi başlangıç olarak kabul etmek mümkün değil.Siz başlangıç olarak hangi filmi referans gösteriyorsunuz?Öncesinde 3-4 film var. Biri padişahın cuma selamlığı, biri Alman Çeşmesi’yle ilgili. Gazetede haberleri çıkan, belirli filmler bunlar. Osmanlı topraklarında çekilen ilk film, Manaki Kardeşler’in; 1911’de 5. Mehmet Sultan Reşat’ın Rumeli’ye yaptığı seyahatin belgeseli. Manaki Kardeşler nerede yaşıyor? –Makedonya. Orası nereye bağlı? –Osmanlı. O zaman Manaki Kardeşleri baz almamız lazım. Filmin bir kopyası Makedonya film arşivinde, biri bizde. Arşivdeki kutusunun üzerinde Türkiye yazıyor, kardeşlerin fotoğraflarında da keza öyle. Milleti değil, Osmanlı vatandaşı olması beni ilgilendiriyor. Bunu yetkili isimlere söylemediniz mi?Bu tez bütün kitaplara girdi. Yirmi beş yıldır bunu dile getiriyorum, demek ki alıştıkları şeyleri değiştirmek istemiyorlar. Kültür Bakanlığı bir şey bilmiyor, hiçbir şeyden haberi yok. Köyde çocuk doğar, doğum tarihlerini hatırlamaz, öylesine tarih verirler ya, bu durum da aynen öyle… Bilgisizlikten, kasıt falan yok. Üç yıl evvel gazetelere haber oldu, sağır sultan duydu ama Ankara’daki beş sinema profesörünün haberi yok. Üniversitelerdeki hocalar -dünyadan haberleri yok ama-, tarihçiler toplanır, 1914’ü sembolik olarak kutlayalım ama gerçek tarih şudur, der. Ama yok…İlk filmi kabul edelim, bugüne gelelim...100. yıl ne demektir? Geriye dönüp bakmak, bütün birikimi ve bilgisini sonraki yüzyıla aktarmaktır. Bizde böyle bir şey yok. Bütün eserler toplanmalı, dijitale aktarılıp yarınlara aktarılmalı… Türk sinemasında çok ciddi çalışmalar henüz yapılmadı, yapılamıyor. Hiçbir kurum bunun için adım atmıyor. 1- Önemsemiyor. 2- Yapmak istemiyor. İşin şov tarafı yok. Bir yerel yönetimin en önemli görevlerinden biri kanalizasyon yapmaktır. Yer altında olduğu için görünmez ama Taksim’de bir konser verirseniz görünür. Hep yüzeysel, geçici, hiçbir tortu bırakmayan şeyler yapılıyor. Bozuk para gibi harcıyoruz. Yerel seçimler yeni yapıldı, bütün festivallerin yönetimi değişti. İki ayda nasıl kutlama yapacaksınız? Bütün festivaller yaşlı oyuncuları toplayıp onur ödülü veriyor, eskilerden iki-üç film gösteriyor. Oldu, bitti… Diğer yüzüncü yıla ne kalacak? Hiçbir şey…Bu konuda bayağı dertlisiniz…Bakanlık halka sorup sinemamızın 100 filmini seçiyor. Söyleyeyim, Selvi Boylum Al Yazmalım, Hababam Sınıfı, Recep İvedik filmleri çıkacak. Halk, 10 yıl önceki filmi bilmiyor, bu seçimi yapabilir mi? 100 filmi sinema yazarları bile seçemez. Onların yüzde 99’u, sinema tarihine ait filmlerin yüzde 80’ini izlememiş. Böyle mi seçilir? Bir ekip oluşturursun, filmleri izleyip öyle seçersin. Yazarlara sorun, Nuri Bilge, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem’in filmlerini sayarlar. Onları görmüşler. Muhsin Ertuğrul’un, Akad’ın ilk dönem filmlerini kaçı görmüştür? Kitap okumuyorlar. Ülke sinema tarihini bilmeden yazarlık yapılmaz ki.100 yılda iyi kötü bir ekol oluşabildi mi?Herkes bir Türk sinema dilinin olmadığından şikâyet ediyor. Nedir sinema dili, bunu anlamıyorum. Bir Alman sinema dili var mı? Kendi yerel sorunlarını evrensel hale getiriyorsan bence dil budur. Bu bizde var. Yeşilçam kendi olanakları içinde ve sansüre rağmen bunu yansıtabilmiştir. Filmlerimize bakarak dönemlerin tarihlerini elde edemeyiz. Sansür nedeniyle 12 Eylül’den yıllar sonra filmleri yapıldı ya da öğrenci hareketleri ancak bittikten sonra perdeye taşındı. Hep daha sonra. Kitlelerdeki o filmlerin etkilenme olgusu ortadan kalktıktan sonra yapılıyor ama önemli olan o dönemde yapılması.Gelenekten ne kadar istifade etti?Güldürü, komedi filmlerimize göz atalım. İlk filmler Bican Efendi Vekilharç serisi… Şadi Fikret Karagözoğlu’na, ikili komedyenlere, Muhsin Ertuğrul ve sonrasına bakalım. Bizde sinema eğitimi veren okullar olmadığı için alaylılar var. Yönetmenlerin çoğu tiyatro kökenli. Bu ne demektir? Dramatik, geleneksel Osmanlı sanatlarını bilen kişiler. Mesela Muharrem Gürses ekolünden bahsediyoruz. Kavuklu-Pişekar’ı, meddah kültürünü çok iyi biliyor, Karagöz kültürüne aşina. Yazınsal olguyu biraz farklı dramatize ederek görüntüye aktarıyor. Bildiğimiz kadarıyla Bican Efendi’de de böyle… Biraz Charlie Chaplin, biraz Moliere, Karagöz. Operetlerde bile ortaoyunu baskısı vardır. Bunlardan geniş ölçüde yararlanmışlardır.Yeni sinemacıların gelenekle ilişkisi nasıl?O zamanlar bu gelenekten faydalanarak yapılan sinemada karşılığı olan seyirci vardı. Bugün tiyatro öğrencileri bile ortaoyununu yüzeysel biliyor. Meddahın dramatik bir sanat olduğunu kabul etmezler. Tek kişilik anlatı nasıl olur, diyorlar. Bir saf, bir akıllı sinema oyuncuları… Şener Şen ile Kemal Sunal’lar, Zeki Alasya-Metin Akpınar’lar ortaoyunundan, anlatı olgusu meddahtan geliyor. Yeni sinemacılarda bunu çok iyi bilen yönetmenler var ama algılayacak seyirci yok. 1986-87’de dağıtım ve gösterim hakları yeni kurulan bir şirkete geçtikten sonra seyirci profili değişti. Seyirci 16 ile 29 yaş aralığında… Bırakın meddahı, dünkü yazlık sinemalardan haberleri yok. Öyle bir erozyon var.Dünyadaki yönetmen sineması algısı, sinemamız için tehlike midir?Nuri Bilge’nin başarısı sinemamızın başarısı mıdır? Elbette… Ama kişisel bir yönetmenin başarısıyla, bir sinemanın başarısını örtüştürmek yanlış. Nuri Bilge’yi geriye çektiğimizde geriye ne kalacak? Sorun, burada. Ama İran sineması öyle değil. Bir yerden A.Kiarostami, bir yerden Asgar Farhadi geliyor. Yeni Gerçekçilik akımıyla İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir dizi yönetmen ortaya çıkmıştır. Türk sinemasında böyle bir kalkış yok. Daha bireysel. O birkaç kişi gittiğinde sinema yerinde saymaya devam eder.Son dönemde yurtdışından gelen ödüllerde patlama var. Bu bir kıstas mı?Eli boş dönen filmimiz yok. Türk sineması büyük aşama kaydetti, deniyor. Hayır. Dışarıda onlarca ödül alan yönetmenlerin bütün filmleri ulusal festivallerde gösterildi. Kaç ödül aldı? Hiç. Onlar filmi değil, etnografik, folklorik öğeleri pazarlıyor. Çocuk gelini, töreyi yaparsanız ödül alıyorsunuz. On kere karşıma çıkıp ilk dereceye girmeyen film çok büyük festivalde iki ödül aldı. Neyi anlatıyor? Bir pisliği… Türk halkı çöpten yemek yiyor, bilmem ne! Belgesel özelliği bile yok. Buna karşı değilim ama sadece bir yüzü gösterip ödül almasını hiç ciddiye almıyorum. Diğer seri: Festivallere yönelik yapılan, üç kişinin izlediği filmler… Fetih 1453, Eyvah Eyvah gibi ana akım filmlerle sinema ayakta kalıyor. Bunlara ihtiyaç var. Arada Nuri Bilge, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim gibi isimler bir şeyler yapıyor.Nuri Bilge filmlerinde folklorik öğeler kullanıyor diyenler var…Sinemasına sıcak bakmıyor olabiliriz ama Cannes Film Festivali’nde 4 ödül ile aynı anda ödül almak, dünya piyasasında dağıtıma girmek, Türk sinemasında pek rastlanan bir olay değildir. Bunu Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk için de söyleyebiliriz. İlla bizim istediğimiz kalıplara girmek zorunda değiller. Metin Erksan, Susuz Yaz’la ödül aldığında eleştiriler almıştı. Yol, Altın Palmiye aldığında Türkiye’de 10 yıl yasaklandı. Politik değerleri sinemanın olgularından ayrı tutalım.Bir Nuri Bilge’yle bahar gelmiyorSinemanın hitap ettiği kitle değişti. Ailenin sinemaya gitme olgusu bitti. 90’lı yıllardan itibaren seyirci kitlesi 16 ile 29 yaş aralığında. Artık bütün halkı kucaklayan bir filmin yapılması mümkün değil. Recep İvedik’e giden seyirci, gençlerin başka bir katmanı.Önümüzdeki 30 yıl boyunca bir yönetmenin Nuri Bilge’nin başarısını elde edebileceğini düşünmüyorum. Bir Nuri Bilge’yle bahar olmuyor. Sinemanın genelinde bilinç olarak bir kalkınma lazım, bu yok.Sinemamız altın çağını yaşamıyor. Geçtiğimiz yıl Altın Portakal’ın jüri üyesiydim. Son 15 yılın en kötü filmleri geldi. 12 filmden 8’inin değil festivalde yarıştırmak yarışmaya girmesi bile mümkün değildi. Altın Koza da öyleydi. En iyi film, yönetmen, senaryoda muhalefet şerhi verdim, ‘Bu dallarda kimseyi seçmeyelim’ dedim. Kötünün iyisini seçmek zorunda değilim.Belirli yönetmenlerin katılmadığı festivallerde jüri neredeyse yazı tura atarak birinciyi seçiyor. Antalya ve Adana’nın son beş yılında kimler ödül aldı diye sorsam bir ikisini hatırlarsınız.Her eline kamera alanın film çektiği bir dönem yaşıyoruz. Sinemayı çok basite indirgediler. Ama en zor basiti yapmaktır. Durum üzerine, olaylar zincirinden soyutlanmış, kişisel dünyaları minimalize ederek film yapmak en zor sanattır. Bunu birkaç yönetmen yapabiliyor.

Habere balıklama atlayanlar

$
0
0
Milliyet’in gözaltındaki polisleri maklube yerken gösteren montaj fotoğrafı basması, ‘internette dolaşan her haberi gerçek sanma’ eğiliminin tek örneği değil. Son da olmayacak. Son beş yılda uydurma haberlere balıklama atlayanlara bir göz atalım istedik.Yolsuzluk ve Balyoz-Ergenekon davalarını soruşturan polislerin gözaltına alınmasıyla başlayan süreç, dezenformasyonları da beraberinde getirdi. Ancak hiçbiri, polisleri adliyede maklube yerken gösteren Milliyet gazetesinin haberine yetişemedi. Çağlayan Adliyesi’nde oturma eylemi yapan polislerin fotoğrafları sosyal medyaya taşınınca üzerinde oynanarak türlü hallere sokulan versiyonları da gecikmedi. Milliyet Yazı İşleri ise ‘montaj’ olduğu her halinden belli olan fotoğrafı üzerinde fazla düşünmeden basınca sosyal medyada dalga konusu oldu.Geçen haftadan bir başka ‘feyk’ haber de Sırp Tenisçi Novak Djokoviç’in İsrail’e tepki olarak Müslüman olacağını açıklamasına dairdi. Bir haber ajansı tarafından servis edilen haberi onlarca internet sitesi ve binlerce Twitter kullanıcısı paylaştı. Haberin Bosna-Hersek’in Zaytung’u olarak bilinen Sarajevo365.com’un Sırp milliyetçisi tenisçiyi sinirlendirmek için uydurduğu bir haber olduğu kısa süre sonra ortaya çıktı. Fakat kimse doğru habere itibar etmedi. ‘Fake’ olarak ifade edilen yalan haberler, sosyal medyanın hayatımıza kattığı ve birçoğumuzu argo tabirle tongaya düşüren yeni bir olgu. Aslında her şey Zaytung adlı mizahi içerikli uydurma haberler yapan bir sitenin açılmasıyla başladı. Doğrusu haberler ‘uydurma’ olduğunu bas bas bağırıyordu. Fakat burası da Türkiye idi. Şaka ile gerçek arasındaki çizginin ince mi ince olduğu bir ülkede uydurma haberlere inanmaya meyilli olmamız çok yadırganacak bir şey değildi.İlk kurban Banu Avar olduŞimdi tarihi biraz geriye saralım ve ‘şaka’ haber geçmişimize bir göz atalım. Kaderin garip bir cilvesi olsa gerek, tarihler de 1 Nisan 2010’u gösteriyor. Gazeteci Banu Avar, Zaytung’un Ocak 2010’da geçtiği bir haberi katıldığı bir televizyon programında gerçekmiş gibi anlatıyor. Zaytung’un “haberi” ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu’nda Ermeni soykırımı tasarısı geçtiğinde ve dönemin büyükelçisi Namık Tan’ın Türkiye’ye geri çağrıldığı günlerde yayınladığı bir haber. Başlığı şu şekilde: “Sierra Leone’de unutulan büyükelçi çareyi Ermeni tasarısında buldu.” Habere göre, 12 yıldır küçük Afrika ülkesi Sierra Leone’de görev yapan Türk büyükelçisi dünyanın bu ücra köşesinde “unutulduğunu” düşünür ve kapağı Ankara’ya atabilmek için bir strateji geliştirir. Avar’ın Ermeni soykırımı tasarısının o kadar çok ülkenin meclisinden geçtiğini anlatmak için verdiği örnek maalesef elinde patlıyor. Zaytung’un Sierra Leone haberini ciddiye alan tek kişi Banu Avar değildi. Ermenistan’daki milliyetçi Taşnak Partisi’nin İngilizce yayın organı The Armenian Weekly’nin köşe yazarı Harut Sassounian da haberi ciddiye alıp Türk dışişleri hakkında alaycı ifadeler kullanmıştı. Gökçek’ten ‘Gezicilerin vahşet planı’ tweeti Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek de parodi habercilik ağına düşen bir başka isim olarak çok konuşulmuştu. Gezi Parkı olayları sırasında Zaytung’un çadırlarda atom bombası yapılışına dair planlar çıktığına dair şaka haberini paylaşan Gökçek, gerçeği anladığında tweet’i hemen silmişti. Ancak atılan tweet’in ekran görüntülerini alan takipçileri sayesinde olay, sosyal medyada da yayıldı.Şaka haberle gerçeği ayırt edemeyip dillere düşen bir başka siyasetçi de HDP Genel Eş Başkanı Ertuğrul Kürkçü. Kürkçü, İsviçreli Bakan Hans Rudolf Merz’in bir konuşmasına Türkçe altyazı eklenerek oluşturulan bir şaka haberi gerçek sanıp geniş bir kalabalığa anlatma gafletinde bulunmuştu. Kürkçü, şunları söylemişti: “Biraz önce buraya gelirken İsviçreli bir parlamenterin Tayyip Erdoğan’ın yasakları hakkında kendi parlamentosunda konuşmasını dinledim. Adam kasıklarını tutarak gülüyor, diyor ki ‘Bu Tayyip Erdoğan var ya Twitter’ı yasaklayacakmış kah kah kah’ herkes gülmekten kırılıyor.” Halbuki işin aslı Merz’in hukuk diliyle yazılan bir konuşma metnini telaffuz etmekte güçlük çekip gülme krizine girmesinden başka bir şey değildi.Mizahi haber sitelerinin tongaya düşürdükleri sadece bireyler değil. Kurumlar da bu gidişattan nasibini alanlardan. Diyanethaber onlardan biri. Olayın merkezinde yine Zaytung var. “Ateist olduğu gerekçesiyle istifası istenen köy imamı, geri adım atmıyor: ‘Mesleğime profesyonelce yaklaşıyorum...’” başlıklı haberi ciddiye alıp yalanlayan kurum Diyanethaber. Konuyla ilgili Milas Müftülüğü’ne ulaşan Diyanethaber, “Ne böyle bir imam var ne de böyle bir köy” başlığıyla söz konusu haberi yalanlamıştı.Hamilelik beş aya iniyor!Anadolu Ajansı’nın iki yıl önce 1 Nisan’da servis ettiği ‘şaka haber’ de neredeyse her basın kuruluşunun balıklama atladığı bir haber olmuştu. Hamileliğin beş aya indiğini ileri süren haber çok sayıda editörü inandırmıştı. Haberde görüşlerine başvurulan moleküler biyoloji profesörü “April First” (Nisan Bir) ise şaka haber tarihine çok hoş bir ayrıntı olarak geçmişti bile.Bir örnek de yurtdışından. İsrail’de Channel 2’de yayınlanan “Eretz Nehederet” isimli programda İsrail’in resmi politikalarını eleştirmek amacıyla bir parodi yayınlandı. Videoda geçen diyalogları gerçek zanneden habervaktim.com internet sitesi çocuklara nefret aşılandığını iddia etti. Haberde geçen diyaloglar şu şekildeydi: “Çocuklar! Bugün sizinle barış hakkında konuşacağız. Kim söyleyebilir bizim barışa ihtiyacımız olduğunu? Barış nedir? Kiminle yapılabilir?”, “Konuşacak kimse yoktur karşı tarafta! Bizim daha güçlü askerlere ihtiyacımız vardır.” Mizahi içerikli parodi habercilik geleneğinin Türkiye’de 4-5 yıllık bir geçmişi var. ABD’de ise uzun yıllardır yapılıyor. Biz her ne kadar Zaytung’u bilsek de 26 yıldır yayın yapan The Onion (soğan) adlı site, Zaytung’un da fikir babası. The Onion’un ‘gerçek sanılmak’ noktasında benzer onlarca tecrübesi var. En çok dikkat çekenlerden biri ise şöyle. Onion’ın yayınladığı sözde Gallup anketinde kırsal kesimde yaşayan beyaz Amerikalıların çoğunluğunun ABD başkanlığına Obama yerine Ahmedinejad’ı tercih ettiği iddia ediliyordu. İran’ın yarı resmi haber ajansı Fars “The Onion”ı kaynak gösterip haberin kupürünü de yayınlayınca uydurma habercilik geleneğinin azizliğine uğramış oldu.Bizim ülke zaten Zaytung haberi gibiIşıl Yılmaz Sümer (Sosyolog): Zaytung ve The Onion gibi sitelerin bu kadar popüler olmasının en önemli nedeni, internet kullanıcılarının referans aldıkları tek bir sayfa/metin vs. olması. Çoğumuz içeriğin kimden geldiğine, kaynağın güvenilir olup olmadığına bakmadan okuyup paylaşıyoruz. Alternatif kaynakları araştırmadan, haberi birkaç farklı yerden teyit etmeden haberin doğru olduğunu kabul etmemek gerekir. İnternet, yaşantımızı kolektif hale getirdikçe yanlış bilginin yayılma hızı da artıyor. Burada biraz da ana akım medyanın da rolü var, ana akım medyaya güven azaldıkça alternatif kanallara rağbet arttı. Ama şimdi de kimse kaynağı araştırmıyor. Bir de kabul etmek gerekir ki, bizim ülke zaten Zaytung haberi gibi. Bugün Zaytung’da çıkan uydurma bir haber komik gelebilir ama bir benzeri ertesi gün, bir anda gerçekleşebilir.

Hükümet olmak istiyoruz ama darbeyle değil

$
0
0
Gezi Partisi kurulalı bir yıl oldu. Partinin Beyoğlu Teşkilatı üyelerinin Gezi Parkı’ndaki bir toplantılarına katıldık. Türkiye siyasetine alternatif olmaya çalışan oluşumda herkes lider. Parkta oturup Gezi Partisi’nin nasıl kurulduğunu, çalışmalarını, hedeflerini ve ülkedeki siyaset anlayışını konuştuk.‘Gezi Partisi kuruldu’ haberlerini geçen yıl bu zamanlar çoğu insan duymuş olmalı. Her ne kadar akıllarda bir dernek, vakıf ya da sivil toplum kuruluşuymuş gibi kalsa da, teşkilatları ve üyeleri olan, bir lideri olmasa da, herkesin lider olduğu resmi ve siyasi bir parti aslında. Liderleri yok derken yanlış anlaşılmasın bir genel başkanları var. Ama o da partideki herkes gibi eşit haklara sahip. Partililer şimdilerde yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi, oyların sayılmaması ve çalınması gibi durumlara karşı hummalı bir çalışma içinde. Maksadımız bir Gezi güzellemesi yapmak değil, alternatif olmaya çalışan bir partinin nasıl kurulduğunu, neler yaptığını görmek. Bu niyetle, Beyoğlu İlçe Teşkilatı’nın Gezi Parkı’ndaki bir toplantısına katıldık. Gezi Partisi enerjisi yüksek çeşitli yaş ve meslek gruplarından insanlardan oluşuyor. Her biri Gezi ruhuna inanan, toplumun farklı kesimlerinden özgürlük, demokrasi, adalet ve insan hakları gibi konu ve ortak inançlar etrafında bir araya gelmiş. Onları parti kurmaya iten şey ise içinde bulunduğumuz sistemin sadece mecliste yer alarak ve iktidar olarak katılımcı bir anlayışla yeni bir anayasa ile düzeltilebilir olması. Bunu yapabilmek için başvurabilecekleri tek yasal yol ise siyasi parti olarak mecliste bulunmak. Bunun yanı sıra Gezi Parkı’nda ortaya çıkan dayanışma, onlara birilerinin sorunları çözmesinden medet ummanın doğru olmadığını, siyasi arenada kendilerini temsil etmenin gerekliliğini göstermiş. Toplantıya katılan isimlere, sunulan fikirlere, konulara yaklaşımlarına bakınca Gezi Partisi’nde tek bir renk olmadığı görülüyor. Tıpkı Gezi’deki gibi her görüşten, kesimden insan var. Mevcut partilerden ya da daha önce herhangi bir partiye üye olmamış kişilerden gelenler var. “İdeoloji saplantımız yok. Din, dil, ırk, mezhep, cinsiyet ve ideoloji gibi farklılıkları, insani değerlerin önüne çıkarmayan, aksine özgürlük, demokrasi, insan hakları, adalet ve bağımsızlık gibi, tüm insanlığın ortak değerlerini, en kutsal değerler olarak benimseyen bir siyasi partiyiz.” diyorlar. Gezi Partisi’ni tıpkı Türkiye gibi, farklı kültürlerin, düşüncelerin bir arada bulunduğu, ‘Merkez Üstü’ bir partiye benzetiyorlar. Tek rakipleri ise çarpık siyasi yapı ve dolayısı ile onun ortaya çıkardığı sistem. Bu özellikleriyle ülke adına alternatif olmaya aday bir parti.İktidara muhalif olan herkes ya paralel ya darbeciHedeflerinin iktidara gelmek olduğunu, bugün önerisi olmayan boş siyaset dilini değiştirmek istediklerini, merdivenleri ağır, sağlam ve iddialı adımlarla çıktıklarını söylüyorlar. Hedeflerinin iktidara gelmek olduğunu duyunca, o hafta Yenişafak’ın ‘Gezicilerin korkunç İstanbul Planı!’ haberini hatırlatarak iktidara haberde bahsedildiği gibi darbe yaparak mı geleceklerini soruyoruz. Tabii önce haber neydi ona bir bakalım. “Gezi olaylarıyla birlikte hükümeti devirebilmek için hemen her yolu deneyen ‘sağcı, solcu, ulusalcı, Kürtçü vb.’ gibi görüşlerin ortaya çıkardığı fikir koalisyonu Gezicilerin hükümete karşı yeni bir eylem planı için çalıştığı ortaya çıktı. Twitter’da bazı kullanıcılar ilginç bir örgütlenmeye gitti: İstanbul’un suyunu bitirelim.” Verdikleri cevaptan haberi ti’ye aldıkları görülüyor: “Yenişafak şeysi dediyse doğrudur. Hepimiz büyük süngerlerle göllere dalıp suyu bitireceğiz. Ne diyelim komik ve akıl dışı. Daha da vahimi Twitter’da buna inananların olması. İktidara karşı gelen, muhalif olan hatta muhalefete oy veren herkes ya paralel ya da darbeci. Hükümet olmak istiyoruz ama darbeyle değil, doğal yollarla.” Bu kadar iddialı olunca genel seçimlere girip girmeyeceklerini merak ediyoruz. Siyasi Partiler Kanunu’na göre seçimlere katılabilmeleri için illerin en az yarısında oy verme gününden en az altı ay evvel teşkilat kurmuş ve büyük kongrelerini yapmış olması veya TBMM’de grubu bulunması şartlarını hatırlatarak 2015 seçimlerine Gezi Partisi olarak girmeyi hedeflediklerini ancak bunun çok zor olduğunu söylüyorlar. Hele de hiçbir kurum, kuruluş ve lobiden destek almayan, sadece üyelerinin aidatları ve gönüllülerinin bağışlarıyla teşkilatlanmaya çalışan bir parti olunca, ilk etapta çok zor görünse de ranta dayalı bu sistem içerisinde temiz kalarak teşikatlanma çalışmalarına son hız devam ettiklerini belirtiyorlar. Bugünlerde İstanbul il teşkilatını kurmak üzere olduklarını öğreniyoruz. Seçim takviminin değişmesi ya da takvime yetişememe durumunda ise mecliste yer almak için bağımsız adayla ilerleme konusunu da değerlendiriyorlar.Liderleri ‘ortak akıl’Gezi Partisi’nin Türkiye siyasetine dair iddiası demokrasiye bir şans daha vermek için yeni bir soluk olmak. “Türkiye siyaset sistemi yanlış bir düzleme kurulu.” diyen parti, bugün insanları kutuplaştıran, nefrete sürükleyen, birlikte yaşam kültürünün kaybedilmesine neden olan sistemi değiştirmeyi hedefliyor. Başta bir liderleri yok demiştik. Bir genel başkanları var aslında: Müzisyen Cem Köksal. Ama bir lider anlayışları yok. Bunun başıboşluk olarak algılanabileceğini söylediğimizde, ‘Liderin olmaması sistemin olmadığı anlamına gelmiyor’ diyorlar. Liderin ‘dediğim dedik’ anlayışı değil de, ‘ortak akıl’ gerçek lider olarak benimseniyor. Kararlar katılımcı demokrasi anlayışı ile ‘azınlığın bilgeliği’ dedikleri, çoğunluğun aksine düşünen insanların görüşlerini de işin içine katılarak çoğulcu bir şekilde ortak akıl ile alınıyor. Her şeyi tek bir kişinin yapmasının ya da yapılması için talimat vermesinin, 21. yüzyıl modern dünyasında doğru ve yeterli olmadığı kanaatindeler.Sadece çevre değil, toplumun bütün sorunlarıyla ilgileneceğizİnsanların Gezi Partisi’ni neden desteklemeleri gerektiği ise sorularımızdan bir diğeri. Onlara göre bugünkü kutuplaşma siyasetinden, davaları ve ideolojileri bayrakları haline getirip vatandaşı unutan partilerden, lider sultasından, hizmet yerine devletin ceberut yüzünü görmekten sıkılan; yaşam hakkını önceliği haline getirmiş, bireysel özgürlüklerin teminatı olan demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne, devletin tarafsız ve merkez üstü olarak evrensel değerlerle yönetilmesi gerektiğine inanan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bu kadim topraklarda gerçek katılımcı demokrasiye bir şans daha vermeleri için desteklemeleri gerektiğini düşünüyorlar. Bu arada Gezi deyince akla artık park, ağaçlar ve çevreci bir eylem geldiğini, Gezi Partisi’nin de bu şekilde çevresel etkinlik ve projelerle anılıp Türkiye’nin Yeşiller Partisi mi olacağını soruyoruz. Gezi Partisi’nin, içinde bulunduğu toplumu ilgilendiren tüm konulara eğileceğini belirtiyorlar. Bunun da üyeleri ve üyesi olmayanların, tüm toplumun fikirlerinin bir potada eritilmesiyle olacağı inancındalar. Gezi Partisi, ülkede yönetim şeklinin değişmesini hedefliyor. Artık toplumdan kaçırırcasına ağaçların kesilmesini istemedikleri gibi kaldırımların da neden her sene yenilendiğini bilmek istiyorlar. Bir mahalleye kaldırım yapmaktansa “Sizin mahallenizin ne ihtiyacı var?” diye sorup, parayı bu ihtiyaçlara harcamak gerektiğini düşünüyorlar.Ortak meydandan halk sandalyesine her şey buradaProjelerini ikiye ayırıyorlar: Parti işleyişinde yararı olacak olan projeler ve toplumsal projeler. Toplumsal projeler, parti isminin öne alınmadığı ama parti üyeleri ve gönüllü katılımcılar tarafından başlatılan veya parti tarafından desteklenen projeler. Bu projelere ya da çalışmalara örnek olarak; Soma için kitap ve oyuncak toplanması, Galata Kulesi’nin ranta açılmasına karşı imza kampanyası, Phaselis’in korunması kampanyasını örnek gösteriyorlar. Bunun dışında parti işleyişi için faydalandıkları OrtakMeydan.com gibi bir sosyal ağ kurmak, kendinitemsilet.com adresinden bireysel temsiliyeti ve katılımcı demokrasiyi öne çıkartan projeleri var. Bunların yanında Türkiye’de temsile ve siyasete bakış açısını değiştirecek bir projeleri var. O da ‘halk sandalyesi’. Halk sandalyesi ile mecliste yapılan oylamaya doğrudan halkın müdahale etmesini hedefliyorlar. 551. sandalye dedikleri bu projede amaç mecliste konuşulan konuların halka açılması ve halkın yönetime doğrudan mesajını iletebilmesi. Örneğin tüm partiler milletvekili maaşına zam yapılması konusunda uzlaşıyorsa halk da fikrini söyleyebilmeli.Vatandaşın oyunu korumak tüm partilerin işiMücadele ettikleri SEÇSİS uygulamasındaki problemleri anlatıyorlar. SEÇSİS sistemi internete kapalı bir ağ olsa da, verilerin doğru girilip girilmediği güvenlik altında olsun diye uluslararası sertifikasyona tabi olması gerekiyor. Bu sertifikasyonun olmadığını bizzat UYAP’tan öğrenmişler. “Türkiye’de birçok şey adil değil ama en adaletsiz olan bizce bu. Hangi parti iktidarda olursa olsun bu durumun acilen düzeltilmesi gerekir.” diyen Gezi Partisi, bu sistemin 2004’ten bugüne böyle geldiğini söylüyor. Bunun üzerine binlerce sayfa okuyarak devlete ait çoğu verinin (TÜİK’in adrese dayalı nüfus hareketleri gibi) garip durumda olduğunu görmüşler.Hepsini toparlayıp 35 sayfalık bir rapor halinde 6 Nisan 2014’te YSK’ya başvurulmuş. 5 gün sonra baştan savma bir cevap gelmiş. 3 Temmuz’da çözüm önerileriyle birlikte tekrar YSK’ya başvurmuşlar. Mesela Maliye Bakanlığı’nın e-fatura uygulamasında kullandığı gibi KamuSM sisteminin bir benzerini (o sistemde 1 kuruş bile kaybolmuyor) neden SEÇSİS’in kullanmadığını sormuşlar. Zira bu yapılırsa 1 oy bile kaybolmayacak. Hasta da yaşlı da olsa gidip oy kullanan vatandaşın oylarını korumanın hükümetin görevi olduğunu belirtiyorlar. Doğru sistemle bir yerden oy atıldığında sonuca yansıyacağı için kimsenin sandık başında beklemesine gerek kalmayacağını söylüyorlar.

Gezi’nin iç mihrakları çalışıyor

$
0
0
Gezi olaylarından sonra Türkiye, enerjisini keşfetmişçesine ardı ardına kurulan sivil inisiyatiflerle tanıştı. Bugün çeşitli alanlarda faaliyet gösteren grupların kimi semtindeki yeşil alanları imarcılardan koruyor, kimi muhtarla halkı buluşturup dertlerini dinliyor.Bundan bir yıl önce Taksim Gezi Parkı’ndaki bir duvarın 3 metrelik kısmı yayalaştırma projesi için yıkıldı. Bu sırada 4-5 ağaç da yerinden söküldü. Olanlara ilk tepki parktaki birbirinden bağımsız gruplardan geldi. Eylemler Taksim Dayanışması’nın da katılımıyla devam etti. Sırrı Süreyya Önder’in iş makinelerinin önüne çıkmasıyla akıllarda kalan 28 Mayıs gününden sonra ise Türkiye’de benzeri görülmemiş bir çevre eylemi başladı. Süreci yorumlayan sosyologlar, bu tepkiyi yıllardır yaşanan çevre katliamı, yeşil alanların imara açılması ve ülkenin giderek otoriterleşmesine karşı bir patlama olarak değerlendirdi. Otoriteler, iç mihrak-dış mihrak diye tartışadururken şehrin dört bir yanından İstanbullular Gezi Parkı’na akın etti. Ve iş makinelerinin yıkımına karşı nöbet tutmaya başladı. Halkın tepkisine karşı polisin sert müdahalesi ise gidişatın seyrini değiştirdi.Parka çevreci örgütlere takılarak gelen de vardı, bağımsız ve ailesiyle gelen de. ‘Gezi olaylarında tanışan, partilerden bağımsız insanlar’ aynı hassasiyeti paylaştıkları kişilerle bir araya gelerek platformlar oluşturdu. Bugün oldukça aktif çalışan bu grupların kimi çevreye, kimi çocuk haklarına, kimi şeffaf yönetime karşı hassas. Bazıları da çarpık mimariye son vermek için yerel yönetimlere baskı yapmaya karar vermiş. Büyük resme bakılınca birçoğu yaşadığı şehre sahip çıkmaya odaklı. Ancak göçmenlere, kimsesiz çocuklara yardım amaçlı ya da kadın cinayetlerine karşı birleşenler de yok değil. Toplum bilimcilere göre Gezi Parkı ile etkin yurttaş olmayı öğrenen halk, sadece şikâyet eden konumdan çıkmaya karar vermişti. Nitekim Gezi olaylarından sonra Türkiye çevre katliamına karşı TEMA Vakfı eylemlerinden ileri gidebilmiş ve yurttaş eylemleriyle karşı karşıya kalmıştı. Mahallesindeki parkta ağaç kesilmesin diye iş makinesinin önüne oturan Kıymet Teyze, köylerindeki taşocağını protesto için oturma eylemi yapan Yeniceşıhlar sakinleri, dereleri korumak için HES’lere karşı çıkarken jandarmanın yaraladığı İkizdereli Havva Bir ise bunlar arasından sadece birkaçı. Mahalle dayanışmaları ya da daha geniş çaplı platformlar ise düzenli aralıklarla toplanarak itirazlarını seslendirmeye devam ediyor. Biz de böyle hareketli geçen bir yılın ardından hâlâ aktif çalışan gruplardan bazılarını derledik:Caferağa Dayanışması/Melis Özbakır: “Gezi’den devlet ve polis şiddeti ile çıkartıldıktan sonra bildiğiniz üzere insanlar parklarda toplanmaya başladı. İlk olarak Abbasağa Parkı’nda toplanan insanlar, daha sonra kendi yerellerindeki parklarda da örgütlenmeye başladı. Bunlardan bir tanesi de Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’ydı. İnsanların parklarda toplanması, forumlar yapması, atölyeler yapması, konuşmaya duyduğu açlık hepsi Gezi’nin bizlere bıraktığı bir şeydi. Bir vakitten sonra insanlar kendi mahallesi hakkında da konuşmak istedi ve böylece Kadıköy bir şekilde mahallelere ayrılmış oldu. Ben de Caferağa Dayanışması’nın bir parçasıyım, emek harcamaya çalışıyorum. Kadıköy’de 3 tane işgal evi var. Don Kişot Sosyal Merkezi, Caferağa Mahalleevi ve Bay Samsa. Caferağa Dayanışması olarak Caferağa Mahalleevi 11 Ocak’ta işgal edildi. Temizlendi, tarihî dokusuna zarar vermeyecek şekilde onarıldı ve insanların kullanımına açıldı. Pek çok atölye, pek çok etkinlik ve toplantılar bu ev ekseninde ilerliyor. Evde yapılan atölyeler var. “İngilizce Anlıyorum Ama Konuşamıyorum” atölyesine İngilizce konuşurken sorun yaşayanlar geliyor. Bunu daha da genişletip eylülde göçmen dostlarla ilerletme fikrimiz var. Bir tane Moda Gezi Bostanı’mız var. Muhtarlık alanında imara açılmaya çalışılan bu bölgede toprağı belledik, kazdık, ektik ve şimdi koskocaman bir bostan haline geldi. Bu bostan da herkese açık bir bostan. Yoldan geçen herkes domatesin, patlıcanın, biberin keyfini çıkarabilir. Bunun dışında Ortak Mutfak var. Ortak Mutfak’ta her gün yemek yapıp herkesle yemeğe çalışıyoruz. O konuda da çok muhteşem fikirlerimiz var. Herkesi bekleriz.”Oy ve Ötesi Girişimi/Sercan Çelebi: “Bunun başlangıcına Gezi diyoruz. Memlekette hep şöyle konuşulur ya, ‘Şu yanlış bu yanlış, bunun böyle yapılması lazım’ diye. Gezi, siyasi görüşü ne olursa olsun şöyle bir şey gösterdi; mevcutla ilgili daha iyi bir düşünceniz varsa bu düşünce olarak kalmasın, kalkın bunu yapın. Biz dedik ki madem böyle ve insanların en çok konuştuğu şeylerden biri sandık güvenliği, kalkar biz gider bakarız dedik. Zaman içinde insanlarla konuşmaya başladıkça aslında herkesin böyle bir şey yapmaya ne kadar hazır olduklarını gördük. Biz hep bir şeyleri birilerinden beklemeye alıştık toplum olarak. Bazen kurumlardan, bazen kişilerden. Bekledikçe de bir şeylerin düzeleceğini varsayıyorsun. Hâlbuki işin öyle olmadığını gördük. Bir değişiklik istiyorsan yatağından, koltuğundan kalkman gerekiyor. Oy ve Ötesi aslında bunun projesi. İstediğin şeyi gerçekleştirmede hayatından da feragat ederek harekete geçmen lazım.”Çapul TV: Türkiye’de medyanın içeriğini egemen güçlerin biçimlendirdiğini düşünen Çapul TV kurucuları, Gezi sürecinin bunu su yüzüne çıkardığını söylüyor. Yöneticilerinin web sitelerinde yer alan açıklamaları şöyle: “Bu gerçek, aynı zamanda halkın iletişim hakkının yıllardır gasp edildiğini, insanların sürdürdükleri gündelik yaşamı anlamaları sürecinde ihtiyaç duydukları bilgiden mahrum bırakıldıklarını ilan etti. Çapul TV, böylesi bir ortamda canlı yayına Gezi Parkı direnişinin onuncu gününde başladı. İletişim alanının ticarileşmesine karşı çıkan, kamusal bilgi paylaşımının etkin ve siyasi iktidar-sermaye denetiminden bağımsız kanallar olmasını savunuyoruz. Bu kanallara herkesin erişiminin sağlanması, mevcut toplumsal iletişim ortamının tüm cinsiyetçi, gerici, ırkçı özelliklerden arındırılması ve medya emekçilerinin örgütlenme hakları için çok yönlü bir mücadelemiz var.”‘İlk adımın yerel yönetimlere güç vermek olduğunu düşünüyoruz’İstanbul Hepimizin Platformu/Gürhan Ertür: “2011 yılından beri düzenli bir şekilde toplanan Taksim Platformu, yerel seçimlere 1 yıl varken, ‘farkındalık ve katılım’ konularında birikimini yaygınlaştırmak için çalışıyordu. Ortak Zemin adıyla düzenlediğimiz toplantılarda İstanbul’un genel sorunları da öne çıkmaya başladı. Gezi süreci başlar başlamaz, ortak zemin toplantılarına ilgi muazzam arttı. Ve yaklaşan yerel yönetim seçimleriyle ilgili bir vatandaş sözleşmesini İstanbul Hepimizin sloganıyla oluşturup yaygınlaştırdık. İstanbul Hepimizin Girişimi, bir anlamda Taksim Platformu’nun türevi oldu diyebiliriz. İstanbul Hepimizin olarak ilk adımın, mahalleden başlayarak yerel yönetimlere güç vermek olduğunu düşünüyoruz ve bu doğrultuda üç proje üzerine yoğunlaşıyoruz. İstanbulluları muhtarlarıyla tanışıp mahallelerinin sorunlarına dahil olmaya teşvik ediyoruz. Muhtarları ziyaret ediyoruz, sorunları öğreniyoruz. Diğer bir projemiz ilçe ve büyükşehir meclis toplantılarına katılmak. Şehrimizin kararlarının alındığı bu toplantıları vatandaş olarak izleyip sosyal medyada duyuruyoruz; İstanbullulara da kendi ilçe meclislerini izlemeleri için çağrı yapıyoruz. Bu toplantılardaki varlığımızın şeffaf ve kararların usulüne göre alındığı meclislerin oluşmasını sağlayacağına inanıyoruz. Üçüncü projemiz ise şu anda ilçe belediyelerinin hazırladığı 2015-2019 ilçe stratejik plan çalışmalarına katılmak. Eylül sonuna kadar hazırlanacak ve ilçelerin geleceğini tayin edecek bu planlara üniversite ve sivil toplum kuruluşlarının görüş bildirme hakkı var. İstanbulluları, bağlı bulundukları üniversite ve STK’ları teşvik etmeleri için çeşitli görsel dokümanlar hazırlıyor, sosyal medyada paylaşıyoruz.”

X-ray’ler ay sonunda kalkıyor

$
0
0
Havalimanı terminal girişinde uzun kuyruklar oluşmasına ve yolcuların ciddi zaman kaybı yaşamasına neden olan güvenlik noktaları, nihayet kaldırılıyor.Bu sevindirici gelişme, güvenlik birimlerinin hazırladığı olumlu rapor sayesinde gerçekleşecek. Milli Sivil Havacılık Genel Kurulu’na sunulan son rapora göre, terminal girişindeki x-ray’lerin (elektronik arama cihazı) kaldırılması sonrası herhangi bir güvenlik zafiyetinin yaşanmayacağı ifade ediliyor. İki hafta sonra toplanması planlanan kurulun da, raporu dikkate alarak güvenlik noktalarının kaldırılmasına onay vermesi bekleniyor. Böylece Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı terminal girişinde bulunan x-ray cihazlarının da, en geç ay sonunda kaldırılacağı belirtiliyor. Uygulamanın, herhangi bir aksilik yaşanmaması halinde ise 15 Ocak 2015’te 9 havalimanında daha devreye girmesi hedefleniyor.Terminal girişindeki x-ray cihazlarının kaldırılması ile ilgili geçen yıldan bu yana ciddi bir çalışma yürütülüyordu. Ancak güvenlik tedbirlerinin daha da artırılmasına yönelik getirilmek istenen yeni uygulamalar nedeniyle bu konuda olumlu karar alınamıyordu. Özellikle hazırlanan bir raporda, bagajların uçağa yüklenmeden önceki son kontrollerinin yapıldığı ‘şut altı bölgesinde’, ilave tedbirler alınması istendi. Havalimanında bagajların, üç boyutlu elektronik arama cihazlarıyla (EDS) kontrol edildiği bölgeye, ekstra monitör ve cihazlar konulması önerildi. Hiçbir ülkede uygulanmayan yeni tedbir paketinin gereksiz olduğu ise Avrupa Sivil Havacılık Konferansı (ECAC) gibi kuruluşlardan alınan görüş sonrası askıya alındı.TERMİNALDE DENETİM ARTACAKTerminal girişindeki güvenlik noktalarının kaldırılması sonrası ‘risk analizine göre’ yeni bir uygulama başlatılacak. Planlamaya göre, giriş noktalarında bir x-ray cihazı bulundurularak her 10 yolcudan 2 veya 3’ünün bagajları kontrolden geçirilecek. Girişler aynı zamanda kameralarla da kontrol edilecek. Bu sayede şüpheli davranışta bulunduğu tespit edilen yolcuların da valizleri detaylı şekilde aranacak. Terminal içinde ise denetim yapan özel güvenlik ve kamera sayısı artırılacak. Şüpheli davranışta bulunan yolcular, kameralar sayesinde anında tespit edilecek. Araştırma ve Denetleme Uzmanlar Kurulu’nun (EADUK) hazırladığı olumlu rapor doğrultusunda ilk etapta Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı’ndaki terminal girişinde bulunan güvenlik noktaları bu ay sonunda kaldırılacak. 15 Ocak’ta ise sadece 9 havalimanında daha uygulamanın başlatılması planlanıyor. Çünkü girişlerdeki güvenlik noktasının kaldırılacağı havalimanında, yüzde yüz bagaj kontrolüne yönelik son teknoloji ürünü üç boyutlu Patlayıcı Madde Tespit Sistemi (EDS) bulunması gerekiyor. Bu yüzden, yeni uygulama şimdilik EDS cihazı bulunan İstanbul Atatürk ve Sabiha Gökçen, Antalya, Trabzon, Dalaman, Bodrum, Gaziantep, Erzurum ve Zafer Havalimanı’nda devreye girecek.

İşte sözde denilen 'Selam Terör Örgütü'

$
0
0
Casus avcısı emniyetçilerin tutuklanmasına sebep olan Selam Terör Örgütü fason mu? Türk Devleti’ni derin kılcallarına kadar saran örgütle ilgili neden takipsizlik kararı verildi? Örgüt deşifre edilmeseydi son hedefi neydi? Gözaltına alınan emniyetçilerin izini sürdüğü dosyada çarpıcı detaylar var.Bursa’da yaşayan Kamile Yazıcıoğlu’nun 2010 yılında karakola giderek eşinin başka kadınlarla birlikte olmasından dolayı şikâyette bulunması, ilk bakışta sıradan bir aldatma vakası gibiydi. Ancak Yazıcıoğlu ifade verdikçe ağzından dökülenler, polisi hayrette bıraktı. Verdiği bilgiler Türkiye’yi sarsacak bir casusluk ağının ipuçları oldu. Söylediğine göre, eşi Hüseyin Avni Yazıcıoğlu, İran Devrim Muhafızları Örgütü’ne çalışan bir örgütün Türkiye’deki yöneticilerindendi. Türkiye’de devlet içindeki önemli isimlerle irtibatı vardı. Buradan aldığı bilgileri İran’a gönderiyordu.‘Selam’ soruşturması nasıl başladı?Bursa Emniyeti, Kamile Yazıcıoğlu’nun paylaştığı bilgi ve belgeleri terörle mücadelede uzman olan İstanbul Emniyeti’ne gönderdi. 2011’de soruşturma dosyası açıldı. Selam terör örgütü soruşturması eski Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Adnan Çimen’in talimatıyla hayata geçti. Soruşturmayı daha sonra TMK Savcısı Adnan Özcan sürdürdü. Kamile Yazıcıoğlu, soruşturma kapsamında kendi olanaklarıyla yaklaşık 20 defa İstanbul Emniyeti’ne giderek bilgi ve belge verdi. Onun verdiği bilgiye göre, Selam örgütü soruşturmasının kilit ismi Hüseyin Yazıcıoğlu, 28 Şubat’ın başlamasına kıvılcım olan Ankara’daki Kudüs Gecesi’ni organize eden kişi. 28 Şubat’taki yargılamada ceza alınca İran’a kaçan Yazıcıoğlu, yıllar sonra yeniden Türkiye’ye dönerek çalışmalarına devam etti. Uğur Mumcu, Nesim Malki ve Çetin Emeç gibi birçok karanlık cinayetin failleriyle samimi arkadaş olan Hüseyin Yazıcıoğlu, iddialara göre MİT’teki önemli isimlerle de yakın temastaydı.Hükümet ‘Selam’dan neden rahatsız?Kamile Yazıcıoğlu’nun ihbarı üzerine Hüseyin Yazıcıoğlu’nun mekânlarına baskın yapılarak önemli belge ve bilgiler ele geçirildi. Ancak hücre tipi yapılanma sebebiyle izlenmesi zor olan örgütün kısa sürede ortaya çıkarılması mümkün olmadı. Öyle ki bazı buluşmaları tespit etmek için altı ayı bulan takibatlar yapıldı. Bir İranlı ajanın devlet içindeki kaynağıyla görüşmek için sekiz ayrı otobüs değiştirmesi kayıtlara girdi. Üç yıla yayılan soruşturma boyunca 251 şüpheli takibe alındı. Yazıcıoğlu’nun İranlı ajanlarla sık sık bir araya geldiği tespit edildi. Soruşturma dosyasındaki önemli iddialara göre, hükümet içindeki İrancı yapının teşvikiyle devlet memurlarına mut’a yoluyla kadın gönderiliyor, sonrasında da fotoğraflanıp örgütün şantaj malzemesi olarak kullanılıyordu. Yapılan teknik takiplerde eski AK Parti milletvekili F.K.’nin Ankara’daki mekânları bu iş için kullanılıyordu. Örgüt üyeleri de F.K.’ye ait olan ve AK Parti milletvekillerinin halen sıklıkla vakit geçirdiği bir restoranda bir araya geliyordu. Yine AK Parti Milletvekili S.K.’nin İranlı ajanlarla buluşup toplantı ve değerlendirmeler yapması görüntülenerek belgelendi. Yazıcıoğlu ile milletvekili S.K.’nin ilişkisi devlet içindeki İran nüfuzunu gözler önüne seriyor. Öyle ki, milletvekili başbakanla yaptığı görüşmeleri bile Yazıcıoğlu’na aktarıyordu. Selam terör örgütünün bazı müsteşarlıklarda, güvenlik birimlerinin içinde de ciddi irtibatları bulunuyor. Örgütün TRT’ye bile nüfuz ettiği iddia ediliyor.‘Selam’ fason bir örgüt mü?İstanbul Başsavcılığı tarafından takipsizlik kararı verilen Selam örgütü ile ilgili 22 Temmuz’da açıklanan bilgi notunda örgütten ‘sözde’ diye bahsedilmesi ise kafa karıştırdı. Daha önce de hükümete yakın medya organları tarafından kullanılan bu tabirin Başsavcılık tarafından tekrar edilmesi skandal. Peki bazı hükümet yetkililerinin “Adamın birisi selam vermiş, öbürü almış, olmuş sana örgüt” diye bahsettiği Selam, sözde/fason bir örgüt mü? Selam Terör Örgütü, en son 2014’te Yargıtay kararıyla silahlı terör örgütü olarak onandı. Yargıtay daha önce 2002 ve 2006’da Selam’ı terör örgütü olarak tanımlamıştı. 2014’te yeniden karara bağlanan Umut davası soruşturmasında örgütün nitelikleri ve yönetim kadrosundan ayrıntılarıyla bahsediliyor. 2007 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıkladığı 12 terör örgütü içinde tanımladığı Selam, Yargıtay’ın tespitine göre Türkiye’de İran tipi Şii menşeli bir şeriat devleti kurmak istiyor. Örgütün adına, 2000 yılında Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun ölü şekilde yakalandığı baskında ele geçirilen dijital belgelerde rastlandı. Sonrasında Ankara’da yapılan baskınlarda örgütün cephaneliğine ve yönetici kadrosuna ulaşıldı. Baskında yakalanan Mehmet Ali Tekin, Yusuf Karakuş, Abdülhamit Çelik, Muzaffer Dağdeviren, Fatih Aydın, Mehmet Şahin, Talip Özçelik ve Arif Tarı, 1993 yılında gerçekleştirilen Uğur Mumcu suikastının failleri olduğu gerekçesiyle yargılanıp ceza aldı. Aynı zamanda bu örgütün Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı’ya yönelik bombalı saldırıların da faili olduğu iddia ediliyor. Uğur Mumcu davası iddianamesinde yer verilen bilgilere göre örgüt, iki ayaktan oluşuyor. Birincisi, 1979’da İran’da Devrim Muhafızları bünyesinde kurulan Kudüs Ordusu. Bu grup, İran Devrimi’nden etkilenen Türkiye’deki kimi İslamcıları İran’da eğitip geri gönderdi. Sonra Türkiye’de örgütlenmeye başladı ve Halkın Mücahitleri Örgütü mensupları ile birlikte ABD, İsrail, Mısır, Irak ve İngiliz vatandaşları ile aydınlara yönelik silahlı eylemler gerçekleştirdi. Örgüt üyelerinin İran’da Kudüs Ordusu ve İran gizli servisi Sawama mensuplarından askeri ve örgütsel eğitimin yanında silah ve mühimmat yardımı aldığı biliniyor. Grubun bir diğer ayağı, 1985’te Nurettin Şirin tarafından çıkarılan İstiklal ve Şahadet dergileriyle 1989’da yayınlanan Tevhid dergilerinin birleşmesiyle oluştu. İran tarafından finanse edildiği ileri sürülen grup, 1993’ten itibaren Selam gazetesini çıkardı. Bir yıl sonra da Selam ve Kültür Dayanışma Vakfı’nı kurdu. Daha sonra grup ‘Selam’ adıyla anıldı.Örgütün son hedefi neydi?2011’de başlatılan son Selam örgütü soruşturması kapsamında Hüseyin Yazıcıoğlu’nun evinde bulunan belge ve dokümanlar, örgütün geçmişi göz önüne alındığında hayli endişe verici. Başka şahıslar adına düzenlenmiş pasaportlar, küçük kâğıtlar ve ajandalara yazılmış bazı notlar, Halkalı’da bulunan nükleer santralin krokileri, ABD ve İsrail başkonsolosluklarının uydudan çekilmiş fotoğrafları bu belgelerden sadece birkaçı. İddialara göre eğer örgüt deşifre edilmeseydi, Türkiye ile İsrail ilişkilerinin gerildiği bugünlerde sansasyonel bir eylem gerçekleştirilecekti. Soruşturmadaki bilgilere göre örgüt üyeleri, konsolosluk çevresinden üç de ev kiralamıştı. Böylesi bir eylem, hükümet içine kadar sızan örgütün yapısı dikkate alındığında Türkiye’yi uluslararası arenada büyük zora sokacaktı. Yine Yazıcıoğlu’na ait bir bankadaki hesapta büyük meblağlardaki para transferleri, İran-Türkiye arasındaki casusluk bağlantısını ortaya koydu.‘Selam’da kaç kişi dinlendi?Selam Terör Örgütü soruşturmasını yürüten emniyetçilere yönelik operasyonun gerekçesini oluşturan usulsüz dinleme, telekulak ve casusluk suçlamalarının kaynağı olan dinlemelerle ilgili rakamlar konusunda birçok spekülasyon yapıldı. Emniyetçilere yönelik operasyonla ilgili süreç, hükümete yakın medya organlarında aylar öncesinden yapılan yalan ve çarpıtma haberlerle hazırlandı. İddiaya göre toplam 251 şüphelinin bulunduğu Selam soruşturması bahane edilerek 7 bin kişi keyfi olarak dinlenmişti. Bunların yanında Başbakan Erdoğan ve MİT müsteşarının da dinlenen isimler arasında olduğu iddia ediliyordu. Ancak soruşturmayı başlatan ve daha sonra görevden alınan Savcı Adnan Çimen’in yaptığı açıklamaya göre, dinlenen kişi sayısı belgeleriyle birlikte sabit olmak üzere 230 civarındaydı. Konu, İstanbul Başsavcısı Hadi Salihoğlu’na soruldu. Salihoğlu, binlerce kişilik dinlemenin söz konusu olmadığını belirterek, farklı rakamlar konuşulmasını dosyanın kapsamı ve büyüklüğü sebebiyle dinlenen kişilerin yanlış sayılmasına bağladı: “Siz de kardeşim bir anda yükleniyorsunuz. Yanlış sayılıyor demek ki.” Son olarak İstanbul Başsavcılığı’nın açıklamasında dosya kapsamında dinlenen kişi sayısının 238 olduğu açıklandı. Öte yandan Selam soruşturması sebep gösterilerek gözaltına alınan emniyetçilerin avukatları da, emniyetçilere yönelik soruşturma dosyasında Başbakan ve MİT müsteşarının dinlendiğine dair bir iddianın bulunmadığını açıkladı. Başbakan’ın dinlendiği iddiasının emniyetçilere yapılacak operasyona yönelik kamuoyunda oluşacak tepkilerin önüne geçme amacı taşıdığı belirtiliyor.‘Selam’a takipsizlik kararı ve emniyetçilere operasyon ne anlama geliyor?22 Temmuz’da şok operasyonla sahur vakti evlerinden alınan 115 polis, casusluk, paralel örgüt, telekulak gibi ciddi suçlamalarla karşı karşıya kaldı. Ancak adliyeye sevk edilen polislerden yalnızca 31’inin ‘casusluk’ gerekçesiyle tutuklanması akıllarda soru işaretleri bıraktı. Sözde paralel iddiasıyla başlayan soruşturma ‘dağ fare doğurdu’ yorumlarına yol açtı. “Hangi belge ve bilgi hangi ülke ya da kişilere sızdırıldı?” sorusu cevapsız kalırken, hâkimin polislerin ifadelerini bile almadan karar vermesi hukuk tarihine geçti. Gözaltına alınan emniyet mensupları, İran tarafından taşeron olarak kullanılan örgütün devlet içindeki yapılanmasının boyutlarını ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Peki İranlı casusları avlamaya çalışan polisler neden avlandı? Hakkâri eski Emniyet Müdürü Tufan Ergüder’in açıkladığı bilgilere göre, hükümetin içinde Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlara mesafeli yaklaşan İran yanlısı bir kanat var. Selam örgütünün devlet içindeki yapılanması da bu kanatın kanatları altında devletin kılcal damarlarına kadar sızdı. Emniyet müdürlerine yönelik operasyon da kamuoyunun bildiği yönüyle 17 Aralık operasyonlarının rövanşı niteliğinde görünse de, diğer cephesiyle devlet içindeki ‘Derin İran’ı temize çıkarıp korumaya almak için yapılan bir ameliyat.Delillere rağmen hangi gerekçeyle takipsizlik verildi?Hükümetin içine kadar sızan Selam örgütüyle ilgili dosyada çok önemli deliller var. Ancak Selam örgütüne yönelik casusluk soruşturmasına takipsizlik verilerek casusları soruşturan polislere casusluk suçlaması yapıldı. Peki devlet için böylesine kritik bir soruşturma hangi gerekçeyle takipsizlikle sonuçlandı? 2014 Ocak ayında Selam soruşturması savcıları Adem Özcan ve Adnan Çimen’in görevden alınarak dosyanın İrfan Fidan’a verilmesi her şeyi değiştirdi. Fidan’ın ilk işi 2011 yılında eşi Hüseyin Yazıcıoğlu ve Selam örgütü konusunda önemli ifadeler veren ve soruşturmanın başlamasına katkı yapan Kamile Yazıcıoğlu’nun ifadesini yeniden almak için Bursa’ya bir ekip göndermek oldu. Kamile Yazıcıoğlu’nun önce verdiği ifadeyi reddedip farklı bir ifade vermesi dosyayla ilgili takipsizlik kararının verilmesine gerekçe oldu.Polis, eylem yapmayan bir örgütün peşinde mi?Selam’a yönelik son operasyonun 2000’de yapıldığı görülüyor. Türkiye’de karanlık cinayetlere imza atan örgüt en son 2011’de Etiler’de sekiz kişinin yaralandığı bombalı saldırıyla gündeme geldi. Örgüt, İsrail Konsolosluğu’nun da bulunduğu yol güzergâhında yaşanan saldırıyı üstlenmedi. Örgütün uzun süren eylemsizliği, örgüte yönelik soruşturmanın bazı kişilerce ciddiye alınmaması ve sulandırılması gayretlerinin artmasına yol açtı. Son olarak Akit Gazetesi yazarı A. İhsan Karahasanoğlu, ‘Bu tantana ne Tantan’ başlıklı yazısında örgütün bu eylemsizliğine vurgu yaparak, Selam Örgütü’ne yönelik önemli operasyonlara imza atan ve bu örgütün vahametini anlatan eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ı eleştirmişti. Karahasanoğlu yazısında hızını alamayıp Selam soruşturmasını yeniden başlatan emniyetçilere de, “Hâlâ ne diye peşinde koşuyorsunuz?” diye çıkıştı. Ancak, örgütle ilgili atladığı en önemli detay da bu noktada gizli. Selam Örgütü hem silahlı hem de sosyal eylemlerle toplumu karıştıracak bir yapıya sahip. Örgüt karakteri gereği, bir yönüyle, olağanüstü dönemlerde silahlı eylemlerle siyasete ve toplumsal olaylara yön verirken, diğer yönüyle toplumda başta dini konular olmak üzere hassasiyet oluşturan konularda ortaya çıkıp toplumsal kutuplaşmaları da kullanarak provokasyonlara imza atmasıyla tanınıyor.Selam örgütü dosyası tamamen kapandı mı?Uzmanlara göre, Selam terör örgütü soruşturmasındaki bilgi ve belgeler, devleti saran casusluk ağının verilen takipsizliğe rağmen başka soruşturmalarla mutlaka ortaya çıkarılacağını gösteriyor. Şu an dosya hakkında takipsizlik verilmesi, daha önce elde edilen delillerin karartılması anlamına gelmiyor. Savcılar mevcut delillerle her zaman bu konuda yeni bir soruşturma açabilir.Başbakan’ın ‘proje’ dediği mahkeme, görevini yaptıEmniyette deprem etkisi yapan soruşturma, hükümete yakın medya organlarında ‘ha geldi ha geliyor’ diye beklenirken adım adım gerçekleşti. 17 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması sonrası dört bakanın görevlerinden ayrılmak zorunda kalması, hükümetin intikam almak için düğmeye basmasına yol açtı. Başbakan Tayyip Erdoğan’a göre, delilleri ve belgeleriyle Türkiye’yi sarsan yolsuzluk soruşturmasının asıl amacı hükümeti yıkmaktı. Önce örgütün adı ‘paralel’ olarak kondu. Sonra Erdoğan, 30 Mart seçimlerinde sözde paralel örgüte karşı mitingler yaptı. Hükümet yetkililerinin ‘paralel’ mi ‘cemaat’ mi olduğu yönünde tanımlamakta zorlandığı bu soyut örgütle ilgili Başbakan kürsüye her çıktığında yeni ama temelsiz iddialar gündeme getirdi. Mesnetsiz hayalî örgüte tepkiler arttı. “Bu örgüt nerede? Varsa deliliniz çıkarıp soruşturun” çağrılarına Erdoğan, “Bir proje geliştiriyoruz. Binlerce dava açılacak.” diyerek cevap verdi. Ardından acil koduyla kurulan Sulh Ceza Hakimlikleri (SCH) hayata geçirildi. Mahkemelerin yönetimlerine ise şaibeli isimler atandı. 17 Aralık sürecinde sanıklara tahliye kararı veren ve Facebook’taki sayfasında Erdoğan’ı öven Hakim İslam Çiçek, bunlardan biriydi. Çiçek, emniyetçilerle ilgili verdiği tutuklama kararlarıyla görevini yerine getirdi.Selam Tevhid Kudüs Ordusu’nun terör geçmişi1-10.3.1988 tarihinde İstanbul Harbiye’deki Suud-Amerikan Bankası’na bomba konulması.2-25.10.1988 tarihinde Suudi Arabistan Büyükelçiliği’nde görevli Abdulgani Bedevi’nin tabancayla öldürülmesi.3-2.4.1989’da İngiltere Büyükelçiliği’nde görevli Hüseyin Osman’a ait araca ve Türk İngiliz Kültür Derneği’ndeki oto garajı önüne bomba konulması.4-16.10.1989 tarihinde Suudi Arabistan Büyükelçiliği’nde görevli Abdurrahman el Silebi’ye ait araca bomba konulması.5-14.01.1990’da Suudi Arabistan Büyükelçiliği’nde görevli Abdurrezzak Keşmiri’ye ait araca bomba konulması.6-18.6.1990 tarihinde Türkiye Diyanet Vakfı kitap satış mağazasına bomba konulması.7-31.1.1990 tarihinde Muammer Aksoy’un tabancayla öldürülmesi.8-6.10.1990 tarihinde Bahriye Üçok’un bombalı paketle öldürülmesi.9-26.3.1991’de Irak Büyükelçiliği görevlisi Kayıs Ali Hüseyin’e ait araca bomba konulması.10-28.10.1991 gününde ABD vatandaşı Victor Marwick’in aracına bomba konularak öldürülmesi ve Mısır Ankara Büyükelçiliği’nde görevli Abdullah Hüseyin Kurabi’ye ait araca bomba konulması11-30.12.1991 tarihinde Hürriyet Gazetesi Ankara bürosu önüne bomba konulması.12-12.12.1991’de Hindistan Büyükelçiliği’nde görevli Yash Palkumar’a ait araca bomba konulması.13-7.3.1992 tarihinde İsrail Büyükelçiliği’nde görevli Ehud Sadan’ın aracına bomba konulması.14-24.1.1993 gününde Uğur Mumcu’nun aracına bomba konularak öldürülmesi.15-19.4.1994 tarihinde Yugoslavya Konsolosluğu’nda görevli Zivarov Simiç’e ait araca bomba konulması.16-7.6.1995 tarihinde Yuda Yürüm’e ait araca bomba konulması,17-14.7.1999’da Çankaya’daki elektrik trafosuna bomba konulması.18-21.10.1999 tarihinde Ahmet Taner Kışlalı’nın aracına bomba konularak öldürülmesi.19- 26.5.2011’de Etiler’de elektrikli bir motosiklete bomba konulması sonucu sekiz kişinin yaralanması olayı.

Araplara Türkiye’yi anlatıyoruz

$
0
0
zamanarabic.com yayın hayatına başladı. Arapça haber sitesi, Türkiye’den, Arap dünyasından ve dünyadan haberler yapıyor. “5-6 ay sonra eminim ki Arap dünyasının referans gazetelerinden biri olacak.” diyen editör Cumali Önal’dan ‘Zaman Arapça’nın hikâyesini dinledik.ZamanArabic’in doğuş hikâyesi nedir?Uzun yıllar gazeteci olarak Mısır’da görev yaptım ve Türkiye’nin Arap dünyasında nasıl yanlış algılandığına hatta hiç bilinmediğine bizatihî şahitlik ettim. Türkiye ile ilgili haberler genellikle tek tip kaynaktan elde ediliyor.Nedir bu tek tip kaynak?Bunlar Batı menşeli kaynaklar ya da Türkiye’deki resmi kaynaklar oluyor. Ancak dönüp dolaşıp yine Batılı kaynaklar referans alınıyor.‘Bizi en doğru biz anlatırız’ mantığıyla mı Türkiye’den yayın yapmaya başladınız?AK Parti’nin ilk iki döneminde, Türkiye’yi bölgeye örnek olarak gösteriyorduk. Ancak bu örneği anlatacak gazete veya medya kurumu yoktu. Son olaylarda özellikle 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonu bize çıkış kapısı oldu.Nasıl yani?Yaşananların hepsi İslam ve Arap dünyasının genel sorunu. Arap dünyasında diktatörlük ve geri kalmışlık hâkim. İnsanlara değer verilmiyor. Komplo teorileri de cabası. Benzer süreç Türkiye’de de yaşanıyor. Şu an Türkiye’de yaşanan süreci kimse bilmiyor bence. Türkiye’de tüm muhalif güçler hedefte. Hizmet Hareketi ve diğer muhalif hareketler… Türkiye’de dış mihraklar sürekli hükümet tarafından dile getiriliyor. Resmi olarak ‘Dış mihraklar kimdir?’ diye sorulduğunda cevap verilemiyor. Bunun için de yaşanan süreci çok iyi anlatacak medya organı gerekli. Uzun zamandır var olan Zaman Arapça projesini bu süreç yaşanınca realize ettik. Kolay bir proje değil. Çalışacağınız ekibin Arapça’yı çok iyi bilmesi lazım. Uzun zamandır tüm bu saydıklarım bir araya gelmediği için erteleniyordu.Ne kadarlık bir geçmişi var peki?Uzun yıllar bölgeye gidip gelen birisiyim. Özellikle AK Parti iktidara çok muazzam projelerle geldi. AB uyum süreci, demokratikleşme paketi ve kanun dışı güçlerle mücadele gibi… Bu süreç ilk iki dönem çok iyi devam etti. Ancak Ortadoğu bölgesi bu gelişmeleri iyi okuyamadı. Türkiye’deki yaşanan süreci takip edemediklerini veya yanlış anlayıp yanlış tahlil ettiklerini söylüyorlardı. Çünkü ellerinde çok fazla kaynak yoktu. Türkiye’yi takip eden gazeteci sayısı çok sınırlıydı. Biz de özellikle 2003 yılından itibaren sürecin çok iyi aktarılması gerektiğini anladık. Mesela Ortadoğu’da laiklik 30-40 yıl önceki gibi dinsizlik olarak algılanıyor. Bu yüzden Türk toplumunun İslamiyet dışı dine sahip oldukları çok yaygın bir anlayış.Başbakan’ın Ortadoğu gezilerinde kullandığı laiklik söylemi Arap dünyasında nasıl algılandı?Müslüman Kardeşler’den çok tepki geldi. Bölgeye geldiğinde verdiği ilk mesaj laiklikti. Gerçekten çok önemli bir mesajdı. Ancak Türkiye ile yakın ilişkisi olan dini hareketler çok tepki gösterdi bu mesaja.Haber konularını neye göre seçiyorsunuz?Daha çok Arapların hoşuna gidecek, dikkatini çekecek haberleri tercih ediyoruz. Ekipteki arkadaşlarımızın çoğu Arap. Onların da önerileri doğrultusunda seçiyoruz haberlerimizi. Mesela, Araplar künefeye bayılıyor. Sitemizde künefe tarifine yer verebiliyoruz. Türk sporunu da vermeye çalışıyoruz. Dünya Şampiyonası’nı detaylı olarak vermeye çalıştık. Arap dünyasındaki spor gelişmelerine de yer veriyoruz. Ayrıca Türk kültürünü, güzelliklerini, Anadolu insanını anlatacağız. Çünkü Türkiye, onların hayallerini süsleyen bir ülke.Yaptığınız haberlere geri dönüş oluyor mu?Özellikle 17 Aralık süreciyle ilgili telefonla, mail yoluyla çok yorum aldık. Araplar, yayın hayatına başlamadan önce Başbakan’ın Hizmet Hareketi’ni itibarsızlaştırmaya karşı kampanyası olduğunu bilmiyorlardı. Ancak yayın hayatıyla beraber Başbakan’ın ne yapmak istediğini yavaş yavaş anlamaya başladılar. ‘Başbakan da tipik Ortadoğu liderine bürünmeye başladı’ diyorlar. Belgeli, gerçeklere dayanan habercilik yapmaya çalışıyoruz. Zaman Arapça, 5-6 ay sonra eminim ki Arap dünyasının referans yayınlarından biri olacak.Anlattıklarınızdan Arap dünyası Türkiye’yi yanlış biliyor algısı oluşuyor. Öyle mi hakikaten?Son 10 yılda insanların çoğu Türklerin Müslüman olduğunu öğrendi. Türkiye ile ilgili o kadar çok bilmedikleri nokta var ki; bazı insanlar Türkiye nerede diye soruyor. Adım Cumali, buna rağmen bana ilk sordukları, ‘Sen Müslüman mısın?’ oluyordu. Türkiye’yi iyi anlatmamız lazım.Türkiye’den Arapça yayın yapmak zor olsa gerek…Tabii ki zor. Çalışanların Arapça ve Türkçeyi çok iyi bilmesi gerekiyor. Mısır’daki Türkoloji bölümlerinin faydasını çok gördük. 13 tane Türkoloji bölümü var. Mezun olan genç Mısırlılar Türkçeyi çok iyi konuşuyor.Arapça yayın yapan internet siteleri varken Türkiye menşeli Arapça yayın yapan bir site kurmak ne kadar doğru?Bu konuda rakipsiziz. İlk başlarda, Arap medyası bizleri korkutuyordu. Ancak ağırlıklı olarak Türkiye’deki haberleri doğru bir şekilde verdiğimiz zaman insanlarda merak oluştu. Özellikle tarafsız kalmaya çalışıyoruz. Fazla yoruma kaçmadan Başbakan’ın ve diğer siyasi parti liderlerinin görüşlerini vermeye çalışıyoruz. Olayların dini boyutunu da aktarıyoruz.İslam dünyası, Filistin’i iç politika malzemesi yapmakla yetiniyorİsrail’in Filistin’e yaptığı saldırıların temelinde neler yatıyor?Gazze’ye üç şekilde bakmak lazım. Birincisi Arap ve İslam dünyasının bakışı. İkincisi, İsrail ve Batı bloğu. Üçüncüsü ise Filistinlilerin kendi bloğu. İlk olarak, Filistin’in kendi aralarında parçalanmış bir yapıları var. Birlik olmamaları İsrail’in ekmeğine yağ sürüyor. En zayıf karınları kendileri. İkincisi, İslam dünyası Filistin’i tamamen iç politika malzemesi yapıyor. Başbakan da son dönemde bunu çok yapıyor. Mavi Marmara olayı da tamamen Filistin’in kullanılmasıdır. İran bunu sürekli kullanır. Üçüncüsü ise İsrail, işgalci ve zalim bir ülke. Hem Filistin’in hem İslam dünyasının parçalanmasını çok iyi kullanıyor. Arkasında bulunan dünyanın güçlü ülkeleriyle zulmediyor. Rusya da bu konuda çok dürüst davranmıyor.Mısır’ın Gazze ile sınır olması...Mısır, Gazze’nin dünyaya açılan kapısı. Mısır olmazsa Gazze ölüme terk edilmiş olur. İsrail, Gazze’yi Mısır’ın üzerine yıkmaya çalışıyor. Çünkü insanlar açlıktan ölse sorumlusu İsrail. Her türlü şey İsrail’den sorulur.Arap baharı, Arap kışına dönüştüUzun süre Ortadoğu’dan Türkiye’ye haber geçtiniz. Şimdi Türkiye’den Arap dünyasına haber geçiyorsunuz...Bölgeye, Türkiye’de yaşanan süreci en iyi anlatabilecek kişilerden biriyim şu anda. Çünkü diktatörlüklerin kol gezdiği bölgeden geliyoruz. İnsanlar koltuklarını nasıl koruyor, nasıl diktatör olunuyor, insanlar nasıl kontrol edilebiliyor, ne gibi araçlar kullanılarak bu sağlanıyor? Biz bunların hepsine bölgede şahitlik ettik. Türkiye’de durum hiç farklı değil. Özellikle 17 Aralık sürecinden sonra hükümetin yapmak istediği de otoriterleşme. Algı operasyonları yapılıyor. Başbakan Türkiye’yi Ortadoğu’nun tipik ülkesi haline getirmek istiyor. Mesela Ortadoğu’da diktatörlerin koltuklarını bırakmamalarının sebebi; yönetme sevdası ve koltuktan düştükten sonra yolsuzluklarının ortaya çıkacak olması.Tayyip Erdoğan’a ‘diktatör’ dediniz mi gerçekten? Arap Baharı başladıktan sonra Türk dış politikası çok kötü çuvallamaya başladı. Libya’da, Tunus’ta, son olarak da Mısır’da. Ben de bunların yanlış olduğunu söyledim. Arap medyası da bu konuya çok ilgi gösterdi. ‘Türkiye bölgeyi tanımıyor, bilmiyor ve dolayısıyla ileride bu Türkiye’nin başına gaileler açacak.’ diye yazdıkça medyadan ister istemez talepler gelmeye başladı. Müslüman Kardeşler karşıtı bir gazeteciyle röportaj yaptım. Erdoğan’ın parti içinde çok güçlü biri olduğunu söyledim. Diktatör demedim. Sadece, ‘kendi partisi içinde diktatör gibi hareket ediyor’ dedim. Fakat bu sözüm o günün şartlarından da kaynaklanarak çarpıtıldı. Böylece hem Türkiye’ye zarar vermek istediler hem Müslüman Kardeşler’e. Ancak şu söylemi de kullandım. ‘Recep Tayyip Erdoğan tipik bir Ortadoğu lideridir.’Tehdit aldınız mı?Telefonla değil de sosyal medyadan çok ciddi tehditler aldım. Her türlü hakaret, iftira ne istersen. Ancak bunlar benim için hiç önemli değil. Zaten bu tür şeylere alışkınız. Söylediklerimin de hâlâ arkasındayım.Arap Baharı için ne söylersiniz?Başlangıçta çok güzel bir hareketti. İnsanları totaliter, otoriter yapılara yönelik bir haykırmaydı. Özellikle gençler arasında yönetimlere karşı ciddi bir isyan birikimi vardı. Hiç devrilmez denen Berlin Duvarı bile böyle devrildi. Ancak, Arap Baharı denen süreç Arap kışına dönüştü.

BEYOĞLU’NUN HAYAL SAHAF’I

$
0
0
Vahan Kocaoğlu nam-ı diğer Sahaf Vahan, hayatının önemli yıllarını sahaflık yaparak geçirmiş. Şimdilerde Beşiktaş’ı mesken tutuyor.Kimilerine göre kaldırım kütüphanesi kimilerine göre ise bir kültür hamalı 89 yaşındaki Vahan Kocaoğlu, nam-ı diğer Sahaf Vahan Usta. Böyle tanınmasının sebeb-i hikmeti hayatının en önemli yıllarını Beyoğlu sokaklarında sahaflık yaparak geçirmiş olması. Hakkında belgeselleri yapılıp kitapları yazılan Sahaf Vahan, şimdilerde Beşiktaş’ı mesken tutuyor.Yozgatlı Ermeni bir ailenin çocuğu olan Kocaoğlu, üç yaşındayken İstanbul’a göç ediyor. İstanbul Boğazı’nın donduğu günleri gösteriyor takvimler. Bu dönemi yoksullukla geçiyor, öyle ki Beşiktaş’ta bir Ermeni mezarlığında yaşıyorlar bir süre. Küçük yaşlarda çalışmayı, eve ekmek getirmeyi öğreniyor. Cihangir ve Emirgan’da önce bahçıvan sonra kunduracı yanında çıraklığa başlıyor. Sahaflığa da o yıllarda merak salıyor. İmkânsızlıkların içinde keşfettiği kitapları ‘Hayatımın çığır noktasıydı.’ diye anlatıyor. Maddi zorluklara rağmen haftalığının yarısını kitaplara harcıyor. Bu sevgi bir anda onun yaşamı oluveriyor. Açtığı kunduracı dükkânını uzun süre işletemeyince ‘ver elini Beyoğlu’ diyor ve 45 yıllık sahaflık hayatı başlıyor. Galatasaray Lisesi’nin yanı başına kurulu tezgâhıyla hizmet veriyor. Kimler yok ki onun daimi müşterileri arasında; Özdemir Asaf, Cemal Süreya, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Salah Birsel, Agâh Özgüç, Erol Günaydın, Nejat Uygur, Metin Erksan, Cahit Irgat. Mesleğinin ilk yılları onu ziyarete gelen ünlü simalar için hazırladığı teşrifat defteri bulunan Kocaoğlu, “Ne yazık ki bu deftere biri zarar verdi. En büyük pişmanlıklarım arasındadır bir daha defter tutmamış olmam. Gençliğin getirdiği hallerden ve üşengeçliğimden hep erteledim. O vakit ünlü olanların arasında sonraları üst makamlara gelen isimler de vardı. Şayet defteri tutsaydım şimdi anı olarak yayınlayabilirdim ve delil olurdu. Geride sadece anlatılanlar var, yazı her zaman iyi bir araç olarak kalıyor.” diyor.En büyük kaybım...Vahan Usta’yı tanıyan birçoğuna göre o ‘Hayal Sahaf’. Böyle anılmasının sebebini kendisinden öğreniyoruz: “Çekingen biriydim. Gölgeye benzetilirim bu yüzden. İnsanlara hizmet veren bir mesleği icra ediyorum ama yine de bunu aşamadım. Böyle olunca eş dost ‘Hayal Sahaf’ diye seslenir oldu bana.” Ziyaretimizde bize 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili yaşadıklarını anlatan karikatürleri gösteriyor: “O zamanlarda Osmanlı Yokuşu’ndaki kunduracıda çıraklık yapıyordum. Birkaç tane gayrimüslim dükkânı bulunuyordu. Akşam saatlerine doğru sokaklardan ses gelmeye başladı. ‘Vatan elden gidiyor, vurun, acımayın’ diye bağırıyorlardı. Halk toplandı, meydan kalabalık, ben de oradayım. Dükkânların camları taşlanıyordu. Kepengi kapattım ama kilit eski. Polislerin gelmesiyle onların arasına katılıp ayrıldım. Biraz daha geç olsaydı kurtulamayabilirdim.”“2003 yılında sokak satıcılarına gelen yasaktan, zabıtaların onu idare etmesiyle bir şekilde kurtulur. Bu hal 2006’ya kadar devam eder. Yasağa üç yıl dayanabilen Sahaf Vahan’ın 45 yıllık Beyoğlu yolculuğu da bitmiş olur. ‘En büyük kaybım, üzüntüm’ dediği olaydan sonra Beşiktaş Vapur İskelesi civarında geçimini sürdürmeye başlar. Şimdilerde evinde dinlenen Sahaf Vahan’ın tezgâhına oğlu bakıyor.Elimden çok değerli kitaplar geçtiBugüne kadar çok değerli kitapların alım satımını yapan Sahaf Vahan, arkadaşlarından eleştiriler almış: “Arkadaşlarım pahalı fiyatlara satarken ben tam tersini uygulardım. Belki de bu yüzden kitaplarım çok rağbet görürdü. Tabii yılların verdiği tecrübeyle elime değerli kitaplar, dergiler ve albümler geçiyordu. Bir keresinde adamın biri bana alay eder gibi, ‘Usta, senden aldığım kitabı Amerika kütüphanesine sattım.’ dedi. Yani benden 5 liraya aldığı kitabı orada 100 liraya satmış. Üzülüyorum şimdi fakat halk da beni böyle sevdi. Yüzümün yumuşaklığı ve içimin el vermemesiyle yapamadım.”Dağlarca ile iyi dosttukFazıl Hüsnü Dağlarca ile aralarında samimi bir dostluk olduğunu söyleyen Vahan Kocaoğlu, “İlk zamanlar çok iyi değildik. Gelir yanıma şunu da satsan fena olmazdı, der öğüt verir geçerdi. Uğradığında hep laf atardı. Sonraları sevdik birbirimizi. Hatta ‘Ustacığım, düzyazı yazmıyorum ama yazacak olsaydım seni yazardım.’ der gönlümü alırdı. Hiç unutmuyorum, bir keresinde bana kitapların çok tozlu, bunları az silkele, demiş ve beni kırmıştı. Ben de ona, ‘Ne var aldığımız hava çok mu temiz sanki!’ dedim. Bir zaman bana bu sebepten küs kaldı. Bazen Özdemir Asaf’ı beraberinde getirirdi, çay içer ve kitaplar üzerine muhabbet ederdik.” diyor.

Başbakanlığın yolu ‘paralel’den geçiyor!

$
0
0
Bir zamanlar Cemaat’e övgü dolu sözler söyleyen AK Parti’nin önde gelen isimleri şu sıralar her fırsatta paralel yapı söylemine sarılıyor. Sanki aralarında en özgün benzetmeyi, en çarpıcı eleştiriyi kim yapacak yarışı var. Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı seçilirse yerine düşündüğü birkaç ismin olduğunu açıklamıştı. Görünen o ki öne çıkacak isimin yolu ‘paralel’den geçiyor.Ortada çok ciddi iddialar var. Bir tarafta hükümet kanadından bazı isimlerin karıştığı yolsuzluk, kara para aklama, rüşvet ve devlet görevlilerinin kanlı terör örgütlerine yardım ve yataklığı iddiaları... Diğer tarafta bu iddiaları delillendirip soruşturma açan savcıların talebiyle operasyonu yapan polislere yönelik usulsüz dinleme, paralel bir yapı oluşturma ve cususluk iddiaları... Bu sebeple polisler gözaltına alındı, hukuksuz uygulamalar yapıldı. İşin ilginç yanı bunların konuşulduğu dönemde hükümet sözcüsü Bülent Arınç, NTV’de Oğuz Haksever’in konuğu oldu ve şöyle bir açıklamada bulundu: “Bir kucaklaşmayı gönülden isterim. Ancak ‘bizim içimizde yanlış yapanlar vardır ve bizim artık bunlarla ilgimiz yoktur’ denmesi yönünde yaptığım çağrıya yanıt gelmedi. Bu olmadıkça gerilim artacak gibi görünüyor.”Sanki bir ailede, mesela damatların arasında kişisel husumet çıkmış da, büyük enişte özür dilerse, küçük enişte affedecek gibi bir tablo çiziyor hükümet sözcüsü. Kemal Sunal’ın meşhur “Tutmayın küçük enişteyi, salıverin gitsin.” repliğindeki durum gibi! Fakat bahsi geçen mevzular gereksiz bir aile kavgası değil. Her iki tarafa dair iddialar çok ciddi, hukuksuzluk tarihe geçecek nitelikte.Tutuklamaların olduğu, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaştığı şu dönemde kurt siyasetçi Bülent Arınç neden ‘Cemaat özür dilesin’, ‘Kadınlar kahkaha atmasın’, ‘Kocasını bırakıp tatile çıkan evli kadınlar’, ‘Direğe tırmanan kadınlar’ çıkışları yapıyor? Bir yerlere ben de varım çağrıları mı bunlar?Bu soru Mehmet Ali Şahin için de sorulabilir? AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, bağımsız milletvekilleri Hakan Şükür ve İdris Naim Şahin’in, tutuklanan emniyet mensuplarını ziyaret etmesini, “Demek ki böyle bir yapı var olduğu tezini güçlendiriyor.” şeklinde yorumlamış, Cumhuriyet savcısının elindeki en önemli delillerden bir tanesi olarak bu ziyareti göstermişti. Hatta milletvekili Hakan Şükür’ün siyasi duruşunu yani politik anlayışını eleştirmek için kurduğu şu cümleler yılların siyasetçisi için son derece basit ifadeler değil mi: “Kafa golleriyle meşhur Hakan Şükür’ün böylesine kafasızlık yapmasını yadırgadım.”Mehmet Ali Şahin’in ve partinin önde gelen bazı isimlerinin son dönemlerde yaptığı bu açıklamaları köşe yazarları, Tayyip Erdoğan’dan sonra başbakan olmak için yapılan çıkışlar olarak yorumladı. Şahin’in diğer isimlerden önemli farkı Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına adaylığını açıklayan isim olması. AK Parti’nin son ana kadar çok gizli tuttuğu cumhurbaşkanı adayını, böylesi önemli bir açıklamayı, Şahin’in yapması başbakanlık ve genel başkanlık için güçlü bir isim olduğuna işaret olarak yorumlandı.Şahin, paralel karşıtı tutumunu daha bir belirginleştirmek için bulduğu her fırsatı değerlendirdi, peş peşe paralel yapıyı sarsacak, açıklarını ortaya çıkaracak beyanatlar verdi! AK Parti tabanına ve kendinden sonra başbakanlık yapmasını istediği kişiye dair “Bir mimar eserini ortaya koymadan önce tasarlar, sonra da kağıda aktarır. Şu anda gönül dünyamızda tasarım halinde olsa da birkaç isim var.” diyen Tayyip Erdoğan’a ben de varım mesajları gönderdi. Davutoğlu mu, Şahin mi?Tayyip Erdoğan, Köşk’e çıkması durumunda başbakan olacak kişiye dair tasarımı olduğunu söylediği açıklamasında, bir değil, birkaç tane isim üzerinde düşündüğünü söylemişti. Başbakanlık için kulislerde adı geçen diğer güçlü isim Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu. Derin dış politika bilgisi ve öncülüğünü ettiği vakıflarda yetişen entelektüel kadroları dolayısıyla toplumun kendisine karşı bir teveccühü vardı. Bakan olmasını geniş kitleler menmuniyetle karşılamıştı. Ama ‘Komşularla sıfır sorun’ sloganıyla göreve başlayan Davutoğlu’nun politikalarının neticeleri birçok kesimde hayal kırıklığı oluşturdu. Son yaşanan Musul Konsolosluğu çalışanlarının rehin alınması olayı mesela. “Sizi kendimizin bir parçası olarak görüyoruz, ben sizin de bakanınızım.” diye sesleniyordu Davutoğlu, 2009’da Musul’daki konsolosluğun açılışına katılan Musullulara. Bugün Davutoğlu’nun bu sözlerle açtığı Musul Türk Konsolosluğu binası IŞİD’in yani İslam Devleti’nin merkezi. Konsolosluk çalışanları ise rehineleri. BBC Türkçe, yayınladığı bir makalede bu durumu fiyasko olarak tanımlıyor ve Türkiye’nin bölgede azalan nüfuzuna örnek olarak gösteriyor.BBC’ye göre; kibir, Sünni mezhepçilik ve AK Parti’nin kötü kararları, dış politikada etkin ve yetkin bir konumda olabilecek Türkiye’nin yumuşak gücünü tüketti. Yine aynı makaleye göre AK Parti hükümetinin dış politikasını yöneten Davutoğlu’nun, Erdoğan Köşk’e çıkınca yerine başbakan olarak geçeceğine dair güçlü söylentiler var.T24 yazarı Murat Sabuncu’nun ismini vermediği bir devlet yetkilisine dayandırarak yazdığı makalesine göre, Musul krizinin müsebbibi Davutoğlu. MİT Müsteşarı Hakan Fidan konsolosluğun boşaltılmasını isterken, Davutoğlu ‘bayrak dalgalanmalı’ diyerek bunu kabul etmemiş. Fazlasını ‘yayın yasağı’nı dikkate alarak yazmayan Sabuncu, Davutoğlu ile Fidan’ın arasının bu sebeple açık olduğunu vurguluyor. Sabuncu, kulislerde konuşulana göre, istihbarat zaafından değil, Dışişleri Bakanı’nın uyarıyı dinlememesinden kaynaklandığını yazıyor ve ekliyor: “Davutoğlu’nun adı Erdoğan’dan sonra başbakanlık için geçiyordu. Musul’daki yanlış hamlesi belki de onu bu görevden etti.” Yasak sebebiyle detaylı yazılamayan bu bilgiler, başbakanlık için adı geçen Davutoğlu’nun parti içinde de eleştirilmesi, Davutoğlu’nun paralele dair daha yüksek sesle eleştiriler yapmasına sebep oluyor.İşte bunlar hep “Paralel’in tam karşısındayım bilginiz olsun” çıkışlarıDavutoğlu’nun paralel yapı çıkışı geçen haftalarda çok sert oldu. Paralel yapının kendilerini anlayamayacağını çünkü bu yapının hiçbir zaman samimi olmadığını söyledi. Akıl tutulması yaşadığını düşündüğü paralel yapının zarar vermek için uğraştığını anlattı. İşin garip tarafı Musul’da rehin durumda olan konsolosluk çalışanlarına dair soru soran, durumlarına dair bilgi isteyen herkes artık paralel olarak yaftalanıyor, yukarıdaki gibi eleştiriliyor. Her fırsatta devlet içinde bir devlet haline geldiklerini söyleyip, eleştiren Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun basına, paralel yapının Filistin konusunda samimi bir adım atmamasından şikayetçi olması trajikomikti. Paralel yapı olarak kastettikleri eğer cemaat ise, cemaat sivil bir yapıdır, kınamak ve maddi yardım yapmak ötesinde ne yapabilir ki? Resmi adımları atacak ise devlettir. Davutoğlu, daha önce de paralel yapıyı kazan kaldıran yeniçerilere benzetmişti. Dışişleri Bakanlığı’nın yüksek güvenlikli odasında Suriye kriziyle ilgili yapılan dinlemenin sızdırılmasına dair de dinlemenin paralel yapı tarafından yapıldığına dair kanaati oluştuğunu söylemişti. Her kriz durumunda paralele dair yeni bir tespit, yeni bir slogan cümle kurmak partinin güçlü isimleri için Başbakanlığa giden yolun temel taşı olsa gerek.Geçtiğimiz haftalarda Hürriyet’ten Deniz Zeyrek de Erdoğan’ın başbakanlık için Davutoğlu’nu işaret ettiğine dair bir analiz yazdı. Zeyrek’in sıraladığı gerekçelerden ilki cumhurbaşkanı seçimlerinden sonra genel başkan olacak kişinin başbakan da olacağı için vekil olması gerekliliğiydi. Bu durumda Abdullah Gül ve Numan Kurtulmuş gibi iddialı isimler listeden düşüyor. İkinci gerekçe yani ipucu, yeni genel başkanın partiyi seçimlere götürecek kişi olması. Bunun için de üç dönem sorunu olmayan bir vekil olmalı. Vekil olamayacak bir genel başkanın partiyi seçime götürmesi mantık dışı bulunuyor. Zeyrek, “Bülent Arınç, Binali Yıldırım, Beşir Atalay, Ali Babacan, Bekir Bozdağ, Mehmet Ali Şahin gibi güçlü isimler de listeden düşüyor.” diyor. Zeyrek, şu detayı da eklemeden edemiyor: “Davutoğlu’nun rakiplerini destekleyen AK Partililere göre, Türkiye’nin dış politikası bu durumdayken Erdoğan’ın partiyi Davutoğlu’na emanet etmesi de aynı derecede zor.”Paralel derken sesin gür çıkmıyor!Ya Abdullah Gül... Parti içinde bir grup, eskiler yani ak saçlılar olarak anılanlar, güçlü bir şekilde yola devam edebilmek için Gül’ün liderliğinin şart olduğunu söylerken, büyük bir çoğunluk paralel yapıyla mücadelede kararlı davranmayınca, bu ihtimalin azaldığını söylüyor. Nitekim Twitter’da Aktroller’in Gül’ün her yasa taslağı onayından sonra büyük bir heyecanla ‘bizdenmiş’ naraları atmalarından belli oluyordu endişeleri. Paraleli daha güçlü eleştirmesini bekliyorlardı çünkü. Cumhuriyet gazetesinde geçtiğimiz ay içinde çıkan ve Gül’e atfen verilen ‘beni dışlıyorlar’ haberi Gül’ün başbakanlık veya parti liderliği adaylığının zayıflığını gösteriyor. Fakat ANDY-AR Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin Türkiye genelinde 21 ilde yaptığı ankete göre AK Parti’ye oy vereceğini söyleyenlerin yüzde 76,2’si Gül’ü partinin başında görmek istiyor. Sonraki isim ise Bülent Arınç, onu tercih edenlerin oranı yüzde 7,3. Numan Kurtulmuş yüzde 6,5 ile üçüncü sırada. Ali Babacan’a destek yüzde 1,8 olurken, Mehmet Ali Şahin yüzde 1,1’de kalıyor. Kulislerin en güçlü adayı Ahmet Davutoğlu’nun ankete göre oranı yüzde bir. Bakalım kedinden sonraki başbakanı belirlemek için, mimari bir plan, proje çizen Başbakan ve cumhurbaşkanı adayı Tayyip Erdoğan seçilirse bu güçlü adaylardan hangisini tercih edecek? En güzel performansı kim gösterecek?

‘Köprü bana suikast yaptı’

$
0
0
Trafik kazaları can alıyor, lakin her zaman insanlarınkini değil. Güney Afrika’nın en işlek otoyolu N1’da zürafalar kamyonla taşınınca olanlar oldu daha doğrusu ‘öldü’.Kafasını üst geçide çarpan zürafalardan biri hayatını kaybederken, görgü tanıklarının anlatımına göre diğeri kurtuldu. ‘Ben yapmadım o yaptı’cı kamyon şoförü, köprünün alçak olduğunu iddia etse de ülkedeki hayvanseverlerin gazabından kurtulması zor görünüyor. Bakalım kamyoncu paçayı nasıl sıyıracak?Gitar da çalabilsinler diye…Müzik, mahkum ruhların da gıdası. Lakin bu tez, İngiltere’de olası şiddet olaylarının önüne geçmek için cezaevlerinde çelik telli gitarların yasaklanmasını engelleyememişti. Ta ki sanatçılar kıyameti kopartana kadar. David Gilmour ve Billy Bragg gibi ünlülerin imzaladığı bildiride yetkililere ‘Hükümlülerin gitarlarını da tutuklamayın’ çağrısında bulunulmuştu. Buna mahkumların isyanı da eklenince bakanlık geri adım atmak zorunda kaldı. Artık cezaevinde gitar çalınabilecek.Ebola’cak şimdi?Bizde bayram çocukları kapı kapı dolaşıp şeker topladı lakin Batı Afrika’da durum farklı. Sierra Leone’de Ebola yüzünden acil durum ilan edildi. Sağlık görevlileri ev ev dolaşıp hasta tespiti yapıyor. Gine’de başlayan, Liberya ve Sierra Leone’nin ardından Nijerya’ya da sıçrayan Ebola, yaklaşık 700 can aldı. Adını Afrika’daki bir nehirden alan Ebola virüsü, kan, vücut sıvıları ve deri yoluyla bulaşabiliyor. İshal, kanama, deri döküntüleri ve yüksek ateşe neden oluyor.Ebola’cak şimdi?Bizde bayram çocukları kapı kapı dolaşıp şeker topladı lakin Batı Afrika’da durum farklı. Sierra Leone’de Ebola yüzünden acil durum ilan edildi. Sağlık görevlileri ev ev dolaşıp hasta tespiti yapıyor. Gine’de başlayan, Liberya ve Sierra Leone’nin ardından Nijerya’ya da sıçrayan Ebola, yaklaşık 700 can aldı. Adını Afrika’daki bir nehirden alan Ebola virüsü, kan, vücut sıvıları ve deri yoluyla bulaşabiliyor. İshal, kanama, deri döküntüleri ve yüksek ateşe neden oluyor.

Nesilden nesile aktarılan çaresizlik

$
0
0
Yaz ayları çocuklar için karne ve tatil planı demektir. Ancak Türkiye’de sayıları hiç de azımsanmayacak bir kısım çocuk var ki şu günlerde o tarladan bu bahçeye işçilik yapıyor.Tarım işçisi ailelerinin nisan ayında başlayıp ekim sonlarına kadar devam eden göçüne onlar da zorunlu eşlik ediyor. Yılın yarısında çadırda yaşarken okuldan kopmaları bir yana, tıpkı yetişkinler gibi güneşin altında fındık seriyor, pamuk topluyor ya da ailenin bahçe dışındaki işlerini üstleniyorlar. Kanuna göre 18 yaş altı herkes çocuk ancak tarım işçiliğinde bahsettiklerimiz 5 yaşından sonra ‘eli iş tutabilen’ bütün çocuklar...Örneğin 12 yaşındaki Reyhan ve kardeşi Mine dört yıldır evine hiç dönmemiş. Aileleri ve çadırlarıyla birlikte mevsimlik göçer tarımda çalışıyorlar. Okula hiç gitmeyen Reyhan 8 yaşından beri aktif olarak tarım işçiliği yapıyor. Onun hayali öğretmen olmak. “Eve dönersek ancak o zaman okula gidebilirim.” diyen Reyhan’ın diğer hayali ise yaz tatillerinde yaşıtları gibi tatil yapabilmek. Kardeşi Mine ise 10 yaşında. O, arada bir tarlada çalışıyor. Genelde vaktini çadırda küçük annelik yaparak geçiriyor. Küçük kardeşleri ve yeğenlerine bakıyor. Yemek yapmaya, çamaşır yıkamaya yardım ediyor.Mevsimlik tarım işçiliği dünyanın her yanında görülen bir çalışma şekli. Toplumun en dezavantajlı kesimini oluşturan bu ailelerdeki çocukların durumu birçok ülkede farklı değil. Ancak Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) tanımına göre, en kötü şekildeki çocuk işçiliklerinden biri sayılan mevsimlik tarım işçiliğindeki artış Türkiye’de sinyal veren boyutlarda. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre 2006 yılından bu yana çocuk işçiler içinde tarımda çalışanların sayısı 73 bin kişilik artış gösterdi. Bu rakam toplam çocuk işçi sayısının neredeyse yarısına tekabül ediyor. Yani tam 400 bin çocuk her yıl ailesiyle birlikte zorunlu göçe tabi tutularak tarlalarda çalıştırılıyor. Olayın daha üzücü boyutu ise bu alandaki veri yetersizliğinden dolayı gerçek rakamın bahsedilenden çok daha yüksek olması. Zira göçer tarım işçisi ailelerin birçoğunda çocuklar nüfusa bile kayıtlı olmadığı için ne eğitim durumları takip edilebiliyor ne de yaşam koşulları.Ülkedeki resmi ortaya koymak adına çocuk işçilerle ilgili veri toplamayı da yine sivil toplum örgütleri üstleniyor. Çocuk işçiliği ve özellikle tarımda çocuk işçiliği konusunda etkin mücadele yürüten kuruluşlardan Hayata Destek Derneği, bu yılın mart ayından itibaren çocuklarıyla göçen tarım işçisi aileleri izliyor. Derneğin Mevsimlik Tarımda Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Projeleri Yöneticisi Cansın Leylim Ilgaz, bu işin devletin ilgili kanallarının görevi olduğunu söyleyerek, “Giderek büyüyen sorunu çözmek için manzaraya sağlam ve geniş kapsamlı verilerle bakmak şart.” diyor. Aslında Türkiye’nin tarımda çocuk işçiliğini 2015 sonuna kadar sonlandıracağına dair ILO’ya verdiği bir imza var. Ancak bu alanda çalışan STK’lar bir yıl içinde böylesine köklü bir sorunu çözmenin mümkün olmadığı görüşünde. Çünkü henüz çözüme dair atılmış hiçbir somut adım yok.Yılın yarısı tarım arazilerinde geçiyorCansın Leylim Ilgaz, ailelerin yılın yarısını çadırlarda geçirmek zorunda kaldıkları için oradaki çocuklara yaşıtları gibi normal bir yaşam sağlamanın zor olduğunu söylüyor. En azından bulundukları ortamın şartları iyileştirilebilir. Henüz 5 yaşındayken kendinden küçük kardeşini bakan, çadırı derleyip toplayan çocuk manzaraları bütün tarım işçisi kamplarının ortak manzaralarından. Geniş tarım arazilerinin bulunduğu kamplarda yapılan araştırmalar da Ilgaz’ın tespitini haklı çıkarır nitelikte. Örneğin Ordu’ya fındık toplamaya giden ailelerde çocukların yüzde 47’si hiç aşı olmamış ya da eksik yaptırılmış. Yarısında okul çağında olup da okula gitmeyen çocuklar var. Gidenlerse eğitim süresinin büyük kısmında göçte oldukları için devamsızlık yapıyor. Görüşülen ailelerin neredeyse tamamında çocuklar büyükleriyle birlikte tarlada çalışıyor. Yüzde 74 gibi önemli bir kısmı ciddi sağlık sorunları yaşıyor.Proje kapsamında bütün bu sorunları çözmeyi elbette vaat etmediklerini söyleyen Ilgaz, “Amacımız çocuklara alternatif ortam oluşturmak ki aileler bahçeye götürmek zorunda kalmasın onları.” diyor. Çünkü şu an yaşadıkları hayat onlara çocukluklarını tamamen unutturuyor. Bu yüzden örnek olma adına çocukların okulla bağlarını destekleyecek faaliyetler yapılıyor. Hatta birçok kez şartlı nakilden faydalanıp göç edilen yerde okula devam etmeleri sağlanıyor. Tabii bu sırada binbir zorlukla karşılaşılıyor. Çocukların her gittiği bölgede şartlı nakille başka bir okulda devam etmesi mümkün olmuyor. Ilgaz’a göre eğitim engeli öncelikli çözülmesi gereken sorunlardan. Diğer bir konu ise çocuğun işgücünden faydalanma çabası. Aileler çocuğunu geride bırakamadığı için değil, yevmiye kazanması için tarlaya götürüyor. Bir çocuğun kazandığı yıllık ortalama para 4 ile 6 bin civarında değişiyor. Öğretim yılının üçte birini kaçıran çocukların bu yoksulluk döngüsü içine hapsolduğunu anlatan Ilgaz, “Daha 10 yaşında babasıyla meslektaş durumuna düşüyorlar, bu nesilden nesle aktarılan bir çaresizlik.” diyor.Bütün bunların çözümü için, “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.” diyor Ilgaz. Sorun üzerine yıllardır kafa yoran STK’lar neler yapılması gerektiğini ortaya koymuş ve yetkililere birçok kez sunulmuş. Meclis’e soru önergeleri de verdiklerini anlatıyor: “Ne yazık ki durmadan başa dönüp ne yapılabilir noktasına geliniyor.”Bu iş çocuk oyuncağı değilHayata Destek Derneği çocuk işçiliğinin önüne geçmek amacıyla uzun süredir ‘Bu İş Çocuk Oyuncağı Değil’ kampanyasını yürütüyor. Projenin bir ayağı da çocuk işçilerin, kayıt dışı açıklardan faydalanılarak tüm haklarından uzak bir hayat sürmesine karşı imza kampanyası. Derneğin İletişim Yöneticisi Elif Gündüzyeli, 20 Kasım Dünya Çocuklar Günü’ne kadar sürecek kampanya için derneğin web sitesinden imza verilebileceğini söylüyor. Dernek daha sonra çocuk işçilerle ilgili araştırma raporuyla birlikte imzaları da ilgili bakanlıklara teslim etmeyi planlıyor.

Terminatör gerçek oluyor

$
0
0
Yeni geliştirilen askeri robot, yürümeyi, koşmayı, oturmayı, diz çökmeyi ve nişan almayı gerçekçi bir şekilde taklit ediyor. Ancak robotun ana görevi savaşmak değil, sadece giysileri test etmek.Amerikan Savunma Bakanlığı’nın geliştirdiği en yeni robot Porton Man. Adını Savunma Bilim ve Teknoloji Laboratuarı (Defence Science and Technology Laboratory)’nın evi olan Porton Down’dan aldı.Bu laboratuar koruyucu askeri giysilerin verimliliğinin test edilmesi amacıyla kullanılıyor.Porton Man’i üreten i-bodi şirketinde editör olan Jez Gibson-Harris, "Uzun adımlarla yürüme gibi robotun farklı hızlarda, farklı hareket tarzlarıyla yürümesine ve koşmasına imkan tanıyan bir yazılım geliştirdik" dedi.Karbon bileşiğinden yapılan robot oturmayı, diz çökmeyi ve gerçekçi bir şekilde nişan almayı taklit edebiliyor. Başı kablosuz olarak kontrol edilebiliyor ve dönüp yana doğru eğilebiliyor.Koruyucu giysiler sanatıyla robotu süsledikten sonra, Savunma Bakanlığı’nda görevli bilim adamları Porton Man’i kimyasal ve biyolojik silahların tüm çeşitleriyle bombalayacaklar.Vücudunun tüm metalik aksamında bulunan 276 sensör koruyucu teçhizat sayesinde robota ne kadar hasar vereceğini tam olarak kaydedecek.

Ergenekon ve Balyoz'un da, polislere operasyonun da savcısı aynı: Erdoğan

$
0
0
Mahmut Tanal, CHP İstanbul milletvekili ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi. Bir zamanlar ‘kahraman’ken, şimdilerde casuslukla suçlanan polislerin hukukunu savunuyor. Tanal ile gözaltı ve yargılamadaki hukuksuzlukları eleştirdiği, polisleri savunduğu için nelere maruz kaldığını konuştuk.‘Cemaatçi' olduğu iddia edilen polislerin hakkını savunduğunuz için hem kendi partinizden hem de AKP cenahından eleştiri aldınız. Ne diyorsunuz?Doğrusu kendi partimden eleştiri almadım. Ama eleştirilerin tamamını İşçi Partisi ve AKP'den aldım. Neden bu davayla ilgilendiğim ise ortada. Ben hukuk adamıyım, hakkın hukukun, adil yargılamanın, maddi gerçeğin araştırılması ve ortaya çıkarılmasının peşindeyim. Kim suç işlediyse ortaya çıkmalı ve cezalandırılmalı. Ben sadece bu davayla ilgilenmedim. Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV ayrıca Diyarbakır'daki LGBT davası sahipsiz olduğu için onunla da ilgilendim. Bu davaları savunurken de eleştirilere, saldırılara maruz kaldım. Tek gayem hukuk. Düşmanım da olsa ona hukukun uygulanmasını isterim. Şimdi emniyet mensuplarına sahip çıkılır mı diyorlar. Ben hukuka sahip çıkıyorum. AKP beni eleştireceğine kendine baksın. Ya baksanıza şu an kimlerle iş yapıyorlar. Partnerleri IŞİD, PKK, Selam Tevhid gibi örgütler oldu. Tercihlerini bunlardan yana kullandılar, işbirliği yapıyorlar. Musul'daki hadiseye adam akıllı tepki veremediler. Vatandaşlar hâlâ rehine. Devletler hukuka göre konsolosluk, elçi o ülkenin bir parçası ve namusudur. Türkiye Cumhuriyeti devletinin işgal altında olduğunu gösteriyor. Bayrağı indirilmiş, konsolosluğu işgal edilmiş, limanları özelleştirilerek birilerine peşkeş çekilmiş.Bugün soruşturmayı yürütenler yargılansa ve hukuksuzluk olsa onları da savunur musunuz?Bu sorguyu yapan polislere de söyledim. “Sizin bu arkadaşlarınız geçmişte bu sorguları yaparken günün birinde siz de yargılanacaksınız, sizin hukukunuzu da yine ben savunacağım.” demiştim. Mahcup olmak isterdim ama tarih beni haklı çıkardı. Bunlara da aynı şeyi söyledim. “Siz şu an bu hukuksuzlukları yapıyorsunuz, inşallah siz de yargılanmazsınız ama günün birinde yargılanırsanız ve hukuksuzluk olursa sizi de savunacağım.” dedim. Bugüne kadar en fazla hırpalanan, polisten dayak yiyen, darp alan, biber gazına maruz kalan, su sıkılan milletvekiliyim. Balyoz'da 1-3 gece nöbeti tuttum. Polis ve jandarmayı geçip, 3 metre barikatları atlarken ayağım kırıldı ve parçalı kırık. Ama benim ağrıma tek giden, hukukun peşine düştüğüm için beni ‘şucu-bucu' göstermeleri. Doğadaki böceğin de bitkinin de insanın da hukukunu korumak lazım. Birileri sizin gibi düşünmüyor ve muhalif diye ‘onu yok edeceğim' demeniz mümkün değil. Mahmut hukuku savundu cemaatçi oldu öyle mi? Daha önce de Mahmut Ergenekoncuydu, Balyozcuydu hatta ellerinden gelse LGBT'yi savundu gay mi acaba bile derler. Böyle bir ahlaksızlık olur mu? Nereye sığdıracaklar anlayamıyorum. Ama umarım günün birinde utanır ve çıkıp özür dilerler.Hakkınızda ‘Tanal F-tipi örgüte kalkan oldu' şeklinde Ulusal Kanal ve Aydınlık haberler yapıyor. Sebebi Ulusal Kanal ve Aydınlık gazetesi için “Herhalde AKP ile uzlaştılar” demeniz olabilir mi?Ben hâlâ bu düşüncedeyim, şu an müşterek noktaları bu ve birleşmiş durumdalar. Amaçları hedefleri aynı. Farklılık varsa göstersinler. Ergenekon'da Balyoz'da nöbet tutarken yere göğe sığdıramadıkları Mahmut Tanal nasıl cemaatçi oldu? Ben onlar için de hukuk, adalet istedim. Hukuk, adalet, adil yargılama istemenin cinsiyeti, ırkı, milliyeti, mezhebi ve dini olmaz. Beni bir yere koyacaklarsa, ben hukuk adamı insan hakları savunucusu ve aktivistiyim. 10 binin üzerinde kitabım var. Sanırım okumamış olsam daha rahat ederdim. Bilgi insana yük getiriyor, sorumluluk veriyor. Ülkede bu kadar hukuk fakültesi var, ceza hukuku ve anayasa hukuku hocalarının, birisi de çıkıp Allah rızası için bir cümle sarf etmez mi etmediler. Benim sitemim onlara. Bunların aydın sorumluluğu nerede kalacak, ne zaman konuşacaklar? Hukuk onlara lazım olmayacak mı? Ben ocu bucu değilim. Ben hukuka kalkan oluyorum.Yani kendinizle çelişkide olmanızı gerektirecek bir durum yok…Kesinlikle. Ben ne yaptığımı biliyorum, insan hakları doğrultusunda hareket ediyorum. Benim Kâbe'm hukuk. Ama insanlar elbette rahatsız olacak. Toplum kamplara bölünmüş. Bu kamplaşmadan nemalananlar var. Bu toplumu bütünleştirmek herkesin insanlık görevi, bu bir üst norm olmalı. Tüm dinlerde ve ahlak normlarında, “Hırsızlık yapma, yalan söyleme, adil ol sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma, kendine istediğini herkese de iste.” hükümleri var. Ama şimdi herkes ‘Benim gibi düşünmeyenin canı çıksın' diyor. Bu olmaz.Bir zamanlar savunduğunuz insanların sizi şimdi yaptıkları haberlerle vurması, ağır eleştiriye maruz bırakması dokunuyor mu?Çok ağrıma gidiyor. Hukuku savunduğum için beni bir yerlere koymalarını hazmedemiyorum Bugüne kadar birilerinin adamı hiç olmadım. Ben adaletin hukukun ne olduğunu biliyorum. Geceleri başımı yastığa o kadar rahat koyuyorum ve vicdanım öyle rahat ki, varsın onlar saldırsın.Aile ve yakın çevreniz endişeleniyor mu bu mücadeleleriniz esnasında size bir şey olacak diye? 14 yaşındaki oğlum her olaydan sonra arar, ‘Baba sana bir şey oldu mu?' der. Kentsel Dönüşüm'de barınma hakkı isteyenlerin mücadelesinde polisler kafamı kırdı. O dönemde bu adam ‘Halk Cephesinde' dediler. Berkin Elvan'ın olayında belimden darbe aldım. 1 Mayıs'ta yine kafamdan darbe aldım, gözlüğümü kırdılar. Hukuk gelsin diye ne kadar çok darp edildim. Ama olsun hepsi gerçek hukuk için. Olayların önünde olunca endişe etmeleri kaçınılmaz. Ama bu kadar sahadaysam ve mücadele veriyorsam o da eşimin desteğiyle. Bana bir şey olsa eminim ki, çocuklarımıza hem analık hem babalık yapar.Darbe birden milli orduya kumpas oldu. “Ergenekon-Balyoz AKP istediği için başladı ve bitti, geçmişte Ergenekon'un karşısında yer alan AKP şimdi aynı safta” yorumlarına katılıyor musunuz? O davalar AKP'nin kumpasıydı. Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV davaları iddianamelerinin hepsini alın. Hepsinde kullanılan dil üslup cümleler ünlem noktalama her şey aynı. Tek gerçek var o da, iddianamelerin altında adı geçen savcıların isimleri ve imzaları doğru. Ama onların hiçbirisi bu iddianameleri yazacak donanıma ve birikime sahip değil. Hepsini okudum iddianamelerin. Hatta Ankara'da sulh hukuk mahkemesinde dava açtım iddianamelerin aynı olup olmadığına dair. Bu davayı yargılananların, TSK mensubu olanların, şu an bana saldıran İşçi Partililerin, Ulusal Kanal'dakilerin açması lazımken, ben açtım. Neredelerdi, neden açmadılar? Saygın hukukçuları da vardı. Sadece gerçeği öğrenmek için. Mahkeme reddetti, hukuksal menfaatim olmadığı için. Temyiz ettim, sonucunu bekliyorum. Ergenekon'un, Balyoz'un Savcısı Recep Tayyip Erdoğan'dı bugün polisleri casuslukla suçlayan operasyonun da savcısı Recep Tayyip Erdoğan. Polislerden birine ‘içerde Kur'an okumaya çok vaktin olacak' dedi. Nereden biliyor? Buradan anlaşılmalı nasıl müdahale ettiği. Ben cumhuriyet savcısı olsaydım, ‘Bu sözlere de dava açardım.' Sen hukuk fakültesi mezunu musun? Kimsin? Savcı olabilmen için kamunun çıkarlarını savunman lazım, sen kendi çıkarlarını savunuyorsun. Savcı adaletin peşinde olur, Başbakan makam mansıp peşinde. Başbakan'a muhalif kim varsa, darbeci, terör örgütü, paraleldir. Yazık günah ya! Türk Ceza Kanunu 311'den 320'e kadar gelen maddeler hiç bu kadar telaffuz edilmedi ve uygulanmadı. Darbenin de bir namusu var ya. İki kişi bir araya gelince, darbe oluyor. Ben hukukun peşinde olduğum için benim de ‘darbeci' olmam yakındır. Tek kişilik darbeci. Her Kur'an Cevşen okuyan cemaatçi mi oluyor?Gözaltındaki polisleri ve ailelerini yakından izleme ve tanıma fırsatı buldunuz bu süreçte. Onların cemaatçi ya da paralel olduğuna dair bir işaret gördünüz mü? Devlete karşı örgütlü bir yapı kurup, darbe yaptıklarına dair bir şüphe oluştu mu?Bu davalarda polisleri savunan arkadaşlar sağ düşünceye sahip avukatlardı. Ama bugüne kadar ne bir kavga ne bir gürültü oldu. Gayet mülayim ve sakindiler. Savcı, hâkim ‘dur' deyince durdular. Onların yerinde bir başka avukat grubu olsa o mahkeme yıkılırdı. Savcı dilekçeyi almıyor, hâkim susma hakkını kullanıyor. Yıllarca avukatlık yaptım, böyle bir dava görmedim. Susma hakkı sanığa aittir, yargıcın böyle bir hakkı yoktur. Bunu o insanların mayasında kavga kültürünün olmadığını anlatmak için söylüyorum. Her düşünceden insanın olduğu belliydi. Kimin cemaatçi olup olmadığını bilemem. Ama her başörtülü, pardösülü, her Kur'an Cevşen okuyan cemaatçi mi oluyor? Ellerini açıp dua eden insanlardan neden rahatsız oluyorlar? Benim rahmetli annem de öyle giyiniyordu, babamın da takkesi vardı. Hâlâ akrabalarımdan öyle giyinenler var. Kılık kıyafetle mi insanları bir yere koyuyoruz? Yaşantısı birbirine benzeyen, adalet arayan, eşit hukuk isteyen herkes cemaatçiyse ben de cemaatçiyim o zaman. Tecrübeli bir avukat olarak suçlu psikolojisinden anlarsınız. Polislerin ve ailelerinin duruşu bir suçlu psikolojisi ile ne kadar örtüşüyor? Suçluluk psikolojisi olan insan kaçar. Adliyedeyken ‘Polisler gözaltı süremiz doldu, biz çıkıyoruz' dediklerinde, giriş kapısındaki koridorda boş alana oturduklarında, bir tane bile emniyet yetkilisi yoktu. Hepsi düz polisti. Niçin yetkililer çıkmadı? Kim suçluluk psikolojisi taşıyordu? Yetkililer suçluluk psikolojisi içindeydi. Dilekçeleri bile almadılar. Suçlu olmasalardı o dilekçeleri alırlardı? Yaptıkları işin legal olduğuna inanıyor olsalardı, ‘kaç İsmail kaç!' demezlerdi, sivil polislerle hakim görüşmezdi, duruşma açık olduğu halde milletvekillini çıkarmazlardı. Her adliyeye girişimde ‘Mahmut Tanal giriş yaptı' anonsu geçilmezdi. Son duruşmada saldırmaz ve nezareti gösterirlerdi. Yaptıkları hukuksuzlukları kayda geçeceğim için benden korktular. Benim topum tüfeğim hukuk, doğrusu hukuktan korktular. Ama korkunun ecele faydası yok, kim ne yaptıysa yaptığı hukuksuzluğun cezasını çekecek. Kimsenin kesesine kalmaz. Suçlu ne kadar kaçarsa kaçsın mutlak surette bir iz bırakır. Bunlar çok iz bıraktılar. Halkın bunları unutmaması lazım. Halk unutsa bile bu işin bir de İlahi adaleti var. İlahi adalete inanıyor ve mutlak surette bir gün gerçekleşeceğine inanıyorum. Ama bunu ahrete bırakmıyorum. Zulüm yapanların karşısında durabilmek için avukatlık cübbemi bir daha giydirsin diye Allah'a dua ediyorum. Yolsuzluk soruşturmasını yürüten polislerin ifadelerinin bile alınmadan haklarında hüküm verilmesi durumunu daha önce gördünüz mü?Savcı tutukluyor ama ifade almıyor. Mümkün mü bu? Sanığın yorulmaması maddesi var kanunda. Ama bunlar polisleri bitkin, yorgun, aç, susuz bıraktı, üstüne ifadeleri alınmadı.Kaloriferler açıldı dediler. Vatan Caddesi TEM şubeye gittim almadılar. Dilekçe verdim.TBMM İnsan Hakları kanununa göre izin almaksızın girme hakkım var. Dilekçeme ‘Hak ihlali yoktur' diye cevap verdiler. Hak ihlali yoksa, beni neden içeriye almadılar? Bu durumda çekindikleri, legal olmayan, karanlıkta kalmasını istedikleri, kirli şeyler ve insanlık onuruyla bağdaşmayan fiili uygulamalar var. Biz şeffaf devlet, katılımcılık, gün ışığında idare deriz hukukta. Ne kadar kirli ilişki varsa ortaya çıksın diye bundan bahsedilir. İstanbul valisini aradım. ‘Aynı zamanda emniyet amirisiniz bana burayı göstersinler' dedim. ‘Şikayetiniz varsa dilekçe verin ilgileniriz' dedi. Üzerine bir ihbarda bulundum kendisine. ‘Valiliğin bünyesindeki insan hakları kurulunun da başındasınız. O zaman siz gelin araştırın dedim. İnsan hakları adına fiziki şartların uygunluğunu denetlemeniz gerekmiyor mu?' deyince sustu. Yani ne valilik, ne savcılık ne terörle mücadeleden cevap alamadım. Eğer idare cevap veremiyor ve sizi içeri alamıyorsa orada hukuksuz işler dönüyor demektir. Polisler teröre hedef gösterildiYurt Atayün anlatacaklarının kayda alınmasını istediği halde görüntülü kayıt alınmıyor. Bu hukuka ne kadar uygun, kayıt alınmamasının sebebi ne olabilir? Ceza Kanunu bu tür davalarda şüphelinin ses, mimik ve hareketlerine göre hâkimin karar vermesi için görüntü alınması gerektiğinden bahseder. Ve mahkemeler de buna göre düzenlenmiştir. Normalde görüntülü kayıt şüphelinin lehinedir. Ama mahkeme bunu istemiyor. Burada bir keyfilik var. O cihazlar devreye girse, hâkimin hareketleri sözleri ve halleri de kayda geçecek. Hâkim kendi aleyhine delil oluşsun istemiyor, kendini garantiye alıyor. Oysa garantiye alınması gereken kişi şüpheli. Yargıç kendine ve yargılamasına güvenseydi, görüntülü kayıt alırdı. Yasa mahkeme hâkimi istediği zaman görüntüyü kapatır açar demiyor.Polisler izinli ve bilgi dâhilinde dinleme yaptıkları halde şu an casuslukla suçlanıyorlar. Keyfi dinleme yapılmış olsaydı yine casusluk neticesi çıkar mıydı?Kimi dinlemişler? Şüphelilerin hangi suçu işlediklerine dair iddia varsa, o iddia ile ilgili delillerin ortaya konulması lazım. Delil yoksa kişinin ifadesi alınamaz. Kişinin lehine ve aleyhine olan deliller olmadan, suç işlemişsiniz diyemezsiniz. Hangi olay casusluktur, kime kullanıldı belgeler, kime, kimler aracılığıyla verildi ispatlanması lazım. Bu soruşturmayı değerlendirirken haklı olarak yargı hakkında ağır yorumlarınız oldu. Bu durumun telafisi nasıl olabilir? Adalet darbe aldı bir kere. Hukuka aykırı yöntemle toplanan deliller hükme esas teşkil etmez deniyor. Rahmetli Prof. Saim Erman hocam ‘Zehirli ağacın meyvesi zehirli olur' derdi. Bundan kastı; yasak sorgu yöntemleri ve yasak delillerle hüküm oluştursanız dahi, sonuç yine adaletsiz olur. Usul esasın kapısıdır. Yanlış kapıdan girince, varacağı kapı da yanlış olur. Bu soruşturmada usul çiğnendi. Yanlış kapıdan girdiler. Gözaltı süresi 3 saat uzarsa diye madde var, adamları 4 gün fazla gözaltında tuttunuz. ‘Muhafaza altındalar' dendi. Oysa muhafaza altında ifadesi insan değil, eşya için kullanılır. Bu hataların telafisi yok. Şüphelinin lekelenmeme hakkı var. Bu insanlar terörle mücadelede görevli ve kimliklerinin ifşa edilmemesi, teröre hedef gösterilmemesi gerekiyordu. Ama teröre hedef gösterildiler. Gizli bilgilerin ifşa edilmemesi lazımdı ama kendileri ifşa etti. Suçu kendileri işledi. Bunlar bu suçu Ergenekon ve Balyoz'da da işledi. Bu soruşturmada telafi ancak, yasak yöntemlerle elde edilen delillerin dosyadan çıkarılıp yargılamanın sağlıklı, güvenilir delillerle yapılmasıyla mümkün.Hakim o İsmail'in kim olduğunu çok iyi biliyor11 kişi tutuklandı 38 kişi serbest kaldı ama bundan sonra hukuki olarak nasıl bir yol alınmalı?Avukatlar kararlara itiraz edip, savcılar sıkıştırılmalı bir an evvel iddianame yazılması için. Yoksa uzun yıllar tutuklu bırakıp, aradan 2-3 sene geçtikten sonra iddianame yazılır. Bu da ayrı bir hak ihlali olur. Anayasa'nın 141. maddesinin son fıkrası yargılama hızlı olmalıdır diyor. Sorgu cezaya dönüştü burada. Tutuklama da cezaya cezanın infazına dönüşecek diye korkuyorum. Hızlı yargılamanın iki faydası var. Birincisi, deliller soğumamış olur. İkincisi kişi suçluysa cezalandırılmış olur. Suçlu değilse de olay hafızalarda tazeyken, toplum nezdinde, aklanmış olur.Polisleri toplumun gözünden düşürmek için tutuklamalar uzun sürdürülüp, iddianame geciktirilebilir mi?Mümkün. Ergenekon Balyoz'da yaptıklarını yapacaklar, öyle görünüyor. Bu başka davalarda da olacak. Burada savaş hukuku uygulanıyor, barış hukuku değil. Savaş hukukunun uygulandığı davaya yargılama diyemezsiniz, bu bir tiyatro. Çağlayan tiyatrosu.Siz TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesisiniz bu soruşturmada tutanak tuttunuz. Bunlardan bir netice alınabileceğini düşünüyor musunuz?Tutanakları parti mensubu olarak tuttum. Ama bu davayla ilgili İnsan Hakları Komisyonu'na dilekçe verip, onları da harekete geçirmeye çalışacağım. Bu davayı incelemeye almalarını sağlayacağım. Bu davadaki hukuksuzluklara bakınca, üstünlerin hukukunun geldiğini görüyoruz. Adı yolsuzluk ve rüşvete karışan bakan ve bakan çocuklarına, başbakanın oğluna Reza'ya uygulanan hukuk farklı. Tutanak tuttuğunuz olaylardan biri de ‘kaç İsmail kaç' olayıydı. Soruşturma bu olayla hatırlanacak diyebilir miyiz?Bu olay hafızalara iyice kazınsın. Avukatlar hukuksuzluklar oluyor, barodan bir gözlemci istediler. İstanbul Barosu Avukat Hakları merkezi başkan yardımcısı sıfatıyla avukat Ömer Kavilli duruşmalara girdi. Yargıcın hukuk duruşu tavırları nedeniyle hukuksal tartışmalar oldu. Yargıç sorguya ara verdi. Kesintisiz yargılama kuralını da ihlal etti. 2 saat geçti avukatlara ‘Ne oturuyorsunuz, hadi kalkın' dedim. Misafiri var dediler. ‘Emniyet mensubu olabilirler' dedim. Odaya girdik, ne zaman başlayacağını sorduk. Hâkim ‘Bakın burada emniyet mensuplarıyla yargılamanın güvenliğini konuşuyoruz' dedi. Ben de ‘Bunu emniyet mensuplarıyla konuşmanıza gerek yok, yetki sizin, emniyet mensupları bunu cumhuriyet savcısıyla konuşur. Sizin tek yetkiniz duruşma salonunun içerisiyle ilgili.' dedik. Brifing alamazsınız, emniyet mensupları yürütemez bu soruşturmayı, yargıç baskı altında kalmamalı, karar etkilenmemeli tartışması oldu. Bazılarında silah da vardı. Hâkimin odasına nasıl silahla girdiler o da ayrı bir hukuka aykırılık? Bu tartışmalar yaşanırken, hâkim ‘Kaç İsmail Kaç' dedi birden. Oturanlardan biri kalkıp kaçmaya başladı. Hakim o İsmail'in kim olduğunu daha iyi biliyor. Niçin böyle legal olmayan isimlerle görüşülüp, iş yapılıyor? Diğer emniyet mensupları neden kaçmadı? Cumhuriyet Başsavcısı açıklama yapıyor: “MİT'çiydi o.' vs. diye. Başsavcıya mı kaldı açıklama bu olayı yaşayan hâkim gelsin açıklasın. İllegal ilişkiye karışmayan bir adam neden kaçar? Kimsenin günahını almak istemem ama neden kaç deniyor? Demek ki hukukun izin vermediği bir diyalog, ayıplı bir iş vardı. Marabayım, hukuk fakültesini işportacılık yaparak okudum9 kardeşiz. Aslen Şanlıurfalıyım. Fakir bir aileydik, aslında marabaydık. İlkokul, ortaokul, lise yatılı okullarda okudum. Yani yaşantısını belli bir yere kadar devletin nohut ve makarnasıyla sağlamış bir bireyim. Öğretmen okulunda okudum. Öğretmen okulundayken sürgünler yaşadım, cezaevlerine düştüm ama hep adaletin peşindeydim. Hep herkes eşit haklara sahip ve özgür olsun istedim. Sadece kendime istemedim. Hukuk fakültesini seyyar satıcılık yaparak okudum. Karaköy'de Eminönü'nde çorap sattım. Yeşildirek'te çorapçılar var. Nasıl çorap sattığımı sorsunlar. Yazları Urfa'da Yıldız meydanında ve köprü başında işportacılık yaptım. O dönem çalışıp şimdi emekli olan zabıtalar varsa benim nasıl işportacı olduğumu iyi bilir. Ben böyle okudum.Sokaktan geliyorum, adaletin hukukun ne olduğunu biliyorum.

Umuda koşanlar

$
0
0
1960 yılında Roma’da Etiyopyalı Abebe Bikila, 42 kilometrelik maratonu en önde tamamladı. Ertesi günün gazetelerinde Bikila’nın çıplak ayaklarının fotoğrafları vardı, Bikila, Etiyopyalı birçok sporcunun kendisi gibi çok hızlı koşabildiğinden bahsediyordu paragraf aralarında.İki kez olimpiyat şampiyonu olan Abebe Bikila’dan başka, Haile Gebrselassie, Hailu Mekonnen, Sultan Haydar ve daha birçok atlet, bir de bizim çok yakından tanıdığımız Elvan Abeylegesse, her yıl ekranlarda güçlü bacakları ve kesilmez nefesleriyle çizgiyi ilk geçen sporcular oldular. Böylelikle Etiyopya’nın bir sporcu fabrikası olduğu kazındı zihnimize. Sadece koşuda değil, dayanıklılık gerektiren diğer spor dallarında da Etiyopyalılar adlarından sıklıkla bahsettiriyor. Başkent Addis Ababa sokakları, günün neredeyse her saatinde koşan yüzlerce insanla dolu. Kentteki fuar alanının merdivenleri, sağ ve sol tekleri farklı ayakkabılarıyla antreman yapan futbolcuları ağırlıyor her daim. Bu merdivenler, 2 Olimpiyat ikinciliği, 1 Dünya ikinciliği, 1 Avrupa şampiyonluğu, 1 Avrupa ikinciliği olan Elvan Abeylegesse’nin de keşfedildiği yer. Yoksulluğun ve iş imkanlarının olmayışı, ülkedeki gençlerin bir umuda sarılmasına yol açmış. Kendilerinden önce, yine kendileri gibi sokaklarda, yollarda koşarken, pistlere ya da yeşil sahalara çıkıp ün kazanan meşhurlardan olmak istiyor her biri. Nam yapmak, isimlerini duyurmak değil esasında umutlarını kamçılayan; bir menejer tarafından fark edilmek, garibanlığın zincirlerinden kurtulmak demek onlar için, ailelerine aş sunabilmek demek. Yetişmiş onca sporcusuna rağmen uluslararası bir başarısı bulunmayan Etiyopya’ya başka ülkelerden menajerler, antrenörler gelerek, sürekli kendi ülkelerine sporcu ithal ediyor. Bu durumda kazanan podyumlarda bayrağı dalgalanan ülkelerle birlikte sporcuları keşfeden menajerler oluyor. Etiyopya’da ise tek bir umuda sarılmış binlerce genç, büyük bir ciddiyetle, keşfedilecekleri günü bekleyerek, durmaksızın koşuyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live