Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Ne kadar hukuk, o kadar demokrasi

$
0
0
‘Devletleşen’ AK Parti, hızla milletten uzaklaşıyor. Dün, ‘üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü’ diyenler, bugün yaptıklarıyla hukuku, demokrasiyi rafa kaldırıyor. Kritik soru şu: “İktidar öfke ve kin dolu bu stratejisini ne kadar sürdürülebilir?”“Türkiye Cumhuriyeti, (…) demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Anayasa’nın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti böyle tanımlanıyor. Ancak 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk soruşturmasının ardından yaşananlar bu tanım üzerinde yeniden düşünmeyi zorunlu kıldı. Demokrasiyle yönetilen ve hukukun egemen olduğu ülkelerde fişleme yapılabilir mi? Ülkenin başbakanı gazetelere, televizyonlara sansür talimatı verebilir mi? Bir gazeteci attığı bir tweet sebebiyle sınır dışı edilebilir mi? Yargı hükümete bağlanabilir mi? Devlet bir bankayı batırmak için operasyon yapabilir mi? Soruları çoğaltmak mümkün.Zahiren değil, gerçekten demokrasinin hakim olduğu, hukukun içselleştirildiği ülkelerde bu olaylardan sadece birinin bile yaşanması durumunda hükümet istifa eder. Ancak bizde bırakınız istifa etmeyi, kamuoyunda oluşturulan ‘mağduriyet’ algısıyla oy devşirmek bile mümkün olabiliyor. Biz, yaşanan örnek olayları olduğu gibi aktaralım, siz karar verin; Türkiye Cumhuriyeti, gerçekten demokratik bir hukuk devleti midir, değil midir?2013’e kadar fişlenmişiz!Taraf, 28 Kasım 2013’te ‘Gülen’i bitirme kararı 2004 MGK’da alındı’ manşetiyle çıktı. 15 maddelik MGK kararında, sadece Gülen grubuna değil, diğer ‘irticai’ unsurlara karşı da ağır yaptırımlar getiren yasal düzenlemeler yapılması isteniyordu. Buna göre öğrenci evleri ve yurtlara engel olunacak, Camia’ya destek veren işadamları takibe alınacaktı. İktidar yetkililerinin ‘yok hükmünde, uygulanmadı’ dediği kararlara dayanılarak mütedeyyin insanların 2013 yılına kadar fişlendiği belgeleriyle deşifre edildi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, fişlemelerin alçaklık olduğunu söyledi. Çelik, “MİT’in başına Hakan Fidan da gelse eski alışkanlıklarını sürdürenler var.” dedi. 17 Şubat 2014’te ise kamuya alınacak memurların ‘kırmızı, yeşil ve mavi’ listelere göre seçildiği ortaya çıktı. Belgesi 19 Şubat’ta Taraf’ta yayımlandı. Hiçbir demokratik ülkede fişleme olmaz, olamaz. Bu, anayasal bir suçtur.‘Komplo’yu MİT’in raporu çürüttüYolsuzluk soruşturmasının ardından iktidar kanadının en büyük savunması olayın ‘komplo’ olduğunu söylemekti. Ancak MİT’in, 17 Aralık operasyonundan 8 ay önce, 18 Nisan’da, Başbakan’ı konuyla ilgili bilgilendiren bir rapor gönderdiği ortaya çıktı. Karapara trafiğinin ve yolsuzlukların deşifre edildiği raporun ‘sonuç ve değerlendirme’ bölümünde, Reza Zarrab’ın bakanlarla ilişkisine dikkat çekiliyor ve ‘mevcut ilişkisinin ortaya çıkması halinde, söz konusu hususların hükümet aleyhinde kullanılabileceği’ aktarılıyordu. Sadece bu rapor bile yolsuzluk soruşturmasının komplo olduğu iddiasını çökertmeye yeterdi. Ancak rapor sümen altı edildi. Hangi hukuk devletinde böyle bir ihbar görmezden gelinebilir?SİT alanına villa kondurduk…Bu süreçteki ciddi iddialardan biri de İzmir’in Urla ilçesinde 1. derece sit alanına Başbakan (2 adet) ve yakınları için usulsüz olarak villalar yapıldığıydı. Buna dair ses kayıtları da internete düştü. İşadamı Mustafa Latif Topbaş, görüşmelerden birinde dönemin İzmir Valisi Cahit Kıraç’ı Başbakan Erdoğan’a şikâyet ediyordu. Buna göre Vali, villaların kaçak olduğunu belirterek, yıkacağını söylemişti. Başbakan, konuyla ilgileneceğini söylüyordu. Adı geçen vali görevden alındı. Bir başka konuşmada ise Başbakan’ın kızı Sümeyye Erdoğan, yine Topbaş’la yaptığı görüşmesinde villaların nasıl olması gerektiğini ayrıntılı olarak tarif ediyordu. Konu Başbakan’a soruldu. Konuşmaları kabul etti. Ancak villaların kendisiyle ‘zerre kadar ilgisi olmadığını’ savundu. Telefon konuşmalarının içeriğine ise girmedi. Ayrıca o villaların 30-35 yıllık olduğunu ileri sürdü! Ancak 3 sene öncesine kadar bölgede söz konusu villaların olmadığı fotoğraflarla ortaya konuldu. Ayrıca İzmir İl Genel Meclisi, söz konusu villalar için Şubat 2012’de yıkım kararı almıştı. Bir başka tapeye göre de bu bölgenin 3. derece sit alanına dönüştürülmesi için 130 bin TL karşılığında sipariş rapor alındığı belirtiliyordu. Bu kayıtlardan hiçbiri yalanlanmadı!Başsavcıyı aradım, ne var bunda!Adalet Bakanı Müsteşarı Kenan İpek’in, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın talimatıyla İzmir Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Baş’ı 2 kez arayarak, ‘soruşturma dosyasını kapatın, yoksa karışmam’ diyerek tehdit ettiği ortaya çıktı. Başsavcı, konuyla ilgili tutanak tutmuştu. Ve orada kendisine yönelik tehdidi açık açık aktarıyordu. Adalet Bakanı hakkında fezleke hazırlandığı öğrenildi. İddialar bununla sınırlı kalmadı. CHP’li Bülent Tezcan, 6 Şubat’ta Bozdağ hakkında ‘yargıya müdahale girişimi’ iddiasıyla hazırlanan ikinci fezlekeyi kamuoyuna açıkladı. Fezlekede, Adana Cumhuriyet Başsavcısı Süleyman Bağrıyanık’a Adalet Bakanı Bozdağ ve müsteşarı Kenan İpek’in Kırıkhan’daki TIR operasyonuyla ilgili olarak baskı yaptığı ileri sürülüyordu. Bekir Bozdağ, iki başsavcıyı da aradığını kabul etti. Bozdağ, kendisini, “Bana bir tane adalet bakanı gösterin ki başsavcı aramamıştır!” diyerek savundu. Yargı bağımsızlığını düzenleyen Anayasa’nın 138. maddesine göre her ne sebeple olursa olsun hiçbir kurum ve makam yargıya müdahale edemez, telkinde bile bulunamaz.Milletin bankasına operasyon!Türkiye, yolsuzluk soruşturmasının ardından gelen süreçte inanılmaz hukuksuzluklar yaşadı. İktidar, milletin bankasını batırmak için operasyon yaptı. İçişleri Bakanı Efkan Ala, 29 Aralık 2013’te TRT’de katıldığı bir programda, birilerinin operasyonu önceden haber alarak, piyasadan yüklü miktarda döviz çektiğini ileri sürdü. İsim vermeden Bank Asya’yı hedef aldı: “Dolarları kim aldı? Şüpheyle söylemiyorum, belgeli soruyorum. Bu nasıl ihanet?” İddiaya göre Bank Asya, operasyon öncesinde piyasadan çektiği dolarlar sayesinde 2 milyar dolar kazanmıştı. İlk yalanlama Bank Asya’dan geldi. Ardından Merkez Bankası da Ala’yı yalanladı. Söz konusu dönemde hiçbir bankanın olağan dışı bir döviz alımının olmadığı belirtildi. Konu günler sonra Efkan Ala’ya soruldu. “Ben banka ismi vermedim.” demekle yetindi.Başbakan’dan Sansür talimatıBaşbakan Erdoğan’ın televizyon ve gazeteleri arayarak ‘sansür’ talimatı verdiğine ilişkin ses kayıtları geçtiğimiz haftalarda internet sitelerine düştü. Bunlara göre Erdoğan, televizyona, gazeteye atadığı hükümet komiseri aracılığıyla söz konusu kurumların yayınlarına doğrudan müdahale ediyordu. İddia kendisine soruldu. Telefon konuşmalarını doğruladı ancak ‘kendisine yönelik hakaret’ olduğu gerekçesiyle yayınlara müdahale ettiğini savundu. Halbuki sansürlenmesi istenen şey, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, Gezi olayları sebebiyle yaptığı ve bir televizyon kanalında alt yazı olarak geçen bir açıklamaydı. Bahçeli, olayların çığırından çıktığını belirterek Cumhurbaşkanı’nı göreve çağırıyordu.Kabataş’ta kim linç edildi?Gezi olayları sırasında başta Başbakan olmak üzere iktidar kanadının en fazla kullandığı olaylardan biri de Kabataş İskelesi’nde bir başörtülü ‘bacımıza’ yönelik yapılan saldırıydı. İlk olarak Başbakan’ın gündeme getirdiği olay daha sonra yandaş medya tarafından köpürtüldü. İddiaya göre deri eldivenli, üzeri çıplak ve kafalarında bandana takılı 60-70 kişilik bir grup Z.D. isimli kadını linç etmişti. Ayrıca ‘bacımızın’ yanında bulunan 6 aylık bebeği de yerlerde sürüklenmişti! Ancak aylar sonra ortaya çıkan görüntülerde kadına hiç kimsenin fiili bir saldırıda bulunmadığı ortaya çıktı. Olaydan 5 gün sonra alındığı ortaya çıkan Adli Tıp raporu da ‘linç’ iddialarını yalanlıyordu. Raporda kadının dizinin arka tarafında çizik, morluk olduğu aktarılıyordu. Yerlerde sürüklenen birinin sadece dizinin arka tarafında çizik ve morarma olması inanılacak gibi değildi! Gezi eylemleri sırasında ‘Görüntüler elimizde’ diyenler bugün ‘Görüntüye ne gerek var’ savunması yapıyor. Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçtur.Yüzde 50’nin medyası olmasın mı?Yolsuzluk soruşturması, iktidarın medyayı nasıl ele geçirdiğini de ortaya koydu. İnternete sızan ve mahkeme kararıyla yapılan tapeler, kirli ilişkiler ağını deşifre etti. Buna göre, Başbakan, atv ve Sabah’ın alımı için dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı görevlendirmişti. Binali Yıldırım’ın ise ‘bazı’ işadamlarını toplayıp bu medya grubunun alınması gerektiğini belirterek, her birinden değişik meblağlarda para talep ettiği iddia edilmişti. Toplanan para 630 milyon TL olarak kayıtlara geçti. Aynı işadamlarına devlet bankalarından da kredi açıldı. Bu krediler ise devletten alınan ihalelerle ödeniyordu. Başbakan’ın her konuşmasının 14 televizyon kanalında canlı yayınlanması, en az 8 gazetede manşet olması yetmiyor anlaşılan ki birileri, ‘Efendim yüzde 50’nin medyası olmasın mı!’ diyebildi. Olsun tabii ki… Ancak bu, devlet malı birilerine peşkeş çekilerek, işadamlarından ihale karşılığı para toplanarak yapılmasın…Hani bu polisler paraleldi!Yolsuzluk soruşturmasının ardından 7 bin polis ‘paralel yapının’ elemanı oldukları iddiasıyla ve hiçbir somut gerekçe gösterilmeksizin görevden alındı. Ancak bir polis memuru hakkında bile soruşturma açılmadı, açılamadı. Sadece bu bile ‘paralel devlet’ iddiasının temelsiz ve dayanaktan yoksun olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Kaldı ki, Başbakan ve oğlu arasında geçtiği iddia edilen görüşmede Bilal Erdoğan’ın “Babacığım ama güncel olarak herhalde takip altındayız. Görüntülü de takip ediyorlarmış.” sözü üzerine, Başbakan’ın, “Doğrudur, şimdi işte İstanbul’da Emniyet’te bazı şeyler şu anda yaptık.” ifadesi, yer değiştirmelerin sebebini paralel yapı değil, yolsuzluk iddialarının üzerini örtmek olduğunu tartışmaya gerek olmayacak şekilde ortaya koyuyor.Başbakan’dan dershane itirafıİktidar, dershanelerle ilgili düzenlemesini ‘eğitimde reform’ olarak sundu. Öyle bir reformdu ki bu, sektörün en rantabl çalışan kurumları kanunla kapatılacaktı! Haftalarca, “Dönüşün, öğrenci başına teşvik verelim. Öğretmenlerinizi alalım.” dediler. Dönüşebilecek dershanelerin oranının yüzde 5 olduğu gerçeği göz ardı edildi. Peki sonra ne oldu? Dershane tasarısından ‘öğrenci başına teşvik’ maddesi çıkarıldı. Ayrıca öğretmen alımına da kıstaslar getirildi. Sadece 6 yıl çalışmış olanların ‘mülakatla’ alınacağı belirtildi. Yasayla bütün il milli eğitim müdürleri görevden alınacaktı. 100 bin kişiyi etkileyecek bir ‘kadrolaşma’dan bahsediyoruz. Ve nihayet Başbakan’dan bir itiraf geldi. 25 Şubat 2014’te, grup konuşmasında dershanelerin paralel yapıyla mücadele için kapatıldığını söyledi. İşte o ifadeler: “Bu iş artık masamızın üzerinden kalksın. Çünkü bunun içinde de paralel yapının farklı hesapları vardı. Bu hesabın da bir an önce bozulması gerekiyordu.”Konuşmayayım mı babacığım!Başbakan ve oğluna ait olduğu ileri sürülen ses kaydı gündeme bomba gibi düşmüştü. 24 Şubat’ta internette yayınlanan tapelerde Başbakan olduğu iddia edilen kişi, Bilal Erdoğan olduğu savunulan muhatabına ‘evdeki paraları elden çıkarması’ talimatını veriyordu. Ayrıca, ‘amcada, eniştede, abide’ olan paraların da ‘halledilmesini’ istiyordu. Erdoğan, milyon Euro’ları telefonda açık açık söyleyen oğlunu, “Bunları açık konuşma. Dinleniyorsun.” diyerek de uyarmayı ihmal etmedi. Başbakan, tapeleri ‘dublaj’ ve ‘montaj’ olarak yorumladı. “O ses bana ait değil. Ben o tarihte ve o saatte oğlumla asla konuşmadım.” diyemedi. Daha sonra da “Kriptolu telefonu bile dinlemişler.” diyerek konuşmaları kabul etti. Hukuk ve demokrasinin egemen olduğu hiç bir ülkede bu konuşmayı yapan bir Başbakan, görevde kalamaz.O tweet’i atmayacaktın!Today’s Zaman’ın Azeri uyruklu muhabiri Mahir Zeynalov, hükümeti eleştiren bir tweet attığı gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı kararıyla sınır dışı edildi. Twit sebebiyle sınır dışı edildiğine dair belge Today’s Zaman’da yayınladı. Yetkililer, Zeynalov’un ikamet tezkeresinin süresinin 31 Aralık 2013’te bittiğini savundu. Halbuki Zeynalov, 30 Aralık’ta Emniyet Müdürlüğü’ne uzatma işlemleri için başvurmuş ve kendisine 10 Mart tarihi için randevu verilmişti. Dolayısıyla bu tarihe kadar oturma izni vardı. Devlet inanılmaz bir şey daha yaptı ve Zeynalov’un sınır dışı edildiği gün, 7 Şubat’ta yeni bir belge üretti! Bu belgede ise diğerinin aksine muhabirin ‘kaçak’ olduğu savunuldu.BAŞSAVCILIK: DELİLLERİ İMHA EDİN!İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Emniyet Müdürlüğü’nden 15 Aralık sonrası yapılan dinleme ve fiziki takip işlemlerinin bitirilmesi ve evrakların imha edilmesini talep ettiği ortaya çıktı. 8 Ocak 2014’te gönderilen yazının altında soruşturmaya sonradan atanan üç savcının imzası vardı. Söz konusu talimat, Başbakan ve oğlunun 17 Aralık’taki konuşma kayıtlarının ‘delil’ olmaktan çıkması anlamına geliyordu. Başsavcılığın, ‘delilleri imha edin’ dediği bir ülkede hukuktan, demokrasiden söz edilebilir mi?

‘Tarihin Rotası’ bu programda bulunuyor

$
0
0
BUGÜN TV ekranlarında çiçeği burnunda bir tarih programı başladı: Tarihin Rotası. Sunuculuğunu Yasemin Altuğ’un yaptığı programda araştırmacı-yazar Erol Çalı, tarihin kıyıda köşede kalmış yönlerini aktarıyor, anlatıyor.Bir zamanların sıkıcı derslerinden olan tarih, artık hemen her televizyon ekranından evlere misafir oluyor. Öyle ki ders kitaplarına hapsolmuş devirlerini geride bıraktı gibi… Şimdilerde sokaktaki vatandaş, yeniden keşfettiği bu atlasın sayfalarını karıştırmakla meşgul. Sözü fazla uzatmayalım… Bir tarih programı daha geçmişin seslerini bugüne duyurmak için yayına başladı: Tarihin Rotası. Sunuculuğunu Yasemin Altuğ’un yaptığı programda araştırmacı-yazar Erol Çalı, tarihin kıyıda köşede kalmış yönlerini aktarıyor, anlatıyor. Alanında uzman bir şahsın da katkı sunduğu çiçeği burnunda yapımın konsept danışmanı ise Salih Gülen.Yasemin Altuğ, böyle bir program yapmalarının nedenini, “Tarih, popüler kültürün öznesi haline geldi. Burasını artık kimse tartışmıyor. Geldi ama eksik gedik geldi. Madem tarih gündemimizde, o zaman doğru bir biçimde kaynaklarından öğrenip aktaralım.” sözleriyle açıklıyor. Erol Çalı da televizyonda diziler üzerinden tarih anlatıldığına dikkat çekiyor ilkin. “Bu diziler bize gösterdi ki tarihî bilgileri doğru edinebilmek bir ihtiyaç.” diyen Çalı, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Özellikle Osmanlı ile ilgili dizilerin senaryo bazında kalarak; tarihî bilgilere çok hürmet edilmeden çekilmesi, sadece Türkiye’de değil başka ülkelerde de yeni jenerasyonda bilgi kirliliği oluşturuyor. Osmanlı’ya karşı zaten dezenformasyon vardı. Tarihin medya dünyasına yansıması, yayılması bu tarz programların oluşmasına neden oldu.” Erol Çalı, güzel bir de tespitte bulunuyor. Ona göre, tarihte objektif olunmaz; ama icraatlarla niyetleri bir araya getirerek; bir yorumda bulunabiliriz. Yasemin Altuğ, program konularının gündemde konuşulanlardan yola çıkılarak oluştuğunu söylüyor. “Burada kamuoyunun doğru bilgileri alması hususunda hassas davranıyoruz. Tarihin amacı da bu değil midir, geçmişte olan olaylardan bugüne ışık tutmak… Biz de bu ışığı net bir şekilde ulaştırmak istiyoruz.” ifadelerini kullanan Altuğ, programa ilginin her geçen gün artacağını ümit ettiğini belirtiyor.Tarihimiz tozpembe de değil, simsiyah da…Erol Çalı, televizyonlardaki diğer tarih programlarının rakipleri değil, tamamlayıcıları olduklarına dikkat çekiyor. Ama eleştirisini de bakın nasıl dile getiriyor, “Burada bazen şöyle bir sıkıntı oluyor: Bazı bilgiler ham zihinlerin eline geçtiğinde onlarda tam olarak oturmayabilir. Padişahın altmış senelik ömrünün elli dokuz senesi doğru gitmiş. Bir yılında ise ayağı kaymış, bu saatlerini genel hayatıymış gibi göstermek ne kadar doğru? Sanki koca 600 yıllık devletin padişahları böyle yaşamış intibaı bırakılıyor. Kaldı ki tarihimiz tamamen tozpembe de değil, simsiyah da… ” TV izleyicisinin genelinin tarih bilgisinin sınırlı olduğunu hatırlatan Çalı, zaten kitapların çok okunmadığı bir toplumda yaşadığımızı yineliyor bir kez daha. TV’lerdeki tarih programlarının çok seyredilmesinin nedenini ise az okumaya bağlıyor, bir de şifahi kültürün yaygınlığına. “O yüzden akademik bilgilerden sapmadan akılda kalıcı küçük anekdotlar ve menkıbelerle seyirciye bir şeyler aktarmanın derdindeyim. Zaten halkımızın tarihî altyapısını da bu menkıbeler oluşturuyor.” diye konuşan Erol Bey, Herodot Cevdet benzetmesi yapıyor, tebessüm ederek. Programda işlenen konular sokakta konuşulan mevzular demiştik az önce. Hem Erol Bey hem Yasemin Hanım, programdaki sohbeti deşifre etmeyi düşündüklerini dile getiriyorlar. Böylece daha sonra içlerinden süzdüklerini kitaplaştırma amaçları varmış. Yani ekranlardaki bilgi havuzunun vapurda, metrobüste herkesin anlayacağı bir üslupta kitap haline gelmesini istiyorlar.Programı sunarken tarihi de öğreniyorumYasemin Altuğ, tarih anlayışının daha çok araştırmak ve öğrenmek üzerine olduğunu belirtiyor. “Erol Bey kadar bilgim yok. Ama ben programı sunmanın yanı sıra tarihi öğreniyorum da…” diye konuşan sunucu, gerçekten öğrenmek üzere soru sorduğuna vurgu yapıyor ve ekliyor: “Bir de ben ne kadar merak ediyorsam seyirci de o kadar merak ediyordur diye düşünüyorum.” Erol Çalı da tarihle bugünü doğru yerden birleştirip; hadiselere doğru okuyabilmek gerektiğini hatırlatıyor. Bir bakıma geçmişteki fotoğraflara bakarak önümüzü görme gayreti… Mazi ile istikbali aynı istikamette buluşturmayı amaçladıklarını kaydeden Çalı, tarihin bir ev, TV’nin ise o kapıyı açan bir anahtar olduğu teşbihinde bulunuyor. Ve son söz romantik cümleler kuran Yasemin Altuğ’un: “Ortaokulda çok sevdiğim bir tarih hocam vardı. Programda Erol Bey konuştuğunda aklıma hep hocam geliyor. Tarih sıkıcı halden sıyrılıp; etkileyici bir dille anlatıldığında herkesin dinlediği ve ilgi alanı olduğu bir şeye dönüşüyor.”Meraklısına not: Program, Bugün TV ekranlarında her cumartesi saat 20.30’da.

Kahraman doğulmaz kahraman olunur!

$
0
0
Amerikan askerinin Pakistan’a yaptığı çıkarmayı konu edinen Son Kalan, gösterimde. Hollywood’un Ortadoğu’yu mesken edindiği ne ilk, ne son film. Hepsi de ortak ideolojinin ürünü.Hatırlayalım, ne olmuştu? 11 Eylül 2001’de ABD’nin ikiz kulelerine saldırı düzenlendi, kıyamet koptu. Amerika sonrasında ‘demokrasi getiriyoruz’ bahanesiyle Afganistan ve ardından Irak’ı işgal etti. Sonuç: Şehirler harabeye döndü, yüz binlerce insan sakat kaldı, öldü. Hollywood için Vietnam ve Körfez Savaşı’ndan sonra yeni bir alan açıldı.Dünden bugüne Ortadoğu operasyonlarını anlatan onlarca film çekildi. Irak’ta, Afganistan’da savaşan askerlerin yaşadıklarını, memleketlerinde bıraktıkları ailelerin iç dünyasını, operasyonların arka planını anlatan onlarca film: Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker), Tanrının Vadisinde (In The Valley of Elah), Yargısız İnfaz (Rendition), Yalanlar Üstüne (Body of Lies), Son Kalan (Lone Survivor)... Hikâye anlatımı, sinema dili açısından özgün bir bakış açısı getirmemesine rağmen politik duruşu nedeniyle ödüllendirilen, işgalin oluşturduğu mağduriyetleri göz ardı edip Amerika’yı yücelten filmler. Hem hepsi ortak ideolojisinin ürünü...Yaşanmış hikâyelerHikâyeler yaşanmış olaylar üzerine kurulu. Tek taraflı bir bakış açısı hâkim. Son Kalan’da mahsur kalan askerin yaşadıkları, Örtülü Gerçek’te Samarra’daki tecavüz ve cinayetleri anlatan hadiseler (Irak Savaşı’nda kontrol bölgelerinde işlenen cinayet sayısı –iki yılda iki bin kişi öldürülmüş, bir ABD askeri bile suçlu bulunmamıştı- veriliyor, fotoğrafları gösteriliyor.) tarihi belge niteliği taşıyor. Aslanı Kuzulara’da (Lions For Lambs) bir gazeteci, eğitmen ile politikacının yaşadıkları üzerinden kapılı kapalar ardında gelişen olayları anlatıyor. Hatırlarsanız Ebu Gureyb hapishanesinde ABD’li askerlerin Iraklılara yaptığı işkencelerin görüntüleri gün ışığına çıktığında yer yerinden oynamıştı. Ortada bu gerçekler varken beyazperdede kahramanlık hikâyeleri anlatmak büyük bir ironi.Ah şu oryantalizm!Ortadoğu algısı hepsinde aynı. Oryantalizm kalıntısı. Müslüman topraklarda ilkel bir yaşam sürülüyor, askerler medeniyeti bırakarak çorak topraklara geldiklerini sık sık dile getiriyor. 3. dünya algısı pekiştiriliyor. Tanrının Vadisi’nde askerler coğrafyaya dair kinlerini şöyle kusuyor: “Nükleer bomba ile burayı dümdüz etmeliyiz.” Oğlu Irak’a gidip dönmeyen babadan (bayrağın yere düşmesine tahammül edemeyen biri) ise şunları duyuyoruz: “Oğlum ömrünün 18 yılını bir ...ok çukuruna demokrasi götürerek geçirdi.” Filmlerde çelişkiyi ortaya çıkaran vicdanlı karakterler görüyoruz ama sadece olmaları gerektiği için varlar.Askerin gözünden OrtadoğuHikâyelerin çoğu askerin gözünden anlatılıyor. Irak-Afganistan’da yaşadıkları sıkıntılar, aldıkları ölümcül riskler, psikolojik altüst oluşları… Irak’ta bomba imha ekibinin yaşadıklarını, ölümle yüz yüze yaşamanın zorluklarını anlatan Ölümcül Tuzak’ta yardımseverliklerinin ve fedakarlıklarının altı sürekli çiziliyor. Zorla canlı bomba haline getirilen bir Müslüman’ı kurtarmaya çalışırken verdikleri mücadeleyle bir kahramanlık destanı yazıyorlar. Müslüman genç ölüyor ama olsun, önemli olan askerin iyi niyeti.Müslümanlar yine teröristHollywood’un genel Müslüman algısı bu filmlerde daha belirgin. 11 Eylül’deki terör saldırılarından sonra 90’lardan kalma politikacıların Müslümanlığı terörle ilişkilendirme çabaları filmlerde ete kemiğe bürünüyor. Hikâyelerde bütün Müslümanlar potansiyel terörist. Giyim, kuşamları vasat, üslupları bozuk. Alt metinle algı inşası devam ediyor. Bir bombanın imha edildiği en gerilimli anda ezan sesi duyuluyor, suikast sırasında ya da radikal İslamcıların cinayet işlediği anlarda tekbir sesleri yükseliyor. Örtülü Gerçek’te genç bir kızın dile getirdiği şu cümleler çok anlamlı: “Bir Amerikalı, Iraklı, Filistinli, Lübnanlıdan daha değerlidir. Çünkü biz üstün ırkız.”Mağduriyet kahramanlığıABD, Ortadoğu siyasetinde beklediğini bulsa da askeri ve mali bir hayal kırıklığı yaşadı. Saddam’ı devirmek, İslamcı terörist gruplarını tasfiye etmek, petrol altyapısını güvence altına almak için girdiği Irak’ta bir milyona yakın sivil, hayatını kaybetti. Hollywood operasyonlardaki hayal kırıklığını bir kahramanlık hikâyesine dönüştürüyor. Bu hafta gösterime giren Son Kalan’da (Lone Survivor) 2005 Afganistan çıkarmasında pusuya düşen bir askerin hikâyesi anlatılıyor. Amerikan tarihindeki en büyük yenilgilerden biri olan ‘Operasyon Redwing’de hayatta kalan tek kişi Marcus Luttrell’ın yaşadıkları dillere destan (!) bir kahramanlık hikâyesi.Savaş sorgulanmaz-Filmlerde savaş sorgulanmıyor. Olsa da elininin ucuyla yapılıyor. Ortadoğu’nun neden işgal edildiğini, yaşananların perde arkasını sorgulayan, ‘yüz binlerce insanın ölmesinde ABD’nin payı nedir?’ diye soran yok. Mevcut iktidarın politik duruşu neyse, yönetmenlerin de o.Sağım, solum yıldızOrtadoğu’yu anlatan filmlerde rol almak milli bir görev. Yıldız oyuncusuz kahramanlık hikâyesi anlatılır mı? Kimler var, kimler: Tom Cruise, Meryl Streep, Leonardo Di Caprio, Mark Wahlberg, George Clooney…Akademi’den tam destekFilmler uluslararası festivallerde görücüye çıkıyor. Siyasi duruşu aşikâr olan Oscar karnesindeki notları iyi. “Savaş bir uyuşturucu ise en kuvvetli ve ölümcül alışkanlığı da atılgan olmaktır.” sözüyle başlayıp sözüne sadık kalmayarak hikâye anlatan Ölümcül Tuzak, 82. Akademi Ödülleri’nde 9 dalda Oscar’a aday gösterilmişti. Kathryn Bigelow, En İyi Yönetmen ve film başta olmak üzere 6 ödül almıştı. Bigelow’un ödül gecesi askerlere selam gönderen, militarizmi öven konuşmaları bir hayli tepki toplamıştı. Geçtiğimiz yıl 1979 İran devriminde Tahran’da mahsur kalan 52 Amerikalının yaşadıklarını anlatan operasyon: Argo, En İyi Film ödülü almıştı. Ödülü ‘first lady’ Michelle Obama’nın sunması manidardı. Ortalama bir Hollywood filmi olarak görülen Argo, akademi tarihinin Oscar almış en ‘vasat’ filmleri arasında gösteriliyor. Neden ödül aldığını açıklamaya gerek yok herhâlde.Yeter ki çekin...Ortadoğu’yu anlatan yapımlara gösterilen ilgi Hollywood’un klasik aksiyon-gerilim filmlerine gösterilen ilgiyle aynı. Milliyetçi-muhafazakâr Amerikalılar tarafından beğenildiği, Akademi tarafından desteklendiği için çekiliyor, çekilmeye de devam edecek gibi.

Yoksul Somali’nin ışığı oldular

$
0
0
Kara Kıta’nın yoksul ülkelerinden Somali’de bugünlerde terör ve fakirliğin ortasında taze ümitler yeşeriyor. Türk girişimcilerin açtığı okullar ve Kimse Yok Mu Derneği’nin yardımlarıyla ülke halkının yaraları sarılmaya çalışılıyor.Somali’de ilk durağımız başkent Mogadişu. Harabeyi andıran Aden Abdulle Uluslararası Havalimanı’ndan şehir merkezine doğru ilerlerken, halkın yaşadığı yoksulluğa şahit oluyoruz. Bakımsız caddeler ve enkaz haline dönmüş evler sıralanıyor. Şehir merkezine ulaştığımızda ‘Türk Nil Akademisi’ yazısı görülüyor. Somali’de 2011 yılında Anadolu insanının destekleriyle açılmış dört Türk okulu bulunuyor. Bu okullarda 20’nin üzerinde Türk öğretmen görev yapıyor. Okulların etrafında bekleyen eli silahlı askerler dikkat çekiyor. Bu askerlerin güvenlik gerekçesiyle Türk okulları tarafından tutulan Somalili askerler olduğunu öğreniyoruz. Okulları yaklaşık 35 paralı asker koruyor. Öğretmenler okul dışına çıkarken, bir araç dolusu asker onlara eşlik ediyor. Ülkede hemen her gün patlayan bombalar Somali insanı üzerinden büyük bir güvenlik riski oluşturmuş. Ülkede yabancı olarak yaşayan hemen herkes askerlerin koruması altında dolaşıyor.Anadolu insanının Afrika’ya yaptığı gönül yatırımlarını yerinde görmek için gittiğimiz başkent Mogadişu, 20 yıllık iç savaştan yorgun düşmüş bir şehir görünümünde. 9 milyon nüfusa sahip Somali’de kıtlık ve yoksulluk had safhada. İç savaşın 1988’den beri yer yer devam ettiği ülkede hemen her gün bir bomba patlıyor. İstikrarsızlığın en büyük nedeni El-Kaide bağlantılı El-Şabab terör örgütü. El-Şabab en son Türkiye’nin Somali Büyükelçiliği’ne saldırarak bir Türk özel harekât polisini şehit etmişti. Bizler de Somali’deyken iki bombalı saldırıya tanıklık ediyoruz. Örgüt, kandırdıkları insanları belirli bir süre eğitimden geçirdikten sonra canlı bomba olarak kullanıyor. Özellikle cuma günleri bu insanlar camilerde kendilerini patlatarak, orada ölen insanlarla birlikte cennete gideceklerine inanıyor. Güvenlik riskinin had safhada olduğu ülkede yaşanan bu gelişmeler yapılan dış yardımların önündeki en büyük engel olarak görülüyor. Hatta bu gelişmelerden dolayı Somalili bazı siyasilerin komşu ülkelerde yaşadığını öğreniyoruz.Somali’de bulunan Türk okulları iki yıl gibi kısa bir süre önce kurulmasına rağmen aldığı madalyalarla adından söz ettiriyor. Somali Nil Eğitim Kurumları, son iki yılda uluslararası olimpiyatlarda 22 madalya kazanmış. Terör ve kıtlık pençesinden kurtulamayan ülkede eğitim sistemi büyük bir çöküntü yaşamış. Devlet okullarında okuyan öğrencilerin çoğu derslik ve sınıf eksikliği dolayısıyla eğitimlerini harabeye dönmüş binalarda ve çadırlarda yapıyor.Somalili çocuklar, Mogadişu Bedir Türk Lisesi, Kıblenuma İlköğretim Okulu, Kıblenuma Kız ve Somaliland Vifak Türk okullarında modern teknik eğitim imkânlarıyla üç farklı dilde eğitim görüyor. Normal derslerin İngilizce anlatıldığı okullarda öğrenciler Somalice ve Türkçe dersler alıyor. Terör olaylarının eksik olmadığı ülkede kazanılan başarılar Somali halkına moral olurken, bu Kara Kıta ülkesi geleceğe daha umutla bakıyor. Bedir Türk Okulu Genel Müdürü Bilal Köse, Somali’de 2011 yılında 40 öğrenci ve iki tane kiralık binada eğitim öğretim faaliyetlerine başladıklarını söylüyor: “Mogadişu Be­dir Türk Li­se­si geçen sene Tan­za­nya­‘da 17 ül­ke­nin ka­tıl­dı­ğı In­format­rix Af­ri­ca 2013 Bil­gi­sa­yar Olim­pi­ya­tları’nda, Kı­sa Film da­lın­da ‘Her Gün Bir Gü­neş Do­ğar’ pro­je­siy­le al­tın ma­dal­ya ka­zan­dı. Elde edilen bu madalya, So­ma­li­‘nin ulus­la­ra­ra­sı alan­da ka­zan­dı­ğı ilk ba­şa­rıy­dı.”‘Kimse Yok Mu, Somali’yi inşa ediyor’2011 yılından itibaren toplam 495 öğrencinin Türkiye’de eğitim, ulaşım, barınma ve sağlık giderleri karşılayan Kimse Yok Mu, Başkent Mogadişu’da maliyeti yaklaşık 15 milyon TL’yi bulan bir kompleks içinde tam teşekküllü bir hastaneyi okul, yurt, aşevi, 12 daire ve 3 konut ile birlikte Somalili yardıma muhtaç insanların hizmetine sunmuş. Yaklaşık 2 ay önce hizmete açılan Deva Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde günde yüzlerce hasta muayene ediliyor. Kimse Yok Mu kompleksi içindeki aşevinde ise yıllık 60 bin kişiye sıcak yemek dağıtılması hedefleniyor. Somalili siyasi ve bürokratlar, derneğin faaliyetlerini yakından takip ediyor. Türkiye Somali Büyükelçiliği Eğitim ve Kültür Ataşesi Abdulaziz Abdirahman Hasan, Türkiye’ye gönderilen Somalili çocukların Türkiye-Somali ilişkilerine çok büyük katkı sağlayacağını düşündüğünü belirterek, “Somali’nin geleceğini bu çocuklarda görüyoruz.” diyor. Somali Milletvekili ve eski Denizcilik Bakanı Mualim Ali Adem Adow, Türk insanının ve Kimse Yok Mu’nun Somali’de yaptıkları yardımlarla ülkenin gelişmesine büyük katkı sağladığını anlatıyor: “Kimse Yok Mu Somali’yi tekrar inşa ediyor. Türk yardım kuruluşları ülkemize büyük yardımda bulundu. Somali halkı yardımlarınızı hiçbir zaman unutmayacak.”Mogadişu İl Sağlık Müdürü Osman Omar Abdi ise derneğin Somali’de kıtlık döneminden beri var olduğunu belirterek, “Ülkemizde çok güzel işler yapıyorlar. Bunun en güzel örneği derneğin inşa ettiği Deva Hastanesi. Bu hastane tedavi için yurtdışına çıkmamızı önemli ölçüde azaltacak.” diyor. Kimse Yok Mu ve Türk okulları Somali’nin kalkınmasına yardımcı olmaya aralıksız devam ediyor. Yerli ve yabancı herkesin takdirini kazanan gönül insanları, Somali’nin geleceğine katkı sağlıyor. Somali adına son yıllarda kararan umutlar, Kimse Yok Mu ve Türk okulları sayesinden tekrar yeşeriyor.

Eski istanbul çizimleri

$
0
0
Eski İstanbul çizimlerini internete koyan Fransız ressam, âşık olduğu bu şehirde tanınmanın heyecanını yaşıyor.

İstismara uğrayan çocuklar sahipsiz

$
0
0
Duymak ve görmek istemediğimiz, bizden uzak olsun dediğimiz bir konu cinsel istismar. Peki ya cinsel istismar mağduru çocuklar? Ne olduğunu anlamayan, anlat(a)mayan, yalnız bırakılan çocuklar... Onların gidebilecek bir yeri var mı?16 yaşındaki lise öğrencisi N.U. babası tarafından cinsel istismara uğrar. Tacizle yüzleşmekte zorlanır, nereye gideceğini ve ne yapacağını bilemez. Olayı kimseye anlatamaz, ta ki babası ‘arkadaşlarını da getir’ diyene kadar. Çaresiz kalan genç kız, konuyu öğretmeniyle paylaşır, öğretmeni de okul müdürüyle. Olayın müdüre intikal etmesiyle birlikte tüm okul, genç kızın başından geçenleri öğrenir. Henüz yaşadığı acı olayın şokunu atlatamayan N.U., arkadaşları da durumu öğrenince daha fazla dayanamaz ve intihar eder.7 yaşındaki M.Ö. ise dayısı tarafından tecavüze uğrar ve anneannesi onu ölüme terk eder. Kanıtları yok etmek isteyen anneanne, küçük kıza işkence yapar ve olayı örtbas etmek ister. Torunu ölmez ancak aylarca yoğun bakımda kalır.N.U. ve M.Ö. cinsel istismara uğrayan binlerce çocuktan sadece ikisi. Türkiye’de birçok çocuk, tanıdığı ya da tanımadığı kişiler tarafından tacize uğruyor ve bunu kimseye anlatamıyor. Erkek çocukların mağduriyeti ise algılanmıyor. Cinsel istismar gibi yıkıcı bir olayı itiraf etmek çocuklar için daha da travmatik olduğu gibi, aileler için de böyle bir olayı kabul etmek çok zor. Ne taciz mağduru çocuklar yapması gerektiğini biliyor ne de bu çocukların aileleri. Peki, bu çocuk ve ailelerinin başvuracağı yer var mı?Başvuru merkezleri yetersizTürkiye’de cinsel istismarla ilgilenen üç kurum bulunuyor: Çocuk polisi, Çocuk İzlem Merkezi (ÇİM), Bakım ve Sosyal Rehabilitasyon Merkezi (BSRM). İlk ikisi yalnızca ifade alırken, üçüncüsü rehabilitasyon konusunda hizmet veriyor. Ancak bunların sayı ve kapasitesinin yetersizliği, tedavi ve rehabilitasyon hizmetlerinin eksikliği ve önleyici hizmetleri de içine alan entegre bir sistemin olmaması tacize uğrayan çocukların mağduriyetini artırıyor. Aile danışmanı Fatma Taş’a göre mağdur bir çocuğun polis merkezine gidip bunu itiraf etmesi çok zor. ÇİM’lerin ortamı çocuklar için daha rahat olsa da çocukların bu kurumlardan haberi yok. Haberleri olsa da bu merkezler Ankara, Bursa, İzmir ve Gaziantep başta olmak üzere sadece 14 ilde faaliyet gösteriyor. Türkiye nüfusunun beşte birinin yaşadığı İstanbul’da ve birçok şehirde ÇİM bulunmuyor. Ayrıca bu merkezlerde cinsel istismara uğrayan çocukların tedavi ve rehabilitasyonu yapılmıyor. Bunun için BSRM’lere başvurulabiliyor. Ancak BSRM’lerin sayısı da, kapasitesi de oldukça az. 2013 yılında Ankara’da ÇİM’e yapılan başvuru sayısı bin 250. Oysa Türkiye’de bulunan 39 BSRM’nin kapasitesi bin 109. Bu da BSRM’lerin tamamının sadece Ankara’da istismara uğrayan çocukların tedavi ve rehabilitasyonuna bile yetmediğini gösteriyor. Türkiye ÇİM Koordinatörü Fadime Yüksel, merkezden çıkan çocukların rehabilite edileceği yeni bir yapılanmanın gerekli olduğuna vurgu yapıyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB) Çocuk Hizmetleri Genel Müdürü Abdülkadir Kaya, “Cinsel istismara uğrayan çocuklara devletimizin kapıları her zaman açık.” diyor. Ancak bu kapıların neresi olduğu ve cinsel istismarla mücadele konusunda ne yapacakları konusunda cevap vermiyor. Avukat Seda Akço’ya göre bu çocukların tedavisi devlet hastanelerinde ya da üniversitelerin tıp fakültelerinde bulunan çocuk ve ergen psikiyatri kliniğinde yapılmalı. Ancak bunların sayısı çok az. Hatta bazı illerde bu hastanelerin çocuk psikiyatristi yok. Akço, “Bırakın yatılı kliniği, bu hizmeti ayakta verecek yer bile bulunmuyor. Bir kerelik istismar olmayabilir, aile içinde olabilir, çocuk fuhşa sürüklenmiş olabilir. Bunlar için uzmanlaşmış, yatılı hizmet veren kurumlara ihtiyaç var.” diyerek, bu konuda mücadele eden kurumlar gerektiğinin altını çiziyor. Akço, “ASPB İl Müdürlüğü’nü arayabilirler demek, başvuru yeri göstermek demek değil. Çünkü istismara uğrayan bir çocuk il müdürlüğünün telefonunu bulup da yardım isteyemez. Kanunun öngördüğü yerler var ama bu yerlerin hiçbiri çocuklar için kullanışlı değil.” diyor.Erkeklerin mağduriyeti algılanmıyorCinsel istismara uğrayan çocukların yaşı değişiyor. Henüz bebek olanlar da var, gençler de... İstismar vakaları özellikle 14-16 yaş aralığında sıklaşıyor. Her üç kız çocuğu ve her dört erkek çocuğundan biri 18 yaşın altındayken cinsel istismarın bir derecesine uğruyor. İstanbul Emniyeti’ne göre, istismarcı genelde çocuğun yakını, komşusu, akrabası, abisinin arkadaşı ya da kendi arkadaşı oluyor. Bunlar arasında erkeklerin mağduriyeti bilinmiyor. Uzmanlara göre Türkiye’de erkekler de cinsel istismara uğruyor ama bu ortaya çıkmıyor. Çocuğun kendini kapatması ve ailenin olayı örtbas etmeye çalışması bu çocuklarda cinsiyet değişikliğine kadar gidebiliyor. Aile danışmanı Fatma Taş, cinsel istismarın erkek çocukları için bir ömre bedel olduğunu söylüyor. 4-7 yaş arası çocukların duygusal, cinsel ve ruhsal kimliklerini kazanmaya başladıkları dönem. Taş’a göre özellikle bu yaşlarda tecavüze uğrayan erkek çocukları yaşadıkları travmayı atlatamıyor ve kadın kimliğine bürünmeye başlıyor. Çocuk da kendi kimliğini sorguluyor. Bu yüzden Taş, erkeklere de dikkat edilmesi gerektiğini işaret ediyor. İki çocuk babası F.K. (60), dört yaşındayken üvey babası tarafından istismara uğruyor ama durumu kimseye anlatamıyor. “Çok küçüktüm, ne yapacağımı bilemedim.” diyen F.K., kendi çocukları olduğunda onlara dokunamamış: “Elimi uzattığım zaman zarar vereceğimi düşündüm ve çok korktum, ellemedim ve koklamadım. Sevdim, her şeylerini sevdim ama uzaktan.” Bazı çocuklar istismara uğradığını fark etmiyor, bazıları hatırlamıyor, bazıları ise ‘istismar’ diye bir şey olduğunu bilmedikleri için yaşadıklarının ne olduğunu anlamıyor. İstanbul Emniyeti Çocuk Şube sosyal hizmet uzmanı Nalan Şahin’e göre tecavüze uğrayan çocuk bazen anlıyor ama bunu söyleyemiyor. Çocuğun bu durumu anlatabilmesi için yılların geçmesi gerekebiliyor. Bununla baş edemeyen çocuklar çareyi evden kaçmakta buluyor. Şahin, bu çocukların mutlaka psikolojik destek almaları gerektiğine vurgu yapıyor.Cinsel istismar mağdurları tedavi edilebilirÇocuk Suçları Önleme Derneği Başkan Yardımcısı Gülhan Şişman, “Bir kuruma başvurup müdahale edildiği zaman, burada hiçbir şey yapmaz, sadece oturup oyun oynasanız bile bu çocukların yüzde 40’ı iyileşiyor.” diyerek istismarla yüzleşilmesi gerektiğini düşünüyor. Şişman’a göre cinsel istismarın travmatik etkilerini ortadan kaldırmak, tedavi ve rehabilitasyon ile mümkün. Aile, çocuğunun yanında olur, ona destek verir ve gerekli psikolojik yardımı almasını sağlarsa bu çocuklar istismarın kalıcı etkisinden kurtulabiliyor. Eğer tedavi edilmezse beyin orada takılı kalıyor. Aile danışmanı Fatma Taş, kendisine böyle vakaların çokça geldiğini söylüyor. Benzer bir taciz olayının tekrarı ya da ileri yaşlarda panikatak, anksiyete, şizofreni, aile hayatında ve cinsel hayattaki sorunlar gibi nedenlerle psikoloğa gidildiğinde bunların perde arkasında küçükken yaşanan taciz olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin 38 yaşında panikatak nedeniyle gelen bir kadının 12 yaşında arkadaşının abisi tarafından tacize uğradığı ortaya çıkıyor. 33 yaşında ekmek yiyemeyen hatta ekmeğe dokunamayan iki çocuk annesi bir kadının ise beş yaşındayken ekmek almak için gittiği bakkalın tacizine uğradığı ortaya çıkıyor.Öğretmenler ihbar etmeye korkuyorCinsel istismarla mücadelede en önemli sorunlardan biri de ihbar konusunda yaşanıyor. Sosyal hizmet mevzuatı bakımından eğitim ve sağlık çalışanları, kamu yöneticileri, idari amirler ve bir kimsenin korunma ihtiyacı olduğunu duyan herkes ihbar etmek zorunda. Türk Ceza Kanunu’nun 279. maddesine göre tüm kamu görevlileri, 280. maddesine göre sağlık çalışanları suçu gördüğünde ihbar etmeli. Cinsel istismar suçu da bu kapsama giriyor. Ancak kimliğin ortaya çıkma ihtimali, ihbar edenin sessiz kalmasına sebep oluyor. Çocukların yaşadıkları acı olayı itirafı, aile dışında genelde okuldaki öğretmenleri oluyor. Rehber öğretmen A.Z., “Böyle bir durumla karşılaştığımız zaman polise haber vermekte zorluk yaşıyoruz. Özellikle aile içi ise okulun adı çıkacak diye okulun müdüründen büyük tepkiler alıyoruz. Aileden de tepki olabiliyor. Rehber öğretmen olarak çok da bir şey yapamıyoruz aslında.” diyor.Türkiye’de istismarla mücadele eden bir sistem olmadığı için rehber öğretmenler bu çocukları yönlendirmede de sorun yaşıyor. Olay aile içinde ise baba tehditkâr biçimde geliyor. Güneydoğu’da böyle bir vakayı ihbar eden bir öğretmenin evi taşlanıyor mesela. Hâlbuki ihbarı yapanın kimliğinin gizli tutulması gerekiyor. Çocuk Suçları Önleme Derneği Başkan Yardımcısı Gülhan Şişman, bu duruma çözüm olarak bazı ülkelerde uygulanan zorunlu ihbarcı kanununu öneriyor. Bu kanuna göre sadece istismarı gören değil, şüphelenen de ihbar etmek zorunda. Ayrıca öğretmenin müdüre ihbar etmesi de yasak. Öğretmen ya da istismar şüphesi olan kişiler direkt Çocuk Koruma Merkezleri’ne ihbar etmek durumunda. İhbarı yapan kişinin kimliği gizli tutuluyor ve 48 saat içinde geri dönüş yapılıyor. Olay mahkemeye intikal etse bile ihbarı yapan kişinin adına kayıtlarda rastlanmıyor.Aileler için de destek gerekiyor 14 yaşında regl düzensizliği ve karnı şiştiği için doktora götürülen S.Y.’nin, altı aylık hamile olduğu ortaya çıkıyor. Ancak o zaman başından geçenleri anlatıyor ve üvey abisi tarafından tecavüze uğradığı ortaya çıkıyor. Durumu öğrenen baba ne yapacağını bilemiyor. Biri küçük kızı, diğeri ise 18, 19 yaşlarındaki oğlu. Çaresiz adam, ağlayarak oğlu için, “Ne yaparsanız yapın; asın, kesin, umurumda değil. Benim çiçeğimi soldurdu.” diyor. Kızını çok sevmesine rağmen hamilelik sürecinde yurda verilmesini istiyor. “Gözümün önünde olursa dayanamam.” diyor.Ailelere de destek gerekiyor Cinsel istismar sadece çocuk için değil, aile için de çok büyük travma. S.Y.’nin hikâyesinde olduğu gibi aileler genelde bu durumla baş edemiyor. Bu yüzden çocukların yanında ailelere de destek verilmesi gerekiyor. Rehber öğretmen A.Z.’ye göre yurtdışında alkol ve uyuşturucu bağımlılarına yapılan grup terapilerinin benzerleri bu ailelere de verilebilir. Böylece aileler yalnız olmadıklarını anlar. Çünkü aile neden kendi çocuğunun başına geldiğini sorguluyıp, durumu kabul etmiyor ya da bu olayla yüzleşmek yerine olayı kapatmaya çalışıyor. Psikolojik desteğin yanında bazen de aileye maddi destek ya da güven vermek gerekiyor. Lise son sınıf öğrencisi N.K., son anda eniştesinin tecavüzünden kurtulmuş. Genç kız, ağlaya ağlaya durumu öğretmenlerine anlatıyor. Baba okula çağrılıyor ve‘çocuğunuzu kimseye bırakmayın, kimseye güvenmeyin’ şeklinde tavsiyeler veriliyor. Ancak babanın verdiği cevap, insanı şok ediyor. Baba, “Napalım hocam onlara altın borcumuz var, gitmesi gerekiyor.” diyor ve kızını zorla o eve gönderiyor. Güneydoğu’da onuncu sınıf öğrencisi Z.Y., okulu üçte bitmesine rağmen saat altıya kadar eve gidemiyor. Eve gitmek için annesinin işten gelmesini bekliyor, gece yatarken odasının kapısını kilitliyor. Sebebi, gece gündüz müstehcen filmler izleyen babası tarafından taciz edilmesi. Gece uyurken babasının tacizleriyle uyanıyor. Durumu annesi ve üniversitede okuyan abisi biliyor. Anne, “Burası küçük bir ilçe, ayrılırsam herkes bana dul muamelesi yapacak, nasıl geçineceğim?” diyerek boşanmıyor. Kızını bir yurda verebileceği, kendisinin de bakanlığa bağlı bir kadın konukevine yerleştirebileceği söyleniyor. Anne, “Kadın sığınma evine gitsem bile boşanma ihtimalim yok, beni öldürürler. Kendi evime dönsem babam öldürür. Kızı evden çıkarsam babası öldürür. Gözünü ondan ayırmıyor. Evden dışarıda kalmasına izin vermiyor.” diyor. Durumu tüm aile biliyor ama kimse bir şey yapamıyor. Z.Y.’nin psikolojisi bozuluyor ve davranış bozuklukları sergilemeye başlıyor. En sonunda okulu da bırakıyor. Z.Y.’nin öğretmeni, “Burada aileler kolay kolay kızlarının dışarıda bir yerde kalmasına izin vermez. Ancak devlet ya da Diyanet burada bir yurt açarsa durum değişebilir.” diyor.Cinsel suçluların kaydı tutulmalıÇocuk Şube Müdür Yardımcısı İsmail Gençol, “Amerika’da cinsel istismar yapan insanların isimleri belli. Google’dan bile komşunuz istismarcı mı değil mi öğrenebiliyorsunuz.” diyerek, Türkiye’de böyle bir sistemin olmadığına işaret ediyor. ABD, Avustralya, Güney Afrika, İngiltere ve İrlanda gibi ülkelerde cinsel suçluların kaydı ayrı tutuluyor ve takip ediliyor. Bu ülkelerin bazılarında bu suçluların kaydını polis takip ediyor, bazılarında ise internet ve gazeteler aracılığıyla bu kişilerin bilgileri toplumla paylaşılıyor. Böylece hem aileler korunuyor hem de suçların tekerrürü engelleniyor. Bu kişilere, çocukların yaşadığı yerlerin yakınında bulunmama, okul ya da kreş gibi yerlere yaklaşamama, internet kullanma gibi sınırlamalar getirilebiliyor. Yurtdışındaki önemli uygulamalardan biri de 50 meslek grubuna zorunlu ihbarcı kanunu, istismar belirtileri ve tanımı üzerine lisans döneminde eğitim verilmesi. Bunlar doktor, öğretmen, ortodontist gibi çocuğun mutlaka karşılaşacağı meslek grupları. Örneğin çocuğun dişi mi kırıldı, yumruk mu yedi, düştü mü, istismar mı var eğitim alan ortodontist bunu anlayabiliyor.İstismara uğrayan çocuklar nerelere başvurabilir?155-PolisÇocuk İzlem MerkeziAile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı‘Benim çocuğum tacize uğramaz’ demeyinBilimsel araştırmalara göre istismar ve tacizin yüzde 98’i çocuğun ya da ailenin tanıdığı bir kişi tarafından yapılıyor. Çocuklara tehdidin ancak yüzde 2’si yabancılardan geliyor. Aileler genelde istismarı çok uzakta bir olaymış gibi algılıyor. Halbuki çocuk anlatmadığı sürece olay ortaya çıkmıyor. Dört yaşındaki Mert, orta ikinci sınıfa giden amcasının oğlu tarafından taciz edilmek üzereyken birden Mert’in babası odaya giriyor ve son anda çocuğunu kurtarıyor. Bazı ülkelerde cinsel istismarla mücadelede etkin bir sistem bulunuyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde çocuk koruma merkezleri, tacize uğrayan çocuklara, ailelerine ve tacizle mücadele edenlere yol gösteriyor. İlki 1996’da kurulan bu merkezlerin hukuki yaptırımı, çocuk koruma servisleri, tıp ve psikoloji alanında uzman çalışanları bulunuyor. Çocuk Suçlarını Önleme Derneği Başkan Yardımcısı Gülhan Şişman, Türkiye’de cinsel istismarla mücadele için her şehirde böyle bir merkezin kurulması gerektiğini söylüyor: “Öğretmenin, müdüre ihbar etmesi yasak, merkeze bildirmesi gerekiyor. Bu merkezin telefonu, faksı, maili var. Yapılan ihbarlar gizli tutuluyor.”Bu ihbarların doğruluğu çocuk istismarı soruşturma uzmanları tarafından araştırılıyor. 48 saat içinde de geri dönüş yapılıyor. Eğer istismar varsa merkez, ilgili yasal kurumu devreye sokuyor. Vakayı inceleyerek sadece çocuğa değil, aileye de yardım etmeye çalışıyor. Taciz, aile dışından ise aileye yol göstericiliği yapılıyor. Ama mütecaviz aileden biri ise ıslah edilmeye çalışılıyor, dağıtılmıyor. Örneğin, tüm aile bir odada yatıyorsa daha geniş bir eve taşınmaları sağlanıyor, baba işsiz ya da depresyonda ise onun tedavisine bakılıyor. Bunlar yapılırken istismar eden kişinin geçmişinde istismara uğradığı ortaya çıkabiliyor. Bu merkezlerin sayısı 750’nin üzerinde ve eyaletlere göre değişiyor. Örneğin Alabama’da 24, Illinois’ta 36. Ayrıca bu kurumlar sürekli çocuk istismar uzmanlarına eğitim veriyor.İstismarı önlemek için veri toplama sistemi gerekiyorTürkiye’de cinsel istismar konusunda koruyucu çalışmaların yetersiz olmasının yanında önleyici hizmetlerin de olmaması durumun vahametini artırıyor. Çocuğun başına bir şey gelmeden müdahale edilmesi için önleyici çalışmalara ağırlık verilmesi gerekiyor. Bunun için istismar olaylarıyla ilgili sayısal bilgiler ve vaka analizlerinin olması gerekiyor. Avukat Seda Akço, “Doğru düzgün veri toplama sistemi yok. Erken uyarı ve olduktan sonra uyarı için hiçbir izleme takip sistemimiz bulunmuyor. 2013 yılı içinde kaç çocuk tacize uğramış, mütecavizler hakkında hangi tür dava açılmış, çocuklar için hangi tedbir kararları alınmış, bunların ne kadarı uygulanmış ve başarılı olmuş bilmiyoruz. Bunları takip ettiğimiz bir sistem yok.” diyerek bu konudaki önemli bir eksikliğe değiniyor. Akço, “Veri toplama sisteminiz yoksa, çocuk istismarı ile mücadeleye yönelik bir sistemimiz var diyemezsiniz.” diyor. Birkaç sene önce İzmir’de 13 aylık bir bebeğin başına gelenler Akço’yu doğruluyor. Daha önceden bebeğin ailesinin iki kızı, taciz nedeniyle koruma altına alınıyor. Ancak bebek doğduğu zaman bir takip sistemi olmadığı için durum fark edilmiyor. Akço, “Eğer anne baba tarafından istismar varsa koruma altına alındığında velayet de alınıyor. Bu durum yeni bebek doğduğu zaman onu da kapsıyor. Fakat veri toplama sistemi olmadığı için bebeğin doğduğunu kimse fark etmedi ve 13 aylıkken tacize uğradı.” diye anlatıyor. Çocuk Suçları Önleme Derneği Başkan Yardımcısı Gülhan Şişman, ailelerin çocuklara güvenlik kurallarını öğretmesi gerektiğine işaret ediyor. Buna göre çocuk hayır demeyi öğrendiği zaman eğitime başlamak gerekiyor. Bu da genellikle dört yaş civarı oluyor. Çocuklara özel bölge eğitiminin de verilmesi şart. Çocuk neresine dokunulacağını, neresine dokunulmayacağını bilmeli. Çocuğun kafasında bu sınırlar çizilmeli.DİNİMİZ İSTİSMARA NASIL BAKIYOR?İstanbul İlahiyat Fakültesi Yar. Doç. Dr. Musa Gülçür, İslam dinindeki ‘zarurat’a dikkat çekiyor. Gülçür, “Farzlar ötesi farz dediğimiz zarurat hususu var. Bunlar aklın, malın, bedenin, dinin ve neslin korunması.” diyor. Gülçür’e göre zarurat farzlarla kıyaslanamayacak derecede ağır ve yüksek bir sorumluluk gerektiriyor. Çocuk cinsel istismara maruz kaldığı zaman mütecaviz bedenin, neslin, aklın ve dolaylı olarak dinin korunması hususunu ihlal etmiş oluyor. Aynı zamanda zina yapmış, kul hakkına girmiş ve kendisine verilen emanete hıyanet etmiş oluyor. İslam hukukunda birkaç istisnai durum dışında insanların can, mal ve ırz dokunulmazlığı (haramlığı) umumî prensiplerden biri. Prof. Dr. İbrahim Canan, ‘Allah’ın Çocuklara Bahşettiği Haklar’ adlı kitabında İslam dininde insan haklarının Allah’a karşı olan haklardan daha mühim kabul edildiğine değiniyor. Canan, Allah’ın sadece kendisine karşı olan vazifelerdeki ihmali, günahları dilerse affettiğine fakat insanlara karşı işlenen kul haklarını helallik alınmadıkça affetmeyeceğine vurgu yapıyor. Nitekim Hz. Peygamber, dinen en büyük mertebeye ulaşan şehidin bütün günahlardan temizleneceğini ancak kul hakkı varsa bunun baki kalacağını ifade ediyor. Canan, bu şekilde insanın insanı istismarı kesinlikle yasaklanan bir dinde çocuğun istismarını asla mevzubahis olamayacağına vurgu yapıyor.

Hostes olmak mı zor zayıflamak mı? [KUŞ BAKIŞI]

$
0
0
Kabin memurluğu yani hosteslik, gözde mesleklerden birisidir hiç kuşkusuz. Neden olmasın ki, hem saygın bir meslek hem de maaşı iyi.Bu mesleğin avantajları arasında görev alınan uçuşlar sayesinde özellikle yurtdışı seyahatlerini de unutmamak gerekir. Ancak her mesleğin zorlukları olduğu gibi kabin memurluğunun da, ‘uluslararası kurallarla belirlenen’ çok disiplinli bir çalışma sistemi bulunuyor. Bu disiplinli çalışma sistemine ayak uydurmak için de, öncelikle fazla kilolardan bir an önce kurtulmak gerekiyor. Kabin memurluğu konusunda toplumda her ne kadar ‘uçan garson’ algısı yaygın olsa da, aslında hosteslerin ilk ve en önemli görevleri güvenlik uygulamalarıdır. Daha çok yiyecek-içecek servisi yaparken gözlemlediğimiz kabin memurlarından, uluslararası sivil havacılık kuralları gereği, ‘acil durumlarda müdahale ve yolcuların en hızlı şekilde uçaktan tahliyesini gerçekleştirmeleri’ istenir. Ancak uçaktaki ‘dar alanda’ zamanla yarışan hosteslerin fazla kiloları, en çok sorun çıkaran konuların başında geliyor. Bu yüzden havayolu şirketleri, işe alımlarda kilolu hosteslere onay vermiyor. İşe girdikten sonra kilo alan hostesler konusunda ise bir dizi tedbir alınıyor.Kilolu hostese ‘zayıfla gel’ deniyorKilolu hostesler konusunda THY, çalışanlarına ücretsiz izne çıkararak çözüm aradı. Kilolu kabin memurları, özel diyet ve spor programları sayesinde, ideal ‘boy ve kilo’ değerlerine ulaştıktan sonra işbaşı yapabildi. Bazı havayolu şirketleri de, kilosundan kurtulamayan kabin memurları ile yollarını ayırdı. Atlasjet Havayolları ise kilolu hostesler için Wellness Sağlıklı Yaşam Kampı düzenledi. Açık havada yapılan spor aktiviteleri ve sağlıklı beslenme formülleri ile fiziksel güçlerini artıran hostesler, aynı zamanda içsel enerjilerini de açığa çıkardı.Kampta hem spor yaptılar hem diyetAtlasjet tarafından gerçekleştirilen kampa katılan hostesler, üç haftalık bir programa katıldı. Yaklaşık 20 kişiden oluşan 2 grup, doğayla iç içe yaptıkları fitness-kardiyo aktiviteleri ile iş hayatında yaşadıkları yoğun uçuş temposunun ardından tazelenerek, bedensel ve zihinsel sağlıklı yaşam dengesini geri kazanma imkanı yakaladı. Esas hedefin kilo vermek değil, fit olmak ve iyi hissetmek anlamına gelen ‘wellness’ olduğu sağlıklı yaşam kampına katılan kabin ekipleri, güne saat 07.30’da uyanarak başladı. Hafif bir kahvaltının ardından tempolu şekilde doğa yürüyüşüne çıkan hostesler, gün içinde önce pilates ve yoga gibi vücudun esnekliğini artırmaya yönelik esneme hareketleri gerçekleştirdi. Ekipler esneklik kazandıran hareketlerin ardından açık havada koşu, dağda trekking, yüzme-su jimnastiği gibi kondisyon artırıcı ve kasları çalıştırıcı aktivitelerle günü tamamladı. Kampa katılanlar, spor yapmanın yanı sıra özel diyet de uyguladı. Hostesler diyet programı ile vücutlarındaki yağ-kas oranını optimum seviyeye taşırken, yeni kas oluşmasına yardımcı olan yiyecekler tüketti. Günlük üç ana öğün dışında, sabahları meyve, akşamüstleri şekersiz çay ve kurabiye gibi sağlıklı ara öğünler alındı. Böylece hem acıkma hissinin önüne geçildi, hem de metabolizmanın daha hızlı çalışması sağlanarak kişinin doğal şekilde kilo vermesi ve sağlıklı ideal kilosuna ulaşması sağlandı.Uçuşta sağlıksız besleniyorlarÇalışanlarının sağlıklı ve fit olmasını arzu ettiklerini dile getiren Atlasjet yetkilileri, yoğun tempoda çalışan ekiplerin hem fiziksel yorgunluk yaşadığını hem de hızlı olması adına sağlıksız beslenmek durumunda kalabildiğine dikkat çekiyor. Uçuş esnasında genelde yoğunluk nedeniyle sandviç tarzı hazır yiyecekler tercih edildiğini anlatan yetkililer, ekiplerin bu yüzden sofraya oturarak yemek yeme, sebze-meyve gibi sağlıklı ve lifli besinleri tüketme imkanı da bulamadığını ifade ediyor. Atlasjet yetkilileri ayrıca spor yapma ve sağlıklı beslenmenin, kişinin enerjisini yükselttiğini ve kendisini iyi hissetmesini sağladığını ifade ediyor. Kampa katılan ekiplerin yaşadıkları pozitif değişimin yüzlerine ve davranışlarına da yansıdığını anlatan yetkililer, bu vesileyle hosteslerin fiziki görüntülerinin yenilenerek tazelendiğine işaret ediyor.

Siyasal İslam zor günler yaşayacak, bedelini de bütün ülke ödeyeceğiz

$
0
0
Aydın Engin, 45 yıllık gazetecilik hayatının şimdiki durağında internet medyasında. 68’den bu yana gazetecilik yapan Engin, “Sıkı yönetim dönemleri dahil ilk kez her türlü hukuk dışı yöntemle medya kontrol ediliyor.” diyor.Türkiye’de medya ilişkilerinin yeniden sorgulanmaya başlandığı bir süreçten geçiyoruz. Bu dönemi 80’lerden, 90’lardan ayıran nedir?Resmen yapılan sansürden bakarsak, Türkiye daha iyi bir yere geldi diyebiliriz. 11 demokratikleşme paketi Avrupa Uyum Süreci’yle çıkarıldı. MHP’nin koalisyon ortağı olduğu dönemlerde bile demokratikleşme paketleri kabul edildi. İnsanlığın hukuk olarak kazandığı adımlara uyum sağlandı âdeta. 60’lı, 70’lı yıllardaki sansürle karşılaştırırsak ‘durum çok iyi’ demek mümkün. Paradoksal ama mümkün. 60’lı 70’li yıllarda yazacağımız her şeyi kuyumcu terazisinde tartmak zorunda kalırdık. Var olan ceza yasaları 311, 312, 441, 159’u ezbere sayışım, hep bunlarla savcıların karşısına çıkmamızdan. 1979’da yayınladığım bir yazıda Kürt halkı terimini kullandım diye yerel mahkemede 7 buçuk yıl hapse mahkûm oldum ve Yargıtay’da kesinleşti. Bu, işin resmi sansürle ilgili bölümü. Ancak bir siyasal iktidarın medya üzerinde bu kadar pervasız saldırısına, medyayı kontrol etmek için bu her türlü hukuk ve ahlak dışı yolu denemesine ilk kez şahit oluyoruz. Bu şiddette bir medyayı denetleme, aygıt olarak kullanma olgusuna geçmiş yıllardan bir örnek bulamıyorum. Sıkıyönetim dönemleri bile neredeyse buna dâhil. Günümüzde siyasal iktidarın böylesine yüklenmesinin altında başka bir gerçeğin yattığını da düşünüyorum, bayatlamış bir laftır ama medya dördüncü kuvvettir sözü. Bundan 20-30 yıl önce kitlelerle iletişim kuran siyasal partilerin araçları mitingler düzenlemekti. Bugün Erdoğan da Kılıçdaroğlu da modası geçmiş yöntemlerle mitinglere çıkıyor. Toplanan kalabalığa mı, televizyona mı sesleniyorlar belli değil. Televizyonlar yayınlamasa mitinglerden vazgeçerler bence.Bu, işin baskı tarafı. Medyanın içinde bulunduğu dönüşümün de bu yapıya bir katkısı olmadı mı?Evet, iletişim kanalları olmadık ölçüde zenginleşti. Gerçekleri saklamak çok zorlaştı. Bu da medyayı olduğundan çok daha önemli hale getirdi. Televizyonun hayatımıza girmesinden sonra ABD’de başkan seçimlerinin geleceğini belirleyen karşılıklı siyasi karşılaşmalar bizde de yaşanmaya başladı. Bu kadar yaygınlık yeni, kitlelerle bu kadar doğrudan ilişki kurmak yeni. Teknolojinin gelişmesiyle büyük sermaye medyada iktidar oldu. Televizyonda sadece çıplak frekansın milyar dolar ettiği bir dünyada bu teknik donanımlar ancak büyük sermayenin işi. Medya artık birinci ligde oynamak isteyenler için çok yüksek sermaye gerektiren bir dala dönüştü. Bunlar inşaat, enerji, finans sektöründe de sözü olan firmalar. Bu firmaların devamını sağlaması için iktidarla da yakın ilişki kurması gerekiyor.Bu da medyayı yok eden bir güç haline geldi...Hem de nasıl yok eden. Halkın haber alma hakkını gasp eden bir hal aldı. Bir meslek büyüğüm 2003’te ‘Medya artık gösteren değil, gösteririm ha diyen bir hal aldı.’ demişti. Medya halkın haber alma hakkını ete kemiğe büründüren bir mecra olmaktan çıktı, büyük sermayenin elinde bir silaha dönüştü. Ne alakası var diyeceğiniz birtakım insanlar ille bir medya kurmaya gayret ediyor. Yurtdışında medyayla organ ayrılır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin organı Pravda’ydı. Pravda’da, Sibirya’da yaşanan bir hak ihlali haber olamazdı. Mısır’da bu El Ahram gazetesiydi. Son derece küçümseyici bir terimdir organa dönmek. Türkiye’de hızla organlaşmış bir medya söz konusu. İktidar değişse başkaları farklı mı yapar onu da bilmiyorum. Mutfakta bulaşık yıkayan kadın bile temiz olmayan bir enformasyonla karşı karşıya. İktidar bir yandan kendi organ medyasını yaratırken bir yandan da organlaşmamış medyaları sterilize etme yoluna gidiyor. Eğer X medya kuruluşu yüzlerce HES projesinden 50 tanesini devletten aldıysa, elbette penguen gösterir.Türkiye’de alternatif medya arayışı çoğaldı. İşsiz gazeteciler de bloglar üzerinden mecra oluşturmaya başladı. ‘Star gazeteci’ kavramı karşısında bir işsiz gazeteci nüfusu var...Sosyal medya neredeyse tek umut kapısı. Azla yetinmesini bilen insanlar için kuru kuru ekmek var. Organlaşmış medyalarda buna boyun eğmeyen gazetecilerin işsiz kaldığı bir sürece girdik. Medya prensleri diye adlandırabileceğimiz, hiçbirimizin göremeyeceği maaşlar alan bir sınıf türedi. Star gazeteci haline dönüşen insanlar bunlar. Burada çok somut bir şey söyleyebilirim, eğer siz bir medya prensi olarak dolar bazında maaş alıyor, çocuğunuzu çok pahalı okullarda okutuyor, dolarla kiralanmış fazla hoş bir evde oturuyorsanız, şoförünüz varsa artık o zaman kaybedecek şeyi çok olan bir insana dönersiniz. O zaman da mesleğinizi ve ruhunuzu satarsınız. Bunun sefil örneklerini bugünlerde yaşıyoruz. Medya tekrar eski haline dönmedi, daha kötü bir hale ulaştı. Beni bir panele çağırdılar, adı adınca söyleyeyim yılışık bir adam ‘Aydın bey sizi nasıl tanıtalım, araştırmacı gazeteci mi diyelim, gazeteci yazar mı diyelim?’ dedi. ‘Gazeteci deyin’ dedim, ‘estağfurullah’ yanıtı aldım. İnternet medyasının tek umut kapısı olduğu kanısındayım. Çünkü ne rotatife ihtiyaç var, ne uydu kiralamaya, ne canlı yayın araçlarına. Sadece insana yatırım yaparak ilerliyoruz. Hayat acımasızca işliyor, ne güzel. Kağıt gazetelerin tirajı artmıyor.Buna karşın entell ektüel merak da azalıyor mu?Elbette. Unutmayalım, bütün eroin satıcıların mazereti vardır. ‘Yalvarıyorlar ağabey’ der. Medya da yarattığı dünyada ‘çok istiyorlar ağabey’ mazeretiyle kadın eti ticaretinden, ahlak dışı, asparagas haberlere kadar bomboş bir içerik sunuyor. Buna karşılık Twitter, Facebook gibi anlık iletişim ağlarının da geliştiği bir zaman bu zaman. Gerçeklerin gizli kalması o kadar güç ki.Direnç noktaları artıyor...Evet, artıyor. Bu aynı zamanda kirlilik tehlikesini de gündeme getiriyor. İnternetin iki yüzü var. İyi gazetecilikle beslenmediği zaman kirliliğe de kapı açabildiğini düşünüyorum. Bilgi kirliliği, denetimsizlik yaşanması tehlikesi de var.Usta çırak ilişkisi gazetecilik için önemliydi. Medya anlayışının değişmesiyle bu deneyime sahip gazeteciler de azaldı. Bu eksik nasıl kapanır?Zor soru. Bilmiyorum. Üniversiteler bilim yuvası olarak işlevini yerine getirmiyor, ya işsiz ya cahil yetiştiren yerler haline geldi. Meslek örgütlerinin etkisizleştiği, gazetecilerin de meslek örgütlerine soğuk ve uzak durmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz. Gazetecilerin örgütsüzlüğü sürdüğü sürece bu sorunun cevabı yok.Bizi seçim atmosferinde nasıl bir medya bekliyor?Kötü. Karamsar bir tablo çizmek istemiyorum ama durum karanlık. Medyanın organlaşmasından söz ettim, organlaşmış bir medya hiçbir saygınlığı kalmayan bir mecradır. Normal bir haberci seçim gezisini saatler boyunca ekrandan aktarmaz. Böğüren bir takım adamları göstermek habercilik değil. 28 Şubat döneminde ulusalcılarla siyasal İslam arasında bir çatışma vardı. Ama günümüzde siyasal İslam hiç olmadığı kadar parçalanmış durumda. O kadar ki, ulusalcılar tribünde oturup çekirdek çitleyerek izler hale geldi. Milli Nizam Partisi’nin kurulmasıyla siyasal İslam 1967’den bu yana tırmanarak çıktı, hem de partileri sürekli kapatılmasına rağmen. 90’ların sonunda koalisyon ortağı, 2002’de bir yıl önce kurulmuş bir parti iktidar oldu. Önce yumuşak, sonra hızlı bir ivmeyle yukarı çıktı. Bir zoraki nikâh olduğunu seziyordum AKP hükümetinde ama bu noktaya geleceğini kimse tahmin etmiyordu. Bunu siyasal İslam’ın başarısızlığı olarak görüyorum. Zor günler yaşayacak siyasal İslam, bedelini de bütün ülke olarak ödeyeceğiz. Bu tür iktidar kaoslarının da nereye evrileceğinin hiçbir sigortası yoktur. Bazı gözü dönmüş ulusalcıların Hitler benzetmelerinden hazzetmiyorum ama şu göz ardı edilmemeli, Hitler’i iktidara taşıyan ülkede yaşanan kaostur. Yönetenlerin yönetemez hale geldiği ve yönetilmeye razı olmadığı süreçte eğer bir iktidar alternatifi yoksa, karanlık noktalar gelir. Böyle bir seçeneksizliğin içinde çalkalanmaktayız. O yüzden ‘yesinler birbirini’ diyenlerin çok aptalca davrandığı kanısındayım. Tribünde çekirdek çitleyerek izlemek bana saçma geliyor. Çok yoksul bir adam falcıya gitmiş, falcı bakmış, ‘ooo demiş sen büyük yoksulluk çekeceksin!’ Adam merakla sormuş, ‘sonra ne olacak?’ Falcı yanıtlamış: ‘Alışacaksın...’ Tek umudum alışmamamız.

Başka bir dünya mümkün...

$
0
0
Tuğba ve Birhan Alakır çifti, on sene önce doğup büyüdükleri şehri terk etmeye karar vermişler. İstanbul Moda’da gözlerini açtıkları dünya, giderek şehrin karmaşası ile birlikte onlar için yaşanmaz bir hal almaya başlamış.Daha lise sıralarındayken kader yollarını birleştirmiş. Yıllar geçtikçe gezgin olarak yollara düşmüşler. Tibet, Hindistan ve pek çok yer. Her dönüşlerinde doğadan ve yeşilden uzaklaşan, komşuluk ilişkilerinin azaldığı, çocukların ağaçlarda oynamadığı bir İstanbul karşılamış onları. Ailelerinin “normal bir iş bulun, çalışın” baskıları ise istedikleri yaşamı kurmalarına engel olamamış. Birhan, Yıldız Teknik Üniversitesi’ni yarıda bırakmış; Tuğba ise Marmara Üniversitesi’nde Ekonomi bölümünü bitirmiş. Annesinin ısrarlarına rağmen bankada dört ay çalışabilmiş. Birhan’ın günümüze hakim olan şehir ve tüketim odaklı hayat biçiminden uzaklaşıp temiz su, organik gıda ve yaşanabilir bir yuva hayali, Adana’dan Antalya’ya Toroslar’ı sırt çantasıyla gezip Antalya’daki Alakır Vadisi’ni bulduğunda gerçeğe dönüşmüş. Plastik şişede sunulan suyun, poşette gıdanın ve dört duvar arasında yuvanın yerine şehirlere göçle boşalan, ranttan uzak kırsal alanda yaşamaya başlamışlar. Şehirdeki arkadaşları onlara “hayalci”, aileleri “yapamazsınız” derken, köydekiler de bu iki yabancıya anlam verememiş. Zamanla topraklarına sahip çıkan bu genç çifti, çocukları saymışlar. Kırsal alanda yaşamayı öğrenmeleri zor olsa da Birhan’ın en büyük ustası, köylü Durmuş amca olmuş. Nasıl ekilir? “Çamur ve ağaçtan yapılacak olan ‘yuva’ nereye kurulmalı?” sorularının yanıtlarını onda bulmuşlar. Şehirde edinmiş oldukları kültür de yaşamlarını pratikleştirmiş. Aradan geçen altı yılın ardından ise bir sabah kepçeler ve moloz kamyonlarının sesiyle uyanmışlar. Şehirden kaçıp doğada yaşamın keyfini sürerken HES projesi ile dünyaları kararmış. İşte o günden bu yana geçen dört yıldır soyisimlerinde de taşıdıkları Alakır Vadisi için mücadele ediyorlar.

Senaryo: Nuh Mete Yüksel, Prodüksiyon: AKP

$
0
0
Başbakan Erdoğan’ın, Isparta mitinginde ellerinde Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ait vaaz kasetleri olduğunu söyleyerek bazı imalarda bulunması, 28 Şubat sürecindeki montaj kasetlerini hatırlattı. Anlaşılan o ki, Camia’nın 28 Şubat’ı henüz bitmemiş…‘Garip’ zamanlardan geçiyoruz. Başbakan Erdoğan’ın Isparta mitinginde, ellerinde Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ait vaaz kasetleri olduğunu söyleyerek bazı imalarda bulunması, akıllara 28 Şubat sürecindeki montaj kasetleri getirdi. Başbakan, tıpkı haziran fırtınasındaki (1999) gibi yeni bir kaset furyasının işaret fişeğini mi attı; bunu ilerleyen günlerde göreceğiz. Ancak Camia’nın ‘çökertilmesi’ için Hocaefendi’nin sekiz yıl yargılandığı davanın iddianamesinde öngörülen stratejiyi bugünkü iktidar temsilcilerinin birebir uygulaması dikkat çekici. DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından 2000 yılında hazırlanan iddianamede Hocaefendi, ‘laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmakla’ suçlanıyordu. Suçlamaya delil olarak Gülen’in ‘Asrın Getirdiği Tereddütler, İrşad Ekseni, Çağ ve Nesil, Fasıldan Fasıla gibi kitaplarının yanı sıra bazı vaazlarından cımbızlanarak hazırlanan montaj kasetler de gösterilmişti. Savcı Yüksel, ‘Nurculuğun Tarihi Gelişimi’ni* anlatarak başladığı iddianamede, Bediüzzaman’ın ne kadar tehlikeli biri olduğunu, “Nurculuğun Laik Cumhuriyete ve Atatürk’e karşı bir hareket olduğunu görebilmek için Nur Risalelerine bakmak gerekmektedir.” diyerek anlatıyordu. Farklı risalelerden cümleleri, iddiasına ‘delil’ olarak göstermişti. Savcı, konu hakkında hemen hiçbir ciddi araştırma yapmamıştı. O kadar kulaktan dolma bilgi ve önyargılarla iddianame hazırlanmıştı ki, Risale-i Nur Külliyatı müellifinin soyadını ‘Nursi’ olarak yazmıştı. Nüfus kaydını bile istese Said Nursi’nin soyadının ‘Okur’ olduğunu görürdü!BEDİÜZZAMAN’I NEDEN METHEDİYOR?Bugün meydanlarda, “Pensilvanya’daki zat ağzına hiçbir zaman Bediüzzaman’ın adını almamıştır. Güya yolunda gidiyor, yalan.” diye bağıran Başbakan’ın sözlerinin aksine o gün Hocaefendi, Said Nursi’nin izinden gitmek, onu methetmekle suçlanıyor ve bunun için cezalandırılması isteniyordu. Hocaefendi’nin Bediüzzaman için kullandığı ‘asrın çilekeşi, çağın büyüğü, kamil-i mürşid, ruhların hekimi’ gibi sözler bile suç unsuru olarak iddianameye girmişti. ‘Değerlendirme ve Hukuki Durum’ başlıklı bölümde Bediüzzaman için ‘küstah’ ifadesini kullanan Nuh Mete Yüksel, Hocaefendi’nin neden Üstad’ın yolundan gittiğini sorduktan sonra, “Bütün bu faaliyetlerin hedefi İslam devletini kurmaktır.” diyordu. İddianamenin 13. sayfasında, ‘Fethullah Gülen Grubu’nun amacının, ‘Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğünü kurmak’ olduğu aktarılıyordu. Ancak mahkemede, Hocaefendi’nin böyle bir amacı olduğuna ilişkin isnadın dayanağı gösterilememişti.ABD BAĞLANTISINI DEŞİFRE EDİN!İddianamenin ‘Bir Nur Talebesinin Anlatımlarıyla Fethullahçılık’ başlıklı bölümünde, Hizmet Hareketi’nin çökertilmesi için izlenmesi gereken stratejiler de sıralanmıştı. Savcı, kim tarafından ve ne zaman yazıldığı belli olmayan bir dokümanı ‘delil’ olarak iddianameye koymakta hiçbir mahzur görmüyordu. Bu çok ‘akıllı’ Nur talebesi, ‘araştırma ve analiz yetisinden yoksun’ olarak tanımladığı Türk halkının, gerçeği göremediğini anlatıyordu. Fethullah Gülen’in ölümü de Camia’nın ‘bitirilmesi’ konusunda bir adımdı. Zira ‘Cemaat’in her ferdi hissi bir rabıta ile liderlerine bağlıydı.’ Bu konuda sivil örgütlerin ve askerlik kurumunun politikalar üretmesi gerektiğini salık veriyor ve “Gülen sonrası Cemaat parçalanabilir ve siyasal bir güç olma yolu tıkanabilir.” diyordu. Dokümanda Camianın çökertilmesi, Hocaefendi’nin mahkûm edilebilmesi için izlenmesi gereken yollar ise şöyle sıralanmıştı: “Devlet televizyonlarında ve laik medyada programlar hazırlanmalıdır. İkinci olarak istihbarat konularında ne kadar uğraşılsa azdır. Örgütün bir sonraki adımının bilinmesi lazım. Fethullah Gülen’in 1980 öncesi kaydedilmiş kasetleri daha radikaldir. Televizyonlarda yayınlatılabilir.”YENİ BİR ‘HAZİRAN FIRTINASI’ MI?Yukarıdaki stratejiler bugün bihakkın uygulanıyor. Devlet ve hükümet medyasında her gün Camia’yla ilgili programlar yapılıyor, yalan yanlış haberler yayınlanıyor. MİT’e verilmesi düşünülen ve Türkiye’yi muhaberat devleti haline getirecek olan yetkiler haftalarca tartışıldı. Kamuoyu baskısı sebebiyle teklif askıya alındı. Kaset konusu ise ilk defa geçtiğimiz hafta dillendirildi. Başbakan, Isparta mitinginde söze Hocaefendi’nin 28 Şubat sürecinde başörtüsü için yaptığı ‘füruat’ açıklamasıyla girdi. Ardından da ağzındaki baklayı çıkarıverdi: “O başörtüsü için ‘füruattır’ diyordu. Nasıl füruatsa! Elimizde, enteresan, kendisinin vaaz kasetleri var. O vaaz kasetlerinde, füruattan önceki dönemde, bunun itikadi olduğunu söylüyordu.” Sonraki mitinglerinde kullandığı, “Daha çoook pislikleri dökülecek.” ifadesi de dikkat çekiciydi. Başbakan’ın bu çıkışları ‘yeni bir kaset furyasının’ habercisi midir, bilemiyoruz. Bunu ilerleyen günlerde göreceğiz.DERSHANELERİ KAPATMAK AK PARTİ’YE NASİP(!) OLDUİddianamenin farklı yerlerinde öğrencilerin kaldığı evlerden (ışık evleri), dershanelerden, Bank Asya’dan da bahsediliyor. Cemaat’in, ‘bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak istediği’ anlatılıyor. Peki, AK Parti iktidarı ne yaptı? İnandırıcı gerekçeleri olmaksızın, dershaneleri kapatmayı öngören yasayı kabul etti. Bank Asya’ya yönelik batırma operasyonu herkesin malumu. Ayrıca, bu iddianame yazıldıktan tam 14 yıl sonra, 2004’te MGK’da alınan kararlarda şöyle deniliyordu: “F. Gülen Grubu’nun dini esaslara dayalı bir devlet kurma hedefi ve ılımlı görünümünün yanıltıcı olduğuna yönelik gerçekler, psikolojik hareket boyutu da dikkate alınarak kamuoyuna zamanında iletilmelidir. F. Gülen Grubu’na ait özel okulların faaliyetleri, İçişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından incelenmeli ve takibe alınmalıdır. F. Gülen Grubu’nun ‘öğrenci evleri’ kapsamında sempatizan ve yandaş edinme gayretleri İçişleri Bakanlığı nezdinde dikkatle takip edilmelidir. ‘Öğrenci evleri’ uygulamalarına engel olunmalıdır.”HOCAEFENDİ’Yİ ‘AĞABABALARI’ YARGILADIBugün aynı taktiklerle, yalan haber ve montaj kasetlerle Hocaefendi’yi mahkûm etmeye çalışanlara hatırlatalım; Nuh Mete Yüksel’in hukuki dayanaktan yoksun ve iftiralarla dolu olduğu kesinleşmiş yargı kararıyla ortaya çıkan iddianamesinin davası 8 yıl sürdü. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi ‘laik devlet yapısını değiştirmek ve yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyette bulunmak’ suçlarından yargılanan Gülen hakkında beraat kararı verdi. Mahkeme Savcısı Salim Demirci, bu kararı temyiz etti. Yargıtay 9. Ceza Dairesi beraat kararını onadı. Bu kez Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı karara itiraz etti. Dosya, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gitti. Genel Kurul, başsavcılığın itirazını oyçokluğu ile reddetti. Ret kararıyla birlikte Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararı kesinleşti. Hocaefendi, hakkındaki mesnetsiz iddialar sebebiyle yargılandığı davadan, yargının en üst makamının onamasıyla beraat etmiş oldu. AKTÖRLER DEĞİŞTİ, 28 ŞUBAT SÜRÜYOR2014 yılının ilk MGK’sında ‘halkın huzurunu ve ulusal güvenliği tehdit eden yapılanmaların görüşüldüğü’ yönündeki açıklamanın ardından, 28 Şubat sürecinde Refah-Yol hükümetinin içişleri bakanı olan Meral Akşener, “Aktörler değişti ama 28 Şubat devam ediyor. Eskiden bellerinde silah olan askerler vardı; şimdikilerin ise silahı yok.” demişti. Demokratik duruşu sebebiyle post-modern darbe sürecinde askerlerin doğrudan hedefi haline gelen Akşener’e hak vermemek mümkün değil. Anlaşılan o ki, Camia’nın 28 Şubat’ı henüz bitmemiş… *(İddianamenin 10. sayfasında ‘İslam Dini Yönünden Nurculuk’ başlığı altında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlandığı belirtilen ve yazar ismi olmayan (‘Nurculuk Hakkında’) isimli bir yayına atıfta bulunuluyordu. Halbuki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın böyle bir yayını yoktu.)

‘Dikiş makinelerinin sesi ninni gibi gelirdi’

$
0
0
Eskiden her evde bulunan, tıngır mıngır sesi kulağımıza ninni gibi gelen dikiş makineleri mazide kaldı. Ekonomist Mehmet Çelik’in Schneidertempel Sanat Merkezi’nde sergilenecek dikiş makinesi koleksiyonu o günlere selâm gönderiyor.“Çocukluğumda dikiş makinelerinin sesi bana ninni gibi gelirdi. O zaman konfeksiyon yoktu, terzi de çok azdı, her evde dikiş makinesi bulunurdu. Ev hanımları kendi söküğünü kendi diker, makinesine gelin muamelesi yapar, işi bitince duvak gibi hazırladığı örtüsünü örtüp başköşeye kaldırırdı. Ruhu vardı onların, dikişten öte başka bir şeyleri temsil ediyorlardı sanki.”Dikiş makinesinin sesiyle büyüyenlerin ortak duyguları olan bu ifadeler, Mineral Endüstrisi Ticaret AŞ’nin (Mikron’S) Yönetim Kurulu Üyesi, ekonomist Mehmet Çelik’e ait. Çelik’in Çekmeköy’deki ofisinde iki dikiş makinesi başköşede duruyor (yandaki küçük fotoğraf). Biri çok eskilerden, 1859’da İngiltere Glasgow’da üretilen Singer marka dikiş makinesi. Diğeri 1878’de Almanya’da üretilen Fabrik-Marke dikiş makinesi.Çelik, koleksiyonundaki ilk dikiş makinesini yedi sekiz yıl önce Üsküdar’daki bit pazarından satın almış ve ofisine gelir gelmez yaptığı ilk iş, makinenin hangi tarihte üretildiğini tespit etmek olmuş. Makinenin üzerindeki seri numarasını Singer’in İngiltere’deki fabrikasına maille iletmiş ve kısa bir süre sonra 1859’da üretildiğini öğrenmiş, “Ama en sonunda bıktılar, son dört beş mailime cevap vermiyorlar.” diyor Çelik. Maden ithalatinden arta kalan zamanlarında makileneriyle yakından ilgileniyor Çelik, senede bir kere makinelerini mutlaka yağlıyor, bakımını yapıyor, “İlk başlarda ne gömleklerim, ne kravatlarım makine yağından gitti.” diyor. Kendsinin özel kutularda deposunda sakladığı 48 dikiş makinesi daha bulunuyor. Bunlar arasından seçtiği 11 tanesini ise 13 Mart’ta Karaköy’deki Schneidertempel Sanat Merkezi’nde açılacak “Dikiş Makineleri Terziler Sinagogu’nda” sergisinde sergileyecek. Küratörlüğünü ve tasarımını Tan Oral’ın yaptığı sergide, 1859-1918 dönemine ait dikiş makineleriyle konuyla ilgili kartpostal, basılı malzeme, gazete ve televizyon reklamlarından karelere yer verilecek.Mehmet Çelik, dikiş makinelerini çok sevse de böyle bir koleksiyona devam etme konusunda motivasyonunu kaybetmiş durumda, zira çoğu kişi için boş işler bunlar. Eskiden mahalle aralarında mandalcılar olurdu, evdeki eski eşyaları, kap kacağı o mandalcılara verir, karşılığında bir deste mandal alırdınız. Çelik, makinelerinin akıbetinin bir gün böyle olacağını düşünüyor. Bugün internet ortamında birçok dikiş makinesi satıcısı bulunuyor, oldukça rağbet gören bir koleksiyonerlik gibi dursa da ülkemizde çok az kişide böyle bir koleksiyon var. Makinelerin satış fiyatları genelde 40 bin liradan başlayıp 250 bine kadar çıkabiliyor. İlk örnekleri 19. yüzyıl başlarında ortaya çıkan dikiş makinesinin tarih içinde nasıl değiştiğini anlatan “Dikiş Makineleri Terziler Sinagogu’nda” sergisini 4 Mayıs’a kadar göreblirsiniz.Terzilere özel ibadethaneSerginin açılacağı Karaköy’deki Schneidertempel Sanat Merkezi’nin serginin adına yakışır bir tarihi var. Schneidertempel Sanat Merkezi, Osmanlı döneminde Yahudi terzilerinin ibadetlerini yapması için Sultan Abdülhamit’in talimatı ile yapıldı. 19. yüzyılın sonlarında kurulan terziler loncasının başkanı ve Sultan II. Abdülhamid’in saray terzisi Mayer Schönman, bu meslek loncası mensuplarının dinî vecibelerini yerine getirmeleri için ayrı bir sinagogun inşa edilmesine önayak olur. Saray fermanında öngörülen finansman kaynaklarının yanı sıra, terziler arasında toplanan paralarla gerçekleştirilen inşaat, bir yıl içinde tamamlanır. 1894’te hizmete giren sinagog, terzilerin aralarında konuştukları Yidiş halk dilinde “Schneidertempel” (Terziler Sinagogu) olarak anılmaya başlar. 20. yüzyılın sonlarına doğru dinsel işlevini giderek yitiren Terziler Sinagogu, geçirdiği onarım ve restorasyon sürecinin ardından, 1999 yılında Schneidertempel Sanat Merkezi olarak açılır.

Panama’nın şanslı çocukları

$
0
0
Dünya böyle bir yer galiba. Kimileri tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasp ederek bir adaya konma derdinde kimileri de ülkesinden binlerce kilometre uzaklıkta bir adada yetim sevindirme...“Böyle bir şeyi hayal bile edemezdim. Bu bizim için büyük bir yardım. Her zaman Allah’a dua ederdim. Bu iyiliğin kalplerinde Allah sevgisi olan insanlar tarafından yapılmasından dolayı ayrıca çok mutluyum.” diyor ve gözyaşlarını tutamıyor. Marıbel Pitti, yaklaşık 20 yıldır Panama’nın Pananome şehrinde bir yetimhanede müdirelik yapıyor. Kendisini bu denli duygulandıran olay ise Kimse Yok mu tarafından yaptırılan yetimlere hizmet verecek yemekhanenin açılış töreni. “Çok genç yaşta eşimi kaybettim. Bir daha da evlenmedim.” diyen Pitti hayatını yetimhaneye vakfetmiş. 20 yılda 2 binden fazla yetime annelik yapmaya çalışmış. “Bir oğlum var ama kaç çocuğun var diye sorduklarında binlerce diye cevap veriyorum.” diyor. 30 kişi kapasiteli yetimhanede 54 çocuk kalıyor. Mahkeme çocuk gönderince, yerleri olmasa da geleni almak zorunda kalıyorlarmış. Yemekhanenin açılışına, bizi şaşırtacak kadar sevinmesinin nedenini şimdi anlıyoruz, binanın içindeki eski yemekhaneyi oda olarak kullanabilecek artık.Yetimhane sakinlerinin hikâyeleri yürek parçalayıcı. Çoğu, hayatlarının başında hiç hak etmedikleri bir bedeli ödüyor. Maalesef aralarında istismara uğramış, insanın ‘Ne oldu sana?’ diye sormaya dilinin varmadığı talihsizler var. Herkesin içini burkan bir manzara: Yaşıtlarının oyuncak bebeklerle oynadığı bir kız, kucağında taşımakta zorlandığı bir bebek... Yaşı taş çatlasa 12-13. Pedagoğun olmadığı yetimhanede çalışanlar hem annelik hem de babalık yapmaya çalışıyor. Açılış için Türkiye’den gelen Kimse Yok mu Uluslararası İlişkiler Koordinatörü Metin Çetiner’in Hz. Muhammed’in (sas) din, dil, ırk gözetmeksizin buyurduğu ‘En hayırlınız insanlara en faydalı olanınızdır.’ hadisini aktararak “Biz bunu kendimize ilke edindik bunun için buralardayız.” sözleri dinleyenleri duygulandırıyor. Kimse Yok mu’nun dünyanın dört bir yanındaki yardım faaliyetlerini duyunca nerede olduğunu bile bilmedikleri bir ülkenin yardım kuruluşunun bunları başarmış olmasına hayret ediyorlar.Marıbel, açılıştan sonra yetimhaneyi gezdiriyor. Çevredekilerin ilgisizliğinden şikâyetçi. Kimse Yok mu yetkililerinden oyun parkı ve güvenlik amacıyla etrafın çitle çevrilmesi için yardım rica ediyor. Marıbel’e daha önce Türkiye ile ilgili ne bildiğini soruyorum, ilginç bir cevap veriyor: “İlkokuldayken sınıftakilerin aksine beyaz tenli olduğum için öğretmen bana El Turco derdi. Neden derdi bilmiyorum, demek ki bir gün kaderimin Türklerle kesişeceği içine doğmuş.”Orda bir köy var uzaktaPanama’da Kimse Yok mu Derneği’nin el uzattığı çocuklar yetimhanedekilerle sınırlı değil. Başkente uzak Ustupu adasında yaşayan çocukların kalbinde de Türkiye özel bir yere sahip. Kimse Yok mu gönüllülerinin sıkça gittiği adaya okulların açılması münasebetiyle kırtasiye yardımı yapmak üzere uçakla başkent Panama City’den yola çıkıyoruz. Kimse Yok mu’nun Panama’daki en büyük destekçileri Panama Üniversitesi Rektörü Gustavo Garcia de Parades ve yardımcısı Maria Benavides. Maria bizzat yardım dağıtmak için ekibiyle beraber bize katılıyor. Yetimhane açılışında da en önde yerini alan Maria, “Hayal ettiğim, keşke imkanım olsa şunları yapabilsem dediğim işleri Kimse Yok mu sayesinde gerçekleştiriyorum, bu çok güzel.” diyor.Başkentteki havaalanı Survivor izleyicilerinin aşina olduğu küçük havaalanı. Pervaneli bir uçakla yaklaşık 1 saat sürecek yolculuğumuz başlıyor. Uçağa binmeden önce hepimiz tartılıyoruz çünkü uçak yolcularla beraber en fazla bir ton yük alabiliyor. Hostes ve anonsların olmadığı uçakta Panamalılar cep telefonlarını kapatmayınca herhalde burada adet böyle diyoruz. İneceğimiz yerin tabelasında havaalanı yazsa da ada üzerinde bir piste ineceğiz. Ustupu adasının merkezle bağlantısı bu pist. Denizyolu çok uzun sürdüğü için pahalı olsa da uçak tercih ediliyor. Kurban zamanında köye et getirmek için tekneyle yola çıkan Kimse Yok Mu gönüllüleri havanın bozması ile batma tehlikesi yaşayarak 24 saat sonra adaya varmış. Vardıklarında etlerin yaz ayı olmasına rağmen yüklendiği gibi buz gibi olması herkesi şaşırtmış. Adanın yakınlarındaki piste iniyoruz. Köylüler heyecanla karşılıyor bizi. Ustupu’ya doğru kayıklarla ilerliyoruz. Köye daha önce gelenler otelde kalacağız, demişti ama otel diye hasırlardan yapılmış köy evlerini kastettiklerini adaya ulaşınca öğreniyoruz. Belki de hayatımızın en ilkel ama en güzel oteline yerleşip köy meydanına geçiyoruz. Meydan tıklım tıklım. Yaklaşık 80 yıl önce Panama polisi ve askerlerinin kötü muamelelerine isyan edip kazanılan özerkliğin yıldönümü törenleri yapılıyor. Bizim düşman işgalinden kurtuluş görüntülerini aratmayan sahneler var. Demek ki insanoğlu hangi kıtada, hangi din ve ırktan olursa olsun düşmandan kurtuldu mu yaptığı tören aynı. Sahneye Kimse Yok Mu yetkililerini davet edip dakikalarca alkışlıyorlar. Yerlilerin lideri, verilen burslar sayesinde üniversite okuyabilen öğrenciler adına teşekkür ediyor. Modern dünyanın ilkel kabul edeceği köylülerin insana yapılan yatırımın en büyük yatırım olduğunun farkında olması, ilkellik mevzuunun da ne kadar tartışmalı olduğunu gösteriyor. Kuş uçmaz kervan geçmez, elektriğin olmadığı köyün birçok yerinde güneş panelleri var. Misyonerler bağışlamış. Amerikalı Peace Corps gönüllüsü birkaç beyaz adam da törenleri izlemeye gelmiş. Onlar da temiz su projesi için çalışıyorlar. Kimse Yok mu da olmasa bir şeylerin eksik kalacağı aşikâr. Beyaz adam demişken adanın bir özelliği de genetik albino hastalığına sahip yerlilerin olması. Cilde rengini veren pigment eksikliği yaşayan yerliler, adaya yerleşmiş Hollandalı misali hemen dikkat çekiyor. Hele çocuklar arkadaşlarının yanında pek bir sempatik görünüyor.Barakada yaşıyorlar ama cep telefonları varAkşam yemeği için köyün turistlere özel yapılmış Ege sahillerinde örneklerini görebileceğimiz mütevazı lokantasına geçiyoruz. Bir adada olduğumuz için yemek de haliyle balık. Barakalarda yaşayan insanların hepsinde cep telefonu olması dikkatimizi çekiyor. “El kadar ada arkadaş, kimle ne konuşuyorsun. Bağırsan duyulur mesaj desen okuma yazma bilen yok.” demeye kalmadan her ailenin uzakta akrabası olduğunu öğreniyoruz. Herkeste telefon varsa demek biz de telefonlarımızı şarj edebiliriz diye düşünüp çocukça bir sevinç kaplıyor içimizi. Türkiye’deki gündemi kaçırmamak lazım bugünlerde. Balık dışındaki atıştırmalıklar da harika, bir kere doğal ama pek parayla işleri olmadığı ve gelen giden de az olduğu için hesap olayında zayıflar. İlk getirdikleri hesap beş yıldızlı otel fiyatı, bir hata var galiba deyince defalarca hesaptan sonra doğru sonuca ulaşıyoruz. Geçimlerini, topladıkları Hindistan cevizlerini Kolombiyalı tüccarlara kıyafet ve gıda karşılığı takas ederek sağlıyorlar. Ertesi sabah neredeyse bütün köyün yürüdüğü geçit töreniyle başlıyor günümüz. Devrim adını verdikleri düşman işgalinden kurtuluş törenlerinin devamı var. Bu sefer temsili askerler fena hırpalanıyor. Törenler bitince el megafonuyla Kimse Yok mu’nun kırtasiye yardımı yapacağı ve köy meydanında çocukların beklendiği anons ediliyor.Çocukların yardım için sıraya girerkenki olgunlukları görülmeye değer. Müstağni davranışları insanı duygulandırıyor. Kimse Yok mu Derneği yetkilileri kırtasiye paketinin yanına şeker-çikolata eklemeyi unutmamış. Bu da yüzlerde ekstra bir gülümseme demek. Saatler süren dağıtımın ardından adadan ayrılma vakti. Kayıkla, geldiğimiz piste doğru yola çıkıyoruz. Uçak sözleşilen saatte bizi almak için iniyor. Yorgun ama huzurlu olarak adadan ayrılıyoruz. Geldiğimizden daha da küçük bir uçağın içinde karada el sallayanların bir daha ne zaman gelirsiniz bakışlarını seyrederek ufka dalıyoruz. “Dünya böyle bir yer galiba... Kimileri tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasp ederek bir adaya konma derdinde, kimileri de ülkesinden binlerce kilometre uzaklıkta bir adada yetim sevindirme…”

Suriyeli mülteciler için ‘duyarsızlaşma’ zamanı

$
0
0
'Devlet kamp açmış oraya gitsinler' ya da 'bizim zaten yeterince fakirimiz var' gibi söylemler sokakta yaşayan Suriyelilere yönelik başlayan öfkenin tezahürleri. Mülteci-Der Koordinatörü Pırıl Erçoban'a göre Suriye rejimine karşı politikayı ya da genel olarak hükümeti eleştirenler bunu mülteciler üzerinden yaptılar. Erçoban, "Oysa ki mülteciler bu savaşın nedeni değil, mağdurları" diyor.Evine ekmek götürmek isteyen seyyar satıcılar için karşıya geçmekten çok daha fazlası olan üst geçitlerden birinde iki gencin kendi aralarında hararetle sürdürdüğü muhabbete kulak misafiri oluyoruz. Hakkında konuştukları kişiler, o anda bulundukları geçit de dahil olmak üzere duraklarda, parklarda, buldukları her yeşil alanda gündüzü ve maalesef geceyi de geçirmek zorunda kalan Suriyeli sığınmacılar. "Bunlar vatan haini oğlum" diyor biri, kim bilir hangi ‘büyüğü'nden duyup, doğruluğunu bir an bile sorgulamadığı cümleyi ‘kes yapıştır' yaparak. Diğeri de aynı emin duruşla cevap veriyor: “Tabii oğlum, ülkende savaş var, sen kaçıyorsun. Bizim atalarımız aptal mıydı da kaçmadı, savaştı?” Savaşı çocuk oyuncağı sanan bu gençlerin muhtemelen örnek aldığı o ‘büyükleri'nden biri de aynı üst geçitte sürekli Suriyeli mülteci görmekten bunalmış olacak ki herkesin duyacağı şekilde şunları söylüyor: “Her yerde karşıma çıkıyorsunuz. Tayyip'e gidin, o yardım etsin size.” Ülkelerindeki iç savaştan kaçarak Türkiye'ye sığınan bu insanlar, kimi zaman iktidara duyulan öfke, kimi zaman da ülkedeki kötü gidişattan ‘mültecileri ve göçmenleri' sorumlu tutan klasik ırkçı anlayışın kurbanı olarak hedef konumundalar. Bu insanlara yönelik zaman zaman öfkeye de dönüşen duyarsızlığa bahane olarak üretilen en güçlü argüman ise mültecilerin 'dileniyor' oluşu ve artık iyiden iyiye klişeleşen şu cümle: "Devlet onlara kamp açmış kardeşim, gitsinler oraya." Bu cümle, iktidar destekçilerini de karşıtlarını da ortak paydada buluşturuyor üstelik. Destekleyenlerin 'devlet onlara yardım ediyor ama adamlar kampı beğenmiyor' minvalinde kurduğu cümle karşıtların dilinde ise 'devlet madem izin verdi gelmelerine baksınlar o halde'ye dönüşüyor. Neticede herkes duyarsızlığına karşı vicdanını temize çıkaracak bir yerinden tutabiliyor bu cümlenin. Ancak Suriye'den bir buçuk yıl önce gelip nispeten düzenini kurabilen Halepli Ahmet'e göre durum hiç de sandığımız gibi değil. Ahmet'le Şirinevler'de otobüs durağının hemen arkasındaki yeşil alanda maaile kalan Suriyelilerin yanında karşılaşıyoruz. Hurdacılıktan kazandığı günlük 20-30 lira ile ailesini kıt kanaat geçindiren Ahmet, kendisi de yardıma muhtaçken hemşehrilerinin hal hatırını sormaya geliyor her gün, belki bir yardımım olur düşüncesiyle. Abbas Halil ve ailesi henüz çok yeniler İstanbul'da. Kısa bir süre Antep'teki kamplarda kalmışlar ardından İstanbul'a gelmişler. Neden kamplarda kalmak istemediklerine gelince, "Orada kalınmaz. Araplar var." diyor. Türkmenlerle Arapların aynı kamplarda kalıyor oluşu, sorunların en büyüğü anlaşılan. "Devlet ayrı kamp açsa kalır mıydınız?" sorusu karşısında o kadar umutsuzlar ki "Öyle bir şey olmaz." diye cevap veriyorlar. "Kötü davranan oluyor mu?" sorusuna çocuklar "evet" diye cevap veriyor. Azarlayanlar, ters davrananlar, para isteyince kızıp bağıranlar oluyormuş. Ama genel olarak halkın yardım etmesinden memnunlar. ‘Dileneceklerine çalışsınlar' algısından haberdarlar fakat bunun düşünüldüğü kadar kolay olmadığını da gayet iyi biliyorlar. Çalışmak için önce ev bulmaları gerektiğini söyleyen Ahmet, “Hepsinin eşleri, çocukları var. Başında birini bırakmadan çalışmaya gitmek istemiyorlar. Başlarını sokacak bir ev bulsalar hurdacılık da olsa yaparlar. Ama önce ev. Ayrıca iş bulmak da o kadar kolay değil.” diyor. Bazılarının dilenmeye mecbur kaldığını anlatan Ahmet, “Karnın aç olduğunda ne olur? Titrersin. İlla bir şeyler bulup yemen lazım. Dilenmeyince parayı nerden bulacaksın? İnan kimse mecbur olmasa bu şekilde sefillik çekmek istemez.” şeklinde konuşuyor. 'Mülteciler savaşın nedeni değil mağduru' Suriyeli sığınmacılara yönelik artan olumsuz düşüncelerin sebebini Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci-Der) Koordinatörü Pırıl Erçoban'a soruyoruz. Erçoban'ın anlattıkları, algıdaki değişimin bilgisizlikten ve empati yoksunluğundan kaynaklandığını ortaya koyar nitelikte. Yaklaşık üç yıldan beri Suriye'den kaçan insanların kitlesel akını sonucunda artık “mülteci” kelimesinin günlük yaşamımıza girdiğini söyleyen Erçoban, “Ama bazen bu insanların neden yurtlarını, evlerini, işlerini, sevdiklerini geride bırakıp kaçmak zorunda kaldıklarının, içinde bulundukları şartlarının hâlâ tam olarak anlaşılamadığını düşünüyorum.” diyor. Mültecilere yönelik olumlu muamele kadar olumsuz muamele ile ilgili duyumlar aldıklarını anlatan Erçoban, "Gerçekten bir lokma ekmeğini bu insanlarla paylaşmaya çalışan insanlar var. Ancak öte yandan çevrenizdeki insanların söyledikleri, çarşıda, pazarda duyduğunuz, okuduğunuz bazı yorumlar dehşete düşürebiliyor insanı. Mültecilerin çoğu zaman her şeylerini geride bırakıp, bazen sadece üzerindeki giysilerle ülkemize sığınanlara fırsatçı bir yaklaşımla ev bile denemeyecek yerleri 300-400 TL'ye kiralayan, fahiş fiyatlar isteyenler var. Resmi işlemler için gittikleri yerlerde, sokakta karşılaştıkları muamele, sert ve öfkeli bakışlar, sözler, 'Biz kendi fakirimizi doyurduk da bunlar mı eksik kaldı?', 'Hastaneler Suriyelilerle doldu' gibi yorumlar aslında durumu anlamamak ve insan hakları kavramından uzak olmak anlamına geliyor. Savaşın ilk yıllarında sığınmacılarla daha fazla empati kurulduğunu söyleyen Erçoban, "Sayı arttıkça ve süre uzadıkça bu olumlu duygular yitirilmeye başlandı. Sanki insanlar keyfi olarak burada kalıyor. Hatta 'Savaş varsa gidip savaşsın.', 'Biz mi gelin dedik' gibi yorumlar var." diyor. 'Devlet Suriyelilere maaş veriyor' iddiası şehir efsanesi Dilenme konusuna gelince, Erçoban bütün olumsuz yaşam koşullarına rağmen dilenenlerin sayısının genele bakınca çok sınırlı olduğunu düşünüyor ve ekliyor: "Eğer bu gerçekten doğruysa da dönüp kendimize bakmalı ve ülkemize sığınan insanların neden dilenmek zorunda kaldıklarını düşünmemiz lazım." diyor. Kamp dışında yaşayanlara yönelik devletin sunduğu anlamlı bir yardım mekanizması olmadığı gibi insani yardım kuruluşlarının yardımları da yeterli olmuyor. 'Devlet Suriyelilere ayda 800-1000 TL para ödüyormuş.' şeklinde bir şehir efsanesinin varlığından bahseden dernek yetkilisi, "Böyle bir şey söz konusu değil; herhangi bir maaş yok, hatta yardım" diyor. Erçoban, Türkiye'nin devlet olarak savaştan kaçanlara sınırları açık tutacağını söylemesi ve bir süre öncesine kadar bunu uygulamasını son derece olumlu bir durum olarak görüyor. Ancak, devletin bunun kısa süreli bir durum olacağı öngörüsünün yanlış çıkması ile gelişmeleri çok da iyi yönetemediği görüşünde. Örneğin özellikle sınır illerde hastanelerin fiziki ve insan kaynakları kapasitesi artan ihtiyacı karşılayacak biçimde artmadı ve bundan yerel halk da olumsuz etkilendi. Ayrıca, Suriye rejimine karşı politikayı ya da genel olarak hükümeti eleştirenler maalesef eleştirilerini mülteciler üzerinden yapabildiler, oysa memnuniyetsizliğin, eleştirinin hedefi mülteciler olmamalı, olamaz; bu savaşın nedeni değil onlar, mağdurları. Kampta fiziki şartlar iyi fakat başka birçok sorun var Suriyeli mültecilerin kamplar yerine sokakta kalmasının, Erçoban'a göre çeşitli sebepleri var. Aldıkları duyuma göre kamplardaki şartların son derece olumlu bulunduğunu söyleyen Erçoban, "Ancak ne kadar olumlu şartlara sahip olursa olsun 2 sene 3 sene kamp şartlarında yaşamak, onlarca kişiyle tuvaleti, banyoyu paylaşmak, özel hayatın mahremiyeti olmadan küçük bir çadırda veya konteynerde yaşamak çok da çekici bir durum değil." diyor.Üstelik kampların kapasitesi de şu anda doluymuş. Erçoban'ın verdiği bilgilere göre 220 bin kişi kamplarda yaşıyor ve yenileri açıldığı halde dışarıda yaşayan 700-800 bin kişiyi alacak kamp kapasitesi mevcut değil. İnsanların kamplara karşı mesafeli olmasının, buralarda daha çok belli etnik, mezhepsel veya siyasi grupların yoğunlukta olması gibi sebepleri de olabileceğini belirtiyor Erçoban. Böylece o gruplardan olmayanların, örneğin ne Suriye muhalefeti ne de rejimi destekleyen ama ülkeden kaçmak zorunda kalanlar kampa gitmek istemiyor. Çünkü kendilerini güvende hissetmiyor. Mülteci-Der koordinatörüne göre bir başka sebep de çocuklarının özellikle kız çocuklarının, o kalabalık ve mahremiyetin olmadığı ortamda risklerle karşılaşacağı korkusu. Erçoban'a son olarak internet ya da TV başında gördüklerimiz karşısında doruğa çıkan merhamet duygumuzun, sokakta olayın gerçek kahramanları ile karşılaştığımızda nasıl oluyor da duyarsızlaşmaya ve hatta bazen öfkeye dönüşebildiğini soruyoruz. Cevabı çok düşündürücü: "TV'de, internette gördüklerimiz bizden uzakta oluyor, sanal dünyada olanları da sanal sanıyoruz, film gibi, belgesel gibi izliyoruz; başka zamanlara, başka mekanlara ait, belki de gerçek dışı olaylar olarak görüyoruz ve anlık merhamet duygusu sarıyor bizi, başka habere geçince o da geçiyor galiba… Her şeyden önce yaşam hakkının, özgürlük hakkının, insanca, insan onuruna yakışır bir yaşamanın sadece bizim değil, sadece bizden olanın değil, sadece vatandaşın değil herkesin ama herkesin hakkı olduğunu bilmemiz gerekiyor. Kim çocuğunun, sevdiklerinin bombaların, saldırıların, ölümün, açlığın olduğu yerde kalmasını ister?"

Sürülen savcı ve polislere, bir gün hepimiz teşekkür edeceğiz

$
0
0
Gazeteci Yavuz Semerci, geçtiğimiz hafta yazdığı ‘Artık yok hükmündedir’ yazısıyla bir anda hem eleştirilerin hem de takdirlerin odağı oldu. Yazıdan sonra hangi işadamlarıyla ilişkisi olduğu sorusuna muhatap kalan Semerci, “Ben gazeteciyim, müteahhit değil.” diyor.‘Artık yok hükmündedir’ başlıklı yazınız bir manifesto niteliğindeydi. Köşenizi kaybetme pahasına size o yazıyı yazdıran neydi?Bu ülkede çok ağır bir yolsuzlukla suçlananların salıverilmesine duyduğum bir tepkiydi o yazı. Şaşırıyorum bazı şeylere. O yazı hayatımda en kısa sürede yazdığım yazıydı. Birkaç gün öncesine kadar birkaç yazı daha yazmıştım. Utanıyorum dedim, onlar utanmadığı için utanıyorum dedim. Sonra Başbakan’a makul bir süre tanımak lazım. O ses kayıtlarının çok çabuk yalanlanabilir, gerçeği ortaya çıkarmalarını bekleyelim, dedim. O süre de geçti. Bu yazı benim açımdan zaten geliyordu. Ama önceki yazıları yazarken bu noktaya geleceğimi düşünmemiştim. Aslında benim yazdığım yazıda bir anormallik yok.Anormal olan nedir?Tek sesli medya isteyen bir düzende olduğumuz realitesi. Öyle bir mecra dağılımı var ki, hükümetin aleyhine bir şey yazıp çizince ‘paralelci, darbeci, Haşhaşi’ filan haline geliyorsunuz. Gazeteci neyi, ne zaman, nerede sorgulayacak? Olayların doğrusunu bulmaya çalışıyorum. İdeolojik olarak kimseye bir karşıtlığım yok.Yazı sonrası gelen tepkiler nasıldı?İnsanlar beni taraflı yargılamaya başladı. Gerçi yazıda da ‘İsterseniz paralel yapının tetikçisi, paralel yapının gizli hücresi deyin’ dedim zaten. Gerçi Bank Asya’nın 2 milyar dolarlık döviz pozisyonu aldığı iddialarına karşı, bunun mümkün olmayacağını yazıp, bu saçmalıkları yapmayın dediğimde Takvim gazetesi ‘Hizmet Hareketi’nin gizli hücresi’ dedi. Şaka gibi değil mi? Hayatım boyunca Bank Asya’da bir mevduatım olmadı, genel müdürünü tanımam, yönetim kurulunu, sahiplerini tanımam. 12 Eylül döneminin jargonunu kullanıyorlar. Bunun yanı sıra binlerce insan olumlu tepki verdi. Aslında aşağı yukarı tıpkı o yazıdaki gibi düşünüyormuş çoğu insan. Bir ülkede başbakanı sevmiyor olabilir, yaşam tarzını tasvip etmiyor olabilir ya da otoriter eğilimlerde bulunduğunu söyleyebilirsiniz. Bunların hepsi de tolere edilebilir. Ama yolsuzlukla ilgili algı tolere edilebilecek gibi değil. Bu sorun ancak bağımsız yargıda çözülüp anlatılmalı.Gazetenin genel yayın yönetmeni, sahibi ya da hükümetten bir uyarı aldınız mı?Yazıyı kullanmayabilirlerdi de... Köşe yazarlarının, yazılarının rahatlıkla çıkarılabileceğini düşünüyorum. Kullanmazlar, tavır alır ayrılırsınız. Babalarımızın malı değil bu köşeler. Ama ne gazetenin sahibi ile ne de Fatih Altaylı ile diyaloğum olmadı yazıdan sonra. Aslında ben Habertürk’te Turgay Ciner olduğu için yazıyorum. O, ‘bu gazetede yazmanı istiyorum’ dediği için yazıyorum. Bir gün istemezse ayrılırım da. Kendi mecralarım var. Gazeteport, Radyo 24 gibi…Sitemi ve radyomu patronlarını eleştirince keşfettilerSabah gazetesi sizinle ilgili ‘Bu paralar nereden, gazeteci misin, işadamı mı?’ şeklinde bir haber yaptı. Gazeteport isimli siteniz ve radyonuz üzerinden gizli medya patronu olduğunuz iddiasında bulundu...Yedi yıllık Gazeteport’u, dört yıldır program yaptığım Radyo 24’ü patronlarını eleştirince keşfettiler. Ama Sabah’ın beni sorgulaması şaşırtıyor. Patronlarının kim olduğu bile belli değil ki, bana bu soruyu soruyorlar. Bana bunu soranlar kamu bankalarından 750 milyon dolar alarak kurtarılmış bir gazeteyi yönetiyor. Siz havuz medyası oluşturduğu iddiasıyla birtakım işadamlarından para toplanıp alınan bir gazetesiniz. Ben kamu bankasından kredi kullanmadım. İnternet sitesini nasıl kurduğum, radyoyu nasıl aldığım ortada. Kazandığım bütün parayı getirip internet sitesine ve radyoya yatırıyorum. Bunu yapmasaydım yatı, katı olan biriydim. Onu bırakın son birkaç yılda sadece hükümeti destekleyen mecraları oraya yönlendirseydim, Sabah’a gittiği gibi bana da kamu bankalarından ilanlar gelirdi.Mesele bir gazetecinin medya sahibi olması mı?Allah aşkına bir gazetecinin kendine ait bir medya mecrası oluşturmaya çalışmasının nesi garip? Bu o gazeteci için bir onurdur. Biz gazete mutfağından gelen insanların gazete yapmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. Sabah’a verilen kredinin onda birini bana verselerdi, bugün Sabah’ın tirajından daha fazla gazete yapacağımdan eminim. Ya da onun a Haber’inden daha fazla reyting getirecek bir kanal yapacağımdan... Çünkü ben gazeteciyim, müteahhit değil. Gazetecinin medya sahibi olması etik mi diye soruyor. Sorarken, şunu unutuyorlar. Ben bunu bir ömür boynumda bir madalya olarak taşırım. Ama kamu bankalarından bu kadar para alıp Başbakan’ın damadı tarafından hükmedilen bir gazeteyi yönetmek, orada yöneticilik yapmak ne kadar etik o ayrı. Onlar bunun sıkıntısını ömür boyu taşıyacak. Maalesef hangi işadamlarıyla ilişkim olduğunu soranlar, bir gün bile koskoca içişleri bakanının, bütün hükümeti neredeyse bağış manyağı yapmış, hırsız şüphesi taşıyan İran asıllı bir işadamının ‘önünde yatarım’ lafını sorgulayamadılar. Ben gazeteci olarak bunu da sorgularım. Kendimle ilgili bir eleştiriyi de alnım açık bir şekilde cevaplarım. İlahi adalete inanıyorum. Bu ülkenin hukuk sistemi, yargısı, kamu kaynaklarıyla medya oluşturanlardan eninde sonunda hesap sorulacak. ‘Yazmasaydım mesleğime ihanet ederdim’ diyorsunuz. Sizin gibi yazanların yanı sıra bu dönemde susan ya da sadece sahte bilgi ve belgeyle yalan yazanlar da var.Medya olarak iyi bir noktada değiliz. Kendimi de bundan ayırmıyorum. Hepimizin sustuğu dönemler oldu. Bilerek, bilmeyerek, yanlış yönlendirilerek... Burada mesele, yorumların bağımsız olması ve kimse tarafından yönlendirilmemesi. Bu bakımdan, Türk basınında, köşe yazılarında, haberlerde uluslararası normların uzağında kaldığımız görülebiliyor. Mesele hükümeti övmek değil, gerektiğinde eleştirebilmektir. Bunu yapabiliyorsanız önemlisiniz. Türkiye’deki basın halkın bilgi alma hakkını manipüle edebilecek özellikler gösterir hale geldi. Geçmişte de buna benzer şeyler oldu. 30 yıllık meslek hayatımda böylesine ağır baskı altında olunan başka bir dönem hatırlamıyorum. Elbette 12 Eylül’ün ardından böyle bir baskı oldu ama o darbeydi. Biz ileri demokrasiye gidiyor denilen bir ülkede yaşıyoruz.Kayıtların gerçek olup olmadığını isteseler ortaya çıkarırlar diyorsunuz. Sizce neden araştırılmıyor?Yarım günde gerçekliği ispatlanabilecek bir kayıt, algı mühendisliğiyle, güven olgusu üzerinden aklanmaya çalışılıyor. Ben Başbakan’a hep şu desteği verdim. Bu ülkede gerçekten bir paralel yapı varsa ve bu yapı darbe yapmak istiyorsa, bu ülkenin vatandaşları hükümete destek olmalı. Bunun gerçekliği konusunda yargısal, hukuki adımları görüp ikna olmamız gerekiyor. Ama Başbakan algı oluşturuyor. 4 buçuk milyon doların, evden çıkan milyon dolarların, kasaların, her yere yapılan bağışların, ses kayıtlarına ‘paralel yapı’ cevabı veriliyor. Bunlar çok üzücü bir durum, bunun doğru olmadığını lütfen söyleyin diye yalvarıyoruz adeta ama cevap olarak ‘paralel yapı’ diyor.Hâkimler, savcılar, polisler de paralel olduğu gerekçesiyle atanıyor…Bu soruşturmayı başlatan savcıların, yürüten polislerin geçmişte hangi davada nasıl günahları var bilmem. Ama şundan eminim ki, bu polis ve savcılar bir gün bu ülkede şeref madalyası alacak. Bir hırsızın peşinden koşan, hırsızlıkla ilgili soruşturma yapan savcı ve polislere bir gün hepimiz teşekkür edeceğiz. Ben artık buna inanmaya başladım. Gerçek her ne ise ve ortaya çıkana kadar da böyle düşünmeye devam edeceğim.‘Çalıyor ama çalışıyor’ diyenler vatandaşlık bilincinde değilArtık şaşırmayacağız desek de, her çıkan ses kaydıyla bir kez daha şaşırıyoruz. Eski adalet bakanı ile olan konuşmasını kabul etti Başbakan...Başbakan gerçekten müdahalenin doğal olduğuna inanıyor. Oysa anayasada yargıya telkinde bile bulunamazsınız yazıyor. Elbette yasa dışı olan dinlemeleri kimin dinlediği ortaya çıkmalı. Ama Başbakan’ın bunu demesi ve kabul etmesi hukuk devletinde asla rastlanacak bir durum değil.Siz ‘yolsuzluk yapan beni yönetemez’ derken, insanlar neden ‘çalıyor ama çalışıyor’ savunması yapıyor?‘Çalıyor ama çalışıyor’ diyenleri hiç ciddiye almıyorum. Bunların vatandaşlık bilincinde olmadığını düşünüyorum. AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk, ‘17 Aralık günah işleme özgürlüğüne darbedir’ dedi. Ancak dini bir baskı altında kalanların söyleyebileceği bir şeydir ve bireyseldir. Bizi yönetenlere kamusal varlık teslim ediyoruz ve kamusal varlığa karşı günah işleme özgürlüğüne hukuken sahip değiller. Dinen nasıl bilemiyorum, ulemalar cevap vermeli. Hesabını veririm, günahı benim boynuma deyip kimse yolsuzluk yapamaz.30 Mart yerel seçimlerinden nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları unutulur mu?Asla. Bugünden sonra AK Parti hükümeti, inandırıcı yargısal bir süreçle aklanmadığı sürece halkın öfkesinin, toplumsal patlamalara yol açmasından endişe ediyorum. Halkın yarısının hırsız var dediği bir ülkede başbakanlığı huzur içinde yapamazsınız. Bu süreç yargısal bir şekilde sonuçlanıp, aklanmadıkça seçimler huzuru sağlamaz. Türkiye’de iktidardan inince başına çok işler gelecek bir hükümet var. O sebeple iktidarı kaybetmekten korkuyorlar.

Selfie bu değil! [BİZİM KÖY]

$
0
0
Kendi fotoğrafını çekip sosyal ağlarda paylaşma, nam-ı diğer ‘selfie’ hayli popüler. Oscar töreninde Brad’inden Jennifer’ına ünlülerin toplaşıp çektiği selfie pozu da olay olmuştu. İngiltere Başbakanı David Cameron da bu pozu taklit etmeye kalktı.Ancak Barack Obama ile konuşurken çektiği selfie’si “Sen konuyu yanlış anlamışsın kardeş!” tepkisiyle karşılandı. Ünlü oyuncu ve komedyenlerin bu pozu taklit ederek Twitter’da paylaştığı fotoğraflar, ‘trend’ oldu.Kayıp aranıyor, telefonlaSMS ve e-mail yoluyla hayatımıza giren “Bu mesajı 10 kişiye göndermezsen...” temalı mesajlar hepimizi bezdirmişti. Derken kâbus Facebook’a, ardından WhatsApp’a sıçradı. Ancak her zaman böyle anlamsız işlerde kullanılmıyor bu uygulamalar. Hindistan’da kaybolan 11 yaşındaki çocuk, polisin WhatsApp üzerinden kullanıcılara gönderdiği böyle bir “aranıyor” mesajıyla bulundu.Başkanın selamı var Evcil hayvan konusunda kedi köpek çoğu insana az gelmeye başladı. Andy ve Maggie Robin çifti de onlardan. Çiftin 1976’da satın aldığı Herkül adlı ayıya, sahibini öldürmeden nasıl güreş tutacağı öğretilmişti. 1970’lerde sirklerde ünlenen Andy ve Herkül, 1980’lerde 15 milyondan fazla izleyiciyi ekran başına kilitledi. Herkül’ün ünü 1980 sonrasında iyice arttı. Kendisine telgrafla selam gönderenler arasında devrin ABD Başkanı Reagan da vardı.

İstanbul yok olmadı, kıyafet değiştirdi

$
0
0
İstanbul sevgisi sadece burada doğup büyüyen kimselere mahsus bir sevgi değil. Eski İstanbul çizimlerini internete koyan Fransız ressam Antoine Helbert, Türk sitelerinde çalışmalarının izinsiz kullanılmasından yakınsa da, artık aşık olduğu bu şehirde tanınmanın heyecanını yaşıyor.İnternet haber sitelerinde yayınlanan Bizans dönemi İstanbul çizimleri, bir şehre karşı beslenen platonik sevginin açık bir tezâhürü. Çizimlerin sahibi ise Fransa'nın Strasbourg şehrinde yaşayan ressam ve illüstratör Antoine Helbert. Sanatçının çalışmaları, şehrin Osmanlı dönemi öncesi en şaşaalı günlerinden kuşbakışı ve panoramik manzaralar, Latin istilası, 1453 Fethi'nin yanı sıra Bizans Hanedan üyeleri portrelerini ihtiva ediyor. Bir tarihçi ciddiyetiyle vücuda getirilen eserlerde dikkat çekici olan nokta ise sanatçının şehirle alakalı ince detayları bile kaçırmamış olması. Tam bir eski zaman müptelası olan Antoine Helbert, annesinin hediye ettiği bir kitapla başlayan İstanbul hayranlığını anlattı:Önce neredeyse yok olmuş bir Bizans şehrine karşı duyduğunuz bağlılığı konuşmak gerek sanırım? Daha çocukken başladı bu muhteşem şehre hayranlığım. Dün olduğu gibi bugün de büyüleyici vasfını sürdüren şehrin sanırım ne ilk ne de son tutkunuyum. Evet, annemin ben daha küçükken hediye ettiği Bizans adlı bir kitapla başladı ilk tanışma. Sonra içimde büyüttüm bu sevgiyi. İlk defa gördüğümde ve sokaklarında dolaştığımda bu şehre ne derece hayran olduğumu derinden hissettim. İstanbul'a adım attığım o günü unutamam.O şehir çoktan tarihe gömülmedi mi?Kanaatimce, benim çalışmalarımdaki şehir yok olmadı. Belki sadece kıyafet değiştirdi.Peki görmeden yapılan bu zaman yolculuğu nasıl ortaya çıktı?Benim resim ve çizimlerim yıllar içinde şekillendi ve bu hali aldı. 80'li yılların başıydı. Önce tükenmez kalemle yapılan küçük kroki çizimleriyle işe başladım. Bunları bazı fotokopi rötuşları ile renklendirdim ve yüzlerce defter bu şekilde yapılan kolaj çalışmalarıyla doldu. Bugünün piksel teknolojisine göre çok ilkel usullerle çalışıyorduk diyebilirim. Tabii bu kısıtlı şartlarda çalışmaları cazip hale getirmek ve aynı tutkuyu paylaşabilmek için bilgi sahibi olmayla beraber gayret sarf etmem de gerekiyordu. Araştırma derinleştikçe, keşifler çoğaldı ve derinleştim. Kütüphaneler, kitapçılar ve Türkiye'den bu işin mütehassısı olan dostlarım, başta Tayfun Öner gibi kişiler de çalışmalarımda bana yol gösteren kişiler oldu.Bizans'ın cazibesi neydi peki? Bizans, bin yıldan fazla Helenistik ve Roma geçmişini asırlar boyunca taşıyabilmiş, temsil etmiş ve bu noktada gelişmiş bir medeniyet. Avrupa'nın geri kalan kısmı, bu dönemde henüz karanlığa gömülü bir yer olarak kalmıştı. Belirtmem gereken başka önemli bir husus da Bizans'ın paganizm ve Hıristiyanlığı bir potada eriterek, İtalya'da başlayan Rönesans'ı oluşturan temele bir miras olarak aktarabilmesidir.Sizin hayalinizde canlanan şehir, İstanbul'u nasıl tarif edersiniz?İki kıta arasında bir köprü ve batı ile doğu arasında bir evlilik bence. Efsaneye dönüşen 1001 hikaye ile zengin, hoş ve tatlı bir parfümle boyanmış bir şehir burası. Ne büyük bir mucize ki, insanlık burada orta çağ düşüncesi ile antik çağının benzersiz birleşimini vücuda getirebilmişti. İşte bu yan yana gelme öylesine güzel tamamlandı ki, bugün bize miras kalan başyapıtlar ortaya çıktı.İlk kaç yaşınızda geldiniz? Hayalini kurduğunuz şehri gördüğünüzde memnuniyet mi yoksa bir hayal kırıklığımı hissettiniz? Birçok kez bu şehre gelmeyi hayal edip daha oraya gitmeden nereye nasıl gideceğimi planladım. Ama ilk ziyaretim büyük bir talihsizlikle başladı. İstanbul'la ilk buluşmamın hemen başında bir araba kazası ve bir ayrılık yaşadım. Bu şehir sanki beni çok genç istemiyor ve belki de yeterince olgunlaşmadan kucak açmıyordu. Otuz küsur yıl olmuş şimdi. İlk geldiğimde şehri adım adım ezbere bildiğim gibi bir his vardı içimde. Sanki çok eski bir arkadaş gibi tanıdık.Bizans çok geniş ve kapsamlı bir alan. Haçlılardan ve fethe kadar birçok temada çalışmalarınız mevcut. Ne zaman sergileyeceksiniz? İnternet sitesinde görülen çalışmalarım 10 çalışmamdan sekizi. Daha yapacak çok işim var. Bizans dönemine ait olduğu bilinen yeni arkeolojik buluntular ve bilgiler ışığında, eski ve yeni manzaraları elden geçirmeyi ve eklemeler yapmayı düşünüyorum. Daha işim var anlayacağınız. İşlerimde inanarak ve hayal gücünü zorlayarak geçmişi gözlemlemek belki kapağı kapalı bazı konuları açmaya cesaret ediyorum.Zamanda yolculuk diyebileceğimiz bu çalışmalar için özel bir tekniğiniz var mı?Geçmişten alınmış bu enstantaneler için gerçekten hayal gücümü çok zorladım. Aslında kullandığım çok özel bir teknik bulunmuyor. Dün kullandıklarımı bugün de kullanıyorum. Sulu boya, tuval üzerine yağlı boya… Tüm bunları kilitlendiğim hedefe varabilmek için sarf ediyorum. Aslında benim yaptığım, bir şiiri resmedebilmek, nostaljik bir filizlenme tabiri caizse.Peki Osmanlı'yı nereye koyuyorsunuz?Türklerle Rumların güncel ilişkileri hakkında pek malumat sahibi değilim. Fakat tarihi seyirde şunu diyebilirim ki Osmanlı gücünün İstanbul'a gelmesi Bizans mirasını harap olmaktan kurtarmıştı. Şunu iyi bilmeli ki Osmanlılar şehri 1453 yılında fethettiklerinde Bizans'ın o şaşaalı dönemlerden ancak bir gölge geriye kalmıştı. Şehir fetihte elbet hasar gördü fakat asıl yağma ve yıkım 1204 senesinde bizim de içinde bulunduğumuz Latinlerin istilasıdır. Kaldı ki, örnek vermek gerekirse, Osmanlı mimarisi Ayasofya biçimini andıran mabet vesair yapılarla bu geleneği günümüze taşımışlardı. İstanbul'un şimdiki durumundan haberdar mısınız? İstanbul'a bir seyahatten önce burada hâlâ devam etmekte olan 3 büyük arkeolojik kazının tamamlanmasını sabırsızlıkla bekliyorum.

UFO’da hayat!

$
0
0
Tayvan’ın kuzeyindeki San Zhi tatil sitesi, hiç kimse taşınmamasına rağmen yıkılıncaya kadar oldukça ilgi gördü.Bu bilimkurgu filmlerini hatırlatan UFO şeklindeki daireler 1970’lerin sonlarında yüksek gelirli kişiler için kafalarını dinlemelerini amacıyla inşa edildi.Fakat site hiç kimse buraya taşınmadan bu evlerin kullanımı ve inşaatı yasaklandı. Bu evlerin inşasının niçin durdurulduğu çok net değil.Bir şehir efsanesine göre, bir dizi ölümcül kazadan sonra sitenin inşaatı durduruldu ve yasaklandı.Ayrıca sitenin çevresindeki yola yakın mesafede gizemli kazaların olduğu ve burada 20 bin iskelet bulunduğu söyleniyor.Bir başka söylentiye göre belki de akla en yatkını bu, siteyi yapan şirketlerden biri iflas etti.1980’lerin sonunda projeyi canlandırma girişimleri oldu, fakat beton ve ince telle güçlendirilmiş polimer yapıların depreme dayanıklı olmadığı düşünüldü ve iki şirket sonuç planı üzerinde anlaşamadığı için yine çalışmalar yarım kaldı.Bu enteresan binalar geçtiğimiz yıllarda tamamen yıkıldı ve yerine tatil sitesiyle birlikte su parkı yapıldı.

Bir şarkıyı sevmek için dil bilmeye gerek yok

$
0
0
Sibil, Ermenice müziğin yükselen isimlerinden. İkinci albümü Ser’i (Sevgi) geçtiğimiz günlerde yayınladı. Türkiye’de yaşayan bir Ermeni olarak müziğinin dikkat çekmesi onu sevindirmiş: “İki halk arasında geçmişte yaşanan kötü şeyleri silip iyilerini görelim.”İlk albümünüzü üç yıl önce yayınlamıştınız. O günden bugüne ne yaşadınız, neler değişti hayatınızda?İlk albümün üzerinden üç yıl geçti. Bu süre zarfında çok büyük heyecan ve mutluluklar yaşadım. Benim için güzel bir süreçti. İlk albümüm benim çocukluk hayalimdi. Herhangi bir ticari kaygı gütmeden, insanlara ulaşır mı ulaşmaz mı diye düşünmeden kendim için yaptım. İnsanlara ulaştı ve karşılık buldu. İnsanlar beklentiye girdi ve benden yeni çalışmalar beklediklerini dillendirdi.Bunlar da sizi cesaretlendirdi…Evet. Yeni albümüm, Sibil’i sevenler ve ona güvenenlerin hayali olacaktı. Bu sebeple çok özendik. Majak (Cenk Taşkan) abiye ikinci albümüm çok güzel olmalı, birinciyi geçmeli, dedim. O da sağ olsun üzerinde titizlikle çalıştı.Birçok önemli ismin imzası var...İlk albümün üstüne çok fazla şey koymaya çalıştık. Hem düzenlemeler hem de albüme katılan isimler yönüyle çok güzel bir çalışma oldu. Jivan Gasparyan, Mercan Dede gibi önemli müzisyenler yanımdaydı. Ayrıca Ermenistan’ın on beş popüler sanatçısı bu albümde bir araya geldi. Çok iyi söz yazarları sözlerini verdi.Önceki albümde balat şarkılar vardı. Bu albüm müzikal yönüyle daha farklı olmuş...Bu albümde isteğim biraz daha ritmik şarkıların olmasıydı. Yine de ben bir pop şarkıcısı değilim. Sesime uygun şarkılar bestelendi. Ermeni müziğiyle Türk müziğinin çok ortak yönü var. O tadı aktarmak istedik. Bu bir ekip çalışmasıydı. Albüme sadece sesimi, yüreğimi, dualarımı ve sevgimi koydum.O yüzden mi albümün adı Ser?Albümde Makhuri B. Hagopyan’ın yazdığı bir şarkı var. Bu şarkıda Ermenistan’ın Tarkan’ı olarak nitelendirilen Andre ile düet yaptık. Albüme isim ararken Ser’den daha güzel bir ismi olamaz diye düşündüm. İnsanlara bu albümle sevgi vermek istedim.Pop şarkıcısı değilim, dediniz. Popüler müziğin revaçta olduğu bir dönemde anlaşılır mıyım diye endişeleriniz oldu mu?Hiç olmadı. Çünkü bu albümü tamamen kendi müzik zevkime göre hazırladım. Öncelikle bu şarkıları benim beğenmem ve hissetmem gerek. Tabii ki müziğimin herkese ulaşmasını isterim ama asla popüler bir kaygım yok. Dünya Ermenileri artık Sibil’i tanıyor. İsterim ki Türk dinleyiciler de beni tanısın.Albümünüzde Türkçe şarkıya yer vermeyi hiç düşünmediniz mi?Albümün hazırlık sürecinde Türkçe bir şarkı gelseydi ve bir sanatçıyla ortak proje olsaydı mutlaka yer verirdim. Ancak hem böyle bir şey olmadı hem de ikinci albümün repertuvarı çok doluydu. Öte yandan Türkçe şarkıya yer verseydim ve radyolarda sadece o şarkı çalsaydı, Ermenice şarkıların önüne geçecekti. Ben önce Ermenice şarkılarla kendimi kabul ettirmek istiyorum. Sonra Türkçe ya da başka dillerde de söylerim elbet.Türkiye’de yaşayan Ermeni bir sanatçı olarak kısa zamanda bütün dünyadaki Ermeniler tarafından tanındınız...Bu büyük bir şans. Çünkü bir albüm ve birkaç şarkıyla böyle bir başarıyı yakalamak kolay değil. Türkiye’den olmam onların ilgisini çok çekti. Eğer ben Amerika’da ya da başka bir yerde yaşıyor olsaydım bu kadar ilgilerini çekmeyecekti.İlk klibiniz yayınlandıktan sonra olumsuz tepki aldınız mı hiç?Hiç almadım. Korkularım da yoktu. Faşist bir kesim her toplulukta vardır. Klibi YouTube’a koyduğumuzda birkaç olumsuz yorum yazıldı. Biliyorum ki, bu eleştirilere muhatap olan ne ilk kişiyim ne de son olacağım. Diğer taraftan Türk dinleyicilerden çok güzel mesajlar alıyorum. Çok seviniyorum bu duruma. Ermenice bilmemelerine rağmen sevdiler.Türkiye’deki Ermeni algısı artık eskisi gibi değil. Geleceğe ümitle bakıyor musunuz?Evet. Çocukluğum, annemin ‘Bana sokakta mama demeyeceksin, ismini sorduklarında Sibel diyeceksin’ sözlerini duyarak geçti. Neden diyordum. Benim adım Sibil, Sibel değil. Televizyonda neden Ermenice bir şarkı yok diye üzülürdüm. Sonuçta kimse doğarken ırkını kendisi seçmiyor. Ben öncelikle insan olmayı seçtim. Allah beni Mari ve Garo’nun kızı olarak yarattı.Yine de bu algı tamamen bitmedi. Yola çıkarken bunlar sizi karamsarlığa itti mi?Geçmişte kötü şeyler yaşandı. Geçmişteki kötü şeyleri silelim, iyi şeyleri görelim istiyorum. İnsanlar bana bunları hesapla diyordu. Hiçbir şey hesaplamadım. Çocukluğumdan beri şarkı söylüyorum. İçime gelen bir ilhamla bu adımı attım.BİRBİRİMİZİ İYİ TANIMALIYIZErmenistan’daki Ermenilerin yaptıklarınıza bakışı nasıl?Türkler, Ermenileri tanıyor çünkü biz iç içeyiz. Ama Ermenistan’daki Ermeniler Türkleri çok fazla tanımıyor. Bu sebeple albümümü sevinçle karşıladılar. Hatta bana ‘Nasıl izin veriyorlar albüm yapmana, seninle nasıl röportaj yapıyorlar?’ şeklinde sorular soruyorlar. Onlar da bu gelişmeleri mutlulukla karşılıyor. Halkların birbirini daha iyi tanıması en büyük hayalim. Mercan Dede ve Göksel Baktagir ile birlikte Ermenistan’da konser vermek istiyorum.24 Nisan geldiğinde siz de geriliyor musunuz?Çok komik bir şey. Ben bunlara gülüyorum. İki halkın geleceğine Amerikan başkanı mı karar verecek? İnşallah güzel şeyler olur. Bizim adımıza, insanlık adına.

Hayatsız kadınların yeni hayatları

$
0
0
Kendilerine ‘hayat kadını’ dense de kadınlıkları hatta isimleri bile çalınmış kadınlar onlar… Kandırılıp fuhuş tuzağına düştükten sonra kurtulmayı başaran kadınlardan her şeye sıfırdan başlama öykülerini dinledik.Fuhuş, çıkmaya çalıştıkça içindekileri daha da derine çekmeye çalışan bir bataklık. En büyük kurbanıysa kadınlar. Onlara ‘hayat kadınları’ dense de aslında yaşamları, kadınlıkları hatta isimleri bile çalınmış, hayatsız kadın onlar… Yaşadıkları onca tehdit, taciz ve işkenceye rağmen bu hayattan kurtulmayı başaranlar da yok değil. Hepsinin hikâyesinde ortak nokta; çocuklukta yaşanan taciz, tecavüz, birbirinden kopuk aileler ve ‘kurtulurum’ ümidiyle yapılan evlilikler. Fuhşa direndiği için işkenceye uğrayıp aylarca komada kalan da var, çocuklarını öldürmekle tehdit edilen de… Uzun uğraşlar sonucu bu bataktan kurtulabilenler, şimdilerde ev işi garsonluk gibi işlerde çalışıp iki lokma bir hırka yaşayıp gitse de “O işten para kazanılmaz, kazanılsa da hayrı olmaz.” diyor. Hepsinin ortak derdi geçmişini anlatıp yardım istedikleri kimsenin güvenip kendilerine sürekli bir iş vermemesi, bir de yeni hayat kurmaya çalışırken uğradıkları tacizler. Hayatsız kadınların bir de çağrısı var; devletin duruma el koyarak genelev ve her türlü fuhuş yuvalarını kapatması.‘Keşke oğlum yanımda ölseydi’Canan H.’nin hikâyesi annesinin hastalığı dolayısıyla büyük şehre gelmesiyle başlıyor. Anne, uzun bir süre hastanede yatıyor, evde alkolik ve dayakçı bir baba ve hiç anlaşamadığı ağabeyiyle baş başa kalıyor. Tüm bunların üzerine henüz 14 yaşındayken komşusunun tacizine uğruyor. Kimselere anlatamayınca evden kaçıp akrabalarına sığınıyor. Derken tekrar dönüyor, sonra yine kaçıyor. Nihayetinde bir arkadaşının vasıtasıyla ilk eşiyle tanışıyor. Ancak evlilikte de yüzü gülmüyor, dayak bir yana, zira esrar ve türlü kötü alışkanlıkları olan biri çıkıyor kocası. Yetmiyor, Canan’ın tüm itirazlarına rağmen bir de fuhşa zorlanıyor. Kâbus dolu bir yılın sonunda ayrılıyor kocasından. Tek bir oda tutarak yaşayıp gidiyor, ta ki çocuğunun babası Hasan ile tanışana kadar. Ancak adam çocuğu istemeyince, mecburen ayrılıyor ondan. Karnında çocuğuyla ailesi de istemeyince son durağı sokaklar oluyor… Oğlu engelli doğuyor, okul çağı gelince hiçbir okul kabul etmiyor. Canan çaresiz kimsesizler yurduna veriyor oğlunu ama her gün görmeye gidiyor. Ve bir gün aniden ölüm haberi geliyor 10 yaşındaki oğlunun. Bu şüpheli ölüm milat oluyor Canan için. “Keşke oğlum yanımda ölseydi, diye içim içimi yiyor. Belki de kurtuldu benden. Geceleri uyuyamıyorum onu düşünmekten.” diyor. Şimdilerde tek göz odada yaşıyor, ufak tefek temizlik işlerine giderek hayatını kazanmaya çalışıyor. Ailesiyle arada sırada da olsa görüşmeye başlamış.Fuhşa direnince komalık ettilerKübra K.’nın hayatı çocuk yaşta uzak bir akrabası tarafından kaçırılmasıyla değişmiş. Tecavüze uğrayıp, fuhşa zorlanmış. Karşı çıktığında öyle şiddetli işkenceler görmüş ki aylarca komada kalmış, hafıza kaybına uğramış. Kaçmasın diye peşine koruma bile takmışlar. Kâbus dolu günler devam ederken üç de çocuk doğurmuş, biri ölmüş. Kendisine fuhuş yapan çete, çocuklarına da ‘mal’ muamelesi yapıp el koyarak evlatlık adı altında satmış. Nihayet akrabası olan adam ailesine geri yollamış Kübra’yı. Ancak bu kez de ailesi istememiş. Sonra yatılı bir Kur’an kursuna başlayıp evlenmiş. Ancak yaşadığı onca sıkıntıdan sonra üzerine bir de maddi sıkıntılar ve eşinin vurdumduymazlığı eklenince ayrılmaya karar vermiş. Yine çetenin eline düşmekten korkup tek başına başka bir şehre taşınıp küçük bir pansiyona yerleşmiş. Babasının emekli aylığıyla geçinip giderken bir hata yapıp güvendiği arkadaşı kendisini yine bir kadın satıcısının ağına düşürmüş. Şu anda babasının dahi bilmediği bir kızı var. O ortamda büyümesin diye bir şekilde kaçmayı kafasına koyup başarmış. Ufak tefek el işi örgüler satıp, kalan vakitlerinde apartman temizliği yaparak hayatını kazanmaya çalışıyor.‘Kuran okumaya utanıyordum, Allah affetsin’Zeliha C. ilk eşinden boşandıktan sonra ailesinin geri dönmesini kabul etmemiş. Mecburen kendisini evlilik vaadiyle kandıran bir adamın yanına sığınmış. Ancak adam kendisini geneleve satınca kâbus dolu yıllar başlamış. Defalarca kaçmaya çalışıp savcılığa dilekçeler vermiş, gittiği her ilde başka bir çetenin eline düşmüş. Bu yüzden hâlâ tehdit edildiğinden bahsediyor. Nihayetinde başarmış kaçmayı. Bir arkadaşının yanında tek göz odada yaşıyor. Zeliha’ya göre bu hayatı kimse isteyerek seçmiyor. Zira ‘patron’lar kadınlara tehdit yoluyla senet imzalatıp yüzlerce milyar lira borçlandırıyor yanında tutmak için. Her genelevin yanında bir de market oluyor ve 1 liralık ürün neredeyse 10 liraya satılıyor. Kadınlar buradan alışveriş etmeye mecbur tutuluyor, başka bir yerden ekmek almaları bile yasak. “Bir arkadaşım kanser olmuş, yataktan kalkamaz hale gelmişti. Gitmek istedi hatta şikayetçi oldu, ‘Ya anneni ya kız kardeşini alırız.’ diye tehdit ettiler, mecbur geri döndü. Yine başka bir arkadaşım kaçtı, erkek çocuğuna tecavüz edip kaçırılınca gerisin geri dönmek zorunda kaldı. 60-70 yaşındaki kadınların ‘Bu iyi çalışmıyor’ diye dövmekten kafasını kırdılar. Yine bir tanesini zorla gönüllü gösterip böbreğini patronun sevgilisine verdiler.” diye anlatıyor yaşadıkları zulmü. Şimdilerde 53 yaşında olan Zeliha, kirasını emekli maaşıyla ödediği arkadaşının yanındaki bir odada kalırken, genelevdeyken kendi tabiriyle ‘Allah’tan utanıp’ okuyamadığı Kur’an-ı Kerim’i hatmedip tövbe ederek geçiriyor kalan ömrünü.Hayata karşı erkekleşiyorlar(Psikolog Mehtap Kayaoğlu): Müthiş bir güvensizlik hakim bu kadınlarda. Zira çocukluklarına baktığımızda çoğu taciz mağduru ya da kopuk ve sorunlu aile ilişkileri olan insanlar. Bir şekilde yanlış insanlara güvenip böyle bir durumun içine düşüyorlar. Kaygı bozukluğu, depresyon ve kişilik bozuklukları çok yaygın. Özellikle erkeklere karşı çok güvensizler. Çocukları da aynı şekilde. O hayattan kurtulsalar dahi sürekli bir panik ve endişe söz konusu. Bir de yaşadıkları mağduriyetler sebebiyle kadınlıklarını unutacak hale gelebiliyorlar. Sürekli bir mücadele ve ortam sebebiyle gerek ses tonu gerek hareketleriyle erkekleşiyorlar adeta.

Tünel kazmak bizim işimiz!

$
0
0
Benekli bahçe yılan balıkları (Heteroconger Hassi) dünyanın ev kuşlarından birisi olarak tabir edilir. Bahçe yılan balıklarının çok azı barınaklarını, tünellerini tümüyle güvenli şekilde terkederler.Kumlu yuvalarından vücutlarını yükselterek su akıntısı içinde sürüklenen planktonları yiyerek beslenirler.Bahçe yılan balıkları kur yaparken bile tünellerinden ayrılmazlar, yanındaki komşusuna sarılıp dolanır.Batı Afrika’dan Avustralya’ya kadar tropikal sularda bulunan bahçe yılan balıkları sivri kuyruğu sayesinde kumlu okyanus zemininde kendi tünellerini oluşturur.Sonra deliğin yanlarını sıvamak için mukus salgılar ve böylece tünelin duvarlarının çökmesini engellerler.Eğer bir yırtıcı hayvan yaklaşırsa hızlı bir şekilde tünelinin güvenli bölümlerine doğru geri çekilir.Bu yılan balıkları 40 santimetre uzunluğa kadar büyüyebiliyorlar ve birkaç yüz kadar bireysel tünelin bir arada yaşadığı koloniler halinde bulunuyorlar.Bu nedenle dalış yapan dalgıçlar bu yılan balıklarını sallanan bitkiler gibi görüyorlar. Bu yılan balıkları isimlerini vücutlarını kaplayan tuhaf şekilli beneklerden alıyorlar.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live