Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Ucuz bilet rekora uçurdu

$
0
0
Türk halkı uçakla seyahati sevdi. Uçakla seyahat eden yolcu sayısı 2003’ten bu yana sürekli arttı.Geçen yıl da uçuş ağını genişleterek sunduğu hizmet kalitesini artıran THY-Anadolujet, Pegasus-İZair, Atlasjet, Onur Air, SunExpress ve Borajet Havayolları yolcu sayısını ciddi oranda yükseltmeyi başardı. Havayolu şirket yetkilileri, yolcu sayısındaki artışın ucuzlayan biletlerin uçakla seyahati çok daha cazip hale getirmesinden kaynaklandığını ifade ediyor. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan’ın verdiği bilgiye göre, yolcu sayısı 2013’te yüzde 14,6 artışla 150 milyonu geçti. İstatistiklere göre, geçen yıl, iç hat yolcu sayısı 76 milyon 138 bin 315’e, dış hat yolcu sayısı 73 milyon 393 bin 414’e, direkt transit yolcu sayısı da 654 bin 502’e ulaştı. Yolcu sayısındaki artış uçak trafiğinde de yaşandı. Geçen yıl iç hat uçak trafiği 680 bin 525’e, dış hat uçak trafiği 540 bin 821’e yükseldi. Ayrıca 2013’te bir önceki yıla göre, yüzde 14,5 artışla 2 milyon 574 bin 894 ton yük taşındı. Sivil Havacılık Genel Müdürü Bilal Ekşi’nin açıkladığı yılsonu istatistiklerine göre, uçuş ağı iç hatlarda 52’ye, dış hatlarda 104 ülkede 236 noktaya yükseldi. Uçuş ağının genişlemesi ile havayolu şirketlerinin uçak filosundaki büyük gövdeli uçak sayısı 385’e, yolcu sayısı 140 milyona ulaştı. İstanbul Atatürk Havalimanı 2013’te hizmet sunduğu yolcu ve uçak sayısı ile ilk sırada yer aldı. Havalimanı iç hatlarda 17 milyon 224 bin 105, dış hatlarda 34 milyon 96 bin 770 yolcu ile Avrupa’nın en yoğun 5 havalimanı arasına girdi.BU YIL DA FİYATLAR UCUZHavayolu şirketlerinin rekabet nedeniyle düzenlediği kampanyalar sayesinde geçen yıl oldukça ucuz fiyata uçtuk. Gerçi özel günlerde ve son dakika bilet almak zorunda kalanlar iç hatlarda ekonomi sınıfında 400 TL’nin üzerinde bilet almak zorunda kaldı. Neyse ki bakanlık, şirketlerden tavan fiyat sözü aldı. Bu yüzden iç hat ekonomi biletleri geçen ay başlayan uygulama ile en fazla 299 TL’den satılabilecek. Eğer ucuza seyahat etmek istiyorsanız, biletinizi en az 1-2 hafta öncesinden almanızda fayda var. Ayrıca şirketlerin web siteleri ile sosyal medyadaki hesaplarını takip ederek kampanyalardan haberdar olun. Karşılaştırmalı alternatifler sunan internet siteleri ile acentelerden de uygun fiyata bilet bulabilirsiniz.Uçuş, enfeksiyon riskini artırır mı?Sık seyahat eden yolcular, uçuş sonrasında daha fazla üst solunum yolu enfeksiyonu geçirdiklerinden yakınmaktadır. Bu henüz kesinlik kazanmış bir durum olmasa da, yolculuk sırasında kabin içindeki havanın tekrar sirkülasyona girmesi, dünyanın değişik yerlerinden değişik virüsler taşıyan insanların kapalı bir alanda bulunması, kabin içi havasının kuruluğu, enfeksiyonların bulaşma riskini yükseltmektedir. Uçuş esnasında kabin içindeki hava saatte 20-30 kez değiştirilir. Kabindeki hava, bakteri, mantar ve birçok virüs maddelerini yakalayan özel filtrelerden geçer ve dışarıdan alınan hava kadar temiz olması sağlanır. Ancak bu filtrelerin, virüslerin bazılarını tutamadığı düşünülmektedir. Eğer enfeksiyon kaynağına çok yakın olunursa, uçuş sırasında az da olsa enfeksiyon kapma riski oluşabilir.Uçak lastiklerinden neden ses gelir?Pek çok havalimanı pistinde ve apronunda asfalta yerleştirilmiş hat lambaları bulunur. Pist üzerinde olanlar, pistin orta hattı boyunca pistin bir ucundan diğerine doğru asfalta gömülü olarak sıralanırlar. Bu lambalar, özellikle görüşün düşük olduğu durumlarda, pilota orta hattı muhafaza edebilmesi için kılavuzluk eder. Pist üzerinde ilerleyen uçağın burun kısmındaki iniş takımı lastiği, bu lambaların gömülü olduğu koruyucu küçük metal tabakalar üzerinden geçebilir ve bu da tıkırtı şeklinde ses çıkarır. Bu yüzden kulağımıza gelen sesler, tehlike işareti değildir. Bazı pilotlar ise sesin çıkmaması ve yolcuların da endişelenmemesi için uçağı bu orta hattın hemen yanından paralel olacak şekilde kullanır.

Biraz ciddiyet lütfen!

$
0
0
Lefter Küçükandonyadis, Türk futbol tarihinin büyük isimlerinden biri. Her bakımdan destansı bir futbol hayatı var ve bu nedenle kendisine ‘Ordinaryus’ unvanı verilmiş. Ölümünün ikinci yılındaki anma haberlerinin gazetelerde çok az yer bulabilmiş olmasına isyan etmemek elde değil.Açıkçası bunu sadece Lefter Küçükandonyadis’e değil hemen herkese yapıyoruz. Futbol tarihimizin en büyük yıldızlarından biri ve ‘ordinaryus’ unvanı verilecek kadar efsaneleşmiş kişi ölümünün daha ikinci yıldönümünde neredeyse tümüyle unutulmaya terkedildi. Gazetelerde ve televizyonlarda onunla ilgili haberler yok denilebilecek kadar azdı. Üstelik yüzde 90’ının gerçekle en küçük bir ilgisinin bulunmadığını bu işlerin içindeki herkesin bildiği birtakım saçmalıklar büyük haber gibi medyada çok geniş yer bulabilirken Lefter’le ilgili anmaya kimse kulak asmadı.O kadar da değil, bazı gazetelerde bununla ilgili olarak yer verilen birkaç satırlık haberlerde utandırıcı yanlışlıklar vardı. Örneğin, bir gazetedeki haberde güya Lefter’in kim olduğu da habere eklenirken Fenerbahçe’de oynadığı 245 maçta 140 gol attığı yazılabilmişti. Oysa sadece 1 dakikanızı ayırıp internete baktığınızda Sarı Lacivertli forma altında 1947-51 arasında 55 maçta 38 gollük bir başka ‘müktesebatının’ olduğu görülüyordu.Üstelik bunların sadece lig maçı niteliğindeki karşılaşmalar olduğu açıktı. Lefter’le ilgili mükemmel bir kitap yazmış bulunan Haluk Hergün(*) arkadaşımızın verdiği rakamlara göre Lefter’in oynadığı toplam maç sayısı 1000’e yakındı ve böyle olmasının da şaşılacak bir yanı yoktu. Çünkü 43 yaşına kadar Sarı Lacivertli formayı taşımış bir oyuncudan sözediliyordu ve aradaki İtalya ve Fransa serüvenleri de çok uzun sürmemişti. Yani Lefter’in 20 yıla yakın bir süre Fenerbahçe formasını taşımışlığı vardı ve bununla ilgili sayıların da o haberde sözü edilenden çok daha yüksek olması mantık gereğiydi.hayatı gerçek bir romanOynadığı maç sayısının dışında da çok çarpıcı özellikleri olan biri Lefter Küçükandonyadis. Çok az milli maçın oynandığı hatta 1939’dan 1948’e kadar tek karşılaşmanın bulunmadığı bir dönemde işe başlayıp 50 kez Ay Yıldızlı formayı taşımak bile çok önemli işti. Bunu ilk kez yapabilen oyuncu olarak ödüllendirilmişti. Ayrıca 21 gollük rekorunu da Hakan Şükür çok uzun yıllar sonra kırabilmişti. Adını taşıyan kitabın internetteki tanıtımında onun muhteşem oyunculuğuna yurtdışından da saygı duruşu var. 1934 ve 1938’de İtalya’yı iki kez dünya şampiyonu yapan Vittorio Pozzo’nun “Eğer avucuma bir futbol topu yerleştirmek mümkün olsaydı, Lefter avucumun içinde o topla çalım atardı. Öyle büyük bir futbolcu” diye tarif ettiği eşsiz bir futbol ustasıydı Lefter.Daha 1950’li yılların başında İtalya’ya gidip Fiorentina’da oynaması, Nice’e kiralık olarak gönderilmesi başta olmak üzere Diyarbakır’daki 4 yıllık askerliği, Güney Afrika’ya teknik direktör olarak gidip orada futbol oynaması, 1968 yılında antrenör olarak çalıştığı Boluspor’da 43 yaşında sahaya çıkıp oyuncu olarak ter dökmesi, Lefter Küçükandonyadis’in tam anlamıyla bir destan olan hayatından kesitler…Olağanüstü becerisi ve gol yeteneğiyle de efsaneleşmişti Lefter; ‘Ver Lefter’e/Yazsın deftere’ gibi bir slogan başka hangi futbolcu için sözkonusu olabilmiştir. 40’lı yaşlarında bile sahaya çıkıp futbol oynamak yeryüzünden kaç futbolcunun becerebildiği bir iştir?İki yıl önce onu yitirdiğimizde adeta ülkede yer yerinden oynamıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bile katıldığı görkemli bir törenle toprağa verilmişti. Şükrü Saracoğlu Stadı’nda yapılan törene sadece Sarı Lacivertliler değil, Galatasaraylılar, Beşiktaşlılar, Trabzonsporlular ve başka kulüplere gönül vermiş futbolseverler katılmıştı. Haliyle medya da bu gelişmelere geniş biçimde yer vermişti.Vefatından önce de Lefter’in heykeli dikilmişti. Taraftar grubu Cefakar Kanaryalar’ın girişimiyle Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nın karşısındaki park alanına inşa edilen heykelin açılışına, Lefter ve ailesinin yanısıra Fenerbahçe Kulübü eski başkanları Faruk Ilgaz, Güven Sazak, Yüksek Divan Kurulu Başkanı Yüksel Günay, Fenerbahçe Kulübü Asbaşkanı Ali Koç, yöneticiler Ömer Temelli, Ünal Uzun ve Turhan Şahin, kulüp üyeleri, taraftar grubu temsilcileri ve taraftarlar katılmıştı.Bİr An Önce unutmak mı istiyoruz?Acaba Lefter’i mümkün olduğu kadar çabuk unutmak mı istiyoruz. Doğrusu bunun için de yeterli neden var. Özellikle 6/7 Eylül olayları sırasında onun da muhatap kaldığı birtakım durumlar bugün bile yüzümüzü kızartacak nitelikte. Bu tür utançlarımızla yüzleşme ve onları hiç değilse bu şekilde geride bırakabilme konusunda da pek becerikli olduğumuz söylenemez. Fakat o böyle şeylere aldırmaz, hayatı boyunca olduğu gibi sonrasında yaptıklarımızı da acı bir gülümsemeyle kabullenir.(*) LEFTER-Futbolun Ordinaryüsü, Haluk Hergün, NTV Yayınları, İstanbul 2012, 392 sayfa.

Ayrılma vakti gelmiş Harem’den...

$
0
0
Harem ayrılıkların, kavuşmaların adıdır... Hüzündür, mutluluktur bazen de... Ev sahipliği yaptığı Yeşilçam filmleri bir yana; yatağı sırtında yolcular, yiyecek dolu bidonlar, tıka basa doldurulmuş çuvallar, hatta çamaşır makinesi gibi beyaz eşyalara bile burun kıvırmamış; taşımış, taşıtmıştır...İstanbul’un orta yerinde varlığını sürdüren ‘Harem Otogarı’nın alışılagelmiş manzarası yukarıda sıralananlar. İstanbul Boğazı’na en güzel yerden bakan ve 43 yıldır faaliyet gösteren bu mekân kapılarını kapatmaya hazırlanıyor.İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş geçtiğimiz günlerde açıklama yaparak, “Harem’i ve kent içi yoğunluğun oluşturduğu baskıyı kaldırmak için birtakım çalışmalarımız var.” demişti. Harem Otogar’ının yöneticileri ve çalışanları da daha iyi bir yere taşınmak istediklerini her fırsatta dile getirmişlerdi. Henüz netleşmiş bir proje olmadığından Harem Otogarı’nda şimdilik hayat devam ediyor. Yerine ne yapılır? Onu da şimdiden kestirmek güç.Harem Otogarı’ndan fiziki yetersizlik nedeni ile kış aylarında günde 500 ile 700, yaz aylarında ise 800-1.100 arasında otobüs kalkabiliyor. Bu otobüslerin çoğu pek tanınmayan küçük ölçekli firmalara ait. Otobüs filosu geniş olan büyük firmalar ise Ataşehir’in doğu ve batı kısmında geçici olarak yapılanmış durumda. İstanbul’daki toplam yolcu sayısının yüzde 66’sı Avrupa yakasından, yüzde 34’ü Anadolu yakasından hareket ediyor. Anadolu yakasının günlük yolcu hareketliliği; kışın 45 bin, yazın 65 bin civarında. İstanbul’un nüfusunun 2,5 milyon kadar olduğu tarihlerde açılan ve Anadolu’dan göçün sembolik durağı olan Harem Otogarı ve yolcular şimdilerde çıkacak kararı bekliyor.

Uç uca dizilen kelimelerden bir ‘Acayip Sözlük’

$
0
0
Konsorsiyum, kokteyl, konjonktür, narsist, agnostik, carpe diem ve nicesi… Gazetede, televizyonda çokça kullanılan ve artık dilimize pelesenk ettiğimiz öyle kelimeler var ki mânâsından bihaberiz. İşte bu kelimelerden bir Acayip Sözlük meydana geldi.Ziya Paşa’nın şu manzumesine kulak kabartmalı: “İster isen anlamak cihânı/ Öğrenmeli Avrupa lisânı/ Bilmek gerek ordaki fünûnu/ Terk eyle taassub-ı cünûnu.” Bugün yabancı dil öğrenme ve öğretme işinde eskiye nazaran ne derekeye gerilediğimiz artık su götürmez bir gerçek. Bundan sebep, dünyadaki fikri hareketlerin nerelere savrulduğundan ve yabancı mütefekkirlerin hangi mecralarda at oynattığından habersiziz. Bir yandan da gelişen haberleşme ağları bilginin kaynağına ulaşmaya sürat katarken, diğer taraftan mesnetsiz, kulaktan dolma bilgiler de gerçek mefhumlarla yer değiştirmeye başladı. Ama bu toplu gidişata direnen kadim kültür bekçileri de yok değil. Prof. Dr. Zeki Tez, bu noktada eski devrin son temsilcilerinden. Tez’in hazırladığı Acayip Sözlük muhtelif alanlardan yapılan alıntılarla zenginleşmiş bir başucu kitabı. Hayykitap’tan çıkan çalışma, sade üslubu ve 13 ayrı dilden yaptığı alıntılarla meraklılarını kelimeler âleminde sürükleyici bir seyahate çıkarıyor.Merakı cebinde bir lûgat işçisi“11.531 adet acayip kelimenin bir araya gelmesi öyle üzerinde saatlerce kafa yorularak çıkarılmış bir çalışma değil.” diyor Zeki Tez. “Damlaya damlaya biriken bilgilerin mahsulü” bir kitap okurken, ucu gelmez bir araştırmanın izini sürerken karşılaştığı kelimeleri, tabirleri, deyişleri bir kenara not edip, kimyadan fiziğe, dil biliminden tarihe binlerce kelimeyi bir kenara not edip bu sözlüğü meydana getirmiş. Yurtdışında muhtelif şehirlerde uzun süre araştırmalarda bulunan Zeki Tez burada kazandığını otodidakt kültürü de kitabına yansıtmış. Kelimelerin komşu dil ve kültürlerdeki geçiş aşamalarının yani kökenbilimsel seyrine tanık oluyoruz. Kitabın bir diğer can alıcı tarafı da köşe yazarlarının, siyasetçilerin, hukukçuların, doktorların konuşmalarında sıklıkla başvurdukları yabancı kelime ve terimleri, öğrendikçe merakı kamçılaması. Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihten...“Birileri beni arayıp teşekkür ederse, verdiğim bütün emeğin yorgunluğunu atıyorum.” dese de muhtelif alanlardaki irili ufaklı çalışmalarıyla bir kültür hizmeti yapmanın keyfini sürüyor Zeki Tez. İnternet ve sanal dünyadan da faydalandığını ve fakat bunda olabildiğince titiz olmak gerektiğini vurgulayarak yalan yanlış, dedikodu ve tezvirat ile kabarmış internet sayfalarında sıhhatine güvenilir bilgi bulmanın zorluğundan yakınıyor. Bunun yanı sıra dünyanın her tarafından ulaşılabilen Wikipedia gibi ansiklopedilere katkılar sunabilmenin öneminden bahsediyor. “Türkiye hakkında yabancı dilde yayınlanan sayfalar, Türkçe sayfalardan daha uzun ve fasılalı. Her ne kadar tam bir güvence olmasa da bu manzara bizim bilime yaptığımız bilgi bağışını ortaya döküyor.” diyerek fikrini açıklıyor. Sözlüğün önemine değinmişken bir galat-ı meşhur olarak son günlerin ‘Haşhaşi’ tabirine de kitabında açıklık getirmiş Zeki Tez. Esrar kullanıcısı eski sapkın bir inancı niteleyen ve Arapçadan menşeli ifadenin aslı ‘Haşîşî, Haşşâş’, çoğulu da Haşişiyun veya Haşşâşin. Fakat Türkçeye Haşhaşi olarak giren kullanım bir galat tabir olarak dilimizde muhkem yer edindi bile.Bazı önemli kelimeler ve anlamları@: İngilizce yer bildiren “at” sözcüğünün internette kullanılan simgesi. 16. yy. ortalarında Latin Amerika’dan İtalya’ya mal taşıyan tüccarlarca kullanılmış. O dönem tahıl ölçü birimi olan ‘amphora’yı ve denizaşırı ticareti belirtmek için kullanılıyordu.Farmason, Mason: (Fr.) Franc-Maçonnerie, hür masonluk derneği. ‘Mason’un birinci manası duvar ustası demektir.Hüvel Baki: ‘Baki, sonsuz olan yalnız odur’ manasındadır. Eski mezar taşlarının üzerinde yazar.İlm-i teşrih: Osmanlıcada anatomi.Ketchap: Malay dilinde ‘ketsap’, yani lezzet demektir.Levanten: Tatlı su frenkleri, Fransız dilinde levantin (güneşin yükseldiği doğu) kelimesinden türeyen ve Avrupa ülkelerinden doğuya gelerek ticaret amaçlı burada yaşayanlara verilen sıfat.Madonna: İta/ İng. Roma Katolik kilisesinde bakire Meryem’e verilen ad.Ombudsman: (İng/İsveç) Kamu denetçisi, gazete, dergi vb. yerlerde okur temsilcisi, devlet ile halk arasında iletişim kurmakla görevli kişi.Pax in patria pax in mundo: Yurtta sulh, cihanda sulh.Potkal: kazaya uğrayan gemiler tarafından içine yazılı kâğıt konulup denize bırakılan ağzı mühürlü şişe.SOS: İngilizce Save Our Lives cümlesinin kısaltılmış hali. Canımızı kurtarın demektir.Somun: Rumca ‘psomos’ kelimesinden gelme ekmek.Taliban: İlk anlamı İslâm öğrencileri demek olan Taliban kelimesi Afganistan’da kökten dinci bir örgütle özdeşleşti.Umbrella: İngilizce şemsiye demek olan kelimenin kökü Latince ‘umbra’dan (gölge) türemiştir ve küçük gölgelik anlamına gelmektedir.

Büyükelçilerin yeni görevi

$
0
0
Savrulmaların savrulmaları takip ettiği ve hiç arkasını kesmediği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Şanslıyız diyemem ama tarihî günlere şahitlik ediyoruz.Tarih bunun adını ne olarak koyar şimdiden kestirmek zor. Soğuk Savaş dönemindeki kutuplaşmaları hatırlatan ve bilgi kirliliği, kara propaganda ile algı üretimi ve yönetiminin hakim olduğu hatta devlet imkânlarıyla camiaya adeta linç ameliyesinin yapıldığı zeminde, bu sürece doğru isim koymak gerçekten zor. Ama sonuca isim koymak çok kolay. Bugünler elbet geçecek ve ak ile kara koyun bütün çıplaklığı ile gün yüzüne çıkacak. Hakikat bir kez daha zuhur edecek. Zulüm elbet bir gün sona erecek. Yalan istese de istemese de tahtını sıdka terk edecek ve isim o zaman konulacak. Yeter ki sabretmesini bilelim. Hamdolsun ne dinimizden, ne değer ve ilkelerimizden ne de bunlara bağlı yaşadığımız hayatta yaptıklarımızdan şüphemiz var. Abdestimiz var ve namaz kılmaya devam ediyoruz.İnsanlık tarihinde kırılma!“İnsanlık tarihinde çok çeşitli kırılma dönemleri olmuştu.” demişti Hocaefendi, dershane kapatma tartışmaları başladığında ve ardından ilave etti: “Böyle bir dönemden geçiyoruz.” Çok şaşırmıştım. Yaptığı teşbihte kullandığı ana unsur “İnsanlık tarihi” ve söz konusu olan ülkemizin eğitim sistemi ile alâkalı bir mesele. Benzer bir şaşırmayı da 12 Haziran 2011 seçimlerinden yaklaşık 7-8 ay sonrasında yaşamıştım. O zaman da “Bizim 28 Şubat’ımız yeni başlıyor.” demişti. Hangi bilgi, hangi sezgi, hangi ufuk ile bunu söylemişti ama cemaatin seçimlerde AK Parti yanlısı tutumundan dolayı “cemaat siyasallaştı” denildiği dönemde bu sözlerin sarf edilmesine şaşırmamak elde değildi. Yaşadığımız günlere bakınca yukarıdaki tespitlerde zaman bir kez daha Hocaefendi’yi haklı çıkardı ve inanıyorum yakın gelecekte sıdkın kizbe galebesiyle aynı manzarayı bir daha yaşayacağız.Haşhaşi benzetmesine değineceğim. Önce hatırlatma; aynen şöyle dedi Sayın Başbakan: “Büyük Selçuklu Devleti’nde Haşhaşiler denilen gözü dönmüş gizli bir örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını, gerektiğinde düşmanlarla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce millet olarak yaşadık ve gördük.”İdris Naim Şahin’in dediği gibi niyetleri, hedefleri belli olmayan oligarşik bir azınlık mı Sayın Başbakan’ı yönlendiriyor yoksa bizatihi kendi duygu, düşünce ve inancıyla mı bunları söylüyor bilemem ama bu benzetme, gerçekten sözün bittiği bir yer. Türk halkının yüzde 50’sinin oyunu almış, yüzde 100’ünün başbakanıyım diye balkon konuşması yapmış bir liderin şimdiye kadar kullandığı “ötekileştirici” dilde kullandığı “çete, örgüt, karanlık odak, ihanet, hain, in” ve benzeri uzayıp giden listedeki her bir söz için kaç defa sözün bittiği yer dedim ama yanılmışım. Umarım bu defa yanılmam ve bir daha sözün bittiği yer demem. Zira bundan öte benim aklıma gelen bir tek şey var; tekfir, muhataba kafir denilmesi. İnşallah onu demez veya dedirtmezler. Fakat imanımı, aklımı ve mantığımı değil de hissiyatımı konuşturayım; eğer bu da denirse hiç şaşırmayacağım.Sayın Başbakan’ın bir siyasetçi olarak ilahiyat dili kullanıp kullanmayacağı kendi tercihidir ama yaptığı bu teşbihte ilahiyatın ötesinde siyaset tarihi bilgisine de ihtiyaç vardır. 60’lı yılların ikinci yarısında İzmir’de lokal olarak başlayıp dünyanın dört bir yanına dağılan, insanlık ve Müslümanlık adına Allah’ın rızasından başka hiçbir talepleri olmadan hizmet götüren insanları tarihin en karanlık katil çetesine, suikast örgütüne benzetme tek kelime ile yakışıksız ve yanlış bir değerlendirmedir. Sadece Hizmet’e gönül verenler değil, olaylara dışarıdan bakan hatta “yiyin birbirinizi” diye ellerini ovuşturan insanlara bile “bu kadar da olmaz ki, insaf” dedirten bir benzetmedir bu.Kimseye İslâm tarihi dersi verme gibi bir niyetim yok. Zaten konuşmanın hemen akabinde haber portalları, gazeteler, televizyonlar Haşhaşileri bütün özellikleri ile anlattı. Bunları okuyan ve izleyen insanlar da Hizmet ile mukayeseler yapıp bir kanaate ulaştı.Ben yakın ve uzak çevremden gördüğüm kadarıyla söyleyeyim; kamu vicdanı her zamankinden daha fazla yaralanmıştır Sayın Başbakan’ın bu teşbihi ile! Söz konusu yara ahirette kul hakkı ekseninde karşılaşmaya vabeste. Dünyada ise belki kabil-i iltiyamdır belki de değildir, onu zaman gösterecek. Siyasî sonuçları olurmuş. Bana sorarsanız hiç önemli değil siyasî sonuçları. Ne olacak üç kuruşluk dünya için, değmez. Zira bir mümin için ahiret dünyadan önce gelir. “Dünya, ahiretin tarlasıdır” Efendimiz’in (sas) beyanına göre. Herkes burada ektiğini biçer öte tarafta. “Sırat dünyada geçilir” sözü bu bağlamda enfes bir tespittir. Allah’a ve ahirete inanan, hesaba-kitaba, cennet ve cehenneme iman eden birisi Haşhaşi benzetmesini yapmadan önce elbette düşünmüştür bunları.Siyaset tarihimizde bir ilkTam yazımı bitirdim, Sayın Başbakan’ın büyükelçilerle yaptığı toplantıdaki sözleri düştü internete. İnanamadım, “Canlı verdi televizyonlar.” dedi birlikte çalıştığımız arkadaşım. Açtım dinledim. 17 Aralık süreci, komplosu, darbesi vb. artık kulaklarımızı sağır eden beyanlardı ilk duyduklarım ama arkasından gelen cümlelere ne demeli. Büyükelçilere görev veriliyor; görev yaptıkları ülkelerdeki yetkili mercilere gidin anlatın bu yapıyı diyor.Anlaşılan o ki tavan-taban ayrımı da artık bir kenara atılmış. Yurtiçi-yurtdışı bir sepete konulmuş. Başka türlü anlamak mümkün değil bu beyanatı. Nitekim bir haber portalı “160 ülkede okulu olan cemaate kötü haber” manşetiyle duyurdu konuşmayı. Büyükelçiler bu görevi yapar-yapmaz, muhatapları dinler ya da dinlemez, kaale alır veya almaz bilemem ama bu konuşmanın ve sosyal bilimcilerin tespitleriyle “Türkiye’nin yüzde yüz yerli ve tek ihraç malı” olan ülkemizin yüz akı yurtdışındaki eğitim kurumlarına alınan bu hasmâne tavrın siyaset tarihimize bir ilk olarak gireceği kesin. Yukarıda dediğim gibi ahirete bakan veçhesiyle mutlaka düşünülmüş, Allah’a veya muhataplarına nasıl cevap verileceği hesaplanmıştır!Bütün bu olan bitenleri 28 Şubat’ı aşan manşetlerle piyasaya duyuran, Hocaefendi’yi mafya lideri gibi gösteren, yazısının başlığına “Hasan Sabbah bile solda sıfır kalır” diyen insanlara Kur’an’dan mülhem, “ağızlarından çıkan bu, ya kalplerinde gizledikleri” diyorum. İnsaf değil insafsızlık bile kapılarında dilencilik yapar böylelerinin ve eli boş döner, hiç şüpheniz olmasın.Ne yapalım, Hocaefendi’nin yıllar önce dediği gibi ‘bize de çekmek düştü’. Öyleyse kahrı-lütfu bir bilmenin itminanına ermiş gönüller olarak bir kez daha Erzurumlu İbrahim Hakkı diliyle “Nâçâr kalacak yerde/Nâgâh açar ol perde/Dermân olur her derde/Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler” deyip dilimizde Hz. Yakup’un (as) duasıyla Allah’a yönelelim dostlar: “Sıkıntımı, keder ve hüznümü başkasına değil sadece Allah’a arz ediyorum.”Bir hatırlatma; bu duanın söylendiği zemin ve arkadan cereyan eden hadiseleri Yusuf Sûresi’nden bir daha okuyun isterseniz.Sahi, bir zamanlar “İslâm insanı” tavsifleriyle candan-içten muhabbetler yapan, altından oluklar içinde iç dünyasını yansıtan, fıkıh alanındaki yeterlilikleri ile duayen lakabını alan hocalarımızın müspet veya menfi görüşleri yok mu bu Haşhaşi benzetmesi ve büyükelçilere verilen yeni görev konularında?

Son durak: Kadın sığınma evi

$
0
0
Kadın konukevleri, daha çok eksiklikleri ve olumsuzlukları ile gündeme gelse de birçok kadının hayatını değiştiriyor.Halk arasında daha çok ‘kadın sığınma evi’ olarak bilinen ancak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından kanunla ‘konukevi’ olarak değiştirilen bu evlere kadınların hepsi şiddet nedeniyle gelmiyor. Töre cinayetinden sağ kurtulup kaçanlar, kocası hapse düştüğü için kalacak yeri olmayanlar, eşini sevse de maddi durumları iyi olmadığı için kapısını çalanlar oluyor. Geçim sıkıntısı yüzünden fuhuş yapıp pişman olan ya da miras nedeniyle eşinin ailesinden korunma talebiyle gelenler bile var. Hepsi eski hayatlarına burada sünger çekiyor. Belediyelerin kadın konukevleri travma geçiren kadınların yaşadıkları acı olayları atlatmasına yardımcı oluyor. Özellikle Küçükçekmece Belediyesi’ne bağlı olan bu alanda örnek teşkil ediyor. Yaklaşık 18 yıldır hizmet veriyor. Kurum yetkilisi İlmiye Gezer ise 12 yıldır hayattan umduğunu bulamayan kadınlara yol gösteriyor. Konukevindeki kadınlar için Gezer, aileden biri gibi. Kadınlar burayı o kadar sahiplenmişler ki farklı eğilimleri olan kadınları gördükleri zaman onların diğerlerini ve kurumu etkilemesine izin vermiyorlar. Psikolojik destek alanlar, belli bir süre sonra çalışmaya başlıyor. Kendi ayaklarının üzerinde durmaya başlayınca da çocukları ile buradan ayrılıyor ve yeni bir hayata adım atıyor. Bu süreçte maddi ve manevi destek olunuyor. Onlardan bazılarının hikayeleri.‘Gece olmasını istemezdik’ Şiddet gören kadınların birçoğu evliliklerinin kurtulmasını istiyor. Yıllarca eşlerinden dayak yiyen kadınlar, yuvalarını terk etmeden önce birçok defa düşünüyor. Hatta bazıları çocuklarının ikna etmesiyle konukevine gidiyor. Bunlardan biri de Ş.A. 17 yaşında ailesinin iş yerinde çalışan biri ile severek evlenen Ş.A., bir aylık evli iken şiddete maruz kalıyor. Sebebi ise eşine haber vermeden aynı mahallede oturan annesini ziyaret etmesi. Ş.A., “O zaman telefon yoktu. Akşamdan söylemek gerekiyordu. Planlı bir şey değildi. Ablam hadi anneme gidelim dedi, gittik.” diyor. Her zaman bir bahane bulurdu diyen Ş.A. yolda eşinden yavaş yürüdüğü için bile dayak yediğini söylüyor. Kocası eve varınca arkada kalıyorsun, başka adamlara mı bakıyorsun diyerek sudan sebeplerle karısını dövüyor. Eşi dolandırıcılık yaptığı için Ş.A. sık sık taşınmak zorunda kalıyor ve birçok defa şehir değiştiriyor. Bazen ayrı ayrı şehirlerde yaşıyorlar. Bu esnada ise eşi önce alkole, ardından da uyuşturucuya başlıyor. Kendi ve çocukları gece olmasını istemiyor. Çünkü eşi gece alkol ve esrar aldıktan sonra şuurunu kaybediyor. Esrarın etkisiyle dayak bitiyor, bu sefer de evin yükü yıllardır çalışan ona kalıyor. Zamanla kocası esrarı bırakıyor ve namaza başlıyor. Her gün sabah namazına gidip farklı camilerde ezan okuyor. Genç kadın önce kocasının düzeldiğini zannedip sevinse de hareketlerinde bir gariplik olduğunu seziyor. Müezzin yok mu, sen niye ezan okuyorsun diye sorduğunda eşi, ‘Ben Hz. İsa’yım. Ben seçilmişim.’ cevabını veriyor. Kimi zaman sabaha kadar uyumayıp karısının başında bekliyor. Ş.A. onu hastaneye götürüyor ve burada şizofren teşhisi konuluyor. Sigortaları olmadığı için ev temizliğine giderek ilaçlarını alıyor. Ancak eşi tedaviyi reddediyor ve tekrar uyuşturucu ve alkole başlıyor. 4 çocuğu olan Ş.A., “Allah’ım ne olur bu gece eve gelmesin diye çok dua ederdim.” diyerek çok zor zamanlar geçirdiğini dile getiriyor. Bir gün yine esrar almaya gittiğinde 14 yaşındabüyük kızı, “Anne kalk gidelim. Sokaklar daha güvenli. Daha ne bekliyorsun, ölmeyi mi?” diyor ve karakola gidiyorlar. Sokakta kalmayı göze alan Ş.A. konuk evinin varlığından ilk defa karakolda haberdar oluyor. Buraya yerleşince de şükür namazı kılıyor. “Buradakiler çok destek verdi. Müdiremiz de öyle. Bir sene kaldım, sonra ev tuttuk. Çalışıp çocuklarıma bakıyorum. Zaten hep ben çalışmıştım.” diyerek 20 senelik evliliğini nasıl bitirmek zorunda kaldığını anlatıyor. Ş.A. eşinden boşandı. Yeniden hayata tutundu. Kızı üniversiteyi kazandı. Çocukları mahkeme kararı gereği babalarıyla görüşmek zorunda ama hiçbiri bunu istemiyor ve ondan korkuyorlar. Ş.A.’nın kendi evi olsa da zaman zaman konukevine uğruyor. Buraya yeni gelen kadınlara moral veriyor. 30 yaşındaki H.G. mafya tarafından kaçırılarak zorla evlendirilmiş. “Ben buradaki kadınlardan daha şanslıyım. Çünkü kocam öldü.” diyor. H.G. 18 yaşında annesi ve kardeşlerine bakmak için çalışırken patronunun arkadaşı tarafından kaçırılıyor. H.G.’yi kaçıran adam evli ve kendisini ikinci eş olarak istiyor. Ancak mafya olduğu için genç kadın çok korkuyor. İki kere bu adamın elinden kaçmayı başarıyor. İlkinde yakalanıyor, ikincisinde ise kendisi dönüyor. Neden döndüğü sorulduğunda ise “Beni hep ailemle tehdit ederdi. Erkek kardeşini hapishaneye sapıkların arasına göndereceğim, kız kardeşini dağa çıkartacağım derdi. Babam ölmüştü. Kardeşlerim de küçüktü. Bize sahip çıkacak kimse yoktu. Mafya olduğu için de bu gücü vardı.” diyor. H.G., evli kaldığı 11 yıl boyunca sokağa adımını atamıyor. Kadın arkadaşı olmasına bile müsaade edilmiyor. Kocasının bütün uyuşturucu maddelerini kullandığını, bundan dolayı hem uyumadığını hem de uyutmadığını anlatıyor. Konukeviyle yolunun kesişmesi ise eşinin bir kaza sonucu hayatını kaybetmesiyle başlıyor. H.G., “Öldükten sonra tüm bunlar bitti. Ama ailesiyle miras yüzünden sorunlar oldu. O yüzden buraya geldim.” diyor. Çünkü eşiyle resmi nikahı yok ama iki çocuğu var. Burada 8 ay kaldıktan sonra ise yetkililer ev tutması için yardımcı oluyor. Şimdi çalışıyor, çocuklarına bakıyor ve mutlu. Komşunun düdüklüsü dayak sebebiHepsinin birbirinden acılı hikâyeleri var. Bunlardan biri de T.U’nunki. Severek evlendiği ilk eşinin başka bir kadınla birlikte olması yüzünden evliliği bitmiş.İkinci evliliğinde de şansı yaver gitmez. İlk günden itibaren şiddet görmeye başlar. 9 aylık hamile iken eşi bıçaklamaya çalışır, araya kayınvalidesi girer. Hortumla, sopayla, demirle dövülür. Komşudan düdüklü tencere almak, güzel olmak, sokakta eşiyle yürürken birinin bakması gibi sudan sebepler yeter de artar bile. Alkol ve uyuşturucu da bunlara tuz biber olur. Bu maddeleri aldıktan sonra şiddetin dozu artar. Bir de ilk eşinden olan çocuklarını tehdide başlar ‘Onları öldürürüm, diğerlerini de göstermem’ diye. Ve kocasının şizofren olduğu ortaya çıkar. Daha fazla dayanamaz çocuklarını da alarak yalın ayak kendini kaymakamlıkta bulur, oradan da kadın konukevinde. İlk günleri zor geçse de yavaş yavaş bu tramvayı atlatır. Bu olayları anlatırken donup kalsa da yeni bir hayata yelken açmanın rahatlığı var üzerinde. O da diğerleri gibi önce çalışmaya başladı, sonra da çocuklarıyla birlikte ev tuttu. Çocukları üniversiteyi kazandı. Konukevinden ayrılan diğer kadınlar gibi sık sık burayı ziyarete geliyor. Burası onlar için son değil, adeta ilk durak.50’den fazla kadın konukevi varTürkiye’de il ve ilçe belediyelerinin 50’den fazla kadın konukevi var. İstanbul’da Küçükçekmece, Eyüp, Ataşehir, Ümraniye, Üsküdar, Pendik ve Kadıköy’de; İzmir’in hemen hemen bütün ilçelerinde bulunuyor. Ayrıca Kocaeli, Düzce, Ankara, Mersin, Bursa, Eskişehir, Sakarya, Diyarbakır, Aydın, Afyon ve Antalya gibi şehirlerde de var.

MEDYANIN ZOR GÜNLERİ

$
0
0
17 Aralık operasyonundan sonra Türkiye’nin hayli sıkıntılı günler yaşadığı aşikâr. Yolsuzluk soruşturması neticesinde bazı bakanlar istifa etti, birçok emniyet görevlisi ve savcının yerleri değiştirildi.Tüm bu sıcak gelişmelerin yanı sıra dikkat çeken bir konu da medya dünyasındaki hareketlilik oldu. Bazı köşe yazarlarının işine son verildi ya da kimi gazeteciler çalıştıkları medya organlarının gelişmeler karşısındaki tutumlarını eleştirerek görevlerinden ayrıldı. Aslına bakarsanız Türkiye, böylesi önemli olayların ardından bu tarz gelişmelere alışkın. Lakin gazetecilerin işine son verilmesi olayına hemen her gün bir yenisi daha eklenince, zihinlerde bir kez daha medyanın gidişatına dair soru işaretleri oluşmuyor değil.Geçmişe dönüp baktığımızda gazetecilerin işine son verilmesinin 28 Şubat süreciyle benzerlik gösterdiğini söylemek mümkün. Zira o dönemde Nazlı Ilıcak, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand gibi bazı isimlerin işine yazdıkları yazılar nedeniyle son verilmişti. Hatırlanacağı gibi 1998’de yakalanan PKK’nın üst düzey yöneticilerinden Şemdin Sakık’ın soruşturma zaptına, yalan ifadeler eklenerek metin basına sızdırılmıştı. Bu ifadeler, 25 Nisan 1998 tarihinde Hürriyet ve Sabah gazetelerinde iki gün boyunca yayımlandı. İtiraflarda adı geçen gazeteciler sorgusuz sualsiz işlerinden çıkarıldı.Çevik Bir ve Erol Özkasnak’ın gönderdiği sahte belgeye göre Sakık ifadesinde bazı gazetecilerin ve sivil toplum kuruluşlarının ‘para karşılığı PKK’ya destek verdiklerini’ iddia etmişti. Sabah gazetesi sahibi Dinç Bilgin başta olmak üzere bazı medya patronları adı geçen gazetecilerin işine son verdi. Bu gazeteciler arasında Kürt sorununda devletin resmi politikasına uyum göstermeyen Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand gibi gazeteciler bulunuyordu. Bu kişilerden Cengiz Çandar, PKK destekçisi olduğu iddiasıyla Sabah’tan atıldı. Mehmet Ali Birand, Sabah’tan uzaklaştırıldı ve 32. Gün programı yayını askıya alındı.kriz dönemleri yazarlarİçin BiRER imtihanBugün gelinen noktaya baktığımızdaysa Nazlı Ilıcak’ın Sabah’taki yazılarına yine son verildiğini görüyoruz. Ilıcak, yolsuzluk iddialarına karışan bakanların istifa etmesi gerektiğini savundu, bir gün sonra fikir ayrılığı gerekçesiyle işten çıkarıldı. Yine bu süreçte Ahmet Taşgetiren, Bugün Gazetesi ve Aksiyon Dergisi’ndeki yazılarına son verdi. Leyla İpekçi kendi tercihi olarak Zaman Gazetesi ile yollarını ayırdı. Ömer Taşpınar’ın Sabah’taki yazılarına son verildi. Star’da yazan Bekir Berat Özipek de 26 Aralık’taki ‘Peki sonra ne olur?’ başlığıyla yayımlanan yazısına ‘Bu Star’daki son yazım’ cümlesini ekledi. Liste epey uzun. En taze örneklerse; Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Murat Aksoy ve Osman Özsoy, Sabah Gazetesi yazarı Nur Batur’un Sabah’taki işine son verilmesiydi… Tüm bu gelişmelerin neticesinde “Kriz dönemleri, köşe yazarlarının imtihanı mı oluyor?” sorusu zihinleri meşgul ediyor. Ve sonucunda Türk medyası, özellikle de gazeteler koşar adım tek sesliliğe doğru mu gidiyor?‘Medya, devlet dilini kullanmaya mecbur bırakılıyor’Gezi olayları hakkında yazdığı yazılar nedeniyle Sabah Gazetesi’ndeki işine son verilen Yavuz Baydar, Türk medyasının gelinen noktada vahim bir hâl aldığını düşünüyor. Ona göre, araştırmacı habercilik iyice budandı. Televizyon kanallarında konu ve konuk yelpazesi alabildiğine daraltıldı ve bir-iki istisna dışında ‘sahibinin sesleri’ne bırakıldı. Tüm bunların 90’lı yıllarda başlayıp, 28 Şubat döneminde sistematik bir duruma geldiğini söylüyor Baydar: “Askerin baskısına karşı duramayan veya onunla işbirliğini tercih eden medya patronları ve onların kuklası pozisyonundaki genel yayın yönetmenleri, haberci ve köşe yazarlarını işten attı. Ama o dönemde, gerek İslami kesimden gerekse sol ve Kürt kesimden bazı sermaye sahipleri, bütün baskılara rağmen iktidara dalkavukluk yapmayan, alternatif bir gazeteciliği yaşattı. İşten atılanlar, seslerini duyurmak için bu mecraları buldu.”T24 Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın’ın düşünceleri de Baydar ile örtüşüyor. Akın, medyanın geleneksel sorunları olduğu kanaatinde. O, 28 Şubat hatta öncesinden bu döneme değişmeyen tek şeyin medya olduğunu söylüyor. Zira medya, devlet dilini kullanmaya mecbur bırakılan bir yapıda ilerliyor. Akın’a göre çok sancılı bir süreçten geçiyoruz ve bu sürecin medya tarafını alabildiğince kontrol etme eğilimi söz konusu. Bu durum da bir süre sonra medya yöneticilerinin gazeteciliği araçsallaştırması olarak karşımıza çıkıyor.Gazeteci-yazar Şahin Alpay ise gazetelerdeki tek sesliliğe değiniyor. Alpay’a göre bunun çok az istisnası var. Arkasında yatan başlıca neden ise, siyasette artan kutuplaşma. 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonundan sonra medyada belirginleşen ayrışma, hükümetin yandaş ve muhalif medya olarak ayrılması…Yavuz Baydar - İşimi yapacağım diyen atılıyor“Türk medyası özellikle gazeteler hızlı bir şekilde tek sesliliğe doğru gidiyor. Bu dönem, esasında bağımsız bir dördüncü kuvvet olması gereken medyanın, iktidarın organik uzantısı haline getirilmesi dönemidir. Hazin olan, Erdoğan’ın hassasiyet ve öfkesini bilen bir kesim danışmanın işi gücü bırakıp sosyal medyada da tehdit yağdırması, herkese laf yetiştirmesinin ötesinde, hoşlarına gitmeyen görüşlerin sahiplerini isim isim Başbakan’a gammazlamasıdır. Bu yetmezmiş gibi başka facialar da yaşanıyor: Mesela Erdoğan’ın başdanışmanı -ki bu kişi aynı zamanda milletvekili- sadece bir değil, iki gazetede birden köşe yazıyor. İktidarın milletvekilleri de köşe yazıyor; bunlara geçenlerde hapisten çıkan bir CHP milletvekili de eklendi. Bunlar hiçbir düzenli demokraside olmayacak şeyler. Bizdeyse işini yapmak isteyen herkes işten atılmaya ve daha beteri başka haber kuruluşlarında dahi çalışamamaya başladı. Meslek de battı batacak zaten.”Şahin Alpay - Medyaya müdahale çok ağır“28 Şubat’ta vesayetçi askerler, laikçi patronlar ile kurdukları ideolojik ittifak üzerinden medyanın önemli bir bölümüne hükmediyor. İstedikleri yazarların işlerine son verilmesini, istemedikleri haberlerin yazılmamasını sağlıyorlardı. Şimdi ise AKP hükümeti menfaat ortaklığı kurduğu patronlar üzerinden medyanın önemli bir bölümüne aynı şekilde hükmediyor. Nitelik aynı ama nicelik değişti: Şimdi hükümetin medyaya müdahalesi çok daha kapsamlı ve ağır. 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonundan sonra medyada belirginleşen ayrışma, giderek hükümetin yandaş ve muhalif medya olarak kutuplaşmasının göstergesi. Medya nasıl normalleşir? Herhalde bu hükümet başta kaldığı sürece mümkün olmayacak.”Doğan Akın - Gazetecilik motivasyonu yok“Türkiye’de haberciliğe tahammül sorunu var. Ciddi düzeyde çifte standartlar yaşanıyor. Prensiplerle hareket etmeyen, yani hukuk devleti, ifade ve medya özgürlüğü, bazı ihlallere göz yummak, desteklemek, hatta bir parçası olmak gibi bir sürece tanık oluyoruz. Neden böyle oluyor, prensiplerle hareket edilmediği için. Çok sancılı bir süreçten geçiyoruz. Bu sürecin medya tarafını alabildiğine kontrol etme eğilimi var şu anda. Bunun da bir süreden beri çok ciddi sonuçlar oluşturduğunu görüyoruz. Birçok yayın, gazetecilik motivasyonuyla yapılmıyor…”

Kiler'deki hayat

$
0
0
Toprağın altında üzüm salkımı gibi görünen canlılar, başaşağı asılı duran bir grup balküpü karıncadan başka bir şey değil.Bu karıncalar nemli havalarda bol miktarda şeker içeren bitki nektarı yerler ve kolonilerine yiyecek sağlamak için bunları da karınlarında depoluyorlar.İşçi karıncalar, normal yollardan yiyecek bulamadıkları zamanlarda asılı duran karıncaların yanına gelip onların antenlerine vurarak yiyecek istiyor, depoladıkları yiyeceği tekrar ağzına getiren bu karıncalar sayesinde besleniyorlar.34 çeşit bal küpü karınca türü mevcut. Bunların bazıları yeşil, turuncu, mavi, kırmızı ve sarı renklerine dönüşebiliyor ve hareket edemeyecek kadar büyüyorlar.Aynı zamanda yiyecek stoğu azaldığında bu karıncalar çok değerli oluyor ve diğer karınca kolonileri tarafından da kaçırılabiliyor.

Mektupla Azeri vatandaşı oldu, milli formayı kaptı

$
0
0
Türk futbolu yıllardır altyapı sorunu ile boğuşurken, bu eksikliğini Avrupa ülkelerinde özellikle Almanya'da yetişen Türk gençleriyle kapatmaya çalışıyor.Almanya'da sağlam bir altyapı oluşturan Türk gençleri, Türk Milli Takımı'nda da yer alırken aynı zamanda iki ülke arasında gerginliklere de neden oluyor. Özellikle Abdullah Avcı döneminde milli takımda tavan yapan gurbetçi yetenekler, Alman Futbol Federasyonu'nun hedefi haline geldi. Fakat bugünlerde ise başka bir ülkenin yani Azerbaycan'ın Almanya'daki Türk gençleriyle yakından ilgilenmesi, 'Acaba bu savaşa yeni bir rakip mi geliyor?' sorusunu gündeme taşıdı.Geçtiğimiz günlerde Azerbaycan U21 Milli Takımı'nın hazırlık maçında forma giyen Türk genci Tuğrul Erat'ın hikâyesi ve Azerbaycan Milli Takımı'na seçilmesi oldukça ilginç bir serüven olarak karşımıza çıktı. Türk Milli Takımı'nın önce U-16 takımında oynattığı, ardından gözden kaçırdığı, Almanya 2. Lig takımı Düsseldorf'ta forma giyen ve giderek takımın vazgeçilmezlerinden olan 21 yaşındaki Tuğrul Erat, Azerbaycan Milli Takımı'na giden yolu anlattı, “Bu duruma ben bile şaşırdım.” diyerek, ilginç bir serüvenin içerisinde olduğunu ima etti. Erat, Alman basınına yaptığı açıklamada, “Almanya'da doğan bir Türk'üm, ama Azerbaycan milli takımında oynuyorum. İlginç bir durum olsa da ünlü spor adamı Berti Vogts'un teklifini geri çeviremezdim.” dedi. Öte yandan Azeri vatandaşlığa geçişin kolaylığından bahseden genç yetenek, “Ben Türk oğlu Türk'üm birden Azeri oldum. Özellikle işlerimizi takip edenler kolaylaştırdı. Bir fotoğraf ve birkaç belge gönderdim o kadar.”diye konuştu.Azerbaycan A Milli Takım Teknik Direktörü Alman Vogts, en kısa zamanda kendisini A takıma alma sözü verdiğini vurgulayan Türk yetenek, olayın hızlı geliştiğini ve sadece bir fotoğraf ve birkaç evrak imzalayıp postaladığını, sonra kendisini milli takımda bulduğunu söyledi.Böylece Türkiye ve Almanya mücadelesine Azerbaycan da dahil olurken, Almanya'daki Türk gençlerine iki hafta gibi kısa bir sürede vatandaşlık verip kadrosuna katarak milli takım için futbolcu savaşlarına yeni bir boyut kazandırmış oldu.

Nedir bu Türkiye Sanat Kurumu?

$
0
0
Gündem yoğun. Ortalık toz duman. Gözün bir karış ötesini göremediği bu ortamda sıra gelmeyen bir konu var. Ülkemizde sanatın geleceğiyle ilgili hayati bir önem taşıyan Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) oluşumu.Bu düzenleme, geçtiğimiz yıl mayıs ayında ilk defa gündeme gelmişti. Başbakan Erdoğan’ın ‘tiyatroları özelleştireceğiz’ çıkışından hemen sonra. Devlet Tiyatroları (DT), Devlet Opera ve Balesi ve orkestraları kapatıp yetkilerini 11 kişilik bir kurula devreden kanun tasarısı, o dönem bakanlık tarafından yalanlanmıştı. Ankara’dan gelen son habere göre 22 Ocak’ta Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in başkanlık edeceği bir toplantıyla düzenleme, ilgili tarafların görüşüne açılacak, Meclis’e gidecek. Peki, nedir bu Sanat Kurumu? Böyle bir düzenlemeye neden gidiliyor? Şayet uygulamaya geçerse sanatın geleceğini nasıl etkiler?Sanat kurumu, yargıda son sözü Adalet Bakanlığı’na teslim eden HSYK düzenlemesi gibi radikal bir oluşum. Mevcut düzeni lağvederken, sanatı siyasetin gölgesine alacak yeni bir yapı getiriyor. İngiliz Kent Konseyi, İtalya Kültürel Faliyetler Bakanlığı, Avusturya Sanat Konseyi’nin bizcesi...Kabul görürse yapılacaklarDT, Devlet Opera ve Balesi, orkestraları kapatılacak. Üst düzey bürokratların görevlerine son verilecek. Sanatçı kadrosu dağıtılacak. Yaşı büyüklerin teşvikle emekliye ayrılması sağlanırken, sanata 15 yıl emek vermiş kişiler konservatuarlara hoca olarak atanacak. Sanatkâr memur unvanlı sözleşmeli personel Kültür Bakanlığı’na, tiyatro ve opera binaları Sanat Kurumu’na devredilecek. Bugünden yarına bir şey kalmayacak.Getirilecek yenilikler11 kişilik sanat kurulu oluşturulacak. Projelerle ilerleyen yeni bir sisteme geçilecek. Tiyatro, müzik, opera ve bale, plastik ve geleneksel sanatlarda proje üretenler kurula başvurarak destek isteyecek. Proje giderlerinin yüzde 50’sini aşmamak kaydıyla kaynak sağlayacak veyahut sahne, sergi salonu tahsis edecek, katalog basacak vb. Kurul istediği zaman hizmet alımı yoluyla projeler yaptırabilecek, ülke tanıtımına katkıda bulunacak ulusal yapımlara doğrudan destek verebilecek. Büyükşehir ve il belediye bütçelerinde sanat faaliyetlerinin desteklenmesi için ödenek ayrılması istenecek. Kurulun gelir kaynakları genel bütçeden ayrılan hazine yardımı, Milli Piyango ve satılan biletlerinin KDV kesintisi, Başbakan’ın ihtiyaca binaen diğer kaynaklardan yaptığı transferler…Durum böyle… Sanatta söz hakkı 11 kişiye verilmek isteniyor. Onlar uygun gördükleri bir projeye destek verecek, ‘amacınızın dışında kullanıyorsunuz’ dedikleri kişilerden desteği geri çekecek, beğendikleri oyunları satın alacak, istedikleri kişilere projeler yaptıracaklar. Keyfi uygulamalara açık işleyiş bir sorun gibi görünüyor ancak daha büyük sorun var: Kurulun yapısı… Çünkü kanun tasarısına göre 11 üyenin tamamı Bakanlar Kurulu tarafından atanıyor. Başkan ve ikinci başkanını belirleyen, yine bakanlar. Kurul başkanının sorumluluklarından biri bakanın verdiği görevleri yapmak. Üyeler görevlerini kötüye kullandıkları veya yüz kızartıcı bir suç işlediklerine kanaat getirilirse başbakan tarafından görevden alınabilir.Kilit noktası burası. ‘Devletin tiyatrosu, sanatçısı olmaz’ denilerek özgürleştirilen (!) sanatta söz hakkı iktidara verilmiş oluyor. İktidarın atadığı üyelerin hassasiyetlerine göre belirlediği, ihalelerle satın aldığı projeler seyirciyle buluşacak. Seyirci bugün Necip Fazıl izlerken, yarın sol bir iktidarda salt Nazım Hikmet izlemek durumunda kalabilir. Repertuar rengini belirleyen kurul, iktidar. Farklı düşündüğü için işsiz kalan köşe yazarlarını, eylemlere katıldığı için dizilerine son verilen oyuncuları düşününce ‘siyasi görüşünden dolayı kuruldan destek alamayan sanatçı’ haberlerine şimdiden hazır olun.Fikir değil, ikna toplantısıHafta içinde işin perde arkasını öğrenmek amacıyla bakanlık ve DT ailesinin üst düzey yöneticilerini ziyaret ettim. Son gelişmeler şöyle: “Geçtiğimiz yıl gündeme gelen Türkiye Sanat Kurumu ile Sanatın Desteklenmesi Hakkında Kanun Tasarısı üzerinde yapılan bir değişiklik yok. Önceki hafta DT, Opera, Bale ve Orkestraları genel müdürleri Kültür ve Turizm Bakanlığı ev sahipliğinde bir araya gelmiş. Yaklaşık 7-8 saat süren uzun bir toplantı yapılmış, yeni düzenlemeyle ilgili muhataplar bilgilendirilmiş, görüşleri alınmış.” Gözlemim o ki, Kültür Bakanlığı tiyatro başta olmak üzere sanat kurumu sistemini hayata geçirmekte kararlı. İşin muhataplarıyla bir araya gelineceği 22 Ocak’taki toplantının misyonu görüş alışverişinden ziyade (dershane sürecinde olduğu gibi) muhatapları ikna etmek. Bu değişim neden yapılıyor ve muhataplar neler düşünüyor?İsmini vermek istemeyen bakanlık yetkilisinin söylediklerine göz atalım: Yeni düzenleme, Başbakan’ın özelleştirme çıkışından önce (Ertuğrul Günay döneminde) hazırlanmıştı. Birden ortaya çıkmadı. Türkiye’de halka üstten bakan, küçük gören bir zümre var. Devletten para alıp istediklerini yapıyorlar. Kayıtları tiyatroda olup yıllardır sahneye çıkmayan oyuncular için bir düzenleme şart. DT’nin bütçesi 140 milyon, gelir çok düşük. 200’e yakın özel tiyatroya 4 milyon destek verdik, güzel projeler çıkıyor. 100 milyonu tiyatrolar arasında bölüştürelim, diyoruz. Düzenlemeyi muhataplarıyla görüştük, onlar da sıcak bakıyor. Sadece 3-4 maddede fikir ayrılıkları var.” Kurulun yapısı sanatı siyasallaştırır mı sorusuna cevap: “Bugünkü yapının siyasal olmadığını söyleyebilir misiniz?”YILLARIN BİRİKİMİ ÇÖPE GİDERDT ailesinin ve sanatçıların görüşleri: “Bu düzenleme, görüşler alınmadan yapıldı. Mevcut sistemde hatalar olabilir, ancak kusurları gidermek yerine bütün sistemi yok etmek büyük skandal. Yeni yapı, yılların birikimini, tecrübesini çöpe atmak demek. Mevcut sanat kurumlarının misyonlarından biri, özel tiyatroların sırtlanamayacağı projeler yapmak, klasikleri seyirciyle buluşturmak. Yeni düzende seyirci kaygısı ön planda olacağı için kimse böyle bir yükün altına gir(e)mez.” Ayten Gökçer’e göre sanatın özgürlüğü elden gider. Haldun Dormen’e göre müzikte, tiyatroda, sinemada yetişen dünya çapında isimler yok edilir. Ayla Algan’a göre: “Sanat kurumları kapatılamaz. Bunlar ülkenin kültürel zenginliği. 11 kişilik kurulları yapmadan önce oturup salonlar açsınlar. Opera yapılacak sahne yok. Arkeoloji müzesinin içinde opera oynadılar. Desteği devlet vermeyebilir ama belediyeler verir. Amerika vergi almadığı için çevre tiyatroları müzikaller oynuyor. Farklı şekilde sübvansiyon ediliyor. Bunlar konuşulmalı.” Hemen herkes şu konuda endişeli: Opera, bale, orkestralar sınırlı izleyiciye sahip. Devlet desteğiyle zar zor ayakta duruyor. Sahne sıkıntısı aşikârken kapatılırsa bu projeler bir daha hayata geçirilemez. Daha da önemlisi, iktidarın atadığı bir kurul sanatı siyasallaştırır.Sanatta yeni bir düzenleme yapılması konusunda iki taraf da hemfikir. Ancak beklentiler, istekler farklı… Atatürk Kültür Merkezi’nin yıllardır atıl durumda bekletilmesi, tiyatro ödenekleri dağılımındaki adaletsizlik, (Ankara Sanat, Dostlar Tiyatrosu gibi köklü tiyatrolara gerekçe gösterilmeden destek verilmedi) siyasilerin sanatçıları ötekileştiren dili, bir tarafın kanun yapıcılara karşı güven duymamasına sebep oluyor. Haliyle sanatçılar, yeni düzenlemeyi yaşam alanını daraltma girişimi olarak görüyor. İktidarın mevcut kurumları yük olarak görmesi, ‘görüşlerimi taşımayanlara kaynak sağlamak istemiyorum’ düşüncesiyle adım atması kutuplaşmayı artırıyor.Umarım, fil züccaciye dükkânına girmeden ortak bir yol bulunur.

[Bizim Köy] Komedyenler psikopat mı?

$
0
0
Efendim hikâye malum. Adamın biri kronik mutsuzluk sebebiyle psikiyatriste gider. Psikiyatrist, karşıdaki sirkteki palyaçoyu izleyip eğlenmesini tavsiye eder.Adamın cevabı manidardır: “O palyaço benim.” Gerçek hayatta da durum pek farklı değil. The British Journal of Psychiatry dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre, komedyenlerin, psikozla bağlantılı kişilik özelliklerine sahip oldukları ve bu nedenle insanları eğlendirebildikleri ortaya çıktı. Uzmanlar, “Mizah için gerekli unsurlar, şizofreni ve bipolar, psikozlara sahip insanların bilişsel durumunu karakterize edenlerle çarpıcı biçimde benzeşiyor.” diyor.Adalar sorunuIssız adada bir başına yaşam mücadelesi veren Robinson Crusoe’u bilmeyenimiz yoktur. Zat-ı alileri eski bir işadamına ilham oldu, ancak hikâye burada bitmiyor. Borsa’da milyonlarca dolar kaybettikten sonra Avustralya’daki Restoration Adası’na yerleşen işadamı David Glasheen’in, adayı kiralamak için Avustralya hükümeti tarafından kendisine koyulan şartları yerine getirmediği söyleniyor. Glasheen’in 200 bin Avustralya Doları yatırım yapması gerekiyordu. Mahkeme adayı boşaltmasını istese de avcılık ve balıkçılıkla geçinen 60 yaşındaki adamın pek umurunda değil. “Zamanı yaşıyorum. Belki de yarın ölmüş olacağım.” diyor bey amcamız.İlle de gökdelen olsun!İnsanoğlunun “En yüksek olsun, en büyük olsun, benim olsun.” hırsı sürdükçe ucube yapılara bir yenisi daha ekleniyor. Çinli milyoner Zhang Yue, dünyanın en yüksek yapısını altı ayda Çin’de inşa etme sözü verdi. Yapımına 2012’de başlanan ve Star City adı verilen gökdelenin henüz ne amaçla kullanılacağı netlik kazanmadı. “Biz yapalım da gerisine bakarız” mantığıyla dikilecek Star City’nin 828 metrelik Burj Halife gökdeleninden 10 metre daha uzun olması planlanıyor. Yapının 400 milyon TL’ye mal olacağı tahmin ediliyor. Zhang Yue, daha önce Çin’deki en büyük piramidi ve Fransa’daki Versay Sarayı’nın eşi tarafından tasarlanan bir kopyasını da yaptırmıştı.

Bir Afrika var Afrika’dan içeri

$
0
0
Afrika devasa bir kıta olmasına rağmen adı geçince aklımıza gelen imaj herhalde benzerdir: Bir deri bir kemik kalmış çocuklar, susuz topraklar ve bulaşıcı hastalıklar. Kimse Yok mu Derneği'nden Burundi ve Kenya'da yetimhane ziyareti teklifi gelince, hem bu imajın etkisi hem de zorunluluk nedeniyle ilk iş olarak sarıhumma aşısı yaptırmak gerekti.Çoğunluğu Dünyader üyesi işkadınlarından oluşan ama içinde gazeteci, doktor ve sanatçı olan bir grupla yaptığımız Burundi ve Kenya gezisi, kafalarımızdaki Afrika algısını değiştirirken bizde tezat duygular oluşturdu.Gelişmişlikte Afrika'nın en geri ülkelerinden biri olan Burundi, Karadeniz'i kıskandıracak yeşili, parlak güneşi ve henüz teknoloji girmediği için organik kalmayı başaran meyveleriyle kazındı kafamıza (hepimiz ananasların harika olduğuna kanaat getirdik, ama gündem nedeniyle insan bunu dile getirmeye bile korkuyor). Eğer özellikle Müslüman yetim çocukların içler acısı hali vicdanlarımızı yaralamasaydı, Burundi'den teknolojiden uzak günlerin geçirilebileceği ve turizm potansiyeli yüksek bir tatil ülkesi olarak bile bahsedebilirdim. Ne var ki, on yıllar süren iç savaş ülkede yetim patlamasına yol açmış. Burundi'de okul açma çalışmalarını sürdüren ve ülkeye yerleşen ilk Türk olan eğitim gönüllüsü Mustafa Bey, sokaklarda yaşamaya mahkûm kız çocuklarının çokluğundan iç burukluğuyla bahsetti.Burundi insanı çok sıcakkanlı. İnsanların yokluğa rağmen yüzlerinden gülümsemenin eksik olmaması, teknoloji ve imkânlar geliştikçe tatminsizlik artıyor mu acaba sorusunu akıllara getiriyor. Sırtında çocuk taşımayan kadın yok gibi. Afrika'da kadın deyince akla bu geliyor olmalı ki, Kenya'daki kadın tuvaletlerinin kapısındaki simge buydu mesela.Burundi'de cumhurbaşkanı eşiyle görüşmek için resmen dağları tepeleri aşarak üç saatlik yol gittik. Tek bir trafik ışığı görmediğimiz ülkede şoförler bizim minibüslerden bile daha çok kornaya basıyor dersem bir fikir edinmiş olursunuz herhalde. Yolda bisikletinin arkasında yük taşıyan köylüye çarpan şoförümüz, arabadan inme ihtiyacı bile hissetmedi, eliyle pardon der gibi bir işaret yaptı ve yol kenarına kaçarak canını kurtaran adamın yere yığılan yükünün yanından yola devam etti.Belli bir noktadan sonra asfalt bitti ve verimlilik fışkıran, muz ağaçlarıyla dolu kızıl topraklar arasındaki çamurlu patikada yol almaya başladık. Cumhurbaşkanı eşi Denise Hanım, memleketinde yaptırdığı yetimhaneyi gururla anlatırken benim gözüme, ülkenin geri kalmışlığı konusunda fikir veren ve sadece filmlerden tanıdığım bir kömür ütüsü takıldı. Hâlâ pek çok yerde elektrik yokmuş. Dönüşte bize karanlık yollar eşlik etti bu nedenle.“Çocuklar da gelecekti, ama tarladan yeni döndüler.” diyen cumhurbaşkanı eşini, Türkiye'de okumuş ve tercümanlık yapan Joseph yanlış mı tercüme etti dedim bir an, ama devlet başkanının çocukları gerçekten çiftlikte çalışıyormuş. Denise Hanım, bize yetimlere meslek kursu verdiklerini anlatırken, bizde tarihe karışmış ayaklı dikiş makinelerini görmek de ülkenin halini anlatmaya yetiyordu.Kenya'ya, yani en azından telefonlarımızın çekeceği bir otele geçmek için can atarken Kenya havayolunun hatası nedeniyle birkaçımızın Bujumbura'da geçirdiğimiz zaman bir gün uzadı. Tam daha kötü ne olabilir ki derken bize farklı bir yer göstermek isteyen ve oğlu Erzurum'da okuyan mihmandarımız Süleyman'ın aklına uyunca kendimizi Kongo sınırında bir gümrük ofisinde mahsur kalmış halde bulduk. Sadece minicik bir dereyle ayrılan Burundi-Kongo sınırında fotoğraf çekmemize sinirlenen Kongolu bir gümrük görevlisi, bizi sebepsiz bekletirken asıl maksadının rüşvet almak olduğunu geç anladık. Gelişmemiş tüm ülkelerde olduğu gibi halimiz ‘devlet' yetkililerinin keyfine kaldığı için bir süre endişe etmedik değil. Burundi tarafına tekrar geçtiğimizde kendimizi eve dönmüş gibi bile hissettik.Oralarda insanların dertleriyle dertlenen eğitim gönüllüsü Mustafa Bey'i tek başına bırakmış gibi hissettiğimiz için Burundi'den buruk ayrıldık. Kenya'da da benzerlerine rastladığımız ve dünyanın her tarafına tereddütsüz giden bu insanlar, bu işleri kimseden takdir görmek için yapmıyor, ama çabalarına saygı duymamak mümkün değil.Burundi'den sonra Kenya'nın başkenti Nairobi, her anlamda vaha gibi geldi. Gerek Türklerin sayısı ve ülkeye yerleşmişliği gerekse gelişmişlik, bize kendimizi evimizde gibi hissettirdi. Yeşili ve güneşi insanın içini açan Nairobi'de de elbette yokluk çok. Kibera adı verilen ve gecekondunun rezidans gibi kalacağı barakadan bozma evlerle dolu, lağım ve çöp kokusuna katlanmanın zor olduğu bölge bize insanlığımızı sorgulattı. Afrika'ya dair fikir sahibi olabilmek için kokuları da aktarabilmek lazım diye düşünmeden edemedim.Kibera'daki ‘medrese'de Müslüman yetimlere bakan öğretmenler Kimse Yok mu aracılığıyla kendilerine yardım gönderen Türklere dua ederken bebekken bir kapıya bırakılan ve bakışlarında sanki sitem gördüğüm minik Sümeyye'nin kalpleri sızlatmaması mümkün değildi.Sefalet ve yokluğun boyutlarının inanılmaz olduğu Kibera'dan sonra sömürgecilerin kurduğu zengin beyaz mahallelerine geçmek karmaşık duygular yaşattı hepimize. Yokluk içinde ikinci sınıflığını adeta kabullenmiş yerli halkı görmezseniz, Nairobi'nin yemyeşil bahçeli, kimsenin acelesinin olmadığı, hayatın stressiz ve yavaş aktığı kısımlarında huzur bile duyabilirsiniz. Kenya'da son saatlerimizi geçirdiğimiz ve Out of Africa filminin çekildiği Karen Blixen evinin bahçesi böyle bir mekândı mesela.Burundi'de misyoner yetimhaneleri gördük, ama Kenya Hıristiyan okulları açısından da çok zengin. Fransa'dan İtalya'ya okul kurmayan ülke yok gibi. Şehir çok kültürlü yapıya alışık. Kenya'nın pek çok yerinde okul açan, işadamları derneği olan, ülkenin her yerine yardım gönderen Türkler de bu ülkenin bir parçası olmuş adeta. Belki Türkiye'nin artık saçmalık boyutuna varan gündeminden olacak, Kenya'yı özlediği için Türkiye tatilini kısa kesen Türklere hak vermedim değil.Hem benzer hem çok farklı iki Afrika ülkesi, bir Afrika var Afrika'dan içeri dedirtirken insanda bu kıtayla ilgili önyargıları hem pekiştiriyor hem kırıyor…

Zaferden değil seferden sorumluyuz

$
0
0
İbrahim Tenekeci, bu kez şiirleri değil, gazete yazılarıyla okuyucuyu selamladı. İnsanlığımızı ve İslamlığımızı muhafaza etmemiz gerektiğini söyleyen Tenekeci, aktüel gündemle ilgili, “Bu yazıları sadece gazete için yazmadım. Okunduğunda görülecektir ki, gündemde olanlar değil, gündemimizde olması gerekenler anlatılıyor.” diyor.Bir şairin gözünden aktüel gündem nasıl gözüküyor?Günlerle birlikte gündemler de gelip geçer. Kalıcı olan, olaylar ve insanlar değil, insanlıktır. Konuşalım, tartışalım. Fakat bunu, insanlığımızı ve İslamlığımızı muhafaza ederek yapalım. Millet olarak, üç yüz yıl boyunca büyük kayıplar yaşadık. Buna rağmen, insanlığımızı korumasını bildik. Sosyal medyanın günlük hayatımıza girmesiyle beraber, işler ve ilişkiler başka türlü yürümeye başladı. Kelimeler, maalesef, yakıcı ve yıkıcı bir hâl aldı. Düşünüyorum da, 28 Şubat sürecinde sosyal medya olsaydı, acaba neler yaşanırdı? Biraz daha eskiye gidersek, 12 Eylül günlerinde.Tablo üzücü…Evet, tesellim ise şu: Anadolu insanı, hâlâ, ‘Cezayir’in harmanları savrulur’ gibi türküleri söylüyor. Galiba buradan kurtarıyoruz. İnsanoğlu, seçimle gelip seçimle gitmiyor. Birbirimize karşı daha dikkatli ve şefkatli olmalıyız.Peki, günlük bir gazetede yazı kaleme almak, şiirinize zarar vermiyor mu?On beş yıldan fazla bir zamandır gazetelerde hem yazarlık, hem editörlük yapıyorum. Kültür-sanat ve düşünce-analiz editörlüğü... Evet, yıpratıcı bir işimiz var. Fakat bunun şiirime olumlu yansıdığına inanıyorum. Sadece edebiyat bilgisiyle iyi şiirler yazmak, artık çok zor. Düşünce akımlarını, tarihi, coğrafyayı, toplumu ve günlük hayatı da bilmeniz gerekiyor. Özetle, insanın tamamını. Gazete, bu açıdan, size bir avantaj sağlıyor. Tabii bunun olumsuz örnekleri de az değil. Bu mesleğe başladıktan sonra şiiri, öyküyü bırakanlar çoktur. Onlardan biri olmamak için hep dua ettim.Öbür Divan’da neyin sesleri karşınıza çıktı?Yeni Şafak gazetesinde yazmaya başlamadan evvel, bir sene kadar evde oturdum. Okumalar yaptım, notlar aldım. Yine, bazı konular hakkında düşündüm. Kardeşlik ahlakı gibi… Kitaptaki yazıların çıkış noktası, o günlerdir. Konuları ise üç ana başlık altında topladım: Edebiyat, tabiat ve fikriyat. Bunları bir gazetenin gündem sayfasında yazmak, ilk başta, beni biraz endişelendirmişti. Şimdi iyiyim. Yeri gelmişken, yayın yönetmenimiz İbrahim Karagül’e de teşekkür etmek isterim.Şiir ve deneme kitaplarınız var. Gazete yazılarınızı kitaplaştırmak risk değil mi?Gazete yazılarını kitaplaştırmanın sakıncalarını biliyorum. Fakat ben bu yazıları sadece gazete için yazmadım. Okunduğunda görülecektir ki, gündemde olanlar değil, gündemimizde olması gerekenler anlatılıyor.Ahlâk, vicdan, adalet, merhametten bahseden bir şair var karşımızda. Bunca gürültünün içinde, sesiniz ve itirazınız duyuluyor mu?Kalemdi, gazeteydi, dergiydi... Elimizdeki imkânları, bize teslim edilmiş bir emanet olarak görüyorum. Birincisi, yaptığımız işin hakkını vermemiz gerekiyor. İkincisi, bu imkânlarla insanları ister sevindirebilir, ister üzebilirsiniz. Kendi adıma, birinci şıkkı tercih ediyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz (sas), “Amellerin en hayırlısı, bir müminin gönlüne sevinç olmaktır.” diyor. Yazılarımızın yankısına gelince; zaferden değil, seferden sorumluyuz. Sözümüzü kimi insan duyuyor, kimi de işitiyor. Bunlar, bizim dışımızda gelişen şeyler.Edebiyat dergisi hem dost hem düşman kazandırıyorŞiir ‘kariyeri’nizin zirvesinde misiniz?İlk şiirim yirmi altı sene önce yayınlanmış. Böylece, çeyrek yüzyılı geride bırakmış olduk. Evvela ve her zaman, iyi bir okuyucu olmayı hedefledim. Şiirde ise gücümün, bilgimin ve yeteneğimin yettiği ölçüde bir şeyler yapmaya gayret ettim. Oldu veya olmadı. Tek bildiğim, çok fazla çalıştığımdır. Belki de bu yüzden, kırk dört yaşıma nasıl geldiğimi anlayamadım. Bir de baktım ki, gençlik gitmiş, saç-sakal ağarmış. ‘Kariyer’ kelimesine de bir parantez açmak isterim. Edebiyata dava gözüyle bakanlardanız. Bizi söyleten, çok şükür ki, derdimizdir.Bir de dergicilik serüveniniz var.Evet, bazı dergilerin mutfağında bulundum. Beş yıl boyunca Kırklar dergisinin yayın yönetmenliğini yaptım. Şimdi de arkadaşlarımızla beraber İtibar dergisini çıkarıyoruz. Dergiciliğin ilginç bir özelliği var: Hem yeni düşmanlar kazandırıyor, hem bazı dostlarınızı kaybettiriyor. İyi tarafı ise şu: İnsanları tanıma konusunda size bir hayli yardımcı oluyor. Bazı kimseler istiyor ki, şiir yayınlamayalım, yazı yazmayalım, dergi çıkarmayalım. Maalesef, böyle bir dünyanın içindeyiz. Siyasette vefa, edebiyatta sefa olmaz. İşinizi en iyi şekilde yapsanız bile, mutlaka canınızı sıkacak bir şeyler yaşanıyor.İbrahim Tenekeci’nin hep, daima ve hâlâ en tepedeki şairi kimdir?İsmet Özel okuyarak büyüdüğümü söyleyebilirim. Üzerimde hakkı ve emeği vardır. Allah ona uzun bir ömür versin. Sözünü tesirli kılsın.Münzevî birisiniz; fakat Twitter’da epey aktifsiniz.Aslında öyle değil. Bir yılı aşkın zamandır şahsî Twitter hesabım var. Mecburiyet karşısında açıldı. Yüz altmış kez kullandığım görülüyor. Bir o kadar da silmiş olayım. Hepsi budur.Kastamonulu biri olarak Trabzonspor taraftarlığı nasıl bir durum?Trabzonspor, bizim için, yerliliği ve samimiyeti temsil ediyordu. Yani Anadolu’yu. Bu ülkeye mahsus birçok güzellik ve incelik gibi, zaman içinde, o da aslını kaybetti, başka bir şeye dönüştü. Dönüp geriye bakınca, o efsane kadrolar, çocukluk aşkı gibi görünüyor. Nasıl denir, şimdi uzaklardasın...Futbol oynuyor musunuz?Futbol oynadım, hâlâ da oynamaya çalışıyorum. Artık sahalar toprak değil, halı. Ayrıca daha küçük... Mesela depar atma şansınız pek olmuyor. Yine de elimden geleni yapıyorum. Bazen, ‘yaşımdan beklenmeyen bir performans’ sergilediğim söyleniyor.

Tüketiyor muyuz tükeniyor muyuz?

$
0
0
İnsanoğlunun ilk imtihanı gıdayla oldu. Cennette Hz. Adem ve Hz. Havva ‘her şeyden yiyebilirsiniz ama şu meyveden değil’ diye uyarılmışlardı. Ne var ki baş döndürücü vesvese ve hilelerle şeytan boş durmamıştı.Kur’an-ı Kerim’de yaşananlar şöyle anlatılıyor: “Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları yerden onları çıkardı.” Helal gıda ve helal kesim uzmanı Doç. Dr. Serkan Çakır, bu hadiseyi anlatıp, “İnsanı cennetten çıkaran durumun Allah’ın yasakladığı yani helal kılmadığı bir gıdanın tadılması neticesi olduğu düşünülürse, helal tüketimin önemi anlaşılacaktır. Buradan anlıyoruz ki mideye giren haram gıda, bir insanın cennete girmesine de mani olacaktır. Tabii her şeyin en doğrusunu Allah bilir.” diyor.Abant İzzet Baysal Üniversitesi öğretim görevlisi Serkan Çakır, hem gıda sektörüne dair gözlemlerini hem Hz. Muhammed’in (sas) yeme adabını, hem de helal-haram kıstasının ne olduğunu anlatan bir kitap kaleme aldı. Yediklerimiz Helal Olsun (Işık Yayınları), tüketicinin ve gıda üreticilerinin kaynak kitabı olacak nitelikte. Çakır da helal gıda konusunda asılsız ve çelişkili bilgilerin çokluğundan rahatsızlığını anlatıyor. İnternette hiçbir denetimden geçmeden, sağlam bilgilere dayanmadan kaleme alınan metinlerin tüketiciyi yanılttığını, firmaları mağdur ettiğini söylüyor. Çakır, dünyada bu konuda yapılmış çalışmaları, doktora tezlerini incelemiş ve hem dini literatürü hem de teknik ve bilimsel yönünü herkesin anlayacağı kolaylıkta kaleme almış. Bu konuda kendi gözlem ve tecrübelerini de anlatıyor. Özellikle kasaplarla yaptıkları görüşmelerde helal kesim hakkındaki bilgi eksikliği şaşırtıcı nitelikte. Bu sebeple iki yıllık bir kasaplık enstitüsü kurulması gerektiğini söylüyor.Üniversitede hayvan yetiştiriciliği, besleme ve helal kesim üzerine dersler veren Çakır, helal gıda ve kesim hakkında bir araştırma heyeti kurduklarını ve akademik çalışmalar yaptıklarını anlatıyor: “Neredeyse her üniversitede bir Helal Araştırma Enstitüsü’nün bulunduğu Malezya örneği var önümüzde.”Dışarıda yemek yiyorum ama...Çakır’ın helal gıda üzerine uzmanlaşmasının ilginç bir hikâyesi var. Bir yakınının, şekerlemelerde domuzdan elde edilme ihtimali olan jelatin bulunabileceğini söylemesi üzerine araştırmaya başlamış. Jelatin o dönemde Türkiye’de üretilmiyormuş. Şimdi ise yıllık ihtiyaç 5 bin ton iken üretilen takriben 500 ton. Gerisini Çakır anlatıyor: “Dünya Jelâtin Üreticileri Birliği’nin verilerine göre 2007 yılında dünyada üretilen jelâtinin yüzde 46’sının domuz derilerinden üretildiği, Avrupa’da üretilen jelâtinin ise yüzde 70,5’inin domuz derisinden imal edildiği belirtiliyor.” Sonrası malum eğitimler, kongreler, saha araştırmaları... Çakır, helal gıda ve kesim üzerine uzmanlaşmış. Tüketicilere şu tavsiyede bulunuyor: “İnsan öğrendikçe hassaslaşıyor. Bu bakımdan kişi bilmediğinin cahilidir diyor ve katkı maddeleri hususunda insanları öğrenmeye teşvik ediyoruz. Müslüman, araştıran ve doğru olanı tatbik eden insandır.”Çakır’a dışarıda yemek yiyebiliyor musunuz, diye soruyoruz. Cevabı evet ama… “Dışarıda yemek yiyor ama zorlanıyoruz. Genel manada helal sertifikası olan veya helal sertifikası olmasa da bu hususta güvenli olduğunu bildiğim ürünleri tercih ediyorum. Bu mevzuyu açacak olursak bir lokantada karşınıza neler çıkar neler. Çorba?... Hazır çorba ise monosodyum glutamat. Ekmek?... Mayasındaki emülgatör olan lesitin, mono ve digliserid. Üstelik unun beyazlatılması için kullanılan kanserojen olduğu belirtilen potasyum bromat. Et?... İslami usulle kesilmiş hayvandan mı? Meyve suları?... Renklendirici, aroma verici, suni tatlandırıcı ve jelatin. Hülasa katkıların bazıları sağlık cihetinde şüpheliyken, elde edildiği kaynaklar itibarıyla da helal kesilmemiş hayvandan veya domuzdan elde edilme ihtimali olabiliyor. Aynı durum işlenmiş gıdalar için de söz konusu.”Daha az yemek için...Kitap şu soruları cevaplıyor: Efendimiz’in yeme içme adabı, hangi tavuğun yenilebileceği, bayıltılarak hayvan kesmenin sakıncaları, haram veya şüpheli olan gıda katkı maddeleri, gıda katkı maddelerinin E kodları listesi, sağlıksız, haram veya şüpheli gıdalar neler, helal gıda eğitimi nasıl olmalı, kurbana vahşet diyenlere verilen cevap, çok yemenin sakıncaları ve çok yemeyi nasıl frenleyebiliriz? Hangisi temizse onu alAshab-ı Kehf, uzun uykusundan uyandığında aralarından birini yiyecek için şehre gönderir. Kur’an-ı Kerim’de o kişiye arkadaşlarının şu ikazda bulunduğu anlatılır: “Bak, hangisi daha temizse, o yiyecekten al getir.” Çok aç olmalarına rağmen ne bulursan getir değil, temiz olanı getir diyorlar. Temiz sadece maddi değil, manevi temizliği de kapsıyor.Hayvana muamele önemliHelal et üretimine dair mesele çok yönlü. Helal parayla yatırım, helal beslenme-kesim-işletme yapısı, kesenin hususiyeti, helal depolama, etlerin helal şekilde işlenmesi, helal satış… Hayvanların beslenmesi ve kesim öncesi yapılan muamele de çok önemli, yine yemlerinde bulunan kalsiyum ve fosforun kaynağı bazı katkı maddelerinde kullanılan jelatin, genetiği değiştirilmiş soya ve mısır, hayvanların kesim artıkları helal kıstasları için tartışmalı konular. Ayrıca kesimden önce hayvanda stres oluşturmak, ette kanın kalmasına sebep oluyor. Hayvan hakları ve ete mikrop karışmaması için hayvan dinlendirilmeli ve taze su verilmeli. Hayvanı dinlendirmek ise ette kanın kalmasını engeller, bu da etin raf ömrünü uzatır. Hayvanların kesimhaneye kadarki taşınma süreçleri de strese sebebiyet vermemeli.

‘İslamcı’ların devletle imtihanı

$
0
0
AK Parti kuruluşunda kendini muhafazakâr ve demokrat olarak tanımlamış olsa da, partinin kurucularının ve geniş tabanının ‘İslamcı’ gelenekten beslendiği biliniyor. Bu yönüyle 11 yıldır devlet yönetme tecrübesi yaşayan ‘İslamcıların’ devletle imtihanı ne durumda? Şimdilerde devleti kutsayan, onun bekası için evlatlar feda edenler, geçmişte devleti nasıl tanımlıyordu?Türkiye’de ‘İslamcı’ gelenekten gelen, kendini muhafazakâr-demokrat olarak tanımlayan bir iktidar var. Kısa süreli Erbakan hükümetinin yanı sıra son 11 yılda da, AK Parti’nin devlet yönetme tecrübesine şahitlik ediyoruz. İktidar, baştan itibaren parti kimliğini İslamcı olarak ifade etmediği için, ilk etapta ‘İslamcı’ denilemez. Ancak parti programı itibarıyla ‘İslamcı’ olmasa bile, parti kurucularının da, geniş tabanının da büyük ölçüde ‘İslamcı’ gelenekten beslendiği aşikâr. Özellikle son birkaç yıla bakılırsa, AK Parti geniş bir yelpaze olan ‘İslamcılığın’ liberal ucunda dursa da, ‘İslamcılık’la sürekli haberleşiyor, paslaşıyordu. Hep bir kenarında yer alıyor, bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda duruyordu. Bir ayağını dışarıda tutan en önemli faktör ise şüphesiz AB üyeliği çabalarıydı. Son zamanlarda AB’den rotasını çeviren, Şanghay’a göz kırpan, liberal ve demokrat gömleğini üzerinden yavaş yavaş çıkaran bir AK Parti olduğu yorumları yapılıyor. Özellikle 2010 referandumunda AK Parti’yi destekleyen farklı kesimler bütün bu yaşananlara ve bir partinin 3 yılda bu kadar değişmiş olabileceğine inanmak istemiyor. Hal böyle olunca ‘Muhafazakâr tabanlı iktidar, partisi aracılığıyla kendisini devletle mi özdeşleştiriyor? AK Parti devletiyle olan imtihanları ne durumda?’ gibi sorular akıllara geliyor. Tüm bunlar ve merak edilen başka soruların cevabını işin ehillerinden dinledik. Yanı sıra geçmişte İslamcılık çizgisinde duran, her fırsatta devleti eleştiren, hatta “Devletin ‘İslamcılar’ için bir tabu” olduğunu söyleyen ama şimdilerde hem iktidar içinde hem de dışarıdaki liberal-demokrat-muhafazakâr kimliğiyle boy gösteren isimlerin geçmiş söylemlerini, zamanında neler yazıp çizdiklerini araştırdık.Devleti ele geçirdiklerini düşündüler ama devlet onları ele geçirdiİslamcılık söz konusu olduğunda, otorite olarak bilinen bir isim yazar-sosyolog Ali Bulaç. Soruları cevaplarken AK Parti’nin İslamcı bir parti olmadığı, kurulurken ve kamuoyuna programını deklare ederken ‘dini referans almadığı, İslamcı bir parti olmadığı’ beyanını hatırlatıyor. AK Parti’nin siyasi reform haritasını AB yol haritası, ekonomik politikalarını Kemal Derviş’in programı, siyasi görüşünü liberalizmin belirlediği, muhafazakâr demokrasi kimliğinin de bununla ilgili olduğu üzerinde duruyor. Bulaç, bugün eleştiri yapmadan önce, İslamcıların devletle ilişkilerindeki üç ana aşamayı anlatıyor: “1850-1924 arası ilk İslamcı nesiller devleti kurtarmak üzere yola çıkmışlardı. Zira Osmanlı Devleti, kurucu ideolojisi İslam olan bir devletti. Yozlaşması, zayıflaması veya İslam’dan uzaklaşması onun İslam’dan radikal kopuşunu ifade etmez. İlk nesil İslamcılara göre eğer devlet İslam’ın asli kaynaklarına dönerse kurtulur, toplum da ıslah olur. 1950-1997 arası ikinci İslamcı nesiller yeni bir devlet kurmak istiyorlardı. Onlara göre ortada İslami bir devlet yoktu. Eğer İslam devleti kurulursa İslam ve Müslümanlar da kurtulur, ne var ki kurmayı hedefledikleri devlet modern ulus devletti, zaman içinde modernite ve ulusalcılık Müslümanların zihnini dönüştürdü. 1997 ile başlayan üçüncü nesil İslamcıların devleti yeniden tanımlamaları beklenirdi. Ancak ikinci neslin İslamcıları, İslamcılığı bırakıp muhafazakâr demokrasi kimliği benimsedi, 2002’de iktidar oldu. Devleti ele geçirdiklerini düşündüler ama hakikatte devlet onları ele geçirdi, zihinlerini, ruhlarını dönüştürdü. Yaşama biçimlerini kökten değiştirdi. Şimdi herkesten çok kendilerinin felsefi ve politik temellerini atmadıkları bir devlete cansiperane sahip çıkıyorlar. Bu İslamcılığın değil, İslamcılığı terk edenlerin trajedisidir.” AK Parti Amasya Milletvekili Prof. Dr. M. Naci Bostancı da AK Parti’nin, ‘İslamcılık’ iddiasının olmadığını söylüyor. Ancak, “İslami referanslar partiyi oluşturan kadrolarda baskındır. Bu ‘İslamcı’ kimlik, başkalarını da aynı istikamette otoriter bir şekilde dönüştürmeye kesinlikle kapalıdır, daha çok içe dönüktür.” diyor. Sonra partinin kimliğindeki muhafazakâr vurgusuna değiniyor. Bostancı’ya göre bu, ülkenin moral değerlerini verili bir set olarak alan, sivil bir anlayışla geliştirilmesinin gerekli olduğu vurgusu. AK Parti’nin devlete biçtiği rol, yol gösterici, denetleyici, belirleyici değil, aksine hizmet edici, sivil inisiyatiflere ve özgürlüklere alan açıcı bir rol. İslamcılık tartışmalarının önemli isimlerinden olan Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne ise muhalif bir karakter taşıyan İslamcılığın, kaza ile iktidara geldiği zaman hemen dönüştüğünü ve İslamcılıktan hızla uzaklaştığını ileri sürüyor ve Türkiye’de böyle olduğunu vurguluyor. Ortaya esnek ve pragmatik bir muhafazakar ideoloji çıktığını söyleyen Türköne, “İslamcılar iktidarı ele geçirdiklerinde kimse onlar kadar hızlı ve kökten devletçi olamaz. Yani motor artık devletten aldığı enerji ile çalışmaya başlar.” diyor.Devlet de servet gibi insanı azdırırİktidarın devlet ile olan ilişkilerinde son yıllarda nasıl bir yol izlediği ve devletle olan sınavda ne durumda oldukları sorusuna Ali Bulaç, “Postmodern dünyada yeni bir politik kültür arayışı varken hâlâ muhafazakâr demokratlıktan söz etmek bana tuhaf geliyor. Bunların devletin eteğine sımsıkı sarılmaktan başka seçenekleri yok zaten.” cevabını veriyor. Bulaç’a göre, devlet onlara kibri, iktidarı, başkalarına buyurmayı, dağıtma imkânını, hükmetme duygusunu, rakiplerini tasfiye etme, kontrol ettikleri güçle ötekileştirip ezme hissini tattırıyor. “Dünün devlet muhalifi İslamcılarının tamamı bugün devletçi.” diyen Mümtaz ‘er Türköne, iktidarın devleti kutsadığına, devlete muhalefeti mahkûm ettiğine, bunun ise doğal bir süreç olduğuna dikkat çekiyor. Türköne’ye göre, iktidara zamanında zulmeden kahhar ve kerim devlet, bu sefer onların ellerinde. Bu durumu idealize etmenin ise bir mantığı yok. Yoksulların eline para geçince bu sefer fukaraya tepeden bakmaları gibi bir durum bu. Servete kondular ve bahtiyar oldular. Devlet etimolojik olarak saadet anlamına gelir. Servet insanı azdırır. Devlet de öyle. Prof. Dr. Naci Bostancı ise zamanında İslamcı geleneğin devlete ilişkin olarak söylediği bir ‘şey’ olduğunu ama bunun uzun süre, devleti kesinlikle soyut düzeyde İslamileştirmenin vesayetçi bir yapısı olarak hayal etmek şeklinde kaldığını söylüyor. Bostancı, “Son otuz yıllık dönem içinde İslam coğrafyasındaki daha demokratik gelişmeler, halk katmanlarının siyasette daha etkin olmaları, İslamcı geleneği de çeşitli şekillerde iktidara eklemledi.” diyor. Bunun beraberinde devleti İslamileştirmenin vesayetçi yapısı olarak hayal etmenin kaldırıldığını, onun yerine asayişin, toplumsal dengesizlikleri gidermenin, özgürlükleri sağlamanın etkin aracı olarak yeniden konumlanmasını sağladığını ekliyor.Bugün devleti kutsayanların dünüŞimdilerde devleti kutsayan, devletin gücünden ve birtakım sırları olabileceğinden bahseden bazı isimlerin geçmişteki devlet anlayış ve söylemleri doğrusu ilginç. Zamanında “Bu ülkede cuma namazı kılınmaz, burası dar-ül harptir.” diyen, “Devletten maaş almak caiz mi? Hukuk okumak, avukat olmak caiz mi?” tartışmaları yapan bazı ‘İslamcı’ entelektüellerin ya da siyasilerin devletin gücü ve kutsallığından dem vurması şaşırtıyor.Mesela şimdilerde AK Parti’nin Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner’in geçmişteki devlet söylemleri... Metiner’in genel yayın editörlüğünü yaptığı Girişim dergisinin 1990 Ocak tarihli 52. sayısında ‘Değişimi anlamak’ başlıklı yazısına bakalım.“Devletin giderek azmanlaşan ve üstün çıkarları (!) için bireyi ve toplumu gerektiğinde feda eden bir konuma bürünmesini istemedikleri insanlar sokaklara dökülüyorlar…”“Devletin maslahatı için birey ve toplum feda edilir” anlayışı saltanat kültürünün bir sonucudur. Ve ne yazık ki bugün aynı anlayışı bir kısım İslamcılar da paylaşmaktadır. Devlet, İslamcılar nezdinde de adeta bir tabudur.”Yine Mehmet Metiner’in yayın yönetmeni, Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın da yayın yönetmen yardımcısı olduğu, Ergün Yıldırım, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Taşgetiren gibi isimlerin de yazılar yazdığı Yeni Zemin dergisinin Ekim 1993 tarihli sayısına bakalım. Metiner’in Atasoy Müftüoğlu ile yaptığı dört sayfalık devlet, Müslümanlık, iktidar, vesayet konulu röportajda Müftüoğlu “...Bugün maalesef Müslüman halklar için devlet hâlâ büyük bir puttur.” diye sert bir devlet eleştirisi yapıyor.Hüsnü Aktaş, Ali Bulaç, Selahaddin Eş Çakırgil, Sedat Yenigün, Yılmaz Yalçıner, M. Beşir Eryarsoy, Ali Ünal (Fatih Selim), Sami Adil (Sami Şener), Ömer Yorulmaz, Mekki Yassıkaya gibi isimlerin çıkardığı Hicret dergisinin 1979 tarihli ilk sayısında Hüsnü Aktaş’ın ‘Hicret olayı ve ilk cuma namazı’ başlıklı yazısına bakalım.“Nitekim Hanefi mezhebine göre, cuma namazı bir ‘Devlet’ namazı hükmündedir, ya Halife bizzat kendisi veya görevlendirdiği bir kimse tarafından kılınabilir. Ayrıca, cuma namazı hür insanlar üzerine farzdır…”Ali Bulaç - Döndük 2003’ün başınaAK Parti’nin reformlardaki yol haritası AB idi, fakat AB müktesebatı çeşitli reformlara kaynaklık ettiyse de toplumsal çözülmeye, ahlakî yozlaşmaya da yol açtı. Ortadoğu’ya model ülke olma idealiyle bölgeye girdiğinde bu çözülmeyle bölgeyi etkileyemeyeceğini, içeride de çözülmeyi durduramayacağını anladı ve bir miktar frene basmak istedi. Ancak siyasi bağlantıları dolayısıyla küresel güçler, sponsorları tarafından şiddetli bir tepkiyle karşılaştı. Gezi olayları bunun ilk denemesiydi. AK Parti tepki gördükçe içine kapandı, Brüksel’i bıraktı, Ankara’ya yöneldi. Brüksel yağmurdan kaçmaktı, Ankara ise doluya tutulmaktır. Brüksel ve Ankara dışında başka bir referans mümkündü, bu bana göre Medine’dir, ama AK Parti’yi kuran zihinlerin ne din ne medeniyet tasavvurları sağlam bir bilgi ve fikir temeline dayanmadığından çok sürmeden boşluğa düşmüş oldular. Geldikleri noktada tabiatı gereği eşitsiz, adaletsiz bir iktidarı var güçleriyle savunmaktan başka bir şey düşünemez oldular. Geniş toplumsal kesimlerin desteğiyle elde edilen sınırlı kazanımları bile geri vermeye başladılar, çaresizlik onları eski Türkiye ile uzlaşma noktasına sürükledi. AK Partililer kesinlikle yönettikleri devleti iyi tanımıyor. Kim onu ele geçirdiğini düşünüyorsa onun eline geçmiştir. MİT, YÖK, kamu bütçesi, eğitim, yasama gücü vb. kurumlar devletin hazineleridir, partiler, sınıflar, zümreler, gruplar bunları ele geçirmek ister, fakat bunlar dönüşümlü olarak iktidar partilerine sadece asıllarını, fonksiyonlarını korumak üzere emanet edilir, yed-i emin olmayan hiçbir parti iktidar olamaz. Bu devletin hiçbir zaman alternatif veya paralel devleti olmadı, hep kendisi oldu ama kendini değişik kimliklere, gruplara, sınıf ve zümrelere emanet ediyormuş hissini vererek korudu, gücüne güç kattı. ‘Milli orduya karşı kumpas kuruldu’ dedikleri anda o hep varlığını koruyan bürokratik merkezin kalbindeki sert çekirdeğin kumpasına geldiler. Döndük 2003’ün başına.Naci Bostancı - Devletlû olmak AK Partililerin kabul edebileceği bir nitelik değilAK Parti’nin göreve geldiği ilk yıllardaki reformcu kimliğinden uzaklaşarak devletleştiği/Ankaralaştığı iddiaları son birkaç yıldır yoğunlaştı. Buradaki kasıt, AK Parti’nin daha devletlû bir görünüm kazandığı. Eleştirileri önemli ölçüde AK Parti’ye yönelik muhalif enerjinin çaresizliğinden üretilmiş bir strateji olarak görüyorum. O kadar güçlü bir iktidar ve siyaset alanının tüm rasyonel konuları üzerine o kadar geniş sahiplenmesi söz konusu ki, bunun karşısında bir muhalif strateji geliştirmek ve buradan bir iktidar ümidi üretmek mümkün gözükmüyor. Bu durumda AK Parti’nin ‘içine’ seslenmenin, ondaki egemen değerlere yaslanan bir eleştiri getirmenin işe yarayacağı düşünülüyor. Devletlû olmak hiçbir AK Partilinin kabul edebileceği bir nitelik değildir. Öte yandan on bir yıllık dönem içinde sandık harici çeşitli yöntemlerle kendisine karşı ittifaklar oluşturulmuş, seferberlik düzenlenmiş, gayri meşru yollarla önü kesilmek istenmiş bir iktidardan bahsediyoruz. Sırtında yumurta küfesi olmayanların sözel reformculuklarıyla istikrarsızlıklara açık, halen iktidar ilişkileri yeterince şeffaflaşmamış bir siyasal toplumsal ortamda reformculuk yapmanın arasında hayli geniş bir makas vardır. AK Parti bu ülkede en reformcu iktidardır. Ayrıca yabancı basında Türkiye’nin Arap ülkelerine benzediği yönündeki makalelerdeki söylemler çok yanlış ve haksız bir yargı. Demokrasi geleneği olmayan ülkelerde sokak siyasetinin asli mekânı olarak bir anlam kazanabilir ama siyasal yolların açık olduğu bir ülkede sokağa böyle bir anlam veremezsiniz. Verirseniz doğrudan bu tavır halk iradesiyle çelişir.Mümtaz’er Türköne - Reformlar AK Parti için bir iktidar aracıydıAnkaralaşmak tabirini hep ‘angaralaşmak’ yani biraz taşralaşmak olarak anlıyorum. Bürokrasi ile kazanılan, sonradan kazanılma gibi bir statü veriyor Ankara. Reformlar AK Parti için bir iktidar aracı idi. Sandıktan aldıkları devlet iktidarı karşısındaki yargı ve asker vesayetini reformlarla bertaraf edebildiler. Daha fazlası, bu sefer ellerinde olan iktidarın sınırlanması demek. Neden reform yapsınlar? Bu noktada İslamcıların mesafeli oldukları MİT, YÖK gibi kurumlarla yakınlaşmasında MİT’in çok önemsememesi gerekir. Devlet kimin elinde ise diğer bürokratik birimler gibi onlara uyar. Ancak YÖK önemli. YÖK’ün başında Türkiye’nin en parlak sosyal bilimcilerinden biri var ama üniversiteleri o yönetmiyor. Üniversiteler Milli Eğitim müdürlükleri gibi hükümete doğrudan bağlı. Sorulması gereken şu, İslamcıların üniversite ufku neydi? Akademik vizyonları, bilime bakışları... İslamcılar diğer sağ iktidarlar gibi sadece üniversite binası inşa ediyor. İçine konulan bilimle kimsenin ilgilendiği yok. Birkaç yıl önce yabancı basında Türkiye, Arap Baharı ülkelerine örnek gösterilirken şimdilerde Türkiye’nin Arap ülkelerine benzediği yönünde makaleler çıkıyor. Daha ötesi var. Arap Baharı bir kışa dönüştü. Her şey değişiyor. Bugün İslam dünyasında radikal eğilimler güçleniyor. Türkiye ise bu mevsime iktidarda İslamcılığı tüketerek giriyor. İslamcılık en azından Türkiye’yi İslam dünyasına daha sıkı bağlıyordu. İslamcılık tükenince bu köprü de kalkmış olacak.Kâğıt üstünde kalan söylemlerİnsan değişken bir varlık olması hasebiyle fikirlerinde de yıllar içinde değişiklik olması elbette mümkün. Ama birtakım söylemlerin üzerinden çok değil henüz birkaç yıl bile geçmemiş, söylenenlerin yazılanların mürekkebi bile kurumamışken, bugün söylediklerinin tersi şekilde davranıyor olmaları sadece şaşırtmıyor, bir akıl tutulmasını yaşandığını gösteriyor. Prof. Dr. Yasin Aktay’ın başkanlığını yaptığı Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE)’nün yeni anayasa çalışması ve devlet tanımlamaları başlıklı Mayıs 2011 raporundaki devlet söylemi ve tanımlarına bakılınca, o söylemlerin bugünle çelişki içinde olduğu görülebilir.“Tarafsızlık ilkesinin gereği olarak devlet kamu istihdamında dine, inanca, mezhebe, kanaate ve felsefi görüşe bağlı tercihleri ve pratikleri nedeniyle hiç kimseye ayırımcılık yapamaz. Bu güvence kamu hizmetlerinden yararlananlar için de geçerlidir.”Hazırladığı raporlarla çelişen bir diğer düşünce vakfı ise Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA). Dershanelerin kapatılması mevzuunda, ‘Kesinlikle kapatılmalı’ şeklinde bir tavır bürünen SETA’nın daha iki yıl önce hazırladığı bir raporda ‘Seçme sınavının olduğu her sistemde dershanecilik kaçınılmaz olarak var olmaktadır’ tespiti dikkat çekiyor. Dershaneler konusundaki tavrını 5 Nisan 2012 tarihli ‘Yeni anayasaya doğru vatandaşlık’ raporunda da görmek mümkün.“Birey-devlet ilişkilerinin devlet eksenli olarak tanımlandığı bu tür siyasi rejimlerde vatandaşlar, devletin varlığı ve bekası karşısında değersiz ve önemsiz nesneler olarak kabul edilirler.”“Birey-devlet ilişkilerinde devleti önceleyen, korumasız ve güvencesiz bıraktığı birey karşısında devleti kutsayan, kutsadığı devlete insan haklarını kurban eden özgürlük karşıtı ve anti-demokratik bir anayasa olmuştur.”Devlet kendini Allah’ın sıfatlarıyla özdeş görmemeliBaşbakanın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, 2000 yılında Şehir Yayınları’ndan çıkan ‘Hayatı ve Siyaseti Yeniden Düşünmek’ isimli kitabının ‘Devlet Yaklaşımları/Niçin ve Nasıl Bir Devlet?’ bölümünde devlet tanımlaması yapıyor.“Devletin her alana nüfuz etmesi halkın itikadi yapısına müdahil olması ve belli bir din yorumunu empoze etmesi doğru değil. Devlet kendisini ilahi ve kutsal bir konuma oturtmamalı ve Allah’ın sıfatlarıyla kendisini özdeş görmemeli. Modern dönemde devlet kendisini rızkın bilginini adaletin kaynağı olarak görmüş ve içerdiği kutsiyetle halktan özerk ve bağımsız (sorgulanamayan) bir yapıya oturmuştur. Devlet kutsal değildir ancak kutsala olan bağıyla meşruiyet sahibidir. Devlet dinin koruyucusu ve yaşatıcısı değildir.”Bugüne baktığımızda ise, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın ‘Allah şirk, devler, şerik kabul etmez’ yorumunun yanı sıra AK Parti Düzce Milletvekili Fevai Arslan’ın, Başbakan için, “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var.” yorumu Akdoğan’ın yıllar önce ‘Allah’ın sıfatlarıyla kendini özdeş görmemeli’ tanımına taban tabana zıt bir anlayışın sergilendiğini gösteriyor.Devletin bekası, ancak insanın bekasıyla olur“Devletle bilek güreşi yapılmaz. Devlet için evlatlar bile feda edilir.” diyerek devleti kutsayan ve bekasının her şeyden önemli olduğunu söyleyen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun çok yakın bir tarihte dile getirdiği düşüncelerinin, bu kadar kısa sürede değişmesi, konjonktüre göre ‘devlet’ tanımı yapıldığını akıllara getiriyor. Bakan Davutoğlu’nun 3 Ekim 2013 CNN Türk röportajından...“Devletin güvenliği dahi temelde bireylerin o devlete rıza ile bağlanması da sağlanabilir. Yoksa her bir bireyin fişlenmesiyle kontrol altında tutulmasıyla, özgürlük alanlarını, dillerini, lehçelerini kullanmasını engellemesiyle sağlayamazsınız. Devlet vatandaşının her birinin yerine kendisini koyarak düşünmek durumunda. O zaman devlet ol devlet olur Şeyh Edebali’nin ifadesiyle.”Ahmet Davutoğlu’nun 3 Mayıs 2013’te düzenlenen ‘Büyük restorasyon ve Türkiye’nin yükselişi’ konulu konferanstaki bir başka ifadesi.“Devletin bekası ancak ve ancak insanın bekasıyla olur. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın sözü sadece flamalarda kalmamalı.” Davutoğlu’nun 1997’de Divan Dergisi’nin 3. sayısında yayınlanan ‘Medeniyetlerin Ben İdraki’ isimli makalesinde ise insan iradesinin ve bireyin devlete ve devleti tanımlayan güç merkezlerine feda edilmesini, faşist ve sosyalist ideolojilerin bir neticesi olduğunu anlatıyor.“Bilim adamlarını kiliseye feda eden kilise anlayışı ile, insan iradesini ve bireyi devlete, dolayısıyla devleti tanımlayan güç merkezlerine, adayan faşist ve sosyalist ideolojiler arasında zıtlık gibi görünen gizli bir iç tutarlılık vardı.”

KUSURA BAKMAYIN, HEPSİ YALAN

$
0
0
17 Aralık’ta gerçekleşen yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından bir kısım medyada yer alan yalan, iftira ve çarpıtma haberlerini alt alta sıraladık. Ortaya bu manzara çıktı.28 Şubat postmodern darbe sürecinde medyadaki dindarlara yönelik karalama kampanyaları, şu günlerde daha yoğun bir biçimde Hizmet’e aleyhinde yapılıyor. 17 Aralık’taki ‘büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu’ sonrası bir kısım medyadaki yalan, iftira ve çarpıtmalar, alt alta sıralanınca korkunç bir tablo ortaya çıkıyor. Nezaket sınırlarını aşan ifadeler hiç olmadığı kadar gazete sütunlarında kendine yer buluyor. Üstelik hakaretleri de aşan bazı ‘küfürbaz yayınlar’ı yine o gazetelerin geçmiş manşetleri yalanlıyor. Bilgileri doğrulamak için kendi arşivlerine bile bakmayan bu gazeteler yayınlarına yönelik tekzipleri de görmezden geliyor. Geçmişte yalan olduğu hukuken ispatlanmış iftiraları bile tekrar yayınlamakta hiçbir sakınca görmüyorlar. İftira ve çarpıtmanın organize bir şekilde artması ‘Özel bir merkezden yalan haberler mi üretilip servis ediliyor?’ sorusunu akıllara getiriyor. Medyadaki yalan haberler bir kitap olacak hacime ulaştı. Onlardan bir seçki sunmaya çalıştık.YALAN 1: Bank Asya 2 milyar dolarlık vurgun yaptı!GERÇEK: Merkez Bankası açıkladı: Döviz alımı yok.Yolsuzluk soruşturması sonrası bazı gazeteler Bank Asya’nın operasyondan haberdar olduğunu ve piyasadaki dövizleri toplayarak 2 milyar dolarlık vurgun yaptığını iddia etti. İçişleri Bakanı Efkan Ala da TRT’de katıldığı canlı yayında isim vermeden ‘Operasyon öncesi piyasadan dolarları kim topladı biliyoruz. Elimizde belgeler var.’ dedi. Ancak Merkez Bankası, böyle bir döviz alımının asla gerçekleşmediğini açıkladı. Bank Asya da bu iddiayı kesin bir dille yalanlayarak son aylardaki döviz alımlarını gün gün paylaştı.YALAN 2: Yolsuzluk operasyonunun hedefi HALKBANK!GERÇEK: HALKBANK’a hiçbir operasyon olmadı!İktidara yakın gazeteler, yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını Halkbank’a yönelik bir operasyon olarak lanse etti. Hatta bankaya yapılan operasyonla ülke sırlarının İsrail’le paylaşıldığını bile yazdılar. Ancak Halkbank, yaptığı açıklamada bunu kesin bir dille yalanlayarak bankalarının tüzel kişiliğine yönelik herhangi bir soruşturma ya da inceleme olmadığını belirtti. Bankanın açıklamasını yayınlayan gazete aynı haberin altında “Halkbank’a operasyon” iddiasını yineledi.YALAN 3: Kayıp cihazlar emniyetin çatısında bulundu!GERÇEK: Çatıdaki cihazlar hurda çıktı.Önce emniyetin dinleme cihazlarının farklı illerde yasa dışı dinleme yaptığını yazdılar. Sonra cihazlar için ‘Emniyetin çatısında bulundu.’ dediler. Çatıda bulunan cihazların hurda olduğu müfettiş raporuyla ortaya çıktı.YALAN 4: Yolsuzluk operasyonu küresel tezgâh!GERÇEK: Yolsuzluk ve rüşvet iddialarını ilk onlar yayınladı.Yeni Şafak Gazetesi, ‘Peki bu ne?’ diye manşetten verdiği haberde yolsuzluk operasyonunu ‘cemaat’in yaptığına dair gerçek dışı deliller ileri sürdü. Halbuki yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasındaki Ali Ağaoğlu ve Reza Sarraf’la ilgili iddialar, medyada ilk kez Yeni Şafak ve Akşam’da yer almıştı.YALAN 5: Gülen, altın madeni olan ülkelerde okul açıyor!GERÇEK: Dünyanın her yerinde okul var.Takvim Gazetesi, manşetinden Fethullah Gülen’in sadece altın madeni olan ülkelerde okul açtığını ileri sürdü. Türk okullarının açıldığı 60 ülkede altın madeni olduğunu yazdı. Türk okullarının bulunduğu geri kalan 100 ülkeyi nedense ‘unuttu’.YALAN 6: Hiç kimseye bilgi verilmedi!GERÇEK: Maliye, MASAK ve UYAP’a bildirildi, MİT 8 ay önce uyardı.Operasyonla ilgili bir yıldan fazla hazırlık yapılmasına rağmen hiçbir devlet kurumunun soruşturmadan haberdar olmadığı iddia edildi. Ancak soruşturmayı yürüten polisin iddiaları Mali Suçları Araştırma Kurulu’na (MASAK) bildirdiği ve operasyondan 2,5 ay önce MASAK’ın bir rapor hazırladığı ortaya çıktı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de, MASAK’a altın mevduat hesabı kapsamında 38 adet şüpheli işlem bildiriminde bulunulduğunu belirtti. Ayrıca 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonundan 8 ay önce MİT’in de Reza Sarraf’ın bakanlarla ilişkisi kapsamında uyarıda bulunduğu belgelendi. Soruşturma 14 ay önce şu numaralarla UYAP’a da girilmişti: 2012’ye 50690, 2012’ye 125043 ve 2012’ye 120653.YALAN 7: Cemaat ile AB’nin gizli toplantısı.GERÇEK: Gizli denilen toplantıya bakanlar Egemen Bağış ve Fatma Şahin de katıldı.Hizmet Hareketi aleyhinde birçok habere imza atan Yeni Akit, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın AB büyükelçileriyle ‘çok gizli’ bir toplantı yaptığını iddia etti. Ancak toplantıda bakanlar Egemen Bağış ve Fatma Şahin de vardı. GYV Başkanı Mustafa Yeşil, yaptığı açıklamada programa AB Dönem Başkanı’nın davetlisi olarak katıldığını belirterek haberi yalanladı.YALAN 8: Belgeler Zaman’a sızdırıldı!GERÇEK: İddia ettikleri belge Zaman’da hiç yayınlanmadı.Yeni Akit “Operasyonun ikinci ayağında Savcı Muammer Akkaş dosyayı önce emniyete daha sonra Zaman’a sızdırdı.” diye haber yaptı. Haberde “Akit şok bilgilere ulaştı” denilmesine rağmen bilgilerin doğruluğunu teyit eden herhangi bir bilgi ve belge gösterilemedi. Üstelik bu operasyonla ilgili iddia ettiği gibi Zaman’da herhangi bir haber de yer almadı.YALAN 9: Veliler dershaneden çocuklarını alıyor!GERÇEK: Fotoğraf, FEM’de sınav izdihamından.Yeni Akit, pes dedirtecek bir yalana daha imza atarak sürmanşetinden velilerin Hizmet Hareketi’ne yakınlığıyla bilinen okul ve dershanelerden çocuklarını aldıklarını iddia etti. Ancak delil olarak sunduğu fotoğraftaki kalabalığın Fem Dershaneleri’nin Seviye Tespit Sınavı’na akın eden öğrenciler ve aileleri olduğu ortaya çıktı.YALAN 10: Cemaatler Gülen’e tepkili!GERÇEK: Cemaatler haberi yalanladı.Yeni Akit, bu kez de ‘Dinî cemaatler Gülen’e tepkili’ başlığıyla farklı kanaat önderlerinin görüşlerine yer veren uydurma bir haber yaptı. Ancak bu haberinin de yanlış olduğu ilgili kişiler tarafından anında yalanlandı. Gazete tepkiler üzerine ertesi gün “düzeltme ve özür” metni yayınlamak zorunda kaldı.YALAN 11: Cemaat profesörlüğünü engelledi, işsiz kaldı!GERÇEK: İşsiz kalmadı, Peygamber’e hakaretten soruşturma geçirdi.Prof. Dr. Mehmet Azimli’nin ‘İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucusu olduğu için cemaat tarafından engellendiği ve işsiz kaldığı iddia edildi. Ancak Azimli’nin tek bir gün bile işsiz kalmadan başka bir üniversitede göreve başladığı ortaya çıktı. ‘Efendimiz’e hakaret ettiği iddiasıyla’ soruşturma geçirdiği ve Profesorlüğü’nün 3 yıl ertelendiği belirlendi. İlim Yayma Cemiyeti Diyarbakır Şube Başkanı Mustafa Sarıbıyık da haberdeki iddiaları yalanlayarak “Prof. Dr. Mehmet Azimli kurucumuz değildir. Ayrıca bu sebeple üniversitede gadre uğradığı doğru değildir. Biz konuyla ilgili Yeni Şafak Gazetesi’ne tekzip gönderdik.” dedi.YALAN 12: TIR haberi yapan muhabir cemaatçi!GERÇEK: Haber bütün sitelerde vardı.Yeni Akit, Hatay’da savcılık kararı ile durdurulan TIR haberini yapan Radikal Gazetesi Muhabiri Fatih Yağmur’un cemaat mensubu olduğunu iddia etti. Haberi sadece Today’s Zaman ve Radikal yapmış gibi verdi. Hâlbuki haber aynı gün birçok internet sitesinde yer almıştı.YALAN 13: Sarıgül ‘abi’lerin evinde!GERÇEK: O derneğin cemaatle hiçbir bağlantısı yok.Yeni Akit, Hizmet Hareketi’nin CHP ile ittifak yaptığını öne sürdü. CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mustafa Sarıgül’ün hizmet evlerini ziyaret ettiğine dair bir fotoğraf yalınladı. Ancak ‘Cemaat Evi’ olarak gösterilen adresin ‘Şişli Gençlik Merkezi Derneği’ olduğu ortaya çıktı. Dernek yaptığı açıklamada Fethullah Gülen ve Hizmet hareketiyle hiçbir bağlantılarının olmadığını duyurdu.YALAN 14: Cemaat kaset yayınlıyor!GERÇEK: Kasetleri AK Parti’li ‘troller’ yaydı.17 Aralık operasyonunun ardından Hizmet Hareketi’ne türlü iddialarda bulunan Yeni Akit “Cemaat, Almanya kökenli ‘sapkın eğilimli’ bir vakıf ile çalıştay düzenledi’ dedi. Ancak bahsettiği vakfın Camiayla hiçbir ilgisi yoktu. Bununla da yetinmeyen gazete, sosyal medyada AK Parti’li olduğunu iddia eden troller tarafından yayıldığı tespit edilen bel altı montajlarla ilgili de ‘cemaatin internet sitelerinde yayınlandı’ dedi.YALAN 15: Öz bir yılda 22 ülke gezdi!GERÇEK: Sistem tüm Öz’leri gösteriyor.Başbakan’a atıfla Zekeriya Öz’ün 22 ülke gezdiği yazıldı. Ancak THY’nin uçuş kayıtlarında sistemin THY ile uçan tüm ‘Zekeriya Öz’leri gösterdiği ortaya çıktı. Gazetelerin iddia ettiği tarihte Öz, adliyede bayramlaşma törenindeydi. Hatta gazeteler Zekeriya Öz’ün adliyedeki bayramlaşma töreni tarihinde Ağaoğlu’nun parasıyla Dubai’ye safariye çıktığını bile yazdılar. Belgelerin düzmece olduğu tarihlerin ve bilgilerin tutmadığı ortaya çıktı.YALAN 16: KOZA’nın maden işletme ruhsatı yok!GERÇEK: Ruhsat var, kapatma mahkemeden döndü.Koza grubun’a ait Çukuralan Altın Madeni’nin çevre izin ve lisans belgesi olmadığı gerekçesiyle kapatıldığı yazıldı. Koza grubu, yaptığı açıklamada bu iddiayı yalanlayarak bütün belgelerinin tam olduğunu belirtti. İl Özel İdaresi’nce alınan kapatma kararının da yürütmesi İzmir 4. İdare Mahkemesi tarafından oybirliğiyle durduruldu.YALAN 17: Akın İpek, Gülen için malikâne yaptırdı!GERÇEK: O ev 40 yıldır İpek ailesinin.Sabah ve Takvim gazeteleri, manşetten verdikleri haberde Akın İpek’in Ankara’da Fethullah Gülen için özel bir malikâne yaptırdığını yazdı. Akın İpek ise yaptığı açıklamada bunu yalanlayarak sözkonusu arazinin 40 yıldır İpek ailesinin yaşadığı yer olduğunu belirtti.YALAN 18: Cemaatin emniyet imamı!GERÇEK: Yalan, tazminata mahkum oldu.Takvim ve Sabah gazetelerinin ‘Cemaatin emniyet imamı’ diye verdikleri şahsın daha önce Hanefi Avcı’nın kitabında da adı geçmişti. Bu şahıs dava açmış ve bu iddiayı ortaya atanlar tazminata mahkum edilmişti. Yalan olduğu mahkemece tespit edilen bilgiler arşivlerden çıkarılarak yeniden servis edildi.YALAN 19: Operasyonun hedefinde imam hatipler var!GERÇEK: O okulun parası Kalkınma Bakanlığı’ndan.Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın evinde ayakkabı kutuları içerisinde bulunan 4,5 milyon doların ‘Balkan Üniversitesi’ne yardım için olduğu yazıldı. Üniversite yalanladı. Bu defa Çorum Osmancık İHL’sinin yapılacağı iddia edildi. Fakat okul binası için Kalkınma Bakanlığı tarafından bütçe ayrıldığı ve İl Özel İdaresi tarafından 2013-189059 kamu ihale kurumu kayıt numarası ile ihaleye açıldığı ortaya çıktı.YALAN 20: Operasyon ekonomiyi çökertti!GERÇEK: Bizzat Başbakan yalanladı.Operasyonların hedefinin ekonomi olduğu ve soruşturmadan dolayı ekonominin çöktüğü yazıldı. Ancak Merkez Bankası Başkanı iddiaların kara propagandadan ibaret olduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan da Brüksel seyahati öncesi yaptığı açıklamada faiz ve dövizdeki artışların 17 Aralık operasyonuyla ilgisinin bulunmadığını belirtti. Yeni Şafak ve Star Gazeteleri de 16 Aralık’ta faiz ve dövizlerin çok fazla yükseldiğini yazmışlardı.

Sosyal medya kullanıcıları tahtakuruları mı?

$
0
0
Aytaç Mestçi uzun yıllar kurumlara sosyal medya danışmanlığı yapmış bir isim. Yeni kitabı 'Bir Sosyal Medya Danışmanının Anıları'nda sektörde yaşadığı ilginç deneyim ve örneklere yer verirken uyarıyor: "Sosyal medya kullanıcıları tahtakuruları gibi, siz fark etmeden marka değerinizin altını oyabilir."İrili ufaklı hemen her firmanın sosyal medya hesabı ve danışmanı var artık. Aytaç Mestçi de bunlardan biri. Yıllarca birçok kuruma sosyal medya danışmanlığı yapan Mestçi, sektörde yaşadığı ilginç deneyimleri yazmaya karar vermiş. Pusula Yayıncılık'tan çıkan Bir Sosyal Medya Danışmanının Anıları isimli kitabı klişe tabirle ‘güldürürken düşündüren' cinsten. Kitapta neler yok ki! Yazdıklarını denetleyemezsem korkusuyla çalışanlarına kurumsal e-posta hesabını bile çok gören bilişim firması sahibi mi dersiniz, ürettiği yeni otomobil modelinin lansmanına bir gün kala Mestçi'yi arayıp “Şu işin sosyal medya ayağını da hallediversen ya!” diyen genel müdür mü… Kurumsal hesapları kim yönetecek? Mestçi'ye göre firmaların sosyal medyaya kullanımındaki en büyük yanlışlardan biri pazarlama odaklı yaklaşımı fazlaca önemseyip işin halkla ilişkiler (PR) kısmını hafife almak. “Oysa artık birçok tüketici çağrı merkezlerini bile aramadan doğrudan sosyal medya yoluyla firmayla irtibata geçmeye çalışıyor.” diyor. Yani sosyal medyayı satıştan ziyade iletişim kanalı olarak görmek gerekiyor. Şirket içinde çalışanlara sosyal medya kullanımını yasaklamayı da doğru bulmuyor. “Bunun yerine gerekirse sınırlandırılmalı, ancak yasaklamayı doğru bulmuyorum.” diyor. Şirketlerin kurumsal sosyal ağ hesaplarına gelince bunun mutlaka alanında uzman bir kişi ya da ekip tarafından yürütülmesi gerekiyor. Burada kişisel paylaşımların yapılması firma açısından kâbus denebilecek sonuçlar doğurabiliyor. Zira daha önce Allianz Türkiye'nin Twitter hesabından atılan “Kargo'nun klibinde bi kız vardı, noldu ona?” konulu tweet ile Garanti Bankası'nın Facebook hesabından “Arkadaşlar şu sayfayı beğenelim.” iletisiyle paylaşılan arabesk sayfa faciası bunun örneklerinden…Sosyal medya kullanıcıları tahtakuruları gibi Birçok CEO'nun düştüğü temel yanılgılardan biri de “Benim zaten çok takipçim var, ayrıca kurumsal bir hesaba neden gerek duyayım ki!” fikri Aytaç Mestçi'ye göre. Mestçi, sosyal medya kullanıcılarını siz fark etmeden marka değerinizin içini oyabilecek potansiyele sahip tahtakurularına benzetiyor. “Markanızın en tepesindeki sandalyenizde kasıla kasıla otururken, paramparça olduğunu fark etmeden kendinizi bir anda yerde bulabilirsiniz.” diyor. Sosyal medya kullanıcılarının dilinin daha doğrusu klavyesinin kemiği yok malum. Bunu bir de örneklendiriyor kitabında. Teknoloji ve endüstriyel internetle oldukça iç içe olmasına rağmen Twitter ile ancak 2012 yılında tanışmayı başarabilen(!) General Electric firması icra kurulu başkanı Jeffrey Immelt'in “Hello Twitter” paylaşımı başına bela olmuştur. Zira bir kullanıcının “Jeffrey Immelt nasıl olur da büyükbabam senden önce Twitter'a kaydolur?” yorumu ışık hızıyla yayılır. Teknoloji sitelerinde bu olayı ti'ye alan yazı ve yorum dönmeye başlar, tabii Jeffrey Immelt ve markası için de stres dolu günler... ‘Beğen' ki yardım edeyim Aytaç Mestçi kitabında sosyal medyanın en başarılı ve başarısız kampanya örneklerine de sıklıkla yer vermiş. Mestçi'ye göre en başarısızlardan biri Onur Air'in Van depremi sonrası başlattığı kampanya. Zira deprem sonrası herkes karşılıksız yardım için koştururken, firmanın “Facebook sayfamı beğenen her iki kişi için depremzedelere 1 lira yardım yapacağım, hedefse 250 bin liralık bağış!” mealindeki teklifi sosyal medya kullanıcılarını hayli kızdırmış. Gelen tepkiler sonunda firma kampanyayı sonlandırmak zorunda kalmış. Reklamın iyisi kötüsü… Reklamın kötüsü olmaz derler, etikle ne kadar bağdaşır orası tartışılır. Lakin bazen bu söz isabetli çıkmıyor değil. Bunun bir örneği de iki fast food devini de ilgilendiren sosyal medya vakasında yaşanıyor. Zira Anonymous isimli hacker grubu Burger King'in Twitter adresini ele geçirir. Önce küfürler ve McDonald's reklamları paylaşılmaya başlanır. Öyle ki McDonald's açıklama yapıp hackleme olayıyla ilgileri olmadığını açıklamak zorunda kalır. Sonraysa işler enteresan bir şekilde hacklenme mağduru Burger King'in lehine dönmeye başlar. O dönem 83 bin takipçisi olan fast food markası ile ilgili sosyal medya kullanıcıları arasında tam 450 bin paylaşım yapıldı, takipçi sayısı 30 bin, etkileşim oranıysa yüzde 300 artmış oldu.

Uçan bisiklet gerçek oluyor

$
0
0
E.T. filmindeki olduğu gibi Eliott’un dolunayın önünden bisikletle uçtuğu sahne artık gerçek oluyor. Uzman bir mühendislik ekibi bunun için gece gündüz uğraşıyor.Uçan bisiklette elektrik gücüyle çalışan 6 adet pervane bulunuyor. Tekerleklerin üzerinde yer alan 2 büyük pervane yükselmeyi sağlarken küçük olanlar manevra ve denge için kullanılıyor.Bilim-kurgu romanlarından esinlenen Çek firmaları Duratec, Technodat ve Evektor 2011 yılında bu projeyi başlattı. Bisikletin ilk prototipi geçtiğimiz yıl tamamlanmıştı. Şimdilik sınırlı kapasitedeki prototip mühendislik ekibinin yüksek hedefinin sadece ilk adımını oluşturuyor.Bisiklet uzaktan kontrollü demo uçuşu boyunca bir kukla taşımasına rağmen, ekip bu bisikletin İnsan tarafından uçurulabilen bir versiyonunu bu sene denemeyi umut ediyor.Sadece 5 dakika havada durabilen uçan bisikletin, batarya kapasitesinin yükseltilmesi ve kontrol ünitesi üzerinde çalışılıyor.Ancak mühendislerin genel amacı normal bir bisiklet gibi çalışan, fakat aynı zamanda trafik ya da başka engeller karşısında kısa ve alçak rakımlı uçuşlar için havalanabilen bir ünite geliştirmek.Uçan bisikleti bekleyecek kadar sabrınız yoksa, Alman firması Fresh Breeze’nin üretimi olan, yamaç paraşütü ve bir motoru bulunan üç tekerlekli uçan bisiklet olan Flyke’i deneyebilirsiniz.

Güneşi sevenlerin ülkesi Dominik Cumhuriyeti

$
0
0
Sıcak havayı sevenlerin tam da aradıkları gibi bir ülke Dominik Cumhuriyeti. Yılın yüzde 80’i güneşli geçen ülkenin olmazsa olmazlarından biri; şapka. İkliminden olsa gerek oldukça cana yakın ve çok konuşkan insanlar Dominikliler.Seyahatimiz epey uzun ve maceralıydı. İlk önce 10 buçuk saat süren New York yolculuğu ardından aktarmayla dört buçuk saat süren başka bir yolculuktan sonra Haiti’nin başkenti Port-au-Prince’e ulaştık. Ancak daha yolculuğumuz bitmemişti. Başkent Port-au-Prince’ten havalanan küçük uçağımızla yaklaşık 50 dakika süren bir başka seyahat daha bizi bekliyordu. Anlatması bile uzun süren bu yolculuğu aktarma sırasındaki beklemeler hariç 16 saatte tamamlamıştık. Bir akşam vakti ulaştık Dominik Cumhuriyeti’nin başkenti Santo Domingo’ya.Karayipler’de bir ülkedeyiz. Küba’dan sonra toprak bakımından Karayipler’in en büyük ülkesi. Nüfusu yaklaşık 10 milyon. Dominik Cumhuriyeti, Orta Amerika’da Hisponiola adasında bir ülke. Adanın üçte ikisi Dominik’e ait. Karadan tek komşusu Haiti.Kristof Kolomb’un 1492 yılında ayak bastığı bir toprak parçası aynı zamanda. O zamanlar Taino yerlileri diye bir millet yaşıyormuş bu topraklarda. Adada o zamanlar kimi rakamlara göre 6 milyon yerli varmış. Bugün bu yerlilerden geriye hiç kimse kalmamış. Çünkü sömürgeci Avrupalılar tarafından yok edilmişler. Çok acıdır ki bu coğrafya ve benzerlerinde bunun gibi örneklere sıkça rastlamak mümkün.Melezler adasıEski bir İspanyol sömürgesi Dominik Cumhuriyeti. İspanyollar bu topraklarda 300 yılı aşkın kalmış. Haliyle ülkenin dili ve kültürünü epey etkilemişler. Zaten resmi dil de İspanyolca. İspanyollar sadece dil ve kültürde değil, dinî yönden de oldukça etkili olmuş. Hıristiyan misyonerler Kolomb’un bu topraklara ayak bastığı tarihten itibaren Hıristiyanlığı yaymaya başlamış. Bugün ülke halkının yüzde 95’i Katolik Hıristiyan.Dominik Cumhuriyeti çok kültürlü bir topluma sahip. Halkın yüzde 16’sını beyazlar, yüzde 11’ini Afrika kökenli siyahlar, yüzde 73’ünü de melezler oluşturuyor. Dünyanın farklı ülke, farklı kültür ve farklı etnik gruplarından insanlar yaşıyor bu ülkede.Dominiklilerin velinimeti turistlerDominik Cumhuriyeti tropikal bir iklime sahip. Yıl boyu hava sıcaklığı 22 ile 30 derece arasında değişiyor. Yılın yüzde 80’inde hava güneşli. Ülkeyi her yıl 4 milyon turist ziyaret ediyor. Bu durum da ülkenin gelişmesinde önemli rol oynuyor.1496 yılında kurulan başkent Santo Domingo, bu coğrafyanın ilk şehri. Çevresiyle birlikte nüfusu 3 milyon civarında. Şehri kuşbakışı olarak seyretmek için yüksek katlı bir binanın 22. katına çıkıyoruz. Yüksek katlı binaların olduğu bu bölge, şehrin yeni yerleşim bölgesi ve modern yüzü.Şapkasız çıkmam abi!Elimizde ülkenin bir haritası, gezeceğimiz noktaları bir bir sıralamaya koyuyoruz. Vakit kaybetmeden yolumuza devam ediyoruz. Ağaç gölgesinde şapka satan bir satıcıya rastlıyoruz. Bize farklı farklı şapkaları göstermeye çalışıyor. Dominik sıcak bir ülke olduğu için şapka kullanmak kaçınılmaz oluyor. Güneşten korunmak için şapkalarının çevresi oldukça geniş yapılmış. Satıcıya fiyatını soruyoruz, 250 peso olduğunu söylüyor. Bu da yaklaşık olarak 12 TL’ye tekabül ediyor.Başkenti turlamaya devam ediyoruz. Bulunduğumuz yer ‘Colonial City’ olarak adlandırılıyor. Eski bir şehir burası. Sömürge dönemine ait eski şehirde çok sayıda tarihî eser görüyoruz. Meydanın ismi ‘Plaza de Espanya’ yani İspanya meydanı. Şehrin en meşhur meydanı. Aynı zamanda Kristof Kolomb’un sarayı da var burada. Kristof Kolomb’un oğlu Diego tarafından 1510-1512 yılları arasında yaptırılmış.Şehirde sömürge dönemine ait çok sayıda bina var. Başkentin eski şehir bölgesi 1991 yılında UNESCO’nun dünya mirası listesine alınmış. Her hafta cuma ve cumartesi akşamları saat 08.00’de İspanya Meydanı’nda ülke kültürünü yansıtan halk dansı gösterileri yapılıyor. Turizm bakanlığı tarafından organize edilen bu gösteriler yıl boyu aksamadan devam ediyor ve halka ücretsiz sunuluyor.Dünyanın en zengin aromalı kahveleri buradaSıcak ülkede ağaç gölgelerinde domino taşı oynayan Dominik vatandaşlarını görmek oldukça sıradan. Oyun sırasında zaman zaman tansiyon yükseliyor. Kavga edermişçesine seslerini yükseltiyorlar. Sokak müzisyenleri de meydanlarda işbaşında.Ardından El-Conde sokağına geliyoruz. Başkentin en meşhur sokağı burası ve trafiğe kapalı. Sağımızda, solumuzda hediyelik eşya satan bir sürü dükkân var. Turistlerin de akınına uğrayan bir sokak burası.El Conde’de Dominik kahvesini tatmak istiyoruz. Ülke, kahvesiyle çok meşhur. Dünyanın en sert ve en zengin aromaya sahip kahvelerinden bir tanesi. ‘Santo Domingo’ olarak geçiyor kahvenin ismi. Dominik kahvesi altı farklı bölgede yetişiyormuş. Orta şekerli bir Santo Domingo kahvesinin tadına bakıyoruz. Gerçekten sert bir kahve. Bu tarz kahveyi sevmeyenler içmekte biraz zorlanabilir. Expresso gibi ağır bir kahve ama Dominikliler bunu çok seviyor. Özellikle sabahları kahvaltıdan sonra dinç ve dinamik olmak, uykunuzun açılmasını istiyorsanız sert Santo Domingo kahvesini tavsiye edebiliriz.Dominik insanı gencinden yaşlısına çok cana yakın ve konuşmayı seviyor. Fotoğraf makinesine de sıcak bakıyorlar. Hatta “Lütfen beni de çeker misiniz?” diye ısrarcı olanlar var. Kim bilir belki sizin de yolunuz bu cana yakın insanların memleketine düşer bir gün…

Medya bu kadar kötü olmamıştı

$
0
0
Yıllarca çalıştığı TRT’nin her iktidar döneminde özerkliğini biraz daha kaybettiğini düşünen gazeteci Zeki Sözer, halkın sesi olması gereken bir kurumun iktidarların sözcüsü haline geldiğini anlatıyor yeni çıkan kitabında.Türkiye’de ne zaman siyaset karışsa, ‘aman halk öğrenmesin’ psikolojisiyle önce medya kontrol altına alındı yıllarca. Geçmişten beri 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, Ergenekon-Balyoz davaları gibi tarihi olaylarda, tarafgirlik yapanlar medyanın olan biteni yazmasını istemedi. İstemekle kalmayıp, çoğu zaman maddi-manevi baskı da uyguladı. Bugüne geldiğimizde ise yolsuzluk iddiası operasyonuna getirilen yayın yasağı, işten çıkarılanlar, tasfiyeler, yalan haberler, kara propaganda, medyanın düştüğü içler acısı durumu gözler önüne seriyor. Böyle bir dönemde, geçmişten bugüne medyanın ahvalini gazeteci Zeki Sözer’den dinledik. Zeki Sözer, Türkiye’deki BBC eğitimli ilk televizyon prodüktörü, TRT’nin ilk haber müdürü ve televizyon dairesi başkanı. Sözer, Doğan Kitap’tan çıkan ‘Halkın Sesinden İktidarın Borazanına’ isimli kitabını, TRT’de geçen 12 yılını, ilk televizyon yayınları hikayesini, gündeme ve bugünün medyasına dair düşüncelerini anlattı.TRT’nin her iktidar döneminde özerkliğini biraz daha kaybettiğini söylüyorsunuz. Bu tespitinizi neye dayanarak yaptınız?Yaşayarak. TRT’den önce Falih Rıfkı Atay ve Bedii Faik’in sahibi olduğu Dünya Gazetesi’nin Ankara bürosunun şefiydim. Sonra bazı sıkıntılar yaşayınca, gazeteci arkadaşım Doğan Kasaroğlu beni TRT’ye davet etti. TRT’nin kuruluşunda görev aldım. Yayın hayatına 31 Ocak 1968 Çarşamba günü başladığında haber dairesi başkanı Celal Aygen, Doğan Kasaroğlu, spiker Zafer Cilasun ve ben küçük bir odanın içinde başladık. İlk iş olarak BBC’nin yayın tarzını inceleyip, onu örnek almaya çalıştım. Ne yapıyorsak ilkti. Bu ilginç geldi bana ve heyecan vericiydi.BBC’yi incelerken, ilk ön plana çıkan anlayış neydi?Sadece BBC’ye değil Fransa, İtalya ve Almanya’daki kamu yayıncılığı yapan kanallara da baktık. TRT de tıpkı bunlar gibi ‘kamu hizmeti yayıncılığı’ yapmakla görevlendirilmiş. Hem anayasada hem de kendi kanununda. Bunun anlamı tıpkı mahkeme, emniyet, hastane ve üniversiteler gibi kamu hizmeti yapan, yani geliri halktan toplanan vergilerle sağlanan bir kurum. Bu durumda halkın vergileriyle kurulmuş bir kurumda çalışanların, halk arasında bir ayrım yapması söz konusu olamaz. Her ideolojiye, siyasi düşünceye, partiye ve kuruma aynı mesafede olmak zorunda. Elbette ki insanların fikirleri olabilir ancak kamu kurumunda çalışıyorsanız duygular, ideoloji kontrol edilmeli. Bu sebeple hep hak, hukuk ve adaletle çalışmaya gayret ettim.Özerklikten rahatsız olanlar var mıydı?Olmaz mı? Ne yazsak kimse memnun olmuyordu. Herkes sadece kendi sesi duyulsun istiyordu. Süleyman Demirel ve iktidarı TRT’nin özerkliğini kaldırmak için çok uğraştı. Muhalefet, diğer kişi ya da kurumlar o kadar baskı kuramadılar. Ama düşünün her şey iktidarın elinde. Ekonomik olarak bağımlısınız. Maaşlar gecikiyor, stüdyo açılacak, kamera alınacak engel çıkıyor. Bakanlardan tehdit telefonları, bildiriler geliyordu.12 Mart Muhtırası TRT’ye nasıl geldi, nasıl okutuldu?O yıllarda ben TV haberleri müdürüyüm. 12 Mart sabahı haber müdürümüz Doğan Kasaroğlu, ‘Bir dakika gelir misin, bir şeyler oluyor.’ dedi. Aşağı indim baktım, odada MİT’te çalıştığını bildiğimiz biri duruyor. Sonra Genelkurmay’dan bir telefon geldi. ‘Saat 13 bülteninde bir bildiri okunacak, onun için hazırlığınızı yapın.’ Spiker Çetin Çeki hazırlandı, bekliyor. General Musa Öğün, yanında Hava ve Deniz Kuvvetleri’nden birer albay, saat 13.00’e doğru ellerinde sarı bir zarfla geldiler. Yüzleri bembeyaz. O an tarihi bir ana şahitlik ettiğimi anladım. Ve ‘Paşam, izin verirseniz bir kamera getireyim bunu kayda alalım.’ dedim. İstemedi. Okunmadan gitmeyeceklerini anladık. Metin okunduktan sonra gittiler. O güne ait kapıdan çıkarken bir fotoğrafları var sadece.Muhtıradan sonra neler oldu TRT’de?Özerklik yanlısı genel müdürümüz gitti, onun yerine Tuğgeneral Musa Öğün geldi. Pek çok arkadaşımız görevden ayrılmak zorunda kaldı. Yıllar geçti Musa Öğün ayrıldı. TRT’ye Ecevit-Erbakan hükümetinin atadığı İsmail Cem geldi. Düşünebiliyor musunuz, halkın kurumunda bir atanmış. Ne işi vardı anlamıyorum? İlkesel olarak yanlıştı. Özerklikte olmaması lazımdı. 47 yılda 14 genel müdür oldu. Çünkü iktidar 14 kez değişti. Oysa her iktidarın kendi genel müdürü gibi bir durum olamaz.12 Eylül darbe metninin okunmasına da ev sahipliği yaptı TRT. O günler nasıldı?Her ihtilal metninin yayınlandığı yer TRT. Özel televizyon olmayınca 12 Eylül’de de asker ihtilal haberini TRT’den duyurdu. Kenan Evren dönemin genel müdürünü de görevden aldı, yerine emekli bir general geldi. 12 Eylül’den sonra TRT iflah olmadı, 93’e kadar. Çiller döneminde özerk oldu tekrar. Anayasa’da da böyle belirtildi.Peki, bugünün Türkiye’sinde gazetecilik yapmak ister miydiniz?Hayır, asla. Yeni nesil gazetecilere, genç meslektaşlarıma üzülüyorum. Onların yerinde olmak istemezdim.Bugün de, geçmişteki gibi kriz dönemlerinde işten çıkarılan gazeteciler var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Mevcut iktidar, bırakın TRT gibi bütçesini parlamentodan geçirdiği kamu kuruluşunu, özel radyo, TV ve gazetelerin de hâkimiyetini ele geçirmiş durumda. Bugün bütün medya kuruluşları kendilerini iktidarın hizmetinde olmak zorunda hissediyor. Bu zorunluluğun içinde korkuyla beraber birtakım menfaat ilişkileri de var. Hükümet aleyhine yayın yapıldığı anda, o medya kurumlarının üzerine çöreklenildiği, baskı kurulduğu ortada.Türkiye’de medya ve basın mensupları itibarını yeniden kazanabilir mi?Başından beri savunduğum ‘özerklik’le, sağlam karakter ve disiplinle mümkün. Çare bu. Geçmişten bugüne gelen başbakanlar bence kendi menfaatlerini düşünseler bu kurumu özerk yaparlar. Çünkü özerk olursa, o zaman icraatın içinden konuşması daha itibarlı olur. Yani kurum itibarlı olursa, orada söylenen şeyler de o kadar itibarlı olur. BBC o yüzden tüm dünyada hâlâ itibarlı. Çünkü o terbiyeyi almış, disiplinli insanlar çalışıyor. Ama bizim politikacılarımız bunun farkında değil. Bence dünya basını iyi incelenmeli, örnek alınmalı. Şimdilerde duyuyorum internete sansür, kısıtlama gibi yönetmelik yapmaya çalışıyorlar. Bu tarz yasakçı zihniyetten vazgeçmeliler. Yolsuzluk iddiası operasyonuna yayın yasağı getiriliyor, bunlar diktatörlerin yönettiği ülkelerin uygulamaları. Aynı uygulama şu an Çin’de de var.İşten çıkarılanların alnında ‘F’ harfi mi yazıyor?AB normlarının üzerinde çok duruyorsunuz kitapta. Bu normlara göre bir yayıncılık yapabilir mi TRT?Elbette. AB normlarına göre kamu hizmeti yayıncılığı yapan kurumun, devlet tarafından desteklenmesi, yaşatılması gerekir. Ama onu hizmetine ya da kontrolü altına almaması gerektiği vurgulanıyor özetle. Genel müdürü aday gösterecek her kesimin tesilcisinin olduğu bir kurul oluşturulabilir. TRT ilk kurulurken zaten bu şekilde seçildi genel müdürü. Çözüm özerklik.Halkın sesi olması gereken TRT’nin kuruluş yıllarındaki itibarı kaldı mı? Sizin gözünüzde TRT nerede?TRT bugün sözde özerk. Özerk olduğunu söylemek fantezi olur. Ben bile seyretmiyorum. Bile derken, içim yanarak söylüyorum. Yıllarca hizmet verdiğim bir kurumun bu hale gelmiş olması beni üzüyor. En son 800 kişi çıkarılmış işten. Neye dayanarak çıkarılıyor bunlar? Alınlarında ‘F’ harfi mi yazıyor? ‘Fethullahçıyım ben’ mi yazıyor? Değilse, demek ki siz bu insanları yargıda, emniyette ya da medyada işten çıkarılan, yeri değiştirilen isimleri yıllarca fişlemişsiniz. Bu insan haklarına aykırı. Yolsuzluk iddiasının çıktığı ilk günlerde haber dairesi başkanı olan çocuğu aldılar (Ahmet Böken’i kastediyor). Ki o çocuk benim gördüğüm kadarıyla gerçekten TRT Haber adına görevinde kaldığı sürece iyi bir şeyler yapmaya çalıştı, habercilik yaptı.Gazeteciliğin itibarı ne durumda?Eskiden gazetecilik prestijli bir işti. Şimdilerde ne itibarı, ne namusu ne de ahlâkı kaldı. 80 yaşındayım ve bu işi hep özerk düşünce ile yapmaya gayret ettim. Çalıştığım dönemleri hatırlıyorum da, biz cennette iş yapmışız. Türk medyası ne ihtilaller, ne kötü kötü günler gördü ama şu son yıllardaki kadar kötü olmamıştı. Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu gösteriyor. Her geçen yıl itibarı azalan ve güvensiz meslekler arasında ön sıralarda görünüyor gazetecilik ve basın mensupları. Eskiden bir konu gazeteye haber olmuşsa ‘Gazete yazmış, gazete yazdıysa doğrudur.’ denirdi. Ya da ‘Radyo bile söylemiş’ derdik. Şimdi gazete yazıyor, radyo söylüyorsa, güvenip, inanmak için birkaç defa düşünüyor insan.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live