Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

İrfan Özata’dan ilk albüm - [Haftanın Albümleri]

$
0
0
İrfan Özata müzik dünyasının yakından tanıdığı bir isim. Farklı sesi ve kendine has yorumunun yanı sıra multi-enstrümantalist olan Özata, uzun süredir hem Türkiye’deki hem de dünyanın dört bir yanındaki önemli müzisyenlerle çalışıyordu.İrfan Özata - Hayat Okulu - FunorgBirçok önemli albümde saksafon ve yan flüt çalan Özata, geçtiğimiz yıl Yanlış Fotoğraf isimli bir single’la müzikseverlere sesini duyurmuştu. Şimdi de Hayat Okulu isimli albümüyle karşımızda. Albümde, Gökhan Şahin’le birlikte şarkılara imza atan müzisyen, bu çalışmasında hem farklı vokal teknikleri de hem de müzikal altyapılarıyla dikkat çekiyor.‘Patron’un yayınlanmamış şarkıları bu setteBruce Springsteen - Bruce Springsteen –Tracks -SonyBruce Springsteen, yaşayan en önemli müzisyenlerden biri. Onun için sevenleri ‘patron’ tanımlamasını yapıyor. Sanatçının daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış, B-side ve demo şarkılarını içeren; dört CD’lik “Bruce Springsteen–Tracks” albümü müzikseverlerle buluştu. 66 şarkıdan oluşan albümde, çok özel fotoğrafların ve şarkı sözlerinin yer aldığı 54 sayfalık kitapçık da yer alıyor. Springsteen ve prodüktörü Toby Scott’ın sanatçının arşivini tekrar miksleme fikriyle yaptığı bu koleksiyon, Leavin’ Train, Seven Angels, Gave it a Name gibi yayınlanmamış şarkılarla Roulette, Be True, Pink Cadillac gibi şarkıları bir araya getirmiş.İçimizdeki Liverpoolludan türküler Paul Dwyer - Kar Var, Duman Yok -MüzikotekPaul Dwyer, Türkiye’de yaşayan, bu toprakların sevdalısı bir Kelt ve Liverpoollu. Müzisyenin 1990’larda başlayan İstanbul macerası, müzik çalışmaları ve TV program yapımcılığı ile günümüze kadar devam etti. Dwyer, son 4 yılda kurguladığı gezi programından ilham alarak Kar Var, Duman Yok adlı bir albüm hazırladı. Çalışma dinleyeni geleneksel Anadolu türkülerinin bir İngiliz tarafından yorumlandığı müzikal bir gezintiye çıkarıyor. Kar Var, Duman Yok klasik, akustik, elektro ve bas gitar, akustik perküsyon/davul, bendir, keyboard ile Anglo-Kelt yansımaları içeriyor.

Bu hostesler müzikale hazırlanıyor - [Kuş Bakışı]

$
0
0
Pegasus Hava Yol-ları’nın hostesleri bir müzik grubu kurdu. Geçen hafta Kabin Memurları günü için sahneye çıkıp şarkı söylediler.Kabin memurluğu yani diğer adıyla hosteslik, zor bir meslek. Uluslararası havacılık kuralları gereği asıl işi, ‘acil durumlarda müdahale ve yolcuları en hızlı şekilde uçaktan tahliye etmek’ olan hostesler, ne yazık ki, daha çok ikram servisi yapan personel olarak görülüyor. Ancak kabindeki dar alanda ikram servisini en hızlı ve sorunsuz şekilde gerçekleştirmeye çalışan uçuş ekibi, bu yorucu tempoya dayanmakta zorlanıyor. Özellikle yoğun uçuş programı, kokpit ve kabin ekibini oldukça bitkin düşürüyor. Hem bedenen hem de ruhen yıpranan kabin ekibini yeniden motive etmek ise şirket yönetimine kalıyor. Şirketler, bu soruna çözüm bulabilmek için genelde çeşitli aktiviteler düzenliyor. Böylece çalışanların kaynaşması ve moral motivasyonun yükselmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bu konuda en dikkat çekici çalışmalardan biri de, Pegasus Hava Yolları’nda gerçekleştiriliyor. Şirket bünyesinde kurulan müzik grubunun hedefi yılbaşında müzikal sahnelemek.Şirket yönetimi, çalışanlar arasındaki iletişimin artmasının yanı sıra daha keyifli ve renkli organizasyonlar gerçekleştirilmesi amacıyla ‘Pegasus Band’ adlı müzik grubu kurdu. Aralık 2013’te çalışmalara başlayan grup, 12 hostes ve 1 şeften oluşuyor. Vokalde Hürol Herkesecan, Burcu Özel, Müge Rasgeldi, Burcu Çal, Yasemin Taze ve Selin Fidan, gitarda Erinç Vatansever, Mert Ulu, kemanda Billur Batur, perküsyonda Seyhun Kesman ve Ezgi Enler, bağlama ve cümbüşte Emrah Boyraz’ın yer aldığı grup, bugüne kadar 4 organizasyon gerçekleştirmiş. Sanatçı hostesler, İstanbul, İzmir ve Antalya’da düzenlenen ‘Aile Toplantısı’ ile yılbaşı etkinliğinde oldukça eğlenceli şarkılar seslendirmiş.BÜYÜK ORGANİZASYONDA SAHNEYE ÇIKTILARBir yandan uçuşlara giden diğer yandan müzik çalışmalarını yürüten Pegasus Band’in heyecanı bu hafta daha da arttı. Neden mi? Çünkü grup, 31 Mayıs Dünya Kabin Memurları Günü vesilesiyle Hava Yolları Kabin Memurları Derneği’nin (TASSA) İstanbul’da düzenlediği organizasyonda meslektaşları önünde sahne aldı. Şef İbrahim Topçu yönetimindeki grup, pop ve rock şarkılardan oluşan repertuvarlarıyla, söz ve bestesi kabin memuru Hürol Herkesecan’a ait şarkıları da seslendirdi. Ekibin en büyük destekçilerinden Pegasus kabin hizmetlerinden sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Nurçin Özsoy, müzik grubunun sadece kurum etkinliklerinde değil, diğer aktivitelerde de sahne almasının kendilerini çok sevindirdiğini ve gururlandırdığını söylüyor. Daha büyük projeler için yoğun çalışma yürüttüklerini dile getiren Özsoy, çok beğenilen bir müzikali seslendirmek istediklerini dile getiriyor.MÜZİKALİN GELİRİ YARDIM KURULUŞLARINADeneyimli yönetici Özsoy’un verdiği bilgiye göre, grup, yoğun yaz sezonu uçuşları nedeniyle özellikle temmuz ve ağustos döneminde çalışmaları düşük seviyede yürütecek. Daha sonra ise yılbaşında sahnelenmesi planlanan müzikal için çalışma temposu artırılacak. Şirkette dans grubu da kurulacak. Böylece, müzikal, hem orkestra hem de dansın entegre edildiği daha etkileyici bir konsepte dönüşecek. Büyük bir salonda sahnelenmesi düşünülen müzikalin geliri ise dernek veya vakıflara verilecek.İlk ‘havacı kadın kamarot’Boeing Air Transport, 1930’da Ellen Church’u işe alarak ilk kabin memuru servisini başlattı. Böylece 15 Mayıs 1930’da saat 08.00’de, Oakland’dan kalkan Chicago uçağının görevlisi 25 yaşında diplomalı hemşire Ellen Church, tarihe ilk kabin memuru olarak geçti. Türkiye’de kabin memurluğu mesleği Adile Tuğrul ile başladı. 1946’da DC-3 tipi uçaklar geldikten sonra, ‘Havacı Kadın Kamarot’ adı ile 3 kadın görevli çalıştırılmaya başlandı. Daha sonra 13 Şubat 1946’da Atina seferlerinin düzenlenmesiyle 5 hostes daha alındı. Telsiz dersleri öğretilen kadın kamarotlar, yolculara hizmetin yanında uçaklarda telsizci şeklinde de görevlendirildi. Dış hat uçuşlarının başlamasıyla 5 hostes daha alınmışsa da, 1950’de uygulama kaldırıldı. Bu görev, uçaktaki makinist ve telsizci erkek memurlara devredildi. Memurların görevi ise paketleri uçakta dağıtmak oldu. Bu yıllarda havayolları arasında yaşanan rekabet ve hostesler nedeniyle artan hizmet kalitesi, THY’yi yeniden hostes bulundurmaya zorladı. Kadın hostesler, 1952’de uçaklarda yeniden görev almaya başladı. Şu anda Pegasus’ta bin, sektörde ise yaklaşık 9 bin kabin memuru bulunuyor.

Bir şeyler değişir mi dersiniz?

$
0
0
Soma faciası sonrasında olup bitenler, toplumsal tepki anlamında kıpırdanmaya başladığımızı gösterecek nitelikte. Facia sonrasında spor dünyasının duyarlılığı da dikkat çekiciydi.Laf olsun diye değil, basın tarihi araştırmacısı kimliğimle söylüyorum, tarihinin en berbat dönemlerinden birini yaşayan medyanın Soma’daki faciayla ilgili olarak kötü bir sınav vermediği kanısındayım. Belki de kendi aralarındaki anlamsız kavgadan yoruldukları için sahici bir işe yönelmek onlara iyi gelmiş olmalı. Öncelikle olayın gerçeğinin meydana çıkması yolunda önemli bir çaba gösterildi. Uzmanlar konuşturulup çözüm yolları araştırıldı. Bunlar çoktandır unutulmuş olan medya işlevleriydi. Geleceğe dönük olarak da neler yapılabileceği yolunda gerekli değerlendirmeler ihmal edilmedi. Maddi yardım kampanyaları boyutunda da gerekli çaba gösterildi. Yine de fazla birşey değişmeden işlerin büyük ölçüde eskisi gibi sürüp gideceğini hepimiz biliyoruz... Özellikle kusuru olanların karşılığını görmeleri noktasında umudumuz yok. Daha yukarılardaki sorumluların istifası, başka birtakım siyasal sonuçların ortaya çıkması gibi noktalarda henüz umutsuz vak’a durumundayız... Soma faciası benzeri olaylar başka ülkelerde önemli sonuçlara yol açmış ve açar. Fakat başka gerçekler var ve bunların başında ülkenin gelişmişlik düzeyi geliyor. Böyle bir olayın, o konuyla ilgili kötü durumları tepeden tırnağa düzeltmesini beklemek memleket gerçeklerine uygun değil. Aynı koşullarda çalışmaya yani bir bakıma ölmeye talip binlerce işsiz varken sorunu kökten çözebilmek daha epeyce cana malolacak bir süreç. Maden işçileri kendi sorunlarını kendilerinin çözebileceğini bilmeli. Sendika konusunda attıkları adım bunun bir örneği olabilir. Onların kömür karası emeklerinin karşılığından kesilen aidatlarla yaşayan, büyüyen, gelişen, semiren ağalara karşı seslerini yükseltebilmeliler. Bunlar, modası geçmiş solcu görüşler olarak değerlendirilebilir ama başka çare olmadığı da kolaylıkla görülebilir. Soma faciası ile ilgili olarak gazete ve televizyonlarda gerçekten iyi yayıncılık yapıldığını tekrarlayalım. Bunlara birşey eklemeye çalışmak çok da gerekli olmayabilir. Ancak bundan sonrası konusundaki takipçilik bizde pek olan bir durum değil. Benzer bir facia 1992’de Zonguldak’ta yaşandı ve 263 madenci hayatını kaybetti. Aradaki 22 yıllık sürede çağın getirdiği olağan sayılabilecek iyileşmeler dışında birşeyler yapılabildi mi? Bunları anlatan bir yazı dizisi, daha iyisi bir TV haber belgeseli şu sıra yapılsa iyi olmaz mıydı?Eskiler, “fikri takip” diye adlandırılan durumu gazeteciliğin temel niteliklerinden biri olarak görürdü. Bugün herşey çok çabuk unutuluyor. Taş çatlasa 15 gün, 1 ay içinde gündem birkaç kez değişmiş oluyor. Geriye sadece atılan nutuklar ve perişan durumdaki insanlar kalıyor. (Bu acı süreçte Orhan Veli’yi sık sık hatırladık; ‘neler yapmadık ki bu vatan için’ şiiri bağlamında: ...Kimimiz öldük/Kimimiz nutuk söyledik.) Medyanın bu konuyla ilgili rolünü tam olarak yerine getirebilmesi için kısa-orta-uzun vadeli Soma planları olabilmeli. Dönem dönem oradaki gelişmelerle ilgili haberler, mümkün olursa belgeseller yapılabilmeli. Bu sayede oluşturulan duyarlılık, gelecekte büyük facialar yaşamamızı önleyebilir. Spor dünyasının konuya gösterdiği duyarlılık hepimizi etkiledi. Galatasaray’ın acil yardımı, Milli Takım’ın ve Trabzonspor’un Soma’ya gitmesi simgesel olarak çok önemliydi. Fenerbahçe’nin mağdur ailelerin çocuklarını okutma yardımı, kalıcı ve değerli bir çaba. Bu sayede konuyla bağı da uzun yıllar sürecek Sarı Lacivertlilerin. Benzer türden daha yapılacak çok iş var. Bişey olur abi! Soma faciasının hem toplumsal bakış hem de sportif anlayış boyutlarında sürekli yaşadıklarımızla şaşırtıcı benzerlikleri var. Çetin Altan üstat yarım yüzyılı aşkın süredir anlatmaya çalışıyor bu toplumun “bişey olmaz abi!” diye yaşadığını. Kırmızı ışıkta geçen de ‘bişey olmaz’ diye yaşıyor, boğazına kaçan sineği tarım ilacıyla ‘etkisiz hale getirmeye çalışan’ vatandaş da... Sonuçta ‘bişey oluyor’ ve ölüyorsunuz. Evet, kırmızıda yüz kez geçtiğinizde bişey olmuyor ama yüzbirincide ölüyorsunuz! Bizim bir türlü anlayamadığımız bu. Olayın sporda yaşananlarla benzeştirilebilecek yanı şu: Bugün hangi teknik direktörümüze sorsanız dünyanın en iyi hocasıyla aynı idmanı yaptırıyor, benzer yöntemlerle oyuncularını maçlara hazırlıyordur. Bu doğrudur da... Fakat onlar idmanlarını ve öteki bütün çalışmalarını tam olarak yapılması gerektiği gibi yapar, bizdeyse ‘yapıyormuş gibi görünmek’ daha bildik tavırdır. Şekil olarak aynı şeyleri yapıyormuş gibi görünsek de içerik farklıdır. Uluslararası maçlara çıkıldığında arada bir yığın fark olduğu görülür ve yeniliriz. Soma’da da yenildik! Hem de çok acı biçimde...Bir pankartın peşinden... Yıllar önce Aslan Galatasaray diye bir dergi çıkarırken dikkatimi çekmişti “Soma Kömür Diyarı...” pankartı. Ali Sami Yen’in Yeni Açık tribününde her maçta görürdük onu. Onlarla ilgili birkaç haber de yayımlamıştım. Ardından Soma Galatasaraylılar Derneği’ni kurdular. Onlar için Galatasaray, kömür karası, dünyalarının en parlak ışığıydı. Facia yaşandığında ilk aklıma gelenlerden biri o pankart olmuştu. Galatasaray yönetimi durumu nasıl bu kadar hızlı değerlendirip gereğini yaptı bilmiyorum ama kutlanacak bir işti. O pankartın simgelediği sevginin karşılığını verebilmek için hemen harekete geçilmesi önemliydi. Elbette ki 2 kamyonluk yardım derde deva olacak birşey değil ama felaketin en acı saatlerinde yanlarında olduklarını göstermek çok değerliydi. Başkan Ünal Aysal ve yönetici Emir Sarıgül’ün, çok daha fazlasını yapacaklarından kuşkum yok.

AB’ye kamikaze dalışı

$
0
0
Avrupa Parlamentosu seçimlerine AB karşıtı aşırı sağ ve sol partiler damgasını vurdu. Hâlâ ağırlığını koruyan merkez partiler karşısında AB karşıtlarının sesi, bundan sonra daha yüksek çıkacağa benziyor.Geride bıraktığımız hafta sonu Avrupa Birliği mensubu yirmi sekiz ülkede seçim heyecanı yaşandı. Nüfus yoğunluğunun temel kabul edildiği parlamento seçimlerinde 751 milletvekilini belirlemek üzere sandık başına gidildi. İki gün süren oy verme sürecini (23-25 Mayıs) takip eden resmî sonuçlar, Avrupa kamuoyu ve diğer dış basında geniş yankı uyandıracak bir neticeyi doğurdu. Bilhassa Birliğin temel felsefesine karşı bir tutum sergileyen aşırı sağ partiler, başat üyeler sayılacak ülkelerde beklenmedik biçimde ilk sırada yer aldı. Fransa’da evvelden beri göçmen karşıtı tutumları ile bilinen Marine Le Pen liderliğindeki Milli Cephe yüzde 24,95 ile rekor bir sonuç elde ederken, Britanya adasında UKIP, ülke için ayrılan 73 koltuktan 24’üne vekil göndermeye hak kazandı. Her iki ülke basını da AB Parlamentosu seçim sonuçlarını ‘şok’ veya ‘Avrupa karşıtı dalgası’ mahiyetindeki başlıklarla duyurdu. Mevcut vekil dağılımına göre Hıristiyan Demokratlar yüzde 28,16 ve Sosyal Demokratlar da yüzde 25,17’lik oy oranıyla baskın konumunu hâlâ koruyor. Sağ marjinallerin Güney Avrupa’da adeta çakılarak yerini sol partilere teslim etmesi meselenin gölgede kalan diğer tarafı. Bazı çevreler, merkez sağ ve soldan uçlara kayan seçmenin AB ruhuna karşı bir tehdit olacağı yorumunda bulunuyor. Başka bir kesim ise kaygıya mahal verecek bir zeminin henüz oluşmadığı konusunda mutabık. “AB kendi işine baksın” Avrupa Birliği’nin yapısal temelleri 1992 Amsterdam Antlaşması’nda atıldı. Yakın tarihte Birliğe katılan ülkelerle beraber Avrupa Parlamentosu, 388 milyon vatandaşının siyasi iradesini temsil ediyor. Kurulduğu günden bu yana genişleme temayülü gösteren yıldızlar kulübünde son dönemlerde işler tam olarak yolunda değil. Doğu Avrupa ülkelerinden kara Avrupa’sına yaşanan ucuz işçi göçü ve İspanya, İtalya ve Yunanistan’da çıkan büyük çaplı malî krizler Avrupa Birliği’ne olan inancın zayıflamasına neden oldu. Yakın coğrafyada meydana gelen savaşların da etkisiyle tetiklenen kaçak göçler neticesinde, Avrupa ülkelerindeki yabancı karşıtlığında büyük bir artış görülüyor. AB karşıtı marjinal söylemin ilk hedefinde ülkeye yasadışı yollarla giriş yapmış kitleler bulunuyor. Zaman Gazetesi Brüksel Temsilcisi Selçuk Gültaşlı, seçimlerden önce oy kaygısıyla yapılan radikal söylemlerin parlamentoya doğrudan yansımayacağı kanısında. Zira kurulun büyük bir bölümünü hâlâ merkez sağ ve sol partiler domine ediyor. Fakat hafta içi yaşanan gelişmeler seçimin iç siyasete de doğrudan bir biçimde etki edeceği sinyallerini verdi. Güçlü AB destekçisi olarak bilinen Fransa Devlet Başkanı François Hollande, devlet televizyonu TF1’e yaptığı beyanatta tam tersine bir duruş sergileyerek; “AB, çok karmaşık ve halktan kopuk bir yapı haline geldi. Birlik, anlaşılmaktan uzak bir proje görünümü sergiliyor. Avrupa basit, açık olmalı, varlık göstermesi ve çekilmesi gereken yerleri bilmeli.” cümlelerini telaffuz etti. Hollande’ın bu açıklamalarını AB zirvesinde konuşan İngiltere Başbakanı David Cameron’un “Avrupa, büyüme ve istihdam noktalarına yoğunlaşmalıdır.” söylemi de teyit etmiş oldu. Avrupa’nın diğer taşıyıcı gücü Almanya’da da aynı intibaın uyandığını belirtmek gerek. Şansölye Angela Merkel, seçim sonuçları üzerinden yaptığı değerlendirmede, “Artık yeni bir komisyon başkanının atanması üzerinde konuşmalıyız.” diyerek diğer liderler ile aynı pozisyonda bulunduğunu kerhen de olsa belli etti. Kapalı kapılar ardında Uluslararası Para Fonu Başkanı Christine Lagarde veya Danimarka Başbakanı Helle Thorning-Schmidt’in isminin telaffuz edildiği belirtiliyor. Hızını alamayan sağ söylem Seçimler evvelinde keskin çıkışları ve popülist tutumu ile Avrupa’da aşırı sağın sembol ismi haline gelen Fransız lider Marine Le Pen, babası Jean-Mari Le Pen’den devraldığı görevi, rekor sonuçla ileri bir noktaya taşıdı. İslam karşıtı parti, siyasi tarihinde ilk defa bir seçimi birinci parti olarak tamamladı. Milli Cephe Partisi (FN) lideri, şu sıralar siyasi yelpazede aynı çizgide bulunan partilerle flört aşamasında. Bu partiler arasında Hollandalı Geert Wilders’ın Özgürlük Partisi, Matteo Saivini’nin İtalyan Kuzey Ligi Partisi, Heinz Christian Strache liderliğindeki Avusturya Özgürlük Partisi ve Belçikali ayrılıkçı Vlaams Belang bulunuyor. Beri taraftan, İngiltere’nin Avrupa karşıtı partisi UKIP lideri Nigel Farage böyle bir ittifaka destek olmayacaklarını alenen beyan etmişti. Le Pen’in Avrupa Birliği karşıtı ve ulusalcılığı öngören çağrılarının seçim sonrasında da aynı ivmeyle devam ettiğini görüyoruz. Seçimin sıcaklığını yitirmediği günlerde bu sansasyonel taleplerini yenilemekten geri durmadı. Devlet Başkanı Hollande’a acil tedbir paketini açıklayan Le Pen, Türkiye müzakerelerinin reddedilmesini, Birleşik Devletler’le yaptığı Transatlantik Ticaret ve Yatırım Antlaşması’nın iptalini ve Allstom firmasının derhal kamulaştırılmasını istedi. Kuzey’de geniş kitleleri etkileyen bu söylem karşısında sol ve özellikle yeşillerin yüzde 3,4 gibi bir oranda eridiğini belirtmek gerekli. Mesela, tek politik hedefi Avro karşıtlığı olarak görülen Alman Alternative für Deutschlang Partisi, kısa süreli kariyerine karşın bu seçimlerde yüzde yedilik bir oy oranına ulaştı. Katılımın da düşüklüğünü hesaba dahil edilirse, bu akımın Avrupalı ittifak ruhu karşısında etkin bir konum edindikleri söylenebilir. Birlik karşıtı cephenin Parlamento’ya nasıl yansıyacağı ise şimdilik belirsiz. Zira aşırı sağcı kanadın kendi grubunu kurabilmesi için yedi farklı ülkeden milletvekilini ikna etmesi gerekiyor.Elde var husumet Avrupa’da “endişe verici ama şimdilik paniklemeye gerek duyulmayan” bir rahatsızlık söz konusu. Daha da vahimi, Avrupa Birliği kendi değerlerine kast eden bu oluşumu sinesinde barındırıyor. Ulusalcı, göç karşıtı, İslamafobik ve entegrasyonu reddeden bir yapı, üye ülkeler olduğu kadar Birlik üyesi olmayan ülkelerde de endişe verici karşılandı. Katılımların evvelki seçimlere nazaran düşmesi de Avrupa’daki demokratik değerlerin zaafa uğradığının başka bir göstergesi denebilir. Barış ve sınırlar ötesi yardımlaşma üzerine kurulu Avrupa Birliği Projesi, bugüne kadar kudret ve refah vaadinde bulunmuş, çok uluslu bu mekanizmasıyla 2012 yılında Nobel Barış ödülüne layık görülmüştü. Fransız Jean Monnet ve Robert Schumann’dan neşet eden Avrupa Birliği fikri, yine aynı ülkeden gelen aykırı sesler ile ilk artçı sarsıntıyı hissetti. Son siyasi hadiseler de Nobel’den bugüne geçen kısa sürede köprünün altından çok sular aktığına ve daha da akacağına işaret ediyor.İsmail Ertuğ (Avrupa Parlamentosu Birleşik Sosyal Demokratlar Grubu Üyesi): Komisyon başkanının halk tarafından seçilmesi, Avrupa Konseyi açısından bir tedirginlik oluşturuyor. Angela Merkel’in Konsey’i temsilen böyle bir durumdan pek haz edeceğini söyleyemeyiz zira Parlamento’nun Konsey karşısında güçlenmesi kurumlararası bir yetki paylaşmazlığı ile sonuçlanabilir. Seçimlerin sonucunda Parlamento’da komisyon başkanlığı için M. Junker’in başını çektiği bir oluşum mevcut. Eğer Konsey, Junker’e hemen yetki verirse, bu ileride bir otomatizme dönüşebilir ki Lizbon Konferansı da bunu öngörüyordu. Bu sebeple Merkel, alternatifler arama peşinde. Bu isimlerin muhafazakâr kanattan birileri olması gerekecektir. İrlanda veya Polonya Başbakanı’nın adı geçiyor.Selçuk Gültaşlı (Zaman Gazetesi Brüksel Temsilcisi): Merkez sağ ve solun üzerine liberallerin vekillerini de katarsak bu parlamentoda aşırı partilerin hâlâ azınlıkta kaldığını söyleyebiliriz. İngiltere’deki UKIP partisi Fransız aşırı sağıyla bir ortaklık yapmayacaklarını dile getirmişti. Hatta ırkçı söylemi bulunan bir üyeyi de bu sebepten dolayı partiden ihraç ettiler. Bu sebeple ikisi birbirinden ayırt edilmeli. Diğer yandan Fransız Devlet Başkanı Holland’ın değerlendirmelerinin akabinde, göçmen kamplarına müdahalelerin olduğunu öğrendik. Bu sonuçlar çerçevesinde AB siyaset zemininin sağa doğra kayacağını veya bu yönde bir baskı olacağını ortaya koyuyor. Gelecekte göçmenler, vatandaşlık hakları konusundaki icraatların sertleşeceği söylenebilir. Türkiye ile felç olmuş olan müzakerelerin bu bağlamda yürütülmesi de mümkün gözükmüyor.

Bugün susmayı ahlâksızlık olarak görüyorum

$
0
0
Gazeteci yazar Ali Çimen, Twitter’ı aktif olarak kullanıyor. Her an Twitter’da dersek yanlış olmaz. “Bugün susmayı doğru bulmuyorum.” diyen Çimen’in kurgu romanında anlattığı herşey gerçekleşti.20 yıllık gazetecilik geçmişiniz ve çok sayıda kitabınız var ama Twitter’dan sonra bir başka tanındınız?İlginç bir durum (gülüyor). ‘Birkaç hafta önce bir site benim için ‘Twitter fenomeni’ diye yazmıştı. Çok güldüm ona. Onca yıldır bu işi yapıyoruz, Twitter bir başka oldu. Buna diyecek bir şey bulamıyorum.Ne zamandan beri kullanıyorsunuz?Gezi’de başladım aktif olarak kullanmaya. Sonra ara verdim, bir kitap yazdım. 17 Aralık’ta tekrar başladım. Gezi’den önce çok nadiren kullanıyordum, kitaplarımdan paylaşımlar yapıyordum. Bazen de çiçek böcek muhabbetleri… Hatta kullananlara da bir önyargım vardı. Mesela Ahmet Hakan için ‘Ne kadar boş vakti var, milletle atışıyor’ filan derdim. Ama sonra baktım ki gerçekten olağanüstü bir gücü var. Bir şey yazıyorsun, yüz kişi paylaşıyor, yorum yapıyor. Onların da yüzlerce takipçisi var. Etkileşim, zincirleme oluyor. Bir nevi titan zinciri, pozitif anlamda tabii. Açıkçası ben kitleleri harekete geçireyim, fenomen olayım diye girmedim hadiseye. Daha çok rahatlamak için.Twitter olmasaydı ne yapardınız?Çay kahve içerken birbirimizi dolduruşa getirecektik (gülüyor.) Aslında burada yaptığımız da farklı bir şey değil. Seni hep aynı görüşten olanlar takip ediyor. Sürecin başından beri sürekli AK Partililerle atışıyoruz, 4-5 ay geçmiş, ne kadar inandırıcı argüman koyarsanız koyun kimse kendi bulunduğu pozisyondan geri adım atmıyor. Bu açıdan bakınca herkes kendi blokuna konuşuyor. Kişisel yönü de var, yarın öbür gün bu işler netleştiği zaman çok şükür bunu açıkça deklare etmişim, diyeceğim. En azından vicdanen rahat hissedeceğim.Sürekli yazıyorsunuz? Mesainizden alıkoymuyor mu sizi? Bir yerden sonra rahatsız etmiyor mu?Etmeye başladı. Zaten şimdilerde yeni romanımın çıkması lazımdı. Üçte birini bile bitiremedim. Getirisi olduğu kadar götürüsü de var. Ama sonuçta bunları düşünmüyorsunuz. Çünkü hareket noktam şu; bazı gazeteci ve özellikle yazarlar var, bu tür kriz durumlarında birden suskunluğa kapılıyorlar. Ya da çok ortadan gidiyorlar. Ben çok ahlaki bulmuyorum bunu, özellikle yazarlar için. Çünkü yazarsınız ve fikirlerinizle para kazanıyorsunuz ve bu tür olağanüstü durumlarda fikirlerinizi beyan etmeyip kaçak güreşirseniz, açıkçası bunu çok ahlaki bulmuyorum. Ya da ortalık yıkılırken kalkıp kendi kitabının promosyonunu filan yapacaksınız hiç etliye sütlüye bulaşmadan, bunu da ahlaki bulmuyorum. Ha tornacı olsam amenna… Yani işim tornacılık siyaset beni ilgilendirmez diyebilirim. O yüzden işimi gücümü bir kenara bıraktım, bu dört beş aydır mesaim neredeyse Twitter oldu.Euronews’ten geçen ay ayrıldınız. Sebebi bu muydu?Hayır, onunla ilgili değil, artık kendimi tamamen romancılığa vermek istemem. Roman kesinlikle 24 saatlik bir mesai istiyor. Hayatınızı o işin içine koyacaksınız. Tarih kitapları serisi devam ediyor bir yandan. Bir seçme noktasına geldim. Dedim 20 seneden sonra bir rota çizeyim. Artık kurgu üzerine romanlar yazmak istiyorum. Gazeteciliği bundan sonra keyfî yapacağım.Twitter’da aleni şekilde fikir beyan etmeniz, keskin bir taraf olmanız kitap satışlarını etkiliyor mu?Bu taraf ve tarafsızlık mevzusu tartışılabilir bir hadise. Siz benim görüşlerime karşıysanız beni taraflı buluyorsunuz, aynı şekilde düşünüyorsak tarafsız oluyorum. Yani bu nereden durduğumuza da bağlı. İlk bir ay beşer şaşar demişler, kimseye kefil olmadan hadiseyi okumaya çalışıyordum. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı adına konuşan Mustafa Yeşil ve İhsan Yılmaz’ın dediği şuydu: Sonuçta bu yapının içinde suça karışmış insanlar da olabilir, varsa böyle bir şey hukuk gerekeni yapsın. Bir taraf hukuk deyip diğer taraf hukuk dışına taşıyorsa... Bir de iş cadı avına varacak kadar çığırından çıktı. Şimdi işin geldiği bu noktada kitap satışlarını düşünmek esnaf yazarların işi. Ben esnaf yazar değilim. Okuyucunun da ne kadar çok keskin taraflar olsa da bu işlerde öfkeli hareket ettiğini düşünmüyorum. Ama çok şükür olumlu dönüşler alıyorum. Kitapların satışları arttı. Ha şu da var düşerse de düşsün hamama giren terler demişler. Ayrıca insanlar böyle kriz dönemlerinde sizden bir şeyler duymak istiyor. Kanaat önderlerinden, para verip kitabını aldığı yazarlardan ne düşündüklerini duymak istiyor. Bunca haksızlık oluyor bu adam ne düşünüyor, diyor.Korkmuyor musunuz?Tabiî ki korkmuyorum diyen yalan söyler. Sonuçta arkamızda çok büyük sermayeler devlet filan yok. Kendi fikri sermayemizle ayakta kalmaya çalışıyoruz. Ama bunca insan Türkiye’de belli şeylerin uğruna çile çekmiş, bize iki tane adam küfür etti, tehdit etti diye dönecek değiliz. Sonuçta ben hukuken haklı olduğuma inanıyorum.İlk romanınız Kırık Heykel’de kişiler gerçek, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Hakan Fidan var… Olayların birçoğu da gerçek. Bu hukuken başınıza iş açmasın?Kırık Heykel’i yazmaya başladığımda hiç bu işler yoktu. Mavi Marmara hadisesinden sonra yazmaya başlamıştım. İsrail-Türkiye ilişkisine dair böyle bir roman yazma fikri vardı aklımda. Tamamen gerçek bir olay üzerinden gitmek istedim. Çok ilginçtir kitabın içindeki pek çok şey artık gerçekleşti ve gerçekleşmeye devam ediyor.Nasıl öngörebildiniz?Dış haberler üzerine çalışıyorum, uluslararası ilişkiler alanında belli bir birikimim var. Hükümetin aktörlerini de tanıyorum. Düşünce yapılarına çok uzak değilim sonuçta. Ortadoğu’daki hadiseler, Arap Baharı nereye gider diye sorguladım ve bir kurgu yaptım. Mısır’da Sisi’nin ordunun demokrasiye izin vermeyeceğini tahmin ediyordum. Kurgunun ana dayanaklarından biri oydu, gerçekleşti. Bunlar bu işe çok kafa yoran insanların üç aşağı beş yukarı çıkarabileceği sonuçlardı. Romanın ana sorunsalı “Arap Bahar’ı Suudi Arabistan’a ulaşırsa ne olacak/olur?”du. Aslında bu dünyada çok tartışılan bir şey. Ben de İsrail, İran, Türkiye ve Amerika’nın da içinde olduğu bu konuyu işledim.Amerika’da bu tarz sıcak gündeme dair çok fazla kurgu roman çıkıyor. Türkçeye çevrilenler de oldu. Türkiye için yeni bir kulvar…Evet. Bizde polisiye romanlar kısmen bu yapılıyor ama politik kurgu dediğimiz alan biraz zayıf. Ben de bu boşluğa talibim.Yaptığım, gerçek hadiseleri kurgulamak. Bu romandan sonra çoğu insan Kâbe’ye bir baskın yapıldığını bilmediğini söyledi. Benim uydurduğumu zannediyorlardı. 1979’da yapılan Kâbe baskını halbuki çok önemli bir hadisedir, hatta El-Kaide’nin çıkışı olarak bilinir. İnsanların ‘dünyada neler oluyor’u roman tadında okumak ilgisini çekiyor tabiî.Peki roman karakterlerinizin birçoğunun önemli politikacılar olması risk değil mi?Yazdığınızın algılanma şekli içinde bulunduğunuz konjonktüre göre de değişiyor. Roman çıktığında ortalık sütlimanken, “Amma AK Parti, Tayyip Erdoğan propagandası yapmışsın, dünya lideri filan…” dediler. O zaman dedim ki böyle bir şey yok; bu analize dayalı bir roman. Şimdi de diyorlar ki; “Vay bunlar böyle, yayınevi Cemaat’e yakınmış, yazar eski Zaman çalışanıymış. Cemaat hükümeti uyarmış bu romanla...” Şimdi aynı şekilde söylüyorum, bu sadece roman.

Yapamadıklarıma haksızlık ettiğimi düşünüyorum

$
0
0
Metin Arolat dört yıllık bir aradan sonra Karavan isimli çalışmasıyla müzikseverlere merhaba dedi. Aynı zamanda reklam filmi yönetmeni olan müzisyen, sahneye çıkmanın kendisi için albüm yapmaktan da yönetmenlikten de önemli olduğunu söylüyor. Arolat, “Sahnede olmak terapi gibi.” diyor.Çoban Yıldızı gibisiniz bir görünüp kayboluyorsunuz. Sizi neden çok sık göremiyoruz?Bunun en büyük sebebi iki işi bir arada yürütüyor olmam. Bir yandan yönetmenlik bir yandan da müzik yapıyorum. Sırf şarkı çıkarmış olmak, para kazanmak ve gündemde kalmak için müzik yapmıyorum. Kriterim, kaliteli bir şey yapmak ve yaptığım şeyin benim istediğim gibi olması. Dolayısıyla yapımcı ve dinleyici baskısını biraz arkaya itiyorum. İstediğim zaman ve istediğim ekiple bir şeyler yapıyorum.Dinleyiciye haksızlık etmiş olmuyor musunuz?Dinleyicinin alternatifi bol. Fanatik bir şekilde aynı kişiden bir şey beklemiyorlar. Ama kendi içinde şunun eksikliğini hissediyorum. Ben albümden çok sahne adamıyım. Sahnede olmaya bayılıyorum. Bu albümleri yapma sebebim de zaten sahnede olmak. Sahnenin bana yaptığı terapiyi hayatta hiçbir şeye değişmem. O ışıkların altında hissettiklerim benim için albümden de yönetmenlikten de daha önemli.Bir yandan yönetmenlik öbür taraftan müzik var hayatınızda. İkisinden birini ötelediğinizi düşünmüyor musunuz? Düşünmüyorum. Keşke daha fazla bir şeyler daha yapabilsem derdindeyim. Yapamadığı işleri dert eden insanlardanım. Benim yazmam da lazım, fotoğraf sergileri açmam, moda tasarımı yapmam lazım. Bana verilmiş birtakım yeteneklere haksızlık yapmamam gerektiğini düşünüyorum. Aslında müziğe ya da yönetmenliğe değil yapmadıklarıma haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Keşke gün yirmi dört değil daha fazla olsa. Hep mutlu olacağımı bildiğim işlerin peşinden koştum. Daha mutlu olacağımı bildiğim ve yapamadığım birçok şey var.Kamera önündeki Metin Arolat’la arkasındaki arasında fark var mı?Evet ikisi farklı. Orada bir kişilik bölünmesi var. Kamera arkasındayken daha çok disiplinliyim. Çünkü reklam filmleri çekiyorum. Bunları iyi bir ekiple kaliteli olarak ve belli bir sürede çekmem gerekiyor. Kamera önündeyken kamera arkasındaki insanlar bu disipline sahip olacağı için rahat oluyorum. Kamera arkasındaki ben daha ben, kamera önündeki ben fırsat bulmuş aslında olmak istediğim kişi diyebilirim.Karavan adlı yeni single nasıl bir çalışma oldu sizin için?Bu aslında bir maxi single. İki şarkı var ama her şarkının üçer versiyonu var. Her versiyon için en az şarkının orijinali kadar çaba sarf edildi. Bana göre altı şarkı var burada. Şarkının her halinin farklı etkileri var. Bunun için çok uğraştım. Çünkü bizde remix kavramı var. Her şarkının altına bir dımtıs yerleştirilip versiyon oluyor. Böyle olmasın istedim. Artık günümüzde albümler değil şarkılar satıyor. Çünkü internet denen bir şey var. İnsanlar klibi çekilmiş şarkıları dinliyor. Klip çekilmemiş şarkılara yazık oluyor. Bu da beni üzüyor. Bundan sonra iki şarkılık maxi single yapmayı düşünüyorum. Artık daha sık albüm yapacağım.Çıkış şarkınızın adı Karavan. Göçebe ruhlu biri misiniz?Karavan benim ruhum. Hep bir karavanla, dünyanın her yerine gitmek, bir gün orada bir gün burada olayım isterim. Hiç yerleşmek, kök salmak istemeyen göçebe bir ruhum var. Bu şarkının “Bildik evleri yıkalım yerleşelim senle bir karavana” gibi bir sözü var. Bütün yerleşik düşünceleri, kuralları yıkalım biz özgür olalım diyor şarkı ve bunu karavan temsil ediyor.Yirmi yıldır müzik piyasasındasınız. Günümüz müzik dinleyicisi bile sizin de içinde bulunduğunuz 90’ların müziğini özlemle dinliyor. 90’ların alametifarikası neydi sizce?Müziğin de organiği var. 90’ların müziği daha organikti. Daha saf, daha umutlu, daha beklentisizdi. Altyapı olarak da akustikti. Günümüzde yapılan şarkılar daha elektronik altyapılı ve birbirine çok benziyor. Şunu biliyorsun: Bu şarkı çıkacak ve üç ay sonra unutulacak. Ama klasikleşmeyecek 90’larda yapılan şarkıların yüzde sekseni unutulmadı çünkü o şarkılar organik. Mesela Dert Değil diye bir şarkı yaptım hayatımda en kötü yorumladığım şarkıdır. Dinlerken tüylerim diken diken oluyor. Aranjörüm Ankara’ya gitmek zorunda kaldı, tonmaister hastaydı. Stüdyoda tek başına kendim kaydettim. Ama o kadar samimiymiş ki insanlar yirmi yıl sonra bile bu şarkıyı dinleyip eğleniyor.Evi soyulsa Gezi’den bilecekSoma faciasından sonra Twitter’da bu faciayı Gezi’ye bağlayan insanlara karşı sert tepkiler verdiniz. O anki ruh halinizi merak ediyorum...Ben bizi bu hale getirmelerinin karşısındayım. Birden içimize bir bomba atıldı ve farklı köşelere fırladık. Siz-biz şeklinde kurulan bir cümle ile paramparça edildik. Sanki aynı memleketin çocukları değiliz gibi. Biz bir aileyiz. Bölücü fikirlere karşıyım. Bırak Soma faciasını, bir yerde bir ev soyulsa Gezi’ye bağlayacak olanlar var. Bir çocuk kayboldu onu bağladılar mesela. Diğer yandan Soma’da ölmüş insanlar ‘müstehaktı’ diye suçlanıyor. Artık çığırından çıkan bir paranoya var.Bu paranoya halinin sona ermesi için ne yapmak gerekiyor sizce?Birazcık sakinleşmemiz gerekiyor. Siyasilerin çok sert söylemlerden kaçınması gerekiyor. Bahsettiğim bomba oydu. Siz-biz lafları edildiği anda bomba atıldı. “Yüzde elliyi içeride zor tutuyorum” gibi. Oysa bu hükümete çoğumuz güvendik. Güvenme sebebimiz de babacan tavırdı. Birden ummadığımız anda bir tokat yedik. Baba dediğiniz insan size bir anda tokat atınca tabi kırgınlık ve kızgınlık hissedersin. Öyle hissedildiği için bu tepkiler doğdu. Siyasetle hiçbir ilgisi olmayan insanlar terörist ilan edildi. Öyleymiş gibi hissettirildi. Öyle olmayanlar kendini savunmaya çalıştı. Oysa bunlar daha ılıman yollarla halledilebilir. Umarım herşey soğur. Birbirimize yeniden saygı duymayı öğrenmeliyiz.Bizim ailede torpil sökmezÖnemli isimlerin olduğu ve geçmişte de önemli insanların bulunduğu bir aileye mensupsunuz.Şanslıyım. Bırak soyu sopu, başarıyı... İyi insanlardan oluşan bir ailem var. Çok fazla birbirimize hayrımız yoktur ve bizim ailede torpil sökmez. Hep birlikteyiz ama kimse kimseden ricada bulunmaz. Kimse kimsenin etiketini kullanmaz. Mesela ben de mimarlık okuyup Emre’yle (Arolat) birlikte mimar olabilirdim. Ya da amcam ünlü bir gazeteciydi ben de gazetecilik okuyup amcamın yanında yükselebilirdim.Amcanız Osman Saffet Arolat sizin için “Yönetmenlikte para kazanıp müzikte batırıyor.” diyor…(Gülüyor) Allah’tan beni bu halimle kabul ediyor. Ailenin yaramaz çocuklarından biriyim ve böyle olmayı da seviyorum. Amcam Deniz Gezmiş’in en yakın arkadaşıydı. Öyle bir adama ‘Olsun varsın ah çekinme’ dediğinizde zıt geliyor. Ama bir yandan da “Bir zamanlar bir Osman Saffet Arolat vardı, şimdi kime söylesem Metin Arolat’ın nesi oluyorsun diye soruyorlar bu nasıl bir durum?” diyor. (Gülüyor)Aynı zamanda Mevlânâ’nın torunlarından birisiniz. İçiniz ürperir mi zaman zaman?Evet, 24. kuşak torunlarından biriyim. Bunun gururu ile değil de onun eserlerini doğru algılayan bir torun muyum şeklinde bir ürperme oluyor. Çünkü yanlış bir şey söylemekten çok korkuyorum. Çünkü Mevlânâ’yı herkes kadar biliyorum. Evde kıyafetlerimi giyip semazen gibi döndüğümü düşünenler bile olabilir ama öyle bir şey yok. Kitaplarını fırsat buldukça okuyorum.

7 bölge, onlarca yemek, çaylak jüri

$
0
0
Son dönemde revaçta olan yemek yarışmaları okullarda da yapılmaya başlandı. Geçtiğimiz hafta Fatih Koleji tarafından düzenlenen yöresel yemekler yarışmasında 7 bölge ve Orta Asya yemekleri görücüye çıktı.Geçenlerde yemek yarışmalarında jüri üyelerinin tüm yemeklerin tadına bakmaktan dolayı yaşadığı zorlukları konu eden bir haber okumuştum. Haberin ara başlığı beddua edeceksen “Allah seni jüri üyesi yapsın!” şeklindeydi. Bu, katıldığım bir yemek yarışmasında gözlemlediğim benzer bir olayı hatırlatmıştı bana. Tüm gün süren organizasyonun sonlarına doğru sabahtan beri onlarca yemeğin tadına bakmış şeflerden biri dokunsan istifra edecek haldeydi. O güne dek birçok yarışma takip etmiş olsam da işin dışarıdan görüldüğü gibi ‘iştah acıcı’ olmadığının ilk defa o zaman farkına varmıştım. Öyle ya tatlı, tuzlu onlarca yemeğin bir çatal da olsa tadına bakmak, adil olmak adına her bir tabağı tattığı ilk yemekmiş gibi değerlendirmek, bunu yaparken mide zafiyeti geçirmemek kolay olmamalıydı.Gel gör ki gözlemlemek ile deneyimlemek farklı şeylermiş. Bunu geçtiğimiz hafta Kayaşehir’deki Fatih Koleji tarafından organize edilen yöresel yemekler yarışmasına jüri üyesi olarak davet edildiğimde daha iyi anlayacaktım. 7 bölgeye ait 7 çadır, (okulda Orta Asyalı öğrenciler de bulunduğundan) bir de Orta Asya standından oluşan ve yemeğin görücüye çıktığı yarışma alanına ulaştığımda ‘küçük’ çaplı bir şok yaşayacaktım. Zira yarışmanın tek ve yegane jürisi bendim. Ne şef, ne gurme... Yalnızca yemek yazıları yazan bir muhabirdim. Ben kimin bedduasını almıştım acep? Abartmaya mahal yok. Alt tarafı mütevazı bir okul organizasyonuydu. Tamam da hiçbir şey biraz sonra tatlı tuzlu yüzlerce yemeğin tek başıma tadına bakacağım gerçeğini değiştirmiyordu. Yarışma, çadır dizaynı ve yemek olmak üzere iki kategoriden oluşuyordu. Yani bir yandan yemeklerin tadına bakacak, diğer yandan da çadırların temsil ettikleri bölgeyi ne kadar yansıtır şekilde dizayn edildiğine... Çadırları ziyaret ederken bir şok daha yaşayacaktım. Zira yarışma amatör, ben amatör, yemekler ise ulusal çapta bir yarışmada yarışacak kadar profesyonel görünüyordu. Veliler işi bir hayli ciddiye almış ve gerek görüntüsüyle gerek de lezzetiyle birbirinden güzel yemekler hazırlamışlardı.Jüri olduğumu öğrenen çadır görevlileri, stantlarındaki her bir yemek için “bunun da, bunun da tadına bakın lütfen” diyor, ardından da göz temasıyla olumlu bir geri besleme almaya çalışıyordu. Zavallı midem, sen nere giden? İlk stantta kadınların ısrarı ve adil olma duygusundan ne varsa tadına baktım. Ancak bu şekilde hareket edersem ikinci standı görmeden başta bahsini ettiğim şeften daha bedbaht bir hale düşeceğimin neyse ki erken farkına vardım. Acil eylem planımı yapıtım, geriye kalan stantları hızlıca dolaşıp kadınlardan sadece yöresel ve en iddialı oldukları yemeklerden oluşan bir tabak hazırlamalarını rica ettim. Böylelikle zamandan tasarruf edecek, her yemeğin tadına bakmak durumunda kalmayacak ve adilane genel bir değerlendirme yapabilecektim.Yarışmanın birincisi hem dizayn hem de tadı damağımda kalan yemekleriyle Güneydoğu Anadolu Bölgesi oldu. Normalde pek aram olmamasına rağmen denediğim çiğköfte (Diyarbakır yöresi) ve perde pilavı (Batman) ise Güneydoğu çadırında yediğim en lezzetli yemeklerdi. Karadeniz’den medhini çok duyduğum ancak daha önce hiç tatmadığım Laz böreği ve fındıklı burma tatlısı, Akdeniz’den biber salçası ve kırmızı biberden yapılmış kahvaltılık, Doğu Anadolu’dan şeker helvası (Bitlis), Marmara’dan triliçe, Orta Asya çadırından ise geçen sene Özbekistan’da yediklerimden daha fazla beğendiğim Özbek pilavı ve mantısı, samsa (Özbek ve Uygur) yarışmanın bana göre iz bırakan lezzetleriydi. Amatör yarışmanın amatör jürisi olarak aldığım tüm ‘profesyonel’ tedbirlere rağmen günü mide sancısıyla sona erdirdim. Ne diyeyim, Allah kimseyi jüri yapmasın!

25. yılında Bulgaristan göçü

$
0
0
300 binden fazla Bulgaristan Türk’ünün, yüzlerce yıldır yaşadıkları toprakları terk ettiği ‘Büyük Göç’ün üzerinden çeyrek asır geçti. Türkiye’ye sığınan göçmenler, doğdukları topraklarla bağlarını koparmadılar.Osmanlı’nın çöküş sürecine girmesi ve ardı ardına yaşanan toprak kayıpları ile acı ve hüzün de başlar Balkan coğrafyasında. Doksanüç Harbi olarak bilinen 1877/78 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında 1 milyondan fazla Türk, Anadolu’ya göç etmek zorunda kalır. Ardından Balkan savaşlarında beş yüz bine yakın Türk aynı kaderi paylaşır. II. Dünya Savaşı sonrasında yıllar süren savaşlar bitti derken, bu sefer komünist rejimin baskı ve zulmü baş gösterir. “Göç” bu toprakların “kader”i olur âdeta. Özellikle de Bulgaristan Türklerinin… En son ve en büyük göç, 1989 yılında yaşanır. Bundan 25 yıl önce... Göçün ilk kıvılcımları ise 1984 yılında Bulgar hükümeti tarafından ateşlenir. Komünist rejim önce Türk nüfusun yoğun olduğu kenar köylerden başlayarak isimleri Bulgarlaştırır. Ardından sıra merkezde yaşayan Türklere gelir. Adını değiştirmeyip Bulgar kimliği almayan Türkler, toplu taşıma kullanamaz. Daha vahimi, ekmek alırken bile kimlik sorulmaktadır. Gösteremeyenler, “Sana ekmek yok!” cevabı ile karşılaşır.Özal: İsterse Jivkov da gelebilirHiçbir sosyal haktan yararlanamayan, okulları kapatılan, konuştuğu dil Türkçe yasaklanan Türkler, ağır şartlara daha fazla dayanamayıp gösteri ve grevlerle hakkını aramaya başlar. 25 Mayıs 1989’da Kuzey Bulgaristan’da özellikle Kırcaali gibi Türk nüfusun yoğun olduğu şehirlerde yürüyüşler başlar. Fakat komünist Bulgar yönetimi bu masum ve haklı hareketlere kaba kuvvetle cevap verir. İşkenceler, gözaltılar, zulümler durmaz. “Elebaşı” olarak tespit ettikleri insanlar, Belene gibi ölüm kamplarında sindirilmeye çalışılır. Ordu tarafından götürülen ve bir daha haber alınamayan insanların, taşkınlıklar sırasında şehit edilen Türklerin sayısı her gün artmaktadır. Bulgar Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri ve Bulgaristan Başbakanı (1971-1989) Todor Jivkov televizyondan, “Türkiye kapılarını açsın, pasaportlarını vereceğiz, kalmak istemeyen çekip gitsin.” açıklaması yapar. Dönemin Türkiye Başbakanı merhum Turgut Özal ise şu cümlelerle cevap verir: “Türkiye, sınır kapılarını açacaktır. Dilerse Todor Jivkov da gelebilir.”Gelgelelim isteyen herkese değil, istediği kişilere pasaport verir Bulgar hükümeti. Özellikle okumuş ve aydın kesim aileleri de paramparça edilerek, mallarına el konarak ülkeden ihraç edilir. Ardından “Büyük Göç” başlar. Trenler, arabalar, yaya kervanları kilometrelerce uzar. Bulgaristan Türkleri, Kapıkule Sınır Kapısı’na üç ile beş bin kişilik kafileler halinde ilerlemektedir. Özellikle “utanç treni” olarak hafızalarda yer eden trenler binlerce insan taşır sınıra. Bu “zorunlu göç” karşısında Türkiye Cumhuriyeti soydaşlarına kapıları sonuna kadar açar. İki ülke arasındaki vize uygulaması 2 Haziran 1989’da kaldırılır. Vize uygulamasının tekrar başladığı 22 Ağustos 1989’a kadar geçen iki buçuk ayda, 300 binden fazla Bulgaristan Türk’ü Kapıkule’den ülkeye giriş yapar. Her gün binlerce göçmen sınırdan giriş yapmaktadır. Mehter Marşı ile karşılanırlar. Gelenler gözyaşlarına hâkim olamaz. Zira acı ve mutluluk bir aradadır. Pek çoğu trenden iner inmez vatan toprağını öper. Osmanlı’nın 485 yıl kaldığı Balkan toprağını, doğup büyüdükleri “vatan”ı terk etmenin, mallarını, en önemlisi de ailelerini bırakıp gelmenin acısı yüreklerindedir. Diğer yandan esaret ve zulümden kurtulmanın ve “anavatan” bildikleri Türkiye’ye kavuşmanın mutluluğu yaşanmaktadır.‘Büyük Göç’ten geriye kalan acılar1989’da yaşanan “Büyük Göç” sırasında ve ardından geçen 25 yılda yaşanan acıları hafifletmek belki mümkün olmayacak. Yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan göçe zorlanan Bulgaristan Türkleri, ailesinin bir kısmını bırakarak gelmiş Türkiye’ye. Kimileri Jivkov yönetiminin sona ermesi ile tekrar dönmüş yaşadığı topraklara. Ama binlerce Türk, çifte pasaportu ile iki ülke arasında “kalmış” hep. Bulgar yönetiminin büyük çoğunluğunu turist pasaportuyla gönderdiği Türkler, yıllar sonra iki ülkede de vatandaşlık hakkı alarak kazançlı çıkmış.Gerek göç öncesi gerek göç sonrası büyük acılar yaşayanlar, Türkiye’de çeşitli imkânlara kavuşsalar da hiçbir şey aynısı gibi olmayacaktır. Evlerini, arabalarını, eşyalarını, akrabalarını, diplomalarını, işlerini ve belki de en önemlisi hatıralarını geride bırakan pek çok insan için tarifsiz bir yıkım olur bu göç. Üstelik yıllarca Bulgaristan’da etnik bir temizliğin ortasında kalan bu insanlar, sığındıkları Türkiye’de yıllar yılı “Bulgar Göçmeni” tanımına hapsedilir. Oysa birçokları Bulgarlaştırılmamak için şehit olmuş, çokları yıllarca hapis yatmış, işkence görmüştür. Kalanlar da göçe zorlanmıştır.Köprü: Balkan dernekleriZorunlu göçle Türkiye’ye sığınarak asimile edilmekten kurtulan binlerce Bulgaristan göçmeni Türk, bugün İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Edirne, Kırklareli ve Kocaeli-Gebze başta olmaz üzere Türkiye’nin pek çok şehrinde yaşıyor. Her biri bir işle meşgul. Yalnız doğdukları topraklarla bağlarını hiç koparmamışlar. Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989’da yıkılmasından bir gün sonra 10 Kasım 1989’da Bulgaristan’daki komünizm rejimi de sona erer. 1990’da Türkler tarafından oluşturulan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin ülkede daha etkin hale gelmesiyle iki ülke arasında ilişkiler normale döner. Pek çok göçmen bu süreçte dönmeyi tercih etse de kalanlar bugün çifte vatandaşlık hakkını kullanıyor. Büyük Göç öncesi ve sonrasında Bulgaristan Türklerinin haklarını savunan Balkan dernekleri ise günümüzde iki ülke arasında âdeta köprü görevi yapıyor. Rumeli-Balkan Dernekleri Federasyonu çatısı altında bugün 70’ten fazla dernek faaliyet gösteriyor. Üyeler arasında yapılan etkinlikler, çeşitli zamanlarda düzenlenen Balkan turları özellikle genç nesil için oldukça önemli.Gebze-Darıca Balkan Türkleri Derneği Başkanı ve Koşukavak Seyahat Acentesi’nin sahibi Rıfat Yakupoğlu da 1989’da ailesiyle Türkiye’ye göçenler arasında. Kocaeli-Gebze’de daha önce gelen yakınlarının yanına yerleşen Yakupoğlu, “Aileler bu göçü yaşamış olsa da bir kısmı bebekken gelen bir kısmı da Türkiye’de doğan yeni nesillerin hem Balkanlar’a olan merakını gidermek hem de Balkanlar’da kalan yakınlarının yalnız olmadığını hissettirmek adına Balkanlar’ın gezilmesi ve görülmesi çok önemli.” diyor.Mehmet Türker, Türkiye’ye gelirken uçakta ve o dönem 1,5 yaşında olan kızıyla (mavi kıyafetli) yıllar sonra.2 çocuk, 3 bavulla sınır dışı...Kırcaali şehrinin Sindelli kasabasında 1950’de doğan Mehmet Türker, 1989’da zorla sınır dışı edilenlerden sadece biri. Sofya Üniversitesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan ve Mestanlı’da öğretmenlik yapan Türker, 1984 yılında asimilasyon politikasını desteklemediği için tutuklanıp Belene’ye gönderilir. Burada tam 485 gün zulümlere maruz kalır. Bir yıl Bobovdol kasabasında hapis yattıktan sonra 1987’de 16 ay sürgüne gönderilir. 1989’daki göçle de Türkiye’ye… Fakat Türkiye’ye Viyana üzerinden gelir. Henüz sınır açılmadığı için Bulgar yönetimi “tehlikeli” gördüğü Türkleri Viyana’ya sınır dışı etmektedir. Türker, o yılları şöyle anlatıyor: “Ailemle birlikte 27 Mayıs 1989’da Avusturya’ya çıkarıldık. Trenle hayvan vagonlarında yolculuk ettik. İki çocukla birlikte, en küçüğü bir buçuk yaşında, en büyüğü dört yaşındaydı. Orada iki akşam kaldık. Sonra Türkiye Cumhuriyeti bizi özel uçakla İstanbul’a getirtti. 31 Mayıs gece yarısında havaalanında binlerce kişi karşıladı. Gelirken yanımıza kıyafetlerimizin olduğu 3-4 bavul alabildik. Arabamız Bulgaristan’da kaldı, diplomalarımıza el koydular. 4 ay Bursa’daki akrabalarımızın yanında kaldık. Daha sonra Türkiye Gazetesi’nde işe başladım. Hanım da öğretmenliğe başladı. Türkiye’ye gelirken 39 yaşındaydım.” Türker, yıllar sonra kaleme aldığı “Hatıralar Dizisi”nde o yıllarda yaşadıklarını anlatır. Birçok Bozgun Zamanı, Bozgundan Sonra ve Vatan Yasak Özgürlük Uzak adlı üç romanın da sahibi olan Türker, halen Rumeli Dergisi’nin yayın koordinatörlüğünü yapıyor.Yeniden Doğmak dizisinde Mine Çayıroğlu’nun canlandırdığı Aysel’i yurda dönüşünde Özal karşılamıştı.Belene, dizi de olmuştu1987’de, Büyük Göç öncesi Belene’de yaşanan işkence ve zulümlere dikkat çekmek amacıyla Turgut Özal TRT’ye bir dizi çekilmesini ister. Senaryo yazma işini de Avni Özgürel’e teklif eder. Mehmet Aslantuğ’un başrolde olduğu dört bölümlük Belene dizisi, 1989’da İngilizce, Fransızca ve Arapça seslendirilerek pek çok ülke televizyonunda gösterilir. O yıllarda yaşanan acıların anlatıldığı pek çok kitap çalışması bulmak mümkün. Bu konudaki nadir örneklerden biri olan “Zorunlu Göç” adlı belgeseli İsmail Kahraman ve Mustafa Ablak 1998 yılında çeker. Mehmet Mutlu’nun 2011’de, İzmir’de yaşayan 20 Bulgaristan göçmeni ile görüşerek hazırladığı “Bulgaristan’ın Türklere Uyguladığı Asimilasyon Politikası (1984-1989)” adlı tez de ibretlik pek çok hikâye barındırıyor.

AKP’nin yeni Türkiye’si aslında Jön Türkiye

$
0
0
İstanbul politikalar merkezi kıdemli uzmanı Prof. Dr. Cengiz Aktar, AKP’nin toplumun, Kürtlerin ve mütedeyyinlerin elbirliğiyle kırdığı betonu tekrar eski haline getirmek istediğini düşünüyor. Aktar’a göre ‘Yeni Türkiye’ diye sunulan şeyin hiçbir özgünlüğü yok.Prof. Dr. Cengiz Aktar uzun yıllar Birleşmiş Milletler Örgütü’nde direktör olarak çalışmış bir isim. Hâlâ Taraf ve Today’s Zaman gazetelerinde haftalık yazılarına devam ediyor. Türkiye’de etnik ve dinî azınlıklara yönelik bellek ve ademimerkeziyet politikaları üzerine çalışıyor. Aynı zamanda AB ile müzakereleri başlatmak, gerekli siyasî reformları hızlandırmak için kurulan Avrupa Hareketi girişiminin öncülerinden. Aktar ile son zamanlarda dillendirilen ‘yeni Türkiye’nin neresi olduğunu konuşmak üzere buluştuk. Cengiz Aktar, yıldönümünde Gezi’yi anmadan geçemedi. Aynı zamanda, AB genişleme ve bölge politikalarını çalışan Aktar, son Avrupa Parlamentosu seçimlerini, AB ve Türkiye’nin üyeliğini değerlendirdi.Çok sık dile getirilen ‘yeni Türkiye’ sizce tam olarak ne?Kurucu İttihatçı Kemalist irade Mütedeyyinler ve Kürtlerin tarih sahnesine yeniden çıkmalarıyla zayıflamaya başladı. Bu aktörleşmeyle yeni Türkiye de doğmaya başladı. Bu iki aktörün ortaya çıkması, İttihatçı Kemalist tasavvurda başka yarılmalara yol açtı. Bu sayede Türkiye artık Ermenilerin başına geleni, Rumların bu ülkeden nasıl kovulduğunu da konuşuyor. Dolayısıyla ‘yeni Türkiye’ belki 200 yıldır ‘Batılılaştırmayla’ birlikte dayatılan tasavvurların dağılmasıyla ortaya çıktı. Eski Türkiye tasavvuruna ‘beton’ diyorum ben. Homojen, türdeş herkesin birbirine benzediği farklılıkların törpülendiği son derece yapay bir tasavvurdu. Türk milleti diye tabir ettiğimiz kavram ve oluşum ‘yeni Türkiye’ ile birlikte çatırdayınca, yani o beton çatlayınca mozaikler ortaya çıktı.Neydi o mozaikler?Bunlar irili ufaklı kimlikler. Sünni Müslüman, Alevi Müslüman, Kürt, Çerkes ve bir dolu alt kimlik. Bastırılmış, yok farz edilmiş kimliklerin hepsi pıtrak gibi çıktı ortaya. Kimliklerin ortaya dökülmesi kötü bir şey değil. Ama buradan yola çıkarak toplumsal birlikteliği tarif edebilmemiz lazım. Bu, mozaiklerin ebrulaşmasıdır. Ancak hâlâ ebrulaşma aşamasındayız, henüz çıkmadı ortaya. O mozaiklerin en irisinin bir temsilcisinin tahakkümü var.Kimi temsil ediyor o iri mozaik?Adalet ve Kalkınma Partisi etrafında oluşmuş güç odağını. En güçlü mozaik o şimdi. Diğer mozaikleri ebrulaştırmak değil, kendi içinde eritmek istiyor. Bu ‘yeni Türkiye’ değil. AKP toplumun, Kürtlerin ve mütedeyyinlerin elbirliğiyle kırdığı betonu, tekrar eski haline çevirmek, yani betonlaştırmak istiyor. Bu yüzden, onlara jöntürkler, zikrettikleri yeni Türkiye anlayışlarına ise ‘Jön Türkiye’ diyorum.Jöntürkler ne yapmıştı?Toplumu türdeşleştirmek istediler. Yaptılar da. Onların zamanında korkunç bir türdeşleşme oldu. Hıristiyanların yok edilmesi, sürülmesi. O insanların topraklarından tart edilmesi jöntürklerle oldu. O sebeple AKP’nin zikrettiği ‘yeni Türkiye’ söylemine dikkat etmek lazım. Nasıl bir ‘yeni Türkiye?’ ‘Kimin yeni Türkiye’si? O sebeple 2002-2007 arasında geleceğini düşündüğümüz ‘yeni Türkiye’ artık eskide kaldı.Artık dindarlar laikleri anlamaz hale geldiO zaman bugünler AKP’nin yeni Türkiye’si…Evet. Bu onların özgün yeni Türkiye’si. Oysa hiçbir özgünlüğü yok. Yaptıklarının aşağı yukarı hepsi Batı’nın birer kötü kopyası. Kendi başlarına istişare, denge, denetleme ve danışma olmadan alınan bir çok karar. Reddedene tekme tokat var, hukuk yok. Ama bu gidişat Türkiye’yi 21. yüzyıla taşımaz.AKP’nin yeni Türkiye’sinde CHP nerede duruyor?Başbakan, ne zaman doğru bir iş yapsa, İttihatçı Kemalist tasavvurun tabularını yıkıyor. Yıktıkça parlıyor. Şimdi arada yine doğru şeyler yapıyor. Ama eskiden daha sık tabu yıkıyordu. Oysa daha yıkılacak çok tabu var. Başbakan’ın sürekli CHP’den bahsetmesi kolaycılık. CHP’yi tenkit etmek, CHP’ye vurmak çok kolay. CHP bugün hâlâ siyaseten iktidarın beslenebileceği bir yer olarak duruyor. Buna mukabil Gezi, CHP’nin fersah fersah ilerisinde. Toplumun yeni cevvaliyetini, canlılığını, farklılığını ifade eden ve cisimleştiren bir yerde. O yüzden Gezi’yi tartışma kuralları dâhilinde, saygıyla, muhatap kabul etmek kolay değil. Başbakan da bunu yapamıyor. Onun yerine çizip atıyor. Çapulcu, Gezici, serseri ya da ayyaş diyor.“AKP’nin iktidarı boyunca maneviyat arttı, din daha özgür yaşanıyor. Ekonomik bir refah oldu.” tezinin hiç mi gerçeklik payı yok?Türkiye’de, bu topraklarda 1923’ten bu yana sert Batılılaştırmanın, radikal kararların alındığı dönemden beri, hiç bu kadar maneviyat konuşulmadı. Türkiye’de laikler dinin ne olduğunu keşfetti. Dolayısıyla laiklerin dini anlamaları süreci sağlıklı bir süreçti. İnsanların dinlerini yaşamasını çağ dışı bir şey olarak algılıyorlardı, bu değişti. Toplumun laik seküler kısmı diğerlerini anlamak üzere yola çıktı. Ama bu sefer iş tersine döndü, dindarlar, mütedeyyinler laikleri anlamaz hale geldi. Belki çok ezildikleri ve çektikleri için olabilir ama bu geçerli bir argüman değil.Bu değişime örnek verecek olursak...Bunun en tipik örneği içki meselesi. Üzerinde gereğinden fazla durulan ve abartılan bir mesele haline geldi. Türkiye’de bir alkolizm sorunu mu var? Yok. Türkiye’de alkol kullanım oranı yüzde 15. Yoktan sorun var ediliyor. Bunun dışında, bahsedilen bu maneviyata rağmen, maneviyatın tam aksi olan ahlaksızlığın diz boyu olduğu işler ortaya çıkmaya başladı. Bir taraftan maneviyatın bu kadar çok konuşulduğu, diğer taraftan bu denli maddiyatçı olunan, bu dünya ve nimetlerinden faydalanmak için ahlakın dahi göz ardı edildiği bir dönemdeyiz. Bu meselenin AKP’nin temsil ettiği siyasanın özünün aman aman sofistike, üzerinde çok düşünülmüş bir şey olmadığını gösteriyor bir kere.Sonuç olarak AKP bugün topluma ne diyor?Tüket ve sus diyor. “Sana AVM yapıyorum, yollar yapıyorum, iş sahibisin, araba alıyorsun. TOKİ binalarını ülkenin her yerine dikiyorum ev sahibi oluyorsun. Kes sesini, tüket.” diyor.O zaman, Kızılay İstanbul Şube Başkanı İlhami Yıldırım’ın sözleri, iktidar zihniyetinin bir tezahürü…Kesinlikle. Neydi o cümle? “Ya bu ülkede eşek gibi yaşayacaksınız ya da def olup gideceksiniz” şeklindeydi. Açık açık söyledi. İnsanları bir hayvanla özdeşleştirerek, sesinizi kesip yaşayacaksınız dedi. Yani vermediği zaman hamdedeceksin, verdiği zaman şükredeceksin mantığı. Bu yaklaşım Türkiye gibi son 10-15 yılda iyice kabuğunu yırtmış, epey kısmını da AKP sayesinde yırtmış bir ülkede oluyor. Oysa Türkiye’yi tekrar bir deli gömleğine sokması mümkün değil. Dolayısıyla burada zaman, insan, canlar, doğa kaybediliyor. Bunun bedelini hep toplumca ödüyoruz. Ama iktidar hırsı, dünyevî çıkarlar gözlerini büründüğünden hiçbir şey göremiyorlar.Gezi, yeni Türkiye’nin şahikasıydıNeden Başbakan Gezi’ye bu kadar muhalif, ürküyor ve rahatsız oluyor biliyor musunuz? Çünkü yeni Türkiye’nin esas temsilcisi Gezi. Hâlâ da öyle. Bir yeni Türkiye arayacaksak, bunu Gezi’de aramalıyız. Çünkü orada herkes vardı. Orada bütün farklılıklar vardı ve birbirlerine saygı duyuyorlardı. Türkiye’de unutulan kavramlardan biri saygı. Aynı şekilde ayıp ve günah da öyle. Bunların yerini nefis, kibir ve nobranlık aldı. Dolayısıyla Gezi, çok dar sınırlı olmamasına ve uzun sürmemesine rağmen Gezi, yeni Türkiye’nin şahikasıydı. O yüzden kendi ‘yeni Türkiye’ iddiasını gündeme taşıyan Başbakan’ı rahatsız ediyor.Başbakan, Köln mitinginde Avrupalı değil, üçüncü dünya ülkesi lideri gibiydiAvrupa Parlamentosu seçimlerinin sonucunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Bu seçimlerin sonucu sürpriz değil, doğrusu bekleniyordu. Yanlış tahliller yapılıyor. Avrupa kuşkuculuğun, aşırı sağın, ki bu aşırı sağ İslamfobdur, bunlar yeni değil. Avrupa muazzam bir kimlik krizinde. Ben bunun Müslümanlıkla eşit seviyede yaşamanın zorluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Hıristiyanlar özellikle Batı Avrupa, hiçbir zaman Müslümanlarla eşit seviyede yaşamamış ve yaşamak istememiştir. Üstelik Rönesans’tan beri Müslümanlığı bir kenara koymuş, kendi tasavvur kaynaklarında bile Müslümanlığın olmadığını savunmuştur. Ta Petrark’tan bu yana. Ama ilişki hiyerarşiktir. Kolonilerdeki Müslümanlardır, oryantalizmdir. Ama şimdi devran döndü. Müslümanlar da kudretlendi. Türkiye, bunun taşıyıcısıydı. Ama 2001-2007 arasındaki gerçek yeni Türkiye. Avrupa’nın kendine gelebilmesi, kimlik sorununu çözebilmesi için mükemmel bir imkândı. Avrupa da, Türkiye de bu fırsatı kaçırdı. Türkiye, AB sayesinde gerçekleştirdiği reformlarla bugünkü halini aldı. Ondan sonra ‘Aaa ben neymişim ya!’ demeye başladı, aşırı bir özgüvenle sahneye çıktı ve ona buna ağabeylik yapmaya, beğenmemeye başladı. Bunun feriştahı 24 Mayıs’taki Köln mitingidir. Başbakan o mitingte Avrupalı bir lider olarak değil, üçüncü dünya ülkesi lideri gibi konuştuğtu.Peki Avrupa faşistleşiyor mu?Avrupa’daki aşırı uçlar ve karşıtlar, bu ikisi birbirine karıştırılmamalı. Avrupa karşıtları, krizden beslenen, Avrupa’nın içtimaî, iktisadî ve siyasî sorunlarından beslenen partiler. Avrupa’nın sorunları bitmedi. Bunlar artık doymuş ekonomiler. Bunların yüzde 3-4 büyümesi mümkün değil. Bu büyümeler önemli de değil. Avrupalının ürettiği malı aynı kalitede Hindistan ve Çin üretiyor, henüz Türkiye üretemiyor ama. Dolayısıyla Avrupa’nın standartlarını düşürmesi gerekiyor. Ya da diğerleriyle eşitlemesi gerekiyor. Anadolu’da güzel bir tabir vardır; attan inip eşeğe binmek. Avrupa, şu an bunu yaşıyor. Bu da devam ettiği sürece daha böyle birçok parti çıkacak. Bunu büyütmemek lazım. Avrupa’nın faşistleştiği falan yok. Avrupa bu ideolojilerle nasıl mücadele edileceğini iyi biliyor. Bir de bu partilerin hiçbirinin Avrupa politikaları yoktur. Bunların oyun alanı Avrupa değil, kendi çöplükleridir. Fransa’da yaşayan Müslümanların zor zamanlar yaşamaya devam edeceklerini söylemek mümkün. Korkunun da ecele faydası yok. Er veya geç Avrupalı İslam diniyle eşit seviyede yaşamaya alışacak. Yaşamaya başlayanlar var. Fransa en son alışacaklardan biri. Türkiye’nin AB üyeliğinin işlevselliği tam da burada yatıyordu. O fırsat kaçırıldı. Dolayısıyla biz dönüp kendimize bakalım. Avrupa’da aşırı sağ güçleniyor ama faşistleşmiyor. Ama Avrupa’dan bakınca Türkiye’nin faşistleşme eğiliminde bir ülke olduğu görülüyor.

Kral Lear’ı soytarıya çevirdiler

$
0
0
19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde son haftaya girdik. Yerli yabancı onlarca oyun seyirci karşısına çıktı. Hayal kırıklığı oluşturanlar da var programda, parmak ısırtan da.Öncelik yerli oyunlarda. Şenliğin en beğenilen yapımlarından biri Pangar ile Altıdan Sonra Tiyatro’nun ortak projesi Kral (Soytarım) Lear’dan başlayalım.Ülkeyi çocukları arasında bölüştürdükten sonra karşılaştığı çelişkilerle büyük bir trajedi yaşayan Kral Lear’ın hikâyesini uyarlayan Yiğit Sertdemir, oyunu krala en yakın kişinin, fikrini, gerçekleri çekinmeden paylaşan, oyunda bir kez görünüp kaybolan ‘soytarı’nın gözünden anlatıyor her şeyi. Kral da soytarı, kızları da, Fransa Kralı, Gloucester Kontu da… Normal metinde görünüp kaybolan soytarı gider, kendi gibi arkadaşlarını bulur ve hikâyeyi efendisi Cordelia adına yeniden anlatır. Oyunu zihninizde daha iyi canlandırmanız için şöyle anlatalım: “Boş bir sahne… Sahnenin ortasında bir orkestra. Arkasında büyük bir kostüm bölümü. Kostümler, aksesuarlar, maskeler burada. İkisi müzisyen dokuz soytarı türlü türlü soytarılıklar yaparak yirmi beşe yakın karakteri canlandırıyor. Biri tahta bir ineğine biniyor, Kral; biri maske takıyor, eline aksesuar alıp, kent kontu, Albany dükü oluyor. Karakterler değişse de soytarılıklar değişmiyor.”Geçen sezon Shakespeare’in kendi tiyatrosu Globe’dan Kral Lear yorumunu izlemiştik. Orada da benzer şekilde 7-8 oyuncu bütün karakterleri canlandırmıştı. Shakespeareyen üsluptan ziyade doğalcı bir oyunculukla, gelenek olunduğu gibi oyunu yer yer seyirciye açarak. Biraz ev sahipliğimizin gereği hak ettiğinden fazla alkışlayıp göndermiştik. Şimdi izlediğimiz oyunda bambaşka yorum, oyunculuk biçimi var. Aldığı alkış da nezaketten değil.Maskeler özgün, renkli Soytarı Lear tamamen grotesk bir dille sahneye taşınmış. Soytarıların penceresinden metne bakıldığı için oyuncular bedenlerinin sınırlarını zorluyorlar. Taklalar atıyor, birbirlerinin omuzlarına tırmanıyor, sahnede su gibi akıp gidiyorlar. Aldıkları üç aylık mask oyunculuğu eğitimi ekibe yaramış yani. Tomris İncer, Güven Kıraç, Demet Evgar, Okan Yalabıklı şöhretli oyuncu kadrosu, düşmeyen enerjileriyle (toplu performanslar başarılı) oyunu taşıyor, groteskin acıtıcı gerçekliğiyle seyirciyi baş başa bırakıyor. Oyunun ortalarına doğru hangi rolü hangi oyuncunun oynadığının ayırt edilmesi oyuncuların cepten yemedikleri, ses tonları, beden formlarıyla değişip dönüştüklerinin göstergesi. Orkestraya dahil olup enstrüman çalan, şarkı söyleyen, rolden role giren bir oyuncu, pardon soytarı grubunu izlemek epey keyifli.Maske ve kostümlerin oyunda farklı bir atmosfer, yeni bir dünya oluşturmasındaki büyük payı var. Tasarımları yapan isim: Candan Seda Balaban. Şehrin tiyatrosunda Surname oyunundaki maske tasarımlarıyla sanat dünyasında görünür olan, o günden beri Haz Makamı’ndan Dertsiz Oyun’a birçok projede Yiğit Sertdemir ile çalışan Balaban’ın vitrin projesi Lear. Özellikle maske tasarımları oyununun mizahına uygun, özgün, renkli…Eksikleri yok değil‘Soytarı Lear’, üzerine emek verilmiş, oyun tasarımı, oyuncu performanslarıyla çıtayı yukarılara taşıyan bir oyun. Eksikleri de yok değil. Özdemir Nutku, Kral Lear’ın Shakespeare’in en zor ve boyutları en çok olan oyunu olduğunu söyler. Metinde iki farklı düzlem iç içedir çünkü; tragedya içinde komedya, komedya içinde tragedya var. Bir oyuncu birden fazla karakteri ya da bir karakteri birden fazla oyuncu canlandırdığı için özellikle ikinci yarıda hikaye yer yer dağılıyor. Metni bilmeyen biri için takip etmek güçleşebilir. Yüksek tempoda, enerjide başlayan oyunun bazı yerlerde de ritmi düşüyor, soytarılıklar seyirciyi yoruyor. Üç saat çok uzun bir süre.Pangar, çiçeği burnunda bir sanat üretim atölyesi. İlk oyunları Macbeth’i Mehmet Birkiye rejisiyle geçtiğimiz tiyatro festivalinde oynamışlardı. Yanlış castlar, başarısız performanslar, turneye müsait olmayan dekor vb. nedeniyle birkaç gösteriden sonra rafa kalkmıştı oyun. Sipariş projelerle bir türlü istediği çıkışı yapamayan ekip için Kral Lear önemli bir basamak olabilir.Sana geliyorum Shakespeare!İngiliz tiyatro topluluğu Propeller’in festivalde Bir Yaz Gecesi Rüyası, Yanlışlıklar Komedyası oyunları var. Erkeklerden oluşan ve Shakespeare oyunları oynayan ekip hakkında şunlar söylenebilir: İyi bir oyuncu kadrosuna sahip. Oyunu çağa uyarlamak yerine Shakespeare’i daha iyi anlamaya çalışıyorlar. Teknolojinin nimetlerinden faydalanıyorlar, projeksiyon kullanıyor, çağdaş kostümler, dekor tasarımına başvuruyorlar. Sade sahne tasarımı (Michael Pavelka: büyük tasarım ancak şeffaf olabilmeyi başarmakla mümkün), oyunu sahneye taşıma biçimi itibarıyla oldukça muhafazakârlar. Kendi hedefleri de bu: Yazarı yeniden keşfetmek. Bu samimi yolculuğa tanıklık etmek heyecanlandırıcı.Tiyatroya giriş dersiAydın Orak yeni oyunu Actor’de bir oyunun sahne arkasını anlatıyor: Oyunun nasıl seçildiğini, prova edildiğini, rejisinin nasıl yapıldığını, turneye çıkıp seyirciyle buluşmasını… Trajikomik durumlar, yaşanmış hikayelerle yapıyor bunu. Bunu bir oyun kurgusu içinde yapmıyor. Çıkıyor, anlatıyor. Yani tiyatro üzerine mini bir sohbet. Oyundan çıkarken seyircinin zihninde şu soru beliriyor: “Biriyle sohbet etmek için neden 30-40 lira vereyim?”Sergi salonunda oyun vakti!Mesut Arslan’ın yönettiği Pinter’in Aldatma’sı festivalin en ilginç oyunlarından biri. Konsept olarak ilginç. Oyun alanında birbirine paralel, boyu 4 metre, eni 8-10 metreyi bulan duvarlar (her biri üç parçaya bölünmüş) var. Seyirci, sergi salonunda gezer gibi oyun alanında oyuncularla beraber geziyor. Oyuncular duvarların arkasından birbirleriyle konuşuyor. Metnin gidişatına göre duvarlar hareket ediyor, oyuncuları birbiriyle buluşturuyor, ayırıyor. Seyirci oyunun kalbinde. Oyun metni sahnede dillendirilince ortada sadece oyun tasarımı kalıyor.Çevre sorunu ve bizim seyirciFestival başladığından beri Thomas Ostermeir’in Bir Halk Düşmanı’yla (Henrik İbsen) yatıp kalkıyoruz. Geçtiğimiz şenlikte çamur yiyen Hamlet’le çıtayı yükseğe taşımıştı zira. Yeni oyunu Hamlet değil ama beklentileri karşılayacak kadar güçlü, kışkırtıcı… Çevre ve finans krizini sahneye taşıyan oyunun en çarpıcı yeri forum bölümüydü. Seyirciye mikrofon tutuldu, konu hakkında görüşleri soruldu. Brezilya’da New York’ta tartışmalar oluşturan bölüm bizde sessiz geçti. Can alıcı soru yarım saatin sonunda geldi: “Konuştuklarımızın ne kadarı tiyatro, ne kadarı gerçek.” Sahneden gelen cevap anlamlıydı: “Bu mühim tartışmalara tiyatro derseniz üzülürüz.” Galiba gerçek ile oyun ilişkisini çözümlediğimizde her şey daha iyiye gidecek.

Herkesin bir derdi var burada

$
0
0
Gündüz saatlerinde yürürken her şey “sıradan.” Akşama doğru gündüz gözünüze takılmayan yerlerdeki yanık izlerinin üzerine önce TOMA’lar, sonra Çevik Kuvvet polisleri geliyor.Bir süre sonra sokak tamamen ıssız. Bir yanda polis bir yanda yanan barikatların ardındakiler. Okmeydanı’nda son 1 yıldır bu rutin ayda en az 5 gün tekrarlandı. 14 yaşındaki Berkin Elvan’ın başından vurulduğu yerin burası olması, cenaze sonrasında çıkan olayların mahalleye kadar ulaşması, Uğur Kurt’un cemevinde cenazedeyken dışarıda çıkan çatışma sırasında polis kurşunuyla öldürülmesi, aynı akşam Ayhan Yılmaz’ın vurulduktan sonra dakikalarca hastaneye götürülmeden bekleyen hali, sokaklarda maskeyle gezenler...İstanbul’un “kimlikli” mahallelerinden Okmeydanı sakinleri için artık bu kimliklerle yaşamak bir yük. Üzerinde “devrimci, demokrat, toplumsal hadiselere duyarlı, solcu, Alevi” yaftalarıyla, gündelik hayatını sürdürmeye çalışanlar, son bir yıldır artan ve giderek yükselen şiddet ortamını tolere etmekte zorlanıyor.Aslında suyun iki yakası gibi ayrılıyor burası. Bir tarafta Şark Kahvesi diye bilinen; eylemlerin ve polis müdahalelerinin en çok yaşandığı bölüm; bir tarafta Anadolu Kahvesi diye bilinen diğer kısım. Bu iki mahalleyi ayıran öncelikle fiziksel koşullar. Aralarından bir yol geçiyor. Ama yalnız fiziksel koşulların değil, hayat tarzlarının da ayrıldığını gezince görüyorsunuz. Giderek artan plazalar, gökdelenler bu eskimeye yüz tutmuş kendi halindeki apartmanların çoktan bir fazlalık olarak görüleceğine işaret ederken, 10 yıllardır orada oturan insanlara da alternatifsizliklerini hatırlatıyor. Taksim’e, Şişli’ye ve Kasımpaşa’ya 10 dakika mesafedeki mahalle, komşuları arasında giderek yalnızlaşmanın sancısını çekiyor.“Şiddetle geldim şiddetle gidiyorum”Ölüm oruçları, açlık grevleri, baskınlar, çatışmalar nedeniyle defaten gittiğim mahalleyi bu kez son yaşananlar için ziyaret ediyorum. Duvarlarından Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş resimleri; kızıl yıldızlar, sloganlar, konser ve toplantı afişleri eksik olmayan mahallenin çehrelerine son bir yıldır yeni yüzler eklendi, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım. 11 Mart’ta 10 aylık yaşam mücadelesinin ardından hayatını kaybeden Berkin Elvan, mahalle için ayrı bir önem taşıyor, çünkü burada vuruldu. “Berkin Elvan ölümsüzdür”, “Hesap soracağız” sloganları her yerde.14 yaşında bir çocuğun ölümü, Okmeydanı sakinleri için bir travma. Şimdiye kadar hep yakınlarında hissettikleri şiddetin artık hayatlarının içine kadar girdiğini, en çok sakınmaya çalıştıkları çocuklarını bile koruyamadıklarını hatırlatıyor onlara.Mahalleden taşınmaya hazırlanan bir çifte ulaşıyorum. 550 lira kira verdikleri için bir türlü çıkmak istemedikleri evlerinden taşınmaya karar vermeleri oğullarının okuldan bir soruyla dönmesine denk geliyor. Baba M. “Çocuğumdan başka neyim var ki?” diyor:“Oğlum geçen okuldan geldiğinde ‘Baba özeleştiri ne?’ diye sordu. Bir tartışma olmuş, arkadaşları ‘Özeleştiri vermen gerekiyor’ demiş. Ailem içinde örgütlü insanlar var, bu yüzden cezaevine girenler de oldu ama ben İstanbul’da bütün bu çatışma ve kaygılardan uzak kalmak için bu kadar zahmete katlanıyorum. Ailecek zaten Tokat’tan, şiddetten bıktığımız için kaçtık. 12 yaşındaki çocuğun bunları öğrenmesini istemiyorum. Bu yıldan itibaren halasının yanında İzmir’de okumaya başlayacak. ‘Arkadaşlarım’ diyor başka şey demiyor. Geçenlerde okullarında eylem olmuş, bize söylemedi ama katıldığını biliyorum. Çocuğu İstanbul’da arkadaşlarından ayıramam, en azından İzmir’de farklı bir çevresi olur.”Aile haziran ayında mahalleden taşınacak. Oğulları şimdi İzmir’de. Babası okulların bitmesini beklemeden, Gezi’nin yıldönümünde İstanbul’da olmasın diye öğretmenlerden aldığı izinle çocuğunu yolladı.‘İktidarın sopası ancak Alevileri dürter’Çatışmalara hakim bir noktada oturan P., ne mahalleden taşınmaya niyetli ne de yaşadıklarından hoşnut. Öncelikle devlete kızgın. “İktidarın sopası her zaman Alevileri dürtecek kadar uzun” diyor.Gezi’de yaşananları tüm kesimleri etkileyen büyük bir olay olarak görse de, faturasının yalnızca Alevilere kesildiğini düşünüyor. Öldürülen gençlerin kimliklerinden hareketle, “Ağaya kızıp marabayı kesiyorlar” diye ifade ediyor kendini:“Gezi olayları oldu, Taksim’e gaz attılar, Beşiktaş’a gaz attılar, Kadıköy’e gaz attılar. Nasıl olduysa o gazların hepsi geldi de Alevileri buldu. Nasıl olduysa o gazlar Taksim’de olduğundan daha etkili Okmeydanı’nda. İşte bunun nedenini kimse sormuyor. Kapılar kapanıyor, sonra kimse gözünün görmediği aklının ermediği Okmeydanı’na bakmıyor. Bana sadece şunu açıklasınlar, 1 ay boyunca yangın yerine döndü memleket. Nasıl oldu da kurşun düşe düşe cemevine düştü? İşte bunun yanıtını veren olursa, onunla oturup konuşalım. Ünlüler, sanatçılar suratlarına kara süreceklerine gelip de Berkin Elvan nerede vurulmuş görsünler. Bakalım şu kaygıyla 1 gün yaşarlar mı?”P. için sol örgütler de bir alternatif değil. Onları da polisin ekmeğine yağ sürmekle suçluyor:“Biz Alevi’yiz. Erlik, dirlik, birliktir özümüz. Yasımızı tutamadan ortalık karışıyor. Zaten başımıza gelen geldi, boynumuzu büken büktü. Bizim hakkımız öyle de savunulmaz böyle de savunulmaz. Herkes sussa, biz bir ne yaşadığımızı idrak etsek. Yeter.”P.’nin kızı Ö.’ye göre Okmeydanı kentsel dönüşüm mağduru:“Kentsel dönüşüm için de gerginlik artırıldı. İnsanları burada bezdirip haraç mezat paralarla evlerini satarak gitmeye zorluyorlar. Çocukların güveni kalmadı, okulda zorlanıyorlar. Bu mahallede herkesin bir derdi var. İnsanlar çalıştıkları yerlere ikametgah verirken artık Okmeydanı’ndan vermiyor. Zaten onu verdiğinde sessizce “Ben Alevi’yim” demiş oluyorsun. Ailelerine kendisine Alevi ismi koyduğu için kızanlar var. Giderek özgür yaşamamız gerekirken, giderek boğulduk. Artık Alevilerin özellikle mahallelere sıkıştırıldığını ve bu mahallelerin de terörize edilerek yok edilmek istendiğini düşünüyorum.”“Kepenk açmak mı?Esnaf konuşmak istemiyor. Anadolu Kahvesi’ne de gıda ürünleri bırakan bir toptancıyla konuşuyorum.Satışların düştüğünü, belli markaların satılmadığını söylüyor. İçki tüketiminin de Okmeydanı’nda diğer mahallelere göre daha az olduğunu iddia edip bunu sol örgütlerin içki, fuhuş, uyuşturucu mücadelesine bağlıyor. Ona göre burada oluşturulmaya çalışılan iki sistem de totaliter:“Örgütler ‘yozlaşmaya karşı mücadele’ adı altında halkın hayatını denetleyen bir yapı kurdu. Devlet de sürekli burayı baskı altında tutuyor. Halk burada iki ateş arasında nefesini tutmaktan perişan oldu. Çoğu sola sempati duysa da artık evlerinde biber gazı kokusu olmadan iki dakika rahat oturamamaktan şikayetçiler. Uğur Kurt’un vurulduğu gün esnaf kepenkleri kapattı. Burada satışların iyi olmadığını biliyoruz. Esnafın olaylar sırasında çalışmasına imkan yok. Kepenk kapatmamak gibi bir alternatifleri olamaz, çünkü dükkana gaz da girebilir, molotof da.”Alevi-Sünni çatışması yok“Halk bize sempatiyle yaklaşıyor. İnsanlar yeni yaptıkları kepenklere ‘Buraya da yazılama yapabilirsiniz’ diyor. Burada çetelere, uyuşturucu satıcılarına, fuhşa karşı mücadele yürütüldü. Devletin rant çarklarına çomak sokunca rahatsız olanlar, Okmeydanı üzerinden bir kampanya başlattı. Mesele Alevi-Sünni gerginliği değil, mesele devletin devrimci güçlerden duyduğu kaygı.”Mahallede bulunan derneklerden birinde karşılaştığımız Z. yaşanan süreci böyle yorumluyor. Tedirginlik yaşayanlar Z.’ye göre “halkın içinde konforunun bozulmasından rahatsız olanlar”. Mahallede yazın yaklaşmasıyla yün yataklar havalandırılır, sloganlar altında döşekler dövülürken, hayat devam ediyor. Herkesin bir Okmeydanı gerçeği var da, “Şimdi ne olacak?” sorusuna verilen net bir yanıt yok. ‘Şimdi ne olacağı’ kimsenin dokunmak istemediği el yakan bir ateş topu.

İblis bile bunca yalandan utanıyordur!

$
0
0
Zaman Gazetesi yazarı Ali Ünal, bilhassa 17 Aralık sonrası kaleme aldığı yazılarla gündeme geldi. “Türkiye’de İrancılığın ve İslamcılığın kök atmasında yaptığım çeviriler nedeniyle baş sorumlulardan biriyim.” diyen Ünal’la memleketin halinden kişisel tarihine birçok ‘şey’i konuştuk.Başbakan, Soma ile ilgili yazınızı grup toplantısında dillendirdi. Yanlış mı anlaşıldı yazınız?Yazdıklarım açık ve netti. Beşerî sahada da kader hükmetmez, Allah da yaratmazsa, sadece insan irade ve gücüyle hiçbir hadise olmaz. Hud Sûresi 113. âyette Cenab-ı Allah (cc), “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” buyuruyor. Abdülkadir Selvi, bir profesörün bu âyetin İslâm’ın Mekke döneminde indiği ve müşriklerle alâkalı olduğunu söylediğini iddia ediyor. Kur’ân, ‘zalimler’ diye isim değil, ‘zulüm işleyenler’ şeklinde fiil kullanıyor. Yani, meselâ Elmalılı, Zemahşerî, Beyzavî, Seyyid Kutup, Kurtubî’nin tefsirinde açıkça ifade edildiği, İranlı Tabâtabî’nin tefsirinde uzun uzun açıklandığı gibi, “Kim veya kimler hangi zulmü işler ve kim de bu zulmü işleyene, işleyenlere meyleder, zulmüne karşı çıkmazsa ona ateş dokunur.” Haydi benim yazdıklarımı çarpıtıyorlar; Kur’ân âyetlerini niye çarpıtmaya yelteniyorlar? Ben “Kur’ân bunları söylerken, benim bunları aktarmama karşı çıkıyorsanız, siz Kur’ân’ı doğru bulmuyorsunuz demektir.” diyorum, Selvi kalkıyor, “Hata Kur’ân’da diyen kafa” diye yazıyor. Yazık! Başbakan da benim yazdıklarımın tam tersini dillendirdiği gibi, hiç yazmadığım şeyleri de yazmışım gibi konuşuyor; bir de hakaret ediyor. Bir başkası, Ahmet Taşgetiren de, hadiseleri Kur’ân’a göre değerlendirmemi, Kur’ân kıssalarına atıfta bulunmamı “Kur’ân’da arkeolojik kazı yapma” olarak tenkit ediyor. Yani Taşgetiren’e göre, Kur’ân ve ondaki kıssalar, sadece birer arkeolojik malzeme. İktidarın hatalarını savunacağız, doğrulardan kaçacağız diye yazıp söylediklerinin nereye vardığının farkında değiller.Ortada hep bir çarpıtma var yani?17 Aralık’tan bu yana, o kadar yalan söylüyor, yazıyor ve iftira ediyorlar ki! Sâd Sûresi’nde İblis’in Cenab-ı Allah’a şöyle dediği ifade buyrulur: “İzzetin hakkı için, onların hepsini mutlaka azdırıp saptıracağım; ancak Sen’in ihlâsa erdirilmiş has kulların müstesna.” Büyük müfessir Fahreddin er-Razî, bu âyetin tefsirinde şöyle yazar: İblis, herkesi yoldan çıkaramayacağını bildiğinden, sözünde, yemininde yalancı çıkmamak için “ancak Sen’in ihlâsa erdirilmiş has kulların müstesna” diye istisnada bulundu. Yalan, İblis’in bile ar duyduğu bir şeydir. Dolayısıyla bir Müslüman, nasıl yalana yeltenebilir? Öyleyse İblis bile, 17 Aralık’tan bu yana bunca yalan söylenmesinden utanıyor olmalı.Peki, her doğal afet, günahlardan mı mütevellit?Kur’ân’da ‘Başına her ne kötülük gelirse nefsindendir. ‘Allah, insanlara zulmetmez, ancak insanlar kendilerine zulmederler.’ buyrulur. Günah derken yalnız dine muhalefeti anlamamak lâzım. Allah’ın hayat kanunları için koyduğu ve ilimlerin konusu olan düsturlara uyup uymama da önemlidir. Yani, sebepler planında gerekeni yapıp yapmama, alınması gereken tedbirleri alıp almama gibi. Soma faciasının kurbanları hakkında kesinlikle hak etmişlerdir diyemeyiz. Tam tersine, böyle umuma gelen musibetlerde Allah zalim ve mazlum ayrımı yapmaz. İmtihan, bunu gerektirir. Böyle musibetlerde vefat eden mazlumlar şehit, telef olan malları sadaka hükmündedir. Başbakan, bu dönemde Hz. Bediüzzaman’ı çok sahiplendi. Onun verdiği iki ölçüyü aktarayım: “Görevli, sorumlu ise kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen, o memlekete, o bîçare ahâliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesile olur.” “Umumî musibet, çoğunluğun hatasından ileri gelmesi cihetiyle, insanların çoğu, o zâlim şahısların hareketlerine fiilen veya kabullenerek veya katılarak taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, umumî musibete sebebiyet verir.”17 Aralık sonrası iktidar aleyhine yazılarınız daha görünür oldu. Ama siz daha evvelinde de AKP’yi eleştiriyordunuz. Neydi karşıt tavrınızın altında yatan sebep?Bazı AKP’li oldukları anlaşılan okuyucular, “12 yıldır AKP’yi eleştirmiyordunuz da, niye şimdi eleştiriyorsunuz?” diyorlar. 2002-2010 arası AKP ile 2010-2014 arası AKP bir defa aynı AKP değil. İkinci olarak, 12 yıldır AKP’nin yanlış bulduğum bütün icraatlarını eleştirdim ve hiçbir zaman da AKP övgüsü yapmadım. Açıkça da yazdım. İki sebeple baştan beri AKP iktidarına mesafeli oldum ve 2011 seçimine kadar 2 seçimde rey vermedim. Birinci sebep: Gömlek değiştirme iddiasıyla ortaya çıkan AKP’nin bunu ispatlamak için İslâm konusunda önceki sağ iktidarlara göre çok daha tavizkâr davranacağı endişesi taşıdım ve endişelerimde hep haklı çıktım. 1950’den bu yana hiçbir iktidar döneminde AKP iktidarları döneminde olduğu kadar ahlâkî ve manevî yozlaşma yaşanmadı. İkinci sebep: ABD’nin BOP veya GOP planıyla İslâm dünyasının üzerine geldiği bir zamanda Türkiye’de AKP iktidarının ABD’nin bu planı için bulunmaz bir imkân olacağı endişesi taşıdım. Bu endişemde de haklı çıktım. Başbakan, bazen “Almışlar ellerine bir kâğıt, bir kalem. Neymiş, ABD’nin BOP planı varmış, biz de buna dahilmişiz diye iddia ediyorlar. Bunu iddia eden, âdi müfteridir.” diyor; ama grup konuşmasında, seçim mitinginde, televizyon röportajında, “Biz ABD’nin BOP planının eşbaşkanıyız; bu planda vazifemiz var!” diye ilan ediyor. Bu plan, İslâm dünyasını daha da bölme ve İslâm’ı Protestanlaştırma planıdır.Siz böyle diyorsunuz da, bazıları bu dönemde dindarlaşmanın arttığından söz etti hep…Kaç tane yazım olmuştur, dindarlaşmıyoruz, tam tersine, dindarlar yozlaşıyor, dünyevîleşiyor diye. Hattâ bir defasında “Türkiye’de halkın yüzde 80’i cuma namazı kılıyor.” dendi. Mümkün değil. Cuma erkeklere farzdır; nüfusumuzun yarısı kadın!. “Erkeklerin yüzde 80’i” dediler. “Katiyen doğru değil. Bunun için ankete falan da gerek yok. Cuma, camide kılınır. Bir cuma namazı sırası en dindar denilen bir muhite gidin, bir camidekileri sayın, bir de dışarıdaki erkekleri!” Bundan basit ve kesin anket olmaz. Türkiye, son 12 yılda katiyen dindarlaşmadı. Tam tersi oldu ve oluyor.İktidar partisinin de kökeni olan İslâmcılık da din bir muhalefet ideolojisi midir?İslâmcılık, İslâm devleti kurma tezini işlemiştir. AKP de köken olarak aynı anlayışın zemininde yetişti. Bu tavır, dini değil, siyaseti ve devleti ele geçirmeyi esas alır; devlet ele geçirilince mesele âdeta hallolmuştur. Oysa Kur’an, meseleyi öncelikle bir iç değişim meselesi olarak takdim buyurur. “Bir millet kendi içini değiştirmedikçe Allah da durumlarını değiştirmez.” Hadis-i şerif de açıktır: “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” Mesele siyaset temelinde ele alınınca elbette din siyasete alet ve bir muhalefet ideolojisi haline getirilmiş olur. İslâmcılığın bir diğer argümanı da Türkiye’nin darü’l-harp veya darü’d-ridde olduğudur. O halde İslâmcı harp edecektir Türkiye’yi yeniden darü’l-İslâm yapmak için. Türkiye’de İslamcılık yazılarından kıyafetlerine kadar Che Guevara’nın kötü bir taklidi. Özellikle 1980 öncesi çoğu İslâmcı gençte şahsen bir Che Guevara özentisi görüyordum. Solcu devrimcilerin karşısında İslâmcı devrimciler ve bunların en çok tenkit ettikleri de “Amerikancı İslâm, düzen Müslümanlığı” diye suçladıkları cemaatlerdi. Bugün de aynısını yapmıyorlar mı? İslâm adına hiçbir sağlam, belli ve aktif çizgileri olmadığı için yargılamaları hep muhalefet üzerinden. “ABD’ye, İsrail’e, Rusya’ya düşman mısın, değil misin?” İslâm, kendine has müspet değerler üzerine oturur. Müslüman, davranışlarını İslâm’a göre ayarlar ve değerlendirir; yoksa karşısına düşmanlar alarak, bu düşmanlar üzerinden kendini tarif etmez. Bu menfî tavırdır, tahripçiliktir, süflî bir düşüncedir. İslâm adına yapılması gerekeni yapamama, müspet ve inşaî davranamama acziyetinin yansımasıdır.İslâmcı ideolojideki sertlik de buradan mı kaynaklanıyor?İdeolojiler genellikle serttir. Din, ideoloji, özellikle siyaset ideolojisi, bilhassa da muhalif siyasî ideoloji haline getirilince din adına sertlik, hattâ anarşi ve terör kendiliğinden gelir. Tarihte bunu en fazla Şiîlik ve Haricîlik temsil eder. Birbirine teoride zıt gibi olsa da, davranışta aynıdırlar. İkisi de Sünnî çoğunluğa karşı ve muhalif oldukları için bütün mücadelelerini Sünnî çoğunluğa karşı vermiş, meselâ İslâm’ın yayılmasına hiç hizmet etmemişlerdir. Şiîlik, varlığını fiziken de sürdürüyor. Haricîlik, tarihte kalmış gibi ise de, fikriyat ve tavır olarak denebilir ki, İslâmcılıkla dirilmiştir. İslâmcılık, pek çok açıdan neo-Haricîlik’tir.Şia, tarihte hep Müslüman çoğunluk ile uğraşmış. Türkiye’deki uzantıları da bugün aynı metodolojiyi mi izliyor?Daha da öte… Sonradan Şiî olanlar daha da sert.İran’a vukufiyetiniz nereden geliyor?İran demeyeyim de benim kadar Şiîliği tanıyan yoktur. 1978’den itibaren İran Devrimi’ni bilfiil takip ettim. Türkiye’de İrancılığın ve İslamcılığın kök atmasında yaptığım çeviriler nedeniyle baş sorumlulardan biriyim. İran Konsolosluğu’nda memur olarak çalıştım. Mesaiden sonra kalır, 6-7 sayfalık bülten çıkarırdım. 1000 tane abonemiz vardı o zaman. Konsolosluğa gelen İngilizce gazeteleri günü gününe takip ederdim. 1982’de uluslararası toplantıya katılmak için gözlemci olarak İran’a da gittim. Devrimi, İran’ın iç işleyişini iyi bilirim. Ama hamdolsun gerçeği sonradan gördüm.Sizce Türkiye’de gerçekten bir İran tehlikesi var mı; yoksa bu bir paranoya mı?Çok ciddi olarak var. Maalesef, 17 Aralık’tan sonra deşifre edilen Tevhid-Selâm örgütüyle ilgili savcılık iddialarına ve internete düşen tapelere baktığımızda bunu rahatlıkla görürüz. Sadece şunu söyleyeyim: Söz konusu tapelerden, 2012 ve 2013 sonunda Kuzey Irak’a gitmek isteyen Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın Irak Başbakanı Nuri el-Malikî tarafından reddedilmesi üzerine gidemeyip, sonra meselenin nasıl çözüldüğü takip edildiğinde hem bu tehlikenin boyutlarını hem de dış politikamızın nasıl sürüm sürüm olduğunu görürüz. İktidar hep köpürtüyor. MİT müsteşarı hakkında iki Amerikan gazetesinde tenkitler çıkınca günlerce ABD ve İsrail’den bağımsız Mısır ve Suriye politikalarımız yüzünden bu tenkitlerin yapıldığı köpürtüldü durdu. Oysa, Mısır ve Suriye ile geldiğimiz nokta her şeyi ortaya koyuyor. Bölgede de, dünyada da en sözü geçmez ülke haline geldik. PKK önünde bile diz çöktüğümüz yazılıp çiziliyor.Bu sürecin ve Hizmet’in geleceğiyle ilgili öngörünüz nedir?Hendek Savaşı’nda ve Hudeybiye’de sahabe-i kiram, en kötü şekilde sıkıştırıldı. Onlar için samimiyet, teslimiyet, sebat ve sadakat imtihanıydı bunlar. Cenab-ı Allah, onların kalbindeki takvayı, sonuna kadar sebat azmini, samimiyet ve sadakati gördü. İmtihanı başarıyla verdiler ve Allah, Hendek’te onları melekler, fırtınalar, kasırgalar, kum ordularıyla düşmanı perişan ederek, Hudeybiye’de karşı tarafın kalbine korku salarak galip getirdi. Hizmet Hareketi şimdi aynı imtihanı yaşıyor. Bütün mesele aynen Sahabe gibi samimiyet, teslimiyet, sebat ve sadakat imtihanını kazanıp kazanamamada.Twitter kullanmıyorum girersem çıkamam!Bir gününüz nasıl geçiyor? Her Müslüman gibi sabah namazıyla günüm başlıyor. Çalışmalarımı yapıyorum, bugünlerde evde. İtimat ettiğim için Zaman ve Bugün’ü takip ediyorum. Türkçe mealin dışında 17 Aralık’ı anlatan bir kitap çalışmam var. Haziran sonu gibi çıkar inşaallah. Onun dışında akşamları biraz okuyorum, bir de zihnimi dinlendirmek için bir iki diziye bakıyorum.Hangi dizileri izliyorsunuz?Nostalji damarımdan dolayı Seksenler’i izliyorum. Ben 80’leri askerde, İran Konsolosluğu’nda ve İnsan Yayınları’nda yaşadım. Hatıralarım canlanıyor. Birol Güven, halkın tabiatını biliyor. Ama halkımızın iyi kötü bir dinî yaşayışı vardı. Onları da ilave etse daha güzel olur. Sadece bayram namazlarını işliyor.Adınıza bir Twitter adresi var…Benim değil hiçbiri. Ben bilerek Twitter kullanmıyorum. Çünkü haksızlığa gelemiyorum, girersem çıkamam.İngiliz filolojisi mezunusunuz. İngiliz edebiyatı ile aranız nasıl?Unuttum çoğunu maalesef. 1977’de Erzurum İngiliz Filolojisi’nden birincilikle mezun oldum. Dolayısıyla İngiliz ve Amerikan edebiyatını iyi bilirdim. Bir akşamda bir roman bitirdiğim olurdu. Türkçe romanlar ve romancılar beni sarmadı. Batı’da roman güçlü. Bizde şiir güçlüydü.Kimleri okursunuz?Tekke edebiyatı önceliğim. Hocaefendi olmasa adını duymayacağımız Alvarlı Efe’nin Divan’ı, Aziz Mahmud Hüdaî ve Niyazi-î Mısrî’nin divanları. Necip Fazıl, şiirde muazzamdır; Bir Adam Yaratmak’ta Shakespeare’den kesinlikle geri değildir. Bilhassa Bülbül ve Leyla’da Mehmet Akif, Kendi Gök Kubbemiz’de, zor anlaşılsa da Eski Şiirin Rüzgârıyla’da Yahya Kemal. Mehmet Akif İnan, Erdem Beyazıt ve Sezai Karakoç. İsmet Özel’in şiirlerinden ziyade, nesrini severim. Risalelerin üslûbuna bayılırım. Fethullah Gülen Hocaefendi, nesirde de, şiirde de güçlüdür. Elmalılı Hamdi Yazır, müfessir ve fakih olduğu kadar dil üstadıdır. Hikâyede Ömer Seyfeddin’i ve Refik Halit Karay’ı severim.Sporla alakanız var mı?Amatör olarak 42 yaşıma kadar top oynadım. Çocukluğumda çok yoğun olarak futbolla ilgiliydim. Dayımlardan dolayı da Galatasaray’ı tutardım. Babam 1 lira harçlık verirdi. Hafta başında 25 kuruşa Cumhuriyet ve 50 kuruşa da Fotospor alırdım. Cumhuriyet almamın nedeni de 2. Lig maçlarını kadrosuyla birlikte vermesiydi. Çok ciddi hastalığım vardı. Basketbol, boks ve güreşi takip ederdim. Elhamdülillah bugün o hastalık yok; ama kim kazandı kim kaybetti bakıyorum. Bir futbol yorumcusu kadar yorumlayabilirim. Hatta gazetede bile yazabilirim.Ne tür müzik dinlersiniz?Güzel ilâhilerle birlikte, modern sanat müziği ile bazı parçalarıyla halk müziği dinlediğim olur. Ali Ekber Çiçek hoşuma gider. Barış Manço, Zeki Müren, tercihlerim arasındadır. Gerçi Hz. Üstad, yetimâne hüzün veren müzikleri men ediyor ama insan olarak bazen teselli arıyorsunuz. O teselliyi de bazen bazı şarkılar, türküler ve ilahilerde, bir de şiirde aradığım oluyor.

Gezi'nin acı izleri

$
0
0
AVM, rezidans ya da otel inadının arkasından 9 tabut çıktı, 22 kişi gözünü kaybetti, resmî olmayan rakamlara göre 8 bin kişi yaralandı. Hayatlarını kaybedenlerin acısını, aileleri tek başlarına taşıyacak. Peki, yaralananlar… Neler yaşadılar, Gezi’nin izleriyle yaşamayı başarabildiler mi, nasıl katlanıyorlar?27 Mayıs 2013 sabahı. Saatler 4.30’u gösteriyordu. Taksim Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası adı altında AVM, rezidans ya da otel yapılmasına karşı 50 kişilik küçük bir grup çadırlar kurmuş, projeyi engellemeye çalışıyordu. Ancak Çevik Kuvvet polisleri eylemcileri parktan dışarı çıkartırken, Beyoğlu Belediyesi zabıtaları çadırları yaktı. Bu olay duyulduğunda 2 yıllık proje artık tüm ülke tarafından biliniyordu ve bu projeye karşı olanların sayısı 50 kişi değildi. On binlerce kişi bu olaydan sonra Gezi Parkı’nın park olarak kalması için protesto gösterilerine başladı. Polisin müdahalesi sert oldu. Beton bir binanın yapılması için bir parkın ve ağaçların yok edilmesine karşı çıkanların hayatlarını kaybetmeleri, bir gözle ömürlerini tamamlamaları önemli değildi. Hayatlarını kaybetmelerine rağmen darbeci, gözlerini yitirmelerine rağmen terörist olmaktan kurtulamadılar. AVM, rezidans ya da otel inadının arkasından 9 tabut çıktı, 22 kişi gözünü kaybetti, resmi olmayan rakamlara göre 8 bin kişi yaralandı. Hayatlarını kaybedenlerin acısını, aileleri tek başlarına taşıyacak. Peki, yaralananlar… Neler yaşadı, Gezi’nin izleriyle yaşamayı başarabildiler mi, nasıl katlanıyorlar? Gezi Parkı’ndaki bir bankta oturup temiz hava soluyan, kuşların sesini dinleyip keyifli anlar geçiren bir yaşlı amca ya da bir genç kız, polisin gaz kapsülünden kalma izleri taşıyanları anlamayabilir, görmeyebilir. O izlere ortak olan biri olarak, Gezi olaylarından sonra evine kapanıp hayata küsen de var, bununla yaşamayı başaran da… Vücutlarında kalan izler sayesinde birbirlerini tanımışlar. Ne özür, ne ceza ne de tazminat kaybettiklerini geri getirecek; belki sadece hafifletecek.Gözümü kimse geri vermeyecekHakan Yaman - (38 yaşında–Servis şoförü)3 Haziran akşamı 10 buçuk sularında, işi bitirip Sancaktepe’deki evime giderken olaylar oluyor, ben de mecburen o caddeden geçmek zorundayım. Caddeye 15 metre kala polisle karşılaştım. Sorgusuz bir şekilde tazyikli su sıktı. Ondan sonra gaz fişeği ile sağ karın boşluğumdan vurdu. Polisler beni bayılttıktan sonra öldüresiye darp etti. Darptan sonra 10 metre sürüklediler. Sivil polis gözüme bir şey sokup gözümü patlatıyor. 30-40 metre daha götürüp ateşin içine bırakıyorlar. Sırtımda ikinci derece yanıkların izleri duruyor. Burnumun üst kısmı kopmuş, beynimde sıvı akıntısı vardı. Psikolojik tedavi görüyorum, bir sürü ilaç kullanıyorum. Hayatım altüst oldu. İki çocuğum var; 14 ve 8 yaşlarında. 6’ncı ameliyatı olacağım. İlk ameliyatı göz ve beyinden oldum. Göz kurtarılamadı, patlamış. Göz duvarlarının hepsi içe göçmüştü, vücuttan alınıp oraya ilave edildi. Çenede kemik vardı, orası yapıldı. Gözyaşı kanalları patladığı için gözyaşları dışarı akıyor; kan ve yaş 12 aydır geliyor. O yaşın kanala akması için gözden genze hortum bağlandı. Altıncı ameliyatta göz kanalı tekrar yapılacak. Protez göz var. Gerçekten çok zor. Bunun bir çaresi yok. Gören gözümde bulanıklık var, daha toparlanamadım. Elimden geldiği kadar iyi olmaya çalışıyorum; bir şekilde ayakta durmak zorundayım. Hiçbir şey eskisi gibi değil, her şey değişti. Benim gözümü hiç kimse vermeyecek. Emekli etmiyorlar, 10 sene daha çalışman gerekiyor diyorlar. Ne suç işledim de, bu işkenceyi bana yaptılar. Polisleri gördüğüm zaman kendimi zor tutabiliyorum. Arındırmadıkları için çok rahatsız oluyorum.Dört kez ameliyat oldumErdal Sarıkaya - (35 yaşında–İşçi)Evli ve 2 çocuk babasıyım. Gezi sürecine günün belirli zamanlarında eşlik ediyordum. 11 Haziran akşamı saat gece bir sularında Gezi Parkı’nın alt tarafında vuruldum. Sağ gözümü kaybettim. Açılan ateşle gözüm tamamen parçalanmış. Vurulur vurulmaz “Doktor, doktor” diye bağırdım. Bir anda suratım kızıla döndü ama ben gözümden vurulduğumun farkında değilim. Sonra arkadaşlar geldi. Beni Divan Otel’inin altındaki gönüllü doktorların olduğu bölgeye götürdüler. İlk müdahalem orada oldu. Doktor, bu gözü kurtaramayız, dedi. Sonra Şişli Etfal’e kaldırıldım. Bir buçuk saat bekledim. Sonra Okmeydanı Devlet Hastanesi’ne kaldırıldım. Bir dakika bile benim için çok önemliyken vurulmamdan 11 saat sonra ameliyata alındım. Diğer gözümü kaybetme riski olmuş. İkinci ameliyatımı 20 gün sonra Çapa’da yaptılar. Gözü aldılar. Şu an dördüncü ameliyatı bekliyorum. Belki beş olur, altı olur. Şu an gözümün içinde gözyaşı kanalları çalışmıyor. Çipler takıldı. Ümit yok. Göz gitti. Sadece diğer göze bir etki olmasın diye devam ediyor. 6 ay yattım. Yüzde 45 engelli raporuyla da tescillendi. Şu an gözümün yerine takılan protez, yani yapma göz. Bir daha geri gelme ihtimali yok. Bu vahşet protezle yüzden silinebiliyor. Ama bu ülkenin tarihine kara harflerle yazdığınız ve beyinlerimize kazıdığınız vahşeti neyle sileceksiniz? Şimdi tüm yeşil alanlar AVM’lere döndü. Ben çocuğumu AVM’nin içinde mi gezdireceğim? Onun için bir ağaç bizim için binlerce değerden daha üstündür.Ayaklarım titriyor, tökezliyorumAydın Aydoğan - (46 yaşında–Turizmci)Hayatımızda hiçbir adli kaydı olmayan bir insanım. 4 çocuk babasıyım. İşim nedeniyle Halaskargazi’ye sürekli gidip geliyorum. Ayın 11’inde yine buradaydım. Gezi Parkı’nın yanında bir noktada bir grup sıkışmış, kıpırdayamıyordu. Biz arkadaşlarla yaralıları alalım gelelim dedik. Gittik, oraya arkadaşların ikisi yaralıyı alıp geldi, bu sefer orada ben kaldım. Sağdan ve soldan polisler geliyor, ortadan da TOMA su sıkıyor. Parka doğru koşmaya başladık. Arkam dönük koşarken gaz bombası sol ayağıma çarptı. Aşil tendonlarıma isabet etmiş, yere düştüm. Başparmağım da kırıldı düşme esnasında. O sırada arkadaşlar beni sürükleyerek merdivenlere çekti. Bir adam bizi arabasına aldı hastaneye götürmek için, yola çıktık. Dolmabahçe’de tam polislerin ortasında bıraktı. Polisler, vura vura bizi ambulansa bindirdiler. Taksim İlkyardım’a gittik, film çektiler. Bir şeyin yok dediler. Fakat akşam evde ayağım simsiyah, mosmor oldu. Hastaneye gittiğimde, aşil tendonların kopmuş dediler. Hemen alçıya aldılar, bir ay iş görmez raporu verdiler, sonra 3 aya çıktı. Ayağım daha iyileşmedi. Akşam belli bir zamandan sonra tökezliyor. Arabanın debriyajına basamıyorum, belli bir zamandan sonra ağır gelmeye başlıyor. Titriyor ayaklarım. Biz eğer bunları yaşamasaydık burada bir AVM olacaktı. İnsanlar burada oturamayacak, şehrin ortasında güzel bir park olmayacaktı.Gözüm yerinde ama görmüyorVolkan Kesanbilici - (38 yaşında–Kırtasiyeci)Evliyim, 4 yaşında bir oğlum var. 31 Mayıs akşamı dükkândaydım. Sosyal medyadan kötü haberler geliyordu. Kapattım dükkânı; artık dayanamadım ve Gezi Parkı’na doğru yola çıktım. Gece 12’ye 5 kala, 10 ile 20 metre mesafeden vuruldum. Tarlabaşı Bulvarı’ndan Taksim Meydanı’na çıkan noktadaydı. Vurulma anını hatırlıyorum, yere düşmemek için çaba gösterdim. Diğer protestocuların yanına gitmek için çaba sarf ettim. Gözüm kanıyordu, ilk onu hissettim. Çok ciddi kanama vardı. Cep telefonun ışığıyla gönüllü doktorlar müdahale ettiler. Durumun ciddi, hastaneye gitmen lazım, dediler. Yollar kapalı olduğu için Tepebaşı’na yürüyerek gittik, oradan da taksiyle Taksim İlkyardım’a. İçeride yabancı bir cismin olduğunu ama gece bu ameliyatı yapabilecek bir hastane olmadığını söylediler. Vurulma anımın üzerinden 8-9 saat geçmişti. Gözün arkasında ciddi bir kanama vardı ve muayene edip operasyon yapamıyorlardı. O süreç 13 Haziran’a kadar sürdü. Ben artık kendimi kötü hissedince de ameliyata almak zorunda kaldılar. Orada gözüme azot gazı ve tiner bastılar. Ki çok ciddi zarar görmüş. Tabii artık bunlar yapılırken plastik mermi olduğunu anladık. Ama plastik mermiyi çıkartmadılar. Yaklaşık iki buçuk, 3 ay sürekli yüzüstü yattım. Ben şu anda yüzde 40 engelli bir vatandaşım. Raporumu aldım. Benim bazı arkadaşlarıma göre avantajım kendi gözüm yerinde duruyor. Ama görme yok tabii, sol gözüm görmüyor. Onunla ilgili ileriye dönük herhangi bir ümit de yok.

Düşmanların ölü numarası yaparak kurtuluyor

$
0
0
Bir paspasın üzerinde bulunan bu ilginç görünümlü böceğın ismi buğday biti.Daniel Kariko tarafından elektron mikroskopu kullanılan çekilen bu fotoğrafta buğday bitinin başı, enteni ve uzun burnu görünüyor. Böceğin toplam uzunluğu ise 7 milimetre.Buğday bitinin yaygın olarak görülen bir bahçe zararlısı olduğunu belirten böcek bilimciler, bu böceklerin tehlike hissettiklerinde ölü numarası yaptıklarını söylüyor. Araştırmacılar bugünlerde böcekleri kontrol etmek amacıyla bu özellikten yararlanmanın yollarını arıyorlar.

Arkadaşım eşşek, güneş topla benim için!

$
0
0
Dağdaki çobanlar, eşeklerle taşınan güneş panelleri sayesinde elektriğe kavuştu. Bu sayede geceleri sürüyü kontrol edebiliyor, televizyon izleyip, cep telefonlarını şarj edebiliyorlar.İzmir ili Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği ile Antalya merkezli Sergün Güneş Enerji Sistemleri'nin işbirliğiyle geliştirilen proje sayesinde dağdaki çobanlar da elektriğe kavuştu. Firma tarafından tasarlanan güneş panelleri, çobanların hayatını değiştiriyor. Elektrik olmadığından dolayı geceleri sürülerini kontrol etmekte zorlanan çobanlar, taşınabilir "tak çalıştır" güneş panelleriyle bu sıkıntıyı aştı. 5 ile 7 kW gücündeki sistemi kuran çobanlar, aydınlatmanın yanı sıra dağ başında buzdolabı çalıştırıyor, televizyon seyrediyor, cep telefonunun bataryasını şarj ediyor, sağdığı sütü soğutma tankında muhafaza ediyor, sıcak su elde ediyor, hatta internete giriyor. Güneş panelleri, yol olmadığı için dağlara eşek sırtında taşınıyor. Yaklaşık 2 bin 800 lira maliyeti olan sistemi kurmak isteyen çobanlara, kırsal kalkınma desteklemeleri programı kapsamında yüzde 50 hibe veriliyor.'SAYALAR VE ÇİFTLİKLER ARTIK IŞIL IŞIL'Projeyle ilgili bilgi veren İzmir ili Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği Başkanı Özer Türer, üyelerinin çoğunun kırsal alanda yaşadığını belirterek, "Bunların ne elektriği ne de yolu var. Çoğu yere arabayla ulaşılamıyor. Biz de hem bu insanların hayat kalitesinin yükselmesine katkı koymak hem de koyun ve keçi sütünün soğuk zincirde toplanmasını sağlamak için böyle bir proje geliştirdik. Sütü soğuk zincire alamayan kırsaldaki üretici, ciddi gelir kaybına uğruyor." dedi. Kırsaldaki üreticilerin haftada bir pazara inerek ihtiyaçlarını karşıladığını ifade eden Türer, şöyle devam etti: "İletişim kurabilmeleri için yanlarında getirdikleri üç beş telefon bataryasını şarj ediyor, bunları bir hafta kullanıyorlar. Ayrıca sayalarında piknik tüpüne bağlı, lüküs diye adlandırılan eski tip lambayla aydınlatma yapıyorlar. Bu yüzden haftada dört beş tane küçük tüp tüketiyorlar. Onunla da ancak bulundukları yeri aydınlatabiliyorlar. Buna çare ararken Sergün ile bağlantıya geçtik. Birkaç deneme sistemi kurdular, başarılı olunca protokol yaptık. Sayaları ve çiftlikleri artık ışıl ışıl. Nitelikli solar paneller sayesinde televizyon ve buzdolabı çalıştırabiliyor, sayalarını ışıklandırabiliyor, dağ başında iletişim kurabiliyor, sak su elde edebiliyor. Bu sistem sayesinde hayvanlarından sağdığı sütü de soğutma tankına alabiliyor. Kısaca elektrik olan her yerde hayat değişiyor."'GÜNEŞ PANELLERİNİ EŞEKLE TAŞIYORUZ'Sergün Güneş Enerji Sistemleri Genel Müdür Yardımcısı Uğur Polat da 30 yıldır bu alanda faaliyet gösterdiklerini belirterek, Birlik Başkanı Türer'in kendilerinden, kırsal alandaki çobanların enerji ihtiyaçlarını karşılamak için bir sistem geliştirmelerini istediğini söyledi. Bunun üzerine çeşitli portatif solar paketler geliştirdiklerini anlatan Polat, "İhtiyaç ve tüketim doğrultusunda, çoban çantasından yaşam paketine kadar altı değişik ürün paketi hazırladık. Güneş panellerini, 'tak çalıştır' şeklinde tasarladık. Bu sayede sistemi istediğiniz yere taşıyabiliyorsunuz. Montaj yapmak için panelleri, ulaşımın olmadığı dağlık bölgelere eşek sırtında taşıyoruz. Bu şekilde dağdaki çobanlarımız elektriğe kavuşuyor." diye konuştu. İzmir'de şimdiye kadar bu şekilde 50'ye yakın güneş enerjisi sistemi kurduklarını aktaran Polat, "Bunlardan en küçük olanı televizyon ve buzdolabı çalıştırma, aydınlatma ve telefon şarj etmeye yönelik. Paketler, ihtiyaca göre değişiyor. Maliyeti 2 bin 750 TL'den başlıyor. Bu sistem, kırsal kalkınma programı çerçevesinde yüzde 50 hibe desteği kapsamında bulunuyor. Bundan dolayı yoğun bir taleple karşı karşıyayız." dedi.'SİSTEMİ KURUNCA HAYATIM DEĞİŞTİ'Yaklaşık 500 keçilik sürüsü olan çoban Cengiz Dizdar, "Eskiden karanlıkta keçileri sağmakta zorluk çekiyorduk. Şimdi akşamları ışıkları açıp rahatlıkla işimi yapabiliyorum. Ayrıca hayvanlar doğum yaptıktan sonra oğlaklarını bulmak bir dert oluyor. Yavrularını annelerine vermek için karanlıkta seçemiyorduk. Şimdi böyle bir sorun yok. Çok güzel bir sistemmiş, kurunca hayatım değişti." diye konuştu.

Kötü esprilere son!

$
0
0
Robot teknolojilerinin abartılacağını biliyorduk da bu kadar erken olacağını beklemiyorduk. PEPPER isimli Japon robotun yapamadığı yok gibi. Dans etmekle kalmıyor, sohbet edip şakalaşabiliyor.Ruh halinizi de sesinizden tahmin edebiliyor üstelik. Çevrenizde moraliniz bozukken yanınıza “Ben kamyonu sürdüm, Leonardo da Vinci ehehüehüeh” şeklinde dahiyane(!) espriler yapan arkadaşlarınız varsa geç kalmayın deriz. Fiyatı 4 bin lira olan bu robotu bayilerinizden ısrarla isteyin.Bir giyen pişman… Dünyanın en eski tasıydı tarağıydı, çoktan bulundu. Arkeologlarımız nihayet aradığı taze kana ulaştı. Çin’in batısındaki arkeolojik kazı alanındaki mezarlarda dünyanın en eski pantolonunu bulundu. 40 yaşlarında, savaşçı olduğu düşünülen iki atlı göçebenin mezarlarındaki kazıda ikisinin de pantolon giydiği belirlendi. 3 bin yıllık olduğu saptanan pantolonlar kahverengi ve üç parçadan oluşuyor. Paçaları yırtmaçlı olan bu en eski pantolon tekrar moda olur mu?Kripto dili öldü! Kimileri üçüncü dünya savaşını ağzı sulanarak bekleyedursun, ikincisinin izleri gitgide siliniyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD askerlerine kendi dilini öğreterek kripto yazılmasını sağlayan ve ABD’nin savaşta üstünlük kazanmasında rol oynayan 29 Navajo yerlisinden sonuncusu öldü. Chester Nez isimli yerli, çarşamba günü Albuquerque kentinde 93 yaşında hayata gözlerini yumdu. Nez, geçtiğimiz yıllarda ABD Kongresi tarafından hizmetleri için altın madalyayla onurlandırılmıştı.

Alevilere kalan türküler

$
0
0
Alevi-Bektaşi müziğinin en çok bilinen türkülerinin usta sanatçılar ve genç kuşak sanatçılar tarafından yorumlandığı ‘Alevilere Kalan’ albümü müzikseverlerle buluştu.Cengiz Özkan, Kardeş Türküler, Musa Eroğlu, Tolga Sağ ve daha birçok sanatçı, hafızalara kazınmış 35 Alevi-Bektaşi türküsünü yeniden yorumladı. Farklı düzenlemelerin olduğu albüm, bugüne kadar yapılan en kapsamlı Alevi-Bektaşi müziği seçki albümü olma özelliğini taşıyor.Karma - Alevilere KalanKalan Müzik***Nev, ‘Kıyısız Deniz’de dolaşıyorMüzik dünyasının özgün isimlerinden Nev, yeni albümü ‘Kıyısız Deniz’i müzikseverlerle buluşturdu. Nev-i şahsına münhasır tarzıyla sadık bir dinleyici kitlesine sahip müzisyen, yeni çalışmasında müzikseverlere yine üzerinde titizlikle çalışılmış şarkılar sunuyor. Nev, kendisinden dinlemeye alıştığımız şarkıların yanında, farklı müzikal altyapılarla müzikal yelpazesinin genişliğini gösteriyor. Sanatçı, kendine has yorumuyla adeta denizdeki dalgalar gibi zaman zaman temposu düşüp yükselen müzikal yolculuğa çıkarıyor.Nev - Kıyısız DenizPasaj Müzik***Ata Demirer’den alaturka şarkılarAta Demirer’i her ne kadar oyuncu ve komedyen olarak tanısak da o, İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Türk Müziği bölümünü bitirmiş ve yıllarca müzisyenlik yapmış bir isim. 2006’da Makara isimli çalışmaya imza atan Demirer, bu kez de ‘Ata Demirer Alaturka’ ile karşımızda. Sanatçı, Taşkın Sabah yönetiminde en sevdiği şarkılardan derlediği albümünü müzikseverlerle buluşturdu. Filmlerinde de sık sık rol gereği şarkı söyleyen sanatçı bu albümde sanat müziğimizin birbirinden önemli şarkılarını yorumlamış.Ata Demirer - AlaturkaAvrupa Müzik

Tarladan sofraya pirinç

$
0
0
Pirincin tarladan sofraya gelişinin ne denli meşakkatli bir süreç olduğunu bilseniz anne zoruna gerek kalmadan tek tanesini bile ziyan etmezdiniz. Gelin İpsala’ya pirinç tarlalarına gidelim ve çocukken kızdığımız annemize teşekkür edelim.Bereket ve bolluğun simgesidir pirinç. Birçok kültürde kutsal bir önem atfedilmesi bundandır. Anavatını Uzakdoğu toplumlarındaki örneklerinden geçtim ülkemizde vatanın hangi minik evladı “Tabağında bir pirinç tanesi kalmayacak!” ya da “Ne koşullarda üretildiğini bilsen bir tane bırakmazdın?” diyen bir annenin rahle-i tedrisinden geçmemiştir ki? Çocukken bu cümleleri yüzlerce kez duymuş bir ‘pilavsevmez’ olarak geçtiğimiz hafta Sezon Pirinç’in davetiyle Edirne’deydim. Çizmelerimizi giyip çeltik tarlalarını ziyaret edip pirinç ekimine dair ne varsa öğrendik. Öncelikle civarda bulunan sulama binalarından çeltik tavalarına su basılıyor. (Tarlalarının setlerle birbirinden ayrılmış içi su dolu bölmelerine “tava” deniliyor.) Çeltik tohumları normal şartlarda tavalara saçılıyor. Bir iki gün sonra kurutma aşamasına geçiliyor ve tavaların içindeki su boşaltılıyor ki çeltik tohumu toprağa tutunabilsin. Tohumlar yaklaşık 4 gün içinde filizleniyor. Hasada 15 gün kalaya kadar belli miktarda ince ince su veriliyor ki çeltikler tamamen kurumasın. Yeşerme gerçekleştikten sonra ilaçlama evresine geçiliyor. İşçiler açısından işin en çileli kısmı da bu. Zira işçiler çizmeleri çamura saplandığından ve bu şekilde çalışamadıklarından çıplak ayakla ilaçlı suya giriyor. Tahmin edeceğiniz üzere bu ilaçlar ciltlerinde yara oluşumuna neden oluyor. Ergene Havzası’na fabrikalardan karışan atık sular da cabası. (Bu sular çeltik tarlalarında da kullanılıyormuş. Eskiden uçakla yapılan ilaçlamanın kendileri için daha iyi olduğunu belirtiyorlar. Uçakla ilaçlama yöntemine ekosisteme zarar verdiği gerekçesiyle son verilmiş. Ancak işçiler bu şekilde de sürekli hastanenin yolunu tuttuklarını ve bu sorunun uzun vadeye yayılan ölümlere yol açacağını dile getiriyor. İşçi hak ve güvenliğinin yalnızca toplu ölümlerle gündeme geldiğini şu günlerde yetkililere duyurmuş olalım.) İlaçlamadan 10 gün sonra gübreleme işlemi başlıyor. Hasat ise 120 -140 gün sonra yapılıyor. Toplanan çeltik kurutulduktan sonra fabrikalara satılıyor. Bebekle ilgilenir gibi...Çimlenmeden hasada kadar geçen sürede işçiler boş durmuyor. Her gün bir bebekle ilgilenir gibi tarlalarıyla ilgileniyorlar. Tüm aşamalardan yalnızca birini, çim saçmayı müşahede etmiş yorgun bir şehirli olarak ayrılıyorum tarladan. Daha Sezon Pirinç’in 10 km uzaklıktaki fabrikasına gidecek, bu tarlalardan alınmış çeltiği araçtan indirmeden numune alarak analize gönderecek, üretime uygundur sonucu gelirse kantarlarda tartacak, çeltiği dolum ünitelerine alacak, fabrikanın içine sevk edecek, içindeki çöp, toz vs. gibi maddelerden ayrıştıracak, ardından farklı bir ünitede tekrar yabancı maddelerden arındıracak, kabuğunu soyacak ve 3 kez parlatıp içinden kırık pirinçleri ayrıştıracak, rengi, biçimi farklı olanları ayıklayıp, yağlayacak en son paketleyip depolayacağız. Hoh! Neyse ki tüm aşamalar otomasyon sistemiyle yürütülüyor. Makineler harıl harıl çalışıyor. Saatte 15 ton çeltik kırılıyormuş burada. Günün yorgunluğu bol köpüklü kahveyle atılır derler ama biz o gün fabrika sahibi Mehmet Erdoğan tarafından yaptırılan 4 çeşit pirinçle (Osmancık, basmati, siyah ve kırmızı) 4 farklı pilavla attık yorgunluğumuzu. Favorim ise kırmızı ve siyah pirinçle yapılanlar oldu. Siyah görüntü olarak kimilerine itici gelebilir ancak tadına diyecek söz yok. (Hafiften buğdayı anımsatıyor Çin’de eskiden çok değerli görüldüğünden yalnızca hükümdarlar yiyebiliyormuş.) Kırmızı pirinç kıtır kıtır, kepek oranı daha fazla. Bu yüzden beyaza göre daha sağlıklı. Türkiye’de henüz 3-5 senedir satışı yapılmasına rağmen Türkiye’nin diğer ucu Ağrı’dan bile talep görmüş. Meraklılarına ek bir bilgi ikisi de bire üç oranında su kaldırıyor. Masaya oturduğumda pirincin tarladan sofraya geliş öyküsünü bizzat yerinde müşahede etmiş biri olarak ilk defa tabağımdaki her bir pirinç tanesinin arkasındaki binbir emek ve alın teri hissederek yedim pilavımı. Üstelik bu sefer “ne şartlarda üretildiğini bilsen...” diyen bir anne zorlamasına gerek kalmadan.

Her yönüyle bir futbol devi: Feldkamp

$
0
0
Galatasaray ve Beşiktaş’ta görev yapan Karl HeinzFeldkamp, adını futbolumuzun efsane isimleri arasına yazdırmayı başardı. Ancak Alman hocanın 80 yaşını geride bırakması nedeniyle doğum günün kutlu olsun diyen tek satır bile çıkmadı.Karl HeinzFeldkamp, yeterince uzun süreli olmayan çalışma dönemlerine karşın Türk futbolunda iz bırakmış teknik adamlardan biri. Zaman yazarı olarak da birkaç yıl bu sütunlarda birlikte olmanın onurunu ve gururunu yaşadığımız bir futbol devi.Kalli lakabıyla Alman hoca ile Türkiye’nin tanışması, Avrupa’da 1985 yılında Bayer Uerdingen-Galatasaray eşleşmesiyle olmuştu. 2-0’lık yenilgi ve 1-1’lik beraberlikle Sarı Kırmızılı takım elenmişti. Cim Bom’un başında o dönemde JuppDerwall bulunuyordu.1992-93’te Alp Yalman’ın başkan, Adnan Polat’ın da futbol şube sorumlusu olduğu dönemde Galatasaray’ın başına gelen Feldkamp’ın daha ilk idmanda Ali Sami Yen Stadı’nın tribünlerini dolduran 30 bin taraftarın gönlünü değilse de güvenini nasıl kazandığına tanık olmuştum. Takımın eskilerinden Yusuf Altuntaş, taraftar önündeki törendeki idmanda kendini pek zorlamak istemeyen kıdemlilerden biriydi. Feldkamp onun bu tavrını anında farketmiş ve böyle şeylere hiçbir biçimde izin vermeyeceğini gösterircesine onu birkaç tur fazla koşturmuştu.14 yıllık özlemin ardından 1986-87 ve 1987-88’de iki kez şampiyon olan takımın son 4 yılı yine boş geçmişti. Arayı uzatmadan şampiyon olmak şarttı. Ancak bunun için pek de yeterli kadro yoktu. Fakat o neyi nasıl yapacağını biliyordu. Ülkesinde önemli başarılar kazanmış, ilkeli ve disiplinli bir hocaydı.Hakan Şükür gibi elbette ki yabana atılmayacak yerli transferlerin yanında ülkesinden FalkoGötz ve ReinhardStumpf’u getirdi. Bir önceki sezonun son maçında ilk kez oynamış olan Okan Buruk’la birlikte Bülent ve Mert Korkmaz kardeşler, Suat Kaya, Arif Erdem, Hamza Hamzaoğlu, Mustafa Kocabey gibi gençlerle Galatasaray için yepyeni bir dönem başlıyordu. (İlerki yıllarda Adnan Polat, 2000’de UEFA Kupası’nı kazanan kadronun temelini kendilerinin bu şekilde atmış olduğunu birkaç kez söyleyecekti.) 22 yaşındaki Tugay Kerimoğlu’nu kaptan yaptı. İsmail, Yusuf, Uğur Tütüneker gibi deneyimli oyunculardan iyi yararlandı. Golcü eksiğini de Gütschow’la giderdi ve sadece şampiyonluğu değil bütün kupaları topladı.‘Onun gibisini görmedim!’Sezona TSYD kupasıyla başlayan Sarı Kırmızılı takım lig şampiyonluğunun yanında Türkiye Kupası’nın da sahibi olarak duble yaptı. O sezon içinde Beşiktaş’ın 48 maçlık yenilmezlik serisine son verilmesinin yanında, Fenerbahçe’yi Şükrü Saracoğlu Stadı’nda 4-1 yenmek gibisinden başarılar Galatasaray taraftarını çok mutlu eden gelişmeler oldu.Başkan Alp Yalman, Kalli’ye olan hayranlığını “Bunca yıldır futbolun içindeyim, onun gibi bir teknik adam görmedim” diye anlatacaktı. Adnan Polat da benzer düşünceler içindeydi. Ancak sağlık sorunları nedeniyle Feldkamp sezon sonunda ayrıldı. Yönetim aylarca bu ayrılığı kabul etmedi. Sonraki yıllarda da bu özlem sürdü ve 2007-08 sezonunda Feldkamp yeniden Galatasaray’ın başına geçti. 74 yaşı ve sağlık sorununun sürüyor olabileceği endişesi içinde onun göreve getirilmesine karşı çıkanlar oldu. Zaten 1998-99 sezonunun sonlarına doğru Beşiktaş’ta göreve getirilmiş fakat 10 maç sonra sağlık sorunları yüzünden bırakmak zorunda kalmıştı. Başka teknik direktör mü yoktu?Bu eleştirilerle başlayan sezonda yine başarılıydı ama sorunlar da eksik olmuyordu. Bir Beşiktaş maçı öncesinde Hakan Şükür ve Lincoln’ü kadro dışı bırakması herkesi şaşkına çevirmişti. Cim Bom maçı kazandı ve bu sorun büyümedi. O maç kazanılmalıydı ve bunu sağlayabilecek en önemli iki adam yok yere dışarıda bırakılıyordu. Bu nasıl disiplin anlayışıydı? Para cezası verilse olmaz mıydı?Aslında onun ilkeleri ve disiplin anlayışıyla bizim dünyaya bakışımız arasında uzlaşmaz bir çelişki vardı ve nitekim bu nedenle görevi bırakmak zorunda kaldı. Fenerbahçe ile verilen şampiyonluk mücadelesinde son 6 haftaya gelinmişti. Başkan Adnan Polat, Florya’da oyuncularla bir toplantı yapmayı gerekli görmüştü. Bunun kendisinden habersiz yapılmasını kabullenemeyen Feldkamp, bir yandan baba-oğul ilişkisi içinde olduğu başkana büyük tepki gösterip görevi bırakmıştı...Yorumcu Feldkamp’ın katkısıFeldkamp’ın teknik adamlığı kadar futbol yorumculuğu da önemliydi. Daha doğrusu bizde çok daha dar kalıplar içinde ve genellikle ‘giydirme’ anlayışı ile yapılan yorumlara daha değişik bir bakış açısı getirmişti. Bunu LigTV’nin Erman Toroğlu’nun yerine MarcusMerk’i getirmesiyle eşleştirerek daha iyi anlayabiliriz. Toroğlu’nun memleket usulü yorumları ve ettiği ilginç sözler belki çoğumuzu eğlendiriyordu ama ne kadar çağdaş bir yorum içeriği taşıdığı da epeyce tartışmalıydı.İstanbul’da 3-0 yenildiğimiz Ukrayna (17.11.204) maçı sonrasında Şükrü Saracoğlu’ndan gazeteye dönerken hepimiz öfke içindeydik ve teknik direktörümüz Ersun Yanal’ın hemen görevi bırakması gerektiğini düşünüyorduk. Maçı izleyen günlerde bütün gazete ve televizyonlarda bu tür haber-yorum-değerlendirmelerin yer alacağına kuşku yoktu. Haliyle bu doğrultuda ama kendi üslubumuz içinde biz de koroya katılacaktık. Feldkamp da bunu biliyordu ve adeta duruma elkoyup bizi ertesi sabah gazetede toplantıya çağırdı.“Böyle durumlarda sizde ne yapıldığını biliyorum” diye söze başladı. “Öteki gazeteler de bunu yapacak ama biz öyle yapmayalım. Teknik direktörün gitmesi gerektiğini savunmak yerine nelerin yanlış yapıldığını ve nasıl düzeltilebileceğini anlatmaya çalışalım.” Bu bakış açısı beni de çok etkilemişti. Sonradan bunu anlattığım bazı dostlarımın ‘Ne var ki bunda!’ tavrı içinde olmaları beni daha çok şaşırtmıştı. Onun bakış açısıyla olaya yaklaşıldığında elbette ki başarı şansı daha yüksekti.Bunun gibi daha çok değişik konularda değişik bakış açısı, sağlam analizleri ve geniş görüş açısıyla bize çok şey öğretti. Gerçi bütün bunlar kimin umurunda diye sorduğunuzda verilecek bir yanıt yok ama olsun. Böyle bir futbol adamını yakından tanıma, birlikte çalışma olanağı bulduğum için en azından kişisel olarak çok mutluyum. Onunla çalışan herkesin benzer duygu ve düşünceler içinde olduğunu biliyorum. Bunu en iyi ifade eden de Alp Yalman’dır.Çok yaşa Feldkamp! Sağlık ve esenlikle nice yıllara...Niçin Kalli? Feldkamp’a hemen herkes Kalli diye hitap ediyor. Bunun futbolla ilgili bir lakap olduğunu düşünmek ilk akla gelen ihtimal ama öyle değil. Feldkamp’ın çocukluğunda komşuları olan kızın kendisine bu şekilde hitap etmesi nedeniyle Kalli lakabı adeta üzerine yakışmış ve herkesin de hoşuna gittiği için adından daha fazla kullanılır hale gelmiş. Bu kadar basit.

Gabon nerede?

$
0
0
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Gabon’a yaptığı ziyaret, Türk medyasında ve sosyal medyada gündem olmuştu. Birçok Türk okurun ismini ilk defa duyduğu Afrika ülkesi Gabon için gazeteler “Gabon nerede?” başlığını kullanmıştı.Gül’ün gün batımında sahilde yürüyüş yaparken bir balıkçı ile sohbeti, ziyaretin en çok konuşulan anlarındandı.Gabon Cumhuriyeti, aslında Afrika’nın zengin ülkelerinden biri. En büyük gelir kaynağı petrol. Ülkenin büyük bölümünün Katolik ve protestan olduğu Gabon’da Müslümanlar azınlık durumunda. Ama Cumhurbaşkanı Ali Bongo, Müslüman. 1973 yılında babası Albert Bongo, Omar ismini alarak Müslümanlığı seçmiş. Söylentilere göre Albert Bongo, petrol üreten Arap ülkeleri ile ilişkileri sonucu İslamiyeti tanımış. Bu durumu fırsat bilen komşu ülkelerden fakir Müslümanlar da iş bulmak için Gabon’a göç etmiş. Hayat standartları Gabon vatandaşlarıyla karşılaştırıldığında oldukça düşük olsa da burada olmaktan mutlular. Başkent Libreville’de bulunan en büyük iki cami de Senegal ve Fas gibi ülkelerin yardımlarıyla yapılmış.Başkentin fakir mahallelerinden olan N’Kembo’da bir medrese var. Bu medreseyi 5 sene önce genç bir çift yaptırmış. Bu yıl200 kız öğrencisi olan medresede Fransızca ve dinî dersler veriliyor. Gabon’un Müslümanları Türkiye’yi ve Türkleri tanıyıp seviyor. Bu ülkede sadece bir Türk şirketi var. Elbise mağazası işleten Cumalı Çiçek, iki sene önce ülkeye yerleşmiş. Ayrıca başkentte 2008 yılında kurulan Türk okulunda bu sene 240 öğrenci eğitim görüyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live