Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Dünyanın en yüksek noktasına bisikletle çıktı

0
0
Dünyada Everest'e bisikletle tırmanan ilk kişi olma unvanı bir Türk'e ait: Muharrem Aydın Irmak. Şimdi yeni bir yolculuğa daha hazırlanıyor.Irmak, 13 Nisan'da dünyanın ikinci yüksek dağı olan İslamabad'daki K2'ye tırmanmak için bisikletiyle İstanbul Taksim'den yola çıkacak. İran ve Afganistan'dan geçip Pakistan'ın başkenti İslamabad'a ulaşacak.Muharrem Aydın Irmak'ı ilginç bir hayat hikayesi var. Everest'e siyasi sebeplerle çıkmış. 1980'li yıllarda Amerika'ya giden Irmak, orada finans eğitiminin yanı sıra felsefe, psikoloji, bilim ve endüstriyel tasarım üzerine de eğitim alımış. Eğitiminin ardından çeşitli işlerde çalışıyor sonra kendi işini kuruyor. Çok başarılı oluyor. İkinci işyerini de açıyor. Fakat 11 Eylül saldırısından dolayı işyerlerini kapatmak zorunda kalıyor. "Yeni bir bakış açısına ihtiyacım var." diyerek, Everest serüvenine başlıyor.1 Mayıs 2010 tarihinde New York'tan uçak ile Amsterdam'a giden Irmak, Hollanda, Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya, Estonya, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Doğu Türkistan, Çin, Vietnam, Kamboçya, Tayland, Malezya, Endonezya, Laos ve Tibet olmak üzere toplamda 34 bin kilometre pedal çevirerek Nepal'in başkenti Katmandu'ya 1946 İsviçre yapımı bisikletiyle ulaşıyor. Nepal'de Himalayalar'ı görüp etkilenen Irmak, kendine soruyor: "Bisikletle Everest'e çıkar mısın?" Ardından gerekli bütün bürokratik izinleri alarak 19 Mayıs günü 8 bin 848 metreye ilk denemesinde zirve yapıyor. Everest Dağı'ndan dönerken yaralılar gören Irmak, onlara insani yardım yaparken geçirdiği kaza sonucu dört parmağını kaybediyor. Parmaklarının kesilmesini bir kayıp olarak görmediğini ifade eden Irmak, "Bu benim Everest'e çıkışımın kanıtı." diyor.'Asla karamsarlığa düşmedim'Muammer Aydın Irmak, ardından bir yıl geçmeden 10 Mayıs 2013'te ikinci Everest zirvesini gerçekleştiriyor, Everest'e çıktığında yaşadığı duyguyu ise şu şekilde tarif ediyor: "Bu maça çıkmak gibi bir şey. Mücadele ediyorsunuz, maçı kazanıyorsunuz ve en sonunda kupayı kaldırıyorsunuz. Müthiş bir duygu." Irmak, yaşadığı Everest'e tırmanma tecrübesinden sonra yaşadıklarını şu şekilde ifade ediyor: "Her insan Everest'e çıkabilir, benim mesela Everest'e çıkacak gücüm, kapasitem varmış, bunu gördüm. Benim gibi birkaç çılgın çıkıp insanlara misal olmalı. Hiçbir zaman karamsarlığa düşmedim ki, karamsarlığı ancak siyasi bir fikrin altında olanlar hisseder." diyor. Bu hayat hikayesini "Tek Başına Zirve Bisikletle Everest'e" kitabında anlatan Irmak, satışından elde edilecek gelirle dağ köylerinde bisikleti olmayan çocukların rüyalarını gerçekleştireceğini söylüyor.

İyi gidiyoruz, bozmayalım

0
0
Sinema tarihinde yıldızı parlayan pek çok oyuncunun başarısının arkasında bazen tek bir yönetmen olabiliyor. Sebebi ise usta yönetmenlerin filmlerinde hep aynı oyuncularla çalışmayı tercih etmeleri. Sinema arşivinin sayfalarını biraz karıştırınca bu isimlerin kimler olduğunu çabucak buluyoruz. İşte yönetmenler ve onların kadrolu oyuncuları.Her yönetmen kendisiyle aynı dili konuşanlarla çalışmayı tercih eder. Aynı yapımcıyla, sanat yönetmeniyle, oyuncuyla... Leb demeden leblebinin anlaşılmasını ister. Çünkü, beraber koskoca bir masal sırtlamaktadırlar. Biri farklı düşünse masal yere düşüp tuz buz olabilir. Sinema dünyasına baktığımızda beraber yaşlanan pek çok oyuncu ve yönetmen görmemizin sebebi bu değil mi?Liste uzun mu uzun. Bir çırpıda dünya ve Türkiye sinemasından onlarca isim sıralamak mümkün; bu birliktelikle zirveye çıkan, sinemalarda kapı pencere kırdıran, ödüllere doyan yol arkadaşları… İlk akla gelen isim Tim Burton-Johnny Depp ikilisi. Tim Burton, fantastik filmleriyle seyirciyi sarıp sarmalayan bir yönetmen. Kimi zaman bir çocukla seyirciyi alıp çikolata dünyasına sokan, kimi zaman bir kapıyı aralayıp Alice’in fantastik dünyasına götüren bir hayalperest. Hayal kurarken başkarakteri her daim Johnny Depp’e veriyor Burton. İki sıra dışı isim bir araya gelince haliyle ortaya birbirinden ilginç filmler çıkıyor. Depp, göbekten Burton’a bağlı biri değil. İstediği zaman kaçıp Karayip Korsanları’na elebaşı oluyor, ya da kafasına bir kuş alıp Maskeli Süvari olarak savaşa gidiyor. Dünyanın en çok kazanan oyuncularından biri, paraya ihtiyacı olduğundan değil, tamamen farklı karakterlere bürünmeyi sevdiğinden yapıyor bunu. Burton’ın bir hikâye yazdığını duyar duymaz, o çağırmadan setteki yerini alıyor. Birkaç yıldır yolları ayrı ama bugün yarın ‘ikilinin yeni filmi geliyor’ haberi düşebilir sitelere.Bu alandaki rekorlardan biri şüphesiz Hollywood’un önemli western filmlerine imza atan ve toplam 21 filmde birlikte çalışan John Ford ile John Wayne ikilisinin elinde. Amerikan Film Enstitüsü tarafından 2007’de “Tüm zamanların en iyi 100 filmi” listesinde 12. ilan edilen “Çöl Aslanı” ikilinin en başarılı filmi olarak görülüyor.Japon sinemasının en ünlü yönetmeni olarak bilinen Akira Kurosawa’nın favori oyuncusu ise Toshiro Mifune. Kurosawa, samuray tiplemeleriyle uluslararası üne kavuşmasını sağladığı Mifune ile 16 filmde birlikte çalıştı. 7 Samuray (1954) ikiliyi başarılarının zirvesine çıkartırken, birçok yönetmene de ilham kaynağı oldu.Martin Scorsese’nin ilk gözde oyuncusu 8 filminde rol verdiği Robert De Niro. 1973 yılında Arka Sokaklar’ı çekerek çalışmaya başlayan ikili, Kızgın Boğa (1980) ve Sıkı Dostlar (1990) gibi filmlere imza attı. Scorsese, Casino’dan (1995) sonra yeni bir oyuncu arayışına girdi ve Titanic’le yıldızı parlayan Leonardo DiCaprio ile setlere indi. İlk çektikleri film, New York Çeteleri (2002). Birliktelik Göklerin Hâkimi, Köstebek ve Zindan Adası ile devam etti. Beraber çektikleri beşinci film Para Avcısı ile Oscar’da boy gösterdiler ama beklediklerini bulamadılar, ne yazık ki. Usta yönetmen Köstebek’le ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü eve götürdü ama DiCaprio hâlâ setle akademi arasında mekik dokuyor. Belki ödül alamayan bir oyuncunun hikâyesini filme çeker, o rolüyle ödül alır.Hikâyelerini 24 saatlik bir zaman dilimine sıkıştıran Amerikalı yönetmen Richard Linklater’ın favorisiyse 8 filminde rol verdiği Ethan Hawke. Gün Doğmadan (1995) ile birlikte çalışmaya başlayan Linklater ve Hawke’ın son filmi, yönetmenin 12 yıl boyunca belirli zaman aralıklarında çekimlerini tamamladığı 2014 yapımı Boyhood. Diğer filmleri ise Newton Kardeşler, Kaset, Hamburger Cumhuriyeti ve Gece Yarısından Önce. Bu listeye içinde Ocean’s serisinin de olduğu 6 filmde bir araya gelen Steven Soderbergh-George Clooney ikilisi; Yedi, Dövüş Kulübü ve Benjamin Button gibi kült filmlere imza atan David Fincher-Brad Pitt ekibi ve Kara Şövalye ile Prestij yapımlarıyla akıllarda kalan Christopher Nolan-Christian Bale birlikteliği ile dâhil edilebilir. Bizim sinemamızda da onlarca örnek var. İşte ilk akla gelen birkaçı...Yavuz Turgul-Şener Şen:Yavuz Turgul ile Şener Şen’in soy isimleri farklı olmasa kardeş sanırsınız. Ailece görüşüyorlar, birbirlerinden habersiz adım atmıyorlar. İkili, Turgul’un Fahriye Abla dışındaki bütün filmlerinde aynı setteydi. Muhsin Bey (1987) ile başlayan yol arkadaşlıkları 6 filmdir devam ediyor. Hatırlarsanız en son Av Mevsimi’nde karşımıza çıkmışlardı. Yönetmen-oyuncu birlikteliğinin Türkiye’deki en başarılı örneği onlarınki. Eşkıya ve Gönül Yarası yapımlarının Oscar’a aday adayı olması bir tesadüf olabilir mi?Onur Ünlü-Tansu Biçer:Onur Ünlü kafası diye bir deyim oluştu artık. Hayata farklı bir yönden bakan, algılayan, absürt, mizahı bol bir kafa… Aynı kafadan arkadaşlarıyla bir çete de kurdu! Üyeleri: Tansu Biçer, Ali Atay, Serkan Kesin… Ünlü, filmlerinde de çete üyelerinden bir hayli sorumluluk yüklüyor. Şimdilerde şehirli bir imamın hikayesini perdeye aktaran yönetmenin en çok rol verdiği oyuncu ise Tansu Biçer. Çocuk, Güneşin Oğlu, Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi, Beş Şehir ve Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde beraberlerdi.Yılmaz Erdoğan-Tolga Çevik ve Demet Akbağ: Yılmaz Erdoğan, Vizontele’yle sinema dünyasına hızlı bir giriş yapan, Kelebeğin Rüyası’yla Oscar’ın kapısını çalan bir yönetmenimiz. Bugünlere gelmesinde omuz omuza verdiği arkadaşlarının payı büyük. Necati Akpınar ile kurduğu BKM’yi Arzu Film ekolüne dönüştürmeye çalışan Erdoğan’ın en çok (3 film) çalıştığı oyuncular: Tolga Çevik, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Cezmi Baskın ve Erdal Tosun. Oyuncuların bir kısmı BKM’nin ilk göz ağrısı Bana Bir Şeyhler Oluyor, Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü gibi oyunlarda da rol alan isimler.Cem Yılmaz-Ozan Güven ve Özkan Uğur:Cem Yılmaz ile başlayan bir cümleyi noktalamadan akla gelen isimler var: Ozan Güven, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Mazhar Alanson. Yahşi Batı, A.R.O.G, Hokkabaz ve G.O.R.A filmleriyle gişede geniş kitlelere ulaşan usta komedyen, senaryosunu ve yönetmenliğini üstlendiği filmlerinde onlar olmadan sete çıkmıyor. Bu yaz yeni filmi Pek Yakında ile yeniden aynı isimlerle çalışacak. Pek Yakında dedi, bekliyoruz. Çağan Irmak-Çetin Tekindor, Hümeyra ve Şerif Sezer:Çağan Irmak deyince bir çırpıda sayacağımız isimler: Hümeyra, Çetin Tekindor, Şerif Sezer. Babam ve Oğlum, Dedemin İnsanları, Ulak’ta aralarındaki samimiyeti görmek mümkün.Semih Kaplanoğlu-Tülin Özen: Kaplanoğ-lu’nun favori oyuncusu 4 filminde birlikte çalıştığı Tülin Özen. Bal, Yumurta ve Süt üçlemesinde oynayan Özen, ayrıca Meleğin Düşüşü filmindeki performansıyla da Altın Portakal’da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kazanmıştı.Zeki Demirkubuz-Serdar Orçin:Orçin başarılı yönetmenin çektiği Üçüncü Sayfa, Yazgı, Bekleme Odası ve Kıskanmak filmlerinde rol alarak Demirkubuz’un gözde oyuncularından olduğunu ispatladı.Ertem Eğilmez:Yeşilçam’ın aile filmi gemilerinde dümende çoğunlukla Ertem Eğilmez vardı. Gemide de kimler, kimler: Münir Özkul, Adile Naşit, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, İlyas Salman, Şener Şen, Ayşen Gruda… Beraber aynı evde buluşur, yemekler yer, filmle beraber sabahlarlardı. O aile ortamı, perdedeki aile ortamı.Halit Refiğ-Cüneyt Arkın:Cüneyt Arkın, Halit Refiğ’in teklifiyle kamera karşısına geçen bir oyuncu. Bilindiği gibi kendisi doktor, düzgün fiziği ve sinemaya yakışan bir yüzü olduğu için ön plana çıkanlardan. Eğitim almadan, kamera karşısında oynaya oynaya zirveye çıktı. Refiğ ile Arkın’ın birliktelikleri de dillere destan. Gurbet Kuşları’nda da beraber çalıştılar, Çöl Kartalı’nda da. 10 film daha sayabiliriz. Refiğ, Arkın için “Cüneyt Arkın benim için değeri ancak John Wayne, Toshiro Mifune ve Alain Delon ile kıyaslanabilecek bir sinema oyuncusudur.” diyor.Nuri Bilge Ceylan: Ceylan genellikle yapımlarında önceliği ailesinden olan insanlara tanıyor. Fatma Ceylan 5 filmde seyirci karşısına çıktı, Emin Ceylan 4, geçirdiği trafik kazası sonucu 28 yaşında hayatını kaybeden yeğeni Mehmet Emin Toprak ise üç filmde. Bilindiği gibi Ceylan, son dönemde amatör oyunculardan ziyade sektörde rüşdünü ispatlamış oyuncularla çalışıyor.

Çanakkale’de tarihi solurken

0
0
Çanakkale’den Eceabat’a feribotla geçerken göze ilk çarpan, Gelibolu Yarımadası’nda “Dur yolcu bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir.” yazısı oluyor.Boğaz’dan geçen gemileri selamlayan bu mısralar, 95 yıl önce kazanılan zaferin ne kadar önemli olduğunun, bu topraklara basarken bir kez daha düşünmek gerektiğinin en açık ifadesi. Tarih derslerinden öğrendiğimiz Conkbayırı, Anafartalar, 57. Alay, Ertuğrul Koyu hayal olmaktan çıkıp gerçeklik kazanıyor. Kurumuş otların arasında gezerken neredeyse top sesleri ile irkiliyor, omuz omuza mücadelenin verildiği Conkbayırı’ndaki siperlerde yürürken üzerinizden geçen mermilerin sesini duyuyorsunuz. Anzak Koyu’nda Türk’ün ne demek olduğunu bilmeyen James Taylor’un 1915’te ailesine “Sevgili ve bir zamanlar mutlu ailem. Gelibolu cehenneminden hepinize merhaba.” dizeleriyle başlayan mektubu ve mezarı karşılıyor sizi. Ertuğrul Koyu’na hâkim tepeden aşağı doğru baktığınızda İngiliz ve Fransız donanmalarının sabahın erken saatlerinde yaptıkları çıkarmanın sesi dalgalar ile birlikte kulağınıza geliyor. Rüzgâr Anadolu’nun dört bir yanından, Bağdat’tan, Halep’ten, Şam’dan gelen kahraman Türk askerlerinin “Allah Allah” nidalarını kulağınıza fısıldıyor. Şehitler Abidesi’ne ulaştığınızda gökyüzüne yükselen yüzlerce mezar taşı sema ile yeryüzünü birleştiriyor. Ağızlardan Fatiha ile birlikte Mehmet Âkif Ersoy’un “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker/ Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer/ Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i/ Bedr’in aslanları, ancak bu kadar şanlı idi.” dizeleri dökülüveriyor.

Hepimiz Hamletiz

0
0
İki, üç değil tam beş farklı tiyatro William Shakespeare’in unutulmaz eseri Hamlet’i sahneye taşıyor. Kimi tek başına bütün karakterleri canlandırıyor, kimi sahneye çıkardığı tabutların içinde, kimi kuklalarla oynuyor. Her birinin seyir keyfi başka.Shakespeare usta, bu yıl 450 yaşına bastı. Bu vesileyle dünyanın birçok yerinde adına söyleşiler, paneller düzenleniyor, oyunları tekrar tekrar sahneye taşınıyor. Türkiye’de de bu şenlik havasını görmek mümkün. Farklı oyunlar seyirciyle buluşuyor. Ön plana çıkan oyun ise Hamlet. Üç farklı tiyatro tarafından oynanıyor, ikisi de hazırlık aşamasında. Adettendir ilk önce hikâyeyi hatırlayalım: Wittenberg’de eğitimini sürdüren prens Hamlet, Danimarka kralı babasının ölümünden sonra ülkesine geri döner. Ancak işin içinde bir iş vardır. Annesi Gertrude’nin amcası Cladudios ile ivedilikle yaptığı evliliğe anlam veremeyen Hamlet, babasının hayaletini gördükten sonra işin perde arkasını araştırmaya başlar. Ve aşk, intikam, hırs vb. dolu trajik olaylar gelişir.İstanbul Devlet Tiyatrosu, bu hikâyeyi Işıl Kasapoğlu’nun rejisiyle sahneye taşıyor. Dışı kırmızı kadife kaplı, içi siyah devasa bir yüzük kutusunun açılmasıyla başlıyor tek kişilik oyun. Bülent Emin Yarar tam ortasında otururken o meşhur ‘olmak ya da olmamak işte bütün mesela bu’ tiradını atıyor, meddah edasıyla hikâyeyi anlatıyor. Kuklaları amca ve annesi gibi konuşturuyor, eline kuru kafa alıp mezarcı, burnuna kırmızı sünger takıp palyaço, cebinden çıkardığı beyaz mendili dikerken Ophelia oluyor. İki müzisyenin canlı müziklerle yol arkadaşlığı ettiği oyunda yer metaforları ön planda. Sahnenin sağında ve solundan aşağıya sarkıtılan kırmızı ve mavi kumaşlar kişiliğe (Ophelia ve babası) büründürülüyor. Hamlet onlarla konuşuyor, dertleşiyor, günahı sevabıyla mezara defnediyor. Herkesi sarıp sarmalayan evrensel bir hikâyeden ziyade kişisel bir hikâye izliyoruz Kasapoğlu rejisinde. Gerçeğin perdesini aralamaya vesile olan Hamlet’in zekâsına yer vermeyen bir oyun. Mağdur, mizahı göz ardı edilmiş, eleştirmen Hüseyin Sorgun’un deyimiyle ağlayan bir çocuğun hikâyesi. Yüzük kutusunun içinde bir mücevher gibi parlayan Bülent Emin Yarar’ın oyunculuk şöleni. Tek perdelik oyun, bir buçuk saat sürüyor. Trajedi, mizah iç içe Yıllarca Oyun Atölyesi’nde oyunlar sahneye koyan Kemal Aydoğan ile Haluk Bilginer ikilisi geçtiğimiz yıl yollarını ayırdı. Ne yalan söyleyelim, bu ayrılığa sevinenlerin sayısı üzülenlerden daha fazla. Çünkü Kadıköy yeni bir tiyatro mekânına daha kavuştu. Aydoğan’ın tiyatronun kemik oyuncuları Onur Ünsal, Timur Acar, Fırat Tanış ile beraber açtıkları Moda Sahnesi’nin ilk oyunlarından biri Hamlet. Aydoğan’ın yönettiği oyunda şöyle bir yorum izliyoruz: Sahneye dikilen yedi tabutun içinde oturan yedi oyuncu bütün karakterleri oynuyor. Oyun boyunca sahnedeler. Tabutun içerisindeyken kulistelermiş gibi pasif konuma geçiyorlar, dışarıya adım attıklarında hikâyenin parçası oluyorlar. Değişim, dönüşümler bu şekilde yaşanıyor. Seyircilerin arasına inen, minik kostüm ve aksesuar değişikliğiyle rollerini değiştiren oyuncular (dönem oyunlarında olduğu gibi bazı kadın rollerini erkekler oynuyor), Shakespeare’yen bir oyunculuk, ağdalı bir dil kullanılmıyor. Her şey gündelik hayat boyutunda. Sahne canlı, dinamik. Klasik tragedya formundan ziyade modern bir anlayışla sahneye taşınan oyun mizahıyla dikkat çekiyor. Ön plana çıkan oyuncu Hamlet’i oynayan Onur Ünsal. Yer yer trajediye gereksiz mizah sızsa da, sahnede ki buluşlara hak ettiği değer verilmese de sezonun iyi oyunlarından biri.Tiyatro festivalinde iki farklı yorum Yaşlanmayan Hamlet, Ahşap Çerçeve Kukla Tiyatrosu’nun grotesk yorumuyla yetişkinler için sahnede. Annesi ile Hamlet arasındaki gerilimli ilişkinin temel alındığı yorumda, iyi ile kötü arasındaki sınırın nerede olduğu sorgulatılıyor. İpli kukladan sopalı kuklaya, el kuklasından gölge kuklacılığına kadar birçok farklı kukla tekniği kullanılıyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından bu yıl 19. kez düzenlenen tiyatro festivalinde Shakespeare’e özel bir bölüm ayrıldı. Kral Lear da var listede, Romeo ve Juliet de. Programda iki de Hamlet var: Çiğdem Selışık Onat ve Hayati Çitaklar’ın uyarladığı Derme Çatma Hamlet’te sosyal kimlikleri meçhul birkaç kişinin, dağılmış halde buldukları Hamlet oyununu birleştirmeleri anlatılıyor. Diğer oyun İstanbul Devlet Tiyatrosu’ndan Ayşe Emel Mesçi’nin Hamlet Makinesi yorumu. Heiner Müller’in Shakespeare’in oyunundan mülhem kaleme aldığı oyun, taşlaşmış tarih anlayışından diktatörlerin yıkımına, kadınlara uygulanan baskı ve şiddetten, devrimlere kadar pek çok temaya değiniyor; seyircinin önyargılarını salonun girişine bırakarak farklı bir tiyatro seyrettiğini fark etmesini talep ediyor.

Bir ‘talimatokrasi’ ülkesi Türkiye

0
0
Gün geçmiyor ki bir talimat haberi ile daha karşılaşmayalım. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan duymaya alışık olduğumuz, ‘talimat verdim’ fiili meğer geçen yıldan bu yana hayatımızın önemli bir parçası olmuş.‘Her şeyi devletten bekleme vatandaş, biraz da kendin çalış.’ diyen zihniyet, ülkeyi talimatlara boğmuş da haberimiz yok. Hal böyle olunca, vatandaş nefes almadan önce bile talimat bekler hale gelmiş. Vatandaşın parkı ne zaman gezeceğine, kimin kaç çocuk yapacağına, hangi klavyeyi kullanacağına, ağaç dikilip dikilmeyeceğine varıncaya kadar bir yığın talimat. Bir de verilen bu talimatları yerine getirmek için adeta yarışan, cümlelerine ‘Başbakan’ın talimatıyla’ diye başlayan bakanlar, valiler, müdürler... Arama motoruna ‘talimat’ yazın, sayısız ‘talimat verdim’ ve ‘Başbakan’ın talimatıyla’ haberleri çıkıyor.Özellikle 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonundan sonra internete düşen, Başbakan’a ait olduğu iddia edilen ses kayıtlarında verilen talimatlar Türkiye’nin tam bir ‘talimatokrasi’ ülkesine dönüştüğünü gösteriyor. Medyada çıkan habere, sunucuya, program konuğuna açıktan yapılan müdahale, ihaleye karışma, bir futbol kulübü başkanını belirleme, savcıları, polisleri görevden alma, hangi davaya hangi savcının, hâkimin bakacağını belirleme, davanın seyrini etkileme, MİT siparişiyle kanun yapmaya varıncaya kadar uzun bir talimatname listesi karşımıza çıkıyor. İşte ülkeyi talimatokrasiye çeviren talimatlar… Parkı da mı gezmiyah? (23 Haziran 2013) Taksim Gezi Parkı günler süren eylemlerin ardından Başbakan’ın talimatıyla boşaltılıp, temizlenir. Başbakan’ın talimatıyla açılıp, kapanan, temizlenen Gezi Parkı için vatandaş ‘Parkı da mı gezmiyah?’ derken yine bir talimatla parkın gezilebileceğini bizatihi Başbakan açıkladı: “Şimdi Gezi Parkı’nı benim vatandaşlarımın hepsi gezecek.” ‘Polise talimatı ben verdim’ (24 Haziran 2013) Gezi’nin dağıtılması emrini kimin verdiği günlerce konuşuldu. Başbakan günler sonra açıklama yaptı: “İçişleri Bakanıma ‘24 saat içerisinde Atatürk Kültür Merkezi’ni temizleyeceksiniz’ dedim. ‘Meydanı ve anıtı temizleyeceksiniz arkasından da Gezi Parkı’nı temizleyeceksiniz’ dedim. Diyorlar ki ‘Polise talimatı kim verdi?’ Ben verdim. İşgal kuvvetlerini izleyecektik. Dünya zil takıp oynasın diye bunu mu seyredecektik?” ‘Savarona ile ilgileniyoruz’ (10 Eylül 2013) Ülkede talimatsız neredeyse kimse birbirine selam bile vermezken, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik de 1989 yılında 49 yıllığına işadamı Kahraman Sadıkoğlu’na kiralanan Atatürk’ün yatı Savarona’yla Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla ilgilendiklerini belirtti. “Sayın Başbakanımızın talimatıyla Savarona gemisiyle ilgileniyoruz. Onun tarihimizde önemli bir yeri var. Süreç devam ediyor. Olgunlaşınca paylaşacağız.” dedi. Kızlı erkekli evler (4 Kasım 2013) “Denizli ilinde şahit olduk. Yurtların yetersizliği beraberinde çeşitli sıkıntılar doğuruyor. Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters. Vali beye bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak.” Başbakan talimatı verdi, valiler ‘kızlı-erkekli ev’ yarışına girdi (5 Kasım 2013) Başbakan’ın denetim valiler tarafından yapılacak dediği kızlı erkekli evler için valiler denetim yarışına girdi. Başbakan’ın sözlerinin hemen ardından Adana Valisi Hüseyin Avni Coş bir açıklama yapmış ve “Başbakan’ımızın sözleri talimattır, gereken yapılacak.” demişti. Ancak Afyonkarahisar Valiliği daha önce davrandı ve gece saatlerinde üniversite öğrencilerinin sıklıkla gittiği kafelere baskın yaparak GBT kontrolü ve adres tespiti ile beraber kalıp kalmadıklarını öğrendi. Angry Birds’ü değil, Başbakan’ı kızdırmayın (6 Kasım 2013) Başbakan, Helsinki temasları kapsamında, Angry Birds’ü geliştiren Rovio Şirketi ziyareti dönüşünde kısa bir açıklama yaptı: “Firma ile Fatih projesi, akıllı tahta ve eğlenerek öğrenme konularında ortak çalışma yapılabilmesi için talimat vereceğim. Döner dönmez arkadaşlarımızla çalışmayı yapıp, burayla irtibata geçmeyi arzu ediyoruz.” Milli ağaçlandırma seferberliği (14 Kasım 2013) Gezi olayları ile başlayan, Ankara’da ODTÜ yolu yapımındaki ağaçların kesilmesi ile tavan yapan eylemlerin ardından hükümet harekete geçti. Başbakan’ın talimatı ile harekete geçen bakanlık üniversitelerde ağaçlandırma çalışması için “milli ağaçlandırma seferberliği” projesine imza attı. 3 çocuk değil miydi o ya? (16 Kasım 2013) Başbakan’ın katıldığı nikâh törenlerinden alınan mesaj hepimizin malumu: ‘Üç çocuk’. Üç çocuk talimatını ciddiye alıp, uygulayanlar mevcut. Ama Başbakan en son katıldığı Diyarbakır’da toplu nikâh töreninde vatandaşa ters köşe yaptı. “Bir olur garip olur, iki olur rakip olur, üç olur dengi, dört olur bereket olur, gerisi Allah kerim. Demek ki en az dört çocuk.” “Dershanelerle ilgili Başbakan talimat verdi” (18 Kasım 2013) Dershaneleri kapatma mevzuu bakın ilk kimin aklına gelmiş. Bülent Arınç’ın “Bakanımızın önerisi üzerine Başbakanımız dershanelerle ilgili talimat verdi.” sözleri yine herkesten evvel her şeyi düşünme yeteneğine sahip Başbakan’ın fikri olduğunu gösteriyor. F klavye mi yoksa Q mu derken, ülke adına karar verildi (10 Aralık 2013) Millet ‘F klavye mi Q mu daha iyi?’ diye düşünürken, Başbakan vatandaş adına karar vererek, milleti büyük bir ikilemden de kurtarmış oldu! Erdoğan yayımladığı genelge ile kamu kurum ve kuruluşlarında F klavye kullanılması talimatını verdi. Kamu kurum ve kuruluşlarında 2017 yılı sonuna kadar F klavyeye dönüştürülmesi ‘F klavye’ konulu genelgeyle Resmî Gazete’de yayımlandı. TAPE TALİMATLARI “Talimatı Başbakan verdi” (28 Aralık 2013) Büyük rüşvet ve yolsuzluk davası nedeniyle görevinden istifa eden Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, kendisine talimatı verenin Başbakan olduğunu söyleyip “Başbakan öbür dünyada yakana yapışacağım yakana.” dedi. Başbakan’dan büyükelçilere ‘karalama’ talimatı (15 0cak 2014) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türk büyükelçilerinden ‘emniyet ve yargı içine sızdığını iddia ettiği örgütü’ yurtdışındaki muhataplarına anlatma talimatı verdi. “Biz zaten çeşitli vasıtalarla bu bilgilendirmeleri yapacağız. Ancak asıl yük, asıl sorumluluk hiç kuşkusuz tek tek büyükelçilerin omuzlarındadır.” ALO Fatih talimatları (6 Şubat 2014) Başbakan Erdoğan ve Habertürk eski Yönetim Kurulu Üyesi Fatih Saraç arasında geçtiği iddia edilen telefon kayıtlarına göre, Erdoğan medyayı rahatça kontrol etmek için Habertürk’e yerleştirdiği Saraç aracılığıyla meğer bir ALO Fatih hattı kurmuş. Ses kayıtlarından anlaşılan talimatlar ise şöyle: “Bahçeli’nin grup toplantısını yayınlamayın. Gazetede yayınlanacak ankette MHP’nin 2 puanını alın BDP’ye ekleyin. Mustafa Sarıgül haberlerine Habertürk’te yer vermeyin. Sağlık sistemini eleştiren haberi yapanları kovun. Show TV’de program yapan Saba Tümer ve Yaşar Nuri Öztürk’ün işine son verin.” Mit Kanunu’nun talimatı Başbakan’dan (21 Şubat 2014) Başbakan, MİT belgelerini yayınlayana 9 yıl ceza verileceği, MİT’in tek hâkimin onayı ile istediği kişiyi dinleyebileceği, MİT’in fişleme belgelerini yargıya bile vermeyeceği gibi 15 maddelik kanun teklifi talimatını verdi. Demokrasi ve insan haklarından uzak bu kanun maddeleri AK Parti grubunda 2 maddeye düşürülmesine rağmen, MİT maddeleri yeterli bulmayıp diretince Başbakan’ın talimatıyla 15 maddelik MİT Kanunu teklifi gündeme geldi. Sıfırla talimatı (24 Şubat 2014) Başbakan ile Bilal Erdoğan’a ait olduğu iddia edilen kayıtta, başbakan oğlunu arayıp, evdeki paraların tamamen sıfırlanması, ellerindeki tüm parayı çıkarmaları ve paranın çok fazla yer kapladığı için taşınması dikkat çekmesin diye akşam hava karardıktan sonra evden çıkarılmasının daha iyi olacağı talimatını veriyor. Sıfırlanamayan 30 milyon Euro ile Çamlıca’da bulunan Şehrizar Konakları’ndan gayrimenkul alınması kararlaştırılıyor. Sadullah Ergin’e ‘savcı’ talimatı (3 Mart 2014) Başbakan Erdoğan ile dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin arasında geçtiği öne sürülen iki ses kaydında Aydın Doğan’ın SPK davasıyla ilgili mahkûmiyet kararını hızlandırma talimatı veriyor. Konuyla ilgili ikinci ses kaydında ise Başbakan Ergin’e davanın gideceği Yargıtay Ceza Kurulu’ndaki üyelerin yakın takibe alınması talimatını veriyor. Fenerbahçe talimatı (4 Mart 2014) Fenerbahçe kongresi öncesi Başbakan oğlu Bilal’e Mehmet Ali Aydınlar’ın desteklenmesi gerektiğine dair talimat veriyor. Fenerbahçe başkan adayının neler söylemesi ve yönetime kimlerin gerektiğini anlatıyor. Bilal hadiseyi bir türlü kavrayamıyor, babası sinirleniyor, “Bilal anlamıyorsun yavv” diyor. MİLGEM talimatı (5 Mart 2014) İddia edilen telefon kaydında, başbakan milli gemi ihalesinin Koç grubundan alınıp, Metin Kalkavan’ın şirketine verilmesi talimatında bulunuyor. Deniz Ticaret Odası Başkanı işadamı Metin Kalkavan’a, milli gemi (MİLGEM) projesini de kapsayan Savunma Sanayii Müsteşarlığı ihaleleri konusunda bilgi veriyor, yönlendirme yapıyor. Başbakan daha sonra bu kaydı doğrulayarak “Birisi saf dışı edilmiş olabilir.” dedi. Tivnikli’ye telefon kaydı (8 Mart 2014) Habertürk’te çıkan haberden rahatsız olan Abdullah Tivnikli, Erdoğan’a Fatih Saraç’la arasındaki durumu anlatıp, şikayet ediyor. Başbakan’ın yönlendirmesiyle MİT’ten Saraç’ın tehdit içerikli konuşma kaydını istiyor. Erdoğan’dan gelen talimatla Hakan Fidan konuyla ilgileniyor. Tüm telefonları dinleyebilen MİT, illegal olarak konuşma kaydını Tivnikli’ye veriyor. Tivnikli daha sonra Fatih Saraç ve Turgay Ciner’e dava açıyor. Yiğit’i TV’ye çıkarın (10 Mart 2014) NTV, Yiğit Bulut’u yayına çıkarmamak için direniyor. Ancak Başbakan Erdoğan 17 Aralık’ın ekonomiye de bir darbe olduğunu anlatsın diye Bulut’un NTV’ye çıkarılması için Ferit Şahenk’i arıyor. Bulut, 21 Aralık’ta programa çıkması için davet ediliyor.

Çanakkale Zaferi’nin gölgesinde kalanlar…

0
0
Çanakkale Savaşı’nın 100. yıldönümüne bir yıl kaldı. Bu cephe, Türk milletinin âdeta yeniden doğuşunu temsil ediyor. Haberimizde, zaferin heyecanlı anlatımlarının yanında geride kalmış hikâyelerden birkaçını derledik.Birinci Dünya Savaşı’nın en kritik cephesi olarak addedilen Çanakkale, bir milletin ba’sü ba’del-mevti olarak da görülebilir. 18 Mart 1915, Anadolu yarımadasının nihai kale ve vatan olduğunun ilan tarihiydi. Çanakkale Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zaferi olarak kayıtlara geçerken; Millî Mücadele’nin de fitilini ateşledi. Bu zafer, bir ümmetin harekâtıydı aynı zamanda; çünkü Suriye, Filistin, Lübnan, Irak, Arabistan, Yemen, Libya, Tunus, Mısır, Afganistan, İran, Kafkasya, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’dan cepheye yüzlerce Müslüman asker gelmişti. Öyle ki Mehmet Akif, bu tabloyu, “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.” diye resmetmişti. Teknik bir bilgi vermek gerekirse; Çanakkale’de şehit olanların yüzde 83’ü 35 yaşın, yüzde 51’i ise 30 yaşın altındaydı. Bu sebepten Anadolu nüfusu yaklaşık 1 milyon azalmıştı. Ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1960’a kadar nüfus artırıcı politikalar izlemek zorunda kalmıştı. Haberimiz bir Çanakkale güzellemesi değil, bu destanın tekrar be tekrar anlatılmayı hak etmesine rağmen. Projektörü, 1915 Zaferi’nin gölgesinde, kuytusunda, kıyısında kalanların hikâyesine çevirdik, birkaç misal vermek için.Çanakkale TürküsüDinleyen herkesin ruhunda, duygusal kapılar açan Çanakkale Türküsü, aslında Kastamonu yöresine ait bir ağıt. “Çanakkale içinde vurdular beni/ Ölmeden mezara koydular beni…” diye başlayan türkü, çeşitli söz versiyonlarıyla hâlâ söylenegeliyor. Mahut cephede Kastamonu’nun Araç ilçesine bağlı Güzlük köyünden 25 fidan Hakk’ın rahmetine kavuşur. Bu acı haber köye ulaştığında, herkes yas tutar. Ve o matem anında, ağıtlar yükselir. Burada geçen anonim muhavereler, daha sonra bir söylenceye göre Kastamonulu İhsan Ozanoğlu tarafından kaleme alınır. Güzlük köyü, böylece Çanakkale Savaşı’nda en fazla şehit veren köy olarak tarihe geçer. Ne diyordu türkünün bir yerinde: “Çanakkale içinde Aynalı Çarşı/ Ana ben gidiyom düşmana karşı…”Mustafa Kemal’in mektubu…Mustafa Kemal, 3. Kolordu Komutanı Mehmet Esat Paşa’nın emrinde yarbay sıfatıyla cephededir. Yarbay Mustafa Kemal, Arıburnu’na çıkan Anzak birliklerinin yarımadaya ilerlemesini Conkbayırı’nda durdurur. Bunun üzerine 5. Ordu Komutanı Mareşal Otto Liman von Sanders tarafından 1 Haziran 1915’te albaylığa yükseltilir. Atatürk’ün Çanakkale’deki anıları ve başarıları herkesin malumu. Onun Çanakkale’de söylediği sözler, her 18 Mart’ta hatırlatılıyor. Burada dikkat çekmek istediğimiz, biraz kenarda kalmış mektubu… Söz konusu hatırat, ilk kez Peyami Safa tarafından 1945 senesinde, Milliyet gazetesinde “Atatürk’ün bir kadına mektupları” adı altında neşredilir. İtalyan aşkı Madam Corinne’ya yazdığı mektuplarda Mustafa Kemal şunları kaydediyor: “… Gerçekten de cehennem hayatı yaşıyoruz. Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidir… Görüyorsunuz ya Madam, benim insanlarım şehit olmayı ararken de budalaca davranmıyorlar. Peygamberimiz ne kadar bilgeymiş. İnsanların gerçek arzularını ne kadar iyi biliyormuş. Bana gelince, çok yazık ki, bu inanmış insanların, Allah vergisi nitelikleri bende yok ama bu nitelikleri desteklemeyi de hiç ihmal etmiyorum… Gördüğünüz gibi Madam, dağdağalı ve kanlı bir yaşama alıştıktan sonra da insan, cennet ve cehennemden söz etmek ve hatta yüce Tanrı’yı bile eleştirmek için zaman bulabiliyor. Madam, eğer Tanrımızı eleştirerek günaha girmemi önlemek isterseniz, çarpışmalar dışında kalan zamanımı, hangi meşgaleyle geçirebileceğim konusunda lütfen bana yol gösteriniz.”Sultan Mehmed ReşadKahir ekseriyet, Çanakkale Savaşı’ndan haberdardır. Bu zaferin Türk milleti için ne kadar mühim olduğunu bilir. Fakat bu harp, ne zaman vuku bulmuştur, düşmanlar kimlerdir, cephenin komutanları hangi isimlerdir gibi birtakım sualler havada kalabilir. Bu sorulardan biri de şudur: 1915’te hangi padişah tahttaydı? İlk anda çoğu insanın hatırlamadığı bu sorunun cevabı Sultan Mehmed Reşad’dır. 35. Osmanlı hükümdarı ve 114. İslam halifesi olan Sultan Reşad, 1909-1918 yılları arasında 9 sene saltanat sürer. II. Mahmud’un torunu, Abdülmecid’in üçüncü oğlu, II. Abdülhamid’in de kardeşidir. Dönemi, İmparatorluğun en sıkıntıda olduğu ve devletin sonlara yaklaştığı demler. Sadece Çanakkale değil, Trablusgarp ve Balkan savaşları da yine bu zamanda meydana gelir. Sultan Reşad, hayatı tetkik edilmesi gereken bir padişah; çünkü onun hayatında, devletin tarihe veda sahneleri yer alıyor. Son not: Beşinci Mehmed’in türbesi diğer padişahların aksine tarihî yarımadada değil, Eyüp’te.Bursa Seyyar Jandarma Taburu Genelkurmay Başkanlığı’nın resmî kayıtlarına göre; Çanakkale’de en fazla şehit veren il, 3735 kişiyle Bursa. Şehrin mücessem hali ise cephede, Bursa Seyyar Jandarma Taburu’yla ses verir. Gelibolu yarımadasında görev yapan mezkûr taburun şehitleri, bugün Gelibolu’daki Jandarma Şehitliği’nde yatıyor. Binbaşı Tahsin Bey komutasındaki tabur, 9 Ağustos 1915’te düşman güçlerinin mesken tuttuğu, Conkbayırı-Kocaçimen tepesine geçer. Düşman askerlerinin karadan ve denizden saldırısına rağmen direnerek; mevzide kalır. Cepheden cepheye koşup bir nevi özel görev taburu olarak muharebelerde yer alan Bursa Taburu, ağır zayiat vermesine karşın düşman saldırılarını kırmayı başarır. Gaziler, şehit arkadaşları anısına top mermi kovanlarını üst üste koyup; Çanakkale’deki ilk şehitlik anıtını yaparlar. Bu şehitlik aynı zamanda, savaş esnasında kurulan gerçek bir şehitliktir.Kürt civanlar…Bir ara “Çanakkale’de Kürtler savaşmadı.” lafı dolaşımdaydı. Oysa bu saptama bir hakikati temsil etmiyordu. Dönemin ünlü Kürt aşiretlerinden Diyarbakırlı Cemilpaşa ailesi buna örnek verilebilir. Cemilpaşazedelerden İbrahim Halil Bey ve Mehmet Naim Efendi Çanakkale cephesinde, Şemseddin Bey, Bağdat çöllerinde, Besim Bey ise Kafkas Cephesi’nde şehit olur. İbrahim Halil Bey, Çanakkale’de süvari subayı olarak 20. Tabur 2. Bölük’te savaşırken şehit düşer. Mehmet Naim Efendi 19. Tümen’de üsteğmen olarak görev yaptığı sırada, Seddülbahir’de 18 Şubat 1915’te dar-ı bekaya irtihal eder. Bu konuyla alâkalı bir çalışma da yapan gazeteci-yazar Emine Uçak Erdoğan, “İstanbul’da, Marmara çevresinde yaşayan Kürt vatandaşlarımız ve kardeşlerimiz herkes gibi seferberliğe katılmış ve Çanakkale’de dövüşmüşler.57. Alay’ın şehit listesinde dörtte bir oranında Doğulu vatandaşlarımız var. Çanakkale de Kurtuluş Savaşı da ayrılıkçı, ırkçı Kürtlerle birlikte yapılmadı. Savaşı; kardeşlerimiz, aynı vatanı paylaşan kader ortakları, tarih ortakları, toprak kardeşleri olarak yaptık.” ifadelerini kullanıyor. Çanakkale’de Kürtlerin savaştığını; ancak çok net bir sayı söylemenin doğru olmadığını belirten Erdoğan, bunun sebebi olarak da o zaman ayrılıkçı Kürt diye bir olgunun olmamasını gösteriyor. Çünkü herkes Osmanlı vatandaşı… Tarihçi Volkan Şenel’in tespitiyle Kocaeli’de ikamet eden üç Osmanlı Ermeni’si de cepheye gönüllü olarak gidip; hayatlarını kaybetmişlerdir.

MERHABA ESKİ TÜRKİYE!

0
0
Tutukluluk sürelerinin 5 yılla sınırlandırılmasının ardından Ergenekon sanıklarına görünen tahliye yolu, “Adil yargılanma hakkı sağlanamıyor mu, tutukluluk süreleri çok mu uzun, tahliyeler beraat simgesi mi?” gibi soruları da beraberinde getirdi. Peki bundan sonra ne olacak?“Vatanım için, yattığım günleri Atatürk’ün çizdiği yolda bir nöbet olarak kabul ediyorum. Nöbetime dışarıda devam edeceğim. Dava diye bir şey yok artık. Bundan sonra Türkiye’yi buraya getirmek için, bu vatanseverleri, bu yiğit insanları, bu bayrağı için, vatanı için şehit olmayı göze alan insanları buraya tıktılar.”Ergenekon davası kapsamında tutuklandığında davanın ilk savcısı Zekeriya Öz’e hitaben “İstesem, 1-2 ayda tüm isimleri buraya getiririm” diyen Veli Küçük, 7 yıl sonra Silivri Cezaevi’nden çıkarken yaşadıklarını ‘bir nöbet’ olarak niteledi.Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı suç örgütü olarak nitelenen ve faili meçhullerden darbe girişimlerine, Danıştay saldırısından suikast emirlerine kadar uzanan bir yapılanmaya işaret eden Ergenekon davası sanıkları tutukluluk süresini beş yıla indiren düzenlemeyle tahliye edildi.Aralarında ağırlaştırılmış ömür boyu müebbet cezası alan ve kararı Yargıtay’da bekleyenlerin de bulunduğu sanıkların tahliyesi, beraberinde soru işaretlerini de getiriyor. Uzun süren mahkemeler boyunca devam eden tutukluluklar hukukçuların ve insan hakları savunucularının eleştirisi altındayken, salıverilmeleri masumiyet ispatı olarak görüp davayı geçersiz sayanlar da var. Bırakılanlar arasında Malatya Zirve Katliamı davası sanıklarının da oluşu, “Toplumda hassasiyet yaratan davaların sanıkları için nasıl bir prosedür izlenmeli?” sorusunu da beraberinde getiriyor.Bir yanda Ergenekon davasının Türkiye demokrasi pratiğinin en önemli sınavı olduğuna inananlar, bir yanda hem örgütün ortaya çıkması gerektiğini hem davanın hak ve özgürlüklere uygun çerçevede yürütülmesi gerektiğini savunanlar, bir yanda başından itibaren böyle bir örgütün olmadığını ve davanın siyasî olduğunu iddia edenler... “Şimdi ne olacak?” sorusunu hukukçu Orhan Kemal Cengiz’le Ümit Kardaş’a ve gazeteci Faruk Mercan’a yönelttik.Adalette dengeyi bir türlü bulamadıkOrhan Kemal Cengiz: Ergenekon dünyasıyla da barış imzalandı ve “Paralel yapı Ergenekoncular kadar bizi de mağdur etti” dendi. Bu tahliyeleri küçük bir bedel olarak saydılar. Kendilerince cendere olarak gördükleri süreçten kurtulmak, Özel Yetkili Mahkemelere sınırlama getirmek ve Kemalist kesimden destek görmek amacıyla bu sürecin önü açıldı ama toplum vicdanını kanatacak bir durum oluştu.Zirve Katliamı, Ergenekon, Hrant Dink suikasti failleri dışarı çıkmış oldu. Uzun tutukluluk süreleri önemli bir sorun ama bu düzenleme mesela KCK tutuklularına yaramadı. Hükümet neye niyet ettiyse ona yaradı. Türkiye’deki adalet sisteminde insanları sonuna kadar yargılama eğilimi var. Bir soruşturma sürerken hakkında belli düzeyde delil bulunan isim tutuklanır. Adaletin terazisinde dengeyi bir türlü bulamıyoruz. O kadar alelacele bir düzenleme yapıldı ki, Malatya sanıklarına bile elektronik kelepçe takmak 2 gün sonra akıllarına geldi. Bundan sonra huzursuzluk var. İnsanların salıverilmesiyle davaya duyulan güven kırıldı. Çıkanların “Biz suçlu olsak salıverilmezdik, bu masumiyet karinesinin ispatıdır.” söylemi de bunu pekiştirdi. Ergenekon gibi kamu gücü kullanan örgütlerde güçlü bir savcılık ve hakimlik sistemi şart. Bir şeyi yaparken başka şeyleri yıkıyoruz. Özellikle organize suçlarla mücadele etmek için özel yetkili mahkemelere ihtiyacımız yok ama güçlü savcılık bürolarına ve uzmanlaşmış savcılara ihtiyacımız var. Yapılan düzenlemelerle eskiye dönme ihtimalimiz var.Yargıtay aşamasında suçsuzlar algısı değişecekFaruk Mercan: Ergenekon davası 2007 yılında ‘Türk gladyosu davası’ olarak başladı. Emsalleri İtalya, Belçika, Yunanistan’da vardı. Mesela İtalya’da gladyonun çözülmesi o zamanki savcıların Genelkurmay arşivlerine girmesiyle mümkün olmuştu. Bizde bu hiç mümkün olmadı. Kozmik odaya sadece ‘izin verilen ölçüde’ yıllar sonra girilebildi. Genelkurmay’ın ve MİT’in direnişlerine rağmen. Her iki kurum da savcıya ve mahkemelere gönderdikleri bilgilendirmelerde Ergenekon’la ilgili bir belge olmadığını söylediler.Buna rağmen Ergenekon savcıları çalışmalarını sürdürdüler. Olay bir noktadan sonra Türk gladyosundan ziyade darbe davasına dönüştü. 2008’den itibaren darbe teşebbüsleri arttı, 27 Nisan, Danıştay suikastı, AK Parti kapatma davası, Cumhuriyet mitingleri hükümeti devirmeye yönelik davalardı. Eğer Ergenekon davası olmasaydı hem AK Parti kapatılacak hem darbe yolu açılacaktı. Şamil Tayyar’ın ifadesiyle 15-20 suikast, 5 darbe atlattık. AK Parti davaya mağdur olarak da müdahil oldu. 17 Aralık’a kadar Ergenekon’la ilgili sıkıntısı yoktu. Ergenekon sürecini yapan polislere büyük saygı duyuyorlardı. Zekeriya Öz’e yapılan muamele Cumhuriyet tarihinde hiçbir savcıya yapılmadı. 17 Aralık’la süreç tersine döndü. Şimdi “Acaba Ergenekon davası çöktü mü?” algısı var. Yarın bir gün gerekçeli karar bitince ve olay Yargıtay safhasına gelince bu algı değişecektir. Ergenekon davasının çökeceğini hiç zannetmiyorum. Ergenekon aynı zamanda siyasal ideolojisi olan bir davadır. 1923 Türkiye’sine dönmek ideali taşıyor. Hepsi “Bunların kökünü kazıyacağız” söylemiyle çıktı.Adalet herkese lazımÜmit Kardaş: Davanın başından beri ‘önyargılı davrandılar’ eleştirisi oldu. Buradaki bütün şikâyetler çok önceden Türk hukuk sisteminin şikâyetleriydi. Sıkı yönetim, DGM, ÖYM, Terörle Mücadele Kanunu devam ederken toplumun diğer kesimlerini etkiliyordu bu sorunlar. ‘Adil yargılanma hakkı’nın birçok insan tarafından ihlal edildiğini biliyoruz. Ne oldu da böyle oldu? Şu oldu, hiç yargılanmayacağı düşünülen askeriyeden, yargıdan, sivil dünyadan isimler yargılanınca onlar da başladı “Hukuk nerede?” demeye.Sivil bürokrasinin güçlü olanları dışında vatandaşların yargılanmasında sorun görmeyen sistemdi bu. Kaldırıldı, iyi oldu mu? Oldu muhakkak. Yargılama sisteminde kovuşturma aşaması çok uzadığı zaman haksız tutuklamalara neden oluyor. Ceza yargılamasında kovuşturma ve soruşturma bir iki oturumda biter. Bizde yıllarca sürüyor. Soruşturma aşamasında yeterli delil toplanmıyor, hâkimlerin iş yükü fazla. Normalde maksimum süre 1, 1-5 iki yıldır. “Hakkımızdaki kararı bir an önce verin” demek hakkı var vatandaşların. Hükümetse yolsuzluk ve rüşvet iddiaları karşısında paniğe kapılarak alelacele düzenlemeler yaptı. Uygulaması da sorunlu oldu elbet. İlker Başbuğ 26 aydır tutuklu kalmasına rağmen tahliye edildi. Bu kamuoyunda emsal oldu. 5 yılı doldurmayan tutuklulukta birçok kişi başvuruda bulundu. Yine kamuoyunda tepki toplayan salıverilmeler Hizbullah davasında gerçekleşmişti. 10 yılda kesinleşmiş karar verilemediği için çıkmışlardı. Bu davaların hiçbirinde hiçbir tutuklu “Bu suçu işledik, pişmanız” demedi. “Bizim yaptığımız şeyler hukuka uygundur” dediler. Bunu “deliller sahteydi” demenin bir yolu olarak kullanıyorlar. “Bizi yeniden yargılayın beraat ettirin” demeye geliyor bu iş. Dava sürecinde şöyle haksızlıklar da oldu, plan tatbikatına resmî bir bildirimle geleni de suçlamak zorlayıcı olabilir. Bu işi kotaranlarla sınırlı olsaydı, adaletsizlik yönünden bu kadar tepki toplamazdı hem daha hızlı karar çıkardı. Genelkurmay özerkliği, OYAK, askeri yargı duruyor, generallerin özerkliği duruyor. Bu zihniyet yapısı yapısal olarak değişmezse sorun çözülmez. Şimdi “bu iş bitti” değil. Bir gerekçe yazılacak sonra Yargıtaya gidecek. 9. Ceza Dairesi Ceza Dairesi Üyeleri’ni değiştirme yönünde hamleler var. Hükümet-TSK bir ittifak içine girdi gibi. Onlar da işin sonunda beraat edebileceklerini, belki af edileceklerini düşünüyorlar. Bizde bu yargı iyi bir süreç değildi kimse için. Ağına son dakika da düşenler için de iyi olmayacaktı. Herkes mağdur. İlkesel düşünmek gerek, hukuk herkese lazım.

'Kürtlerin rahat uyuyamadığı bir Türkiye isteniyorsa Ergenekon tahliyeleri çok yerinde'

0
0
HDP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Sırrı Süreyya Önder ile yoğun gündemi konuştuk. Türkiye’de yasama, yürütme ve yargının işlemez hale geldiğini düşünen Önder, art arda yapılan tahliyeler için, “Bu davadan çıkan insanların bir kısmının elinde Hrant’ın, Zirve katliamının kanı var.” diyor.HDP’den İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı olan Sırrı Süreyya Önder ile ülkenin yoğun gündemini masaya yatırdık. Türkiye’de yasama, yürütme ve yargının işlemez hale geldiğini söyleyen Önder, Berkin’e ‘vur’ emrini verenlerin ve bu emre sahip çıkan Başbakan’ın da o tetikte parmak izinin olduğunu belirtiyor. “Darbe kavramını ağzına pelesenk edip darbelerle yüzleşmek için kılını kıpırdatmayan, yaptıkları sembol olarak kalanlar için darbe kullanılması ziyadesiyle kolay bir kelimedir.” diyen Önder, 17 Aralık’ın darbe olmadığını düşünüyor.Devletin katil artıklarının sokağa döküldüğünü anlatan Önder, art arda gerçekleşen tahliyeler için çarpıcı tespitler yapıyor: “Bu davadan çıkan insanların bir kısmının elinde Hrant’ın, Zirve katliamının kanı var. Bu tahliyeler sokağa kanı saldı. Eğer bu ülkedeki tüm ezilenleri öldürmek, yok etmek istiyorsa AKP 301 kadrosundan daha iyi bir ittifak bulamaz. Üstelik 2015’in hemen öncesinde bu isimlerden bazılarının çıkarılıyor olması tek başına bir devlet stratejisidir.”Gezi Parkı olaylarıyla başlayan süreç ile Gezi’nin sembol ismi Berkin Elvan hayata gözlerini yumdu. Ne hissediyorsunuz?Gezi, bir halk hareketiydi. Devletin dilinden, araçlarından, hareket mekanizmalarından uzaktaydı. Gezi’nin ortak tavrı yaşamdı. Ve insanların özgürce, başları dik, onurla yaşamaya dair umudu... Berkin’in ve ailesinin hayatından alınan o umut salı sabahı hepimizin hayatlarından çalındı. O ‘vur’ emrini verenlerin, her seferinde vur emrine sahip çıkan Başbakan’ın, Gezi ve protestocular hakkında ileri geri konuşan herkesin o tetikte parmak izi var. Onlara sorulacak soru, emin olunsun ki ahirete kalmayacak.İnsanların dünya görüşleri yüzünden fişlenmesini, 17 Aralık operasyonu ile yüzlerce polisin yerlerinin değiştirilmesini, medya-yargı ve sivil toplumun baskı altına alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?17 Aralık operasyonu konusunda iki şey söylenebilir. Türkiye’de devletin en derin problemi kadrolar sorunu. Temsili demokrasi ve baraj adı altında, aslında totaliter tek bir parti rejimi haline dönüşmesi. Bugün AKP’nin içinde bulunduğu kriz, sistemin yarattığı bir krizdir. Böylesine uzun süredir gücü elinde tutan, ittifak ettiği güçlerle birlikte 2002’den bu yana ülkede yapılan tüm katliamlar, hatalar üstünde sorumluluğu olan; ama demokrasinin işlememesi nedeniyle asla denetlenememiş bir parti söz konusu. 17 Aralık’ın bu kadar net konuşuluyor olmasının sebebi; devletin kendi içinde hesaplaşması ve dinleme de dahil, devletin yine kendi imkanlarıyla içindeki çatışmayı gerçekleştiriyor olması. Sokağa dökülmeyen mücadele tarafları açıkça sizin de sorduğunuz üzere yüzlercesi sağa sola atanan polisleri de kapsıyor, AKP döneminde görev yapmış yüzlerce bürokratı da. Devlet kendi kendiyle dövüşüyor.Yani...Bugün, Türkiye’de yasama, yürütme, yargı işlemez hale geldi. Bu 17 Aralık’tan önce de böyleydi. Bunun en açık kanıtı ise bugün, darbeyle yargılanan bazı JİTEM’ciler sokaktayken Kürtlerin içeride kalmasıdır. Medya, yargı ve sivil toplumun baskı altına alınmasının miladı olarak 17 Aralık’ı görmek için 17 Aralık’tan önceki Türkiye’ye pembe gözlükle bakmak gerekir.İddia edildiği gibi 17 Aralık darbe mi peki?17 Aralık darbe değil, ama 17 Aralık’ta ortaya çıkan veriler daha bugün ortaya çıkmış gibi yapmak bana kalırsa halkın zekasına hakaret. 17 Aralık’tan çok daha uzun zaman önce bu ülkede ‘mülksüzleştirme’ adı altında bir çalışma yapıldı. Hangi işadamının hangi projeyle ve kiminle ne ilgisi var bilgileri görselleştirme yoluyla paylaşıldı. Özel üniversitelerden otoyollara kim, neyi/neyin eşliğinde yapmış kabak gibi ortaya serildi. Ama dünyaya anti-kapitalist bir çerçeveden bakmayanlar için, hükümet mensuplarının çaldığını anlamak için nedense ses kayıtlarını görmek gerekiyordu. Darbe kavramını ağzına pelesenk edip darbelerle yüzleşmek için kıl kıpırdatmayan, yaptıkları sembol olarak kalanlar için ‘darbe’ kullanılması ziyadesiyle kolay bir kelime.Çözüm süreci için AKP ile BDP’nin uzlaştığı, bu uzlaşı sebebiyle de yolsuzluğun üzerine gidilmediği iddia ediliyor. Muhalefet partileri yolsuzluk konusunda dik durabildi mi?Meclis’teki grup konuşmaları, yaşanan kavgalar ortadayken, bu soru abesle iştigal olmaz mı? 14 yaşında çocuğu vuran bir hükümet, üstelik kendi çocuklarını kuş gibi ağızdan besleyen bir hükümetken, söz konusu olan elbette Meclis’i bunca pisliğin ortasında bir kaos alanına çevirmek gerekirdi. Ama ne Meclis’in mevcut sayısal yapısı buna müsait ne de medyanın olan biteni yansıtma biçimi. Meclis TV bile hükümet TV haline gelmiş durumda.Başbakan Erdoğan, gerekirse seçimden sonra YouTube ve Facebook’u kapatabileceğini söyledi. Bu baskılar devam ettiği sürece ikinci bir Gezi yaşanır mı?Başbakan’ın bu toplumun sosyolojisinden haberi yok herhalde. Bu durum, Erdoğan’ın elinde mühürle internet sitesi kapatacak kadar yetkilerle donatıldığı bir dönemden geçtiğimizi gösteriyor. Her şeyi yasaklama konusunda bu kadar hevesli olması, birçok anlamda sistemin ona tanıdığı yasal kredinin sonucu. Bu yasal kredi daima sokakta protesto edilmeye mahkumdur. İkinci bir Gezi yaşanır mı sorusuna gerek yok, Gezi sürüyor. Egemen bloğun yüzündeki korkuda bu çok açık hissediliyor.Ergenekon sürecinde art arda tahliye haberleri geldi. Bu tahliyeler siyaseti nasıl etkileyecek?Tahliyeleri değerlendirirken bu insanların kim olduğuna, ne yaptıklarına bakmak gerekir. Aralarında 301 bekçileri, Susurluk dönemi sorumluları da dahil bir grup var. Bu davadan çıkan insanların bir kısmının elinde Hrant’ın, Zirve katliamının kanı var. Bu tahliyeler sokağa kanı saldı. Tümü için söylemiyorum ama Kürtlerin evlerinde rahat uyuyamadığı bir ülke isteniyorsa bu tahliyeler çok yerinde. AKP, eğer bu ülkedeki tüm ezilenleri öldürmek, yok etmek istiyorsa 301 kadrosundan daha iyi bir ittifak bulamaz. Üstelik 2015’in hemen öncesinde bu isimlerden bazılarının çıkarılıyor olması tek başına bir devlet stratejisidir.Başbakan’ın, Camia’yı açıkça düşman ilan ettiği hatta Ergenekon ile ittifak kurduğu iddia ediliyor.Camia’yı açıkça düşman ilan etti. Bunu bir ittifaka dayanarak yapmasına da gerek yok. Eğer Ergenekon mahkumlarını düşmanını rahatsız etmek için saldıysa işi zor. Çünkü bu tahliyelerden asıl kendi kitlesi rahatsız oldu. İşlemeyen ÖYM hukukunun bedelini herkese ödetti.Cumhurbaşkanı Gül, ‘İnsanları kesenlerin tahliyeleri rahatsız edici’ çıkışı yaptı. Gül’ün bu açıklamalarını samimi buluyor musunuz?Cumhurbaşkanının hesapları her ne ise artık bu ülkedeki insanları zerre ilgilendirmiyor. Polislere ne zaman ‘dikkat edin’ dese sabahına iki-üç kişi vuruluyor. Polisler ve valiler dahi kendisinin sözlerini umursamaz duruma gelmiş. Samimi olması ya da olmaması neyi değiştirir ki?Sarıgül’ü Topbaş’tan daha fazla eleştirdiğiniz konuşuluyor. Bunu neye yormalıyız?Bence bunu hayra yoralım. Halk, Topbaş’ı daha az eleştirdiğimi düşünüyorsa, ki bu koca bir medya pompalaması, gerçekle ilgisi yok, halkın Topbaş’ı istemediği anlamına gelir. Bu ise şehrin geleceği bakımından hayırlı bir şeydir.Son günlerde HDP’ye yönelik saldırılara nasıl bakıyorsunuz?Bu saldırıların altında gladyonun olduğundan eminiz. Devletin katil artıkları sokağa döküldü. Bu devletin insanların damarlarına enjekte ettiği ırkçılık zehriyle birleşerek bize karşı bir öfkeye dönüşüyor. HDP özelinde barışa yapılan bu saldırının arkasında kim olduğu kadar, saldıranları kimin koruduğu da önemli. Bir-iki istisna hariç kolluk kuvvetlerinin bu saldırılara resmen çanak tuttuğunu görüyoruz. Kaymakam ve valiler ise gladyonun onlara biçtiği rolü hakkıyla oynuyor. İnatla orada olacağız, alacakları ancak canımız olabilir.Geçtiğimiz günlerde Roboski katliamından kurtulan Servet Encü’nün evi, uzun namlulu silahlarla tarandı. Bunu kim, neden yapmış olabilir?Roboski’yi kim, neden yapmışsa o yüzden. Roboski olduğunda sizin gazeteniz dahi ‘askerler kaçakçıları vurdu’ yazdı. Bu bir katliamdı. Bunun ortakları, sorumluları ortaya çıkarılmalı. TSK kime bağlıysa bugün bunun sorumlusu odur. AKP’li ya da BDP’li, tüm Kürtler, vicdan sahibi tüm Türkiyeliler bunu görüyor.AKP’nin kaybının sebebi biz olacağızİstanbul’da AKP ile CHP arasındaki oy farkı yüzde 7 civarında. HDP’nin oy oranı da bu minvalde. Kulislerde sizin HDP’den aday olmanız AKP projesi olduğu konuşuluyor...Ben AKP projesi olsaydım, Gezi’nin ilk günü HDP’nin tüm bileşenleriyle birlikte kepçelerin önünde durup AKP’ye tarihin en önemli darbelerinden birini vurabilir miydik? CHP’den alacağım oyun iki ya da üç katını geçmişte AKP’li olmuş seçmenden alacağım. Anketler de sokaktaki izlenimlerim de bunu gösteriyor. Göreceksiniz AKP’nin bu seçimlerde kaybedeceği oyun en büyük sebebi biz olacağız.

Seçim kampanyalarında ne zaman çağ atlarız?

0
0
Her seçim öncesi ülkeyi dev bir doğum günü partisine çeviren siyasi parti bayrakları, pankartlar ve seçim şarkıları yine meydanlarda. Politik pazarlamanın alanına giren bu çalışmaların seçmen üzerinde etkisi olup olmadığı sorusunun net bir cevabı yok. Bu denli çevre ve gürültü kirliliğine katlanmamızı gerektirecek kadar vazgeçilmez olmadıkları ise kesin...Sizi bilmiyorum ama ben hayatımda hiç, caddelere asılan siyasî parti flamasına bakıp oy vereceği partiyi belirleyen biriyle karşılaşmadım. Umut Sarıkaya’nın bir hikâyesine de konu olan ‘Zeki Sezer çakmağı’ hediye edildiği için yıllardır merkez sağa oy vermiş birinin “Bundan sonra oyum DSP’ye” dediğini de hiç sanmıyorum. Hasılı, her seçim döneminde çevre kirliliğine ve israfa yol açtığı gerekçesiyle toplumun geniş kesimlerince eleştirilen parti bayrakları ve seçim afişlerinin en azından bu halleriyle biraz demode kaldığı kesin. Hiç etkisinin olmadığını söylemekse haksızlık. Genel manada seçimlere ilgiyi artırdığı ve ülkede seçim coşkusuna yol açtığı düşünülen bu medya araçları, küçük partiler için ‘Biz de varız, bizi unutmayın’ demenin bir aracı.Yüzde 82’lik kesim, kampanyaları işlevsiz buluyorAraştırmalara bakınca, medya araçlarının seçmenin oy verme davranışında hiçbir etkisinin olmadığını ortaya koyan örneklere de rastlanıyor, sınırlı olmakla birlikte bir etkisinin olduğu sonucuna ulaşanlara da. Ancak çok güçlü bir etkisi olduğunu ortaya koyan araştırma ya da görüş yok. Medya araçları ve siyaset ilişkileri konusunda ünlü araştırmalardan biri 1940’lı yılların başında Paul Lazzarsfeld ve arkadaşları tarafından yapılmış. Lazzarsfeld’in ABD’de 1944 ve 1948 başkanlık seçimlerini incelediği araştırması, seçmenlerin kime oy verecekleri üzerinde kitle iletişim araçlarının neredeyse hiç etkisi olmadığını ortaya koymuş. Lazzarsfeld, birçok seçmenin kampanyalardan etkilenmediğini ileri sürmekle kalmamış, kampanyalarla partizanlık eğilimlerinin daha da katılaştığını savunmuş. Klasik kampanyaların seçmen üzerindeki etkisinin sınırlı olmakla birlikte etkili kullanılmaları halinde ve yaratıcılıktan uzaklaşılmadığı müddetçe seçmenlerin görüşlerini değiştirecek güce sahip olabileceklerini ortaya koyan araştırmalar da var. GENAR araştırma şirketinin 2002 yılında gerçekleştirdiği ‘Türkiye’de Seçmen Davranışları ve Siyaset Profili’ başlıklı anket kapsamında deneklere ‘seçim dönemlerinde yapılan propagandaların tercihlerinde bir etkisi olup olmadığı’ sorulmuş. Yüzde 82,7 gibi bir çoğunluk, soruya hayır cevabı vermiş. Evet diyenlerin oranı yüzde 8,9 iken ‘kısmen’ diyenler de yüzde 4,4’lük bir kesimi oluşturmuş. Evet ve kısmen diyenlerin oranı toplamda yüzde 13,3. Bunun yaklaşık 4 milyondan fazla oya denk gelmesi, oranın hiç de azımsanmayacak boyutlarda olduğunu ortaya koyuyor. ‘Flama ve afiş eksikliği partiye oy kaybettirmez’Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Profesörü Füsun Alver ise oy verme davranışına tek başına parti flama ve afişlerinin etkisinin olduğunu düşünmüyor. Oy vermede seçmenin daha çok politik eğilimi, ailesi ve çevresiyle ülkenin siyasal ve ekonomik konjonktürünün etkili olduğunu belirten Alver, parti flama ve afişlerinin, seçmende belki bir seçim ilgi ve coşkusu oluşturabileceği görüşünde. Afiş ve flamaların seçim dönemlerinde siyasal kültürün bir parçası olduğunu söyleyen Alver, “Bu süreçte siyasî partiler var olduklarını göstermek için afiş ve flamalardan yararlanıyor.” diyor. DSP’nin Kadıköy için hazırladığı afişte büyük sloganın altına iliştirilen ‘Biz de varız’ mesajı bunun en bariz göstergesi.‘Flama ve afişler olmasa ne olur?’ sorusunun cevabı Alver’e göre şöyle: “Flama ve afiş eksikliğinin siyasî partilere oy kaybettireceğini düşünmüyorum.” Asıl zekâ ve bilgi odaklı seçim kampanyaları ile iyi hazırlanmış seçim konuşmalarının etkili olacağını savunan iletişim profesörü, eski moda afiş ve flamaların çevre kirliliği oluşturduğunu ve partilerin var olduklarını göstermekten ibaret olduğunu düşünüyor: “Bunlar, gösteri toplumunun bir parçası. İçerikten ziyade biçime ve görünüme odaklı ancak anlamlı değil.” Dünyanın farklı ülkelerinde de flama ve afiş kullanıldığını anlatan Alver, “Ancak bu kadar yoğun görüntü ve çevre kirliliği oluşturacak şekilde değil. Batı ülkelerinde daha bilinçli, az ve etkili kullanılmaya çalışılıyor. Seçim kampanyaları Batı’da zekâ ve bilgi oyununa dönüşebiliyor.”Bir dönem milletvekilliği de yapmış Psikiyatrist Prof. Dr. Cengiz Güleç ise flama, poster vb. tanıtıcı reklamları ‘beyhude harcamalar’ olarak tanımlıyor ve seçmen davranışı üzerinde önemli bir etkisi olduğunu düşünmüyor. Yerel seçimlerde bu etkinin daha da sınırlı olacağını ileri süren Güleç, flama ve afişte ısrar edilmesinin sebebini şöyle açıklıyor: “Birileri bu yola başvurunca ötekiler de bunu izlemek zorunda kalıyor” İnternet yoluyla doğrudan kararlara katılımın demokratik bir araç olarak çok etkili olduğunu söyleyen Güleç, “Türkiye’nin de yakın gelecekte bunu kullanacağını düşünüyorum” diyor.‘Sizi çok seviyorum, lütfen oyunuzu bana atın!’Seçimlere iki hafta kala caddeleri panayıra çeviren afişlerin içeriğine göz atıldığında, siyaset pazarlamasının Türkiye’deki ilk örneği sayılan Demokrat Parti’nin ‘Yeter, söz milletindir’ afişinden bu yana çok bir şey değişmediği görülüyor. Hizmet ve millî iradeye vurgu yapan sloganlar kadar içinde bolca ‘çağdaş’, ‘aydınlık’ ve ‘modern’ kelimelerinin geçtiği sloganların yer aldığı afişler yine çok popüler. İçerikler partiden partiye göre değişse de adayın ufka bakan fotoğraflarının eşlik ettiği, basit kelime oyunlarıyla bezeli afişler ise hiç değişmiyor. Bu seçimlerde ise ‘Sizi çok seviyorum’ şeklinde en samimi duygularını dile getirerek oy isteyen de var; ‘Türkiye’yi yoktan var eden (!) Atatürk’e teşekkür etmeyi unutmayarak seçmene seslenen de. ‘Ölümsüzlük egosunu tatmin etmek için adayım’ diyecek kadar açık sözlü bir adaya oy vermek isteyecekler bile unutulmamış. Kısacası yine çok şenlikli bir seçim havasına girmiş bulunmaktayız. Hayırlı olsun...

Malatya’daki caminin projesi Ankara’dan durduruluyorsa yerelde neyi seçiyoruz?

0
0
Yerel seçimler yaklaşırken meydanlarda söz veren verene. ‘Vaatler lafta kalmasın, şehirler yerinden yönetilsin’ diyen İstanbulhepimizin Girişimi belediye başkan adaylarına sözleşme imzalatıyor. Ayrıca şehir sakinlerinden de ‘söylenen’ değil ‘söyleyen’ vatandaş olmasını istiyor.Yerel seçimlere iki hafta kaldı. Vatandaş yine şehirlerini yönetecek adaydan çok, meydanlardaki parti genel başkanlarını dinliyor. Bu durumu aşırı merkeziyetçi yapının yansıması olarak gören sivil toplum kuruluşları ise başkan adaylarını seçilmeleri durumunda daha çok inisiyatif almaya çağırıyor. “Ancak bu şekilde yerinden yönetim gerçekleşir” diyen STK’lar kent yönetiminin çılgın projeler ve devasa yapılaşmalardan ibaret olmadığını hatırlatıyor. Ankara’dan gelen talimatlarla yıkılıp yıkılıp yeniden yapılanan şehir projelerinden rahatsız olan STK’lardan biri de İstanbulhepimizin platformu. Platform, yerel seçimler öncesinde hangi partiden olursa olsun adaylara daha şeffaf yönetim ve en azından büyük projelerde kentlinin fikrinin sorulması için sözleşme imzalatıyor. Oluşum, seçim dönemine özgü gibi görünse de çok daha önceden beri İstanbul’u bürokrasinin eline teslim etmemek için direnen irili ufaklı birçok sivil oluşumun çatı kuruluşu gibi. Seçim sonrasında ise sözleşmeyi imzalayan başkanları takipte olacaklarını söylüyorlar. Parti farkı gözetmeksizin bütün adaylara gönderilen bu sözleşme, şehir sakinlerini de haklarını kullanarak kente sahip çıkmaya davet ediyor. Çıkış noktası İstanbul olsa da bütün şehirler için yerinden yönetimi ve şeffaf belediyeciliği savunan platformun aktivistlerinden İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. İpek Akpınar ve yazar Gürhan Ertür ile amaçlarını ve adaylardan beklentilerini konuştuk.Kentlinin görüşü alınarak proje yürütmeyi çok ütopik bulanlar var. Sizce uygulanabilir mi? Dünyada örnekleri olan bir uygulama mı bu?İpek Akpınar: Kolay değil ama uygulandığı örnekler çok. AB ile müzakere yürütüyoruz mesela. Bu kentlerde Stuttgart’ta geçtiğimiz aylarda bir konferansa gittik. Kentle ilgili bir plan altı ay boyunca tartışıldı, sergilendi, sunuldu. Kimin yaptığı belli. Plandan anlamayabilirsiniz belki ama bütçesinin açık olması, Sayıştay denetimine açık olması gerekir. Yöntem böyle işliyor oralarda.Bizdeki yöntem nasıl?İ.A: Bizde şehir tasarımı projesi var ama ihale kanunu onun önüne geçmiş durumda. Bir inşaat şirketi kuralım, bir tanıdık bulalım ve inşaatımızı alalım. Süreç böyle işliyor. Önce ihale müteahhit firmaya veriliyor, yani önce projeyi görmüyoruz. Bu kaldırım olabilir, köprü olabilir, Taksim projesi olabilir. Müteahhit firmanın insafına kalıyorsunuz. Cumhuriyet tarihi boyunca bu böyle değildi. Yeni firmaların girmesi elbette çok önemli ama işin uzmanı olmaları şartıyla. Türkiye’de diğer birçok şeyde olduğu gibi yerel yönetimlerde de geriye dönüş başladı. İktidarın ilk dönemlerinde AB’ye uyum sürecine uygun bazı kanunlarıyla birlikte yerelin özerkliğindeki gelişme şimdi tam tersine yol aldı. Gürhan Ertür: Her yönetim geldiğinde projeler baştan alınıyor. Benim projem senin projeni döver anlayışı var. Bu da bugüne kadar hiç düşünülmemiş şeyleri bulup çıkartmayı gerektiriyor. Ama İstanbul’un çok büyük projelere ihtiyacı yok. Var olanların iyileştirilmesi gerek. Gelişmiş ülkelerde de yeni yönetim öncekileri kabul eder ve onların üzerinden ilerler. Örneğin Barcelona’daki üç dönemin belediye başkanı. Birbirlerini sevdikleri söylenemez ama aynı projeyi sürdürdüler. Proje İngiltere’de mimarlık ödülü alınca, ödülü bütün belediye başkanları beraber aldı.Bir şehir projesinde halkın görüşü nasıl alınır?İ.A: Projenin mimarları konuyla ilgili STK’lara sunumlar yapabilir. Kapalı kapılar ardında proje verme süreci sıkıntılı. Üçüncü Havalimanı örneğinde olduğu gibi. Çok eleştiri olduğu için yabancı bir mimarlık bürosuna verdiler; Norveçli. Kasım ayında projeyi anlatmaya buraya geldi. Salonda bakanlık ve belediye yetkilileri vardı. Mimar, ‘Benim anlaşmamda konuşmama şartım var, üzgünüm bunu size anlatamayacağım.’ dedi. Yani İstanbullulara projesini anlatamadı. Bir Türk firma Norveç’te tünel inşaatı almış, onlardan biri de burada havalimanını almış. Taksim’deki proje için de aynı; 1 TL’ye çay içebileceğiniz bir yer bir anda kapalı kapılı güvenlikli bir yere dönüşecekti. Böyle bir projeyi tek bir mimara, hele bürokrat bir mimara verdiğinizde bu çok sıkıntılı bir şey. Bizim isteğimiz, yarışmaya açılıp üzerinde uzlaşmaya varılan projelerin yürütülmesi. TOPBAŞ’IN 400 AKADEMİSYENİ TOPLAYARAK OLUŞTURDUĞU ŞEHİR PLANI MASADA KALDIUzlaşmanın sağlanması için komisyonlar mı kurulmalı?İ.A: Konsorsiyumlar olabilir. Mesela kent konseyi uygulamaları var. Kadir Topbaş bunu çalıştırmaya çabaladı. Metropoliten Planlama Odası kuruldu. Burada 400’e yakın öğretim üyesi yer aldı. Bence çok iyi niyetli bir çabaydı. Hepimizi yetiştiren hocalarımız bilfiil rol aldı. Ama ne oldu? O master plan şu an masada. 50 tane tünel açıldı ama o planda yok. 3. havalimanı o planda yok. Yani uzmanlar dört yıl emek verdi, ortada bir plan var ama şu anda çöp. Ankara’nın bütün bu yerel kararların üstünden geçmesi ve lağvetmesi çok üzücü.Burada yine yerel yönetimin önemi devreye giriyor…İ.A: Evet, onun için yerel yönetim, yerinden yönetim, katılımcı yönetim diyoruz. Mesela Malatya’da bir vatandaşın birikimi var, bir cami yaptırmak istiyor. Düşünebiliyor musunuz Başbakan, Anadolu’daki bir caminin projesini beğenmiyor ve şu anda cami inşaatı durdurulmuş. Bugün ise yerel seçimlerden bahsediyoruz. Merkezden yönetmek, kamu projelerini geçtik özele dahi müdahalenin bu kadar merkezden olduğu bir dönemde galiba yereldeki insanın sözünün önemini tekrar hatırlamak gerekiyor. Ayrıca şeffaflık diyoruz. Mesela bütçe konusu çok önemli. AB ülkelerinde Amerika ve Kanada’da kamu harcamalarını izleme grupları var. Taraf olan STK’lar, Sayıştay gibi resmi kurumlar var. Bizde zaten problem Sayıştay’ın yetkilerinin tırpanlanması. Mesela kamu harcamaları ile ilgili altı ayda bir yayınlanan raporlar yayınlanmadı. Şimdi bu yetkilerin tırpanlanması mahkemeden döndü, iptal oldu. Ama o aradaki boşlukta çok büyük yatırım kararları alındı.KENTSEL DÖNÜŞÜM DEĞİL, SOSYAL TEMİZLİK OPERASYONUÇılgın projeleri ve kentsel dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz?İ.A.: Depremi kullanarak afet yasası çıkarıldı. Ve kentin idari mekanizmasında yer almayan kent yoksullarını polis zoruyla şehrin dışına sürdük. Fiziksel temizlik operasyonu, sosyal temizlik operasyonuna dönüştü. Bunun bir de ikinci adımı var. Arnavutköy İstanbul’un en büyük ilçesi. İstanbul’un 4’te 1’i kadar. Orman arazisinin su kaynaklarının üzerini biz devlet eliyle kentleşmeye açtık. Burada depremi araç ederek ormanı yok ediyoruz. Suyun gramını korumak zorunda olduğumuz döneme girmişken hem de. Yer altı kaynaklarını devlet eliyle imara açıyorsunuz, bu konudaki stratejimiz nedir? Bunun takipçisi olmak istiyoruz. Hidrolik uzmanları ve çevre uzmanları hem 3. havalimanının hem Çılgın Kanal’ın bütün su havzalarını yok edeceğinden bahsediyor. Bir inşaatın su havzası üzerinde yapılmasının maliyetine hiç girmiyorum zaten. Ancak yer altı su yataklarını çılgın projede yok ediyorsunuz. Bunlar ‘Kuşlar göç yollarını değiştirsin’ söylemiyle yüzleşebileceğin, bertaraf edebileceğin bir şey değil.Bu itirazlara verilen karşılıklar ‘köprü yapmayalım mı, havalimanını çekemeyenler var’ şeklinde. Şehirle ilgili kaygıları politik bir muhalefet algısından kurtarmanın yolu ne peki?G.E: Kopenhag Kriterleri’nden epeyce saptık. Devam edebilseydik zaten vatandaşın yerel yönetime katılımının önü açılmış olacaktı. Eleştirilerin bir muhalefet partisi diline dönmesini engellemenin yolu yine dışarıdaki örneklere bakmak. Bu körü körüne bir muhalefet değil, gelişmiş bütün ülkelerde büyük projelerin çevreye, sosyal hayata, şehre etkisi herkes tarafından tartışılır. Kopenhag Kriterleri’nden saptık ama 1930’da kabul edilmiş belediye yasasına göre dilekçe ve bilgi edinme hakkımız var. Bu bizim kendi vatandaşlık hakkımız. Bir muhtara mahallemizle ilgili soru sorma hakkımız var. Mesela sokak adının değiştirilmesinde bile. Her gelen belediye meclisi kendi kafasına göre değişiklik yapıyor. Buna engel olabiliriz. Söylenmeyi bırakıp aktif vatandaş olmalıyız. Bir partiye üye olmamız gerekmiyor bunun için. Örneğin bizim hiçbir partiyle ilgimiz yok. Bize katılmak isteyenler şu linkten ulaşabilir. www.change.org\istanbulhepimizinwww. istanbulhepimizin.org

28 Şubat’ta verdiğimiz mücadele rantlarla heba edildi

0
0
Yolsuzluk operasyonları, bazıları tarafından iktidara karşı ikinci 28 Şubat olarak yansıtılıyor. O dönemin asıl mağdurları ise bu iddianın bir çeşit din istismarı olduğu görüşünde. 28 Şubat’ta başörtüsüne özgürlüğü savunduğu için kızlarıyla birlikte idamla yargılanan ve cezaevine giren Hüda Kaya, mücadelesinin bugün rantlara kurban gittiğini söylüyor.28 Şubat sürecini, mücadelenizi ve gelinen noktayı özetlemenizi istesek neler anlatırsınız?28 Şubat, Türkiye Müslümanları açısından ciddi bir sınanma idi. Bu dönemde başlayan yasaklar ve baskılar 28 Şubat’tan sonra sistematik bir şekilde bütün Türkiye’yi kuşatmıştı. O güne kadar önümüzde gördüğümüz nice büyük insanların o gün arkalarda bile olmadığını gördük. Herkes kendini kurtarma derdindeydi. Fakat her birimizin kendimizi kurtarma noktasındaki amaçları farklıydı. Hedefimizin, savunduklarımızın arkasında durmaya çalıştık. Nice insanlar da rızkını kurtarma, makamını, maaşını, konumunu kurtarma derdine düştü. O mağduriyetlerin üzerinden bir siyasal güç ortaya çıktı. Toplumsal bir talep oluştu haliyle. Ve bugün bu mağduriyetler o gücün malzemesi olmaya devam ediyor. Dün 28 Şubat’ta kendini kurtarmaya çalıştı dediğimiz nice insanlar bugün bakıyorsunuz o mağduriyeti yaşayanlar üzerinden egemenliklerini güçlendirmeye çalışıyor. O tarihte, din adına anlatılanların boğazımızdan aşağı geçmediğini görmüştük. Bugün de hâlâ bu minvalde devam ediyor. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı derken ortaya çıkan manzaralar korkunç. Bunları ifade edecek söz bulamıyorum.28 Şubat sürecinde Hüda Kaya ve kızları, başörtüsüne özgürlük mücadelesinin sembol isimlerindendiler.Postmodern darbe veya paralel yapı gibi iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz?Son yazdığım yazıda 28 Şubat mücadelemizi rantlarınızla heba etmeyin, demiştim. Şimdi bu karşılaştığı, darbe diye nitelendirdiği gücü 28 Şubat’la kıyas ediyor. Yeni bir operasyonun yapılacağı haberini veriyor. Yani neresinden tutsam elimde kalır. Bugün sıkışıldığı noktada 28 Şubat bir malzeme oldu. Mağduriyetler üzerinden gidiliyor. Benim artık midem kaldırmıyor. Hâlbuki üç yıl önce 28 Şubat operasyonları başladığında bunu gözyaşlarıyla izlemiştim. O gün ile bugün geldiğim noktadaki halime şaşırıyorum. Artık bu yargılamaların hiçbir heyecan veya bir karşılığı yok nazarımda. Sadece dinlemeye bile tahammül edemediğim istismar var. Bunlar bugün mü keşfedildi? Siz on bir, on iki yıldır iktidarsınız, destek gördünüz, destek verdiniz şimdi mi fark ettiniz bunları? Şimdi bu söylenenleri son derece gayri ahlaki buluyorum. Konuşmaları dinlediğim zaman utanıyorum. Kitlelere karşı bunun mahalle diliyle ifade edilmesi de bugünkü siyasetin geldiği nokta itibarı ile çok üzücü.İlk kez dindarlar bu kadar güçlendi, onu da darbeyle indirmeye çalışıyorlar algısı oluşturuluyor?Yani insanlar düşünmedikleri, sorgulamadıkları müddetçe bu pislik içinde yaşamaya mahkûm olacak. Toplum kendi halini düzeltirse Allah toplumun halini düzeltir. İnsanlar ne yapıp edip mutlaka aklını kullanacak ve sorgulayacak. Ya da ‘Bu görünenin farklı bir boyutu da olabilir mi?’ demeden kendisini hipnoz etmeye devam edeceklerdir. Türkiye için endişelerimiz büyüyor. Fakat şu da bir gerçek ki, artık insanlar düşünüyor, sorgulamalar başladı. Bugüne kadar asla başka bir partiye oy vermeyi düşünmeyenlerin bugün umutları kırılmış durumda. İstismarın her türlüsü tehlikeli ama en çirkini Allah’ın adına yapılması. İnsanlar bunu inşallah fark edecektir.Bunlar yaşanırken dindarlar arasında bir ayrılık oluştu denilebilir. Yanı sıra dışarıdan bakanlarda da İslamofobinin körüklendiğini söyleyebilir miyiz?Tabii. Önceden dindar olmadıkları halde dindarlara saygı duyan kişiler vardı. Şimdi öyle tepkilerle karşılaşıyoruz ki, Allah korkusu olan bir insan nasıl bu kadar büyük zulümler yapabilir. Nasıl bu kadar hırsızlık, haksızlık yapabilir? Bu sadece hırsızlık değil. Roboski mesela. Yani dindar olup da bütün bu haksızlıklara sebep olabiliyorsa, bir parça dindarlara sempatisi varsa, ‘Bunlar nasıl bir Allah’a inanıyor’ sorusu geliyor insanların aklına. Eğer biz gerçekten haklılığı, dürüstlüğü, adaleti, erdemli olmayı becerebilseydik bugün Türkiye çok daha farklı olacaktı. Bugün ‘dindar gençlik yetiştirme’ iddiasındakilerin yetiştirdiği gençlerin konuşmalarının da hangi noktaya gelindiğinin kanıtı zaten.‘Sistemin beyazı siyah gösterebilme gücünün farkında olduğum için Kabataş’a hiç inanmadım’Kabataş olayları sürecinde, ‘iddialara karşı temkinli olmalıyız’ şeklindeki yorumunuzdan dolayı çok eleştirildiniz. Başörtüsü mücadelesi vermiş biri olarak Kabataş olayını ilk duyduğunuzda ne düşündünüz?Bu sistemin ikiyüzlülüğünün, siyahı-beyaz gösterebilme gücünün farkındayım. Kişisel anlamda buna benzer olayı yaşadığım için çok temkinli davrandım. Elbette Gezi’de hareket içine sonradan dâhil olan Kemalistlerin, ulusalcıların fırsat bu fırsat deyip başörtülülere sevimsiz yaklaşımları oldu. Bize 28 Şubat sürecinde bunu yaşatanlar bugün de her an yaşatabilme durumuna sahip. Fakat o zaman Başbakan’ın nefret dilini inanılmaz korkunç şekilde kullanması, insanları ayrıştırması; ‘benim gençlerim sizin gençleriniz’, ‘benim yüzde ellim sizin yüzde elliniz’ sözleri kabul edilemez. Sen Türkiye başbakanısın, yüzde 50’yi nereye ayırıyorsun? Yüzde 50 seninse diğer yüzde 50 kimin? Böyle saçmalık olabilir mi? Bütün bu kışkırtmaların akabinde ulusalcı olmaya gerek yok. En sıradan bir insanın dahi bu nefret diline karşı tepki göstermesi her an olabilecek bir hadiseydi. Kabataş’ta bir laf atma, sözle taciz gibi bir şey yaşanmıştır Allahu alem. Ama ‘Bu cuma videoyu yayınlayacağız, her şey elimizde’ dediği halde bir yıla yakındır ortada video yoktu. Ben böyle bir şey olduğuna da hiç inanmadım. Ve tamamen beklediğimiz gibi görüntüler ortada. Bir kızcağız üzerinden polemiğin kendilerine malzeme edildiğini düşünüyorum. Başörtülü kızlarımızın üzerinden rant yapmanın bir çeşidiydi bu. İnşallah İslami kimliğe sahip kadınlar durumu fark eder de artık bu söylemi iflas ettirirler. İstismarın son bulması için dindar kesimin sorgulamasına mı ihtiyaç var yani?Şu andaki cepheleşme açısından bakarsak bu sadece Başbakan’ın sözünden ibaret değil. On iki yıla yakındır devletin egemenliğini bir paylaşım söz konusuydu. Bu süreçte bütün insanlara eşit davranabilme noktasında ne kadar gayret vardı, bu tartışılır. Her iki taraf egemenliği paylaşırken binlerce insan, ‘örgüte meyletme sempatisi olabilir’ zannıyla hapsedildi. Poşu takmışlar diye hapiste bu insanlar, Kürtçe bir kelime yazdı diye hapisteler. Bugün ise kendileriyle ilgili herhangi bir delil ortaya çıktığında, ki inanılmaz deliller ortada gırla giderken bu insanlar sadece zanlarla hapsedildi. Öğrencilikleri, gençlikleri heder edildi bu insanların. Bu zulmün telafisi nasıl olacak? Bakın bir yıldır savaş durdu. Kan akmıyor ama anayasal güvence noktasında ne karşılığı var. Bu insanlar devlete rağmen, iktidara rağmen barışın tarafını ısrarla savunuyor. Yani bugün egemen olan güç çok ufak adımlarla ilerliyor, umutlar aşındırılıyor.Önümüzdeki seçimlere bırakmıştır belki...Zaten sadece çözüm sürecinde değil, pek çok mesele malzeme olarak kullanılmaya devam ediliyor. İstismar olarak elde bekletiliyor. Isıtılıp rafa kaldırılıyor, tekrar ısıtılıyor, rafa kaldırılıyor... Ama bu, insanlara en büyük zulümdür. Hepimizin de artık bittiği bir nokta olacaktır. O noktaya getirilmemeli insanlar. Sabah rahat bir şekilde kalkması neden engellensin insanların. Bunun bir an önce gerçekleşmesi gerekiyor. Bu sadece iktidar açısından değil, diğer kitlesel güç ve cemaatlerin de ağırlıklarını koymak zorunda olduğu bir durum.

Cem Garipoğlu’nun tahliye olmasına hazırız

0
0
Beş yıl önce Cem Garipoğlu tarafından öldürülen Münevver Karabulut’un babası Süreyya Karabulut, kızının ölümünden sonraki süreci ‘Körebe: Kızım Münevver’in Ardından’ kitabında anlattı.Cem Garipoğlu tarafından öldürülen 17 yaşındaki Münevver Karabulut’un babası Süreyya Karabulut, ‘Körebe: Kızım Münevver’in Ardından’ kitabında kızının ölümünden sonra yaşadığı beş yıllık süreci anlattı. Dava sürecinde epey yıpranan Süreyya Karabulut, medyanın kendisini hırpaladığını, bazı gazeteciler yüzünden intiharın eşiğine kadar geldiğini söylüyor: “Dava süreci ve sonrasında beni doğruya da yanlışa da yönlendiren medya oldu. Çok zor günler geçirdim. Hakkımda ‘3 milyon Euro aldı’ haberleri çıktı. Dava sürecinde hiçbir yerden para almadım. Mahkemenin bize verdiği tazminat parasını dahi alamadık.”‘Bir kısım medyadan talimatlar aldım’Çıktığı yayınlarda ne yapması gerektiğine dair kulaklıktan direktifler aldığını söyleyen baba Karabulut, birkaç gün önce yaşadığı durumu şöyle anlattı: “Bir yayına katılmıştım. Programda 10 dakika bulunacağım söylenmişti ama sonuna kadar yer aldım. Program bitiminde nedenini sordum. ‘Siz çıkınca reytinglerimiz çok yükseldi. Biz de bu kadarını tahmin etmiyorduk’ dediler. Ben bir sanatçı ya da işadamı değilim, beni reyting malzemesi olarak görmelerinden çok rahatsızım.” Cem Garipoğlu’nun aldığı cezayı yeterli bulmayan Karabulut, Cem’in tahliye olmasına dahi hazırlıklı olduklarını söylüyor.Garipoğlu ailesinin gücünden dolayı her yere talimatlar verdiğini düşünen Karabulut, dava sürecinde tehdit telefonları aldıklarını belirtiyor. Medyanın yakın takibi olmasaydı Cem Garipoğlu’nun teslim edilmeyeceğini ve bu olayın kapanacağını da ifade ederek, medyanın bu davaya magazinsel yaklaşmasıyla davanın itibarsızlaştığını düşünüyor: “Bir kısım medya bundan faydalanmaya çalıştı. Biz evladımızın acısını yaşarken onlar bu durumu kullanmaya çalıştı.”‘Devlet büyüklerinin sözlerine çok üzüldüm’Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘ya davulcuya ya zurnacıya’ ve dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın ‘Kızlarına sahip çıksalarmış’ sözlerine çok üzüldüğünü belirten Karabulut, “Başbakan Erdoğan’ı ve Celalettin Cerrah’ı Allah’a havale ettim. Onların da çocukları var.” diyor. Metin Feyzioğlu’na da sitemde bulunan Süreyya Karabulut, “Feyzioğlu şu anda toplumun lideri gibi gözüküyor. Bir keresinde Hayyam, Nida ve Nilüfer Garipoğlu ile beraber oturuyorlardı. Ben de onlara yakındım ve bana başsağlığı dahi dilemedi. Bizim toplumumuzda böyle bir şey var mıdır? Sonra ben gençler için projeler üretiyorum diyor! Bu insanlardan ne beklenir? Allah korkusu olmayan adamlar.” diye konuşuyor.‘KİTABI CAMİ AVLUSUNDA YAZDIM’‘Körebe: Kızım Münevver’in Ardından’ kitabının geliriyle Bolu’da bir köyde okul yapılacağını söyleyen Süreyya Karabulut, kitabın yazılma sürecini şöyle anlatıyor: “Rahmetli kızımı kaybettiğim beş yıl içinde yaşadıklarımı anlattım. Dava sürecini, Münevver’den sonraki hayatımızı, medyada yer alan haberlere yer verdim. Bahçelievler Camii’nin avlusunda hem ağladım hem yazdım. Çok bunaldığımda camiye girip namaz kıldım, tekrar devam ettim. Kitabımda tek satır yalan bilgi yok.” Karabulut, bundan sonraki tüm amacının ‘Münevver Karabulut’ adının cami, mescit, Kur’an kursu gibi mekanların içinde yer alması için çalışmak olduğunu söylüyor.

Doçentlik teziydi, albüm oldu - [Haftanın Albümleri]

0
0
Son beş yıldır Ayşegül Aldinç’in vokalistliğini yaparak akademik çalışmalarının yanında popüler müzik çalışmalarını da sürdüren, Türk halk müziği eğitimi almış ilk ses eğitmenlerinden Ayşegül Aral, ilk albümü ‘Cânâ’yı yayınladı.Aslında bu albüm Aral’ın doçentlik tezi. Aral çalışmasını müzisyen Sinan Cem Eroğlu ile yapmış. Albümde sanat ve halk müziğinden seçtiği eserleri özgün bir yorumla dinleyiciyle buluşturuyor sanatçı. Aral, hem albüm repertuarı hem de müzikal olarak gelenekselle günümüz arasında bağ kurmayı başarmış.Sensiz hep ‘…Bir Eksiğiz’ Ahmet Kaya şarkılarından oluşan ve merakla beklenen ‘…Bir Eksiğiz’ isimli albüm müzikseverlerle buluştu. İki CD’den oluşan çalışmada 26 sanatçı Ahmet Kaya eserlerini yeni düzenlemelerle yorumluyor. ‘…Bir Eksiğiz’de ağırlıkla rock grupları ve sanatçıları görüyoruz. Ayrıca; Sezen Aksu, Aynur, Halil Sezai, Bülent Ortaçgil ve Zuhal Olcay gibi isimler de yer alıyor. Ceza’nın ‘Gayrı Gider Oldum’ isimli şarkıya yaptığı ‘Yazıtlar’ isimli rap yorumu albüme renk katmış.Yonca Lodi’den 12 AySesi ve duruşuyla müzik dünyasının özel isimlerinden olan Yonca Lodi, beşinci albümüyle karşımızda. Başarılı yorumcunun ‘12 Ay’ isimli çalışmasında sekiz yeni şarkı yer alıyor. Yonca Lodi’nin geçtiğimiz yıl yorumladığı Edebiyat ve Ton Farkı isimli iki şarkısı da bu albümde yer alıyor. Şarkılarda, Murat Güneş, Hakkı Yalçın, Ender Çabuker ve Soner Sarıkabadayı gibi isimlerin imzası var. 12 Ay’da yine güçlü yorumculuğunu konuşturan bir Yonca Lodi var karşımızda. Zaman zaman temposu yükselse de yine onun hüzünlü sesinden duymaya alışık olduğumuz şarkılar yer alıyor.

Modacı öğrenciler gökyüzüne el attı

0
0
Havayolu şirketleri son yıllarda müşteri memnuniyetini artırmak için çalışanların kıyafetlerini yenilerken ünlü modacılarla çalışmayı tercih ediyor. Bölgesel uçuş düzenleyen Borajet Havayolları, risk alarak hosteslerin üniformaları için modacılar yerine, Bilgi Üniversitesi ile işbirliğine gitti.Havacılık sektöründe faaliyet gösteren şirketler, müşteri memnuniyetini daha da artırmak amacıyla çalışanların kıyafetlerini yenilerken ünlü modacılarla işbirliğine gidiyor. Bu yüzden havayolu şirketleri ile yer işletme hizmeti sunan kuruluşlar arasında yaşanan rekabet kaçınılmaz oluyor. Ancak bugüne kadar ünlü modacıların tasarımlarının boy gösterdiği sektörde, ilginç bir proje gündeme geldi. Daha çok bölgesel uçuş düzenleyen Borajet Havayolları, büyük bir risk alarak kabin memurlarının (hostes) üniformaları için Bilgi Üniversitesi ile işbirliğine gitti. Moda tasarımı bölümü öğrencilerinin tasarladığı kıyafetler arasından seçilecek yeni üniformalar, yaz sezonunda Borajet hostesleri ile görücüye çıkacak.Modacı Büyükçınar destek verecekModacı gençler, Bilgi Üniversitesi öğretim görevlilerinin denetiminde yarışarak Borajet hostesleri için en güzel ve en kullanışlı üniformayı tasarlayacak. Bu konuda öğrencilere yaklaşık 25 yıldır moda sektöründe faaliyet gösteren ünlü tasarımcı Tuvana Büyükçınar destek verecek. Kazanan tasarım, uzmanlardan oluşan jüri tarafından finale kalan üç öğrencinin hazırladığı kıyafetler arasından seçilecek. Yarışma süresince öğrencilere gerek modacılar gerekse şirket yetkilileri tarafından brifing verilecek. Özel uçuşlara da katılacak öğrenciler, böylece hostesleri bir kez daha yakından gözlemleme fırsatı yakalayacak. Genç modacılar, bir aylık sürede kurumu en iyi şekilde temsil edeceğine inandıkları özel bir tasarım hazırlayacak. Bu zorlu yarış nisanın son haftasındaki finale kadar devam edecek. Yarışmayı kazanan öğrenci, yurtdışı tatilinin de sahibi olacak.Pervaneli uçak kullanıyorBorajet, bir taraftan Türkiye’de daha önce uçulmamış noktaları birbirine bağlarken, bir taraftan da filosundaki pervaneli uçaklarla dikkat çekiyor. ATR72-500 tipi 68-70 yolcu kapasiteli uçaklarıyla sefer düzenleyen şirket, Adana’dan Beyrut, Diyarbakır, Elazığ, Bursa, KKTC gibi merkezlere bölgesel uçuş düzenliyor. Şirket, İstanbul’dan Edremit, Mykonos, Bodrum, Tokat ve Uşak gibi alternatif noktaların yanı sıra Ankara’dan Edremit, Bursa ve Siirt gibi noktaları da birbirine bağlıyor.Hostesleri modacılar giydiriyorTHY’nin 2005’te anlaştığı modacı Cemil İpekçi ile başlayan havacılık sektöründeki ‘ünlü modacı’ akımı, daha sonra modacı Arzu Kaprol’ün Çelebi Hava Servisi, modacı Serdar Candar’ın da Pegasus Havayolları çalışanları için tasarladığı yeni kıyafetlerle gündeme gelmişti. Hosteslerin daha şık görünmesi için ünlü modacıların kapısını çalan havayollarına son olarak Atlasjet Havayolları katılmıştı. Modacı Dilek Hanif tarafından tasarlanan Atlasjet’in yeni üniformaları, manken Tuğçe Kazaz ile görücüye çıktı. Dilek Hanif, şimdilerde THY’deki pilot ve hosteslerinin giyeceği yeni üniformalar için çalışıyor. Basına tasarım aşamasındaki örnekleri yansıyan ve büyük eleştirilere neden olan yeni üniformaların, nisanda kamuoyuna tanıtılması ve yaz sezonundaki uçuşlarda kullanılması bekleniyor.Kıyafetler ileri teknoloji ürünüHavayolu şirketleri, özellikle hostes kıyafetlerinin çok şık olmasını istiyor. Çünkü yolcuyla devamlı iletişim halinde bulunan ve uçuş boyunca göz önünde yer alan hosteslerin kurumsal kimlik adına çok iyi bir imaja sahip olması düşünülüyor. Bu durum aslında prestij açısından da büyük önem taşıyor. Ancak her şeye rağmen kıyafetlerin, en önemli görevi hayat kurtarmak olan hosteslerin hareketlerini kısıtlayıcı şekilde tasarlanmaması gerekiyor. Bu yüzden modacılar, üniformalarda şıklığı ön planda tutarken, giysilerin konforlu ve fonksiyonel olmasına da önem gösteriyor. Hazırlanan kabin memuru kıyafetleri özellikle yanmaya dayanıklı, terletmeyen ve leke tutmayan ileri teknoloji kumaşlardan seçiliyor.Pegasus’tan kış kampanyasıPegasus Hava Yolları, 800 bin koltuk ile başlattığı Kış Sezonu Kampanyası kapsamında 13-23 Mart’ta bilet alacak misafirlerini, 1 Kasım 2014-28 Mart 2015 arasında yurtiçine 19,99 TL’den, yurtdışına 29,99 Euro’dan başlayan fiyatlarla uçuracak. Şirket, geniş uçuş ağıyla 31 ülkede toplam 78 noktaya sefer düzenliyor.Corendon lale üretti!Hollanda’nın Türkiye’ye en çok turist getiren tur operatörü Corendon Travel, Hollanda’da ‘Corendon’ ismi ile laleyi piyasaya sundu. Firmanın iki Türk ortağından biri olan Atılay Uslu, geçen hafta Corendon’un logosunun bordo renginde üretilen laleyi piyasaya sürecek Intermediair Groep Holland (IGH) şirketinin yeni binasının açılışını yapmıştı. Lalelerin kökeninin Türkiye’ye dayandığını ifade eden Uslu, Corendon’un kendine ait bir lalesi olmasından büyük mutluluk duyduklarını söyledi. Corendon lalelerinden oluşan ilk buket, Atılay Uslu tarafından Rusya’da düzenlenen Sochi Olimpiyatları’nda üç madalya alan Corendon sponsorluğundaki paten takımının oyuncularına verilmişti.

Yav he he! - [Bizim Köy]

0
0
İzafiyet teorisinin babası Albert Einstein’ı tanımayan yoktur. İranlılar hariç. Zira İran’da din adamlarından oluşan Uzmanlar Konseyi’nin başkanı Ayetullah Mehdevi Kani’nin (83) acayip bir iddiası var.Kani, “Albert Einstein’ın Müslüman olduğunu, Şiiliği seçtiğini ve İmam Cafer Sadık’ın yolundan gittiğini” söylüyor. Einstein’a mezhep bile biçen Kani hariç, dünyaca ünlü fizikçinin Yahudi asıllı bir Alman olduğunu ise sağır sultan bile biliyor.Yörüngede bahar temizliğiNasıl bulmak istiyorsan öyle bırak, prensibi artık tüm dünyada hatta yörüngede bile geçerli. ABD’nin Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) anlaşma yaptığı bir grup Avustralyalı bilim insanı, dünyanın yörüngesindeki 300 bin kadar çöpü yeryüzünden gönderecekleri lazer atışlarıyla temizleyecek. 10 yıl sürecek projeye, doğuştan temizlik neferi olan anneler de dahil olacak mı göreceğiz.Soğanı oyup içine…Eroin tacirlerinin denemedikleri yol kalmadı, zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Pakistan’da bir çete, narkotik köpeklerine yakalanmamak için eroinleri oydukları soğanların içinde kaçırmaya çalıştı. Karaçi’deki güvenlik güçleri, baskın yaptıkları bir evde, 61 buçuk kilogram ‘yüksek kalite’ uyuşturucu ele geçirdi. Çete, soğanları oyup içlerine eroin kapsülleri yerleştirip, üzerlerini de tutkalla kapatıyordu.

‘Son kale’ düşmekten nasıl kurtuldu?

0
0
Nereden çıktığının anlaşılması zor olmayan birtakım laflara o kadar kolay inanabiliyoruz ki bunun tadını alanlar bizi sürekli saf yerine koyuyor. Bu tür laflardan biri de ‘Cemaat’in Fenerbahçe’yi ele geçirmek istediği’ yolundaydı. Biraz bayatladı konu ama şu içinde bulunduğumuz cinnet günlerinde fırsat çıktıkça gündeme getiriliyor.Gerek kişisel gerekse toplumsal düzeyde neye inanıp nelere kuşkuyla bakmamızın önemli olduğunu tayin etmekte zorlanıyoruz. O nedenle de çokça saf yerine konuluyoruz. Bunun acı sonuçları da sürekli önümüze getiriliyor. Böylesi olaylardan ders alma yeteneğimizin de bulunmadığı biliniyor. Dolayısıyla aynı olayları sürekli yaşıyor, daha açık deyişle pek zekice sayılamayacak yollarla bile kolaylıkla kandırılıyoruz. Sülün Osman türü dolandırıcılık örneklerinin bir türlü gündemden düşmeyişinin bir nedeni de bu. Saadet zinciri diye adlandırılan çağdaş dolandırıcılıkların binbir çeşidinin ipliğinin pazara çıktığı bir dönemde bakıyorsunuz yine o tür olay patlak vermiş, binlerce insan mağdur olmuş. Böyle durumlar bu kadar sık yaşanınca da şöyle bir veciz değil aciz söz geliştirmekte hak gördüm: Siz saf yerine konulmaktan bu kadar çok hoşlanırsanız, size bunu yapacak olanlar her zaman çıkacaktır. Gerçi mevzu biraz bayatladı ama zaman zaman onunla ilgili gelişmeler de olmuyor değil. Gerek 3 Temmuz sürecinde gerekse son zamanlarda yaşadığımız cinnet hali içinde ortaya atılan suçlamalardan biri de ‘Cemaat’in Fenerbahçe’yi ele geçirmek istediği’ yolundaydı. Birileri ortaya böyle bir laf attı, yukarıda anlatmaya çalıştığımız kesimler de neredeyse üzerine balıklama atladı. Zaten son dönemde ‘Milli Takımımızın 2 Dünya ve 1 de Avrupa Şampiyonasına katılamayışı bile Cemaat’in yüzünden’ denilse birileri inanacak! Aslında normal durumumuz da bundan çok farklı değil. Elbette ki böyle bir suçlama yapanların bununla ilgili herhangi bir kanıt ortaya koymak gibisinden dertleri yok. Daha kötüsü buna benzer zırvaların inanılması zor sayıda çok müşterisi var. Bir Allah’ın kulu da çıkıp Fenerbahçe ya da bir başka kulübün nasıl ele geçirilebileceği gibisinden basit bir soru sormak zahmetine bile katlanmıyor. Tam tersine, ‘Ben de biliyorum kardeşim onların ele geçirmek istediklerini’ gibisinden bu zırvayı sahiplenme durumu da hiç az rastlanır değil. O zaman da içinde bulunduğumuz durum ortaya çıkıyor. Fenerbahçe ya da bir başka kulüp içinde gerek üye olarak gerekse milyonlarca taraftarı içinde toplumun her kesiminden insan var. Kadını erkeği, genci yaşlısı, zengini yoksulu, sağcısı solcusu, inanmışı ateisti gibisinden daha aklınıza hangi tür sınıflandırma geliyorsa hepsi var kulüplerin içinde ve çevresinde. Üstelik bunların önemli bir bölümü kendi hayatlarıyla ilgili çok önemli gelişmelere bile kulak asmazken kulüpleri için ölmeyi-öldürmeyi bile göze alabilecek kadar fanatik.Akla zarar bir işBelki çok daha önemlisi, günün birinde herhangi bir kişi ya da grubun, olmadı toplumsal bir kesimin bir kulübü ele geçirmesi için yapılması gerekenler, belki bir ülkeyi sahiplenip yönetmeye kalkmaktan çok daha zor ve karmaşık bir süreçtir. Ayrıca çok büyük miktarlardaki borçlar ve bu dünyanın kendine özgü gerçekleri asla görmezden gelinemez. Dolayısıyla herhangi bir kulübü ele geçirmeye çalışmak, akla zarar bir çaba olur. Sonuçta da hemen hiçbirşey elde edemeden vaktinizi ve nakdinizi boşa harcamış olursunuz. Peki, hal ve gerçek böyleyken niye bu türden söylentiler çıkabiliyor? Ayrıca bunların müşterisi de niye bu kadar çok? Daha bunun gibi pek çok soru sorulabilir ama hepsinin tek yanıtı var: Bu memleket tarihin hiçbir döneminde fikir ülkesi olmadı. Bunun yanında gerçek bir demokrasiyle tanışmadı. 200 yıla yakın süredir yüzünü dönmüş bulunduğu Batılı değerlerin çok azını kabullenip içselleştirebildi. Toplumun genel eğitim ve kültür düzeyi ne yazık ki istenenin çok gerisinde kaldı. Bunun gibi bir yığın nedenle böylesi saçmalıklar prim yapıyor. Biri gelip bana böyle birşey söylese, kahkahalarla gülerim. Öyle de yapıyorum. Gelgelelim, muhatabım ‘sen gül bakalım’ gibisinden derin endişelerinden bir türlü kurtulamıyor. ‘Cumhuriyetin son kalesi Fenerbahçe elden gidiyor, sen hâlâ gülüyorsun’ gibisinden sitemlerde bulunuyor. Gerçi kalenin kurtarılması için ne yapılması gerektiğini o da bilmiyor ama olsun! Onun için endişeleniyor ya… Bu da az bir çaba sayılmaz. Birkaç dakika sonra bunu unutup başka şeyler için endişelenmeye başlayacaktır. Onun derdi çok. Kaldı ki Fenerbahçe ve öteki bazı kulüpleri ele geçirmek değilse de belli boyutlarda etki altına alabilmek için kimlerin neler yaptığı zaman içinde ortaya çıkıyor. Elbette ki onların da sonuç alma şansı yok ama elinizdeki büyük güç zaman zaman birşeyler yapmanızı sağlayabiliyor. Ama hepsi bir yere kadar. Sonra doğal olarak su kendi yolunu buluyor. Başka türlüsü hiçbir biçimde mümkün değil ve olamaz. Neyse ki Sarı Lacivertli takım, takipçileri Galatasaray ve Beşiktaş’ın süreklilik kazanan deplasman çuvallamaları yüzünden şampiyonluk yolunu tekrar düzledi de artık kimsenin aklına son kale ve onu savunma türünden komiklikler gelmez oldu. Tabii bu geçici bir durum. İlk yenilgi hele hakem hatası yüzünden kayba uğrama durumunun ortaya çıkması halinde aynı şeylerin tekrar gündeme getirilmesine tanık olabilirsiniz. Dahası, 30 Mart sonrasına ertelenmiş gibi görünen 3 Temmuz süreciyle ilgili birtakım gelişmelerin doğmasıyla benzer türden suçlama ve söylemler yeniden ortaya çıkabilir. Artık hiçbir dayanağı kalmamış da olsa, en küçük bir kanıt bile gösterilemese de, saf yerine konulma potansiyelimizin olağanüstü yüksekliğinden şu ya da bu biçimde yararlanmak isteyenler olacaktır. Ne diyelim, hepimize Allah sabır versin!

İstanbul'un fethi Monopoly'ye rakip olacak

0
0
İstanbul'un fethi dünyada ve Türkiye'de ilk kez bir kutu oyununa konu oldu. “1453 İstanbul'un Fethi Tarihi Stratejik Aile Kutu Oyunu” ismiyle hazırlanan oyun, karikatürist ve grafiker Ahmet Ercan'ın imzasını taşıyor.Büyük küçük herkesin birlikte keyifle vakit geçirmesini sağlayacak olan İstanbul'un Fethi oyunu, mekansal olarak yan yana olmalarına rağmen sanal ortamlarda kaybolmuş, birbiriyle irtibatları sınırlı hale gelen arkadaşları, aileleri, komşuları bir kutu etrafında toplayıp sosyalleştirme gayesini taşıyor. Oyun oyuncuya tarihin içinden bir rol vererek İstanbul'un fethinin nasıl gerçekleştiğini anlamasını da sağlıyor. Ortalama 45 dakika süren oyun boyunca, oyuncular, fetihte tarihi rolü olan isimleri, saldırı ve savunma amaçlı kullanılan silahları, cepheleri, hücum taktiklerini öğreniyor.İBB Kültür AŞ tarafından hazırlanan oyunun kurgu ve grafik tasarımını üstlenen Ahmet Ercan aynı zamanda eğitimci de olduğu için projeye hep bu açıdan yaklaştığını söylüyor. Üsküdar Üniversitesi'nin oyunu pedagojik açıdan inceledikten sonra tavsiye ettiğini belirten Ercan, “Üniversite'den Bizans'ı sordular, Bizans'a karşı kin nefret var mı, dediler. Olayda milliyetçi ögeler var mı diye baktılar. Yok dedim, düşman yok zaten oyunda, sadece çeldirici olarak var. Şiddet ögesi yok. Kan yok. Burada amaç kültürel olarak bir şey aşılamak. Bu haritaya bakmak bile faydalı. Buradaki kişilere yer verdim ki zihinlerde yer etsin.” diyor.Dünya üzerinde 70 bin civarında kutu oyunu bulunmasına rağmen Türkiye'de bunların sadece 4-5 tanesi mevcut. Bu oyunlardan en çok bilineni ise Monopoly. Oyununu çocukların da rahatça oynayabilmesi için dini hassasiyetleri gözetip zar kullanmadığını söyleyen Ahmet Ercan, Monopoly'nin borç alma, ipotek, banka ve az yeri olanın batması gibi özelliklerle insanlara maddiyatçılığı aşıladığını söylüyor. Ercan'a göre İstanbul'un Fethi oyunu bu özelliklerden uzak ve kültürel bir değer taşıyor.Barbaros Hayreddin Paşa oyunu da geliyorAhmet Ercan'ın hayata geçirmek istediği çalışmalardan bir diğeri de Barbaros Hayreddin Paşa oyunu. Akdeniz'de uzun süre hakimiyet kuran Türk korsanlarını konu alan bu oyunla insanlar Türk denizcilik tarihine bir yolculuk yapacaklar. Oyuna hazırlık anlamında birçok araştırma yapan Ercan, "Türk korsanlarımız filmlerde gördüğümüz korsanlardan gibi yağma yapan hazine peşinde koşanlar değil, Osmanlı'nın öncü birliği gibi yani yarı askeri." diyor. Ercan, oyununda Türk korsanlarının bu özelliğini ön plana çıkaracak.

Başbakan'ın iddialarına kimse inanmıyor

0
0
Avrupa'nın Pulitzer'i olarak bilinen Avrupa Basın ödülü, gazetecilik hayatında iki kez işten kovulmuş olan Yavuz Baydar'a verildi. Londra dönüşü görüştüğümüz Baydar, Avrupa'da medyanın durumuyla ilgili büyük bir ümitsizlik ve derin bir kaygı olduğunu söylüyor. Ne Avrupa'da ne Amerika'da paralel yapı söylemine ikna olan bir kişiye bile rastlamadığını da ekliyor. Başbakan'ın “Twitter'ın mwitter'ın kökünü kazıyacağız.” söylemi için ise “Bir ahmaklığın bütün bir toplumu nasıl bir kâbusa sürüklediğinin, örneği olarak tarihe geçecek. Türkiye toplumu sessizliğe bürünmeyecek.” diyor.Avrupa Basın Ödülü'nün zamanlaması manidar oldu. Bu ödülü neden size verildi?Bu ödül bana, Sabah gazetesi bağımsız ombudsmanı olarak yazdığım iki köşe yazısının yönetim tarafından sansürlendiği, ‘basın özgürlüğü için sergilediğim mücadeleye destek amacıyla' verildi. Yani ödülün sadece bana verilmediği çok aşikâr. Ödülü alırken de söyledim. Bu ödül Türkiye'de yıllarını gazeteciliğin onurunu, haysiyetini korumuş, temel sosyal, toplumsal, ahlak kurallarının arkasında durmaya çalışmış ne kadar meslektaşımız varsa, 200'den fazla işini kaybetmiş, keyfi bir şekilde işten atılmış olan meslektaşlarıma gitti. Bu ödül yaşamını kaybetmiş olan Hrant Dink gibi meslektaşlarıma gitti.Bunun dışında bir mesajı var mı ödülün?Ödülün arka planında Avrupa'da medya sektörü içinde en ‘gösterişli' olarak bilinen Türkiye'de medyanın içinin ne kadar boşaltıldığı, hiçleştirilip, anlamsızlaştırıldığının manzarası var. Medyanın en tepesindeki patronların çıkarları doğrultusunda hizmet yapmayı kabul ettikleri için işe alınan genel yayın yönetmenleri, bir kısmı özgürlük ve bağımsızlıklarını satmış köşe yazarları; editörler, servis şefleri, muhabirler, otosansür kültürüne isteyerek veya istemeyerek içi boş ‘gösterişli' manzaraya katkıda bulunuyor. Yani gösterişli medya içinde bomboş bir habercilik resmi var. Medya sektörünün gazeteciliği beraberce savunması gerekiyor. Her şeyi bir tarafa bırakıp bu mesleğin haysiyetine, şerefine sahip çıkması için bir şeyler yapması lazım.Ciner, Doğan ve Demirören gruplarının medyasına müdahalelere tanık oluyoruz Başbakan'a ait olduğu iddia edilen ses kayıtlarında. Ancak, ‘Bu ses kayıtları legal mi, meşru mu, neyin nesi?' diye medya içinden geliştirilen bir argüman da var. Siz nasıl bakıyorsunuz?Bu argümanların elle tutulur hiçbir yanı yok. “Bu kayıtlar yasadışı, mahkemenin de yayın yasağı var. Yasal olduğu belli olmayan bu kayıtları yayınlayamayız” diye üretilen saçma sapan bir görüş var. Elbette kişiler arasında yapılan konuşmalar mahremiyet adına önem taşır. Ama kamu yararı diye bir şey var. Biz mahremiyeti tek başına alır, sadece onun üzerine bindirilmiş bir gazeteciliği konuşursak saçmalamış oluruz. Esas mesele, mahremiyetin bittiği, ve kamuyu bilgilendirme sorumluluğun başladığı çizgiyi iyi çekebilmek. Ortada yasal soruşturmalar var. Savcılık tarafından takip edilmiş soruşturmalarda, ortaya çıkan bir sürü belge var. Konuşmalara takılanlar arasında gazeteciler de var. Zaten meseleyi daha karmaşık hale getiren de bu. Gazetecilerin kendileri bu kayıtlar ortaya çıkınca, diğer siyasilerden bile daha çok bağırmaya başlıyor. Bu konuşmalardaki gazeteciler suçludur demiyorum asla. Ama medya yöneticileriyle yapılan konuşmalardan bazılarını bizzat başbakan doğruladı mı, evet. Eğer hal böyleyse, Başbakan'ın ‘ne var bunda söylediysem' diye yaklaştığı konuları görmezden, duymazdan gelenlere ve gazetecilik anlayışlarına şüpheyle bakmaya başlarım. Bırakın bunu, Başbakan evvelce ‘dükkan sahipleri' dediği medya patronlarının da ötesine geçmiş ve son Habertürk konuşmalarını doğrularken, bizleri yani medya çalışanlarını kastederek ‘onlara öğretmek lazım' diye bizi de aşağılama noktasına varmış durumda. Bu, meslek haysiyetine sahip olan hiçbir gazetecinin kabul edeceği bir aşağılama değildir. Buna itiraz edilir, sonuna kadar. Ayrıca biz halka her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmak zorundayız.‘ALO Fatih, ALO Mustafa' döneminin sonuna yaklaşıldığı yorumları yapılıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?Kimin ne dozda ne seviyede baskıya maruz kaldığını, başbakana ve patronlara hangi konularda direnip direnemediğimizi görmeye başladık. Bizim medyanın içinde mafya usulü bir suskunluk yasası var. Özellikle üst düzey çalışanlar arasında bu çok yaygın. Bunca yıldır bir iki istisna dışında özgeçmişini yazmış genel genel yayın yönetmeni yok. E, uzun zaman patronunuzla mutemetlik seviyesinde sırdaş olursanız, bunlar arasında meslek ahlakına da uymayan işler varsa, çekinirsiniz tabii. Devlet içindeki kapalılık geleneği medyaya da sinmiş durumda. Kol kırılır yen içinde kalır zihniyeti... Siyasi kültür medya kültürüne de egemen.Özgürlükler kısıtlanıp, medya, yargı ve emniyetin köküne kibrit suyu ekilirken, havuz medyası halkı bilgilendirmek yerine neden hâlâ iktidar safında hizalanıp, insanları birbirine karşı kışkırtıyor?Türkiye'de medya her zaman şu ya da bu siyasi ideolojinin ve patronların belirgin iş faaliyetlerinin hizmetine sunuldu, meşrebine göre dar kapsamlı habercilik yaptı. Öyle dizayn edildi ve öyle kalması tercih edildi. Gazetecilik köşe yazarlığından ibaret zannedildi. Haber kadroları daraltıldı, kalanlar ezildi, yazı işleri tarafından çoğu kez otosansüre zorlandı. 2000'lerin başında AK Parti iktidara geldiğinde ve AB ile müzakerelere başladığında, medyayı zincirlerinden kurtaracak, rahatlatacak birtakım köklü reformlar yapması gerektiği konuşuluyordu.Neydi o reformlar?Eğer Türkiye herkesin hak ve özgürlüklerinin garantilendiği bir anayasaya kavuşacaksa, bunun ön koşulu bağımsız ve özgür bir medyanın tahkimiydi. Bu da öncelikle TRT'nin ve diğer kanalların bir devlet propaganda borazanı olmaktan çıkartılıp -on yıllardır TRT böyle kullanıldı ve hırpalandı- derhal BBC gibi gerçek bir ‘kamu yayıncısı'na dönüştürülmesiyle mümkündü. Başına da mesleğini dürüstçe yapmaktan başka bir kaygısı olmayan iyi gazetecilik yapabilecek insanların getirilmesi söylendi. Bu çok net olarak birkaç kez hükümete altı çizile çizile, benim de olduğum bazı özel toplantılarda söylendi. Aksi halde Türkiye'nin eski kavgalı günlerine geri döneceği, sadece kendi kuyruğunu kovalamaya, kısır döngüye mahkumiyete devam edeceği belirtildi. Diğer önemli nokta ise sendikal hakların kuvvetlendirilmesiydi. Bütün medya patronlarının kurdukları kötülük zinciri içerisinde, ki başka iş alanlarından gelip bu işe girmiş olanlarını kastediyorum, ilk işi sendikaları kendi kuruluşlarından kovalamak oldu. Sendika üyeliği ciddi bir risk faktörü haline geldi. Elimizdeki rakamlara göre şu anda Türkiye'deki toplam 14- 15 bin gazeteciden yüzde biri sendika üyesi olmaya cesaret edebilmiş. Sadece yüzde 1! Kollektif haklar deyince durmak lazım. Bir meslektaşımız işini kaybettiğinde bir toplu dayanışma hareketi, ortak itiraz göremiyoruz. Bu meslekteki insanlar yıllardır işinden her an olma korkusu içinde yaşatılıyor. İş güvencesinin olmayışı, otomatik olarak editoryal bağımsızlığı kısıtlıyor. Avrupa'da herhangi bir düşüncedeki bir gazeteci siyasi veya ekonomik baskı gördüğünde anında bütün gazeteciler toplanıp meslektaşları için haykırmaktadır.Gazeteciler, haberciler, editörler hakikatle imtihan mı oluyor?Kesinlikle. Bu hakikatle imtihan halinin bir şekilde son bulması lazım. Türkiye'de bütün medya çalışanları yeteri kadar imtihandan geçti. Artık yolun sonuna gelindi. Buradan bir çıkış yolu olmalı. Medya sahipliğinde saydamlığı şeffaflığı sağlayamamışsınız. Bütün bunlar için gerekli olan, AB'nin istediği iki başlığı açmamışsınız. Kamu ihaleleri ve sosyal haklar başlığı gibi diğer pek çok başlığı Fransa ve Kıbrıs bloke ederken, bu iki başlığı açmayan Ankara'nın ta kendisidir. Sebebi belli bana göre. Nedir?Çünkü bu başlıkları açtıkları anda Ankara'daki siyasi güç sahipleriyle, başta başbakan ve bakanlar olmak üzere İstanbul medyasının sürekli gözü parayla kamaşmış, gazeteciliği umursamayan, bu mesleğin ne olduğunu bilmek dahi istemeyen ‘gösterişli' medya patronları aralarındaki bağlar ortadan kalkacaktı. Herkes bu kirli saadet çarkı dönmeye devam etsin, gazeteciliğe esasında düşman olan bu kirli ittifaklar sürsün istiyor. Ama gördüğünüz üzere dönmüyor işte. Yıllardır dilimizde tüy bitti böyle bir sistemle yönetilen bir medya dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde yok diye. Bu sistemle ilerleriz diyorlarsa demokratik bir ülke olamayız. Demokrasi gibi bir amaç yoksa da sıradan bir Orta Asya ülkesinden bir fark kalmaz.Bizdeki liderliğin ne kadar kof ve çapsız olduğunu gördük“Erdoğan dönemiyle, demokrasi ile İslam'ın bağdaşmayacağı görüldü” yorumlarına katılıyor musunuz?Ben hala siyasetin içinde din olabileceğini düşünüyorum ama bunun makul dozu ne olacak? O önemlidir. Makul dozu nedir, ki diğerlerinin inançlarına, yurttaşlık haklarına, görüşlerine ve hayat tarzlarına asla vermesin. Bugünlerde biz bu ülkede Demokrasi-İslam, ahlak -siyaset ilişkisini sorguluyoruz. Vicdan sahibi herkes bu konuda endişelidir. Artık bitmiş, ömrünü tamamlamış görünen AKP iktidarıyla bunun olup olamayacağını aslında hepimizin deneyip görmemiz gerekiyordu. Kendisi İslam'ın içinden çıkıp yükselmiş olan bir siyasi hareket, acaba o eski dediğimiz, ahlaksızlarla çöküntüye uğramış, bitmekte olan Türkiye'ye ahlaklı davranış adına bir örnek, yeni bir çıkış yolu gösterebilir mi? Bunu yaşayıp görmeliydik. Gelinen nokta maalesef iflas noktasıdır. Türkiye bunu hak etmiyordu. Bundan sonra kötü anlamda olacakları da kabullenebilecek bir noktada değil.Avrupa'daki Hristiyan demokratlar gibi Türkiye'den bir gün Müslüman demokratlar çıkar mı?Din güdümlü, din eksenli, mezhepsel siyaset devri kapanmıştır. İnsanlara ne düşüneceğini, neye inanacağını, hangi yaşam tarzını benimseyeceğini dayatırsanız, ‘içkiyi kısıtlıyorum, bu dinimizin emri' derseniz, her hayat alanında siyasi mühendislik taslamaya kalkarsanız, hem bu ülkeyi kanun devleti olmaktan çıkarır, hem de insanları dinden ve birbirinden soğutursunuz. İşte bu yüzden insanlar bu yüksek gerilim noktasına geldi. Karanlığın ortasında bir yerde duruyoruz. Bize hiç yakışmadı, çünkü biz bunu başarabilirdik. Mısır ve Tunus'a bakıyorum. Mısır ‘da yaşananlar çok hızlandırılmış bir filmdi. Zaten bir donanımı da yoktu İhvan'ın. Ama Tunus'ta farklı bir manzara yaşanıyor. Gannuşi'nin kucaklayıcı tavrı olumludur bu söylediklerim anlamında. Biz bu iki ülkenin fersah fersah önünde bir yerde olmalıydık. Ama maalesef ki bizdeki liderliğin ne kadar kof, dar kafalı, çapsız olduğunu, ne kadar gizlenmiş niyetleri olduğunu, kötülüğe ne kadar yakın olduğunu görmüş olduk. Kötülük çok sık kullandığım bir kelime değil. Ama şu anda böyle bir kötülük güdümü var. Kötü bir siyaset tohumu var ve bundan Türkiye'ye hayırlı hiçbir şey çıkmaz. Çok endişeliyim, umutlarımı kaybettim.Ahlaklı, iyi tohumlu bir siyaset bu ülkeye gelmeyecek gibi konuşuyorsunuz…Türkiye'de her şeyin farkında olan sessiz bir çoğunluk var aslında. Onların tecrübesine, bilgeliğine ve iradesine güveniyorum. İnsanlar bence ahlaksızlığı, baskıcılığı, yeni bir vesayetçiliği kabullenmeyecek kadar engin bir akla, vicdana ve bakışa sahip. Bir başka avantaj ise, Türkiye'nin önünde şimdi peş peşe üç tane seçim olması. Türkiye'nin üç şansı var yani. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyeceğini, Türkiye'ye kötülük tasarlayanları, onu karanlığa çekmeye çalışanları demokratik yollardan cezalandıracağını düşünüyorum. Insanlara koyun muamelesi yapamazsınızTwitter ciddi derecede kısıtlandı.Facebook ve YouTube'u kapatma tehdidi, internet yasasının onaylanması Türkiye Çin mi oluyor?Twitter olayı, bir ahmaklığın bütün bir toplumu nasıl bir kabusa sürüklediğinin, hayallerine zorla el konulduğunun, geleceğinin nasıl karartıldığının örneği olarak tarihe geçecek. Ama Türkiye gibi bir ülkede haber alma özgürlüğünü kısıtlamak çok zor. Burası ekonomisi itibariyle büyük global sistem içinde yer alan bir ülke. Türkiye toplumu ve yeni kuşaklar interneti, sosyal medyayı çok yüksek oranda kullanıyor. Verilere baktığımızda Twitter'da Facebook'da dünya şampiyonuyuz. Bunlar bize Türkiye toplumunun sessizliğe bürünmeyeceğini gösteriyor. Bunu bastıramazsınız. Dikişler atar. Ne kadar boğmaya çalışırsanız, sivil direniş o kadar çok olur. İnsanlara koyun muamelesi yapamazsınız. Toplumun kendi iç dinamiği var. Bundan geriye dönüş mümkün değil. Ben isterdim ki ciddi bir sosyal medya kullanıcısı olan cumhurbaşkanı ve diğer yöneticiler internet yasağına daha net karşı çıkabilsin ve bize geleceğin aydınlık taraflarını göstersin. Ama burada sınavını iyi veremedi. Bu ona ciddi puan kaybettirdi, kendisi de farkındadır.Bütün bu baskılar karşısında ne yapmalı?Risk almak lazım. Ben birtakım riskler aldım, iki kez işten atıldım. 2004'te Aydın Doğan, 2013 Haziran'da da Sabah'ın patronu sadece yazılarım nedeniyle, sözleşmeleri ihlal ederek beni kovdu. Özdenetim yapsın diye aldıkları bir bağımsız ombudsmanı kovarak, buradaki medya imajını dışarda beş paralık ettiler ve asla utanmadılar. Kötü günler geçiriyoruz. Benim gibi kovulanların ne yaşadığını iyi biliyorum ve erişebildiklerimi arayıp geçmiş olsun demeye çalıştım. Bir mesleki sözlü tarih hazırlığı yapılması lazım. Son 20 yılda ne oldu, kim ne yaptı, nasıl sansürlendi, biz kendimize nasıl oto sansür uyguladık, hangi haberleri görmedik, çarpıttık, kimleri mağdur ettik. Etekteki taşlar dökülmeli, Bizim işimiz gerçekleri olduğu gibi anlatmak. Yalan söylemek, sahtekarlıklara ortak olmak değil. Yalan söylemek iktidarların, bazı sermayedarların işi. Gazetecilik riskleri göze almaktır, bunu unutmayalım. Avrupa Türkiye'de olup bitenleri, gidişatı, medyayı nasıl okuyor?Medyanın durumuyla ilgili büyük bir ümitsizlik ve derin bir kaygı var. Başbakan'ın ne kadar müdahil, ısrarcı ve aşağılayıcı olduğunu ortaya çıkaran son ses kayıtları Avrupa ve Amerika'daki meslektaşlarımızı dehşete düşürmüş durumda. ‘Görülmemiş bir realite.' deniyor. Siyasi durumla ilgili de endişeli bir bakış var. Burada yaşananları çevremizdeki bazı ülkelerin otoriterleşmesiyle paralel görüyorlar.‘Paralel yapı' yorumlarına inanıyorlar mı?Israrla sordum “Paralel devlet, hayalet yapı, vaiz lobisi söylemlerine inanıyor musunuz?” diye. İkna olmuş bir tane insana rastlamadım. “Bize 2-3 aydır söylenenlerin somut kanıtlarla inandırıcı belgelerle ispatlanması lazım.” dediler.P24 nasıl bir oluşum, hangi maksatla kurdunuz?Çok ciddi bir cepheleşme var meslek örgütleri arasında. Dolayısıyla biz bunu kurarken öncelikli olarak bunu bir medya gözlemevi gibi kurduk. Türk medyasının görevleri, hangi haberi görüp görmediği, hastalıklı noktalarıyla ilgili teşhisler raporlar hazırlıyoruz. Çeşitli konularda araştırmalar hazırlamak, genç meslektaşlarımızı eğitmek amaçlarımız arasında. AB üzerinden ve STK'lerden, çeşitli yardım ajansları aracılığıyla gelen birtakım kaynakları gazetecilik eğitimi için kullanıyoruz atölye çalışmalarıyla. Mart ayı boyunca tüm Türkiye'de seçimin nabzını tutacak yerli yabancı meslektaşlarımıza bir seçim otobüsü projesi başlatmıştık. Güney'i izlediler, Doğu Karadeniz'e gittiler. Şimdi Urfa, Diyarbakır Batmana gidecekler. Özellikle işini kaybetmiş olan meslektaşlarımıza bu vesileyle küçük bir katkımız, mesleki teşvikimiz olduysa ne ala.

Onlar adeta tüccar kulüpler

0
0
Futbol bir endüstri haline geldi. Yani ortada para var. Bir de taraftara en çok heyecanı veren transferler. Futbolcu eğer yıldız ise binlerce kişi tarafından havaalanında karşılanır, omuzlara alınır, hatta eğer yıldız ise adına özel besteler yapılır. Yıldız değilse antrenmana çıktığında tanışır taraftarla. Bir de yarınların yıldızlarını keşfedenler var. Onların işi mücevherle değil, cevherle…Avrupa’da transfer başarısı deyince akıllara gelen ilk takımlardır Porto, Ajax, Udinese… Bu soruyu sokakta küçük bir çocuğa sorsan hemen cevabını verir. Bu kulüplerin işi, ilk önce futbolcuyu keşfetmek, ardından cüzi bir miktara satın almak. Genç futbolcuları parlatarak Avrupa’nın dev kulüplerine pazarlamak da işin son aşaması. Peki, transfer başarısı ile ön plana çıkan bu takımların sırrı ne? Nasıl oluyor da rakip kulüplerin ruhu bile duymadan adı sanı duyulmamış futbolcuları kadrolarına katıyorlar? Bu takımların sadece kendilerine özgü bir yöntemi yok aslında. Herkesin bilmesine rağmen uygulama aşamasında püf noktalarına dikkat edilmemesi, yeteri kadar altyapıya önem verilmemesi bu sebeplere birkaç örnek. Günümüzde bilgiye ulaşmak eskisi kadar ilkel değil. Futbol ile ilgili her şeyi bulmak mümkün. Yani eskiden sayılı kişilerin yaptığı yetenek avcılığı da demode olmuş durumda. Lafı uzatmadan asıl konumuza dönelim. İlk önce, kulüp kendi eksikliğini yani hedef bölgelerini belirlemeli. Ardından etkin ekiple beraber takım için doğru oyuncuyu bulmalı. Bu oyuncuların sözleşme bedelinin kulübün bütçesini zorlamaması ve oyuncunun gelişmesi-parlaması için yeterli imkânların sunulması altı çizilecek hususlardan. Tabii bu durumu ekonomik gücü yüksek Avrupa’nın dev kulüpleri (Arsenal, Manchester United) için söylemek de mümkün. Ünlü Fransız hoca Arsene Wenger, kaliteli antrenmanlarla oyuncuların gelişebileceğini söylerken başarıya iki temel yoldan gidileceğini şöyle açıklıyor: “Genç oyuncuları akademiden çıkarmak ya da iyi bir scouting sistemi ile akıllıca transfer yapmak.” Üçüncü bir yol daha olduğunu sözlerine ekleyen tecrübeli Hoca, “Dünyanın en iyi futbolcularını satın alabilirsiniz. Mesela, Messi ya da Ronaldo’yu almak için scout’a ihtiyacınız yok. Ama daha ufak kulüplerde oynayan ve kimsenin bilmediği üst seviye futbolcuları bulmak için çok iyi yetenek avcılarına ihtiyacınız var.” diyor. İşte Arsene Wenger’in de dediği gibi kimsenin ruhu bile duymadan o oyuncuları bulmak, asıl mesele bu!Avrupa’nın vitrini PortoPortekiz’in kuzeyinde Rio Douro nehrinin ağzında bulunan, 1,5 milyondan fazla nüfuslu Porto şehri, ülkenin en önemli endüstri noktası. Futebol Clube do Porto, Portekiz’in önde gelen futbol kulüplerinden biri. Porto’yu, yüksek maliyetlerle futbolcu satan bir kulüp olarak tanıtabiliriz. Hulk’u 2012-2013 sezonu başında 50 milyon €’ya Zenit’e, Radamel Falcao’yu 47 milyon €’ya Atletico Madrid’e satmıştı. Aynı coğrafyada yer alan Portekiz, Hollanda gibi ülkelerin yayın gelirleri diğer beş büyük ligin çok gerisinde. Bu da bu ülkeleri başka alternatiflere sürüklemiş. Hollanda, oyuncuyu yetiştirme ve Afrika, İskandinavya gibi ülkelerden genç oyuncuları keşfetme yolunu seçiyor.Benfica ve Porto, Portekiz Ligi’nin demirbaşlarından. Bu takımların gelirleri de çok yükseklerde değil. Örnek verecek olursak 3 büyük takımımızdan fazla değil gelirleri. Ancak bu iki takım sürekli olarak Avrupa’da mücadele ediyor. 1893’te kurulan Porto takımı, 2 kere Şampiyonlar Ligi’ni (1’i Şampiyon Kulüpler Kupası) 2 kere de UEFA Kupası’nı kazanma başarısını göstererek istikrarının meyvelerini topluyor. Portekiz, iklimiyle olsun kültürüyle olsun Güney Amerika’ya çok benziyor. Falcao, Hulk, Lisandro Lopez, David Luiz, Oscar Cardozo, Anderson, Ramires, James Rodriguez, Maxi Pareria, Angel Di Maria gibi çok sayıda futbolcunun Avrupa ile tanışması Porto ve Benfica ile gerçekleşti. Yani Porto, transfer konusunda Avrupa’nın en iyilerinden birisi.Hollanda’da birinci, Avrupa’da bir yere kadarPortekiz için Güney Amerika ne ise Hollanda için de İskandinavya o demek. Özellikle birkaç pahalı transfer sonrasında rotasını tamamen kuzeye çeviren Ajax, gözünü dinamik gençlere dikmiş durumda. Hollanda 1. Ligi ekonomik olarak büyük liglerin çok gerisinde. Ligi birinci bitirsen bile 10 milyon Euro gibi bir gelir elde edebiliyorsun. Buna rağmen Ajax’ın stratejisi akademiden oyuncu çıkarmaya devam etmek. İkincisi ise genç ve uzun oyuncuları kadroya dâhil etmek. Christian Eriksen, Lucas Andersen, bunlardan birkaç tanesi… Ajax teknik direktörü Frank De Boer de, oyuncu kaynağı olan akademiye yatırım yapılması görüşünde. “Akademimizi geliştirmek istiyoruz, eğer altın bir jenerasyon yakalayabilirsek Şampiyonlar Ligi’ni tekrar kazanmamız söz konusu olur.” diyen başarılı teknik adam sistemlerine güvenini vurguluyor.Orta sınıf ama en iyi yönetime sahip Slovenya sınırında yer alan 100 bin nüfuslu tarihî Udine şehrinin takımı olan Udinese futbol yönetimi olarak dünyanın en iyilerinden. Çünkü üst düzey oyuncu izleme ağına sahip. 1990’ların ortalarından itibaren keşfe hazır gençlere yönelmeye karar verir Udinese yönetimi. Şilili Claudio Pizarro’nun, dört sezon oynadıktan sonra İnter’e satılması bunun bir göstergesi olarak kabul edilir. İlerleyen dönemlerde çok sayıda futbolcu Udinese’den Avrupa’nın köklü takımlarına transfer oldu. Udinese takımının belirli bölgelerde çalışan scout ekibi var. Bu ekip oyuncuları şef scout’a bildiriyor. Ardından herkesin fikri olumlu ise transfer yapılıyor. Udinese’nin eski sportif direktörü Fabrizio Larini, transfer politikasını şöyle özetliyor: “Temel olarak iki seçeneğimiz var. Ya Alexis Sanchez’de olduğu gibi yarının yıldızını keşfeden ilk kulüp olacağız ya da Brezilya ve Arjantin değil de Şili, Kolombiya, İsviçre, Slovenya, Danimarka gibi alternatif pazarlardaki bilinmeyen oyunculara bakacağız. Ancak önemli olan nokta şu, yenisini hazırlayana kadar elimizdeki oyuncuları mümkün olduğunca tutmak istiyoruz.” Bir ara Fenerbahçe’nin kapısına kadar gelip geri dönen Gökhan İnler, Kolombiyalı Mauricio Isla ve Şilili Alexis Sanchez kulübün başarılı transferlerinden. Bizde durum biraz farklı!Ülkemizde genç ve ucuz yabancı transferi oldukça kısıtlı. Çünkü Türkiye’de şampiyonluğa oynayan takımın da kümede kalma savaşı veren takımın da mantığı aynı. Yani tecrübe sahibi olduklarına inanılan futbolcular revaçta. Avrupa’da bazı takımların yaptığı gibi potansiyel sahibi oyunculara yatırım yapıp, birkaç sene bekleyecek sabır yok maalesef! Hiç kimse sabırlı değil.

İNSTAGRAM’DAN #İSTANBUL

0
0
İstanbul’u sevmek için hepimizin çok farklı nedenleri olabilir. Beni İstanbul’a bağlayan sebeplerden biri de, dünyanın diğer metropollerinden farklı olarak sokak hayvanlarının burada hâlâ sosyal hayatın içinde yer almaları.Nereye bakarsanız bakın günün her saatinde bir sokak hayvanı karşınıza çıkabilir. Trafik ışıklarında karşıdan karşıya geçerken size eşlik edebilir, bir bankta otururken gelip size sırnaşabilir, dışarıda yemek yerken bir anda yanı başınızda bitip yemeğinize ortak olabilir. Hatta bir sabah evinizden çıktığınızda her gün size eşlik eden kulağı kırık köpeği göremezseniz endişelenirsiniz. Yaşadığımız şehri paylaştığımız kedileri, köpekleri fotoğraflamak, benim için bir İstanbul sakininin fotoğrafını çekmek gibidir.Onun herhangi bir semtinin herhangi bir sokağı zaman algınızı değiştirebilir. Bazen Bizans, bazen de Osmanlı karşılar sizi... Tabii ki orada yalnızca yapılar ya da sokaklar değildir yıllanan. İnsanları da bugüne ait değil gibidir. Çoğu fotoğrafıma konu olan bu yer Tarihi Yarımada’dır. Fotoğraf çekmek için oraya her gittiğimde, içimde duyduğum bir eksikliğin daha tamamlandığını hissederim. Beni bu kadar etkileyen başka bir mekân daha yoktur.2010 yılından bu yana İstanbul’un dört bir yanında çektiğim ve Instagram’da yer verdiğim fotoğraflardan bir seçki bugünlerde kitap olarak da çıktı. Fotoğraflarım İstanbul’un duvarları, sokak mobilyaları, meydanları, güvercinleri, pencereleri, hâlâ yıllar öncesinde yaşandığı izlenimi veren sokakları, anıtsal yapıları ve elbette insanları ile kurulu hikâyeler için birer ipucu.İnstanbul, İnstagramda İstanbul Fotoğrafları - Mustafa Seven İnkılap Kitabevi, 2014
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live