Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

AK Parti, projelerinde inandırıcılığını kaybetti

$
0
0
Sinema dünyasının duayen isimlerinden Atilla Dorsay ile son kitabı Emek Yoksa Ben de Yokum’u konuştuk. Aynı zamanda mimar olan Dorsay’a bir dokunduk, bin ah işittik.Yüksek binalarla çevrili İstanbul siluetini gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?Yüksek binalar tek başına beni ürküten bir şey değil. Dünyanın bir gerçeği. Ben Güzel Sanatlar Akademisi mezunu bir mimarım. Hiç yapılmasın, hep eski tarz binalar yapalım diyecek halim yok ama gökdeleni nereye, nasıl, hangi koşullarda yaptığın önemli. Örneğin Hong Kong’da gözlemlediğim her gökdelenin çevresinde geniş boş ve yeşil alan bırakıldığı. Bizde tam tersi, yanı başında komşu gökdelenler fışkırıyor. Gökdelenin ne olduğunu anlamayan bir zihniyet var. Maslak’taki gökdelenlerden oluşan bir silüet var, birbirlerine yakın olmalarına rağmen beni rahatsız etmiyor. Yeni bölge, ne yapalım, orası da öyle olsun. Ama aynı gökdeleni Sultanahmet’in silüetine oturtulacak şekilde yapmak bir kültür ve tarih cinayeti. Osmanlı’nın kendisine kutsal ve politik merkez seçtiği tarihi yarımadada, üç katın üstünde bina yapmak yine o da ayrı bir cinayet. Bu yöreleri korumamız lazım. Fatih Belediyesi’nin inanılmaz hoşgörüsüyle yapılan oteller, antik yerleşim yerlerinin üzerinde yükseldi. Bütün bunlar yanlış, olmaması gerekiyor.İstanbul sevdalıları bugünkü şehirde huzursuz, mutsuz olduklarını söylüyor. Sizde durum nasıl?Sürekli olup bitenden yakınan, geçmişi arayan birisi olmak istemiyorum. Yıllarca Sabah’taki köşemde AK Parti’nin şehircilik, korumacılık politikaları üzerine eleştiriler yazdım, zaman zaman yapılan iyi şeylere de yer verdim. Belli bir restorasyon çabası var, tarihi koruma bilinci her şeye rağmen gelişti. Türk milleti tarihine birden daha fazla ilgi duymaya başladı, tarihçiler ünlü statüsünde görülüyor. Ancak bunun yanısıra Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir rant hırsı, kavgası öylesine tırmandı ki, adeta İstanbul bölüştürüldü, paylaştırıldı. Bugün İstanbul’u yöneten temel duygu nedir dersen, ranttır. Rant kavgasıdır. Üstelik bunu yapan, adının önünde muhafazakar olan bir iktidar. Muhafazakar olan bize ait kıymetleri, dille, inançla ve kültürle ilgili değerleri korumak zorundadır. Bugün namazında niyazında olan, ancak eski ahşap bir evin, bir yalının, bir caminin, bir çeşmenin önünde yüreğinde küçük bir titreme duymayan insan, kusura bakmayın ama makbul bir insan olmadığı gibi makbul bir Müslüman da değildir. Çünkü bütün bu eserler, Türklüğün olduğu kadar İslam’ın da geçmişini yansıtıyor. Bu çok açık.Üçüncü köprüye ve havaalanına bakışınız nasıl?Belki üçüncü köprü veya havaalanı gerekli. Ama iktidar bu konudaki inandırıcılığını kaybetti. Eğer bir iktidar yatırımı tümüyle ranta dönük yapıyorsa, ülkenin menfaatine işler gördüğü duygusunu kitle nezdinde kaybetmişse, olumlu bir şey yapsa bile halkı inandıramaz. AK Parti inandırıcılığını kaybettiği için yeni havaalanına da, köprüye de karşıyım. Çünkü hiçbir şeye bilimsel yaklaşılmadı.Peki ya çılgın proje Kanal İstanbul?Kanal İstanbul’a ciddi olarak bakmak, olumlu saymak mümkün değil. Dünya kadar bilim adamı bunun getireceği zararlı ve tahribatı anlattı. Hiçbiri tartışılmadı. Başbakan’ın iki dudağının arasından çıkan çılgın bir proje. İstanbul’un çılgın değil, akıllı projelere ihtiyacı var.Emek, Alkazar, Taksim Sahnesi, Lale Sineması kapandı, kapatıldı...Bütün değerler ranta teslim ediliyor. Şunu düşünmüyorlar: Mesela Beyoğlu kentsel dönüşüme uğruyor. Çok da karşı çıkmadım. Bir kere arkasında bizim patron vardı. (Gülüyor) Bu işin şakası tabii. Tarlabaşı çok hırpalanmış, ihmal görmüş bir bölgeydi. Binaların çoğu dokunsan yıkılacak gibiydi. Kentsel dönüşüme ben de inanıyordum. Ama bunu yaparken İstiklal caddesi ve civarındaki binalar, Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan kültür mekanları olduğu gibi korunmalıydı. O yapılmıyor.Tarlabaşı’nı yıkıp yeniden yapıyorsun, tamam. Beyoğlu’nu yıkıp yeniden yapamazsın. Sineması, tiyatrosu, Türk mutfağını temsil eden inanılmaz lokantalarıyla, aydınların toplandığı pastanelerle… Arif’in Çiçek Barı, Eski Bayhan Pastanesi, Papirüs, Kaktüs, Hacı Salih-Hacı Baba Lokantası… Bunlar Cumhuriyet’le yaşıt, kimileri daha bile eski. Bunların korunması gerekirdi. “Efendim, adam lokantasını kapattı. Artık iş yapmıyor.” diyor. Belediye başkanı olarak bu adamı bir ara. Belediye ile kültürel mekân arasında bir temas sağla. Desteğinle koru mekanı.Emek yıkılmayacak dendi ama bugün yok. Kendinizi kandırılmış hissediyor musunuz?Hem de nasıl! Utanmasam o çirkin kelimeyi kullanacağım: kendimi iğfal edilmiş hissediyorum. İğfal edilmek, aldatılmak demek. Kötü manalar çıkarmayalım!... Kitapta da anlattım. Bakanından belediye başkanına, bir düzineye yakın AK Partili ağız birliği halinde ‘Emek neredeyse bizim kutsalımızdır. Oraya dokunmamız söz konusu değil’ diye sözler verdiler. Sonra Nisan 2013’te, hem de uluslararası festival devam ederken, sanki inat yaparcasına binayı yıktılar. Bunu unutmayacağım, intikam duygusunu ömür boyu sürdüreceğim. Sen kamu malını özelleştir, başkasına sat. Neymiş, yukarıda çakma bir Emek yapılacakmış. Bunlar çok ayıp şeyler. Aslında AK Parti’ye toptan reddedici ve eleştirel bir tavırla bakmadım. Kendini müminler diye adlandıran kitlenin uzun süredir uğratıldığı haksızlıklara, kendini dışlanmış hissetme duygusuna ciddi bir çare getirdiğini, birkaç zenginin eline bırakılmış gibi gözüken ekonomik hayatta Anadolu sermayesini o ekonominin içine almasını takdir ettiğimi yazdım. Her zaman hakkaniyetli davranmaya, başta da inanca ve dine saygı duymaya çalıştım. Ama partinin son 5-6 yıldaki gidişatını hiçbir şekilde tasvip etme imkânı benim için yok.Emek direnişi, Gezi olayları, rüşvet ve yolsuzluk krizi... Süreç sizce nasıl yönetildi?Erdoğan, Emek Sineması protestolarını hiç anlamadı. Gezi’yi anlamak için elinde fırsat vardı, bunu da değerlendiremedi, olaylar çığırından çıktı. Daha sonra bugün gördüğümüz büyük hukuk ve demokrasi karmaşası başladı. Koskoca bir cemaati karşılarına almaya kalktılar. Çok yanlış bir şey. Ve bugün artık belli bir noktada sıkıştılar. Zil takıp oynamıyorum. İyi oldu; puan kaybetti, başımızdan defolup giderler diye düşünmüyorum. Çünkü olan ülkeye oluyor. Ayrıca AK Parti herşeye rağmen geniş bir kitleye dayanan, gerek seçmenleri, gerek yöneticileri arasında akıllı, eğitimli, sağduyulu insanlar olan büyük bir parti. Birden bire büyük seçim yenilgileri alıp Türkiye’nin kaderini yönetmekten uzak düşürülmesi her halde söz konusu değil.Türkiye’nin bu derece ayrışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?Kutuplaşma çok beceriksizce oluşturuldu. Hiç gereği yoktu. Hele son bölünme olayı. Prensip olarak aynı inanç ve ideoloji cephesinde olanların ikiye bölünmesinin hiç anlamı yoktu. Bu kişisel, zümresel küçük bir grubun sakarlığından, beceriksizliğinden kaynaklanıyor. Çok acı bir şey. Başbakan yüzde 50’lik oyuna yaslanarak diğer yüzde 50’yi neredeyse düşman ilan etti, bölücü bir tavır takındı. Daha sonra o yüzde 50’yi de yine kendi beceriksizliğiyle adeta bıçakla böler gibi ikiye bölmeyi, savaşan iki grup haline getirmeyi başardı. Türkiye’nin bundan acilen kurtulması, barış ve birlikte yaşama ilkelerine yeniden dönmesi lazım.Kişiliğimi kaybetmemek için yüksek maaştan vazgeçtimEmek yıkıldıktan sonra gazeteciliği bıraktınız. Sonrasında keşkeniz oldu mu?Oldu. Özellikle Sabah’tan aldığım gayet iyi maaştan yoksun kaldıktan sonra, biraz mali problemler oldu (gülüşmeler). Eşim ilke sahibi olduğu için bu konuda ağzını açmadı. Ama öte yandan çok şey kazandığıma inanıyorum. Zamanı geldiğinde, denk düştüğünde, ilkelerimizin her şeye galip çıkması, hem insan hem toplum yaşamında çok önemli. O anda o ilkeyi değerlendirmeyecekseniz, ne zaman değerlendireceksiniz? Emek’in yıkılmasıyla canımdan can koparılmış gibi oldum. Yıkılırsa ayrılacağımı ilan ettim ve yıkıldığı gün de ayrıldım. Bu kadar basit. Ayrılmasam tıkır tıkır o maaşı almaya devam ederdim, ama kişiliğimden çok şey kaybetmiş olurdum.Eski gazeteniz Sabah’ın bugünkü yayın politikasını nasıl buluyorsunuz?Artık almıyorum. Beni çok üzen bir gazete oldu. Sevdiğim birkaç insan (Ahmet Örs, Yavuz Baydar, Nazlı Ilıcak) vardı, onları da attılar. Birkaç dostum hâlâ var ama kimi okuyacağım ki...Sabah’ın geldiği yer bugün çok acıklı.İstifa etmeseydiniz, gönderilenler arasında mı olurdunuz?Ya onlar beni kapıya koymuş olurdu ya da ben ayrılırdım. Onlar beni kapıya koymadan ayrılmış olmayı büyük şans sayıyorum.

Yabancı dillere çevrilen eserler on yılda üç kat arttı

$
0
0
Yazar ajanı ve ajansları Türkiye’de edebiyat literatürüne son 10 yılda giren iki kavram. “Dünyada edebiyat küreselleşirken, Türkiye bunun neresinde kaldı?” diyerek yola çıktık. Kalem Ajans’ın kurucusu Mollaoğlu’na göre, son on yılda Türkçe’den çevrilen eser sayısı bin 500. 1924’ten 2005’e kadar bu rakam 500’dü.Orhan Pamuk, Stockholm İsveç Akademisi’ndeki konuşmasında, edebiyatının merkezini oluşturan anları tarif ederken yaptığı bir keşiften söz ediyordu: “Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı”Devamında “Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum.” diyen Pamuk’un “Babamın Bavulu” olarak tarihe geçen konuşması 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yapıldı.Geçen süre içinde “dünyaya uzak bir merkezde olduğunu” düşünen yazarların algısında ne değişti, Türkiye’den yazarlar yurtdışında daha görünür hale geldi mi sorusunun izindeyiz.Unutma Beni Apartmanı, Rüyalar Anlatılmaz ve Saklı Bahçeler Haritası romanlarıyla Türkiye’de gördüğü ilgiyi yurtdışında da 4 dile çevrilen kitaplarıyla sürdüren Nermin Yıldırım, 2013’ün aralık ayından bu yana Köln Belediyesi’nin Kültür Evi’nin konuğu.Daha evvel dünyanın dört bir yanından çok sayıda yazarı ağırlayan Kültür Evi’ne Türkiye’den davet edilen ilk yazar Yıldırım. Türkiye/Barselona ekseninde yaşayan yazara göre, Türk edebiyatının etkisi eskiye göre arttı: “Gerek burada gerekse son birkaç yıldır festival yahut yabancı yazarlarla yaptığımız ortak projeler vesilesiyle gittiğim başka ülkelerde, Türk edebiyatının eskisine oranla çok daha görünür olduğunu gözlemliyorum. Çok değil, bundan beş altı sene evvel Avrupa dillerine çevrilmek pek kolay görünmezken, hani sadece Balkan ülkeleri bizimle ilgilenirken, şimdi Türkiyeli yazarların eserleri kırktan fazla dile çevriliyor; Avrupa’daki en iyiler listelerine giriyor.”Algı ve destek konusundaki sıkıntılara göre, gelinen noktayı “Gayet iyi gidiyoruz.” diye özetleyip bu yorumunu da sabah kahvaltısında karşılaştığı bir örneği anlatarak açıklıyor: “Daha az evvel, birlikte kahvaltı yaptığım bir Alman şairden Tanpınar methiyeleri dinledim. Murathan Mungan’dan, Alper Canıgüz’den övgüyle bahsettiğine şahitlik ettim. Türk edebiyatı eskisine göre daha çok tanınıyor ve okunuyor. En azından merak ediliyor.”Bu tablonun edebiyat tarafı. Çünkü Yıldırım’a göre konu Türkiye olunca merak edilen yalnız edebiyat değil: “Tabii şu sıralar Türkiyeli bir yazar için başka bir ülkede sadece edebiyat konuşmak pek mümkün değil. Gittiğimiz her yerde, panellerde, okumalarda, yoğunlukla memleketin politik açmazlarıyla ilgili sorular geliyor. Yurtdışında, Türk siyasetinin edebiyatından daha çok dikkat çektiğine hiç şüphe yok.”İki milat var; Nobel ve TEDAYazar, edebiyat eleştirmeni Semih Gümüş, Türkiye’den yazarların yurtdışındaki görünürlüğünü değerlendirirken “Son yıllarda elbette arttı” deyip, neden olarak Pamuk’un edebiyat ödülü almasını ve Kültür Bakanlığı’nın TEDA projesini gösteriyor: “Dünyanın pek çok yerinde ve özellikle Avrupa’da Nobel Edebiyat Ödülü önemli. Böylece Türk edebiyatına önceden pek olmayan bir ilgi başladı. Orhan Pamuk’tan sonra o güne dek tanınmayan edebiyatçılarımıza, öncelikle de romancılarımıza bir ilgi doğdu. Sonraki yıllarda da yurtdışında yapıtları çevrilen ve yayımlanan yazarlarımızın sayısı artmaya başladı. Bu ilginin ikinci nedeni de, sanırım Kültür Bakanlığı’nın TEDA (Türkiye’nin Çeviri ve Yayım Destek Programı) projesiydi. Bakanlığın desteğiyle pek çok kitap öteki dillere çevrildi ve uygun yerlerde yayımlanmaya başladı. Böylece 2006’dan önce yaygın biçimde ancak birkaç yazarımız tanınırken, o yıldan bugüne pek çok yazarımız Türk edebiyatını temsil etmeye başlamış oldu.”Peki yazar ajansları ve ajanlarının bu sürece katkısı ne? Gümüş, bu katkıyı diğerlerinden ayırarak, sınırlı bulduğunu belirtiyor: “Bu gelişmede ajanların ve ajansların bir katkısı da olmuştur ama bu katkının çok sınırlı olduğunu görüyorum. Asıl iki neden bence yukarıdakilerdi. Yurtdışındaki okuru da göz önünde tutan bir tanıtım yürütülüp yürütülmediğini bilmiyorum. Sanırım abartmamalıyız bunu.”Eleştirmen Metin Celâl’e göre, Türk edebiyatı daha önce kapalı bir dildi: “Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve Aziz Nesin dışında yabancı dillere çevrilen yazarlarımız yoktu. Türk edebiyatı dünya da görünür hale geldi.”Celâl, yaşanan süreci ‘başlangıç’ olarak görüyor ve başka bir soruna dikkat çekiyor: “Bence bir Türk yazarı için başarının kıstası ne kadar çok dilde yayınladığının yanı sıra kitaplarının o dillerde yeni baskılarının yapılıp yapılmadığı, birden fazla kitaplarının yayımlanıp yayınlanmadığıdır. Bu kıstaslarla baktığımızda ne yazık ki çok fazla yazarımız yok. Artık yeni bir evreye girilmesi gerekiyor. Yazarlarımızın dünya dillerinde kalıcılığını sağlamamız gerekli. Bu noktadan sonra devletin ya da kurumların desteği yeterli değil. Yazarın, yayıncısının, ajansının çabaları da önemli.”Yayıncılık algısı değişiyorSabit Fikir Dergisi Yayın Yönetmeni Elif Bereketli de önce üç milat sayıyor: Orhan Pamuk’un aldığı Nobel ve Frankfurt Kitap Fuarı’nda Barış Ödülü, Londra Kitap Fuarı’nda Türkiye’nin onur konuğu olması. Bereketli’ye göre, bir diğer faktör yazar ajanları: “Son yıllarda sayıları hızla artan yazar ajanlarının Batı dünyasındaki görünürlüğümüzü artırmada çok büyük rolü var. Şu an ana Batı dillerinde basılan kitapların pek çoğu belli başlı birkaç ajanın vesilesiyle yayıncısını bulabildi. Kültür Bakanlığı’nın TEDA projesi, birkaç majör noktada sorunlu bir proje olsa da, çok yüksek sayıda kitabın yabancı dillere çevrilmesinde büyük rol oynadı. Ve tüm bu olumlu gelişmeler daha da olumlu gelişmelerin yolunu açtı. Batı yayın dünyası şu anda gözünü pek çok coğrafyayla birlikte Türkiye’ye de çevirmiş durumda, tüm bu gelişmelerin ardından, burası meraklarını celbetmeye başladı.”Elif Bereketli, dönüşümün devam edeceğini belirtirken, nedenini de şöyle açıklıyor: “Yayıncılık elbette bir şekilde, internetin bu kadar yaygınlaşmasından, Türkiye’nin ekonomisinden ve çağın şart koştuğu rekabetçi anlayıştan nasibini alacak, İstanbul’un Cağaloğlu mahallesinde eş dost muhabbeti ile yapılan bir iş olmaktan çıkacaktı. Henüz tam olarak çıkmış da değil, önümüzdeki yıllar daha da büyük değişimlerin habercisi olacaktır.”Kültür bürokrasisi kırıldıEdebiyat eleştirmeni ve yazar Kaya Genç için süreç “gazeteciler arasında olduğu gibi edebiyatçılar arasında da bir uluslararasılaşma durumu”. Genç yaşanan değişimi şöyle anlatıyor: “Eskiden edebiyat âlemimizde medyadaki gibi bir ‘sit-com’ ortamı egemendi, bunun ruh hali de ‘Biz burada kendi aramızda takılıyoruz, birbirimizle yemekler yiyor, birbirimizin kitaplarını yayımlıyor ve eleştiriyoruz, siz de bizi seyredin, rolünüz buydu çünkü’ydü. Lakin Oğuz Atay’ı da Tanpınar’ı da huzursuz eden bu kapalı devre kültür bürokrasisi, sit-com gazetecilik kadar yavan ve itibarsız bir şeye dönüştü. Gazeteciliğimiz kadar edebiyatımızın da memleket sınırları dışına çıkıldığında manasızlaşması bu ‘kendi kendimize takılıyoruz işte’ halinin doğal sonucuydu.”Peki ne değişti? “Şimdilerde yazarlar asıl soruya, ‘iyi bir hikâyeyi nasıl iyi anlatırım’a odaklandı ve bu uluslararası alanda hem editörler hem de okurlar için çok iyi bir haber. Türkiye’ye dair anlatacak çok hikâye var, yeter ki yazarlar onları anlatmaya odaklansın” cevabını veriyor Kaya Genç.Haberi yayına hazırladığımız sürede Hakan Günday’ın son romanı DAHA, Berlin Film Festivali’nin Books at Berlinale bölümüne seçildi. DAHA, 11 Şubat’ta dünyanın çeşitli ülkelerinden yüz elli film yapımcısının beyazperdeye uyarlamak için incelediği eserler arasında.Yazarların yurtdışında tanıtımında Türkiye maalesef çok geri kalmışNermin Mollaoğlu (Kalem Ajans’ın kurucusu): Yazarın yurtdışında hangi yayınevi tarafından basıldığı ve o yazara güvenip ne kadar yatırım yapıldığı çok önemli. Bir yazar ABD’de başarılıysa, başka ülkelerde de benzer başarı yakalayabiliyor. Bu sinerjiyle uluslararası bir yazar oluyorsunuz. Bunda ajansların ve yayınevlerinin etkisi büyük. Yazarlar hangi edebiyat festivaline katıldı, kaç kişiye ulaştı, önemli bir kriter. İngilizce bilen yazarlar o yüzden birazcık daha başarılı oluyor. TEDA projesi Türkiye Yayıncılar Birliği’nin yoğun desteğiyle hayata geçirildi. Son zamanlara kadar da iyi bir çizgide ilerlemekteydi. Yurtdışında Türkçeden son 10 yılda çevrilen kitap sayısı 1500’ün üzerine çıktı. On yıl öncesine kadar tüm cumhuriyet tarihinde çevrilen 500 kitap yok. Kalem Ajans 2006’da kuruldu ve imzaladığımız anlaşma sayısı 1200’i geçti. Hindistan’tan ABD’ye uzanan bir coğrafyada 42 dilde temsil ettiğimiz yazarların kitapları yayımlandı. Buna diğer ajansların sonuçlarını da eklerseniz başarılı olunduğunu herkes anlayacaktır. Yazarların yurtdışında tanıtımında Türkiye maalesef çok geri kalmış durumda. Mesela komşumuz Bulgaristan’da bir yazar yurtdışındaki edebiyat festivaline gideceği zaman bir kurumdan fon alıp devlet tarafından destek görüyor. Türkiye’de gönüllü kurumlar dışında yazarların başvurup “Festivale davet edildim, fon yaratabilir misiniz?” diyebileceği bir kurum yok. Edebiyatını yüzyıllardır -kesintisiz destekleyen- bir Fransa örneğine bakıp, “Nerede yanlış yaptık?” diye kendimizi sorgulamamız gerekiyor.

FKM, bu kez dinletiyor: Birlikte Yaşardık -[Haftanın Albümleri]

$
0
0
Fırat Kültür Merkezi’nde Türk, Kürt, Yahudi ve Roman karakterler üzerinden farklı kültürlerin birlikte yaşama pratiklerinin esprili bir dille anlatıldığı ‘Birlikte Yaşardık’ oyunu çok sevildi ve izlendi.Şimdi de çok sevilen şarkıları bir albümde toplandı. DNK etiketli albüm müzik marketlerde.RockA, ‘Ölürüm Sana’dan vazgeçmiyor Ankara, adeta Türkçe rock müziğin de başkenti… Çünkü çoğu insanın gri bulduğu şehirden çok sayıda gelecek vaat eden grup çıkıyor. RockA da dinleyicileri başkentten selamlıyor. Tarkan’ın ‘Ölürüm Sana’ coverı ile adından söz ettiren grup, yeni albümleri 101 ile de iddialı… Akustik kayıtların da yer aldığı albümde, yoğun ilgi gören ‘Ölürüm Sana’ ve ‘Anlatması Zor’, bonus track olarak yeniden kaydedilmiş, DMC etiketiyle…Kerem D. ‘Sakin’ şarkılar yapmışOSSİ Müzik etiketiyle dinleyici ile buluşan albüm, adı gibi ‘Sakin’ şarkılardan oluşuyor. Kerem D., akustik olarak kaydedilen 8 şarkıdan 7’sinin söz ve müziğine imza atmış. İlk klip, ‘Olmadı Baştan’ şarkısına çekildi. Bu arada ‘Ellerin Uzakta Sevgilim’e Deniz Arcak, Bilmece’ye de Murat Evgin eşlik ediyor. Bu iki düet, albüme gerçekten renk katmış. Bir bilgi daha; albümdeki, akustik, klasik ve elektrogitarların hepsini Kerem D. çalmış.

Hep Barış abi gibi olmak istedim

$
0
0
Pentagram grubunun solisti olarak tanınan Murat İlkan, ilk solo albümü Fanus’u müzikseverlerle buluşturdu. Geçirdiği hastalık sebebiyle uzun bir süre müziğe ara veren İlkan ile yeni albümünü, hastalık sürecini ve müziğini konuştuk.Müzikseverler sizi Pentagram’ın solisti olarak tanıdı. Peki ya öncesi... Müzik hayatınız nasıl başladı?Üç dört yaşındayken çalan her ritme karşılık veriyormuşum. Bu ailemin dikkatini çekmiş. Beni birkaç hoca ile tanıştırıyorlar. Sesimin güzel olduğunu keşfeden hocalarım beni şana yönlendirdiler. Yaşım ilerledikçe klasik müzik söylemek ilgimi çekmemeye başladı. Rock müziğe yöneldim. 1987’de Sawdust isimli grubu kurdum. Yaklaşık altı sene bu grupla devam ettim. Sonrasında Cherokee isimli grubu kurdum. Burada devam ederken 1995 yılında Pentagram’dan teklif geldi ve bu gruba katıldım.Kendi kurduğunuz grubu bırakıp neden Pentagram’a dahil olmuştunuz?Popüler bir gruptu öncelikle. Benim yaptığım tarz içinde ondan daha popüler bir grup yoktu. İkincisi hepsi arkadaşımdı. Çok fazla düşünmeden katıldım ekibe. Bir şeyleri geliştirebileceğimizi düşünerek dahil oldum. Geliştirdiğimizi de düşünüyorum.Sizler için o zamanlar sancılı bir süreçti. Bir dönem satanizmle itham edildiniz...Evet ne olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyle yaftalandık. Anlamsız ve gereksiz bir şekilde bu konu ne zaman açılsa bir şekilde bizim grubun ismi geçiyordu. Bunun nedenini inanın bilmiyorum. İnsanlar şarkıların sözlerini de mi okumadılar... Bizim hiçbir zaman öyle şeylerle işimiz olmadı.Bu anlatmak için mi Bir ve Haktan gibi şarkılar yaptınız?Bunu yapmaya mecbur kaldık. Çünkü suçlanıyorsun. O konu ile ilgili şarkımız yoktu ama en azından bu konularla ilgili şarkı yapalım da insanlar bizi yaftalamaktan vazgeçsin istedik. Çünkü iş çok saçma sapan bir yere gidiyordu.Böyle şeylerle karşılaşmak sizi üzdü mü?Her şeyden önce saçma geliyor. Olup bitene bir anlam vermeye çalışıyorsunuz. Bir anlam yükleyemiyorsunuz çünkü dayanağı olmayan bir şeyden ötürü size etiket yapıştırmaya çalışıyorlar. Sanırım bu bizim kültürümüzde var. Yaftalamayı ve ötekileştirmeyi çok seviyoruz. Bir de bir etiket yapıştırıldıktan sonra o insanlara sürü halinde çok fazla saldırı yapılıyor. Sürü halinde saldırmayı da çok seviyoruz. İşin aslını araştırmadan bu tarz yaklaşımların olması üzücü.Günümüzde de devam ediyor mu bu gelenek?Evet maalesef. Bu kültür devam ediyor. Çok üzücü.Pentagram’ı farklı kılan Anadolu tınılarını metal müziğin içine sokmasıydı. Bunu nasıl tasarladınız?Pentagram bu anlamda çok özgündü. Biz bu topraklarda doğup büyüdük. Büyüdüğümüz kültürden esinlenerek bunları müziğimize yansıtıyorduk. Bu topraklarda müzik yapıp da bu devasa kültürden etkilenmemenin mümkün olmadığını düşünüyorum.Bu tarz Avrupa’da da çok dikkat çekti. Mezarkabul ismi ile Avrupa’ya açıldınız. Bu ilgi şaşırttı mı sizi?Hayır şaşırtmadı, gayet normal karşıladık. Çünkü Avrupa’da ve dünyada insanlar müziğin özgünlüğü ile ilgileniyorlar. Diğerinin yüzlerce yapılan örneği var. Aynı şeyi taklit etmenin bir manası yok. Biz kendimizden bir şeyler anlatıyor ve içimizden geleni yapıyorduk. Samimice yapılmış işlerdi.O dönemde özellikle üniversite gençliğinde metal ve rock müziğine çok büyük ilgi vardı. Ama bugün o kadar ilgi yok. Sizce neden?Bu normal bir süreç. Bütün dünyada müzik tercihleri her zaman değişiyor. Benim 17 yaşımda dinlediklerimi şimdi hiçbir genç dinlemiyor. Her zaman gençler popüler müziği takip ederler.15 yıldır Pentagram’la birlikteydiniz. Neydi sizi bir arada tutan şey?Dostluğumuzdu. Bir de kimsenin egosu yoktu. Bu çok önemli. Herkes çok pozitifti ve birbirimizi kıracak şeyler yapmıyorduk.O halde neden kariyerinize yalnız devam etme kararı aldınız?Bir rahatsızlık geçirdim ve o dönemde gruba ayak bağı olmak istemedim. Hem onlara engel olacağımı hem de seyirciye haksızlık olacağını düşündüğüm için ayrıldım. Hastalığım bir süre kötü seyretti, sonrasında ise tedaviye cevap verdi. Bendeki müzik aşkı hiç bitmediği için iyileşince hadi artık dedim kendime. Bundan sonra tek başıma devam edeceğim.Müzikte başından beri size ilham olan sanatçılar kimlerdi?En çok Barış Manço’dan ilham aldım. Üç yaşında ritim tuttuğum şarkılar da onun şarkılarıydı. O benim ömrüm boyunca kılavuzumdu. Hep Barış abi gibi olmak istedim. O benim kahramanımdır.Albümünüz Fanus’un oluşum sürecinden biraz bahseder misiniz?Rahatsız olduğum dönemde sürekli şarkı yazıyordum. O dönem öyle geçti. Bunları kaydetmek için enerjiye ihtiyacım vardı. Vücut kendini toplamaya başlayınca ruhum beni ‘hadi oğlum stüdyoya’ diyerek itmeye başladı. Artık zamanı gelmişti.Fanus bir konsept albümü değil. Yaşanmışlıklar var ve daha çok duygular üstünden giden bir albüm. O duygulardan bahseder misiniz?Bir yalnızlık var her şeyden önce. Bu yalnızlık bana ilham verdi. Öte yandan çok iyi bir ekiple çalıştım. Hepsi çok üretken insanlar. Güzel bir ilişki kurduk. Bu da daha pozitif müzik yapmamıza vesile oldu.Karşımızda çok sempatik bir insan var. Karakter olarak nasıl birisiniz?Pozitif düşünür ve hayata böyle bakarım. İnsanları kırmamaya çalışır, beni de kırmamalarını beklerim. Olayları çok büyütmem.Hiçbir zaman popüler bir şey yapmadımPopüler müziğin hakim olduğu bir ortamda farklı bir müzik yapıyorsunuz. Anlaşılabilir miyim kaygısı yaşıyor musunuz?Öyle bir kaygım hiç olmadı. Çocukluğumdan beri yaptığım hiçbir iş popüler kültürün ürünü değildi. Hep içimden geleni yaptım. Bu albümde de öyle bir şey geçmedi içimden. Düşünmedim bile. Albümü kimse alır mı dinler mi? şeklinde hiç kaygılarım olmadı. Ben buyum ve bu çıktı işte. Ticari kaygılarım da olmadı hiç. Olsaydı böyle bir albüm yapmazdım. Ne bileyim bir cover yapayım da oradan yürüyeyim gibisinden bir düşüncem olmadı.Metal müzik yapanlara ve dinleyenlere hep önyargı ile bakıldı…İnsanlar birbirini tanımakla uğraşmıyor. Günümüzde kimse kimseye saygı duymuyor. Sanki ben çocukken insanlar birbirlerine daha çok saygı gösteriyordu. Bunlar bizim kültürümüzde olan ama maalesef kaybolan şeyler. Bunu görmek üzüyor insanı.Önyargıların sebebi ne sizce? Siyaset mi?Bilemiyorum aslında. Siyaset bütün dünyada böyle maalesef. Açıkçası politikadan hiç hoşlanmıyorum. Politik mevzuların hayatı daha çekilmez hale getirdiğini düşünüyorum.

Bir ayağı Facebook’ta… - [Bizim Köy]

$
0
0
Gençlerin Facebook’tan kaçmak için nur topu gibi nedeni daha oldu. Eş dost akraba komşu derken yaşına başına bakmadan dedeler nineler de sosyal ağa üşüşmüş durumda.Facebook’un en yaşlı kullanıcısıysa Edythe Kirchmaier. Üstelik tam 106 yaşında kendileri. Ninemiz, geçen yıl bir sağlık kurumunda çalışan arkadaşlarının kendisine doğum gününde hesap açmasıyla en yaşlı Facebook kullanıcısı unvanını kazanmıştı. Kirchmaier aynı zamanda Kaliforniya’nın en yaşlı ehliyetli sürücüsü ve Chicago Üniversitesi’nin en yaşlı yaşayan mezunu unvanlarını da elinde bulunduruyor. Facebook’a ilk üye olduğunda doğum yılı olan 1908’i giremeyen Kirchmaier, daha sonradan site mühendislerinin yaşını onaylamasıyla sorunu halletti.Fakat iyi yedikVergi rekortmenleri listeleri basında çarşaf çarşaf yer aladursun yakında vergi kaçırma rekortmenleri listesi de yayınlanırsa şaşırmayın. Zira İtalyan emlak kralı Angiola Armellini, bu işte çok maharetli. Üstelik kendisi öyle küçük rakamlara tamah etmiyor. Paravan şirketler kurup 1243 adet gayrimenkulü sakladığı ve Maliye’den 2.1 milyar Euro vergi kaçırdığı ortaya çıktı Armellini’nin. Üstelik bu kadarla da yetinmemiş; Maliye müfettişleri Lüksemburg’daki 3 holdingde yaptıkları incelemelerde, kazanç beyanında da 190 milyon Euro eksik buldu. Anlaşılan kadın, babasından aldığı değer miraslarını yaşatmaya kararlı. Zira babası da ölmeden önce hileli iflas, nitelikli dolandırıcılık ve arsa spekülasyonu gibi suçlardan tutuklanmıştı.Ana gibi yar olmazOyuncak ayısıydı, kedisiydi, köpeğiydi... olmadan uyumayan miniklere alışkınız. Lakin bu kez habere konu olan çocuk değil bir yavru koala. Avustralya’da 2012’de annesini kaybeden bir koala yavrusu, kendisine verilen oyuncak ayıyı annesi yerine koydu. Raymond adı verilen koala, Julie Zyzniewski adlı hayvansever tarafından bulunmuş, bakıma alınmıştı. Fakat küçük koalanın bu saltanatı pek uzun sürmeyecek. Oyuncak ayıya annesi gibi sarılan Raymond, sağlık durumunun iyileşmesi ve artık doğal yeteneklerinin gelişmesi sebebiyle yakında doğal yaşam ortamına bırakılacak. Bakalım küçük Raymond’un ayıcıklara olan bu düşkünlüğünü, ormandaki sahici ayılar nasıl karşılayacak?

Karla karışık Kars

$
0
0
“Ani’yi görem, sonra ölem!” Türkiye ile Ermenistan’ı ayıran Arpaçay’ın karşı tarafında yaptığım röportajdaki yaşlı kadının sözleriydi bu kısa cümle. Ani, Kars’ın merkezine sadece 45 dakika uzaklıkta, sınırda önemli bir medeniyet havzası.Anadolu’daki ilk Türk camii olan Ebull Menuçehr Camii’ni görmek nasıl heyecan vericiyse, bin yıldır korunan fakat bugün tam bir talan görüntüsü veren Büyük Katedral, İgran Honents Kilisesi, Abukhamrents Kilisesi, Aziz Prkich Kilisesi, Selçuklu Kervansarayı, Küçük Hamam gibi yapılar da buranın büyük bir kültürler kavşağı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Ani, kapalı olan sınırın yanı başında turizmle gündeme gelen Kars’ın en önemli çekim merkezi.Göz alabildiğine geniş yaylaların ve uçsuz bucaksız ovaların üzeri karla kaplı. Kış geldiğinde beyaz bir örtü bütün yeryüzünü örtüyor. Sonsuz beyazlığı tek tük ağaçlar, metal çatılar, vadiler boyunca kıvrıla kıvrıla akan nehirler ve dereler bozuyor. Bin yıldır Batı’ya doğru yürüyen Türklerin 100 yıl önce kurtuluş için Allahüekber dağlarında can verdiği Sarıkamış ise yemyeşil bir orman; kış sporlarının yapıldığı modern bir merkez.Bir ucu Ardahan’a kadar uzanan Çıldır Gölü, kış aylarında buzla kaplanan geniş bir plato. Kırıklardan ve çatlaklardan sızan oksijenle buzların altında yaşayan balık ve deniz canlılarının ayrı bir hayatı var. Buzun üstü ise balıkçılık yapan köylüler, hız tutkunu yarışçılar, atlı arabalar ve gezginler için mevsimlik bir ova. Birçok yaban kuşu için barınak. Konuk olduğumuz Akçakale köyünden Ethem Kılıç ve ailesi, bizi göl üzerine yaktıkları sobada demlenen çaylar eşliğinde ağırladı. Ne yapıp edip kış günlerinde yolu Kars’a düşürmeli. Kale’den sisli puslu şehre bakmalı. Taş köprü, Havariler Kilisesi, Beylerbeyi Sarayı ve hamamlar, çarpık yapılaşma ve özensiz şehirleşmenin ortasında estetik manifestosu gibi yüz yıllar öncesinden ders verecektir. Geleneksel Kars evleri ve Rus işgali sırasında yapılan binalar da ayrık otu gibi kalacaktır karmaşanın içinde.Tandırda kaz ve kazın yağıyla pişen erişte pilavını da yemişseniz Kars’a tekrar gitmek için bir çok sebebiniz olacaktır zaten. Kars halkı, âşıkların sazından yankılanan ve dilinden süzülen ‘hak sözleri’ çalınan mayanın samimiliği konusunda dersler veriyor. Ozanlar Mehmet Oktay, Ensar Şahbazoğlu, Bilal Ersarı bu geleneğin canlı şahitleri.Kekeç köyünde toplanan yöre insanı ise pazar günlerini geleneksel cirit oyunuyla değerlendiriyor. Bölgenin kalkınması için önemli işler yapan Serhat Kalkınma Ajansı (SERKA), Kars, Ağrı, Ardahan ve Iğdır’ın bugününün fotoğrafını çekmek istiyor. Söz konusu dört ilin ve Sarıkamış’ın yürüyüş rotaları belirlenmiş durumda. Büyük Ağrı, Küçük Ağrı ve Süphan Dağı için de gerekli olan bilgilendirmeler broşür ve kitap olarak hazır. Türkiye’nin belgesel fotoğrafçıları, hocaları ve foto muhabirleriyle çektiğimiz kareler, bunun küçük bir parçası.

Takım değil, adeta gol makineleri

$
0
0
Futbol karşılaşmalarında atılan her gol, coşku veren bir mutluluktur. Mağlup takım dahi gollü maçlar sonrası teselliyi attığı ya da kaçırdığı gollerde bulur. Günümüz futbolu yeni sistemlerle birlikte bol gollü maçlar ortaya koyarak futbolseverleri daha da mutlu ediyor.Futbolun olmazsa olmazlarının başında gelir gol. Golün olmadığı bir maç ne oynayanı mutlu eder ne de izleyeni. Hatta mağlup olan bir takım maçta bol gol atarak kaybetse, gol onun için bir teselli olur ve çok üzgün ayrılmaz sahadan. Futbol yeni taktikler ve yeni sistemlerle gelişmeye, daha da heyecanlı olmaya devam ediyor. Bir dönem beraberlik ve golsüzlükten sıkılan Avrupa futbolu, son yıllarda gelişen oyun sistemleriyle birlikte taraftarlarını adeta gole doyuruyor. Birbirinden güzel gollerin yanı sıra çok gol atılan maçların sayısı da çoğaldıkça, futbol severlerin ilgisi artmaya devam ediyor. Tek can sıkıcı olma tehlikesi ise bu gollerin hep aynı takımlar tarafından atılması.City, 103 gole ulaştıBu sezon Avrupa’nın birçok takımı adeta bir gol makinesine dönüşerek 100. gole ulaşmanın keyfini yaşayacak. Bu takımlar arasında en avantajlısı ise oynadığı tüm resmi maçlarda ortalama 3 golle oynayan Manchester City oldu. Arjantinli yıldız Sergio Agüero’nun omuzlarında yükselen Gök Mavililer, en son oynadıkları kupa karşılaşmasında attıkları 4 golle 34 maçta 106. gole ulaşmanın keyfini yaşadı. Fenerbahçe’nin 103 gollü şampiyonluğunu anımsatan sayıyı sezon ortasında geçen İngiliz ekip, şimdiden kulüp tarihinde inanılmaz bir istatistiğe ulaştı. Dünya devleri Barcelona, Real Madrid ve Alman panzeri Bayern Münih’i de gerisinde bırakan Gök Mavililer, rakiplerin korkulu rüyası oldu.Son iki sezonun en çok gol atan takımı Barcelona ise Arjantinli dünya yıldızı Lionel Messi’nin bu sezonki sakatlığı ve performans düşüklüğü yaşasa da 31 maçta 87 golle ulaşarak zirvede yer almasını bildi. Maç başına 2,81 gol oynayan Katalanlar, bu sezonda taraftarlarını mutlu edeceğe benziyor. İspanyol Boğası Real Madrid ise ‘Altın Top’ ödüllü golcüsü Cristiano Ronaldo ile gollerini sıralamaya devam ediyor. Eflatun Beyazlılar 31 maçta 85 gole ulaşarak 2,81’lik bir ortalamaya ulaştı. Komşu ülkenin köklü takımı Olmpiakos, Almanya’nın altyapısından yetişen Kostas Mitroglou ile Avrupa’nın gol makinesi takımları arasına girmeyi başardı. Yunan milli takımının da gol silahı olan 25 yaşındaki Kostas, Arjantinli takım arkadaşı Javier Saviola ile birlikte takımın gol yükünü çekerek Olmpiakos’un 30 maçta 84 gol atmasını sağladı. Maç başına 2,8 golle geçen sezon fırtına takımı Alman Panzeri Bayern Münih’i gerisinde bırakırken, futbolcuları da dev kulüplerin transfer listelerinde ilk sıralarda yer almaya başladı. Kendine özgü golleriyle dünya futboluna önemli izler bırakan İsveçli golcü Zlatan İbrahimoviç’in önderliğinde Fransız takımı Paris Saint German 73 golle yüksek bir rakama ulaşırken, milli gururumuz Arda Turan’lı İspanyol ekibi Atletico Madrid’e 73 golle aynı yüzdeyi yakalayarak en golcü on takım arasına girmeyi başardı.Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’nden elediği ve UEFA Avrupa Ligi’nde bir başka Türk takımı olan Trabzonspor’a rakip olan Juventus bu sezon İtalyan takımlarından beklenmedik gol yüzdesiyle oynuyor. Serie A’nın köklü takımı maç başına 2,21’lik gol yüzdesiyle ünlü Portekizli teknik adam Jose Mourinho’nun takımı Chelsea’nin hemen ardından listede yer aldı. İngiliz kulübü ise 65 gole ulaşarak iyi bir tablo çizdi. son sırada ise Rusya’nın lider takımı Zenit 59 golle yer adı.Türkiye’den hiçbir takım ilk 10 golcü takım listesinde yer almazken Fenerbahçe’nin maç başı gol istatistiği sıralamaya girmeyi başardı. Sarı Lacivertliler 23 maçta 48 golle maç başına 2.08 ortalama yakalayarak Zenit ve Chlesea’nin önünde yer aldı.

28 Şubat’ın aktörleri için seferberlik emri

$
0
0
28 Şubat sürecinin karanlık günlerinde, gündemi değiştirmek, algıları yönlendirmek için kullanılan figürler vardı. Geçen onca yıl içinde onların gerçek yüzü ortaya çıkmıştı. Ama demek ki görevleri bitmemiş. Bugün yine sahnedeler.Ülkenin gündemi karıştığında ortaya çıkan, o dönemin manşetlerinde, televizyon programlarında boy gösteren insanlar vardır. Akılları karıştıracak söylemlerde bulunurlar. Algı yönetiminde, iddiaların gerçekliğini pekiştirmekte önemli rol üstlenirler. Fakat bu karanlık dönemler geçince onları kimse hatırlamaz. Hatta bu süreçte oynadıkları rol sebebiyle yargılananlar, suçlananlar olur. 28 Şubat sürecinin figürleri bugün de sahnede. İşin trajik tarafı ise o zaman görevleri icabı sindirmeye çalıştıkları tarafından gündeme getirilmeleri.Dershaneler tartışması sırasında Star Gazetesi, 28 Şubat sürecinin önemli figürlerinden eski milli eğitim bakanı Hikmet Uluğbay’ın görüşlerine başvurdu.Uluğbay’ı bilenler hatırlayacaktır, o zamanlarda “İmam hatip liselerine darbe vuran adam” diye manşetlere taşınıyordu. Bakın kaderin şu işine ki Uluğbay, bu sefer, dershanelerin kapatılması tartışmalarında görüşlerine başvuran bir kanaat önderi oluyor ve ‘Dershanelerin eğitim sisteminde yeri yok’ deyiveriyor. Uluğbay, 1999 yılında tabancayla intihar girişiminde bulunmuş, kurşun çenesinden sıyırıp çıkmıştı. Hatta bu intihar girişiminden sonra onunla bugün aynı çizgide bulunan Abdurrahman Dilipak, Uluğbay’la ilgili “İmam hatiplilerin ahı tuttu.” demişti.Cevdet Saral başrolde17 Aralık yolsuzluk operasyonu ile başlayan süreçte medyada yer alan 28 Şubat figürlerinden biri de Cevdet Saral oldu. Dönemin Ankara Emniyet Müdürü Saral, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı gibi devletin üst düzey yöneticilerini dinleme skandalı sebebiyle görevden alınmış, yargılanmıştı. Ama bugün adı Fethullah Gülen ile ilgili yazdığı ve içeriği tartışmalı raporla anılıyor. 28 Şubat sürecinin aktör medyası da bu raporu manşetlere taşımıştı.Bugün Saral yine gazete manşetlerinde, televizyon ekranlarında. Görevden alınmasını bu rapora bağlıyor fakat Aksiyon dergisinde 1999 yılında yayınlanan bir dosyada gerçekler şöyle anlatılıyor: 15 Mayıs 1999 tarihli Hürriyet gazetesinin manşetinde Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral’ın mafya bağlantılarıyla ilgili son derece ilginç bilgilere yer veriliyordu. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Necati Bilican’ın oğlu Murat Bilican, Mustafa Saral adında birini İstanbul Emniyeti’nin elinden kurtarmıştı. Bodrum’da ‘Cohiba Beach’ adlı barın sahibi olan Murat Bilican’ın kullandığı cep telefonunun faturasının, devlet tarafından ödenmesi bir başka şaşırtıcı bulgu. Emniyet müdürü olan Necati Bilican ise faturası ödenen telefon numarasının koruma polislerine tahsis edildiğini söyledi. Dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral’ın soyadı benzerliği sebebiyle ‘Acaba benim akrabam mı’ (!) diye başlattığı araştırma sonunda, Mustafa Saral’ın hayli ilginç ilişkileri, bu arada konunun Emniyet Genel Müdürü Necati Bilican’ı da ilgilendiren bölümleri ortaya çıkınca, oluşturduğu dosyayı alıp Bilican’ı ziyarete gitti. Saral’ın Başbakanlık’tan Dışişleri’ne, Genelkurmay Başkanlığı’ndan Cumhurbaşkanlığı’na, gazetecilerden milletvekillerine kadar birçok kurum ve ismi dinlettiği anlaşıldı. İşte tam bu sırada Saral bazı güç odaklarının desteğini alabilmek için şaşırtıcı bir yola başvurdu. Fethullah Gülen’le ilgili hazırladığı raporu gündeme getirdi. Fakat bahsi geçen dinlemeleri neden yaptıklarını açıklamakta güçlük çekiyorlardı. Fethullah Gülen raporu, Saral ve Osman Ak’ın, bazı çevrelerin kendilerini korumasını sağlamak için son kozuydu.Yani mesele Saral’ın Peygamber Efendimiz’e hakaretlerle dolu Fethullah Gülen raporu değildi. Ama nedense bugün Saral, “Rapor yazdım Amerika’ya gitti” başlığı ile manşete taşındı. Hatta paralel devlet yapılanmasını ilk kez resmi kayıtlara geçiren emniyet müdürü diye lanse edildi.Hele bir bakın 28 Şubat’ın telekulak skandalının kilit ismi Saral’ın söz konusu raporda yazdıklarına: Hz. Muhammed (sas) için ‘Yalancı, hayalperest, hikâyeci’ iftirası kullanılıyor. Fethullah Gülen’in de “Peygamber’in yarım bıraktığı bu ‘yalancı’lığın günümüzdeki temsilcisi” olduğu iddia ediliyor. Raporda İslâm diniyle ilgili ise şu ifadeler yer alıyor; “...Bugünkü modern insanlık, hâlâ bundan 1400-2000 yıl önce birkaç hayal ve rüya görüp “Ben, Allah’ı gördüm, O’nunla konuştum” veya “Ben peygamberim” demiş olan, birkaç hayalperest ve dengesize mahkûmdur...” Bu rapora ve raporu hazırlayan Cevdet Saral ve Osman Ak’a dair Mustafa Karaalioğlu 1999’da şunları yazmıştı: “Kamuoyuna telekulak olayı olarak yansıyan telefon dinleme skandalının perde arkasında önce ‘Ankara ve İstanbul polisleri arasındaki çatışma’ ardından da ‘Fethullah Gülen’e yakın isimlerle ilgili araştırma’ olduğu iddia edilmişti… (Saral için) Dün, son bir gayretle Fethullah Gülen hakkında bir raporu Cumhuriyet gazetesine vererek mevzi kazanmaya çalıştı. Ama, içinde telefon dinleme yoluyla elde edilmiş bilgilere rastlanmayan bu raporun da gelişigüzel ve son anda kaleme alındığı gözlerden kaçmıyordu.” Yorum sizin. Ortalık karışır da İsmail Nacar’a söz verilmez mi? 90’ların o karanlık ve karışık süreçlerinde çok görünen bir figürdü Nacar. İslâmcı yazar olarak bilinen Nacar’ın piyasada gerçek anlamda bir kitabı yok. Sadece televizyon programları ve birkaç provokatif haberde ismi geçiyor. Tarikat şeyhlerine dair Yeşilçam filmlerini andıran anlatımları, dindarları rencide edecek açıklamaları dışında portresine dair çarpıcı bir röportajı Nuriye Akman 1996’da yaptı. Orada da tam olarak açıklayamadığı İran bağlantıları ve karışık bir İslâm anlayışı ortaya çıkıyor. Bugün ise İsmail Nacar, 28 Şubat sürecine destek verdiği için kendisi hakkında ‘istihbarat örgütlerinin karanlık elemanı’ diyen Yeni Akit gazetesine konuşarak Hizmet Hareketi için “Bu yapılanma, İsrail-ABD güdümünde.” diyor. Gazetenin yayın koordinatörü Hasan Karakaya 1997 yılında İsmail Nacar için; “Son günlerde ‘ekran bülbülü’ kesilen ve hem mezhepleri hem de Peygamber’i inkar eden, kol saati markalı ve bir yerden arkalı İsmail Nacar’ı ibretle izledim…” Peki ne oldu da İsmail Nacar, beyanatlarına önem verilir biri haline geldi?Sisi yerine Yusuf ÜnalKadir Mısıroğlu’nun bir kitabında geçen ve defalarca yalanlanmasına rağmen, gündem her karıştığında yeniden ısıtılan bir konu var ki, o da 28 Şubat figürleri gibi yeniden servis edildi: II. Abdülhamid’in torunlarından Kayıhan Osmanoğlu’nun Fatih Koleji’nde burslu okutulmadığı yalanı. Kayıhan Osmanoğlu konuyla ilgili Yeni Akit gazetesine tekzip gönderdi. Böylesi karışık dönemlerin magazinel figürü olmaz mı?28 Şubat sürecinin karanlık isimlerinden Sisi lakaplı Seyhan Soylu’nun yerini bu sefer Fethullah Gülen hakkında suç duyurusunda bulunan ‘gazeteci-yazar’ Yusuf Ünal aldı. Kendisini gazeteci yazar, maskesiz bir kişilik ve gerçek bir düşünür olarak tanımlayan Ünal, mesleki kariyerini ‘üç çocuk’ şarkısıyla zirveye çıkardı! Başbakan’ın üç çocuk talebiyle bu şarkı sayesinde dalga geçiyordu. Eleştirel gazetecilik başarısı (!) olan Emzikli klibi ise onu sürecin en magazinel figürü haline getiriyor. İşte sahnede 28 Şubat sürecinin figürleri. Görünen o ki bir süre daha onları izleyeceğiz.

Vizesiz ülkelere uçuşun tam zamanı

$
0
0
Okullar yarıyıl tatiline girdi. Bunu fırsat bilenler tatile çıkmaya başladı. Siz hâlâ bu konuda plan yapmadıysanız ve özellikle yurtdışında güzel bir tatil düşünüyorsanız harekete geçmenin tam zamanı.Neden mi? Başta THY olmak üzere Pegasus, Atlasjet, Onur Air ve SunExpress, gibi havayolu şirketleri ve tur operatörleri özellikle vizesiz gidilebilen ülkelerin çoğuna cazip kampanyalar düzenliyor. Malum yurtdışında yeni yerler keşfetmek isteyenlerin en büyük sorunu pasaport ve vize işlemleri. Vizesiz ülkeler konusunda en popüler yerler Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve tabii ki Balkan ülkeleri. Kısa süreli seyahatle ulaşabileceğiniz bu tatil merkezleri, kültür ve sanat merkezlerinin yanı sıra tabiat varlıklarıyla da ilk akla gelen yerler arasında.Kış sezonunda özellikle kayak merkezlerine oldukça yoğun ilgi gösteriliyor. Havayolu şirketleri de artan talebi karşılamak amacıyla kayak merkezlerine gerçekleştirdiği uçuşlarda ya uçak tipini büyütüyor ya da ek sefer düzenliyor. Bu dönemde yurtiçinde Kars Sarıkamış, Kayseri Erciyes ve Erzurum Palandöken’e ya da vizesiz şekilde Makedonya’daki Üsküp Mavrovo, Rusya’daki Sochi, Ukrayna Lviv’deki Bukovel, Sırbistan’daki Belgrad Kapaonik, Saraybosna’daki Bjelasnica, Karadağ’daki Zabljak ve Kosova’daki Brezovica’daki kayak merkezlerine en uygun fiyatla gidebilirsiniz.VİZE EVRAKLARI BIKTIRDISon dakikada kabul edilmeyen vize başvuruları, tatilcileri hayal kırıklığına uğratmakla kalmıyor uçak bileti ve tatil rezervasyonlarının iptali nedeniyle ciddi maddi kayıplara neden oluyor. Tatilciler genel olarak vize işlemlerinin uzun sürmesi, istenen evrakların fazlalığı, yüksek vize ücreti ve görevlilerin kaba davranışlarından rahatsızlık duyuyor. Vize uygulamasının dolaşım özgürlüğünü kısıtladığını düşünen ve buna tepki gösteren tatilciler, Türkiye’nin de vize uygulayan ülkelere aynı şekilde karşılık vermesini istiyor.Türkiye’ye vize uygulayan ülkeler, bitmeyen istekleri nedeniyle tatilcileri bezdirdi. Seyahat severler arasında yapılan araştırmaya göre, her 4 kişiden biri yaşadığı sıkıntılar nedeniyle vize uygulayan ülkeye gitmek istemiyor. Uçak bileti, otel ve araba kiralama fiyatlarını aynı platformda karşılaştıran, uluslararası seyahat arama motoru Skyscanner’ın verilerine göre Türkler, vize uygulayan ülkelerden olabildiğince uzak duruyor.Türklere vize uygulamaya başlayan Hırvatistan’a Türkiye’den gerçekleştirilen uçak bileti aramalarında da yüzde 58 düşüş görüldü. Avrupa Birliği’ne geçen Hırvatistan, 1 Nisan 2013’te vize uygulamaya başladı. . Araştırmada, Türklerin yüzde 71’i, vize isteyen ülkeleri ziyaret etmeyi düşünmediğini ve seyahat planlarına dahil etmediklerini belirtti.Türkiye’ye vize uygulamayan ülkeler arasına Vanuatu da eklendi. Okyanusya’nın küçük ada ülkesi Vanuatu ile Türkiye arasında turistik seyahat amaçlı vizeler kaldırıldı. Böylece Türk vatandaşlarının vizesiz seyahat edebildiği ülke sayısı 60’a yükseldi. Resmi adıyla Vanuatu Cumhuriyeti, Güney Pasifik Okyanus’ta yer alan bir ada ülkesi. Türkiye’den direkt uçuşun bulunmadığı Vanuatu’ya Yeni Zelanda, Güney Kore ve Singapur üzerinden gidilebiliyor.Sabiha Gökçen’den paralı hızlı geçişİstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı işletmecisi İSG, daha hızlı ve konforlu işlem sağlayan ‘Fast Track’ hizmetini satışa sundu. İç hat yolcuları, ‘DOMFAST’ kodlu ürünle, terminalde CIP geçişinden hızlı geçiş yapabiliyor, DOMCIP kodlu ürünle LGM Lounge alanından yararlanabiliyor. Dış hat yolcuları da ‘INTFAST’ ürünüyle güvenlik ve pasaport kontrolünde CIP geçiş noktalarını kullanıyor. ‘INTCIP’ ürünüyle LGM Lounge’dan, ‘INTPLUS’ ile hem CIP geçişlerinden hem de LGM Lounge’dan faydalanılıyor.Pegasus umre izni bekliyorSuudi Arabistan havacılık otoritesinden umre uçuşları için izin alan Pegasus Havayolları, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden (SHGM) çıkacak onayın ardından charter (tarifesiz) uçuşlara başlayacak. Şirket, SHGM’den gerekli iznin çıkması halinde İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Cidde’ye 7, Medine’ye 4 sefer olmak üzere kutsal topraklara haftada 11 uçuş düzenlemeyi planlıyor.

İktidar devletle bütünleştikçe statüko refleksleri veriyor

$
0
0
Yeni Asya Gazetesi Gazetesi’nin genel yayın müdürü Kazım Güleçyüz, yolsuzluk ve rüşvet iddialarında gelinen noktayı değerlendirdi. Güleçyüz’e göre manşetlerin de üslubun da çivisi çıkmış durumda ve bu üslupla Türkiye’de kardeşliği sağlamak mümkün değil.Türkiye, içinde bulunduğu sıkıntılı süreci atlatmaya çalışıyor. Bu dönemde Yeni Asya gazetesinin sağlam durduğu söyleniyor. Siz ‘dik durmak'la aslında ne yapıyorsunuz?Ülkenin içinde bulunduğu bu sıkıntılı süreçte bir tarafta değil, haktan ve doğrudan yana olmaya çalışıyoruz. Hak ve doğru olan prensipler bizim için önemli. Yeni Asya, özellikle inançlı insanların, ortak değerleri paylaşanların siyasi iklimde kutuplaştırılmasını, karşı karşıya getirilmesini doğru bulmuyor. Sorunlar yapıcı, medeni, birbirimizi anlamaya çalışan bir üslup ve tavırla ifade edilmeli. Yeni Asya bunu yapmaya çalışıyor. Said Nursi'nin ‘Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez' düsturu çerçevesinde yayıncılık yapmaya çalışıyoruz. Bu itibarla fevrilikle ani çıkışlar düzeysizlikler bir fayda vermiyor. Aksine bunu yapınca, ülke ve İslamiyet zarar görüyor. Bakın ‘dindarlar birbirine girdi' diye el ovuşturanlara gün doğuyor. Bu süreçte siz, gazeteniz ya da yazarlarınız bir baskıya maruz kaldı mı?Farklı kanallardan geliyor tabii. Her zaman olagelen bir durum bizim açımızdan. Psikolojik bir savaş ve harekât yöntemiyle yürütülüyor bu tarz şeyler. O anlamda bize yönelik tavırlar sadece son dönemle sınırlı değil. Eskiden beri hep vardı. Mesela 12 Eylül'de 471 gün kapatıldık. Darbe anayasasına o gün hayır dediğimiz için. Gazetemizin kapatıldığı dönemde de farklı isimlerle düşüncelerimizi yazmaya devam ettik. 28 Şubat'ta da defalarca toplatıldık ve 1 ay kapatıldık. Baskılar hiç eksik olmadı ki.Bugün geldiği nokta itibarıyla 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonu hakkında ne düşüyorsunuz?Bir yerde yolsuzluk ve rüşvet iddiası varsa, buna karşı izlenecek yöntem belli. Gerçi kendileri de diyor ‘Ucu kime dokunursa dokunsun sonuna kadar gidilsin' diye. Ama öbür taraftan da yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarının önünü kesecek ardı arkası kesilmeyen, emniyet ve yargıdaki tasfiyelerle, adeta püskürtme operasyonu yürütüyorlar. Hâlbuki Türkiye'de esas ihtiyaç yapısal bir demokratikleşme, gerçek bir hukuk devleti ve şeffaf bir işleyiş. Ama bunun en önemli şartlarından biri olan Anayasa meselesi çözülemedi, darbe anayasasından hala kurtulamadık. Bu anayasa bugünkü birçok sorunun kaynağı. Şikayet edilen derin yapıların, bürokratik oligarşinin yolsuzlukların ve bilumum karanlık yapılanmaların… Camiaya karşı düne kadar ‘Cemaat devlete sızmış, buna kargalar güler' denirken, şimdi ‘paralel devlet, haşhaşi, in' gibi sesler yükseliyor kürsülerden. Bu söylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?‘Manşetlerin çivisi çıktı' demiştik bir manşetimizde. Burada da üslubun çivisi çıktı diyebiliriz. Böyle bir dil ve üslupla, ‘yalancı peygamber, sahte veli' noktasında vardıran tekfir mantığıyla hareket ediliyor. Bu üslupla Türkiye'de kardeşliği sağlamak mümkün değil. Bu üslup tahrip eder, yıkar. Gönülleri yaralar. İncinen milyonlar söz konusu. Bu dil ve üslupla bunun buraya taşınmaması gerekirdi. Tartışmanın ve mücadelenin de bir adabı, ahlakı olmalı. Ama artık bu sınırın çok aşıldığını görüyoruz. Zamanında çok yakın durulan insanlara ağır ve ağza alınmayacak ifadelerle hücum edilir gibi saldırılıyor. Bizim de ifade ettiğimiz birtakım eleştiriler var elbet. Bir camianın ‘iktidar çekişmesi' gibi gösterilen bir tartışmada isteyerek veya istemeyerek yer alması normal değil. O cemaat için de sağlıklı olmayan, zarar veren bir durum. Öyle ki hangi taşı kaldırsanız, altından cemaat çıkar algısı olmuş. Camianın içinde de bunun özeleştirisi mutlaka yapılıyordur. Cemaatin dünyevi işlerle içli dışlı gösterilmesi iç muhasebe anlamında gözden geçirilmeli. Ayrıca, dillerden düşürülmeyen paralel yapı iddiası çok sağlıksız bir değerlendirme. Bir başka derin yapı var bana göre. Bu yapı sanki camiayı hedef gösteriyor, iktidarla camiayı kapıştırıyor ve kendi amaçları doğrultusunda ciddi mesafe alıyor. Evet, bir derin yapı var. Ama bu yapının iktidarı kullanmadığını nerden bilebiliriz? İktidar cenahının kolaylıkla camiaya yönelttiği bu suçlama, pekâlâ bugünkü anayasanın devam ettirdiği puslu yapı içerisinde iktidara da izafe edilebilir.Bunu yorumu neye dayanarak yapıyorsunuz?İktidarın statüko ile iyice bütünleştiği değerlendirmelerine dayanarak. Devletin bütün kurumlarını iktidar kontrol altına aldı. Çankaya iktidar partisinden birinin bulunduğu bir konumda, MİT kesinlikle iktidar partisinin kontrolü altında. 12 Eylül 2010 referandumuyla yargı da büyük oranda etki altına alınmış durumda. Ve birçok sivil toplum kuruluşu olarak anlatılan kitle örgütleri üzerinde de ciddi manada tesirli. Medyada etkili bir nüfuzu var. Ne kadar iktidarı pekiştirmeye yarayacak araç varsa, önceki iktidarlarla kıyaslanamayacak şekilde kullanıyor. Devleti putlaştırma, devlet için evlatlar feda edilebileceğinin söylenmesi, devlet geleneklerinin hatırlatılması statükonun izleri. AK Parti'nin göreve geldiği ilk yıllardaki reformcu kimliğinden uzaklaşarak, devletleştiğini mi söylüyorsunuz?Tabii. Bu noktadaki yorumlar gittikçe artıyor. Devletle bütünleştiği ölçüde, işte bu refleksleri vermeye başlıyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'ın daha görevinin ilk günlerinde ‘Allah şirk, devlet şerik kabul etmez' ifadesi ‘devlet benim' zihniyetini gösteriyor. Çok da eleştirildi. Şüphesiz hâkimiyet ortak kabul etmez, yönetmenin kuralıdır. Vesayete karşı demokratik birtakım çözümler de geliştirilmeli. Ama farklı bir şey var. ‘Şerikler ortaya çıktı, benim iktidarımı paylaşmak istiyor, bana ihanet ediyor, arkamdan hançerliyor. Çok safmışız, farkına varamamışız.' diyorlar. İktidar devletle bütünleştikçe statüko refleksleri veriyor. Satükoyla özdeşleştikçe de eleştiriye tahammülsüz hale geliyorlar. Bir de demokratik işleyişte STK'ların eleştirisini yapması gerekirken, şimdilerde bütün STK'lar alkışçı olarak görülmek isteniyor. Ki buna gönüllü olanlar da var. Eleştiriden haz etmiyor, ciddi manada rahatsızlık duyuyorsanız, başka bir sıkıntı vardır. Bu noktada demokratik olgunluktan söz edilemez.Kendini iktidara endeksleyen bir grup, STK olmaktan çıkar Sözleriniz 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiasından hemen sonra birtakım cemaat ve STK'lar milli irade platformu adı altında yayınlanan bildiriyi hatırlattı. Siz o bildiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz?Milli iradeye destek gerekçesiyle kendini adeta iktidarla özdeşleştiren bir sakıncalı yaklaşım. STK dediğiniz şey bağımsız olmalı. Kendini iktidara endeksleyen bir grup, sivil toplum örgütü olmaktan çıkar, etkisizleşir. Bu tutumun olumsuz sonuçlara yol açtığını 28 Şubat'ta gördük. Kendini o zaman iktidar partisiyle çok bütünleştirme hatasına düşenler, iktidarı hedef alan kampanyalar neticesinde zarar gördü. İktidar partisi çekildi, parti kapatıldı. Bahane irticaydı. Bununla sınırlı kalmadı. Daha sonra o parti ve iktidara destek veren, kendini özdeşleştirircesine tavır sergileyen STK'lar da çok sıkıntı çekti. Ağır bedeller ödedi. Aynı hata şimdi geniş bir ölçekte tekrarlanıyor.Bütün bu yönleriyle bakınca ‘İkinci bir 28 Şubat hatta daha beter bir dönem yaşanıyor' yorumlarına katılıyor musunuz?Bir cihetiyle tersine 28 Şubat olduğunu söylemek mümkün. Daha geçtiğimiz günlerde MİT'in paralel devlet yapılanması olarak gördüğü dini grupları takibi noktasında yayınlamış olduğu belge bunun örneklerinden. 28 Şubat'tan farklı olduğu tek nokta, o zaman askerin, medyanın, iş dünyasının, rektörlerin, yüksek yargı ve bürokrasinin iktidara karşı oluşturduğu bir koalisyon vardı. İktidar şu anda camiaya karşı, beraberinde diğer cemaatlere sıçramasından endişe edilen bir operasyon mantığı içerisinde. Psikolojik harekât, yıpratma ve tasfiye mantığıyla hareket ediliyor.Bahsettiğiniz belge, aşırı sağ, sol irticai diye suçların tasnif edildiği, birçok cemaati tehdit ve tehlike olarak gören 2010 fişlemeleri olmalı. Bu bağlamda, MİT sivilleşti yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Eski alışkanlıklar hâlâ devam ediyor elbette. Türkiye'de resmi ideolojiye dayanan bir anlayış var ve bu hiçbir zaman değişmez, değişmedi. Jandarma'nın hazırladığı bir belgeydi bu bildiğim kadarıyla. Akit'in yayınladığı bir fişleme belgesi daha vardı hatta. Gerçi Akit ‘Bu belge Hakan Fidan'dan önceydi. Fidan, bunu yapan ekiplere karşı mücadele başlattı' diye savundu daha sonra. Ama en son belge aynı kapıya çıkarıyor. 28 Şubat'tan bu yana pek bir şeyin değişmediğini, reflekslerin aynen devam ettiğini gösteriyor. Bu konu gündeme geldiğinde Hüseyin Çelik'in bir ifadesini hatırlıyorum: ‘Kurumun başına Ahmet ya da Mehmet getirilmesiyle eski alışkanlıklar, refleksler birden ortadan kalkmıyor.'Endişelerimi iktidar cenahından bir isim tarafından doğrulayan bir ifadeydi bu. Ama bu konu üzerinde çok durulmadı sanki.Durulmadı. Çünkü bunun iktidar ve politikalarını gözü kapalı destekleyen medya, başka konulara odaklanmıştı. Şu anda da bakıyoruz, 28 Şubat'tan farksız bir üslupla, karalama, itibarsızlaştırma ve yıpratma kampanyası yürütülüyor. 28 Şubat medyası ile bugün yapılan bir kısım yayınlara baktığımızda yer yer çok daha ileri boyutlara gidildiğini görüyoruz.İktidar, Milli Görüş reflekslerini yansıtan bir çizgide duruyorFişleme meselesi hep camia üzerinden ele alınıyor. Oysa fişleme belgesinde pek çok cemaatin adı geçiyor. Sizin de temsil ettiğiniz grubu rahatsız ediyor mu?Biz artık şerbetli hale geldik. Derin devlet dediğimiz yapıya hâkim anlayış, Türkiye'de ekseriyeti oluşturan dindarları bir tehlike olarak gördü. Ve bunu irtica yaftasıyla damgaladı. Alt başlıkları da tarikatlar ve cemaatlerdi. Eline fırsat geçse ki geçtiğinde neler yaptığını gördük. Üstad Hazretleri'ne ve vefatından sonra talebelerine yaşatılan zulümler ortada. Kendi halkının büyük çoğunluğunu tehlike olarak gören bir anlayış ile karşı karşıyayız. Hâlâ bu anlayış ortadan kalkmış değil. Özellikle iktidar cenahındaki sağduyulu insanların bunun farkına varması lazım. ‘Biz ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz? Dindar kitlelerle aramızı açacak bu söylemlerle ne yapmaya çalışıyoruz?' diye kendilerini sorgulamalılar. Gerçi sorgulamaya kalkanlar da kendilerini disiplin kurulunda buluyor o da ayrı bir sorun. Çok sağlıksız bir yola girmiş durumda iktidar. Kendi grubunuzda fişlemelerden dolayı mağduriyet yaşayan, işinden olanlar var mı?Özellikle ‘ustalık dönemi' diye ifade ettiği, iktidardaki üçüncü döneminde çok fazla bürokraside arkadaşımızda yoktu, iddiamız da. Ama bizimle irtibatlı olan arkadaşlarımızı önceden tasfiye ettiler. Ustalık dönemi demişken, başbakanın bu dönemde milli görüş refleksleriyle hareket ettiği yorumları yapılıyor. Siz bu yoruma katılıyor musunuz?Bunu söyleyenlerden biriyim. Ama baktığınızda Milli Görüş başlı başına incelenmesi gereken bir konu. Bizim kriterlerimiz açısından, eleştirilmesi gereken yönleri var. İktidar önceleri ‘değiştim, milli görüş gömleğimi çıkardım' deyip, şimdi geldiği noktada milli görüş reflekslerini yansıtan bir çizgide duruyor. Sizce nedir Milli Görüş refleksi?Din ve siyaset ilişkisinde, dindar kimliğini öne çıkararak siyaset yapma. Böylece dini de siyasi tartışmaların bir konusu bir aracı haline getirme sonucu veriyor. Dindar nesil yetiştirmekten bahsedilince bu bir siyasi proje gibi algılıyor karşıtları. Alerjiye sebep oluyor. Said Nursi ‘İman hakikatleri bütün siyasi cereyanların üzerindedir' diyor. Güneşe benzetiyor. Güneş yerdeki ışıklara tabi olmaz. Din, dünyevi siyasi çekişmelerin konusu haline getirilmemeli. İnsanlar sizin şahsınızda dine karşı cephe alır. Zaten dinini doğru dürüst bilmiyor. Sizin yanlışlarınızı görerek, dışlayan, ötekileştiren, kutuplaştıran, suçlayan tavırlarınızı görerek bu sefer dine karşı cephe alıyor. Bu ciddi bir vebal. Oysa herkesin dine ve iman hakikatlerine ihtiyacı var.‘Biz varsak varsınız, yoksak yoksunuz' yorumuna önce cemaatler itiraz etmeliBülent Arınç, cemaatler için ‘Biz varsak siz de varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz' ifadelerini kullandı? Devlete mi bağlıdır cemaatlerin varlığı?Son derece abes bir ifade. Bu parti 2001'de kuruldu, 2002'de iktidar oldu. Peki, 2001'den önce Türkiye'de cemaatler, tarikatlar yok muydu? Tarikatlar asırlardır devam eden dini yapılar. Sahabe devrine uzanan köklü tarikatlar var. Bunlar bugünkü iktidarla doğmuş değil. Cemaatler de aynı şekilde. Risale-i Nur Hareketi 1927'de Nurları telif etmeye başladığı zaman oluşmuş. Fıtri bir şekilde, eserler yazıldıkça, etrafında halelenen bir cemaat teşekkül etmiş. Süleyman Efendi, Zahid Efendi, İsmailağa ve Aziz Mahmud Hüdai Hz. Nakşi, Kadiri tarikatlarının varlığını bu iktidara bağlamak yanlış. İşte bu sözleri iktidara destek veren birtakım cemaat ve tarikatların daha iyi değerlendirmesi lazım. Biz varsak varsınız yoksak yoksunuz gibi bir değerlendirmeye önce onların itiraz etmesi lazım. Daha evvel milli irade gerekçesiyle gazetelere ilan verenler, şimdi bu sözlerin son derece sakıncalı ve yanlış olduğunu, cemaatlerin bu şekilde siyasetle bütünleştirilmesini tasvip etmediklerini kamuoyuna bildiren bir ilanat yapmalı. Bir gün bu iktidarın sonu geldiğinde, iktidarla beraber cemaatler de tarihe mi karışacak? Böyle bir şey olabilir mi? Bunlar siyaset üstü oluşumlardır. Sen bunları siyasete endekslersen, evvela bu hizmet hareketlerine kötülük yapmış olursun.Ergenekon ve Balyoz sanıkları için yeniden yargılamanın gündeme getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?Bu davalarda yer yer kurunun yanında yaş da yanmıştır. Adil yargılamaya riayet edilmiş midir? Uzun tutukluluk süreleri mağdur olanlar olmuştur. Bunların düzeltilmeli. Ama madalyonun öbür yüzüne baktığımızda, söylem ve eylemleriyle meydan okuyarak, yargılanırken daha hâkimlerin gözünün içine baka baka, “Yarın şartlar değişince, sanık sandalyesine siz oturup, hesap vereceksiniz' diye onları tehdit eden, yaptıklarının arkasında duran, BÇG'yi, birinci ordudaki semineri savunanlar var. Eğer yeniden yargılama kapısı açılıp da, onların da masum gösterileceği, bir süreç başlatılırsa, bu çok sakıncalı bir netice verir. Ve iktidarın vesayetle, darbeyle mücadele ettiği iddiasının yine boşlukta kalmasını netice verir. Esas endişe duyulması gereken ise, aleni bir darbe yaklaşımı içinde olanların serbest kalıp, darbecilik suç değilmiş algısının oluşmasıdır.Uzun süre içerde tutulmanın getirdiği rövanş, intikam duyguları içinde salıverilmeleri durumunda nelere tevessül edebilecekleri insanı ciddi endişelendiriyor. Yeni Asya'nın mutfağında yetişmiş, sizin yetiştirdiğiniz isimler var. Mücahit Bilici, Sadık Yalsızuçanlar, Senai Demirci ve Metin Karabaşoğlu gibi. Kimi kitaplarıyla kimi de yazılarıyla gündemde. Nasıl buluyorsunuz durdukları noktayı?Birçok arkadaşımızla çok güzel ses getiren çalışmalar yaptık. Burada yetiştiler. Hâlâ o güzel çalışmalarını devam ettirdiklerini söylemek mümkün. Yalnız bazen siyasi konularda farklı tavırlar koyabiliyorlar. Belki bu bir yere kadar doğal. Ama tavsiyem özellikle gergin dönemlerde, duyguların taşkın olduğu dönemlerde geri planda kalmalarıdır. Çünkü esas onlardan beklediğimiz hizmetler, fikri, imani, İslami konularda çalışmalar yapmaları. Günlük, siyasi çekişmelerde adlarının geçmemesi. Siyaset yıpratır. Siyaset söz konusu olunca itildi sağduyuyu kontrol etmek çok kolay olmuyor. Yeni çıkan kitabınız İman Hizmeti'nde, Hazret-i Âdem'den bu yana devam eden iman hizmetini anlatıyorsunuz. Ahir zaman denilen bu dönemde, iman hizmeti nasıl olmalı?Ahir zaman dediğimizde, bu dönemin özelliklerin Bediüzzaman çok güzel tespit ermiş. Eskiden teslime dayalı bir iman vardı. Ama ahir zamanda ilim ve fen gelişmiş. İnsanlar akli izah ve ispatlara önem verir olmuş. Eskiden inkâr ve delalet cehaletten gelir diyordu, şimdi ilimden geliyor. İlme dayalı bir inkâr içinde olma durumuz söz konusu. Aklı ispat eden kalbi doyuran izahlarla yeni bir izah tarzı ortaya koymuş. Said Nursi'nin iman hizmeti ve tahkiki iman dediği şey de, akıl ve bilimle tahkim ve takviye edilen bir iman olduğunu söyleyebiliriz. Bu zamanda aklı ve bilimi kullanarak iman hizmeti yapılabilir.Tekke-zaviye kapatanlarla, dershaneleri kapatmak isteyenlerin anlayışı, aynı yasakçı zihniyetSürekli darbe anayasası vurgusu yapıyorsunuz. Yeni Anayasa konusunda büyük bir çoğunluk umutlanmıştı. Şimdilerde hükümet paketlerle yeni anayasa yapılabileceği kanaatinde. Paket paket değişikliklerle ülkeye demokrasi gelir mi?Gelmez, gelmeyeceği de aşikâr. Yapılan paketlerin çoğu konjonktürel oluyor. En son çarpıcı örneğini HSYK düzenlemesinde gördük. Büyük reform olarak takdim edilen ve referandumda yapılan düzenlemelerde, ‘artık yargı bağımsızlığı, üstünlerin hukuku sağlandı' denildi. Üç buçuk yıl sonra istikamet tamamen değiştirilip, eskisinden daha beter bir sisteme dönülmek isteniyor şimdi. Türkiye'nin yapısal ve köklü değişimlerle demokratikleşme zemini oluşturulmalı. Bunun yanı sıra önemli olan bir diğer nokta ise eğitimde ciddi reformlar yapıp, bu sistemin demokratikleştirilmesi lazım bütün kademelerde. Şimdi okullarda okutulan bütün sınıflara bakın, baştan sona resmi ideoloji propagandası yapılıyor. İlgisiz ders kitaplarında dahi. Dershaneler de eğitimde reform gerekçesiyle kapatılacak…Dershaneler eğitim sisteminin doğurduğu bir sonuç. Okullardaki eğitim, sistemin doğurduğu ihtiyaçlara cevap veremediği için, dershaneler devreye giriyor. Okulların açığını bunlar kapatıyor. Siz evvela eğitim sistemini ıslah edin ki, dershanelere gerek kalmasın. Kapatma çözüm değil. Sonrasında farklı sorunlar oluşabilir. Daha önce tekke ve zaviyeleri kapatarak bu sorunu çözeceğini sanan anlayış, dershaneleri de kapattım oldu düşüncesinde. Yasakçı, ‘ben yaptım, oldu' yaklaşımı doğru ve demokratik değil. Sosyal gerçekler böyle emir komutayla, yasaklarla tanzim edilemez.

Dindarlar, geçmişte çok acılar çektiği için hükümete karşı korumacı

$
0
0
Mazlum Der eski Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu, İslami söylemlere sahip STK ve sağ kesimi, hizmet hareketine karşı yürütülen kampanyada hükümete eklemlenmekle eleştiriyor. Bugün kendini hükümete eklemleyenlerin yarın başka konuda da özgün bir duruş sergileyemeyeceğini söyleyen Gergerlioğlu ile sivil toplum örgütlerinin geldiği noktayı konuştuk.Uzun yıllar sivil toplum kuruluşunda aktif rol alan biri olarak bugün bazı STK’ların devletle birlikte Hizmet Hareketi’ni hedef alan kampanyalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?Güçler arasında çatışmalar çekişmeler olabilir ama sivil toplum örgütlerinin bağımsız kuruluşlar olması gerekir. Adı üstünde ‘hükümet dışı kuruluş’. Bunların bir özgünlüğünün olması gerekir. Cemaat mensubu değilim ben. Doğru ne ise onu demeye çalışıyorum. Cemaat ve medya mensupları yanlış yapıyorsa onu da söylemek lazım. Ama bugün gündemde olan tetikçilik. Şimdiki halde kavga maalesef çok kötü bir boyuta geldi. Başbakan’ın sert söylemlerinden sonra bir çekişme ortamı oluştu. Bakıyorsun birileri de birilerine yaranabilmek için seviyeyi düşüren yayınlar yapıyor. Ve insanlar da bunun peşinden koşuyor. Burada akıl, mantık, haya, izan ve insaf duyguları hâkim gelmezse, taraftarlık oluşursa bunun sonu gelmez.Geçtiğimiz haftalarda gazetelere Hizmet Hareketi aleyhine bir ilan verilmişti. Bu ilanda birçok STK’nın imzası vardı. Bugün STK’lar vasfını kaybederek devlete eklemleniyor diyebilir miyiz?Türkiye’de on yıl öncesine kadar derneklerin kongrelerinde hükümet komiseri olurdu, kongrede hükümet adına izlerdi. Böyle bir garip durum vardı. Bunlar zamanla kalktı. Ama Türkiye toplumunun kafasındaki sivil toplum anlayışı maalesef tam yerine oturmadı. Yeri geldiği zaman bir yerlerin peşine takılma ihtiyacı var sürekli. Ben o ilanda da aynı şeyin olduğunu düşünüyorum. AKP tarafından hazırlanan bir ilan. Parası yine parti tarafından ödenerek gazetelere dağıtılıp, STK’lardan altına imza atmasının istendiğini düşünüyorum. Bu noktada da orada imzası olan kuruluşlar STK olma vasfını kaybeder tabii. Maddi ve manevi birtakım eklemlenmelere başlanırsa güç zor durumda kaldığı zaman ona destek vermeye kendinizi mecbur hissetmeye başlarsınız.Sağ kesimde yolsuzluklara karşı ciddi bir tavır olmadığı görülüyor. Sizce bunun sebebi ne?Türkiye’de klasik sağ seçmen önemli travmalar yaşadı. Dindar camia yıllardır dışlandı, ötekileştirildi, iktidardan uzak tutuldu. Muhtıralar verildi, çeşitli yasaklar uygulandı. Buralardan yola çıkarak sürekli bir alerji ve reaksiyon hali oluştu sağ partilerin tabanında. “Birileri bizi yıkacak, birtakım güçler üstümüze geliyor. İç ve dış mihraklar var. Onlar bizi yıkmaya çalışıyor.” gibi bir fikir oluştu. Bu çok itici bir güçtü. Bu itici güç nedeniyle eleştiri geleneği unutulmaya başlandı. Sağ kesim geçmişte çok acılar çektiği için bugün İslami söylemlere sahip iktidara karşı çok korumacı davranıyor. Tamam, bir partiye oy verip destekliyorsun, iktidara getiriyorsun bu güzel bir şey ama iş zaten bundan sonra başlar. Yani iktidara getirdikten sonra. Bu aslında güce ve iktidara karşı çok da büyük bir iyiliktir. Çünkü eleştirerek onların yozlaşmasının ve kirlenmesinin önüne geçer eleştiri geleneği.Türkiye’de bu eleştiri geleneğinin gelişmesine çok izin verilmiyor ama…Evet, eleştiren hain ilan ediliyor ve kitleler de bu söylemin arkasından giderek eleştirene saldırıyor. Biz bunu çok görüyoruz. Eleştirenlerin dışlandığı, niyetlerinin başka olduğu anlayışını görüyoruz. Son dönemde olan da bu. AKP içinde bile eleştirenin hemen istifası istendi, disiplin kuruluna sevk edildi. Aslında eleştirenler çok önemli şeyler söylüyordu parti içinde. Onların sözleri dinlense çok daha doğru bir yere gelinebilirdi. Çünkü önemli uyarılar vardı. Gerek Gezi sürecinde, gerek bu son gerginlikte. Eleştirileri dinlemezseniz çok doğru bir yere gelemezsiniz. Belki başarılı olursun. İstediğini ezip geçersin ama hakkaniyet, adalet duyguları incinir bundan.Hain yaftası yememek için iktidarla ters düşmemek mi gerekiyor?Evet, mesela Mazlum Der’de yıllardır Kürt sorunu hakkında neler söylediğimizi biliyorsunuz. Kuvvetli milliyetçi rüzgârlar esse de biz sürekli hak ve adalet yönünde durduk. İnsan haklarını önceleyerek herkese eşit mesafede durmaya çalıştık. Kürt sorununda hükümetten önce de “Çözüm savaş değil barıştır, insan haklarına riayettir.” dedik. O zamanlar İslami STK’lar bizi yerden yere vuruyordu. “Kürtçüsünüz, şucusunuz, bucusunuz.” diye… Yıllarca uğraştık anlatamadık. Ama hükümet bir açılım başlattığı anda hiç sorgulamadan dün şiddetle eleştirdiği sözleri bugün ayakta alkışladı. Yani demokrasi içselleşmemiş. Yarın hükümet barış sürecinden çark etse onlar da yine eskiye dönecek. Bu STK mı şimdi?28 Şubat’ın tokadını yemiş, o dönemde fişlenmiş birçokları bugün yapılan fişlemeleri, tasfiyeleri alkışlıyor…İktidar, insanları birtakım korkularla yanına çekmeyi başarıyor. İktidarın kendi gücüyle cemaatleri yok etmeye çalışması sorunlu bir durum. Bir başka cemaat bugün iktidarın yanında mevzilenerek diğerinin tahrip edilmesini seyrediyor ya da alkışlıyorsa yarın öbür gün onun da başına gelebilir. Çünkü hiçbir şeyin garantisi yok. Bugün iktidarla aranız iyi olsa da bozulabilir. Bugün size destek veren iktidar yarın size sırtını çevirebilir. Ve hakkınızdan gelir, size de büyük zararlar verdirebilir. Burada bir adalet savaşı oluyor ve insanlar güçlü olanın yanında olmayı tercih ediyor.İsrailli yetkililere dava açmaya hükümet izin vermediSon dönemde gündeme getirilen konulardan biri de Mavi Marmara olayı. Bu konuda camiaya yapılan eleştirilerin haksız olduğunu söyleyen Ömer Faruk Gergerlioğlu, Başbakan’ın “one minute” ile başlayan ve Mavi Marmara ile devam eden tavrını sıra somut adım atmaya geldiğinde sürdüremediği görüşünde. Sebebi ise 2008 yılında Gazze katliamı olduğunda Mazlum Der’in İsrailli yetkililer hakkında suç duyurusunda bulundukları davanın açılmasına Başbakan’ın izin vermemesi. “Dava açılsa İsrailli yetkililerin Türkiye’ye girişleri halinde tutuklama ihtimali vardı. Bugün İspanya, İngiltere ve başka ülkelerde dava açıp bu insanların ülkelerine girişini yasaklayanlar var.” diyen Gergerlioğlu, “Sanırım İsrail’in dünyayı saran dev gücü hesap edilmişti. Şimdi bu dev gücü hesap eden cemaate karşı celallenenler o zaman bu ince hesabı yapmamıştı.” diyor. Burada İsrail’in de Türkiye’nin yapabileceklerinin sınırını gördüğünü söyleyen Mazlum Der eski Başkanı, “Açılabilecek bir dava Erdoğan izin vermediği için açılmadı. Mavi Marmara’da 9 kişi şehit olduktan sonra da hukuki süreç hükümet tarafından bilerek konjonktür hesaplarıyla uzatılmıştı.” hatırlatmasını yapıyor. Gergerlioğlu, camianın “Yenemeyeceğin muhataplarla diplomatik ilişkilerini sevmesen de devam ettirmek zorundasın.” fikrini eleştirirken İsrail’e karşı onurlu bir duruşun olmadığı görüşünde.

İşsizlere işsiz danışman mı olur?

$
0
0
Geçtiğimiz yıllarda işsizlere rehberlik etmesi maksadıyla uygulamaya konulan İş ve Meslek Danışmanları Projesi, fiyaskoyla karşı karşıya. Atama bekleyen binlerce kişi bulunmasına rağmen sınav hâlâ yapılıyor ve sistem, sertifikalı ‘işsiz’ danışmanlar üretmeye devam ediyor.Son yılların popüler mesleklerinden biri, İş ve Meslek Danışmanlığı (İmd). Avrupa’da yıllardır var olan, Türkiye’de ise yeni oturtulmaya çalışılan bir sistem. Çalışma hayatına yeni başlayacaklar, işsizler, meslek edinmek, değiştirmek ve ilerlemek isteyenler için danışman yetiştirilmesini öngörüyor. 2011’de yine işsiz olan lisans mezunu gençlere fırsat olarak uygulamaya koyuldu. 2012’de yapılan ilk atamayla birlikte 4 bine yakın lisans mezunu Türkiye İş Kurumu’nda (İŞKUR) iş ve meslek danışmanı olarak istihdam edildi. Bu süreçten sonra sertifika almaya hak kazanan binlerce kişiyi ise kötü bir sürpriz bekliyordu. Zira o tarihten sonra ikinci bir atama yapılmadı. Mağduriyetlerini anlatmak isteyen İş ve Meslek Danışmanları, Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakan’a, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan (ÇSGB) Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na kadar çalmadık kapı bırakmadı. Hatta sıkıntıları gündeme taşımak maksadıyla sanat ve spor dünyasının tanıdık simalarından bile yardım istediler. Halihazırda çözüm adına atılmış herhangi bir adım yok. Başbakan’ın “Her işsize bir danışman” vaadiyle başlatılan proje tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. İşsizlere rehberlik etmek amacıyla yola çıkan ‘sertifikalı’ işsizlerin içinde bulundukları mağduriyeti anlamak için gelin nasıl bir süreç geçirdiklerine göz atalım.İmd olabilmek için öncelikle KPSS’ye girmiş olma koşulu isteniyor. Daha sonra Sakarya ve Anadolu Üniversitesi tarafından yapılan yazılı ve mülakat sınavlarını geçmeniz gerekiyor. Sınava başvuruda bulunup tüm aşamalarını başarıyla tamamlamış olanlara sertifika veriliyor. Uluslararası geçerliliği olduğu belirtilen bu belgeyle İŞKUR şubelerinde çalışma hakkını elde ediyorsunuz. Lakin danışmanlığınız sertifikayla taçlandırılmış olsa da mesleğinizi icra etmek için atanmanız gerekiyor. İşte sertifikayı edinmiş binlerce kişinin mağduriyeti tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Zira kontenjan açığını geçtiğimiz yıllarda yaptığı alımlarla tamamlayan ÇSGB’nin yeni atamaları ne zaman yapacağı ya da yapıp yapmayacağı şu an için meçhul. Son iki yıldır sertifika alan ve ataması yapılmayanların sayısı 7 bini geçkin. Bu durumda şöyle bir soru geliyor akıllara. Madem ihtiyaç yok neden hâlâ sınav yapılıyor ve sertifika veriliyor? Son derece kaotik olan bu durumu konunun muhataplarına soralım istedik. Lakin ne Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan ne de İŞKUR’dan herhangi bir geri dönüş alamadık. Üniversiteler ise sorunun kendileriyle ilgili olmadığı gerekçesiyle topu Bakanlığa ve İşkur’a atıyor. Mağdurlar ise para, zaman ve emeklerinin çalındığı görüşünde. Üstelik tek mağdur atanamayanlar değil atananlar da ciddi sorunlarla mücadele ediyor.‘Sertifikanız var ama karşılığı yok!’G.K. 3 aşamadan oluşan sınav sürecinin bir hayli zor ve sıkıntılı geçtiğini belirtiyor: “Kalın bir çalışma kitabı var. Konular zor olmamakla birlikte tamamından sorumlu olduğunuz için her şeyi bilmek durumundasınız. Düşünün; üniversiteden mezun olmuş, KPSS’ye girmiş, yüksek puan almışsınız ancak kendi alanınızda atamanız yapılmadığı için ‘Belki bu sefer memur oluruz.’ ümidiyle bu sınava hazırlanıp kazanmışsınız. Sertifikanız var ama hiçbir karşılığı yok. Tüm emek, para, zaman ve hayal çöp! G.K. sınavı düzenleyen kurumlar arasındaki koordinasyonsuzluğa da dikkat çekiyor: “Sınava girdiğim yıl benimle birlikte 6 bin kişi sertifika aldı. Bakanlık, ‘Gerekli alımı yaptık, belki ara alım yaparız.’ diyor. Alım yapılmayacaksa üniversiteler neden hâlâ yılda iki kez sınav yapmaya devam ediliyor?” Sertifikanın yalnızca kamu kurumlarında değil özel sektörde de geçerliliği olduğu söyleniyor. G.K. ise İş ve Meslek Danışmanlığı Türkiye’de yeni bir meslek olduğundan sertifikanın özel sektörde herhangi bir karşılığı olmadığını dile getiriyor. Bir diğer sorun da KPSS puanıyla ilgili. Bilindiği üzere 2 yıl geçerliliği var. Bu durumda sertifika almış ancak 2 yıl ataması yapılmamış kişinin yeniden KPSS’ye girmesi gerekiyor. KPSS’den yüksek puan alan S.Ç., “Sınavdan iyi puan almama rağmen kendi alanımda atanamadım. Bir ümit dedim, sağdan soldan borç alarak bu sınava girdim ve sertifikayı aldım. Aylardır atama bekliyorum. Zaman ben ve benim durumumda olan binlerce arkadaşım aleyhine işliyor çünkü geçerlilik süresi yakında dolacak. Oysa Başbakan konuyla ilgili bir konuşmasında ‘Biz varken emekler asla zayi olmayacak, söz konusu gençlikse yapamayacağımız bir şey yoktur.’ beyanında bulunmuştu. Sözünü tutmasını bekliyoruz.” diyor.Bir diğer mağdur L.E. ise sıkıntılarını şu şekilde sıralıyor: “Yalnızca sınav başvuru ücreti 400 lira. Bildiğim kadarıyla hiçbir sınavın başvuru ücreti bu kadar yüksek değil. Türkiye’nin her yerinden müracaat yapılıyor ancak sadece Eskişehir ve Sakarya’da sınava girebiliyorsunuz. İnsanlar Kars’tan, Diyarbakır’dan, Rize’den kalkıp sınavın yapıldığı bu şehirlere gidiyor. Dolayısıyla bu masraf 400 lirayla sınırlı kalmıyor. Konaklama, yeme içme de eklenince 1000 lirayı geçiyor. Sınav üç aşamalı olduğu için birkaç hafta sonra tekrar gitmek durumunda kalıyorsunuz. Aylarca sarf ettiğimiz emekten geçtim, sınava girenlerin çoğunun işsiz ve borç alarak bu masrafları karşılamaya çalışıyor. Bakan’ın ‘Sertifikayı alsınlar bir zararı olmaz.’ açıklaması binlerce kişinin emeğini hiçe sayıcı ve son derece rencide edici.”Özetle, her yıl binlerce üniversite mezunu bu sınava giriyor, kazanıyor ve işsizlere danışmanlık edemeden sertifikalı işsizler olarak atanmayı bekliyor. Böyle giderse yakında onlar da İŞKUR’a başvurup ‘atanmış’ ‘imd’cilerden iş bulmaları için yardım isteyeceğe benziyor. Tabii onlar da yakın zamanda işlerinden olmazlarsa.Atanan da dertli atanamayan da!K.Ş., alımların yapıldığı ilk yıl (2012) atanan ‘şanslı’lardan. Tekstil mühendisliği mezunu. O da birçoğu gibi ‘devlete kapak atayım’ düşüncesiyle başvurmuş. Atanmakla sona ermemiş sıkıntılar. Geçtiğimiz aylarda çıkarılan torba kanunla ataması yapılan binlerce sözleşmeli imd’ciye kadroya geçme hakkı tanınmış. Ancak bakanlığın kadroya geçenlerin maaşından yaptığı 800 liralık bir kesinti sevinçlerini yarım bırakmış. Bu yüzden 3800 kişiden 300’ü maddi durumlarını düşünerek sözleşmeli kalmayı tercih etmiş ve artık isteseler de kadroya geçme hakları bulunmuyor. Çalışan imd’cilerin sorunları bununla da sınırlı değil çünkü sertifikalarının geçerlilik süresi 5 yıl. K.Ş. bu süre sona erdiğinde Mesleki Yeterlilik Kurumu tarafından yeniden sınava tabi tutulacaklarını söylüyor. Başarılı olurlarsa mesleklerine devam edebilecekler, aksi durumda memurlukları devam etse de ‘uygun’ bir başka kadroya geçirilecekler. K.Ş. bu uygulamanın hiç adil olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Aynı kurumda yıllarca çalışan başka hiçbir memur 5 yıl sonra böyle bir sınava tabi tutulmuyor. Yalnızca bize uygulanması anlaşılır gibi değil. Sözleşmeli arkadaşlarımızın durumu daha vahim, sınavı geçemezlerse sözleşmeleri tamamen iptal olacak. bin Bin bir emekle aldığınız sertifika ve 5 yıl hizmet verdiğiniz mesleğiniz bir anda elinizden alınmış olacak.”Günü kurtarma düşüncesiyle sistem ellerinde patladıİş ve Meslek Danışmaları Dayanışma Derneği’nden bir yetkili şunları söylüyor: “Her işsize bir danışman getirmek Hükümetin seçim vaatlerinden biriydi. Sistemi uygulayacak kurum İŞKUR. ‘Peki altyapısı yeterli mi, nitelikli personele sahip mi? Nasıl bir çalışma sistematiği uygulanacak, ne gibi yöntemler geliştirilecek?’ vs. gibi noktalara dikkat edilmedi. Günü kurtarma düşüncesiyle herhangi bir altyapı oluşturmadan hareket edildiği için sistem ellerinde patladı. Bizler atandık ancak sorunlarımız bitmedi. Özlük haklarımızla ilgili ciddi sıkıntılar var. Henüz belirlenmiş bir yönetmeliğimiz bulunmuyor. Ayrıca teknolojik altyapı ve fiziki ortamı son derece yetersiz. Bazı masaları iki-üç kişi kullanıyor. Avrupa’daki danışmanlar portföyümüzde 200 işsiz var. Bizde ise en aşağı 1500 kişi var. Sosyal devlet olgusu yeni yeni oturuyor diye bu konuya da emekleyerek başlamak zorunda değiliz. Doğru yöntemler uygulansa mesafe kat edilebilirdi. Motivasyonun birinci kaidesi ücrettir. 800 liralık düşüş motivasyonumuzu bir hayli düşürdü. Bir buçuk sene bu maaşla çalışırken birdenbire bir kesinti performansımıza da yansıdı. Koşullar böyle devam ederse hepimiz istifa edeceğiz. Başka yerlere atanmak için uğraşacağız.”İstihdam sağlamak bizim görevimiz değilSınavı düzenleyen iki kurumdan biri olan Sakarya Üniversitesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Hayrettin Zengin: “SAÜSEM; Mesleki Yeterlilik Kurumu adına sınav yapma ve yeterlilik belgesi verme konusunda yetkilendirilmiş bir kurumdur. Dolayısı ile Sakarya Üniversitesi Sürekli Eğitim ve Araştırma Merkezi (SAÜSEM) istihdam sağlayıcı veya işveren pozisyonunda olmadığı gibi işe yerleşme-yerleşememe konularından da uzaktır. Makine Mühendisleri Odası veya diğer personel belgelendirme konularında yetkilendirilmiş kurumların, kaynakçı sınavı yaparak kaynakçı belgesi verdiği, kişilerin bu belge ile nerede nasıl işe yerleştiği ile ilgilenmesinin beklenmediği gibi, SAÜSEM’in de İş ve Meslek Danışmanı belgesi verdiği kişilerin, bu belgelerini kullanarak istihdam edilip edilmediği konusunda taraf olması beklenmemelidir. Sertifika için kurumumuzun düzenlediği sınavlara başvuran adaylar, alternatif iş olanakları olarak istihdam sağlayıcı firmaların insan kaynakları bölümü başta olmak üzere personel işleri ile ilgili departmanlara başvurabilirler. Verilen belgenin uluslararası geçerliliği bulunmaktadır. Sınav için başvuruda bulunacak adaylar, tüm kamu ya da özel iş olanaklarını araştırarak, ilan edilen sınav ücretini ve diğer masrafları hesap etmeli, buna göre umut ve finans bağlamalıdır. Sınav başvurusu yapacak adaylar lisans mezunu olduğundan bu tür hesapları reel olarak yapabilecek kapasitededir ve SAÜSEM hiçbir iletişim yöntemini kullanarak boş vaat ya da çeldirici bilgilendirme yapmamaktadır.”

Esrar almak sigara almak kadar kolay

$
0
0
Günümüz gençliğinin verdiği en önemli sınavlardan biri madde bağımlılığı. Kullanma yaşı 10’a kadar düşen uyuşturucu, ekmek ve su kadar ucuz. Yıllarca uyuşturucu dünyasında bulunan kişilerin çarpıcı itirafları ise bu maddelere ulaşmanın ne kadar kolay olduğunu gösteriyor.Uyuşturucu kullanım yaşının düştüğünü, okullarda yaygınlaştığını anlatan haberlere sık sık şahit oluyoruz. Peki, bu nasıl oluyor? Çocuklar neden uyuşturucu kullanıyor? Arkadaş çevresinde adeta bir özgürlük sembolü haline gelen sigara ve alkol, madde bağımlılığının ilk basamağı. Zamanla bir sonraki adıma geçilerek uçucu maddeler kullanılıyor. Uyuşturucu kullanmaya başlamanın sihiri ise ‘bir kereden bir şey olmaz’ cümlesi ve merakta. Yıllarca uyuşturucu kullandıktan sonra ticaretini de yapan A.A. (49) uyuşturucu kullanımında gelinen noktanın son derece korkutucu olduğunu söylüyor. Eskiye nazaran uyuşturucunun çok ucuz olduğunu ve öğrencilerin bile küçük meblağlar karşılığı bu maddelere ulaşabildiğini anlatıyor: “Ben de esrar kullanıyorum. Şu anda dışarı çıksam sigara alır gibi esrar bulabilirim. Sadece 5 liraya bunu temin etmek mümkün. Sigaradan bile ucuza satıldığı yerler var. Bundan beş yıl önce bir içimlik esrarın fiyatı 100 lirayken şimdi birçok yerde 10 lira. Her semtte belli bir yer vardır satışın yapıldığı. Bunu alıcıların hepsi bilir. Mesela Başakşehir’de uyuşturucu almak için Şahintepe’ye gidersiniz. Bağcılar dendiğinde Dereyolu, Esenyurt’ta Birlik Mahallesi, Küçükçekmece’de ise İnönü Mahallesi bu işin mekânları. Eskiden bir Karabayır ve Hacıhüsrev vardı ama artık her mahallede bulmak mümkün. Bugün Bahçelievler, Şirinevler’de birçok sokakta uyuşturucu satışı yapılıyor. Zeytinburnu satışların olduğu en yoğun yerlerden. Esrarın bu kadar kolay bulunduğu bir yerde kokain gibi daha ölümcül bir maddeyi bulmak da zor değil. 100 kişiden 3’ü kullanıyor“İstanbul’da kokainin tek merkezi var, Aksaray ve civarı. Gedikpaşa, Yenikapı, Eminönü Küçükpazar. Bu semtler denize yakın olduğu için sevkiyat işleri daha kolay yürüyor. Emniyet ne kadar çok çalışsa da bugün doğudan gelen malları kesmediğiniz sürece önünü alamazsınız.” A.A.’nın anlattıkları uyuşturucu maddelere ulaşmanın ne kadar kolaylaştığını, yanı başımızda, mahallemizde neler döndüğünü ortaya koyar nitelikte.Emniyet Genel Müdürlüğü geçtiğimiz günlerde, ‘2013 Türkiye Uyuşturucu Raporu’ nu yayınlamıştı. 30 farklı kurum ve kuruluşun yardımıyla hazırlanan rapor, ürküten tabloyu gözler önüne seriyor. Türkiye’de her 100 kişiden yaklaşık üçü uyuşturucu kullanıyor. Bekârlarda her yüz kişiden 4’ü uyuşturucu kullanıyor. Çarpıcı olan ise uyuşturucu kullananlar arasında üniversite mezunlarının oranının yüksek olması. Esrarı ilk kez kullanmada ise yaş ortalaması 20. ‘50 milyarlık arabam yalan oldu’10 yaşında zevk için tiner kullanmaya başlayan C.O.’nun (30) anlattıkları ibretlik. İlk zamanlarda para vermeden edindiği uyuşturucu hayatını mahvetmiş. Evinden, işinden etmiş. Ticari hayatı bitmiş, 50 milyarlık arabasını sattırmış. Tedavi gören C.O. şu anda uyuşturucudan arınmış şekilde çocukları ve eşiyle hayatına devam ediyor. C.O. uyuşturucu dünyasına nasıl girdiğini şu sözlerle anlatıyor: “Gençlik zamanımda bana 2 bin liralık uyuşturucuyu ‘Al yak bu bizden’ diyerek içirdiler. İlk zamanlar her şey ikramdır. Çünkü biliyorlar beni tuzağa düşürünce devamı gelecekti. Öyle de oldu zaten. Hayatım resmen mahvoldu. Gençler ilk zamanlar verilen bedava uyuşturucuya aldanarak tuzağa düşüyor. Şu an tek istediğimiz şu meretin buralardan uzaklaştırılması. Eğer bu iş okula düşerse önünü kesemezler. Âlemin büyük abilerinin tek hedefi bunu okullara sokmak. Çünkü okul daha hızlı ve hepsi genç kitle.” ‘Acıması yoktur bu alemin’C.O, kaç arkadaşını uyuşturucudan kaybettiğini bilmiyor. “Öldü diye bırakıp gittiğimiz çok adam oldu. Uyuşturucu dünyasında yere düşünce kimse sana bakmaz. Acıması yoktur bu âlemin.” diyor. Çok pişmanım diyen C.O gibi uyuşturucu kullanıcıları genellikle çarpık şehirleşmenin yaşandığı bölgelerde, okulda alıştırılıyor. Ailenin ve çevresel faktörlerin uyuşturucuya bulaşmada büyük rol oynadığını söyleyen C.O. yaşadığı pişmanlığı şu sözlerle anlatıyor: “Bizim büyüdüğümüz çevrede çocukların oyun oynayacağı alanlar yoktu. Bir zaman sonra kahvelere takılmaya başlıyor insan. Eğer aile de çocuğum nerede diye sormuyor, merak etmiyorsa tehlike kaçınılmaz oluyor. Ben iki çocuk babası olarak bu mereti bıraktım. Yoksa çocuklarıma baba olamazdım. İnsan bu maddeleri kullandığı zaman kendini kaybediyor. Birçok arkadaşım uyuşturucu almak için hırsızlık yaptı. Hatta eşinin küpelerini satıp madde alanını bile gördüm. Tek istediğim bunun önünü kesmeleri. Bu canlar bu kadar kolay harcanmamalı.”En tehlikelisi sentetik uyuşturucularSon yıllarda piyasada türeyen maddelerden biri de sentetik uyuşturucu. Sınıfının en zararlısı olduğu söyleniyor. Laboratuvar ortamında kimyasallardan elde edilen sentetik uyuşturucuların başında bonzai geliyor. Eski kullanıcı A.A. anlatıyor: “Uyuşturucu dünyasının şuan en tehlikeli maddesi bonzai. Sadece bir ot gibi görünmesine rağmen bu kimyasaldan Zeytinburnu’nda dört arkadaş öldü. Otların üzerine sinek ilacı sıkan bile gördüm. Piyasada bulmak hem kolay hem de ucuz. Eminim ki şu âlemde esrar içenlerin 100’de 80’i bonzai de içiyor.”Uyuşturucu dünyasına adım adımİlk aşama ucuz maliyetle elde edilen ve kolay ulaşılabilen tiner ve bally. Sonraki aşama esrar. Esrar, uyuşturucu dünyasının en uysal maddesi olarak biliniyor. 6 ila 12 ay boyunca esrar kullanımına devam eden kişiler daha sonra ecstasy ve bonzai ile tanışıyor. Bar, clup ve partilerde ecstasy ve bonzai çok kullanılıyor. Piyasada kolayca elde edilen bu maddelerin etkisi çok hızlı şekilde kendini gösteriyor. Eroin ve kokaini ise daha ‘zenginler’ kullanıyor. Piyasada ecstasy’i 10-20 TL arasında, tek kullanımlık eroini 20 TL’ye, tek doz kokaini 40 TL’ye, tek içimlik esrarı ise 10 TL’ye bulmak mümkün.Bir pişmanlık hikâyesi...R.B. hem uyuşturucu kullanmış hem de satmış. Avrupa’da beş yıl uyuşturucu satıcılığı yapmış. Satış sırasında yakalanıp, hapis yatmış ve sınır dışı edilmiş. Türkiye’ye geldiğinde akrabalarının desteğiyle tedavi görmüş. Uyuşturucu satıcılığına ‘bu işte çok para var’ düşüncesiyle girmiş. Zamanla ailesinden de uzaklaşmış. Şimdi o günleri hatırlayıp büyük pişmanlık duyduğunu söylüyor. Bu yüzden birçok kez intihar etmeye kalkışmış. Kurusıkı tabancayla başına ateş etmiş. Yoğun bakımda kalmış. Sağlığına kavuşan R.B. kafasındaki yara izini hiçbir zaman unutmayacağını söylüyor ve ekliyor: “Şu bir gerçek ki benim gibi yüzlerce genç kurtulmak istiyor. Ailelerin çocuklarına yardım etmeleri gerekiyor. Tek çözüm bu. Beni bu durumdan ailem kurtardı. Onların takipçiliği olmasaydı şimdi ardımdan yas tutuyor olurlardı.”

Balat’ın fotoğrafçılardan ‘çektiği’

$
0
0
Balat karelerinin olmazsa olmazı ‘top oynayan çocuk’, ‘camdan bakan teyze’ ve ‘halı yıkayan kadın’a sorduk: Neden sizi çekiyorlar? Cevap: “Biz de bilmiyoruz.”“10-15 kişiden oluşan amatör fotoğraf gruplarının akınıyla bahara girildiğini anlayan Balat halkı, sokakta halı yıkama seanslarına start verdi.”Son dakika gelişmesi gibi duran bu cümle, tahmin edeceğiniz üzere ironik haberlere imza atan mizah sitesi Zaytung’dan. Ve her Zaytung haberi gibi gerçeklerden tamamen kopuk değil. Nitekim amatöründen profesyoneline fotoğraf meraklıları için bir nevi laboratuvar işlevi gören Fener ve Balat semtleri bu konuda Tarlabaşı’nın bile pabucunu dama atmış durumda. Şimdilerde fotoğraf makinesini eline alan, bu iki semtin yolunu tutuyor ve tabiri caizse; ‘camdan bakan yaşlı teyze’, ‘saçı başı dağılmış çocuk’, ‘kapı önünde laflayan kadın’ avına çıkıyor. Dizi ve film çekimlerine gelen ekipleri hiç saymıyoruz bile.Durumu ‘eskiye duyulan özlem’, ‘tarihi yapılara duyulan merak’ gibi sebeplerle açıklamak kolaycılık olacağından bizzat sakinleriyle görüşmek üzere Fener-Balat’a doğru yola koyuluyoruz. Bir elimde ses kayıt cihazı, diğerinde not tutmak üzere defterimle ara sokaklarda gezindikçe kimse dönüp bakmıyor bile. Bir şekilde semtlerini incelemeye gelenlere o kadar alışkınlar ki. Niyetimi açıkladığım kişiler de ağız birliği etmişçesine aynı tepkiyi veriyor: “Evet geliyorlar fotoğraf çekmeye. Hafta sonları bu sokaklardan geçilmiyor bazen. Bilmiyoruz ki neden çekiyorlar. Eski binaları seviyorlar herhalde.” ‘Renkli çamaşır asar mısınız?’ diye soruyorlarDışarıdan oldukça koyu olduğu belli olan pencere önü muhabbetlerden birini bozmak zorunda kalıyorum. Kur’an kursuna giderken komşusuyla iki lafın belini kırmak üzere duran kadına yaklaşıyor ve soruyorum: “Buralarda sürekli fotoğraf çekilmesinden sıkılıyor musunuz?” “Kızım ben pek anlamam o işlerden” deyip, pencereden bize bakan komşusunu çağırıyor. Fatma Korkmaz bizi kırmayıp aşağıya geliyor. 19 yaşındaki Korkmaz, Balat’a beş yıl önce gelin gelmiş. Fotoğrafçılardan sıkılıyor musunuz, sorusuna “Yoo niye sıkılalım, alıştık biz.” diye cevap veriyor. “Türkler de çok var ama daha çok yabancılar geliyor. Bir gün AB’ye girersek hiç yabancılık çekmem.” diye de espri yapıyor. Ona göre fotoğrafçıların en çok ilgisini çeken, binalar ve çamaşırlar. Fotoğrafçıların ve film ekiplerinin bazen kendilerinden ‘renkli çamaşırınız varsa asar mısınız?’ diye ricada bulunduklarını anlatan kadınlar, “Bazen de kendileri çamaşır getiriyor.” diyor. Korkmaz, bir gün de ‘ne kadar güzel evlerde oturuyorsunuz bir bilseniz’ diyen bir kadına evin durumunu anlatıp ‘isterseniz değiştirelim evleri’ diye karşılık verdiğini anlatıyor. Fotoğrafçıların ilgisinden genel olarak rahatsız olmadıklarını belirtirken eklemeden de geçemiyor genç kadın: “Geçende halı yıkarken çekmeye çalıştılar, rahatsız olduk. Sonuçta üstümüz başımız ıslak oluyor. Ben nereden bileyim o fotoğrafı nerede kullanacağını. Çekmeyin deyince çekmiyorlar sağ olsunlar. Ama haberimiz olmadan çekip koyuyorlarsa bir yerlere ona bir şey yapamıyoruz.”‘Para verdiklerinde seviniyoruz’Korkmaz’ın yanından ayrılıp bir başka ara sokağa giriyorum. Karşıdan, bu zamana kadar belki yüzlerce kez fotoğrafı çekilen Balatlı üç çocuk geliyor. Buz gibi havaya rağmen ve daha da önemlisi internet kafeye gitmek üzereyken yollarından ediyorum Aziz ve Bünyamin kardeşler ile Burak’ı. Geri çevirmiyorlar beni ve hep bir ağızdan başlıyorlar anlatmaya: “Abla bizim ev tarihi. 1970’te yanmış sonra tekrar yapılmış. Bizim evin önünde çok fotoğraf çekiyorlar. Geçen de benim fotoğrafımı çekti turist. Facebook’a da eklemiş. Bazen de biz onların fotoğrafını çekiyoruz. Kenan İmirzalıoğlu ile geçende fotoğraf çektirdik. Bazen para veriyorlar. Bana 5 lira verdi bir tanesi. O da bir şey mi bana 20 TL verdi...”‘Hiç sıkılmıyor musunuz peki?’ diye araya giriyorum. “Bazen sıkılıyoruz. Gözlerimiz ağrıyor.” diyor biri. “Para verince hoşumuza gidiyor.” diyor bir diğeri. “En çok maç yaparken çekiyorlar. En heyecanlı yerinde oyunu bozuyorlar.” diyor nihayetinde en küçükleri. Kimin, ne dediğine ben de şaşırıyorum ve ‘Eee bir fotoğraf da ben çekeyim bari’ diyorum. Dedik ya belki yüzlerce kez fotoğrafları çekildiğinden inanılmaz antrenmanlılar ve daha fotoğraf lafını duyar duymaz pozisyon alıyorlar. Kollarını birbirlerinin omuzuna attıkları o klasik pozu bir kez de bana verip internet kafenin yolunu tutuyorlar.‘Camdan bakan kadın’ın nesi ilginç?Fotoğrafçıların ilgisinden çok rahatsız olanlar da var. Az önce kırdığı odundan kalanları süpürürken karşılaşıyoruz onlardan biriyle. İsmini vermek istemeyen kadın “Çoğu insan sıkılmıyor olabilir ama ben istemiyorum hem kendimin hem çocuklarımın fotoğrafının çekilmesini.” diyor. 30 yıldır burada yaşadığını ve hâlâ ‘neden fotoğraflarının çekildiğini’ anlamadığını söylerken kendi kendine çıkarımda bulunuyor: “Çamaşır asan, camdan bakan kadın niye ilginç geliyor ben bilmiyorum. Kim bilir hâlâ bu devirde sokakta odun kıran kadın görmek ilginç geliyor onlara. Belki de küçümsüyorlardır.” Çocuklara para verildiğini öğrendiğinde ise fotoğraf çekilmesini istememesinin haklılığı kanıtlanmışçasına ekliyor: “Öyle bir şey varsa, çok kötü. Yani çocuklarımızı öyle bir şeye alıştırıyorlarsa bu hiç iyi bir şey değil.”‘Oryantalizmin bize de sirayet etmiş hali’Gezgin Dergisi Fotoğrafçısı ve Yazarı Hayrettin Oğuz, Balat’ta gelinen noktayı oryantalizmle ilişkilendiriyor: “National Geographic bakış biçimi adını verdiğimiz oryantalizmin bizim insanımıza da sirayet etmesiyle ilgili bir durum. Çünkü modernite ve oryantalizm ‘öteki’nin varlığıyla ayakta durur. Bugün bu tür mahallelere giderken fotoğraf makinesi elinde olan insan, karşısındaki insana selam bile vermez. Çünkü o bir insan değil sadece fotoğrafın malzemesidir. Tüketilmesi gereken bir unsurdur.”O insanlardan çok farklı değil hayatımızFotoğrafçılık bölümü mezunu Gökçe Öktem’in ders kapsamında semtte defalarca çekim yapan biri olarak söyledikleri dikkat çekici: “Fotoğraf öğrencisi olarak Balat’ta fotoğraf çekmek gibi bir deneyim yaşamak kaçınılmazdır. Oraya gidip toprakla oynayan çocuk, örgü ören yaşlı kadın, pencereden bakan genç kız vs. fotoğrafı çekilir. Sokaklarında gezerken sanki dünyanın en medeni ülkesinden inmiş şaşkın turistler gibi hayretlere düşmek, oradaki halka samimi görünmeye çalışarak yapmacık olmak da yanında hediyesidir. Neden oraya götürülüp sanki o insanlardan çok farklı bir dünyada yaşıyormuşuz gibi o hayatı belgelemek zorunda bırakıldığımızı asla anlayamadım.”Rahatsız olanların sayısı artacaktırFener-Balat-Ayvansaray kitabının Yazarı Ahmet Özbilge, fotoğrafçıları oryantalist bir bakış sahibi olarak nitelemek biraz haksızlık olacağını düşünmekle birlikte, bölge turistleştikçe fotoğraflarının çekilmesinden gına gelenlerin sayısının artacağını düşünüyor. Ancak Özbilge’ya göre bunun sebebini oluşturanlar bölgeye fotoğraf çekmeye gelenlerden ziyade, bölgedeki değerlerin ranta dönüşebileceğini fark edip bu yönde çalışmalar yapanlar.

Külkedisi aranıyor! - [Bizim Köy]

$
0
0
Kadınların ayakkabı delisi olduğu söylenir durur. Külliyen iftira ya da en azından kısmen…Nedeni Japonya’da bir hostes kulübünden çalınan 14 çift ayakkabıyla ilgili. Tokyo polisi ayakkabı çalmakla suçlanan adamın odasına baskın yaptı yapmasına lakin umduğundan fazlasını buldu: Tam 450 çift topuklu ayakkabı. 28 yaşındaki Sho Sato ‘hobi olarak’ çaldığı ayakkabılarla mutlu mesut yaşıyordu polis evini basana dek. İşşiz Sato’nun şimdiye kadar çalmış olduğu ayakkabıya el koyan polis, kül kedisi masalındaki gibi ayakkabıların sahiplerini bulmaya çalışıyor.Evlat olsa sevilmez Kuzey Kore’nin lideri Kim Jon-un’un keyfi idamlarına alışkınız. Son olarak kafasına esip ‘darbe teşebbüsü’ suçlamasıyla eniştesini öldürten diktatörün, halkı canından bezdirdiğini de biliyorduk. Lakin ona sadece halkı değil akrabaları da tahammül edemiyor. Güney Kore’nin Yonhap Ajansı’nın haberine göre halası Kim Kyong-hui, kocasının idamından sonra Avrupa’ya kaçtı. Yimuri Shizun gazetesine göre ise aralık ayında İsviçre’ye gitti ve Varşova büyükelçisi olan üvey kardeşi Kim Pyongil’in yanına yerleşti. Ne diyelim, diktatör dediğin evlat olsa sevilmez.“Siz kovmadınız ben…”İşten çıkarmanın da bir adabı var. Kimileri patronun üslubunu gururuna yediremeyip, “Siz kovmadınız, ben istifa ediyorum!” der. Ancak patronunun karşısına geçip şöyle ağız tadıyla bu cakayı satamayanlar da var. Arjantin’de yaşananlar bunun son örneği. Vali Alberto Weretilneck, 340 memurun yarısını video paylaşım sitesi YouTube’dan yayımladığı bir mesajla kovdu: “Memurların sayısını yüzde 50 azaltmaya karar verdim. Çalışmaya devam edeceklerin maaşlarında da yüzde 15 azaltma olacaktır.” Valinin açıklamasına sosyal medyadan tepki yağdı.

Geçsin Günler, İncesaz çalsın-[Haftanın Albümleri]

$
0
0
Türk müziğinin özgün topluluklarından İncesaz’ın beklenen albümü Geçsin Günler, Kalan Müzik etiketiyle yayınlandı.Grup, öncekilerde olduğu gibi bu albümde de geleneksel ile yeni besteleri bir araya getiriyor. Geçsin Günler’de İncesaz’ın dinleyicilerine güzel bir sürprizi var. Bugüne kadar solist olarak Melihat Gülses, Cengiz Özkan ve Dilek Türkan ile çalışan topluluk, sekizinci albümlerinde Ezgi Köker ve Bora Ayanoğlu’nun sesleriyle selamlıyor müzikseverleri. Murat Aydemir, Taner Sayacıoğlu, Akın Aral, Volkan Hürsever Türker Çolak ve Cengiz Onural’dan oluşan grubun son çalışması da öncekiler gibi kalitesinden taviz vermeyen arşivlik bir albüm niteliğinde.Düş ressamı Aynadakiler’i çiziyor Birçok müziksever Murat Yılmazyıldırım ismini Düş Sokağı Sakinleri’nden biliyor. Ancak o müzik yolculuğuna uzun süredir Düşlerin Ressamı olarak devam ediyor. Sanatçının son çalışması Ayna ve Aynadakiler, Anadolu Müzik etiketiyle yayınlandı. Çalışma, Yılmazyıldırım’ın kendine ait ve yeni bir tarz oluşturduğunun göstergesi. Sanatçı albümde içinden geleni olduğu gibi yansıtmış. Yüreği ve müzik ne istiyorsa onu yapmış. Kaygıların bu isteğin önüne geçmesine izin vermemiş. Bunun yanında farklı deneylere de imza atmış bu çalışmada. Albüm temel olarak, dünyanın varoluş sürecinde toprağın hayat vermeye başladığı bitki, hayvan ve insan üçlemesinin en belirgin yaşam özelliklerini yansıtmaya odaklanmış. Notalar sözcüklere nasıl yön verirse öyle ortaya çıkmış şarkılar.Nilüfer Akbal’dan Kürt klasikleriNilüfer Akbal, Anadolu’nun ses ve renklerini bütünleştirebilmiş sanatçılardan. Bugüne kadar Dımılî, Kurmanci, Sorani, Gorani, Ermenice ve Türkçe birçok halk türküleri söyledi. Revingi, Rayé, Sewa, Herire albümlerinin her biri kendi içinde farklı teknik arayış, deneme ve saundlar içerse de, onun müziğinde temel aldığı etno ve otantik yönelim hiç değişmedi. Akbal’ın son çalışması Klasiqen Kurdî (Kürt Klasikleri) Kalan Müzik etiketiyle yayınlandı. Çalışmada Engin Aslan, Kemal Sahir Gürel, Onur Özçelik gibi müzisyenlerin imzalarını görüyoruz. Klasiqen Qurdî albümü, sanatçının müziğinde yeni bir uğrak. Bu uğrakta Mezopotamya dolaylarında ortaya çıkan klasik eserler de dinleyeceksiniz sanatçıdan.

Muhafazakâr tiyatroların paradoksları

$
0
0
Muhafazakâr tiyatrocuların halının altına süpürdüğü birçok sorunu var, oyuna yaklaşım biçimlerinden seyir alışkanlıklarına kadar... Sahnedeki de seyirci de bunları sorgulamıyor.Türkiye’deki tiyatroların bir hayli sorunu var. Söz konusu muhafazakârların yaptığı tiyatro olunca bu liste uzadıkça uzuyor maalesef. Seyir alışkanlığı gibi temel, sahneleme biçimi gibi kuramsal birçok noksanlık ekleniyor listeye. Ayrıntıya boğulmadan özetleyelim: En hayati sorun tiyatroyu algılayış biçimi. Bilindiği gibi tiyatromuz Muhsin Ertuğrul’un geminin dümenine geçtiği günden beri Batı tarzı, taklidi oyunlar izliyoruz. Bugün muhafazakâr tiyatroculardan izlediğimiz ise taklidin taklidi.Birçok muhafazakar sanatçının haklı olarak dediği şu; “Mevcut tiyatrolar bizi yok sayıyor. Kendi geleneğimizi, kültürümüzü, hikâyelerimizi anlatan oyunlar sahneliyoruz.” Ancak uzun yıllar bulunmadığı-uzak tutulduğu alandaki sanatçılardan öğrendikleri biçimin pek de başarılı olmayan kopyasıyla oyunlar sahneye koymaya çalışıyorlar. Paradoksun başladığı yer tam da burası. Mevcut tiyatroların eleştirilen tarafı ne? Kimliğinin olmaması, gelenekten bîhaber olması… Muhafazakârların kimliği olmayan tiyatroya öykünmesi, kendi topraklarındaki sanatı görmemeleri büyük bir çelişki değil mi? Bu çelişkiyi temellendirelim: Mesela, ortaoyununda oyun yeri ile seyir yeri iç içe. Minimum dekor kostüm kullanılıyor; gösterinin oyun olduğunun her daim hatırlatıldığı bir dünyada mizah dolu hikâyeler anlatılıyor. Bütün yük oyuncuların sırtında. Duygulanıma girmeden, rol yaptıklarını göstere göstere tipleri canlandırıyorlar. Karagöz’de perde ardındaki hayali, seyirciyi görmeden bir bağ kuruyor, etkilemeyi başarıyor. Hayalinin başta Hacivat-Karagöz olmak üzere sesini deforme ederek kullanmasının sebebi, yine gösterinin bir oyun olduğunu hatırlatması. Brecht, oyun ile seyir yerinin arasındaki ilişki biçimini, oyuncuların role yaklaşım tarzını yıllar evvel, farklı ülkelerden edindiği izlenimlerle birleştirip ‘epik tiyatro’ kuramını öne sürmüştü. Bugün birçok tiyatro bunun üzerinden oyunlar sahnelemeye devam ediyor.Şimdilerdeki durum: Batıcı birçok tiyatrocumuz hâlâ gerçekçi sahneleme yöntemini kullanıyor. Oyunlarını ithal İtalyan sahnede (yükseltinin olduğu klasik sahneler) oynuyor, devasa dekorlara başvuruyor, gerçeklik hissini uyandıracak kostümler kullanıyor. Hâlâ salonda seyirci yokmuş gibi, görünmeyen dördüncü bir duvarın ardında sanatını icra ediyor. Oynananın bir oyun olduğu ısrarla unutturulmaya çalışılıyor. Tiyatromuzun handikapı, bu gerçekliğe saplanıp kalması. Bu bilgi ışığında baktığımızda muhafazakârların Batı’nın terk ettiği biçime sarılması büyük bir çelişki. Oysa modern tiyatro, oyuncuyla-seyircinin beraber oyun kurduğu, dördüncü duvarın yıkıldığı gösterilerle aldı başını gidiyor. Onlara yol aldıran biçim kendi geleneğimizde mevcut. Tiyatrocular, ‘yok sayılıyor’ diye şikâyet ettikleri geleneksele dönüp baksalar, ortaoyununun-Karagöz’ün oyun kurma biçimini irdeleseler, onları tramplen gibi zirveye fırlatacak ayrıntıları görecekler. İşin ruhunu anlayıp yeni bir dil oluşturmak yerine Batıcı tiyatrolarımızın taklidini yapmaya devam ediyorlar. İrdelenmeyen bu paradoks farklı sorunları da beraberinde getiriyor.Alkışlanan oyuncu değil, fikirMuhafazakâr oyun sahneye koyan tiyatrocuların en büyük sorunu sahnede. Nitelikli oyuncu noksanlığından dolayı bir türlü çıtayı aşamıyor oyunlar. Nitelikli oyuncu eksikliğini, yazar, yönetmen, sahne tasarımcısı izliyor. Gerçekçi tiyatro üzerinden ilerliyorlar ama gerçekliği oluşturmak için pek bir şey yapmıyorlar. Bir masa, bir sandalye ile dekor kuruluyor, oyuncuların gündelik hayattaki kıyafetleri kostüm olarak kullanılıyor. Müzik melodramlarda olduğu gibi sadece seyircinin hüzünlenmesi, ağlaması gereken yerlerde kullanılıyor. Dram yükselince müziğin kuvveti artırılıyor, gözyaşı yanaklara düşünce bıçak gibi kesiliyor. Yirmili yaşlardaki bir oyuncu saçlarını beyaza boyayıp atmış yaşında birini oynadığı için haliyle inandırıcı olamıyor. İki rekât namazın tamamını seyircinin önünde kıldıktan sonra dua ederken ağlaması gereken bir oyuncunun, ağlayamadığı için sahnede gizlice viks sürdüğüne tanıklık ettim. Duygulanmaya çalışan oyuncuları hemen her oyunda görüyoruz.Tiyatrocular nasıl anlatmak yerine ne anlattıklarıyla ilgileniyorlar. Bütün oyunlarda (bu işi yapanlar da var, onlara haksızlık etmeyelim) fikir ön planda. İnançlarından dolayı yaşadıkları mağduriyeti, dine davet ederken çektikleri sıkıntıları v.b anlatan oyunları sahnede gören seyirci, olumlu reaksiyon gösteriyor, avuçları şişinceye kadar alkışlıyor. Asıl sorun, sahnedekinin olumlu tepkinin performansına gösterildiğini düşünmesi. Oysa seyirciyi duygulandıran hikâyenin kendisi. Bu alkış bir noktadan sonra oyuncuyu zehirliyor, ‘oldum’ triplerine sokuyor.Çekirdek yeniyor, çay içiliyorBir diğer sorun seyir yerinde. Batı’da seyirci tiyatroya özenle giyinip gider. Oyun sessizce izlenir, oturma kalkma adabı vardır. Yüzünü Batı’ya dönen tiyatromuzda benzer seyir alışkanlıkları mevcut. Muhsin Ertuğrul, 1940’lı yıllarda tiyatroda nasıl davranılması gerektiğini anlatan 33 sayfalık bir kılavuz bile hazırlamıştı. Muhafazakâr tiyatrolarda bu seyir alışkanlıklarının esamisi okunmuyor. Oyunlara çok küçük çocuklarla gidiliyor, salonda çekirdek yeniyor, çay içiliyor. Oyunun en can alıcı yerinde bebek ağlıyor, düğün salonlarında olduğu gibi sahneye çocuklar fırlıyor, arkasından ebeveyn peşine düşüyor. Varın, şenliği görün. İşin tuhaf tarafı bunu ne oyun oynayanın, ne de izleyenin yadırgaması. Sahnenin yöneticisi “Bu oyun çocuklara uygun değil, izleyici yetişkin oyununa çocuk götürülmez.” demiyor. Eğer evrensel tiyatro yapacaksak sahnede de, salonda da yapılacaklar belli. Bunlar neden uygulanmıyor? Tiyatrocuların bu konudaki bakış açısı şu: Seyircinin eğitime ihtiyacı var. Oysa göz ardı edilen bir husus var: Shakespeare’in Globe’ta oyun yönettiği dönemde çay tepsileri dolaştırılır, çikolata yenirdi. Birbirini parçalayan köpek dövüşünün seyircisiyle, salondaki kişi aynı. O günden bugüne Hamlet’ler, Othello’lar kaldı. Hal böyle olunca bahsi geçen paradoksa bir daha bakmakta yarar yok mu?

Almanya, gurbetçi müziğini 30 yıl sonra keşfetti

$
0
0
Almanya’daki Türklerin ahvalini anlatan şarkı ve türküleri bir albümde toplayan İmran Ayata ve Bülent Kullukçu ikilisinin yeni projesi, parçaların hayatta olan sahiplerini Berlin’de bir konserde bir araya getirmek.Rahmetli Cem Karaca’nın ‘İşçisin sen işçi kal’ sözleriyle hafızalara kazınan ‘Tamirci Çırağı’ adlı şarkısını çoğumuz biliriz. Fakat aynı sanatçının Almanya’daki Türk işçiler için yazıp söylediği ‘Es kamen Menschen an’ (İnsanlar Geldi) adlı şarkısı o kadar da popüler değildir. 1979-1987 yılları arasında Almanya’da kalan Karaca’nın Die Kanaken (Almanya’da Türkleri aşağılama biçimi olarak kullanılan ifade) adlı albümündeki 10’dan fazla parça da çok bilinmez haliyle. ‘Gurbet’ temalı şarkılarıyla tanınan ve ‘Köln Bülbülü’ olarak nam salan Yüksel Özkasap’ı Alamancı akrabalarımızdan az çok tanırız da Aşık Metin Türköz’ü, Gurbetçi Rıza’yı, Zehra Sabah’ı bilen pek azdır. Ve onlar gibi gurbet acısını müzik yoluyla dindirmek isteyen nice şarkıcıyı ve ozanı.Almanya’da birinci ve kısmen ikinci nesil Türklerin efkâr dağıtmak için dinleyip daha da efkârlanmalarına yol açan bu parçaların gittikçe yaşlanan koca bir kuşakla birlikte kaybolmasına birilerinin gönü elvermemiş. Onlarca şarkıyı gün yüzüne çıkartana kadar eşini-dostunu bıktırma noktasına getiren Berlinli yazar İmran Ayata ve Münihli sanatçı Bülent Kullukçu’dan bahsediyoruz.Albümün varlığından Türkiye’de birçok insan habersiz ancak Almanya’da özellikle medyanın büyük ilgisi söz konusu. İmran Ayata’nın deyişiyle bu ‘inanılmaz’ ilginin nedenini sorduğumuzda şu cevabı veriyor ikili: “Parçalar bu kadar eski olmasına rağmen Alman medyası için çok yeni bir olay bu. ‘Böyle parçalar vardı da biz neden haberdar değildik’ diye kendilerine soruyor ve bunun şaşkınlığını yaşıyorlar” Albüme medyadan ve canlı müzik yapılan mekânlardan o kadar ilgi gösterilmiş ki şubatta 4 parçanın remix’inin bulunacağı plak versiyonunu çıkarıyorlarmış.Projeye başladıklarında bu kültürü bir CD’ye sığdırmanın imkânsız olduğunu bildiklerini söyleyen Ayata, “Onun için bu projeyi bir seri olarak düşündük. İkinci CD’de Alman müzisyenlerin göçmenler hakkında yaptıkları parçaları toplayacağız.” diyor. Albümün adı onun için Songs about Gastarbeiter olacak. Yani ‘Misafir İşçiler Hakkındaki Şarkılar.’ CD’yi sonbaharda piyasaya sürmeyi düşünüyorlar. Berlinli efsane grup Ideal’in 1980’lerde bestelediği Aras Ören’in şiiri ‘Aşk, Mark ve Ölüm’ü, ünlü punk topluluğu DAF’ın ‘Kebab Träume’ (Kebap rüyaları) adlı parçası, Abwaerts’in ‘Türkenblues’u ile Avusturyalı Georg Danzer’in Türkenlied’i yeni albümde yer alacak bazı parçalardan. Ardından da 2015’te piyasaya çıkacak ve diğer göç ülkelerinin şarkılarının olacağı üçüncü albüm için çalışmalara başlanacak.İlk albümde yer alan müzisyenlere ve parçalara gelince; Cem Karaca’nın İsviçreli yazar Max Frisch’in ‘işçi çağırdık insan geldi’ sözlerinden ilhamla yazdığı ve Almanca söylediği ‘İnsanlar Geldi’ şarkısı albümün belkemiğini oluşturuyor. 1970’li yıllarda Türkiye’de oldukça popüler olan Derdiyoklar grubu ise “Helmut diyor pis yabancı, Turgut diyor Alamancı, Bir gün çekip gitsek burdan, Alır mı bizi Sabancı’’ sözleriyle gurbetçilerin sesi olmuş o dönemde. Selda Bağcan’ın seslendirdiği Ruhi Su bestesi ‘Almanya Acı Vatan’ı, Köln Bülbülü’nün ‘Gurbet’i, Gülcan Opel’in ‘Yolumuz gurbete düştü, gönül ağlıyor’ sözleriyle taçlandırdığı şarkısı da dönemin atmosferini oldukça başarılı yansıtan parçalar. İmran Ayata ve Bülent Kullukçu’nun kendisine çok zor ulaştığı Gurbetçi Rıza’nın ‘Dir Dir’ şarkısı ise albümün en absürt parçalarından. Parçada Alman şefi ile anlaşamayan bir fabrika işçisinin halini komik bir şekilde anlatılıyor. Ozan Ata Canani’nin ‘Alman arkadaşlar’ adlı şarkısının sözleri de Karaca’nın ‘İnsan Geldiler’ şarkısıyla büyük benzerlik gösteriyor. Ayata ve Kullukçu, albümle ilgili içlerinde kalan tek şey ise Özdemir Erdoğan ve Bora Ayanoğlu’nun da albümde yer almaması olmuş. Yüksek telif ücretleri, ikilinin hevesini kursağında bırakmış.Türkiye’den davet bekliyorlarŞimdilerde albümde şarkıları olan müzisyenleri Berlin’de bir konserde bir araya getirmenin çalışmalarını yapan ikili, bunun için destek bekliyor. Hatta bu konuda Türkiye’den fazla destek görememelerine biraz içerliyorlar gibi. ‘Türkiye’de albümünüz biliniyor mu?’ sorusuna şu cevabı veriyorlar: “Teknolojinin ve internetin olanaklarıyla her şeyin daha ulaşılır ve yakın olduğunu düşünsek de, Almanya’daki Türkiyelilerin hayatı Türkiye’deki insanlara halen çok uzak. Türkiye’de tanıtım konusuna gelince: Davet bekliyoruz. Biz hazırız.”Eski kayıtlara ulaşamayınca yeniden stüdyoya girmişlerBülent Kullukçu ve İmran Ayata’dan albümü oluşturma sürecinde yaşadıklarını anlatmalarını istiyoruz. Ozan Ata Canani’den başlıyorlar anlatmaya: “Canani’nin ‘Deutsche Freunde’ (Alman Dostlar) adlı bestesinin mutlaka albümde olmasını istiyorduk. Ata buna çok sevindi ama kendisinde kayıtlar olmadığını söyledi. Ata’ya tekrar stüdyoda kayda girmesini teklif ettik, Köln yakınlarında bir stüdyoda buluştuk. 1980’lerde Cem Karaca ve Ata Canani ile çalışmış müzisyen abiler de katıldı. Başta bize pek inanmıyorlardı. ‘Yahu, kırk yıl sonra kim ilgi gösterecek’ gibi şeyler söylediler. Diğer taraftan çok duygulandılar. İnanılmaz yoğun ve güzel bir gün geçirdik.” Bir başka anı ise Gurbetçi Rıza’yı ararken yaşanmış. Ayata’dan dinleyelim: “Dir Dir parçasını hem önemsiyor hem de çok beğeniyorduk. Aramaya başladık. Gel de bul Rıza Taner’i. Yaklaşık sekiz ay sonra Berlin-Kreuzberg’de bağlama virtüözü Taner Akyol ile karşılaştım. Hal hatırdan sonra nelerle uğraştığımı sordu. ‘Hiç sorma, Gurbetçi Rıza gibi adamları arıyorum’ dedim. Meğer Gurbetçi Rıza Berlin’de yaşıyormuş ve Taner’in tanıdığıymış.”

Kerkük’te bomba sesleriyle uyanmak

$
0
0
Sahip olduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarının yanı sıra, etnik yapısı ve mezhep dağılımı açısından Irak’ın bütününü yansıtan küçük bir kopya Kerkük.Bir buçuk milyonu aşan nüfusuyla büyük bir şehir olsa da görüntüsü kasabadan farksız. Siyasi çıkmazın içindeki Kerkük, merkezî yönetime bağlı, ancak şehir valisi Kürt yönetimi tarafından atanmış. Güvenliği sağlayan askerler ve polisler yine merkezî yönetime bağlı. Bununla birlikte bölgede etkisini artırmak isteyen Kuzey Irak Kürt Yönetimi’ne bağlı Peşmerge güçleri ve polisler de bazı mahallelerin güvenliğini sağlıyor.Şehirde nüfusun büyük bölümünü Türkmenler oluşturuyor. Türkmen mahallelerinde bomba sesleri eksik olmuyor. Bunun yanında Şiiler tarafından Sünnilere karşı da saldırılar oluyor. Siyasi çıkmaza doğru giden Kerkük’te hedef gözetilmeyen bombalı saldırılarda özellikle siviller zarar görüyor. Her yıl binlerce kişinin hayatını kaybettiği saldırılarda binlerce insanın hayatı kararıyor. İstatistikler korkunç gerçeği ortaya koyuyor; Irak’ta sadece 2013 yılında gerçekleşen saldırılarda 6 bin 700 kişinin öldüğü bilgisi tüyler ürpertiyor.Geride kalanların öyküsü ise içler acısı. Nevzat Abbas, evlerinin önüne konulan bomba yüklü kamyonun patlamasıyla üç çocuğu ve eşini kaybetmiş. Ailesinden geriye sadece fotoğrafları kalmış. Şehir merkezinde işine giden Adnan Namık, arabasına konulan bomba nedeniyle iki ayağından birden olmuş. Polis olarak görev yapan Ali Hurşit Ahmet, devriye görevi sırasında mayın patlaması sonucu bir ayağını kaybettiğini söylüyor. Serpil Ali de ailesiyle birlikte Kerbela’ya ziyarete giderken araçlarına konulan bomba sonucu ağır yaralanmış. Kızıyla birlikte kollarından yaralanan Ali’nin tedavisi evinde sürüyor. Beşar Veysel Mahmut ise bir tiyatro oyuncusu. Gösteri salonunda hazırlıklarını yaparken sokakta patlayan bomba sebebiyle artık göremiyor.

Nerede o eski ara transferler!

$
0
0
7 Ocak’ta başlayan ara transfer dönemi bitmek üzere. Biz de geçmiş yıllarda şampiyon olan takımların ara transferlerini mercek altına aldık.Futbolda bir ara transfer dönemi daha noktalanıyor. 7 Ocak’ta resmen başlamış olan ara transfer dönemi 3 Şubat Pazartesi günü mesai bitiminde noktalanacak. Dolayısıyla transferin en şenlikli günlerine girdik. Yani sürpriz ve acele transferlerin yapıldığı son günler. Takımlar eksiklerini giderebilmek için son bir hamlede bulunacaklar bu hafta. Ara dönem transfer sezonunun şu son günlerinde, takım yöneticilerinin nasıl çalıştığını tahmin edersiniz. Taraftarları mutlu etmek ve takımlarına kuvvet katmak için geceli gündüzlü çalışırlar.Bir de transferin taraftarlara bakan yönü var. Onlar, takımlarının en iyi transferleri yapmaları için kendi çapında çırpınırlar. Geçmişe baktığımızda transferleriyle övünenlerin çoğunlukla 3 büyükler ve taraftarları olduğu görülüyor. Çünkü yaptıkları yıldız transferleri, takıma hem ekonomik katkı hem de performans sağlıyor. Şöyle bir kafamızı yaslayıp düşündüğümüzde hemen zihnimizde canlanır son 10 yılın yıldızları ve katkıları. 2003-2004 sezonu, herhalde ilk aklımıza gelenlerden biridir. O yıl ilk yarıyı 35 puanla 2. bitiren Fenerbahçe, yaptığı nokta transferlerle (Nobre ve Mehmet Yozgatlı) veChristoph Daum önderliğinde geriden gelerek ilk yarıyı önde kapatan Beşiktaş’ın (43 puan) elinden liderliği alarak şampiyon oldu. Diğer bir yıldız örneği de yine Beşiktaş’tan. Ama bu sefer kaçıran taraf değil şampiyon olan taraf. 2008-2009 sezonunun ilk yarısını 31 puanla altıncı bitiren Beşiktaş iki klas (Fabian Ernst, Yusuf Şimşek) futbolcuyu kadrosuna katarak 31. haftada liderliği Sivasspor’un elinden almıştı. Yine başrollerde ünlü teknik adam Mustafa Denizli vardı. Denizli yönetimindeki Beşiktaş, son 3 haftada puan kaybı yaşamadan sezon sonu ipi göğüsledi.Son örneğimiz Galatasaray’dan. Fatih Terim yönetimindeki Aslan, Aykut Kocaman’ın takımı Fenerbahçe ile kıyasıya liderlik mücadelesi veriyordu. 2011- 2012 sezonunun ara transferinde Antalyaspor’dan gelen Necati Ateş şampiyonlukta büyük rol üstlendi. 15 maça çıkan Ateş, yarı sezonda 8 gol ve 4 asist ile sezonu bitirmişti.Sonuç olarak bu sezon belki diğerlerinden farklı. Çünkü son 16 hafta liderle en yakın takipçisi arasında 10 puan fark var. Ancak bu futbol güzelliği burada. Önceki sezonlarda yapılan yıldız/nokta transferlerle fark kapanmış. Görelim tarih tekerrür edecek mi? Yoksa…FENERBAHÇE2013-2014 Ara SezonuTransfer yapılmadı2012-2013 Ara SezonuPierre Webó-İstanbul BB 3.000.000 €Emre Belözoğlu-AtléticoMadrid 350.000 €2011-2012 Ara SezonuMoussa Sow-Lille 10.000.000 €2010-2011 Ara SezonuTransfer yapılmadı.2009-2010 Ara SezonuGökhan Ünal-Trabzonspor 3.200.000 €**Burak Yılmaz-Eskişehirspor 200.000 €2008-2009 Ara SezonuAbdülkadir Kayalı-Ankaragücü 1.000.000 €GALATASARAY2013- 2014 Ara SezonuAlex Telles-Grêmio 6.150.000 €Izet Hajrovic-Grasshoppers 3.500.000 €2012-2013 Ara SezonuWesley Sneijder-Inter 7.500.000 €Didier Drogba-SH Shenhua Bedelsiz2011-2012 Ara SezonuYigit Gökoğlan-Manisaspor 2.500.000 €Necati Ateş-Antalyaspor 250.000 €2010-2012 Ara SezonuBogdan Stancu-Steaua Bükreş 5.000.000 €Yekta Kurtuluş-Kasımpaşa 3.750.000 €2009-2010 Ara SezonuLucas Neill-Everton 840.000 €*Jô Man. City BedelsizBEŞİKTAŞ2013-2014 Ara SezonuJermaine Jones-Schalke 04 200.000 €2012-2013 Ara Sezonu*Dentinho Shakhtar D. 1.000.000 €*Mamadou Niang Al-Sadd Bedelsiz2011-2012 Ara Sezonu**Rıdvan Simşek-Karabükspor Bedelsiz2010-2011 Ara SezonuHugo Almeida-Werder Bremen 2.000.000 €Simão-Atlético Madrid900.000 €*Manuel Fernandes-Valencia CF 800.000 €2009-2010 Ara Sezonu*Ramazan Özcan-Hoffenheim 200.000 €2008-2009 Ara SezonuFabian Ernst-Schalke 04 4.500.000 €Yusuf Simşek-Bursaspor 750.000 €Not: * Kiralık alınmış** Kendi oyuncusunu kiralık vermiş, tekrar geri almış.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live