Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

SEÇİMLERİN VAZGEÇİLMEZİ ŞİDDET

$
0
0
30 Mart yerel seçimlerinde adayların kanlı biten tartışmalarına tanık olduk. Özellikle muhtarlık yarışındaki gerilim ortalığı kan gölüne çevirdi. Şanlıurfa’nın Hilvan ilçesine bağlı Yuvacalı köyünde ‘Sinka’ ve ‘Kava’ aşiretleri arasında muhtar adaylığı yüzünden çıkan tartışmada 6 kişi hayatını kaybederken, 12 kişi de yaralandı.Aksaray’ın merkeze bağlı Boruca köyünde ise kavganın sebebi yine muhtarlardı. “Oyunuzu niçin bize vermiyorsunuz?” sorusuyla başladı her şey. Yaşanan tartışmada silahlar patladı ve bir kişinin ölümüne, bir kişinin de yaralanmasına neden oldu. Hatay’ın Kırıkhan ilçesindeki muhtar adayları oy verme sırasında tartıştı ve kavgada 2 kişi öldü, 13 kişi de yaralandı. Seçim sonrasındaki ölü ve yaralı haberleri, siyasi mücadelenin nasıl kanlı bir teröre dönüştüğünü açıkça gösteriyor. Bilanço fazlasıyla ağırdı. Adayların hırsı ülke çapında 10 kişinin hayatını kaybetmesine, 48 kişinin de yaralanmasına sebep oldu. Aslına bakarsanız pazar günü gerçekleşen seçim sırasında yaşanan kavgaların bazıları iki-üç ay öncesinden başlamıştı. MHP’nin Esenyurt’taki seçim irtibat ofisinin açılışına MHP İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı Rasim Acar’ın ziyareti sırasında ateş açılmıştı. MHP basın danışmanı Cengiz Akyıldız çıkan çatışmada hayatını kaybederken, altı kişi de yaralanmıştı. İstanbul’da Şişli Belediye Başkanlığı binasına, Ankara’da da BBP seçim binasına ateş açılmıştı. Siirt’in Tillo ilçesinde ise Saadet Partisi’nin belediye başkan adayı Behmen Aydın (56) öldürülmüştü. Olayın perde arkası hâlâ aydınlatılamazken, cinayetle ilgili soruşturma devam ediyor. Art arda gerçekleşen ölümleri fark eden milletvekilleri bu şiddet olaylarıyla alakalı soru önergesi sundu. CHP Antalya Milletvekili Gürkut Acar tarafından İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya verilen önergede seçim mitinglerinde son bir ayda hangi illerde şiddet olaylarının yaşandığı soruldu.Ortak payda şiddetAlışkın olduğumuz bu tablo demokratik yöntemleri sindirememiş ülkelerin ortak sorunu. Şiddetin egemen olduğu bir toplumda, siyasilerin kullandığı ağır ve çirkin dil, tartışmaların başlangıç noktası oluyor. Prof. Dr. Ahmet İnsel, bir makalesinde, toplumun ortak paydası olarak gördüğü şiddet ve tahammülsüzlük üzerinde duruyor. Tahammülsüzlüğün, şiddetin mayası olduğunu söyleyen İnsel, “Erkek egemen toplum değerlerini ve alışkanlıklarını katınca ortaya zincirlerinden boşalmaya her an ve her yerde hazır bir şiddet çıkar.” diyor. Günlerdir gazetelerden takip ettiğimiz bu acı hadiselerin farklı illerde pek çok örneği var. Bütün bunlarla son seçimlerde giderek azaldığını düşündüğümüz iktidar mücadelesi yeniden kendini göstermiş oldu. Son olaylarla beraber, Türkiye’nin seçim tarihini incelediğimizde, gazetelerin seçim öncesi ve sonrasında bu tür olaylara geniş şekilde yer verdiğini gördük. Ve anladık ki, ülke olarak siyasi krizlerin yol açtığı iktidar kavgalara pek de yabancı değiliz. Yerel ve genel seçimleri kapsayan son on seçimin kanlı olaylarına bakıldığında, bugün yaşananların arka planı daha net görülüyor. Terörün ağır olarak hissedildiği ve boykotların gölgesinde geçen seçim ortamlarından bugünlere siyasi kavgaların sebebi değişse bile, sayıları artarak devam ediyor. Sözlü saldırılar, tehditle yıldırılmaya çalışılan adaylar, parti binalarının bombalanması, ateşe verilmesi, seçim konvoylarına silahlı saldırı düzenlenmesi… Nisan 1999’daki olaylar da ilginç: “PKK terör örgütü, Sivas’ın Hafik ilçesinde sandık kurulu üyeleri ve jandarma timine roketle saldırdı. Diğer illerde çıkan olaylarda 5 kişi ölürken 54 partili yaralandı. Tokat’ta MHP konvoyu silahlı saldırıya uğradı. DTP Tekirdağ milletvekili adayı Fikret Çolakoğlu Çorlu’da silahlı saldırıda yaralandı.”Avrupa’da seçimler nasıl geçiyor?30 Mart günü Türkiye gibi Fransa da yerel seçimler için sandık başındaydı. Ancak bizde görülen kavgalar ve kanlı çatışmalar orada yaşanmadı. Seçimlerini sakin geçiren Fransa’da insanlar rutin hayatlarına devam etti. Seçim sürecinde ne caddeleri gece gündüz inleten miting arabaları ne de TV kanallarında 7/24 siyasileri görmek mümkün. Seçim çalışmaları boyunca rakibini küçümsemek, tahrik etmek, sert söylemlerle tarafları karşı karşıya getirmek pek rastlanacak görüntülerden değil. Avrupa’da ya da Amerika’da daha çok iki önemli liderin karşılıklı yaptıkları televizyon tartışmaları ilgi görüyor. Bizde ise günler hatta aylar öncesinden seçim çalışmaları başlıyor. Mitinglerde sert ve ima yüklü mesajlar veriliyor. Taraflar da birbirlerini düşman olarak gören siyasilerin peşinden gidince kendilerini bir süre sonra şiddet çıkmazında buluyor. Oluşan kaos ortamı, farklı düşüncelere olan saygıyı yitirdiğimizi bir kez daha göstermiş oluyor.Yrd.Doç.Dr. Önder Çetin (Sosyolog):Uyuşmazlıklar tehdit olarak görülüyorGeride bıraktığımız seçim döneminin kutuplaştırıcı atmosferinde, toplumsal kimlikler arasındaki sınırların keskinleştirilerek insanların diğer bireyleri ‘farklı’ ya da ‘öteki’ algısından ziyade bir ‘düşman’ kategorisine hapsetmeleri şiddeti besliyor. Bireysel tercihlerin bastırıldığı, saygının değer olarak görülmediği toplumsal yapılardaki otorite pozisyonları, bireylere hükmedilen konumundan, hükmeden olma imkânına kavuşma olarak değerlendirilebilir. Mevcut durum itibarıyla böyle bir bakış açısının her türlü uyuşmazlığı kişinin kendisine ya da mensubu olduğu toplumsal grubun varlığına bir tehdit olarak değerlendirmeli. Şüphesiz bunda söz konusu algıya ek olarak uyuşmazlık yönetimindeki bilgisizlik ya da çaresizlik de rol oynuyor.Hasan Ali Göncü (Psikolog):Toplumsal çıkarlardan kişisel çıkarlara...Günümüzde birçok kişi çevresini kendi çıkarları doğrultusunda algılamaya başlayınca saldırganlık ve suç oranları arttı. Ülkemizde siyaset ve politika özellikle de son dönemde toplumun genel menfaatlerinden daha çok bireysel menfaat ve çıkarlar gözetilerek yapılıp yürütülüyor. Buna son seçimlerle birlikte toplumsal şiddeti ve ayrışmayı artıracak bir üslup ve dil eklendi. Bu sebeple ülkemizde yapılan her seçim toplumsal kazanımlardan daha çok bireysel menfaat ve çıkarların elde edilmesine yönelik bir hale dönüşebiliyor. Bu da insanların demokratik bir ortamda duygu ve düşüncelerini ifade etmeleri yerine, nüfus ve kimliklerini kullanabilecekleri güç ve iktidar için mücadele içine girmelerine neden oluyor.Üçüncü dünya ülkesinden bir farkımız yokmuş…Kavga ve tartışmalarla geçen seçim atmosferi sadece Türkiye’de görülmüyor. Demokrasiye uyum sağlamakta zorlanan toplumların çoğunda siyasal şiddet yaşanıyor. Daha çok üçüncü dünya ülkelerinde seçimlere şiddet eşlik ediyor. Geçtiğimiz aylarda sandık başına giden Bangladeş’te neredeyse bir iç savaş baş gösteriyordu. Çok sayıda can kaybının yaşandığı ülkede beş seçim bölgesine el bombaları atıldı. Filipinler’de 2013 seçimlerindeki tartışmalar sonrasında 22 kişi hayatını kaybederken, 27 kişi de yaralandı. Yemen’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde roketli saldırı düzenlendi. Tayland’da yapılan seçimlerde büyük çatışmalar ve şiddet olayları patlak verince birçok bölgede seçimler iptal edildi. 2008 yılında Kenya ve Zimbabwe’de ise seçim sonrası kanlı çatışmalar çıktı.

Dış güçleri çocukken de sevmezdik

$
0
0
Toplumsal hareketlerde ya da yönetimin daha şeffaf olmasıyla ilgili taleplere karşılık politikacıların en çok başvurduğu iddia ‘dış güçlerin içerdeki kumpası’ oluyor. Uzmanlar, durumun sebebini ilköğretimden beri iç ve dış düşmanları ezberleyerek büyüyen toplumda bu tür söylemlerin karşılık bulmasına bağlıyor.Türkiye, küreselleşen dünyanın etkili oyuncuları arasına girmeye aday ülkelerden biri. On yıl içinde en yaygın diplomatik temsil ağına ulaşma hedefi var, en fazla ülkeye uçan havayolu şirketine sahip ve G-20 üyesi. Avrupa Birliği üyeliği konusunda ise yıllardır ısrarcı. Haliyle dünyaya açık bir toplum haline gelebilmenin heyecanı yaşanıyor. Arada bir patlak veren olaylar ise sınırlarımız dışındakilerle barışık olma konusunda o kadar da başarılı olmadığımızı gösteriyor. Zira insanları etiketleme, soyunu araştırma, vatan haini ilan etme ve ‘dış mihrak’ diye ötekileştirmede hâlâ pek maharetliyiz. Üstelik bunu sadece halk değil, ülkeyi yöneten politikacılar da yapıyor. Uzmanlar, kriz dönemlerinde politikacıların ilk başvurduğu ‘dış mihraklar’ söyleminin de buradan geldiği görüşünde. Çünkü küçük yaştan itibaren ‘Türkün Türk’ten başka dostu yok’ zihniyetiyle yetişen toplumda bu tür iddialar her zaman karşılık buluyor.Araştırmalar da dünyaya hızla açılma çabasındaki Türkiye’nin kendi sınırları dışındakilere en olumsuz ve endişeli gözlerle bakanlardan biri olduğunu söylüyor. Açık Toplum Vakfı’nın birkaç ay önce yayınladığı ‘Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye’ raporuna göre ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’ zihniyetiyle büyüyen toplumda nefret söylemi her fırsatta yeniden üretiliyor. Uluslararası araştırma kuruluşlarının çalışmaları ve Türkiye’deki ders kitapları taranarak hazırlanan rapora göre Türkiye, neredeyse bütün ülkeleri kendine ‘hasım’ görüyor.Raporda hayatımız boyunca peşimizi bırakmayan düşmanlarla ilk kez ilköğretim ders kitaplarında tanıştığımız anlatılıyor. Doç. Dr. Kenan Çayır, ders kitapları yoluyla incelediği eğitim dilinde öğrencilere sürekli ‘Ülke tehdit altında’ mesajı verildiğini belirtiyor. Çayır, temel eğitimdeki egemen mantığa ve kitaplara bakıldığında ruh halimizin ipuçlarını ortaya koyuyor. Buna göre hepimiz etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğunu ve bizim dışımızda herkesin kötü niyetli ve düşük nitelikli olduğunu okulda öğrenerek hayata başlıyoruz. Milli Eğitim’e göre sınırların dışında ortaklığımızın olduğu tek kültür ise Türk cumhuriyetleri. Raporda, büyük Türk dünyası vurgusu sık sık yapılırken öğrencilere, Türklükle sınırlı bir dünya vizyonu sunulduğuna işaret ediliyor. Böylece eğitim sistemi insanlığın ortak çabalarıyla geliştirilebilecek dünya barışını sağlamaktan çok, kişilerin kendi dışındaki her yapı ve kültürden şüphe duymasına neden oluyor.Rapor, Batı’ya karşı eleştirilerin haklılık payının olabileceğine de değiniyor. Osmanlı’nın son döneminde bu coğrafyanın Batı kaynaklı ırkçı söylemlere şahit olduğunu ve bunların kınanması gerektiğini hatırlatıyor. Batı’nın geçmiş politikalarının pek çok sorunun nedeni olduğunun da belgelenip eleştirilmesi gerektiği söylenen raporda, ‘Ancak bugünkü Batı ile yüzyıl önceki Batı’nın aynı olduğu varsayımı bizi yanıltır.’ uyarısı da var. Bu zihniyetle yetişen gelecek nesillerin küreselleşen dünyanın potansiyelini göremeyeceğine işaret eden rapor, ‘Şunu hatırımızda tutmalıyız ki; ne Batı bu olumsuzluklardan ibaret ne de tüm olumsuzluklar Batı’nın politikalarından kaynaklanıyor. Yüzyıllardır Batı ile yoğun ilişki içerisinde iken bu konuyu bu kadar nüanssız tartışmak; hem geçmişi okumamızı hem de yeni ve sağlam politikalar üretmemizi engelliyor.’ uyarısını yapıyor. Üstelik araştırmalara göre Türkiye’de sadece Batı’ya değil, Brezilya ve Hindistan da dâhil olmak üzere birçok ülkeye yönelik olumsuz algı mevcut. Yani tarihten gelen bir sebebi olmasa da farklı ülkelere karşı mesafe korumada ısrarcıyız.Siyasiler işine geldikçe geçmişin acılarını hatırlatıyorBilgi Üniversitesi’nden Dr. Emre Erdoğan ise Türkiye’nin aslında bir göçmen ülkesi olduğunu hatırlatıyor: “Nüfusun büyük kısmı topraklarını terk edip gelmiş. Bu konuda ciddi acı var. Bu korkunun üzerine kurulmuş bir cumhuriyetten bahsediyoruz.” Tarihi yaşanmışlığa bakınca bunun normal bir ruh hali olduğunu söyleyen Erdoğan, “Geçmişten bahsetmemek olmaz. Ama yüzyıl geçmiş olmasına rağmen bunun her gün yeniden üretilmesi sorun.” diyor. Düşman endişesinin yeniden üretilmesine örnek olarak da okullarda anlatılan Sevr Antlaşması’nı gösteriyor. Onaylanmamasına rağmen maddelerinin tek tek ezberletildiğini söyleyen Erdoğan, “Her çocuk Sevr Antlaşması’na göre Antalya’yı kimlerin işgal ettiğini bilir. Sorun şu ki, antlaşma onaylanmadı bile. Bu, travmatik bir durum. Burada yapılan algıyı yeniden üretme çabası.” tespitini paylaşıyor. Ona göre geçmişteki zulümleri hâlâ ortada tutmak insanları korkutarak terbiye etme çabası. Bunun aynı zamanda politikacıların da kullandığını söyleyen Erdoğan, “Çünkü karşılığı var. Siz dış güçler dediğiniz zaman kimse ‘yok canım’ demiyor ki. Yani politikacılar tarafından da çok kolaylıkla sömürülebilecek bir alan oluşturuluyor.” görüşünde. Erdoğan, bütün siyasi hareketlerin canı istediği zaman geçmişin acılarını masanın üzerine koyduğunu anlatıyor. Ona göre bu yüzden ‘affedersiniz Ermeni’, ‘Biliyorsunuz Alevi’, ‘Rumlar gibi kaçıyorlar’, ‘Yahudi yandaşı’ gibi nefret söylemleri üretilebiliyor. Çünkü ortada bu nefreti eleştirecek birileri yok. Dr. Emre Erdoğan, en çok ülkeye uçan havayolu şirketine sahip olmanın dünya ile barışık olmak anlamına gelmediğini savunuyor. Çünkü Türkiye’de insanların sadece yüzde 10’unun pasaportu var. Yani ülkenin sadece yüzde 10’luk kısmı dünya ile aktif iletişim içinde. Gelişmiş ülkelerde bu rakam yüzde 70’lerde. “Burada esas sihirli kelime temas.” diyen Erdoğan, şöyle devam ediyor: “Bir Fransız’ı tanımıyorsanız Fransız’dır. Tanıdığınız zaman Jack olur, Michael olur. Ailesi, işi olur. Yani çok farklı olmadığınızı görmek için insanlarla bir şekilde tanışmanız lazım.”Yabancı düşmanlığıyla Gezi’de Erasmus öğrencilerini suçladıkYale Üniversitesi’nde World Fellows Programı için çalışıp burada ders veren Hakan Altınay ise ‘herkes bize karşı’ türünde bir fikrin asgari mantık sınavını aşamadığını söylüyor. Daha da önemlisi, Türkiye gibi dünyaya bir şeyler katmak isteyen bir toplumun kapasitesinin altında varlık göstermesine neden oluyor. Ona göre bu kadar savunmacı bir yaklaşım komplo teorilerine de sebep olur ve tartışma ortamlarını tehdit eder.Altınay da ayrıştırıcı dilin politikacılar tarafından sürekli üretildiğine katılıyor. “Bu kadar cazip bir önyargıyı bulunca siyasetçiler bunu kullanabiliyor.” diyen Altınay, şöyle devam ediyor: “Ancak kendi eksiklerimizden kaynaklanan problemleri dışa tahvil etmek çok inandırıcı değil. Bu dün Gezi’ydi, bugün yolsuzluklar daha önceden de Kürt meselesiydi. O kadar fantastik iddialarla karşılaşıyoruz ki, bunlara inanmakta zorluk çekiyoruz. Gezi sürecinde Erasmus programıyla Türkiye’ye gelen öğrencileri bile derdest edip onlar organize ediyor dedik, ajan ilan ettik. Gerçekten Türkiye’nin üzerinde böyle fantastik oyunlar oynanıyorsa ben bir yurttaş olarak bunu bilmek istiyorum. Belki ben de katkı vermek isteyeceğim. Gerçekten bütün dünya birleşmiş ve Türkiye’ye kötülük yapmak istiyorsa ben seyirci kalmak istemiyorum. Ben ülkem için bir şey yapmak istiyorum ama bu iddiaların bana anlatılması kanıtlanması gerekiyor.”Vicdanı ortadan kaldırmanın yolu: Ama o ‘Sünni Türk’ değilDışlanmak istenen kişileri, toplumda kabul görmeyen etnik ya da dini kimliklerle ilişkilendirmek sık başvurulan yollardan görülüyor. Son olarak Fethullah Gülen Hocaefendi için başlatılan karalama kampanyasında ailesiyle ilgili asılsız iddialar üretildi. Mesnetsiz iddialara dayanan ötekileştirme politikasının yanı sıra gerçekten sahip olunan kimlikler de malzeme konusu yapılabiliyor. Bu konuda Berkin Elvan örneğini veren Dr. Emre Erdoğan, “Alevi çocuk olur mu sizce? Burada da Berkin ile diğer çocuklar arasında fark mı var? Bunu mu ima ediyorsunuz?” diyor. Burada yapılanın, ölümü insanlara kabul ettirme gayreti olduğunu söyleyen Erdoğan, “Ama o Alevi’ydi” denilerek insanların vicdani sorgulamadan uzaklaştırıldığını düşünüyor: “Hayatını kaybeden on beş yaşında bir çocukken hele anne-baba iseniz sizi çocuğun ölümene ikna edemezler. Fakat onun sizin çocuğunuzdan farklı bir çocuk olduğuna ikna edilirseniz, inandırabilirsiniz. Uludere’de bombalanarak ölen çocuklar için de ‘Kürt’ ya da ‘kaçakçı’ vasıfları kullanılması o dönemde eleştirilmişti. Bu bizim sürekli uğraşmamız gereken bir mekanizma. Yani her konunun bir numaralı sorunu bence bu.”

İlhan Erşahin, öbür tarafı gösteriyor -[Haftanın Albümleri]

$
0
0
Dünyaca ünlü saksafoncu İlhan Erşahin’in yaptığı çalışmalar sadece Türkiye’de değil, dünyada da merakla takip ediliyor.Erşahin’in önderliğinde birçok usta müzisyenin bir araya geldiği The Other Side isimli albüm yayınlandı. 2000’li yılların başında yayınlanan ‘Wonderland’ projesinin devamı niteliğindeki çalışmada bir araya gelen isimler, İstanbul’un sesini, geleneksel ile modern arasındaki eklektik ses dünyasını bir araya getiriyor. İlhan Erşahin’e bu çalışmasında Hüsnü Şenlendirici klarneti ile eşlik ediyor.Umay Umay, Cam Havli ile döndü Umay Umay ve Cem Adrian, nevi şahsına münhasır iki müzisyen. Müzikseverler, Adrian’ın sesini her daim duysa da Umay Umay’ın sesini çok özlemişti. İki isim sürpriz yaparak ‘Cam Havli’ isimli düet albümle bir araya geldi. Umay Umay’ın yıllar sonra müziğe dönüş albümü olma özelliği taşıyan ‘Cam Havli’nin prodüktörlüğünü yine Cem Adrian üstleniyor. Tüm şarkıların söz, müzik ve aranjeleri de Adrian’a ait. İki sanatçı, şarkıları dinleyiciye sonuna kadar hissettirmeyi başarıyor. İkilinin özellikle Anlat Onlara şarkısındaki performansı son yılların en iyi düetlerinden.Neslihan Engin’in Yara’sı Neslihan Engin adı size daha önce birçok albümden müzisyen olarak göz kırpmıştır. Onu Candan Erçetin gibi birçok kişinin şarkılarında aranjör olarak görmüştük. Ayrıca Tori Amos coverları yapan, hem akademisyen hem de özgün bir yorumcu Engin. İlk albümü Ruhum Su Aldı ile müzikseverlerin dikkatini çeken sanatçı, ikinci albümü Yara ile karşımızda. Henüz onunla ve farklı müziğiyle tanışmadıysanız, Yara bunun için bir fırsat. Neslihan Engin, albümüyle bizi çok keyif alacağımız müzikal bir yolculuğa çıkarıyor.

Kürtler merkezde AKP yerelde BDP dedi

$
0
0
2014 yerel seçim sonuçlarında Doğu-Güneydoğu Anadolu’da BDP’nin aldığı sonuçları yazar Ümit Fırat’la konuştuk. Fırat, “Seçim BDP’nin özgüvenini tazeledi.” deyip ekliyor: “HDP açısından İstanbul ve Ankara fiyasko oldu.”2014 yerel seçimlerinde BDP 10 il, 67 ilçede başarılı oldu. Haber yazılırken, halen oylar sayılıyor, sonuçlar tartışılıyor. 2009’a göre artan oranları yazar Ümit Fırat’a sorduk. Fırat, yerel seçimlerde aidiyet hissinin öne çıktığını vurgulayıp, “Kürtler, yerel yönetimleri doğrudan sahip oldukları yegane yönetim olarak gördü. Merkezde AKP, yerelde BDP dedi.” diyor.30 Mart, siyasetin güç dengelerinin anlaşılması adına genel seçim havasında geçti. Buradan bakınca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sonuçları nasıl yorumlamamız gerekir?Yerel seçimler, Kürtleri günlük hayatlarına aktif olarak yön verecek bir yönetim olması nedeniyle genel seçimlerden daha çok ilgilendiriyor. Milletvekili olarak Ankara’ya gidince orada bir etkinlik gösteremiyorlar. Yerel yönetimleri kendilerinin sahip olduğu yegane yönetim olarak görüyorlar. Belediye statülerinde epeyce yol alındı Türkiye’de. Özellikle de büyükşehir statüsünde olanların görev alanı valinin görevi kadar. Bu, Avrupa standartlarına yakın bir yönetim biçimi. O yüzden buna çok önem veriyor Kürtler. Belediyeleri kendi kurumları olarak görmeye başladılar. Siyaseten özerklik fikri enjekte edilmek isteniyor ama sokaktaki Kürt’ün çok umurunda değil bu. Yönetimse bu da yönetim. Bu yerel seçimler, son dönem siyasi konjoktürde önümüzdeki cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleriyle beraber dikkate alındığında değerlendirme açısından anlamlı ama Kürtler için bundan bağımsız olarak her zaman aynı hassasiyeti, aynı heyecanı duyabilecekleri bir seçim.Yerel yönetimlerde Kürt siyaseti açısından bakacak olursak, 90’ların ortasından yükselen bir ivme söz konusu. Miladı da belki 1999 seçimlerinde Diyarbakır’ı HADEP’in alması.Evet, 1999’da başladı Kürtlerin belediyecilik anlamında etkin pozisyonlara gelmesi. Diyarbakır Belediyesi’ni o zaman HADEP kazandı. O noktadan itibaren Kürtler silahla ya da özerk devletle gelmeyi hedefledikleri bir noktaya ‘Belediyeler de kazanılırmış’ fikrine sahip olarak kavuştu. Daha öncesinde girememişlerdi seçimlere. 90’ların ilk yarısında özgürce politika yapmak mümkün değildi zaten. 1994’te Lice Belediye Başkanı Nazmi Balkaç Lice’de olaylar olduğunda İstanbul’daydı, gidemedi. 2000’lerde daha büyük bir hamle yaptılar. Keza milletvekili seçimleri için de öyle oldu. 2002 yerel seçimlerine DEHAP olarak girmişlerdi, baraj altında kaldılar. Milletvekilliği hem PKK bakımından, hem diğer partilere etki açısından çok büyük getiriler sağlayacak bir alan olarak görülmedi. Somut bir şey çıkmıyor mecliste. Milletvekilleri tecrit edilmiş durumda, iktidarın da muhalefetin de saldırısı altında çalışmak zor. Nitekim 2007’de bağımsız adaylar öne çıktı. Yerel yönetimde karar verme, görev alma mekanizmalarında yer alabilmek çok daha anlamlı geliyor. Bu çıkış planlanarak başlamasa bile, kendi hayatlarında etkisini birebir hissettikleri için önemliydi. Bir anım var. 1977’de Mehdi Zana Diyarbakır’da seçimi kazandığı zaman halka ‘Kim kazandı?’ diye sorduğunuzda, ‘Biz kazandık.’ cevabını alıyordunuz. Sistemin dışına çıkarak kendilerinden saydıkları bir ismin başarılı olması onlarda ‘biz’ hissini yaratıyordu. Bu yıla geldiğimizde, Van’da bir arkadaşım geçenlerde bir vatandaşa ‘Sağlıktan, konut politikasından, eğitim vs. memnun musunuz?’ diye sorunca ‘Evet çok memnunum.’ yanıtı almış. Aynı vatandaşın ‘Peki oyunu hangi partiye vereceksin?’ sorusuna yanıtı ‘Partiye.’ Yani ‘Ankara’da AKP hükümet olsun, burada da ben benim partime oy vereyim’ diye düşünüyor. BDP’yi kendisinden görme, bir kimlik meselesi olarak sahiplenme söz konusu.Karışık bir kombinasyondan söz ediyorsunuz. Merkezde AKP, illerde BDP.İnsanlar Ankara’da iyisiniz ama ‘Biz burada kendi belediyemizi seçeceğiz.’ dedi. Bazı kritik yerler var. Mesela Ağrı’da burun buruna kazanıldı ama neticede bölgede yarışan iki aktör var: AKP ve BDP. Siirt’i BDP kazanmasa, AKP kazanacak. Bunları iyi okumak lazım. Özellikle televizyonlarda başka bir tablo gösteren insanlar vardı, öyle olmadı.KCK tutuklamaları sırasında yerelle merkezin sorun yaşadığı bir süreç de geçirdik. Bunun etkisi ne oldu?Bu Türkiye’nin genel sorunu. Her zaman merkez taşraya bir biçimde egemenliğini dayatır. Bekir Kaya tutuklandı, Osman Baydemir tutuksuz yargılanıyordu. Ama bu yerel yönetime dönük değil başka bir hadise. Niye siz belediyesiniz diye değil, başka bir yapılanma diye müdahale edildi. Paralel devlet aslında odur. Devlete paralel olarak kendi yasama organını, karar organını oluşturmaya çalışmak. Diyarbakır Başsavcılığı’nın oluşturduğu metne göre KCK tüzüğü gerçekten paralel bir yapı. Fakat, insanların tutuklanıp içeri alınması başka bir tartışma konusu. Burada tutuklanma gerekir miydi gerekmez miydi, tartışılan bu. Uygulama tarzını demokratik bulmadık.Buna karşın belediye hizmetlerindeki performansı nasıl değerlendirebiliriz?Yoksul belediyeler bunlar. Belediye faaliyetlerini destekleyecek başka faaliyetler olması lazım. Özellikle yoksul bölgelerde imkanları kısıtlı olan belediyelere hükümet desteği gelmiyor. İzmir niye başarılı olabiliyor, çünkü zengin bir şehir. Öyle olmasına rağmen metronun üstesinden gelemedi. Devletin merkezinde ‘kendisine yakın belediyeler, uzak belediyeler’ ayrımı her zaman olmuştur. Vedat Dalokay Ankara Belediye başkanıyken çalışanlarına maaş ödeyemeyince Anafartalar’da bir binayı satılığa çıkarmıştı. Diyarbakır Belediyesi buna rağmen durmadı, yine üretti. AKP’nin belediyecilik konusunda Refah Partisi’yle başlayan tartışma götürmez bir üstünlüğü var. Zaten esas başarı alanı belediyecilik. Erdoğan da oradan gelme. BDP’lilerin daha iyi belediyecilik yapacağından değil. Bazı yerlerde hizmet, bazı yerlerde siyasi aidiyet ön plana çıkıyor.Türkiye’nin batısında bu sonuçlar nasıl karşılandı?Bu tarafta CHP, ulusalcı, Kemalist, küskün çevreler çok içlerine sinmese de AKP’ye karşı BDP de olsa bir zafer hissine kapıldı. Hiçbir olay bir gecede olmaz. Bir gecede Kürtleri anlayamazsınız. 1930’lu yıllarda dünyanın en kapitalist, en modernist devleti Almanya’ydı, oradan faşist bir yönetim çıktı. Hiç ummadığınız yerlerden hiç ummadığınız sonuçlar alıyorsunuz. Kürtlerle ayrışmaya değil, büyümeye gidebiliriz tezi var, bu önemli. Benim kuşağımda hiçbir zaman Türkiye hedefi yoktu, çünkü Türkiye bizi yok sayıyordu. Biz kendi devletimizi kurup, kendi çatımız altında yaşamayı hedeflemiştik. Bir dönem geldi ki, Türkiye değişti. Türkiye artık benim de devletim olabilecek hedefe yöneldi. Çok engel var ama olması için de çok çaba var. Bu başarılırsa Kürtlerle büyüyen bir Türkiye olur. Irak Kürdistan’ının Bağdat’la hiçbir ilişkisi kalmadı. Burada olsalar Silopi’deki Kürtlerin statüsünü benimsemezler. Onların statü farkını gören Silopi’deki Kürt de ‘Ben niye farklıyım?’ der. Beğenelim beğenmeyelim realite bu.Sonuçlar BDP’ye özgüven yükledi mi?Tabii. Hem yerelde hem genelde. Türkiye’de bir Kürt dünyası olduğu anlaşıldı.Türkiye genelinde HDP’nin aldığı sonuçlar, beklentiyi karşıladı mı?HDP tutmadı bana göre. Daha çok 60’lı, 70’li yılların sol söylemini tekrarlayan ve ‘Biz Kürt partisi değiliz’ diyerek yola çıkan bir yapı olarak kaldı. Türkiyelileşmek kavramını aşağılayıcı buluyorum. Çünkü zaten BDP Türkiye partisidir. Siyaseten oradan çok uzağım ama BDP’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne bir anayasa teklifi var. Parlamentodan geçen her kanunda dişe diş mücadeleye giriyor. Türkiye partisi olmayan bir partinin yapacağı şeyler değil bunlar. Onun için HDP sakat bir anlayıştı. Bazı yerlerde BDP’lerde hâlâ BDP’ye oy veriyormuş gibi davrandılar ama bazı yerlerde İstanbul’da mesela HDP’nin hiçbir çekiciliği olmadı. Hatta bazı seçmenler AKP’ye yönelmiş de olabilir. Akdeniz’de BDP olarak girdiler, bu çok enteresan. İstanbul, Ankara tam bir fiyasko oldu. İsterseniz ağzınızla kuş tutun, günlük hayatınızı Fransızca konuşarak geçirin, Kürt partisisiniz. Sizin kalkış noktanız Kürt toplumu, Kürt siyaseti.

Erdoğan’ın gücü Türkiye’nin güçsüzlüğüdür

$
0
0
Alman FAZ Gazetesi’nin Türkiye ve Ortadoğu temsilcisi Dr. Rainer Hermann ile Almanca’dan İngilizce’ye çevrilen ‘Where is Turkey Headed?’ isimli kitabını ve Türkiye’yi konuştuk. Hermann, 30 Mart seçim gecesi Başbakan Erdoğan’ın balkon konuşmasını dehşet içinde dinlediğini söylüyor.Frankfurter Allgemeine Gazetesi’nin Türkiye ve Ortadoğu temsilcisi, ekonomist ve İslam bilimcisi Dr. Rainer Hermann’ın Türkiye’deki Kültür mücadelesini ele alan kitabı, ‘Where is Turkey Headed?’ ismiyle Almanca’dan İngilizce’ye çevrildi. Türkçe’ye de çevrilen kitabın İngilizce baskısı, Türkçesine göre daha genişletilmiş ve Türkiye’ nin son yıllarda gündemini hayli meşgul eden olaylara da yer veriyor. Rainer Hermann’ın özellikle 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonu iddialarına yönelik yorumları dikkat çekiyor. Kitabında Türkiye’nin son on yılına eğilen Hermann’la Türkiye’nin güncel sorunlarını, şimdilerde nereye doğru gittiğini, 30 Mart yerel seçimlerini ve seçimler sonrası Türkiye’ye dair izlenimlerini konuştuk.Yıllardır Türkiye’yi gözlemliyorsunuz. Baktığınızda Türkiye nereye gidiyor?Türkiye daima yan yolda. Son 10 yılda demokrasi için bazı adımlar atıldı. Ama şimdi Türkiye’nin lideri, otoriter bir sistem için adımlar atmayı tercih ediyor. Avrupa’nın AB’sindense Putin’in Avrasya’sına daha yakın görünüyor. Bu elbette yolun sonu değil. Türkiye sürprizlerle dolu bir ülke. Eğer güçlü bir kuvvetler ayrılığı geliştirilmezse ve bu kurumlar er ya da geç güçlendirilmezse, hak edilen sivil özgürlükler sağlanmazsa, daha karanlık deneyimlere sahip bir Türkiye ile karşılaşmak beni şaşırtmayacak. Başbakan’ın ‘ustalık dönemim’ dediği bir dönemde bu problemlerin olmasını neye bağlıyorsunuz?Erdoğan birinci döneminde, 90’ların sonundaki Türkiye’yi demokratikleşme noktasına getirmesi beklenmeyen bir reformcuydu. Siyasi haklarını genişletti, Türkiye’nin orta ölçekli bir ülke olmaktan çıkıp, yükselmesini sağladı. Dış politikalarıyla ülkeyi bölgenin yumuşak gücü yaptı. İkinci dönemi başladığında iki nedenle radikal bir şekilde değişti. Birincisi, boş çek olarak verilen 2011 seçimindeki başarıyı yanlış anladı, halkın duygularını hesaba katmadan kendi planlarıyla hareket etti. İkincisi, Arapların hak arayışı isyanlarındaki olayları doğru okuyamadı. Bütün yumurtaları yani Müslüman Kardeşler’i bir sepete koydu ve kaybetti. Bu kötü kader değil, kötü bir politikaydı.Halkın duygu ve taleplerini hesaba katmadı derken…Mesela, yeni sivil anayasa meselesi Türkiye’deki trajik olaylardan biri. 2007’de Prof. Dr. Ergun Özbudun, halkın tartışmayacağı bir taslak hazırladı. Yeni sivil bir anayasa, Türkiye’yi daha demokratik ve liberal yapacak önemli bir aşama olacaktı. Bununla birlikte, 2007’deki şartlar da yardımcı olmadı: Kürt sorununun vahim bir hal alması ve ordunun e-muhtırası yeni bir anayasayı oybirliğiyle imkânsız kıldı. Anayasal bir metin olsaydı, Türkiye 2011’den beri otoriter yola girmezdi.Kürt ve Alevilerin haklarına dair izlenen politikayı nasıl buluyorsunuz?Hükümet, Kürt sorununu bitirmek için bazı adımlar attı fakat tamamen askeri bir yöntemle ilgilendi. Bu yaklaşımı yönetmek hiçbir yerde mümkün değildi ve çok pahalıydı. Sonra, bölgenin temel sorunlarıyla, Müslüman Kürt kardeşlerini dikkate alıp, ilgilenmeye çalıştı. Ama bu yöntem de ilerlemedi. Çünkü Kürt tarafı, devlet tarafı kadar İslam kardeşliği heyecanı içinde değildi. Bununla beraber, hükümet realpolitika temelinde bu konuyla ilgileniyordu. Üçüncü aşama geç gelen siyasi yaklaşım oldu. Alevilere gelince, 16. yüzyıla Yavuz Sultan Selim dönemine dair, AK Parti ve Aleviler içinde, Sünni ve İslamcı kanat arasında çok derin bir güvensizlik var. Eğer ben bir Alevi olsaydım, üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim Köprüsü ismi verilmesine üzülürdüm. Hassasiyetlere daha çok saygı gösterilmeli.Gezi Parkı olaylarını nasıl yorumluyorsunuz?Ülkenin siyasi lideri, Türk toplumundaki değişikliklerden habersiz. Bu yüzyılda, insanların hayatlarına artık karışamazsınız. İnsanlar ne yapacağını ya da yapmayacağını Başbakan’ın belirlemesinden bıkmış. Türkiye’de ilk kez askeri darbe ve ekonomik krizler olmadan, akıllı telefon ve sosyal medya ile büyüyen bir nesil var. Bu nesil, modern dünyada kendine yer edinme talebi olan, Türk tarihinin en etkili jenerasyonu. Bu nesil alışveriş merkezi kültürüne karşı isyan ediyor, gelişmişliği beton metreküpleriyle ölçen bir parti olan AK Parti’nin onlara veremeyeceği yeni değerler arıyor.Türkiye’de eleştirel gazeteci olmak tehlikeli bir iş17 Aralık operasyonundan sonra, birçok savcı ve polis görevden alındı, farklı yerlere sürüldü. Başbakan bütün olan biteni ‘paralel yapı, Haşhaşi, virüs, in’ söylemleriyle aklamaya çalışıyor. Süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?AK Parti ve Gülen Hareketi yıllardır birbirini hoş bir şekilde tamamladı. Ancak, yurtdışında çoğumuzun farkında olmadığı, birkaç yıldır bir bölünme vardı. AK Parti iki-üç yıl öncesinden Fethullah Gülen Hareketi’ni seven ve destekleyen vekilleri, siyasileri, hakim ve savcıları görevden almaya başlamıştı. Daha sonra AK Parti Hükümeti, Gülen Hareketi’nden olan büyük yatırımcıları, işadamlarının giderlerini kontrol altına aldı. Oysa demokrasi, Gülen için sadece trene binip, bir yere gitmek olsaydı, siyasette rol oynayabilirdi. Ben bu hareketin daha liberal ve açık fikirli olduğunu, bütün kıtalar üzerinde aktif olarak küreselleştiğini düşünüyorum.Peki, demokratik ülkelerde yolsuzluk ve rüşvet olaylarına karşı tavır nasıl?Hiç kimse suçu ispatlanana kadar suçlu değildir. Demokratik ülkelerde yargı bağımsızdır. Yolsuzluk ve rüşveti araştıran mahkeme heyetinin yerini hızlıca değiştirdikten sonra, Türkiye’de hala yargının bağımsız olduğuna inanmak için bir sebep yok. Her sağlıklı toplumun kötü davranışlarını açığa çıkaracak özgür medyaya ihtiyacı var. ‘Türk medyası özgür’ diyorlar ama buna dair şüphelerim var. Ayrıca yolsuzluğa dahil olan ve böylesine güçlü bir zan altında olan politikacılar genelde istifa eder.Nedir bu şüpheleriniz?Özellikle medyayı güçlü bir araç olarak gören işadamları, halkı ilgilendiren konulara, tartışmalara şekil vermek için medya sahibi olmak istiyor. Bu yönüyle Türkiye, medya ile daima problemliydi. Oysa medya, kazançlı devlet ihalelerinden iyi bir kâr elde etmek için hükümetin baskılarına boyun eğen bir araç olmamalı. Türkiye’de eleştirel gazeteci olmak tehlikeli bir iş, çünkü işinizi kolayca kaybedebilirsiniz.Yaşanan bütün bu sorunlar Türkiye’nin geleceğini nasıl etkiler?Eğer Türkiye otoriterliğe doğru adımlar atarsa, Putin’in Rusya’sı ve Erdoğan’ın Türkiye’sinin ilginç bir arkadaşlığı olabilir. Kesinlikle bunun olmamasını umuyorum. Erdoğan’ın ülkenin tarihini, izzetini yeniden inşa etmek için ülkeyi yanlış yönlendirmesi, ülkenin ekonomisine zarar verdiği gerekçesiyle plansız hareket etmesi gibi durumlar söz konusu.Ancak realpolitik uygulamalarıyla şaşırtabilir. Türkiye Avrupa’ya Rusya’dan daha uzak.AKP Hükümeti yozlaşmış ama hâlâ etkiliTürkiye yıllardır AB’ye girmeye çalışıyor. Ama Başbakan en son Şanghay Beşlisi’ne girilebileceğini söyledi. Başbakan’ın bu düşüncesini nasıl yorumluyorsunuz?Erdoğan realpolitika izliyor. AB tarafından reddedildiğini hissediyor, bu yüzden hemen aklına geleni yapmaya yöneliyor. Eğer Erdoğan, Şanghay Beşlisi konusunda gerçekten ciddiyse, bu Türkiye için kötü olur. Orta ölçekli bir ülkeden daha büyük bir ülke olma şansını azaltır. Önceki yıllara bakılırsa, düşük bir seviyeden yükselmek, zirveyi yakalamak kolay. Ama Türkiye’nin zirveyi yakalaması için büyük hamle yapacağı argümanlara ihtiyacı var; güçlü kurumlar, faal güçler ayrılığı, sivil özgürlükler, yeni anayasa gibi. Bunların olmadığı toplumlar dinamik değildir.Türkiye’nin Ortadoğu politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?Bölgede oyun belirleyici olma şansını kaçırdı. Türkiye’nin bölgedeki etkisi hızlı bir şekilde sıfıra yakınlaşacak kadar düştü. Ankara hâlâ Kuzey Irak’ta etkili ve Katar ile özel bağlantılara sahip. Türkiye’nin bölgede güçlü bir rol olma dönemi bitti. Bu değişebilir de. Ülkenin şansı, hızlı bir şekilde daha iyi yönde değişebiliyor olması. Ama geçmiş yıllar gösteriyor ki, hızlı bir şekilde kötüye doğru da gidebilir. Umarım önümüzdeki yıllar Türkiye için daha iyi olur.30 Mart seçim sonuçları sonrası Türk siyaseti nasıl bir yere evrilir?AK Parti’nin zaferi almasına şaşırmadım. Seçimlerden yüzde 40 ile 42 arasında bir oy oranıyla çıkacağını düşünmüştüm. Açıkçası Türkler Başbakan’ın elinde kendini iyi hissediyor. Erdoğan’la karşılaştırıldığında bütün siyasi rakipler küçük görünüyor. Erdoğan ve partisine eş tutacak bir rakip parti bulunmuyor. Türkiye’de denge ve kontrol sistemi yok oluyor. Türkiye’nin politika sistemi bize çok şey söylüyor. Öyle ki Erdoğan’ın skandalları ve otoriter tarzından faydalanan bir parti yok. Türkler daha çok, 10 yıl öncesinden daha iyi bir yaşama sahip olmalarını sağlayan Erdoğan’la yönetilmeyi hesaba alıyor. AKP hükümeti yozlaşmış ama hâlâ etkili. Erdoğan’ın balkon konuşmasını dehşet içinde dinledim. Gücünü popüler seçimden alıyor ve istediğinden daha fazlasını yapacağını ve istediği gibi davranabileceğini düşünüyor. Ve bütün bunlar demokratik bir sürece, bağımsız ve güçlü kurumların inşa edilmesine yardım etmiyor. Bu yüzden, Erdoğan’ın gücünün, Türkiye’nin güçsüzlüğü olduğunu düşünüyorum.

Aşçılar, rekabeti gökyüzüne taşıdı

$
0
0
Havayolu şirketleri arasında yaşanan rekabet, sunulan yüksek hizmet kalitesi nedeniyle uçak seyahatlerini daha keyifli hale dönüştürmeye başladı. Özellikle ikram alanındaki ürün çeşitliliği, müşteri memnuniyetini her geçen gün artırıyor. Son yenilik, hostes aşçı konsepti...Her geçen yıl daha zengin menülerle yolcularına sürpriz yapan şirketlerin uçan aşçı konsepti beklenenden fazla ilgi gördü. Ülkemizde sadece THY uçaklarında karşılaştığımız bu gökyüzü aşçıları, gelecek aydan itibaren Atlasjet’in Londra uçuşlarında da hizmet sunmaya başlayacak. Atlasjet’in aşçıları, seyahat boyunca kabin ekibine (hostes) servis konusunda yardımcı olurken, yolculara yemek tarifi de verecek.THY uçaklarında hizmet sunan Turkish Do&Co şirketinin eğitimli ve tecrübeli uçan aşçı sayısı 600’ü buldu. New York, Şikago, Singapur ve Tokyo gibi uzun hatlarda 261, diğer yurtdışı hatlarda 337 uçan aşçı sayısının kısa süre sonra 800’e ulaşması planlanıyor. Bu konuda çalışmalarını sürdüren şirket, uçan aşçılarıyla gökyüzünde görevli kabin ekibine yemeğin hazırlanması aşamasında profesyonel destek sağlamakla kalmıyor, Türk misafirperverliğinin tüm dünyaya gösterilmesinde büyük rol oynuyor.Hostes aşçılar geliyorUçan aşçı konseptinin yolcular tarafından büyük ilgi görmesini dikkate alan Atlasjet yönetimi ise ikram alanında farklı bir yaklaşım sergiledi. 2 Mayıs’ta Londra uçuşlarıyla görev almaya başlayacak aşçıları daha önce ‘hosteslik’ yapan kişiler arasından seçen şirket, kabin ekibine ciddi destek sağlamayı planlıyor. Şirket ilk aşamada dört kadın aşçı alımı gerçekleştirecek. Daha önce uçuş güvenlik eğitimi alan aşçılar, servis konsepti kursuna katılarak uçaklarda görev yapmaya hazır hale gelecek. Şef aşçılar, uçuşlarda sadece business sınıfta seyahat eden yolculara hizmet sunacak. Atlasjet Genel Müdürü Orhan Coşkun, uygulamanın yolcular tarafından ilgi göreceğinden emin olduklarına dikkat çekerek, daha önce hosteslik yapmış aşçıların hem uçuş güvenliğine hem de hizmet kalitesine ciddi katkı sağlayacağını dile getiriyor. Coşkun, ayrıca uçan aşçı uygulamasının diğer hatlarda da yaygınlaştırılacağını ifade ediyor.Pegasus da rekabete katıldıTHY ve Atlasjet’teki yenilenen ikram konsepti, Pegasus Havayolları’nda farklı şekilde uygulanacak. Gökyüzünde suşi ikram eden şirket, şimdi de ‘Arda’nın Mutfağı’ isimli TV programı ile tanınan Şef Aşçı Arda Türkmen ile işbirliğine gidiyor. Şirket, çarşamba günü düzenleyeceği basın toplantısı ile yolculara hazırlayacağı sürprizi açıklayacak.Uçan aşçılar özel tabak hazırlıyorŞef aşçılar, gökyüzünde 5 yıldızlı restoran kalitesinde hizmet verilmesini sağlamakla kalmıyor, uçuş süresince yolcu taleplerinin yerinde değerlendirilmesi fırsatı da sunuyor. Kabin memurlarına servis konusunda yardım eden uçan aşçılar, aynı zamanda yolculara sunum yaparak arzu edilen tabakları hazırlıyor. Büyük ilgi gören aşçılar, uçuş boyunca bir yandan servisle uğraşırken, bir yandan da yolculara yemek tarifi verip fotoğraf çektiriyor. Bu ilginç uygulamayla seyahat boyunca kahvaltıdan sıcak yemek çeşitlerine, tatlılardan meyve ikramına kadar bol seçenekli menü ve son derece elit ikramlarla uçuşunuzu unutulmaz bir anıya dönüştürüyorsunuz. İnce belli bardakla sunulan çay veya bol köpüklü bir Türk kahvesiyle de seyahatinize ayrı bir anlam katabilirsiniz.İsteyene özel menü de varHavayolu şirketleri, her gün uçuşlarda binlerce menü ikram ederken, bebek, çocuk, vejetaryen, alerjisi olan veya farklı dine mensup yolcuları da unutmuyor. Yolculuğun, yemek yüzünden kâbusa dönüşmesini istemeyen şirketler, özel menüler de hazırlıyor. Ayrıcalıklı menülerden istifade edebilmek için tek yapmanız gereken, rezervasyon sırasında veya uçuştan en az 24 saat önce bu hizmeti sunan şirketlere bilgi vermek. Şirketlerin internet sitelerine girerek, sadece dış hat uçuşlarında ikram edilen bu özel hizmet menüsündeki yemek çeşitlerine kolayca ulaşabilirsiniz.

Tebdil-i kıyafet!

$
0
0
Ağır adımlarla çevreyi dikkatlice incelemediğiniz taktirde, ağaçtaki küçük bir dalın üzerinde dinlenen bu yaprak kuyruklu kertenkeleyi fark edebilmeniz neredeyse imkansız.Kertenkelenin alacalı kahverengi vücudu, pörsümüş büklüm büklüm yapraklarla çok iyi uyum sağlıyor.Yağmur ormanlarının yaprak çöplüğünü ve ağaçları kendine ev yapan bu kertenkele Madagaskar’da yaşıyor.15 santimetreden daha uzun olmayan kertenkele genellikle böceklerle beslenir.Düz bir kuyruğa sahip olan kertenkele, kamuflaj olmadaki çok üstün bir yeteneğe sahip. Bu özelliğe sadece Madagaskar'da yaşayan kertelene sahip.Resimde görüldüğü gibi biraz korkutucu gibi görünen yaprak kuyruklu kertenkelenin kuyruğunun üzerinde girinti ve çıkıntılar var.Kamuflaj kertenkelenin ilk taktiğiyken yırtıcı hayvanları kandırmak için korkunç görünümlü, parlak kırmızı ağzını ortaya çıkarmak için çenesini kocaman açıyor.

Savaş, filmlerde göründüğü gibi değil

$
0
0
Humus’a Dönüş, Suriye’deki iç savaşı devrimci gençlerin gözünden anlatan bir film. Savaşın kalbinde iki yıl boyunca kaydedilen 200 saatlik görüntü kaydının 90 dakikalık özeti. İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıkan, Sundance’te büyük jüri ödülü kazanan film, savaşın karanlık yüzünü çarpıcı bir şekilde gösteriyor.Humus’a Dönüş, bir filmden çok fazla şey anlatıyor. Suriye’deki iç savaşı kayda alıp yaşananları görünür kılarken, savaş üzerine yeniden düşünmeye davet ediyor bizi. Filmin kahramanı gerçek, kişiler, olaylar, mekânlar, ölümler gerçek.Hikâyenin başkenti Humus. Savaş patlak verdiğinde şehir muhaliflerin elindedir. Halkın gözü televizyonda, gönlü Esed’in ayrılık haberinde.Halk devrim şarkıları söyleyerek mutlu haberi bekler ama beklenen haber bir türlü gelmez. Savaş farklı şehirlere sıçrar, ordu protesto gösterilerine sert müdahalelerde bulunup katliamlar yapar. Bu sırada milli takımın golcülerinden 19 yaşındaki Basset çıkar meydana. Eylemlerde en önde yürür, eline mikrofon alıp bestelediği şarkılarla halkı coşturur: “Esed katiline direneceğiz. O gidecek, demokrasi gelecek.” Günler günleri kovalar ve Halep’te, Şam’da akan kan Humus’a ulaşır.Bir sabah şehir bombalarıyla uyanır, yüzlerce kişi ölür, binlerce kişi evini barkını bırakıp kaçar. Bir derbi maçındaki gibi sloganlar ve devrim şarkılarıyla inleyen sokaklara ölüm sessizliği çöker. Ordu, Humus’u ele geçirir; Basset ve ona inananlar silahlanıp çatışmaya başlar.Suriye Milli Takımı’nın oyunucularından biri olan Beset, rejimin ele geçirdiği Humus’ta hâlâ çatışıyor.Talal Derki’nin yönettiği film, Basset’in ve yanındaki 24 yaşındaki video-aktivist Osama’nın iki yıl boyunca savaş sırasında kaydedilen 200 saatlik görüntü kayıtlarının 90 dakikalık özeti. Anlattığı hikâyeler dramatik, görüntüler kan dondurucu. Pasif direnişle yola çıkanların nasıl bir psikolojiyle silahlı mücadelenin içinde kendilerini buldukları resmedilirken, yaşananlara dair bilmediğimiz ayrıntıları veriyor.ÖLÜLERİ GÖMMEK YASAKGörüntü kayıtlarının tamamı tek kamerayla alınmış, hemen hepsi iç çekim. Sebebi, ordu şehri ele geçirdikten sonra yüksek noktalara keskin nişancılar koyması, direnişçilerin dışarı çıkamaması. Bir apartmandan diğerine geçerken insanlar vuruluyor, cesetler 8-10 gün sokak ortasında kalıyor; şişiyor, kokuyor. Kimse korkusundan yanlarına yaklaşamıyor. Savaşın kalbinde ölüleri gömmek de yasak, yas tutmak da… Direnişçiler şöyle bir çözüm buluyor: Birbirine komşu evlerin duvarlarına bir insanın geçebileceği şekilde delikler açıyor, güvenli geçiş yolu olarak kullanıyor. Veyahut tünel kazıyor, kanalizasyon borularını kullanıyor.Yaralanan kişilerin durumu içler acısı. Birkaç işyeri revire çevrilmiş, vurulanlar pikaplarla taşınıyor, sağlıksız şartlarda eldeki malzemelerle tedavi ediliyor. Bazen omuzundan vurulmuş bir genç getiriliyor revire, bazen babasının kucağında minik bir çocuk. Yaşama tutunanların çoğu sakat kalırken, ölenler battaniyeye sarılıp camiye götürülüyor, ardından mezarlığa. Filmin kurgusunu yapan kişi bile Humus’un doğusunda bir yerde üç doktorla beraber yaralılara yardım ederken vurulup öldürülmüş.BİR SICAK ÇORBAYA HASRET Muhalifler yemek ihtiyaçlarını doğal olarak farklı şekilde sağlıyorlar. Malum savaş hali… Şehri terk edenler yanlarına ihtiyaçlarını giderecek kadar kılık kıyafet, erzak alıyor; gerisini cephedekilere bırakıyor. Onlar da görünmeyecek bir yerde erzakları stokluyor, azar azar kullanıyor. Eldekiler bittiğinde terk edilmiş evlerin mutfaklarını dolaşıp arta kalanları topluyor. Bazı zamanlarda eş, dostları çatışma bölgesine yakın bir yere erzak getiriyor, telsizlerle haberleşerek, geçici tünellerden cepheye taşıyor. Cephe dediğimiz, filmlerde gördüğümüz kum torbalarının yığıldığı tepeler değil, doğup büyüdükleri harabeye dönen evleri.Suriyelileri umut ayakta tutuyor. Şehre bombalar yağarken, en sevgililer sokak ortasında can verirken fotoğraflar çekiyor, video kayıtları alıyor. Beklentileri keskin nişancıları ve sivillerin katledilişini dünya basınına ulaştırıp bilinç oluşturmak. Bu sayede dünya zulme dur diyecek, savaş bitecek düşüncesi hâkim. Dünya sessizliğini bozmayınca umut yavaş yavaş eriyor, dillerde aynı cümleler dolaşmaya başlıyor: “Yalnızız. Yalnızca Allah’ımız var.” Yönetmen, bu konu açılınca sitemde bulunuyor: “Türkiye’den biriyle göz göze geldiğimizde yanımızda olduğunu anlıyoruz. Duygularımızı paylaşıyor, bizi anlıyor. Ürdünlü birine bakınca durum başka. O samimiyeti göremiyoruz. Ülkeye geri dönünce öleceğimizi biliyorlar, yine de dönmemizi istiyorlar. Türkiye elinden geleni yapıyor, BM hiçbir şey yapmıyor.” Türkiye’de Suriye’deki çatışmanın mezhepler üzerinden ilerlediği algısı var. İçerden bakan biri ne düşünüyor? Genel algının tersine farklı bir görüş paylaşıyor: “Mezhepler elbette etkili ama temel çatışma o değil. Esed’e destek verenlerin yüzde 80’i bir mezhebe bağlı olabilir, ama onu destekleyen Sünniler, Aleviler de var. Savaş politikayla ilgili bir şey. Siyasete göre 40 yıl daha iktidarda kalmalı. Bence mezhep dolayısıyla insanlar savaşmıyor, herkesin başka nedenleri var. Halk demokrasi istiyor.”DEVRİM, SAVAŞ FİLMİNE DÖNDÜTalal Derki, bir devrim filmi çekmek istediklerini ancak hikâyenin savaş filmine evrildiğini söylüyor. Hayali, devrim olduktan sonra gösterime sokmakmış filmi. Birkaç ölüm tehlikesi atlattıktan sonra, yapımcısına demiş ki: “Eğer ölürsem, filmi siz tamamlayın.” Neyse ki ikisine de bir şey olmamış. Bekledikleri devrim bir türlü gerçekleşmeyince yaşananları dünyaya duyurmak için montajlayıp festivallere göndermişler: “Besset’e bir şey olur düşüncesiyle farklı hikâyeleri de görüntüledik. Bir şey olursa başka biri üzerinden filmde ilerleriz diye.Besset yaşıyor ama hikâyedeki birçok karakter bugün aramızda yok. Yaşananlardan kimsenin haberdar olmaması için rejim savaş bölgesine gazetecilerin girmesine izin vermiyordu. Biz gazeteci gibi de çalıştık. Medyada doküman biriktirenler insanların yüreğine ulaşamadı, biz bunu başardık. Humus’a Dönüş’ün 52 farklı TV versiyonu çekimi var elimizde. Yaşananları aktarmak için daha çok filme ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.”Yönetmen Talal DerkiYüzleri buzlamayı düşündükSavaşın içinde film çekmenin tarifi çok güç. “Binalar arasındaki deliklerden geçerken sanki bilinç dışında hareket ediyorduk.” diyor yönetmen: “Bir sanatçı gözüyle yüzde yüz değişen bir şehre baktığımızda kameranın gördüğünden daha fazlasını görüyorsun. Böyle bir olayı hayal bile edemezdim.” Karakterlerin filmde görünmeleri için ikna etmenin zorluğuna değiniyor: “Kayıtlar rejimin eline geçse eli silahlı görünenler büyük sıkıntılar yaşayabilir. Bize güvenmeleri çok önemli. Sorun yaşanmasın diye bazılarının yüzlerini buzlamayı bile düşündük. Rejim göz önünde olanlara çok fazla tepki gelir diye bir şey yapmıyor. Diğerlerini cezalandırıyor. Bundan sonra neler olacağını bilmiyoruz.”Besset hâlâ cephedeYönetmen, Basset ile Humus’a medya kanalları için çekim yapmaya gittiği sırada tanıştığını anlatıyor. Röportaj sırasında konuşmalarından tavrından etkilenip onu takip etmeye başlamış. Basset, devrime yürekten inanan bir genç. Şimdi tanınan bir aktivist. Humus muhaliflerin elindeyken nasıl coşkuyla şarkı söylüyorsa, rejim şehri ele geçirip onları sınır dışı ettiğinde aynı coşkuyla şarkıları mırıldanıyor. Birçok arkadaşı kucağında ölse de o hâlâ Humus’u tekrar almak için savaşıyor. Şu an 125’i sivil 1300 gerillayla cephede. Ayağından vurulduğu için belki bir daha futbol oynayamayacak ama ‘özgür bir şekilde’ top peşinde koşturacak çocuklarını izleyeceğine dair şüphesi yok. Savaş bitince baba mesleğine dönmek istiyor; demirci dükkânında çalışıp şarkı söylemeye devam etmek...

Adadan ata toprağına

$
0
0
1974 yılında gerçekleşen Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından, Ada’da azalan Türk nüfusunu artırmak adına, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden insanlar, Kıbrıs’a göç ettirilmişti.O dönemde, gönüllü olarak göç eden ailelerin bir bölümü, hayatlarının geri kalanını geçirmek üzere memleketlerine geri dönüyor. Denizli’nin Şaryeri köyünden Kıbrıs’a göç edip, yakın tarihte geri dönen Yakar ailesinin, göç sürecinde ve sonrasında yaşadıklarını Ayşeana Yakar özetliyor:“ 74 senesi, elimizde orak, ekin biçmeye gidiyoruz tarlaya. Aylardan Ramazan, havadan tayyareler geçiyor, dönüp bakıyoruz. Niçin, nereye giderler bilmiyoruz. Akşam kocam radyo başında, TRT Ankara Radyosu, Kıbrıs’ta barış harekâtının başladığını ilan ediyor. Barış olsun diye savaşıyorlarmış orada. Şaka yollu, “Bu Kıbrıs’tan Rumları kovsak, biz yerleşsek.” diyor, “Hem su da vardır oralarda.” Bizim buralar çorak, hep taşlık, ziraat az, çoğu kimse keçi güderdi dağlarda.Günler geçiyor, biz yine ekinde, dağda, taştayız. Adada savaş bitmiş, Türk nüfusu az diye, buralardan, Şaryeri’nden, İnceler’den, daha başka yerlerden insanları gemilerle götürdüler. İlk gidenlerin ardından köyde az insan kaldı, biz de bir sabah, yatak yorgan ne varsa, bir kamyonetin kasasında yola koyulduk. Gemi yoldayken kuralar çekildi, nasibimizde hangi ev varsa artık, bir Rum evi, adımıza tahsis edildi, bir miktar da arazi. Gidip yerleştik.40 yıl geçmiş, Kıbrıs’ta, çoluk çocuk hep orada büyüdü, deniz bilmezdik biz, erkeklerimiz balıkçılık bile yaptı, bizim buranın halısı meşhur, biz de halı dokuduk. Çok zorluklar çektik, ama güzel günlerimiz de oldu. Her gün ata toprağımızı özledik, oralar da yurttu ama bizim değildi, biz de oranın değildik. Şimdi yaş ilerledi, hane kalabalık, çocuklarımız, torunlarımız hâlâ orada, biz döndük ata toprağımıza. Haber alırdık da görmemiştik, kimse kalmamış buralarda, evlerimiz de karşı duramamış deli rüzgâra, onlar da bizden sonra göçmüş. Gelin olduğum yeri ayrık otları bürümüş. Allah nasip etti, yeniden ev yaptık, çoluk çocuk gelince rahat edelim diye, evleri büyücek yaptık. Gittiğimizde suyumuz yoktu, şimdi de yok. Köyde 20 kişi varız anca, düğünde bayramda gelenler için köyümüze büyük bir de cami yaptık, kablolar iniyor kubbeden aşağı ama uçlarında lamba yok, çünkü şavkıtacak elektrik yok, evlerde arabaların aküsünden çektiğimiz hatlarla aydınlanıyoruz. Gecemiz karanlık, yüreğimiz aydın ama, oradayken yurdumuzu özlediğimiz kadar, şimdi de orada bıraktıklarımızı özlüyoruz.”

Kız öğrenciler için Afgan-türk koleji’nin hayatî önemi var

$
0
0
Sosyolog Dr. Semiha Topal, geçtiğimiz şubat ayında Afganistan’daydı. Kız çocuklarının okuma oranları üzerine bir saha çalışması yapmaya giden Topal, araştırmasını 18 Mart’ta Birleşmiş Milletler’de anlattı.Geçtiğimiz ay Birleşmiş Milletler’de Kadınların Statüsü Komisyonu, 58. kez toplandı. Dünyanın dört bir yanından bakanlar, devlet yetkilileri ve STK’lar nezdinde katılımın olduğu programda dikkat çeken bir panel yapılmıştı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Kadın Platformu’nun Peace Islands Institute (PII) ve Afganistan BM Daimi Temsilciliği’nin ortaklaşa düzenlediği panelde, “Afganistan’da Kız Çocuklarının Eğitimi” ele alındı. Birleşmiş Milletler temsilcisi iki konuşmacının yanı sıra Türk akademisyen Dr. Semiha Topal da Afganistan’daki saha çalışmasını anlattı. Fatih Üniversitesi Sosyoloji bölümü öğretim üyesi olan Topal, Türkiye’ye döndüğünde çalışmasını bize de anlattı.Topal, “Afgan-Türk Kolejleri ve Afganistan’daki Kız Çocuklarının Eğitimine Etkisi” adlı araştırmasının sonucunda, Afgan-Türk okullarının kız çocuklarının okumasında büyük etkisi olduğunu tespit etmiş. Topal; “Afgan-Türk okullarının Afganistan’da büyük bir ihtiyaç olan ‘kaliteli eğitim’ talebini karşılıyor.” Kızların eğitimi konusunda herkesin aklına okula gitme oranları ve okur yazar olmaları geliyor. Topal’ın dikkat çektiği sürdürülebilir eğitim kavramı oluyor. Yani ilkokula sürekli gidebilmesi, liseye ve sonrasında üniversiteye de gidebilmesi, mezun olduğunda da çalışabilmesi. Afganistan’da evlilik çağına gelmiş kızların okula gitmesine iyi bakılmıyor. Kızlarını liseye gönderen ailelerin sosyal baskıyı göze alması gerekiyor bu sebeple. Afgan-Türk okulları bu anlamda sadece eğitimde kaliteyi değil kültür bariyerlerini aşmayı da hedefliyor. Topal, Kabil ve Kandahar’da ailelerle görüşmüş. İki kızını lisede okutan bir babanın bunu yakın çevresinden gizlediğini söylüyor. Fakat bu toplumsal baskı görmesini engellememiş.Afgan-Türk kolejlerinin kız lisesi açma hikâyesi de oldukça ilginç. Velilerin talebiyle kız okulu açılıyor. Mesela Kandahar’da yaşayan Karzai ailesi buraya kızlar için ilköğretim okulu açılmasını istemiş. Topal, erkek okullarının başarısının kız okulları için büyük bir reklam olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Kız öğrencilerinin çoğunun ya erkek kardeşi ya da bir akrabası burada öğrenci. Onun sayesinde aileler kızlarını da okutma kararı alıyor. Fakat Afganistan’da özellikle kız okulları için sadece kaliteli eğitim ve olimpiyatlarda alınan madalyalar değil güven de önemli. Aileler öğretmenlerin Türk ve Müslüman kimliğine, karakterlerine güveniyorlar. Mülakat yaptığım velilerden biri, öğretmenin odasını kendisine verip çimlerin üzerinde yatmasından çok etkilendiğini söylüyor mesela. Bu diğergâmlığın onlara güvenmesini sağladığını, bütün toplumsal baskıları göze alarak kızını okula göndermesine sebep olduğunu söylüyor.”Kızlar kadın doğum doktoru olmak istiyorBu kolejlerde ve dershanelerde okuyan 600 kız öğrencinin katıldığı bir anket çalışması da yapan Topal, kızların en çok doktor olmak istediğini söylüyor. Özellikle kadın doğum doktoru. İlginçtir Afganistan’da kadınların hastalığı ne olursa olsun kadın doğum doktoruna gidiliyor. Ve kadın doğum doktorlarının neredeyse hepsi kadın. Afgan-Türk kolejindeki öğrencilerin dünya standartlarında eğitim aldığını gözlemlediğini söyleyen Topal, “Öğretmenlerin yaşadığı apartmana elektrik Türkiye’de getirilen jeneratörle sağlanıyor. Günde 6 saat. Bu şartlarda kolejde akıllı tahta var. Kızlar en aşağı 4 dil biliyor. Türkçe ve İngilizceleri çok iyi. Yüz yüze yaptığım görüşmelerde hepsi yurtdışında okuyup ülkelerine dönmek ve ülkelerinde hizmet etmek istediğini söylüyor. Bir kişiye kaliteli bir eğitim verdiğinizde, karakter eğitimini güzel aldığında, çevresini, toplumu değiştiriyor. Çevresini dönüştürebiliyor. Kız okulları 2006’da kuruluyor. Henüz 6-7 yıllık bir geçmişleri var. Ama etkisi çok geniş.” diyor. Afganistan’da 6 vilayette 17 Afgan-Türk koleji var. 4 tanesi ilköğretim, 3’ü de kız lisesi.Afgan halkı tarafından büyük baskı altındayımAfganistan Eğitim Bakanı Farooq Wardak, başlıktaki cümleyi kurmasına sebep olan baskıyı ve gerekçesini şöyle açıklıyor: “Çocuklarını Afgan-Türk okullarına kayıt ettirmek için benim aracı olmamı istiyorlar. Afganistan’da bin özel okul var, Afgan-Türk okulları hariç hiçbiri için aracı olmamı isteyen olmadı. Her vilayette en az bir tane Afgan-Türk okulu olmalı, bu sayede diğer okullar da onu model alabilirler. Afgan-Türk okulları bize sadece iyi mezunlar vermekle kalmıyor, aynı zamanda iyi insanlar da veriyor. Afgan-Türk okulları kız öğrencilerinin sayısını daha artırabilir. Bir kız çocuğunu eğittiğinizde, aileyi de eğitmiş olursunuz, toplumu güçlendirirsiniz, ekonomiyi iyileştirirsiniz. Çocuk ölümlerini de ciddi oranda azaltabilirsiniz. Yani kızların eğitimi topluma sağlık, bolluk, istikrar ve barış getirir.”Savaşta Türk koleji bahçesinde nöbet tutan öğrencilerSemiha Topal’a Afganistan’daki görüşmeleri sırasında bir Afgan gazeteci eşlik etmiş. Türkçesi çok iyi olan genç gazeteci, Türk ajanslara haber desteği sağlıyor, kitap çevirileri yapıyormuş. Fotoğraf çekiyor. Afgan-Türk Koleji mezunuymuş. Topal’a çarpıcı bir vakayı anlatmış: “Afgan-Türk okullarının hayati öneme sahip olduğunu söyledi. Çünkü Afganistan’da özel okullar Taliban sonrasında açılmış, 2002’de. Taliban döneminde bir özel okul varmış o da mezunu olduğu Şibirgan’daki Afgan-Türk okuluymuş. Burası o zorlu dönemde 3 yıl kadar eğitime devam ediyor ama sonra baskı geliyor, öğretmenler okulu kapatıp gidiyor. Öğrenciler okulu bırakmıyor. Eşyalar çalınmasın diye dönüşümlü nöbet tutuyorlar. İşte o nöbetçilerden biri karşımdaydı. Hocalar döndüklerinde okulu bıraktıkları gibi sağlam ve eksiksiz buluyorlar. Afganistan’da kız çocuklarını akrabasına bile göndermiyor insanlar. Ama bu kolejler öyle bir güven inşa etmişler ki aileler yakın çevrelerinden gizleyerek kızlarını yatılı Türk kolejine gönderiyor. Kültürlerinde evlenme çağında bir kızı okula göndermek yok. Ama Türk kolejine, öğretmenlerine güvenip gönderiyorlar. Çok veli bana ‘Türkiye’ye, başbakanına, cumhurbaşkanına teşekkür ediyoruz, buraya Afgan-Türk kolejini açtıkları için.’ dedi.”

Şehir merkezindeki en büyük antik meydan: İzmir Agorası

$
0
0
Geçmişi 8 bin 500 yıl öncesine dayanan, İzmir'in ilk kurulduğu yer olduğu kabul edilen Agora, şehir merkezinde kalan ender antik kentlerden biri. Dünyanın "şehir merkezindeki en büyük antik agorası" olarak bilinen İzmir Agorası'ndaki kazılar devam ediyor. M.S. 2. yüzyıla ait hamam yapısı da ortaya çıkarıldı.Agora'da, Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından Yrd. Doç. Dr. Akın Ersoy başkanlığında kazı çalışmaları yürütülüyor. Konu hakkında bilgi veren Ersoy, MS 2. yüzyıla uzanan yıllarda hamamların, siyasetçilerin ve düşünürlerin toplandığı, önemli meseleleri konuştuğu merkezler olduğunu belirtti. Ersoy, şunları anlattı: "Antik kentlerde agoralar, kentin siyasî, idarî, adlî ve ticarî merkezi durumundaydı. Agoralar için her kentin merkezinde birkaç yapı adası ayrılırdı. Agora alanının etrafı portikolarla (sütunlu galeriler) çevrelenirdi. Galerilerin gerisinde bouleuterion (meclis binası), prytaneion (resmî tören ve toplantıların yapıldığı, yemeklerin verildiği yapı), resmî ofisler, mahkeme, borsa, arşiv, et ve balık pazarı, latrina (tuvaletler) gibi kamu yapıları yer alabilirdi. Portikolar güneşli, yağmurlu, aşırı soğuk ve sıcaklarda insanların korunması ve sığınması için kullanılan yarı açık alanlardı. Agora avlusunda önemli kişiler, günler ve anlaşmalar için dikilmiş basamaklı anıtlar, heykeller, dinî törenlerde adak yapılan altarlar, eksedralar (mermer oturma yerleri), kentin saygı gösterdiği bir tanrının tapınak ve sabit sunağı yer alırdı."Smyrna (İzmir) Agorası şehrin merkezinde, bu bölgedeki ızgara plana uygun olarak dikdörtgen bir alanı kapsamaktadır. Smyrna'nın idarî, siyasî, adlî ve ticarî merkezi durumundaydı. Agora'nın planlandığı alandaki arazi eğimi, batı ve kuzeyde inşa edilmiş, bugün kalıntıları görülen bodrum katlarıyla giderilmiştir. Agora avlusu, bodrum katların üst seviyesine kadar dolgu yapılarak yükseltilip bir teras haline getirilmiştir. Bu teras düzleminin etrafı ise portikolarla çevrelenmiştir. Smyrna Agorası, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde mezarlık alanı olarak kullanılmıştır. Mevcut kalıntılar ve sondajlar, alanın kentin kuruluş efsanesine uygun olarak Büyük İskender'den hemen sonra, M.Ö. 4. yüzyılın sonundan itibaren planlandığını ve bu tarihle birlikte çevresindeki yapıların etap etap inşa edildiğini işaret etmektedir.Grekçe bir kelime olan "agora" toplanılan yer, kent meydanı, çarşı, pazaryeri gibi anlamlara geliyor. Antik Çağ'da agoraların ticarî, siyasî ve dinî fonksiyonlarının yanı sıra sanatın yoğunlaştığı ve birçok sosyal olayların geçtiği veya yapıldığı, kentin odak noktası olduğu biliniyor. Antik Çağ'da her kentte en az bir agora bulunurdu. Kimi büyük kentlerde ise genellikle iki tane yer alırdı. Bunlardan biri devlet işlerinin görüldüğü, etrafında çeşitli kamu binalarının toplandığı devlet agorası, diğeri ise ticarî faaliyetlerin yoğunlaştığı ticaret agorasıydı.

O çöp benim - [Bizim Köy]

$
0
0
Organdı, otoparktı derken nur topu (!) gibi bir mafyamız daha oldu. İtalya’nın başı, Napoli’nin kuzeyinde bulunan ve ölüm üçgeni olarak adlandırılan bölgedeki çöp mafyalarıyla dertte.Bölgede, insan sağlığını tehdit eden çöp dağları bulunuyor ve sürekli olarak yangınlar çıkıyor. İllegal olarak çöpleri öğütmek isteyen mafya grupları arasında çatışmaların yaşandığını belirten yetkililer, “100 asker gönderdik, eğer sorun bitmezse 2 bin asker daha gidecek.” diyor. Halbuki herkes evinin önünü temizlese…Tamam sustum! Bir şeyi bin defa söyleyip yine de sonuç alamayınca nihayetinde pes ederek “Tamam susuyorum, çenemi kapattım.” diyerek eliyle çenesine kilit vurma işareti yapan anneler, annelerimiz. Kim derdi ki onların bu tepkisi bir mülteciye ilham olacak. Avusturya’nın başkenti Viyana’da iltica başvurusu reddedildiği için ülkeden gönderilmek istenen İranlı sığınmacı, ağzını iplikle dikti. İşin ilginç yanıysa, olay üzerine ülkesine gönderilmesi ertelenen sığınmacının gözaltında bekletildiği merkezde ağzını tekrar dikmiş halde bulunması.Faredir fare New York’ta, seyir halindeki metronun içine giren bir fare, Amerikalılara korku dolu anlar yaşattı. Geçtiğimiz günlerde Manhattan’daki bir duraktan ayrılan metroda yolcuların “Trende fare var” çığlıkları yankılandı. Oradan oraya kaçışanlar mı dersiniz, koltukların üstüne zıplayan mı… Bir durak sonra boşalan metrodaki panik, yolcuların cep telefonu kameralarına yansıdı. Bizim metrobüse fare girse hazır oturacak yer bulmuşken kimsecikler sonraki durakta inmeye filan kalkmaz.

Bir CHP'li Bakara-makara deseydi öldürülürdü!

$
0
0
30 Mart yerel seçimlerinde İstanbul’un en çok merak edilen ilçelerinden biri olan Beyoğlu’nun CHP belediye başkan adayı Aylin Kotil ile buluştuk. Son derece mütevazı seçim bürosunda bizleri misafir eden Kotil, seçimi kaybettiklerini ancak, çok sayıda insan kazandıklarını söylüyor.Beyoğlu, genel olarak Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) yakın olarak görülüyor. İnsanlarda böyle bir algı var. Ama epeydir ilçede sağ partiler kazanıyor...Özellikle, İstiklal ve Cihangir bölgesi böyle biliniyor. Aslında durum hiç öyle değil. Toplamda 45 mahallemiz var. Bunlardan sadece 3-4 tanesi bu şekilde. Diğer geri kalan 42 mahallemiz gayet mütedeyyin diye adlandırdığımız kesimin oturduğu mahalleler.Oyunuzu artırmanıza rağmen seçimi neden kaybettiniz?Bunda, maalesef Saadet Partisi’nin blok olarak AK Parti’ye oy vermesi çok etkili oldu. Yani Saadet Partisi, kendi oyunu korumayı bırakın kendi oyunu aldığı oyun 5 bin daha azını almış olsa belki bugün biz belediye başkanı olacaktık! Güçlü olduğumuz mahallelerde, daha doğrusu eskiden güçlü olmayıp da şimdi güçlü olduğumuz mahallelerde, Kasımpaşa’nın bütün mahallelerinde kafa kafaya gittik. O bizi çok mutlu etti.Kendi performansınızı nasıl buluyorsunuz?İçim çok huzurlu bir kere, açık söyleyeyim. Yani, şunu da yapsaydım veya şurayı da eksik bıraktık dediğim hiçbir şey yok. Gerçekten bu konuda mütevazı olmayacağım. Üstün bir performansla seçim çalışması gerçekleştirdik. Adaylığım seçimlere 40 gün kala açıklanmasına rağmen aday adaylığı döneminden beri çalışıyorum. Bu da 6 aylık zaman dilimi yapıyor.Başkan adayı olacağınızı bilmiyor muydunuz?Hayır. Ben sadece sokakta çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Önümüzdeki yerel seçimlere yani 5 yıl sonrası için gerekli tespitlerin yapılıp şimdiden çalışmalara başlanılması gerektiğini düşünüyorum. Seçimden seçime değil hep sokakta olarak, halkın nabzını yoklamak ve empati kurabilmek çok önemli.Bundan sonraki planlarınız neler?Gelecek adına bir plan yapmadık ama seçimden sonra ne yaptınız, diye soracak olursanız; ilk etapta ilçe seçim kuruluna itirazımızı yaptık, ancak kabul edilmedi maalesef. Çünkü biz bir oyumuzun bile diğer haneye yazılmasını istemedik. İnsanlar şehir dışından geldiler. Zahmet çekerek oy kullandılar. Akşam saat 05.00’te Kasımpaşa merkezde bulunan okulda hâlâ kapılara kadar kuyruklar vardı. Emek vardı ortada. Eğer ben o oyun peşinde koşmazsam, o insanların emeğine yazık olurdu bu bir. İkincisi de; insanların zaten kazanamıyoruz, o zaman niye oy kullanalım, demesiyle eş anlamlı olurdu. Yapmamız gereken her şeyi yaptık. Bundan dolayı gelecek adına bir şey planlayamadık.Milletvekili adayı olacağınız yönünde haberler var...Gazeteciler sordu. Ben de böyle bir düşüncem yok, dedim. Ancak, varmış gibi gösterildi. Şimdilik böyle bir düşüncem yok.Siyasete devam edeceğiniz sinyali veriyorsunuz sanki...Bizim üzerimize düşen ne görev varsa bunu yapacağım. Zaten, yerel seçim sürecinde yaptığımız çalışmaları raporlayacağım. Genel merkeze sunmak istiyorum. Çünkü, sokakta çok fazla vakit geçirerek, insanlarla bire bir iletişime geçtim. Neler yapılabilir, ne olabilir, diye. İnsanların sorununu dinledim ve bununla ilgili bir çıkarımım oldu. Yani, bundan sonraki seçimlerde nasıl oyumuzu artırabileceğimiz yönünde. Daha doğrusu kendimizi nasıl tanıtabileceğimiz anlamında.Mecliste Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?Toplumdaki yönetenlerin şiddet dilinin durumu bu noktaya getirdiğine inanıyorum. Şiddet dilini bırakmamız gerekiyor. Farklı bir dile geçmeliyiz. Bunu artık her alanda görmeye başladık. Eskiden toplumda gerginlik veya hezeyan olduğu dönemlerde, o toplumdaki liderler halkı sükûnete davet ederlerdi. Maalesef şu an tam tersini görüyoruz. Halk yönetenleri sükûnete davet ediyor. Bu yüzden durum daha kötü olmadan artık bu şiddet dilinin değişmesi gerekiyor.Eylemlerim devam edecek!Geçen sene, Haydarpaşa’dan Ankara’ya yürüyerek seçim barajının kaldırılması için 19 günlük ilginç bir protestonuz vardı. Bundan sonra da sizi böyle eylemlerde görebilir miyiz?Baraj düşmedi biliyorsunuz. O yüzden devam edecek. (Gülüyor)Malum son günleri en çok meşgul eden konulardan biri de yurtdışındaki Türk okullarına yönelik hükümetin kapatma girişimleri. Bir eğitimci olarak siz ne düşünüyorsunuz?Şimdi bir eğitimci olarak, eğitim dediğiniz vakit benim için akan sular duruyor. Eğitimli bir nesil her zaman tercihim. Çünkü şunu çok net gördüm; 3 yaşında okula başlayan bir çocukla, sadece 1. sınıftan okula başlayan çocuk arasında inanılmaz fark var. O yüzden eğitime hayır deme şansım yok. Ben bunu yaşıyorum, gözlemliyorum. Bir eğitimci olarak okulların kapatılması veya okullara hayır deme gibi bir bakış açım olamaz zaten.Bir süredir ‘Hizmet Hareketi’ üzerinden bir ötekileştirme, kara propaganda yapılıyor. Bu durum toplumu nereye doğru götürüyor?İnsan olarak etiketlemeyi seviyoruz. Burada siyasilere çok iş düşüyor. Bunu yapacak olan onlar. Toplum, hep ileri gelenleri örnek alır. O yüzden, sanatçılar, siyasiler birer rol model olduklarının farkında olarak hareket etmek durumundalar. Siz isteyin ya da istemeyin toplum size o misyonu yüklüyor.Siyasetçiler rol modeldir demişken, Egemen Bağış’ın âyet ile dalga geçmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?Ben size bir şey söyleyeyim. Bir CHP’li kazara, ‘makara bakara’ deseydi offff... Sittin sene belimizi doğrultamazdık. Bitmiştik yani. Linç edilir, öldürülürdü sokakta.

Üstadın, kaleminden 31 mart öncesi

$
0
0
31 Mart Vakası’nın üzerinden 105 sene geçti. Ama bu konuda yapılan münakaşalar tazeliğini koruyor. Resmi tarihte ‘Gerici bir ayaklanma’ olarak anlatılan hadisede Said Nursî’nin Volkan gazetesinde yer alan makaleleri ise döneme ışık tutuyor.31 Mart olayları, üzerinden geçen 105 seneye rağmen günümüz tartışmalarının kozmik bilgilerini içeren bir isyan. Miladî 13 Nisan 1909’da meydana gelen bu vaka, Balkanlar’daki hareketliliğin bir yansımasıdır. II. Abdülhamid Han, 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’i ilan etmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Abdülhamid Han’dan memnun olmamaları, huzursuzluğun artmasına planlı bir katkı sağlar. Sonuç olarak düşük rütbeli askerler, bazı din adamlarının da telkiniyle ‘Şeriat isteriz’ diye yürüyüşe geçer. İttihat ve Terakki, olaya müdahil olur. Ve meşru yönetime karşı çıkar. İstanbul’da etkinliğini sağlayamayan İttihat ve Terakki, asıl merkezleri olan Selanik’te Hareket Ordusu’nu kurdurur. İsyan, bu ordunun şehre gelişiyle nihayet bulur. Tarihe ‘ilerici’, ‘gerici’ diye geçen hadisenin iç yüzü bunlarla sınırlı değil. Haberimizin gayesi ise Bediüzzaman Said Nursî’nin 31 Mart’a gidilen süreçte, Derviş Vahdeti’nin sahibi olduğu Volkan gazetesinde yazdığı makaleler. Bediüzzaman, gazetede 15 yazı kaleme alır. Şunu belirtmekte fayda var: Üstad, Derviş Vahdeti ile yüzde yüz aynı fikirleri paylaşmıyor. Derviş Vahdeti’nin zaman zaman kışkırtıcı üslubuna karşı, Üstad’ın tavrı sükûnet içeriyor. Ve hürriyet meselesini derinlemesine analiz ediyor. İsyan sonrası, Said Nursî de Divan-ı Harb-i Örfi’de şeriat istemiyle yargılanır. Ancak o herkesin idam edildiği mahkemede yaptığı müdafaa sonrası elini kolunu sallayarak çıkar. Ve Sultanahmet’e doğru yürürken şöyle haykırır: ‘Zalimler için yaşasın cehennem!’ İşte, Ertuğrul Düzdağ’ın tam ve aynen metin neşrini hazırladığı makalelerden birkaç misal…Yaşasın Şerîat-i Ahmedî (18 Mart 1909)Dünya için din fedâ olunmaz. Gebermiş istibdâdı muhâfaza için vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Bunun terk ve feda edilmesinden zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı za’f-ı diyanettir, bunu takviye ile sıhhat bulabilir. Bizim cemiyetin meşrebi muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yâni beyne’l-İslam muhabbete imdad ve husumet ceyşini bozmaktır. Mesleğimiz ise ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir ve rehberimiz şeriat-i garrâ ve kılıncımız da berâhîn-i kâtıa ve maksadımız i’la-yı kelimetullahtır.Kahraman Askerlerimize (17 nisan 1909)Şimdi iş bitti. Zabitlerinizin âğuş-i şefkatlerine atılınız. Şeriat-i garra böyle emrediyor. Zira zabitler ulü’l-emirdirler ve ulü’l-emre itaat farz-ı ayndır. Şeriat-i Muhammedînin muhafazası da itaatledir.Hakikat (11 Mart 1909)Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir. Zira ecnebiler fünûn ve sanâyi’ silahıyle bizi istibdâd-ı ma’nevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san’at sailahıyle i’la-yı kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehl ü fakr ve ihtilâf-i efkâra cihad edeceğiz. Ama: Cihâd-i hâricîyi, şerî’at-i garrânın berâhîn-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna’ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur. Meşrutiyet ki adâlet ve meşveret ve kanûnda inhisâr-ı kuvvetten ibarettir, on üç asır evvel şerî’at-i garrâ te’sîs ettiğinden ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek din-i İslam’a büyük bir cinayettir… Hâkim ve âmir, vicdanî olmalı. O da mârifet-i tâm ve medeniyet-i âm veyahut dîn-i İslâm nâmıyle olmalı. Yoksa istibdâd dâima hüküm-ferma olacaktır. İttifak hüdâdadır hevâda değil.Lemeâni Hakikat ve İzâle-i Şübühat (11 nisan 1909)Vehm: Şimdiki zamanda terakkiyata ve saadet-i dünyeviyeye sarf-ı himmet lazımken böyle taassup ve teşettütü intaç eden din meselesi meşrutiyette esas tutulsa bazı mehaziri intaç eder.İrşad: Dünyada tedennimizin sebebi, dinimize riayetsizliktendir. Hem de intizam-ı idareden ziyade tehzib-i ahlaka muhtacız, mühezzib-i ahlak da dindir.Sadâ-yı Hakîkat (27 Mart 1909)Bu zamanın en büyük farizası ittihaddır. İttihadın hedef-i maksadı o kadar uzun, münşaib muhît ve merâkiz ve meâbid-i İslamiyye’yi birbirine rabt eden bir silsile-i nûranî ihtizaza getirmekle onunla merbut olanları îkaz ve tarik-i terâkkîye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir. Bu ittihadın meşrebi muhabbetti, husumeti ise cehalet ve zaruret ve nifakadır.Reddü’l-evhâm (1 nisan 1909)Altıncı vehim- (Bazılar sünnet-i nebeviyeyi hedef-i maksad eden İttihad-ı Muhammedî hürriyeti tahdid eder ve levâzım-ı medeniyyete münafidir.)El-cevab- Asıl mü’min zira hakkıyle hürdür. Sani-i Âlem’e abd ve hizmetkâr olan halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek ne kadar imana kuvvet verilse hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Ama hürriyet-i mutlaka vahiet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdîd-i hürriyet de insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.Ziyâ-yı Hakîkat (7 nisan 1909)Ben İttihad-ı Muhammedî efradından dediğim vakti muradım bu ittihaddır. Hem de bu ittihadı hedef-i maksad eden adamlarındanım demek istiyorum mesleğimiz muhabbettir, muhabbeti neşretmektir. Biz husumet edenlere muhalifiz hem de şimdiki resmî bir cemiyeti teşkil ediyoruz. Bütün müteferrik cemiyat-ı İslamiyye’yi tevhid etmek için yoksa fazla bir fırkayı çıkarmak değildir. Hâşâ ve kella…Reddü’l-evhâm (31 Mart 1909)El cevab- Evvelen dünya için din fedâ edilmez. Biz vatanı din için severiz, dünyayı da yine din için severiz. “La-hayra… bila-din”. Saniyen madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir; mevcudiyet-i milleti göstermek lazımdır. Milliyetimiz de yalnız İslamiyet’tir. Zirâ Arab, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkes ve Lâzların revâbıt ve milliyetleri İslamiyet’ten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır.Lemeâni Hakikat ve İzâle-i Şübühat (12 nisan 1909)Dinsiz daima istibdad altındadır. Çünkü Sani-i Âlem’e hakkıyla abd ve hizmetkâr olan başkasının istibdadına tezellüle tenezzül etmemek gerektir ve tahdid-i hürriyet insaniyet nokta-i nazarından zaruridir. Ama hürriyet-i mutlaka vahşet-i mutlakadır; belki hayvanlıktır. İnkıyad-ı vicdan ile ahkâm-ı şer’î ile tekayyüd hürriyette tekemmüldür, münafi değil.Lemeâni Hakikat ve İzâle-i Şübühat (13 nisan 1909)Vehm: Şeriat isteyenlere bazı müzebzeb olanlar mürteci diyorlar.İrşad: Bizi de onlar dinsiz ve anarşist demeye mecbur ederler, bunlara deriz: Meşrutiyeti safsata ve hile ile muhafaza edemediniz belki muallak bıraktınız, bizim maksadımız meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle muhafaza ve kökleştirmektir. Zerre kadar insafları olsa idi, onların o fevzavî mesleğinde olmayan her adama mürteci demezlerdi. Zira mesleklerinden irticaa kadar çok meratib ve menazil vardır. Londra’da olmayan elbette Çin’dedir, cerbezeli ve safsatalı olmayan elbette ebleh ve gabidir diyenlerin hezeyanları gibi hezeyan ediyor. Çünkü Londra ve Çin’de değil, fakat İstanbul ve Haremeyn’dedir. Cerbezeli olmayan ebleh değil belki sahib-i hikmettir. Anarşist ve Farmason olmayan mürteci değil belki şeriat-i garrâyı takib ediyor.Lemeâni Hakikat ve İzâle-i Şübühat (15 nisan 1909)Vehm: Sen Selanik’te İttihad ve Terakki ile ittifak etmiştin neden ayrıldın?İrşad: Ben ayrılmadım onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim. Lakin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar. Hamiyetlerinde şüphem yoktur. Fakat mukabillerinde garaz hissettiler. Onlar da tabii garaza ittiba ettiler…Sadâ-yı Vicdan (20 nisan 1909)İttihad-ı Muhammedî istila etti. Ve umumun hakkıdır. Tahsisi kabul etmez. Bu isim şıkkayı kabul etmez. O cevher-i azimin cüz’i bir tecellisiyle seyyâle-i berkıyye gibi bütün İslam’ı ihtizaza ve âlemi zelzeleye getirdi. Tabiat-i istidad-ı âlem şimdi tamamen tecellisine tahammül edemez. Tedric lazımdır. Şimdi bu cevher-i âlîyi mukaddes bir yere hıfzetmeliyiz. Bunun bir mukaddimesi olarak mahsus fırkalar hadim-i şeriat unvanını taşıyabilirler.

Alper Kömürcü’den enstrümantal albüm - [Haftanın Albümleri]

$
0
0
Ülkemizde maalesef çok az enstrümantal albüm yayınlanıyor. Ara sıra da olsa bu alanda yeni üretimler de oluyor. Bugüne kadar farklı müzik çalışmalarıyla tanıdığımız besteci ve aranjör Alper Kömürcü, Mat isimli bir enstrümantal albüm yayınladı.Albümün prodüktörlüğünü Kömürcü ile uzun süredir çalışan Cihan Sezer üstlenmiş. Albümde, daha önce farklı şarkıcılar tarafından seslendirilmiş, Alper Kömürcü’nün kendi imzasını taşıyan dört beste ve albüme özel olarak hazırladığı iki enstrümantal eser yer alıyor. Çalışmaya İskender Paydaş, Ozan Çolakoğlu ve Mustafa Ceceli de düzenlemeleriyle destek vermiş. Mat genel itibarıyla melankolik bir albüm. Sözlerden sıyrılıp müzikte bir yolculuk yapmak isteyenlere dingin bir liman sunuyor.Orijinal bir Bob Dylan setiBob Dylan’ın 1981 ve 1989 yılları arasında kaydettiği Shot of Love, Oh Mercy ve Infidels gibi stüdyo albümlerinin yanı sıra Real Live ve Dylan and The Dead Live albümleri, 5 CD’lik özel bir set olarak müzikseverlerle buluştu. Son olarak 2012 yılında büyük ses getiren Tempest albümünü yayınlayan Dylan, günümüzün en iyi şarkı sözü yazarı ve şarkıcılarından. Bu sette; daha önceki albümlerine göre daha rock’n roll düzenlemelerle sanatçının müzikal kariyerindeki önemli bir yerde duran Shot of Love, 1983 yılında kaydettiği ve geleneksel tarzına geri döndüğü, Infidels ve 1989 yılında kaydettiği, Billboard satış listelerinde çok iyi bir çıkış yakalayarak o zamana kadarki en çok satan albümü olma özelliği taşıyan “Oh Mercy” albümleri öne çıkıyor.Lermi bu kez Santa’ya götürüyorKaradeniz müziğinin yükselen isimlerinden. Apolas Lermi’nin ilk albüm çalışması Kalandar, 2011 yılında çıkmış ve sanat çevrelerinden güzel eleştiriler almıştı. Lermi’nin Karadeniz’deki sosyal ve çevresel sorunlarına dikkat çekmeyi amaçlayan Diren Karadeniz isimli çalışması da epey ses getirmişti. Müzisyen şimdi de Santa isimli albümü ile karşımızda. Adını Harabeleriyle bilinen Santa’dan alan albümün kayıtları Türkiye ve Yunanistan’da tamamlanmış. Yerli-yabancı birçok müzisyenin yer aldığı bu albümde, Anadolu kökenli iki Yunan sanatçı ile düet yer alıyor. 14 eserden oluşan albümde dil olarak Türkçe ve Karadeniz Rumcası kullanılmış. Bu açıdan Türkiye’de pek fazla örneği yok. Lermi, bu albümde de özgün yorumuyla dinleyenleri özel bir müzikal seyahate çıkarıyor.

Çocuklar size salon mu yok?

$
0
0
İlk Türkçe Olimpiyatları 2003 yılında İstanbul’da mütevazı bir salonda yapıldı. Aradan geçen her sene olimpiyatlara katılan ülke ve öğrenci sayısı arttı. İzleyicileri de öyle. Salonlara sığmaz, statlardan taşar oldu. Türkiye’deki bu manzara dünyada da farklı değil. İşte dünyada Türkçe şölenine ev sahipliği yapan, her biri tarihî ve kültürel öneme sahip mekânlar.Uluslararası Türkçe Derneği (TÜRKÇEDER) tarafından Dil ve Kültür Festivali kapsamında düzenlenen Türkçe Olimpiyatları’nın bizler Türkiye ayağına tanık oluyoruz ama katılan ülkelerde de aynı coşku yaşanıyor. Şimdilerde 150 ülkede finalleri yapılıyor. Ocak ayında başlayan elemeler, yapıldığı ülkenin en büyük veya önemli salonlarında gerçekleşiyor.Bu yıl “Birleşen Gönüller” sloganı ile gerçekleştirilen Türkçe Olimpiyatları, özellikle Avrupa’da yoğun ilgi görüyor. Geçtiğimiz gün Almanya’nın Münih kentindeki 15 bin 500 kişilik Olimpiyat Salonu’nda yapılan etkinliğe, Almanya’nın değişik kentlerinin yanı sıra Avusturya, İtalya, İsviçre, Çek Cumhuriyeti ve Hollanda’dan otobüslerle gelen binlerce kişi katılmıştı. Münih’te bulunan görkemli salon 2007 yılında MTV Avrupa müzik ödülleri törenine de ev sahipliği yaptı. Mekânda Madonna, Robbie Williams gibi isimler sık sık konser vermiş.,Türkçe Olimpiyatları’nın en coşkulu duraklarından biri de Romanya. Olimpiyatlar buranın en pretijli ve büyük salonu olan Bükreş Sala Palatului’da yapıldı. Bu sene Endonezya da bir ilke imza attı. Türk okulları Endonezya’nın ilk kültür olimpiyatlarını düzenledi. Filipinler’de ise olimpiyat finaline ev sahipliği yapan bin 500 kişilik salon, Asya’da en büyük LED ekrana sahip olma özelliğine sahip. Mekân 2011 yılında Filipinler’in en iyi tiyatro sahnesi ve Asya Pasifik iç dizayn ödülü almış.Paris’in en görkemli salonunda Türkçe şöleniFransa’nın Paris kentinde iki ülke kültürünün tanıtılması, kültürel köprülerin güçlendirilmesi amacıyla 6 Nisan günü düzenlenen programa ‘Casino de Paris’ isimli 300 yıllık görkemli bina ev sahipliği yaptı. Bin 570 kişilik mekan, Paris’in en prestijli salonlarından. Ünlü sanatçıların konserlerine ev sahipliği yapan mekan, Paris’te bir marka. Hatta 1957 yılında ‘Casino de Paris’ isimli bir film bile yapılmış. Paris’in en bilinen müzikal mekânlarından olan Casino de Paris ilk olarak 1730 yılında yapılmış. Duc de Richelieu adıyla bilinirken, Fransız İhtilali’nin ardından Jardin de Tivoli ismini almış. 1880 yılına kadar güreş müsabakalarının yapıldığı salon, bu tarihten sonra tiyatro sarayına dönüştürülmüş.Türkçe Olimpiyatları’na bu yıl 150 ülke katılıyor2014 Türkçe Olimpiyatları’na Birleşmiş Milletlere kayıtlı 196 ülkenin 150’sinden 2 bin 500 finalist öğrenci katılacak. 12. Uluslararası Dil ve Kültür Festivali’nin bu yılki sloganı ‘Birleşen Gönüller’. Türkiye’deki organizasyonlar 81 ilde ve 150 ayrı mekanda yapılacak. Beş kıtadan dili, dini, rengi farklı 2bin 500 öğrenci şarkı, şiir, dil bilgisi, yazma ve güzel konuşma, halk oyunları, tiyatro gösterileri ve kısa film gibi farklı dallarda hünerlerini sergileyecek.Amerika’da 5 ayrı finalLas Vegas: Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı yakasındaki finaller, Las Vegas’taki iki bin kişilik ‘Cashman Center’ Gösteri Merkezi’nde yapılacak. 4 Mayıs’ta gerçekleştirilecek olan programın mekânı iki katlı. 1948 yılında açılan salon, 2008 yılında başkanlık seçimlerine ve 2009 yıllında Amerika Bowling Şampiyonası’na ev sahipliği yapmış. Peter Pan başta olmak üzere birçok Broadway gösterisi, festival ve konserlerin de yapıldığı Cashmen’in tiyatro sahnesi ve 14 toplantı salonu var.New York: Amerika Birleşik Devletleri’nde olimpiyat heyecanını yaşayan diğer bir eyalet ise New York. Finaller, New York Üniversitesi’nin ‘New York Skirball Center for the Performing Arts’ salonunda yapılacak. Burası bulunduğu bölgenin en büyük gösteri merkezi olarak biliniyor. Geçmişte ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ve Nobel Barış Ödüllü ABD’li siyasetçi Al Gore gibi kişilerin konuşmalarına ev sahipliği yapan salon, Mimar Kevin Roche ve John Dinkeloo tarafından yapılmış.Chicago: Amerika’nın üçüncü en büyük şehri Chicago elemeleri 12 Nisan’da yapılacak. Şehre gelen en önemli tiyatroların sahneye çıktığı ‘Rosemont Theatre’ salonunda düzenlenecek finallere katılımın yüksek olması bekleniyor. Salon sadece ünlü tiyatro ekiplerini ağırlamıyor. Müzik dünyasının popüler isimleri Eminem, Elvis Lives, Ashley Monroe, Leonard Cohen, Justin Bieber, Big Time Rush gibi isimler konserlerini bu salonda veriyor.Washington: 6 Nisan’da yapılan finallere Washington ve çevresindeki 7 eyaletten 80’den fazla öğrenci katıldı. Finalleri izlemek isteyen Türkçe hayranları salonda yer bulamadı. Organizasyonu yapanlar geçen seneye göre katılımın iki kat arttığını söylüyor. Şehrin ünlü salonu Hylton Sahne Sanatları Merkezi’nde yapılan programa, Purcellville Belediye Başkanı Bop Lazaro da katıldı.Teksas: Houston’da düzenlenen Güneybatı Amerika Finali, 15 Şubat’ta ‘Hobby Center’da gerçekleştirildi. Türkçe öğrenen yetişkinlerin de yarıştığı finali üç binden fazla davetli izledi. Bu finale katılmak için Teksas, Oklahoma, Arkansas, Kansas, Mississippi ve New Meksiko eyaletlerinden 5 bine yakın öğrenci yarıştı. Bölge finaline, eyalet elemelerinde başarılı olan 200 öğrenci katıldı. Programda konuşan Houston Belediye Başkanı 15 Şubat’ın ‘Türkçe Günü’ ilan edildiğini duyurdu.Devlet tiyatrolarının sahneye çıktığı salonKanada: Türkçe Olimpiyatları’nın Kanada finalleri 14 Nisan’da Toronto kentinde düzenlenecek. Finallere, Toronto Üniversitesi’nin en büyük salonu olan ‘Isabel Bader’ ev sahipliği yapacak. 2001 yılında açılan ‘Isabel Bader’ salonu Kanada Devlet Tiyatrosu’nun gösterilerini yaptığı bir mekân. Devlet tiyatrosu sanatı ekibi, salonun duvarlarının tahtadan yapılmış olması ve balkonunda bulunan özel yansıtmalarıyla seslerin daha iyi çıktığı ve istenmeyen seslerinse daha iyi emildiği için burada gösterilerini yaptıklarını söylüyor.Norveç’in en prestijli salonunda Türkçe şiirlerNorveç: 2014 Türkçe Olimpiyatları’nın, Norveç finali, ülkenin en büyük halk tiyatro ve müzik salonunda, ‘Folketeateret’te yapılacak. 1935 senesinde inşa edilen salon, 2012’ye kadar Norveç’in ana opera salonu olarak kullanılıyordu. Norveç tarihinde çok değerli bir yere sahip olan Folketeateret, ülkenin en prestijli mekânları arasında bulunuyor.Türkçe, ünlülerle aynı sahneyi paylaşıyorBelçika: Anvers şehrinde yapılan Belçika finalleri, Avrupa’nın en büyük sahnesine sahip ‘Music Hall Stadschouwburg Antwerpen’ salonunda yapıldı. Ülkeye gelen dünyaca ünlü tiyatro oyunları ve müzikal gösterileri bu salonda yapılıyor. “Mamma mia!”, “The Sound of Music”, “Les Miserables”, “Notre Dame De Paris”, Cats en Shrek, ‘Kediler’ ‘Les Miserables’ ‘Phantom of the Opera’ ‘Romeo ve Juliette’ ‘Dracula’gibi müzikal ve tiyatro gösterileri de burada sergilendi.Önemli kongre ve sergilerin mekânıİspanya: Olimpiyatların İspanya ayağına Madrid’deki ‘Caxia Forum Madrid’ adlı tiyatro salonu ev sahipliği yaptı. Madrid’in en işlek caddesindeki salon İspanya’nın ilk dikey duvar bahçesine sahip. 2001’de yapılmaya başlayan salon 2007’de tamamlanmış. Yakın tarihte yapılmış olmasına rağmen çok sayıda ünlü sanatçının ziyaret ettiği bir yer. Salon şu ana kadar birçok önemli kongreye ve sergiye ev sahipliği yapmış. NASA Başkanı Charles Bolden’in de konferans verdiği salonun açılışını Kral Juan Carlos ve Kraliçe Sofia gerçekleştirmiş.Türkçenin ev sahibi Haydar Aliyev Sarayı’ydıAzerbaycan: Bakü’de yapılan Azerbaycan ülke finaline Haydar Aliyev Sarayı ev sahipliği yaptı. Milli Eğitim Bakanı Mikail Cabbarov ve çok sayıda milletvekili, akademisyen ve işadamı, finalleri izleyenler arasındaydı. 1972 yılında dönemin Sovyet Rusya lideri Lenin adına yaptırılan salon, 1991’de Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Cumhuriyet Sarayı adını aldı. Bakü Sarayı olarak da bilinen mekân, Azerbaycan’ın müzik icra edilen merkezi olarak biliniyor. Salonun adı Haydar Aliyev’in vefatından sonra değiştirilmiş.Alp manzaralı final gecesiİsviçre: Bern’de düzenlenen Dil ve Kültür Olimpiyatları finaline Bern Belediye Başkanı da katıldı. 2 Nisan’da yapılan finallere ülkenin en en prestijli salonlarından olan Kursaal ev sahipliği yaptı. ‘Kursaal Arena’, İsviçre’deki en değerli kongre merkezi olarak biliniyor. Salon, modern sanat teknolojilerini barındırmasının yanında, İsviçre’nin ünlü Alp dağlarına bakan manzarası ile de meşhur.Tarihî organizasyonlara ev sahipliği yapmışRomanya: 12 Mart’ta Bükreş’te yapılan Romanya finalleri ülkenin en büyük kültür merkezi ‘Sala Palatului Bucureşti’de gerçekleşti. Bu salon, tarihî anlara da şahitlik etmiş, Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomi Komisyonu, Dünya Nüfus Kongresi, Dünya Enerji Kongresi’ne ev sahipliği yapmış. Şarkıcı Gerorge Enescu adına Romanya’da düzenlenen Doğu Avrupa’nın en önemli şarkı festivali de bu mekânda yapılıyor.Döner sahne, devasa LED ekranFilipinler: Etkinlik, Manila’daki ‘Newport Performing Arts Theater’da gerçekleştirildi. Olimpiyat finaline ev sahipliği yapan bin 500 kişilik salon, Asya’da en büyük LED ekrana sahip olma özelliğini taşıyor. Salonda ayrıca dinamik video gösterimi de yapılabiliyor. 3D teknolojisi ile Filipinler’deki en büyük salon olma özelliğini taşıyan mekân döner sahnesiyle de göz dolduruyor. O Ses Filipinler ve diğer ulusal programlar bu salonda gerçekleştiriliyor. Mekan 2011 yılında Filipinler’in en iyi tiyatro sahnesi ve Asya Pasifik iç dizayn ödülü almış.Dünya yıldızları, burayı tercih ediyorGüney Afrika: Uluslararası Türkçe Olimpiyatları’nın Güney Afrika finalistleri 26 Mart gecesi görkemli bir şölenle belirlendi. Sunuculuğunu “Afrikalı öğretmen” olarak hafızalara kazınan, “Diyarbakırlı Nicholas” ile 2006 Türkçe Olimpiyatları’nda elindeki mızrağı ile protokolü korkutup, sonra da “Korkmayın! Ben de sizdenim.” diyen Khangaleni Mhaleni yaptı. Gecenin ev sahibi ise ‘Linder Auditoriu’ adlı salon oldu. Ülkenin en büyük üniversitelerinden Witwatersrand Üniversitesi Eğitim Fakültesi içinde olan salon, yaklaşık bin 500 kişi kapasiteli. 100 yıllık geçmişi olan mekân, hâlâ akustik rengini ve tarihten getirdiği izleri koruyor. Salon, dünyanın en büyük orkestralarının, opera sanatçılarının Güney Afrika’ya geldiklerinde tercih ettikleri mekân olma özelliğini taşıyor.Arnavutluk’un en lüks salonuArnavutluk: Kültür festivalinin Arnavutluk’ta misafir olduğu salon ise ‘Pallati Kongreseve’. 2 bin 250 kişilik salon ülkenin en büyük kongre ve kültürel aktivitelerin yapıldığı tek salon. Salon Arnavutluk’un başkenti Tiran’ın merkezinde başbakanlığın yanında, cumhurbaşkanlığı sarayının tam karşısında bulunuyor. Burası komünizm zamanında planlı olarak yapılan bir yerleşke. Çaprazında “Sanat Üniversitesi”, arkasında da ülkenin en büyük stadyumu olan “Kemal Stafa” bulunuyor. Salon, Devlet Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesinde olup direkt başbakanlığa bağlı olarak çalışıyor. Ülkede şu ana kadar yapılmış olan ulusal ve uluslararası bütün kültürel aktivitelerini yapıldığı yer olma özelliğini de sahip. Ünlü sanatçı ve grupların konser verdiği, şarkı yarışmalarının finallerinin yapıldığı, önemli konferansların düzenlendiği, devletin büyük çaptaki programlarının yapıldığı mekân, ülkenin en bilinen, lüks ve prestijli salonu.

Ahlakî olan, siyasî olandan üstündür

$
0
0
Ali Bulaç'ın tam da içinde bulunduğumuz siyasî atmosferi anlamada ilaç niteliğinde bir kitabı çıktı; Din ve Siyaset. (İnkılap) Aslında İslam ve siyaset ilişkisini anlatan, tarihten bugüne kadar geçen süreci eleştirel bir bakış açısıyla ele alan kaynak niteliğinde bir çalışma olmuş. Kitabın yayımlanmasının bugünlere denk gelmesi moda tabirle 'manidar'. Bulaç'la, Müslümanların modern zamanlarda tarihin ve siyasetin kurucu öznesi olamamasının sebeplerini konuştuk. 'İslam'da demokrasi mümkün mü?' diye sorduk.Bu kitabı kaleme almanızda son yaşanan süreç mi etkili oldu?Üzerinde çalıştığım bir kitaptı. Aslında denk geldi. Din ve siyaset, hatta İslam ve demokrasi 20. yy ikinci yarısından beri en çok tartışılan mevzular. Kitapta bunları mı ele alıyorsunuz?Siyaseti iki şekilde tanımlamak mümkün. Birincisi yönetme sanatı, ikincisi iktidar ilişkisini düzenleyen bir kurum. İktidar ilişkisini düzenliyorsa bunun sanatla, estetikle ve hukuk temelinde olması, arkasında da yüksek ahlakî ideallerin olması gerekir. İkincisi, siyaset toplumsal bir olaydır, en temelde toplum vardır. Toplumun hayatında ortaya çıkan etkinlikler bulunmaktadır; siyaset, iktisat, beşeri ilişkiler, Komşuluk, akrabalık ilişkileri, cemaatler arasındaki ilişkiler vs... O halde siyaset sosyolojik bir olaydır ve eğer dinler sosyal beşeri hayatla insan hayatıyla ilgili birtakım hükümler getiriyorsa, normlar vazediyorsa mutlaka bir yerde siyasetle ilgilenmeleri gerekir. Bu son derce önemli fakat biz din ve siyaset ilişkisini Batı'dan aldığımız için ve laik düşündüğümüz için din ve devlet birbirinden ayrılmalı diye algılıyoruz. Hâlbuki Batı tarihinde toplumlarında din ile devlet birbirinden ayrı değil. Batı'da ayrı olan Kilise ile devlet. Batı'da laiklik, ruhani iktidarın cismani iktidarın üzerindeki etkisini ortadan kaldırması; din ve vicdan özgürlüğünü ve sıradan Hıristiyan'ın da -laik Hıristiyan demek ruhban sınıfına ait olmayan sıradan Hıristiyan' demektir- siyaset yapma hakkının hukuk teminatı altına alınması demektir. Bizde kilise yok. Cami de kilise değil. Devlet veya cismani iktidar üzerinde bir ruhanî güç, dinî sınıf olmadığı için bizde bu laikliğin karşılığı yoktur. . Karşılığı olmadığından laikliği savunanlar toplumsal hayatı dinden arındırmak isterler; bu ise toplumu sekülerleştirme ameliyesidir. Bu çerçevede siyaseti dinle ilişkilendirdiğimiz zaman siyasetin bir ahlak ve hukuk içerisinde yürütülmesi gerek. Bu durumda İslam ile siyasetin ilişkisi nasıl olmuştur?İslam tarihinde siyaset her zaman hukuk içerisinde cereyan etmemiştir. Yani padişahlar, hilafet rejimleri, saltanatlar, zorba yönetimler de olmuştur. Adil yöneticiler olduğu gibi adil olmayan yöneticiler de olmuştur. Böyle durumlarda İslam âlimleri Sünni ulema bir değerlendirmede bulunmuştur. Bir yönetim adil değilse, zulmediyorsa, haksızlık yapıyorsa, hukuku ihlal ediyorsa buna karşı Müslümanların tavrı ne olmalıdır? Burada üç ana akım ortaya çıkmıştır; Biri Hariciliktir. Demiştirler ki bir yönetim adil değilse, Allah'ın indirdiğine göre hükmetmiyorsa, zulmediyorsa, haksızlık ediyorsa ona karşı silahlı mücadele vermek lazım. Sonucu önemli değil, mutlak manada huruç ala sultan derler. (Yönetime karşı ayaklanma) İkinci ana akım Şia'nın düşüncesidir. Şia'ya göre zaten yeryüzünde adaletin gerçekleşmesi mümkün değil. Adaletin gerçekleşebilmesi için Mehdi'nin gelmesi gerekir. O halde Mehdi'yi bekleyeceğiz. Sultana karşı ayaklanmak doğru değil, yönetime karşı kendini korumaya çalışır, bunu da takiye ile yapar. Zalime karşı kendini gizler. Sünni ekol ise ‘temkin modeli' der. Eğer ayaklandığınızda yüzde yüz netice almak mümkünse ayaklanın. Çok ağır bir zayiat olacaksa, ümmet zarar görecekse, fitne anarşi olacaksa o zaman sabredin. Güçleninceye kadar sabrı tavsiye ediyor. . Mesela bugün Suriye’de yaşananlar tam da temkin modeline riayet edilmeden Harici usulle olan ayaklanmanın getirdiği acı sonuçlardır. Peki, böyle bir durumda ne yapmak gerekir zorba veya baskı rejimine itaat etmek mi gerekir? Sufiler dediler ki inzivaya çekilelim kendi hayatımızı yaşayalım. İmam Gazali, İbni Teymiye, İbn Cem'a, Maverdi gibi büyük İslam bilginleri dediler ki; cuma namazının kılınması, nikâhların kıyılması, ticaretin devam etmesi yani toplumsal hayatın devam etmesi için gerekirse zalim zorba yönetime itaat edilir. Şimdi bu yöneticilere büyük bir kolaylık sağladı. Osmanlı'da ikili hukuk çıkmasının sebebi işte budur. Bir şeriat hukuku var, bir de örfî hukuk var idare hukukunu tanzim ediyor. Örfî sultanın koyduğu yasaktır. Sultanın koyduğu yasak şeriata aykırı olabilir. O zaman şeriat içerisinde sultana başkaldıran eleştirilenler eğer cezalandırılacaksa buna isim koydular, ‘siyaseten katl' dediler. Bunu o kadar geniş tuttular ki evlat ve kardeş katline kadar bu yaygınlaştırıldı ve bu devlete muazzam bir güç kazandırdı. Maalesef fıkıhta ta geliştirilen “ta’zir” yöneticiye büyük yetkiler tanımaktadır.Kitapta bunu mu kastederek; Ak Parti ve Gülen Hareketi gerilimi için kadim devletin ‘siyaseten katl' yüzünün bir göstergesidir diyorsunuz?Bugünkü olaylara baktığımızda bu bizim gelenekte devam ediyor. Eskiden olağanüstü hal veya sıkıyönetime, örfî idare derdik. Bugün de hukuk askıya alınmış durumda. Neden çünkü hükümet tarafı diyor ki devlet tehdit altında. Devleti, hükümeti tehdit eden bir örgüt çete var dolayısıyla normal hukukî yollarla buna karşı mücadele edilmez. Bunların beşerî kaynaklarını kurutana kadar mücadele edeceğiz. Bu tamı tamına ‘siyaseten katl’dir. Yoksa normal bir hukuk devletinde hükümeti eleştirmek mümkün bu bir hak ve görevdir. İfade özgürlüğü bunu gerektirir, yurttaşlar kendi hükümetlerinin icraatını eleştirirler. Muhalefet ederler, örgütlenirler, hükümeti değiştirmek isterler, bu onların en tabii haklarıdır. Ama nasıl yaparlar bunu hukuk dahilinde kalarak. Seçimle yapmaya çalışırlar. Cemaatin yaptığı bu mu?Cemaate bir türlü hukuken kanıtlanamayan bir dizi suç isnad edilmekte, yüzbinlerce insan töhmet altında tutulmaktadır. Cemaat aslında mağdur vaziyette. Cemaat kendini bu olayın içinde buldu. Dershaneler kapatılmak istendi, okulları kapatılmak isteniyor. Peki, şimdi herhangi bir grup bu kadar mal varlığına, kurumlarına karşı saldırı olduğunda ne yapar? İnsan ne yapar? Bağırır çağırır. Bundan daha doğal bir şey yok. Cemaat de bağırıyor, diyor ki sen benim okulumu kapatıyorsun. Siz seçimde AK Parti'nin yüksek oyunu yukarıda anlattığınız sebebe mi bağlıyorsunuz?Halkın kolektif hafızasına bakmak lazım. Aydınlarına da bakmak lazım. Bir cemaatin tümüne karşı devletin böyle bir operasyon yapması doğru değil aslında, ama değil midir ki devletin kendisi tehdit altına girdi o zaman bu yapılabilir. İşte bu siyaseten katildir. Ortada yolsuzluk iddiaları var. Ama devlet tehdit altına girdi, o zaman bunu erteleyelim bu önemli değil.Devlete yönelik tehdit nedir peki?Soyut, mücerret bir tehdittir. Ne olduğunu bilmiyoruz. Kim devleti tehdit ediyor? Biz de diyoruz ki; eğer devlete karşı bir tehdit varsa, hükümete bir komplo kuruluyorsa… Olabilir! O zaman hükümetin yapması gereken, kim bu işin içindeyse kim komplo kuruyorsa bunu ortaya çıkarması, yargıya teslim etmesi, yargının bunu soruşturması ve yargılaması ve cezasını vermesi lazım. Sizi kim dinliyorsa, yasa dışı dinleme yapıyorsa, kim yatak odalarınıza kadar girip kayıtlar yapmışsa, kim yurtdışındaki güçlerle işbirliği halindeyse, kim hükümeti yasa dışı şekilde devirmek istiyorsa ortaya çıkarın ve yargılayın. Cezasını verin. Ancak diyorsunuz böyle bir tehlike var, bu tehlike adına hizmet veya cemaat dediğimiz bir gruptan geliyor. O halde bu grubun tamamını cezalandıralım. Şimdi İslam değil bütün evrensel hukuk değerlerine aykırıdır. Bunu en baştan beri siz dile getiriyorsunuz, seçimde görüldü ki halk böyle düşünmüyor...Bu Osmanlı'dan gelen bir kültürdür. ‘Siyaseten katl'! Devlet her şeyin üstündedir. Devletin varlığı eğer tehdit altındaysa cemaatlerin varlığı feda edilir. Yolsuzluk iddialarına dair, herkes yiyordu. Bunlar hiç olmazsa dindar, çalışıyor diyerek oy verilmesini nasıl okuyorsunuz?Toplum kendi içinde yekpare değil. Ayırmak lazım. Ağırlıklı kısım, devlet tehdit altındaysa cemaat de feda edilebilir diye düşünüyor. Mecelle'nin 26. maddesinde umumun menfaati için özel şahısların grupların menfaati feda edilebilir. Diğer bir grup da şöyle düşünüyor; bu devletin ve siyasetin bizatihi kendisi kirlidir zaten. Bunun içine giren mutlaka bir şekilde kirlenir. O zaman şuna bakacağız; bunlar çalışıyorsa arada da yolsuzluk oluyorsa bunu tolere edebiliriz. Düşünün ki hiç çalışmıyor ama çalıyor! Hani bal tutan parmaklarını yalar. İlki kadar tehlikelidir bu. Bu iki mantıkta da devlettir temel alınan. Hâlbuki temel alınması gereken insandır. İnsan devletten çok daha değerli bir şeydir. Allah'ın isimleri insanda tecelli eder. Devlette tecelli etmez. Devlet tüzel kişiliktir, elle tutulmaz gözle görülmez bir şey. Nüfus dairesine gittiniz müdür size iyi davranıyorsa devlet odur. Kamu görevlileri yaptıkları iş karşılığında hem ücretlerini alıyorlarsa hem de yolsuzluk ve rüşvette alabiliyorlarsa ve bunu toplum hoş karşılıyorsa o toplumun ahlakî bakımdan tefessüh ettiğini gösteriyor. Burada devlet ayakta duramaz. Eğer insan toplum bozulduysa sadece toplum değil kâinat bozulur. Böylesi bir duruma İslam, nasıl bir çözüm sunuyor?Dine göre insan devletten çok daha değerlidir. Aslolan insandır. Her ne surette olursa olsun hukuk dışı, ahlak dışı, hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler mazur görülemez. Ancak biz şu parti, şu bakan, şu genel müdür hırsızdır da diyemeyiz. Ona da yetkimiz yok. Buna kim karar verecek mahkemeler karar vermek zorundadır. Eğer mahkeme yargılar ve hüküm verirse o zaman o suçlu olur. Ancak şimdi bu suçlananlar yargılanmıyor, o zaman herkes kafasına göre bunları suçlu ilan edebilirler. Bütün yazılarımda söylüyorum; ahlakî olan siyasî olandan çok daha önemlidir. Toplumda bu anlayış bozuldu, yok. Cemaatin şu anda yaşananlar karşısındaki duruşu ne oluyor? Tarihte benzeri var mı?Tarih boyunca sivil toplum, sivil ulema, tarikatlar ve cemaatler hep böyle bir duruş sergilemişlerdir. Cemaat bir sivil harekettir. Bir yapının sivil olmasını mümkün kılan üç kriter vardır; hükümet dışı olması, özerk ve gönüllü olması lazım. Hizmet Hareketi'ne bakınca hükümet dışıdır -ama devlet hükümet düşmanı değil-. Gönüllüdür ve özerktir. Ama devletle de bir ilişkisi vardır. Çocukları okuyor, memur oluyor. Çok doğal bir şeydir. İskenderpaşa'da da, Menzil'de de, Ensar Vakfı'nda da öyledir. Erenköy cemaatinde de... Hepsinin devlette kamuda görev yapan elemanları vardır. Bunda garipsenecek bir durum yoktur. Paralel değildirler yani…Hiçbirisi değildir. Garipsenecek olan şey cemaat üyesi bir müdürün kamu görevlisinin direktifini amirinden değil cemaat liderinden alması. Varsa öyle bir şey idare hukuk içinde sorgulanması cezalandırması gerekir. İkincisi devletin işleyişini kendi cemaati adına aksatacak faaliyetlerde bulunmasıdır. O zaman diyeceksiniz ki bu cemaatler devletin içinde yer almasın. Bence de cemaatlerin de devlet içinde yer almaları ve bu kadar sahiplenmeleri devleti doğru değil. Bu durumda şunu yapmak gerekir; önce devletin bütün cemaatler karşısında tarafsız olması gerekir. Birini cezalandırırken diğerlerini koruyorsa bu adaletsizliktir. Mesela şu anda Hizmet'e mensup kamu görevlileri tasfiye ediliyor, Erenköy cemaati ve Menzil cemaati dolduruluyor. Hizmet Hareketi'ne yapılanı ben şuna benzetiyorum,teşbihte hata olmasın. Kanuni'nin başta olduğunu düşünelim. Cemaat Şehzade Mustafa konumundadır şu anda. Tarihimizi tekrar ediyoruz biz. Burada yapılması gereken, devletin hukuk devleti olması.Cemaat alabileceği hasarı aldı, bundan daha büyük hasar almazSizce 17 Aralık büyük yolsuzluk operasyonunu Cemaat mi yaptı?Ben 17 Aralık'ın daha çok İran'daki Ruhani'nin seçimiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Ruhani seçildikten sonra İran köklü bir reform yaptı. Bu reformun ana tezi şuydu: İran kayıt dışından kayıt içine geçecek. Batı ile iyi ilişkiler kuracak ve tekrar uluslararası camiada kendini temsil edecek. Böyle olunca ambargo dolayısıyla kayıt dışı yollarla sattığı petrol ve doğalgazda önemli rol oynayan Babek Zencani ve Türkiye'deki bağlantıları açığa çıktı. Üstünün örtülmesi zaten mümkün değildi. Asıl patron tasfiye olunca onun elemanları da tasfiye olacaktı. Fakat görünen o ki hükümet yolsuzluk operasyonunu cemaati yıkmak için büyük bir argüman haline getirdi…Türkiye'nin iç ve dış politikasında 2011 yılında büyük bir kırılma meydana geldi. Türkiye bütün Ortadoğu'ya hakim olmak istediğini, yeni Osmanlı'yı kurmak istediğini beyan etti. Bu, Ortadoğu'daki 50 ülkeyi tedirgin etti, müttefiklerimiz NATO ve ABD'yi tedirgin etti. 2011 yılında başlamak üzere hükümette etkin olan bir klik, bütün hükümet üyeleri ve AK Parti değil, özellikle altını çiziyorum, küçük bir grup 2002 yılından bu yana bu partiyi iktidara getiren bütün koalisyonu dağıttı. Sadece biz hakim olacağız diğerlerini sistem dışına çıkaracağız. Mesela kimler?En başta hizmet. Şimdi dış politikada ve içerdeki bu kırılma ile NATO merkezli bir operasyon başladı, içeriden destekli. Uluslararası boyutu olan bir operasyondur, içeriden destekli. Buradan destek verenler dindar grupların devletten atılmasını sürülmesini istiyorlar. Derin devlettir, eski geleneksel devlettir bunlar. Ergenekon'la bunlar dışarı çıktılar ve hükümetle işbirliği yapıyorlar. Bu yapı içeride bu dindar grupların tamamını, AK Parti dahil olmak üzere tasfiye edelim derken kimden başlayalım diye düşündüler. Hizmet Hareketi'nde karar verdiler. Çünkü en büyük ve etkin gruptur. Diğerlerini ve AK Parti'yi tasfiye etmek çok daha kolay olacak diye düşündüler. Bu sayede TC, yeniden Osmanlı kurmak, Arapları kendi hakimiyeti altına almak fikrinden vazgeçecektir. Dolayısıyla bu NATO merkezlidir. Bu dinlemeler, tapeler Cemaat'in yapabileceği şeyler değil. Cemaat'i çok aşan maharetlerdir.Seçim sonuçlarına ve toplumda oluşan algıya göre bazıları ‘Cemaat yanlış yaptı' diyor.Hayır. İnsani olarak çok tepki gösterdi. Haklı olarak çok tepki gösterdi. Biraz daha düşük yoğunluklu bir tepki gösterebilirdi. Ama Cemaat kendini bu olayın içinde buldu. Yani istemedi. Şöyle düşünün bir havuz var ve katil bir timsah var içinde. Sizi atmışlar içine, siz o timsahla mücadele ediyorsunuz. Cemaat de kendi varlığını korumak için dershanelerini, içerde ve yurtdışındaki okulları korumak için bağırıyor. Tabii hükümetin aleyhinde bir tape yayınlandığında Cemaat buna sahip çıkıyor. Seçim dönemi geliyor ‘bu hükümet zayıflasın diye ne yapayım?' diyor MHP'ye, Saadet Partisi'ne, CHP'ye hatta BDP'ye oy vereyim diye çırpınıyor. Artık iş normal bir mecradan çıktı şu anda.Çırpınması fayda ediyor mu/etti mi?Cemaat benim kanaatime göre alabileceği hasarı aldı, bundan sonra daha büyük hasar meydana gelemez. Fakat bu Cemaat için de hayırlı oldu. Çünkü Cemaat bu sefer sosyal, toplumsal hayata dönme lüzumu hissetti. Çok fazla siyasetin içine girmişti bi zarure. Cemaate yönelik eleştirilerden biri de şöyle; “Fethullah Gülen Hocaefendi niye siyasete bu kadar müdahale etti?” Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?Bizim dinimizde siyaset ve din birbirinden ayrı değil. Bir hoca din adamı siyasetle ilgilenebilir, ticaretle ilgilenebilir. Bu çok doğal bir şeydir. Burada örnek alacağımız şahsiyet Efendimiz'dir. Hz. Peygamber siyasetle de ticaretle de ilgilenmiştir. Savaşla da ilgilenmiştir. Fakat bir yerleşik anlayış var; bir hoca var ve bu hoca siyasetle, ticaretle ilgilenmemeli o gece gündüz kapalı dört duvar arasında dua etmeli. Ruhban sınıfı gibi. Böyle bir şey yok bizim dinimizde. Fakat bu on sene içinde Cemaat, AK Parti'ye çok destek verdi. AK Parti'nin bu seviyeye gelmesinde en büyük amillerden biri de Cemaat. Ergenekon ve Balyoz darbe teşebbüslerini ortaya çıkardı, Tayyip Bey'e 11 suikast teşebbüs edildi, Cemaat'in elemanları onu korudu. Kapatılacaktı parti, kurtardı. 12 Eylül referandumunda canı gönülden destek verdi. 2011 seçimlerinde yüzde 50 oy aldı ve 2011’den sonra AK Parti’nin tepesinde inisiyatifi ele geçiren bir klik “artık Türkiye’yi biz yöneteceğiz, kimseyle paylaşmayacağız” deyip tasfiyeye Cemaat’ten başladılar. Varlığı ortadan kaldırmak isteniyor. Mesele sadece dershaneler olsa vazgeçtim sizin olsun derler ama öyle değil Cemaat'in bizatihi kendisini ortadan kaldırmaya niyetlendiler. Zorba yönetimlere verilen fetva Müslümanların siyasetin kurucu öznesi olmasını engelliyor Müslümanların modern zamanlarda tarihin ve siyasetin kurucu öznesi ol(a)masını engelleyen ‘dini sebepler' vardır diyorsunuz. Bu sebeplerin Kur'an ve sünnetin yorumları olduğunu vurguluyorsunuz. Nelerdir bunlar?Birincisi Sünni ekolün fitnenin olmaması ve anarşinin ortaya çıkmaması için zorba rejimlere fetva vermesi. En önemli sebep bu. Çünkü İslam'da siyasetin en önemli yegane gayesi adalettir. Eğer güvenlik öne geçerse, ilke adaletin önüne geçmiş olur. ikinci önemli sebep siyasetin din karşısında özerkleşmesidir; yani siyaset ve din birbirinden ayrı şeylerdir. Siyasette aslolan başarıdır. Bunu da Muaviye yerleştirdi bizim zihnimize. Başarmak için her yolu denemek gerekir. Bu yollar da söz, para ve güçtür. Yerine göre sözle ikna edeceksin, yerine göre para vereceksin, siyaseti finanse edeceksin, yerine göre güç kullanacaksın. Bu siyasetin kendini mutlaklaştırması anlamına gelir. Şöyle anlatabiliriz bunu; farz edelim ki iktisadın asıl gayesi çok kazanç elde etmektir. Zaten kapitalizmi, sınırsız sermaye biriktirme rejimi olarak tanımlarlar. Benim yegane hedefim çok para kazanmak olursa helalinden harama kanuna ahlaka riayet etmem. Çünkü hedefim bu. Halbuki İslamiyet'te havuç satarken bile yüz gramlık hile yaparsanız bu hem hukuk ihlalidir hem ahlak ihlalidir hem de dinen günahtır. Bakın burada siyaseti, dini, hukuku birbirinden ayırt edemiyoruz. Öyleyse aslolan adalet ise adaletten sapan her türlü doktrin eylem ve fiil ahlaksızlıktır ve hukuksuzluktur. Şimdi bu Sünni doktrinde yeterince ayırt edilmemiştir maalesef. Diğer önemli bir şey devletin kutsallaştırılması. Diyoruz ki devlet ebet müddettir. Ne demek yani! Varlık aleminde Allah'tan başka ebedi var mı? Bütün yeryüzü, bütün gökler, bütün galaksiler yok olacak da devlet ebet müddet olacak diyoruz bunun itikadî bakımdan bir problem vardır. Fakat Müslüman zihin diyor ki devlet kutsaldır. Devlet kendi varlığını korumak için hukuku çiğneyebilir. Bunu Müslüman zihin sorgulamıyor. Az önce bir dişçi arkadaşa uğradım orada da tertemiz Müslüman bir adam vardı, dedi ki hocam ne yapalım. Dedim ki; zalimlerin ve hırsızların yanında durma. Dedi ki; zalimlerin yanında durmam ama hırsıza bir şey diyemem, hırsıza göre değişir. Bu, toplumda Müslüman zihninin ahlakının çöktüğünün belirtisidir bu toplumdan hiçbir şey çıkmaz. O zihin diyor ki istikrar ehemdir, en önemli şey istikrardır. Hırsıza ceza vermek mühimdir. Mühimi erteleyebiliriz, ehem daha önemli, istikrar bozulmasın. Peki, istikrar bozulursa ne olur? İstikrar bozulursa borçlarımı ödeyemeyeceğim. Araba alamayacağım, bu refahı sürdürmeyeceğim. Bu iktidar Müslüman zihninde öyle bir tahribat yaptı ki sade hayat yaşayan Peygamber Efendimi'ze özenen, idealinde Peygamberimiz'in hayatı olan milyonlarca mümin kadını mümin erkeğin ruhunda tüketim tohumunu patlattı. Şimdi Hizmet Hareketi, tekrar topluma döner ve toplumu ahlakî ve sosyal bakımdan takviye ederse bütün bu yaşadıklarından güzel sonuçlar çıkarırsa ve diğer parti seçmenleriyle de yeniden iyi ilişkiler kurarsa bu süreçten kazançlı çıkacaktır.İslam demokrasisini tasarlayabilirsek Ortadoğu ve Batı için açılım olurİslam'da demokrasi mümkün müdür?Mümkündür diye düşünüyorum. Fakat liberal ve Batılı demokrasilerden farklı olmalı. Batılı demokrasilerin birkaç handikabı var. Halkın iradesini mutlaklaştırmasıdır. Demokrasiler, mutlakiyetçi idarelere karşı çıktılar ama o mutlak iradeyi tanrı ve kralın elinden alıp halka devrettiler. Halk kendisi mutlak bir irade sahibi olamaz. Çünkü mutlak olan Allah'tır. Halkın üzerinde Allah vardır. Halk zaten yaratılmış demektir. Eğer biz Müslüman olarak halkın iradesini mutlak olarak kabul edersek halk bir gün der ki başörtüsü yasaktır. O zaman yasaklanır. Bu, İslam toplumunun kabul edeceği bir demokrasi değildir. Genel çerçeve içerisinde kalarak halkın kendi yöneticisini seçmesini kabul edebilir. Benim birinci itirazım bu. İkinci itirazım; çoğunluk karşısında azınlığı nasıl koruyacağız? Azınlığı şöyle tarif ediyor sosyologlar; çoğunluğa göre bazı mahrumiyetlere katlanmak zorunda olan dinî etnik ve siyasî gruplardır. Eğer kararları çoğunluk veriyorsa şöyle diyebilir mesela; İstanbul Fatih ilçesinde referandum yapacağız ve yüzde 95 diyecek ki Suriyeli mülteci istemiyoruz . O zaman Suriyeli mültecileri Fatih'ten atma hakkı doğar mı bize? Batı'da bu haksızlığı önemek için hukukun üstünlüğünü ve azlık haklarını ayırmışlar. Uluslararası hukuk sözleşmelerini üst referans koymuşlar. Türkiye insan hakları beyannamesine aykırı anayasa yapamaz mesela. İslam'da ise Kur'an'a aykırı anayasa yapamaz. İnsanların çoğu dese ki biz hırsızlığa aldırmıyoruz hırsızlık meşru olur mu olmaz. Demek ki oylamanın üstünde bir şey var. Batı toplumları bu çoğulculuğu yapamıyor. Birden fazla partiyi kabul etmesi itibarıyla siyasal çoğulcudur fakat sosyo kültürel alanda çoğulcu değildir. İslam'da ise yüzde bir dahi olsa tek bir kişi bir Hıristiyan yaşıyorsa bile İslam devletinde, o yüzde 99 Müslümanlar onun dinine, inancına, örfüne, âdetine, yemeğine karışamaz. Böyle bir demokrasi tasarlayabilirsek hem Ortadoğu için hem de Batılı demokrasiler için açılım getirecek. Çünkü Batılı demokrasiler aynı zamanda kriz içindedirler. Daha başka faktörler var; mesela lobiler demokrasileri manipüle edebiliyorlar. Silah tüccarları, petrol şirketleri, Yahudi lobileri, medya demokrasiyi manipüle edebiliyor. Mükemmel bir rejim değildir. AK Parti, Ortadoğu'yu dönüştürebilirdi İslam ve demokrasi ne kadar birbiriyle uyuşur? İslam dünyası Batı dışında nasıl bir demokrasi üretebilir? İslam'ın dünya görüşüne uygun bir model üretilebilir mi?Bu soruya olumlu cevap verebilmemiz için İslam'ın çoğulcu bir siyasi rejim meydana getirip getirmeyeceğine bakmak lazım. Bütün dinler, mezhepler, cemaatler bir şemsiye altında toplanıp iktidarı paylaşabiliyorsa, özgürse, kendilerini ifade edebiliyorlarsa, görünür kılabiliyorlar ise İslam çoğulcu bir demokratik rejimi öngörüyor diyeceğiz. Farklı grupların görünür olması İslamcı yeni siyasetin en önemli ideallerinden veya tezlerinden biri olacaktır. AK Parti tecrübesinden biraz ümitliydik, zaman içerisinde çoğulcu bir demokrasiye doğru gidecek ve Ortadoğu için de muhafazakâr demokrasinden Müslüman demokrasi diye evrilecek ve Ortadoğu'yu da dönüştürecek diye beklerken 2011 yılında başlamak üzere tersine bir sürece girdi. Tekrar otoriterleşti, geleneksel devlet reflekslerini ortaya çıkardı.

Ne ara böyle gergin bir toplum olduk?

$
0
0
Kazandırdığı düşünülen gerginlik siyaseti, gündelik hayatın olağan akışına zarar verdiği gibi, politize ve gergin bir topluma sebep oluyor. Bu siyaset tarzı ölümleri bile politize edip, ayrıştırıyor.Gezi’den bu yana ülkenin de insanların da tansiyonu hiç düşmüyor. Gerginlik siyaseti ortamında, yıllardır gelmesi beklenen demokrasinin bütün sistemi bozuluyor. Bunun sonucunda çelişkilerle dolu verimsiz ve mutsuz bir toplum yapısı şekilleniyor. Sistemin bozulmasında şüphesiz siyasilerin de etkisi büyük. ‘Kutuplaştırma ve gerginlik siyaseti’ kısa vadede kârlı bir eylem gibi görünse de, uzun vadede onulması zor yaralar açıyor. Geçen hafta kaybolan ve bir süre sonra evinin yanındaki havuzda cansız bedeni bulunan Pamir’in ölümü şüphesiz çoğu insanı derinden etkiledi. Aslında o gün daha büyük bir trajedi, ciddi bir toplumsal travma yaşandığını da görmüş olduk. Pamir’in Alevi olduğunu söyleyenler, ailesi zengin olduğu için herkesin seferber olduğunu iddia edenler, dahası üçüncü köprüye yakın bir yerde oturduğu için, köprü ve cenaze bahanesiyle ikinci bir Gezi çıkacağını haykıranlara şahit olduk. Şaşkınlıkla okuduk yorumlarını, tepkilerini. Sosyal medyada küçük bir çocuğu bulmak için seferber olanlar kadar, küçük bir taş yerinden oynasa, ağacın dalı kımıldasa, bir yaprak bile düşse Başbakan’a karşı hamle olduğuna inanıp da kaos ve gerginlik çığırtkanlığı yapanları gördük.Henüz çok zaman geçmemişti Berkin ve Burak Can’ın ölümünün üzerinden. Aynı duyarsızlık hiç düşünmeden ve sorgulamadan o iki gencin cenazesinde de yaşandı. Berkin için “Alevi, DHKP-C’li, yüzünde maske var, annesi mezarına niye bilye attı” diye sorgulandı. Hatta “Burak Can bizim, Berkin Elvan sizin ölünüz” diyenler bile oldu. Anlaşılan mesele bir insanın ölümüne üzülmek, saygı duymak değil de, ölüyle olan ideolojik yakınlıkmış. Politize olmadan fikirleri ifade etmek mümkün mü? Gelinen noktada ölülerini bile ayrıştıran, ölüm üzerinden siyaset yapan, aslında ruhu ölü bedenlerden oluşan bir topluma mı dönüşüyoruz sorusu akılları kurcalıyor. Acaba bu ülke sadece evlatlarını değil, vicdanlarını da mı kaybediyor? Diyarbakır Dicle Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ayşegül Jale Saraç’ın başörtüsü takma kararını normal görmek yerine, “Paralel mi, değil mi?” diye sorgulanıyor. Sadece İngilizce tweet attığı için insanlar neden ‘vatan haini’ ilan ediliyor? Sanki yıllar önce yaşanan acılardan hiç ders almamış gibiyiz. Oysa daha dün ihtilallerin gerekçesi olarak gösterilen, binlerce masum sivilin katledildiği o günler hafızalarımızdan nasıl da silinmiş. İnsan sormadan edemiyor. Sahi Kurtuluş Savaşı kazanılırken de birileri çıkıp toplumu ayrıştırmış mıdır? Alevi, Sünni, Türk, Kürt diye sınıflara ayrılarak mı yedi düvele karşı duruldu? Bugünkü politize ve gergin toplum, kazandırdığı düşünülen gerginlik stratejisinin bir ürünü mü? Biz toplum olarak nasıl bu hale geldik? Bu gerginlikten uzak olmak için, siyasetten steril bir hayat mı sürmeli? Politize olmadan fikirleri ifade etmek mümkün mü? İşin ehilleri gerginliğin sebebini yorumladı ve merak ettiğimiz soruların cevabını verdi.Prof. Dr. Yılmaz EsmerSiyaset bir ölüm-kalım meselesi değilGerginliğin sebebi gerilmeye, kutuplaşmaya, çatışmaya çok müsait bir kültürün olması. Bugün toplumumuzun aşırı derecede kutuplaştığı, kamplaştığı ve aydınlar dâhil hemen herkes her gelişmeyi kendi kampının gözlükleriyle değerlendiriyor. Türkiye, ilk kez kamplaşmıyor. 1950’li yıllar ciddi bir CHP-DP kamplaşmasına tanık oldu. Bu kamplaşmanın, o dönemin insanlarının torunları üzerinde bile etkisi sürdü. Bugün hâlâ “Biz DP ya da CHP geleneğinden bir aileyiz” sözünü çok işitiriz. 1960’lı yılların ikinci yarısından 1980’e kadar ise bir sağ-sol kamplaşmasına ve hattâ silahlı çatışmasına tanık olduk. Unutmayalım, o dönemde, polis, öğretmenler, işçi sendikaları gibi pek çok grup, kendi içinde ‘sağcı’ veya ‘solcu’ örgütlere, meslek kuruluşlarına ayrılmıştı. Şimdi de AKP yanlıları ve karşıtları ciddi bir kutuplaşma içinde. Aşırılık konusunda ‘genlere işleyen’ bir durum söz konusu ise eğer, değişimin kolay olmadığını biliyoruz. Takım taraftarlığını, kulüp yöneticiliğini bile bir tür -hadi savaş demeyelim ama- şiddetli kavga ortamı olarak gören bir kültür bugün de yarın da kolay değişmez. Bir gecede yüksek toleranslı olmaz. Siyasetten tamamen uzak durmak doğru değil. Önemli olan, siyaseti bir ölüm-kalım meselesi olarak görmemek. İktidardan gitmenin de, iktidara gelmek kadar doğal bir şey olduğunu kabullenmek. Ve en önemlisi, siyaseti mutlaka ve mutlaka üzerinde uzlaşılan birtakım ortak değerler çerçevesinde değerlendirmek, icra etmek. Siyasi rekabet olacaktır, olmalıdır. Ama rekabet edenler arasında ortak değer (rekabetin üzerinde değerler) kalmazsa iş çığırından çıkar.Ahmet Selim (Yazar)Gerginlik bir oyun stratejisidirGerginlik hiçbir hayatiyet alanı için iyi bir şey değil. Sıhhat dengesini bozar. Tansiyon yükselmesi gibidir. Gerginlik siyasetinin ortamında demokrasinin solunum sistemi de bozulur, dolaşım sistemi de, sinir sistemi de. Bunların sonucu olarak, toplumun yapısı da çeşitli çelişkilerle ve verimsizlik tıkanmalarıyla mutsuzluk üretmeye başlar. Bu siyaset tarzı, ülkenin düşünce üretme imkânlarını güdükleştirir. Oturup da düşünce üretmek yorgunluğuna katlanmayı seçmek, abes yahut gülünç telakki edilmeye başlar. Gerginlik stratejisi, hataya sevk etme taktiklerinin çeşitli hileleriyle sahneye konulur. Bir oyun stratejisi tercihidir. Ve biz bu stratejiyi, genellikle çok kolay yutarız. Samimi insanlar tahriklere daha kolay kapılır, şayet bir itidal şuuru teminatı oluşturamamışsa. Demokrasi, özünde, gerginlik siyasetiyle hiç barışık değildir. Akıl dışı bulur onu. Dünyanın her yerindeki çeşitli demokrasi uygulamalarında, oyunlu taraflar da vardır. Fakat seçimlerden sonra herkes işine ve görevine bakar. Gerginliğe dayalı siyaset biçimi, sonuçları ve yansımaları açısından rasyonel olmadığı için, herkese zarar vereceği için, oralarda geçerlilik kazanamaz.Emel Yıldırım (Psikolog)Siyasetten uzak durmak da ona mahkûm olmak da yanlışBütün toplumsal alan ve kalabalıkların refleksleri politize olmuş durumda. Her şey vatan haini, işbirlikçi, dış mihraklar gibi soğuk savaş dönemi siyasal gözlüklerle okunuyor. Politizasyonu toplumun aktörleri, medya çevreleri, aydınlar ve siyasetçiler teşvik ediyor. Türkiye’de toplum kendini çeşitli tehditler altında hissederek politize oluyor. Kendini işgal, hainlik ve parçalanma korkusu altında hissedince, bunu politikleşerek aşmaya çalışıyor. Aşırılıklar kalabalıkların reflekslerinden çıkar. Kalabalıkların reflekslerinde akıl, ölçü, izan ve dengeye yer yok. Psikolojileri akıl dışıdır. Bir slogan, bir lider, bir kelime, bir ses onları rahatlıkla harekete geçirir. Millet, millet olmaktan çıkıp kalabalığa ve kitleselliğe dönüştüğünde ideallerini, akıllarını ve tahayyüllerini terk eder. Bunun yerine yıkmak, şiddet uygulamak, linç etmek, karşıtlıklarına yönelmek gibi tutumlara yönelir. Milletin liderleri, peygamberler ve büyük önderlerdir. Kalabalıkların liderleri ise kalabalıkların duygularını kullanarak siyasi hırslarına göre onları yönlendirenlerdir. Hitler ve Mussolini de birer kalabalık ve kitle lideriydi. Normal toplum, millet olandır. Rasyonel ilkelere, evrensel hakikate ve doğru bilgiye göre aktörleşen önderlerin, aydınların, bilim insanlarının ve kanaat önderlerinin sesine kulak vererek yol alandır. Normal toplum kutuplaşmalardan uzak, çatışmalara kilitlenmeyen ve gündelik hayatını farklılıklarla huzur içinde yaşar. Siyasallaşmayı her şeyine bulaştırmaz ve onu gerektiğinde kullanmaya yönelir. Farklı siyasal yaklaşımlarla beraber yaşar. Bunları vatan hainliği, dış mihraklar ve çeşitli ötekileştirmelerle yorumlamaz. Siyaseti merkeze alan bir nesil, hayatın diğer boyutlarını kaçırabilir. Yaşamadığı hayatlardan dolayı eksik kalır. Demokrasi ile varlığını sürdüren toplumlarda, nesiller siyasetle ilgilenirler. Ancak ideolojik ve siyasallaşmanın içine mahkûm olmaz. Siyasetten steril olmak ne kadar yanlış ise siyasete mahkûm olmak da aynı şekilde o kadar problemlidir.Uğur Kömeçoğlu (Sosyolog)Vicdanını kaybetmiş bir toplum değilizSapla samanı birbirine karıştırmamalıyız. Bu toplumun hiçbir kesimi küçük bir çocuğun ölümü üzerinden siyasi ya da toplumsal rant peşinde koşacak kadar ahlaksız değil. Pamir’le ilgili olarak sosyal medyada başlatılan provokatif bir süreç oldu. Birkaç aktör, toplumun bir kesimine sözlü saldırıda bulundu ve olay, yoğun bir acıyla iç içe olduğu için kar topu gibi büyüdü. Bu provokasyonu kimler başlattı açık değil. Karanlık muhaberat operasyonlarının yapıldığı bir dönemdeyiz, ölü çocuklar üzerinden toplumun gerçekten ayrıştığına inanmak tam da yapmak istedikleri kaos ve düzensizlik ortamına hizmet etmek olur. Bu oyuna gelmemeliyiz. Bu gerilim, büyük oranda sanaldır. Vicdanını kaybetmiş bir toplum olduğumuza bizi inandıramazlar.

Sultanahmet’in kileri: Kilari

$
0
0
Sultanahmet’te kocaman bir restoran. Ayasofya’nın hemen arkasında gizli kalmış bahçe sanki. Yemeklerde kullanılan bütün malzemeler doğal ve yöresel. Yoğurt, ayran, salça, turşu bile aşçılar tarafından yapılıyor.Turist değilseniz, İstanbul’a ilk defa gelmemişseniz, geçerken de uğramak gibi bir durumunuz yoksa büyük ihtimalle Sultanahmet, biriyle buluşup keyifle vakit geçireceğiniz mekân alternatifleri arasında yer almaz. Peki tarihî, kültürel ve dinî açıdan bir cazibe merkezi olan bu güzelim mekâna biz İstanbullular neden rağbet etmeyiz, neden işimiz düşmedikçe uğramaz, bir şeyler yemek ya da içmek istemeyiz?Kalabalık, keşmekeş, sıra sıra dizilmiş tıkış tıkış restoranlar, kafeler... Günün yorgunluğu atmanıza yardımcı olacak, huzurlu bir ortamda yemeğinizi yiyecek, bir yandan kitabınızı okurken öte yandan kahvenizi yudumlayacak ya da konuşurken sesiniz duyulsun diye bağırmak zorunda kalmayacağınız ferah işletmelerin olmayışı bunda en büyük etmendir sanırım. Tabii turistlere göre şekillendiğinden fiyatların ortalamanın üzerinde oluşu ve İslamî koşullara uygun, güvenilir mekân bulmanın güçlüğünü de unutmamak gerekir.Tam da bu sebepten biri size son derece geniş bir alana yayılmış (2 bin 400 metrekare) tarihî dokuya uygun, müşterilerin huzurla vakit geçireceği ferah, kaliteli, güvenilir hizmet veren ve makul fiyatlı bir mekânın varlığından bahsetse benim gibi şaşırırdınız. Doğrusu ben de bahçesine adım attığımda böylesi önemli bir lokasyonda bu kadar geniş, sakin bir alanın restoran olarak değerlendirilmesine izin verilmesi karşısında hayretimi gizleyemedim. Tarihî yarımadanın son yıllarda ne hale getirildiğini düşününce bu kadar büyük bir alan olsa olsa ya otel ya da otoparka dönüştürülür ihtimali kuvvetli geliyor insana.Çok değil, iki-üç hafta önce açıldı Kilari. İşletme müdürü Abdullah Erden, 15 yıldır sektörün içinde Konyalı, Çapa gruplarında yöneticilik yapmış tecrübeli biri. Önce isminden başlayayım. Kilari, kiler kelimesiyle aynı anlamı taşıyor. Günümüzde pek rastlamasak da eskiden evlerde küçük oda şeklinde veyahut yerin altında yiyecek içecek depolanan yerler bulunur ve bu oda ya da dolaplara kiler adı verilirdi. Mekâna hem kiler özelliği taşıdığından hem de turistlerin kulağına hoş gelsin diye kilari adı verilmiş.Dört bölümden oluşuyor. Restoran, kafe, yöresel ürünler dükkânı, lokum ve akide şekeri imalathanesiyle bir gıda kompleksi gibi. Mekânla ilgili öğrendiğimde beni heyecanlandıran iki şey oldu. İlki yemeklerde kullanılan tüm malzemelerin doğal ve yöresel olması. (Kesinlike dondurulmuş ya da paketli ürün kullanılmıyor.) Örneğin patates Nevşehir’den getiriliyor ve günlük olarak elde doğranıp kızartılıyor. Süt Tekirdağ, kekik Mardin, zeytinyağı Ayvalık, nar ekşişi ve domates Adana, portakal ve nar Antalya’dan... Ayrıca tüm malzemeler mevsiminde getirtiliyor. Mevsim dışı olanlar ise Kilari’nin ürünlerini temin ettiği her şehirde satın aldığı bahçe ya da tarladan sezonunda yöre kadınları tarafından toplanıp kurutularak gönderilenler. Bu durumun en güzel yanı ise yöre insanına ek gelir sağlaması. Ayrıca hepsi Kilari markası adı altında üretiliyor. Yemek hazırlıkları, yoğurt, ayran, peynir, salça ve hatta turşu bile Kilari’nin imalathanesinde görevli şefler tarafından yapılıyor ve mevsimi dışında kullanılacak ürünler buradaki kilerde saklanıyor. Şefler demişken hepsi yıllardır mutfak geçmişine sahip. Buna rağmen restoran açılmadan üç aylık bir eğitime tabi tutulmuş.En lezzetlisini bulmak için bir ton et harcanmışİkincisi ise et mevzuu. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki yediğimiz etin ne olduğu ve hatta et mi değil mi bunu bile sorgular hale geldik (Laboratuvar ortamında üretilen etleri göz önünde bulundurunca...)Abdullah Erden, etin Balıkesir’den karkas olarak geldiğini, kesilip dinlendirildikten ve gıda mühendislerinin hijyen denetiminden geçtikten sonra kullanıldığını belirtiyor. Peki ya İslamî koşullar ne derece gözetiliyor diyebilirsiniz. Erden de Sultanahmet’te alkolsüz ve ‘acaba’ demeden et yiyebileceği bir mekânın eksikliğinden rahatsız olmuş. Yönetim kadrosunun da bu konuya oldukça hassas yaklaştığını dile getiriyor. Bu açıdan müşterilerin, eti gönül rahatlığıyla yiyebileceğini ifade ediyor. Doğru et ve doğru lezzeti bulmak adına tam bir ton harcanmış. Kilari’de öyle geniş yelpazeli zengin bir menüyle karşılaşmıyorsunuz. Köfte, pide, döner... Hem Anadolu mutfağını en özgün haliyle tanıtmak hem de az alternatifle en iyi lezzeti sunabilmek adına böyle rafine bir menü tercih edilmiş.Kaşarlı köftesi ve kavurmalı pidesini şiddetle tavsiye ederim. Tatlı ya da baharatseverseniz bahçedeki yöresel ürünler dükkânına mutlaka uğrayın derim. Envai çeşit baharat, hiçbir kimyasal işleme maruz kalmamış bitki ve meyve çayları, dalından koparıldığı gibi kurutulan organik meyveler vs.Sarımsaklı pul biber, damla sakızı, kivili ve Antep fıstıklı reçel, safranlı, narlı, güllü, kahveli, susamlı lokum ise bana göre dükkânın en orijinal ürünleri. (Paketli tadı kaçmış kupkuru lokumlar görmeye alışkın olduğumuzdan tazesini görünce hiç aram olmamasına rağmen ikram edilenleri geri çevirmediğimi itiraf etmeliyim.) Lokum ve şeker yapımında kullanılan ürünlerin hepsi gerçek (nar, gül, safran vs). Üstelik anason ve şurup kesinlikle katılmıyor. Lokum ve şeker bahçede yer alan imalathanede müşterilerin gözü önünde görsel bir şov eşliğinde yapılıyor. Turistik yerlerde hem turist hem de yerliler tabiri caizse ‘kazıklanacağına’ emindir. Sırf bu önyargıyı kırmak adına fiyatları makul tutulmuş. Misafirperverliğimizi yaşatmak adına çay bile ücretsiz ikram ediliyor. Mutfağın, kadınların tabiriyle pırıl pırıl olduğunu söyleyerek bitirmiş olayım.

Ofis hayatının abc’si‘plaza dili edebiyatı’

$
0
0
‘Verileri process ettikten sonra müşterinin requestini submit edebilirsin.’ Bunun gibi yüzlerce cümle, plaza çalışanlarının dilinden düşmüyor. Türkçe-İngilizce karışımı bu dil o kadar yerleşmiş ki, eleştirenler bile kendilerini ‘Talebi confirm eder misin?’ derken bulabiliyor.Az sonra okuyacağınız text’te plazalarda, araya bolca İngilizce kelimeler sokuşturulmak suretiyle konuşulan ofis Türkçesi subject’ine point etmeye çalışacağız. Bir sosyal statü uğruna Türkçeden nasıl feragat edildiği konusunda farkındalık oluşturmak adına ‘ne yapabiliriz’e bakacağız. Text’i anlamak konusunda problem yaşarsanız bilmediğiniz kelimelere takılmayıp genel konteks’ten çıkarmayı deneyin. Yazıyı başarılı bulursanız tanıdıklarınıza forward edebilirsiniz. Yok beğenmezseniz delete edin! Yazının sonunda plaza dili ile ilgili hazırladığımız mini sözlüğü check edebilirsiniz. Keyifli okumalar!Yukarıdaki girişten hiçbir şey anlamadıysanız, üzgünüz ama söylemek zorundayız ki plazalarda, holdinglerde ve bilumum kurumsal şirketlerde çalışmakta zorlanabilirsiniz. Genel olarak konuyu çıkardıysanız hâlâ ümit var. Bir yıllık hazırlık sınıfının ardından arayı kapatıp iyi bir plaza dili edebiyatı öğrencisi olabilir, ‘her şeyi anladım’ diyorsanız hazırlığı atlayıp birinci sınıftan devam edebilirsiniz. Şaka bir yana, ‘beyaz yakalı’ diye tabir edilen plaza insanlarının hal-i pürmelali bu. Üstelik bu kişilerin sadece konuştukları dil değil, belli davranış kalıpları da oldukça kendilerine özgü. Nereden başlasak bilemiyoruz, sabah ofisten adımını içeri atar atmaz büyükçe bir kupada filtre kahvelerini yudumlamalarından mı bahsetsek, kadın çalışanların İsviçreli bilim adamlarının ‘günde en az 1 litre su’ tavsiyesine uyup yanlarında getirdikleri birbirinden harika tasarımlı su şişelerini doldurmalarından mı? Erkeklerin bilgisayar ekranından kafalarını kaldırmadan yüksek sesle yaptığı siyaset ya da futbola ilişkin yorumlar mı daha karakteristik, kadın çalışanların öğle aralarında sadece bakma niyetiyle gittikleri alışveriş merkezlerinden ellerinde poşetlerle dönmeleri mi? Dışarıdan bakılınca ‘milyar dolarlık iş bağlıyormuş’ gibi duran birilerinin aslında Facebook’ta çocukluk arkadaşının düğün fotoğraflarına bakıp beğendiğini nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Ofiste bitirilen yüzlerce film ve dizi mevzuuna ise hiç girmiyoruz bile. Hasılı, ofis ortamı ayrı bir cumhuriyet, vatandaşı olmak ise herkesin harcı değil. Buranın kendine özgü bir adabı var, en belirgin farklılık ise konuşulan dilde. Çalışanlar da bunun gayet farkında. ‘Bazen biz de kendimizi kaptırıyoruz’ diyen de var, plazalarda bu şekilde konuşmasının sebebini tamamen oraya ait olduğunu kanıtlama çabası olarak değerlendiren de.‘Kendimizle önce biz dalga geçiyoruz’36 yaşındaki Derya Saklı, uzun yıllar finans sektöründe çalışmış biri. Doğal olarak plaza ortamını gayet iyi biliyor. ‘Bu şekilde konuşmaya zamanla başlıyorsunuz’ diye giriş yapıyor konuya: “Plaza ortamında ilk zamanlar yadırgayıp saçma buluyorsunuz, hatta dalga geçiyorsunuz. Ama zamanla bulunduğunuz ortamda bu kelimeler o kadar doğal kullanılıyor ki, fark etmeden sizin için de normalleşiyor.”Bu durumun sebebinin biraz da İngilizce ve Türkçenin plazalarda aynı yoğunlukta kullanılması olduğunu söyleyen Saklı, “Yurtdışındaki bir ‘event’ (toplantı) için sürekli İngilizce yazıştıktan sonra konuyla ilgili yöneticinizle konuşacaksanız, beyninizde o anda ‘event’ kelimesinin Türkçe karşılığını aramıyorsunuz. Örneğin: ‘Viyana’daki event iptal oldu mu?’ gibi. Zaman zaman kendisinin de anlamadığı kelimeler oluyormuş Saklı’nın. Bu durumlarda karşısındakine açık açık soruyormuş. İnsanların bu jargona meylinin nedenine dair getirdiği yorumu Saklı’nın kedisinden dinleyelim: “Plazalar yapay ve plastik bir dünya sunuyor maalesef. Kendiliğinden gelişen ‘plaza dili’ de bunun bir parçası. Hepimiz burada birer köle olduğumuzun, aslında içinde bulunduğumuz dünyanın sanal güzellikler sunduğunun farkındayız. Kafası çalışan, eğitimli, sorgulayan insanlar plaza çalışanları. Dolayısıyla kullandığımız dil ile yine kendimiz dalga geçiyoruz en önce.”Özgür Yılmaz, medya-eğlence sektöründe çalışıyor ve 11 yıldır plaza ortamında. Genelde lisede ya da üniversitede İngilizce ağırlıklı eğitim alanların bu şekilde konuştuğunu söyleyen Yılmaz, plazaya geldiklerinde böyle konuşanlar olmakla birlikte ofis ortamında çalışmaya başladıktan sonra bu tarz konuşmaya başlayanların daha çok olduğunu ifade ediyor. Zaman zaman bu şekilde konuştuğunu o da itiraf ediyor: “Bazı kalıplar o kadar oturmuş ki, mecburen kullanıyorsun. Örneğin ‘assigne etmek’. ‘Abi sana x işi assigne ettim’ yerine ‘abi sana x işi atadım’ desem anlamazlar sanırım.”‘Olabilir’ yerine ‘could be’ diyen varYılmaz’ın gözlemlerinden biri de zaman zaman bu dili kullanmanın çok gereksiz ve zor olduğu durumlarda dahi insanların ısrarla kullanma çabası imiş. “Aslında çaba demek de haksızlık olabilir, alışkanlık diyelim.” diye düzelterek devam ediyor: “İlk işe başladığım günlerde bir arkadaşım ‘bu durumda cevabımız could be olacaktır’ şeklinde bir cümle kurdu. O zaman samimiyetimiz de yoktu. Yahu şuna ‘olabilir’ yazsana da diyemedim.”İngilizce bilenler kadar bilmeyenlerle de çalıştıklarını anlatan Yılmaz, konuyla ilgili bir anısını şöyle anlatıyor: “Bir toplantıda sorumlumuz konuşma yapıyor ve konuşmanın büyük çoğunluğu ‘plaza dili’. İngilizce bilmeyen bir arkadaşa baktım her anlatılanı gözlerini kısıp başıyla onaylıyor. Toplantıdan çıktık ‘oğlum neyi onaylıyordun?’ diye sorduk, gülerek. Cevabı ‘ya adam gözümün içine bakıyordu anlatırken, ben de kafamı salladım. Hiçbir şey anlamadım, iyi mi?’ oldu.”Yılmaz’ın ‘plaza dili’ ile kurulan cümleleri anlamadığı hiç olmamış ama kaçırdığı noktalar varmış tabii. İnsanların plazalarda bu şekilde konuşmasının sebebini ‘tamamen oraya ait olduğunu kanıtlama çabası’ olarak görüyor. “Bazı durumlarda mecburen böyle konuşanları” ayrı tuttuğunu belirtiyor. Bu şekilde konuşmaya çalışan çok kişi gördüğünü anlatan Yılmaz, “İngilizcesi çok çok iyi olmayan ve plaza dilini eleştiren birinin ‘hakim olduğu kelimeleri kullanabileceği an geldiğinde’ direkt İngilizceye döndüğünü gördüm.” diyor.30 yaşındaki Cengiz Aksu da dört yıldır bilişim sektöründe çalışıyor ve kendi tabiriyle ‘akıcı düzeyde plaza dili bilen’ biri. İş dünyasında konuşulan bu dilin daha profesyonel olduğuna dair bir yanılgı olduğunu söyleyen Aksu, bu konuşma tarzının iyiden iyiye bir jargon haline geldiğini belirtiyor. Günlük hayatında normal konuşan insanların çok hızlı bir şekilde plaza diline geçebildiğini anlatan Aksu, “Sabah birlikte kahve içerken Galatasaray-Fenerbahçe muhabbeti yapan adam iki dakika sonra “şunu yapıyor olalım mı, kendimizi hedge etmek durumundayız” gibi bir mail atıyor.” diyor.Suat Oğuz da 20 yıldır bilişim sektöründe çalışıyor. Bu sürenin çok uzun bir kısmı plazalarda geçmiş. Meramını plaza dili ile anlatmayı, ‘çocuklukta arkadaşlardan sokak argosu kapma’ya benzetiyor. ‘Aidiyet, seçkinlik, kabul görme vb. güdülerin yetişkinliğe taşınmış hali’ benzetmesi de ona ait. Oğuz, düzgün Türkçeden taviz vermeme konusunda olukça ısrarlı: “Bu şekilde konuşmam, konuşanla da canını ciddi sıkacak kadar dalga geçerim.” Bu şekilde konuşulmasının ‘bir seçkinler kulübü sanrısı’ndan kaynaklandığını ileri süren Oğuz, aslında sanıldığı kadar yaygın bir ‘plaza dili’ olmadığını bu eğilimin daha çok kişiler ve küçük gruplar arasında döndüğünü anlatıyor.Mini ‘plaza dili’ sözlüğüConfirm etmek:Onaylamak (Müşterinin talebini confirm ettiniz mi)Push etmek:Destek vermek (Raporlama konusunda Mustafa Bey’e push edelim)Check etmek:Kontrol etmek (Gönderdiğim dosyaları son bir check edelim mutlaka)Point etmek:İşaret etmek (Amerika’daki şirket özellikle bu konuya point ediyor)Handle etmek:Halletmek (Ahmet Bey handle ediyor o işi)Deadline:Bir işin son teslim tarihi (O işin deadline’ı pazartesiye uzatıldı)Meeting set etmek:Toplantı düzenlemek (O konuyu bir meeting set edip orada konuşalım)Forward etmek: İletmek
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live