Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Bürokrasinin başkentinde Ermeni olmak

$
0
0
Ankaralı Ermenilerin yaşadıklarını, “Burası Başkent. Devletin, bürokrasinin kalbi. Ermeniysen burada kontrollü olacaksın’ sözleri çok iyi anlatıyor. Dil bilmeden, dinlerini öğrenemeden ve Ermenice isimler kullanmadan sürdürülen bir hayat bu...Hrant Dink Vakfı’nın sözlü tarih projesi çerçevesinde Türkiyeli Ermeniler ve Diyarbakırlı Ermenilerden sonra Ankaralı Ermenilerle ilgili çalışması tamamlandı. ‘Sessizliğin Sesi Ankaralı Ermeniler Konuşuyor’ isimli çalışma, bugün ‘Ankara’da Ermeni mi var?’ sorusuna hem sayı konusunda cevap veriyor hem de sosyo-kültürel hayatları konusunda analizler içeriyor. Tarihçi Raymond H. Kevorkian’ın tespitlerine göre, 1914 yılında 11 bin 246 olan Ermeni nüfusu, bugün 300’e düşmüş. Geçmişte tekstil işiyle uğraşan Ermeniler, şimdi devlet kapılarını zorluyor ancak sözleşmeli kadrolarda kendilerine yer bulabiliyor. Din ve dillerini öğrenebilecekleri tek yer Fransız Kilisesi. Çoğu Ermenice bilmiyor, pek sıcak bakmadıkları karma evliliklere de çoktan alışmışlar. Nüfusa kayıtlı isimleri dışında Türkçe bir isim kullanıyorlar ya da direkt Türkçe isimler alıyorlar. “Burası Başkent. Devletin, bürokrasinin kalbi. Ermeni’ysen burada kontrollü olacaksın.” sözleri bu çekingenliği çok iyi anlatıyor. Uzun yıllar Büyükşehir Belediyesi’nde özel kalem müdürlüğü yapan ismin, “Ermeni’ysen sistemin içinde kendine çok sınırlı bir yer bulabiliyorsun.” sözleri de buna paralel. Ankara’nın eski Ermeni köyü İstanoz (Sincan-Yenikent), Ulus ve Ankara Kalesi civarında yaşamış kişilerle yapılan görüşmelerde, kimliği açıklama noktasında en çok çekinceyi gençler gösteriyor. Bir kamu kuruluşunda iş başvurusu yapan genç, ‘Kimliğim açığa çıkarsa iş başvurum reddedilir mi’ diye soruyor. İstanbul veya başka bir şehirde yaşayanlara göre daha sessiz olsalar da Ankaralı Ermeniler şimdi kendilerini daha rahat ifade ediyor. Bu ülkenin vatandaşı ama birinci sınıf vatandaş olarak yaşamak istiyorlar. Çalışmayı yapan isimlerden gazeteci-yazar Ferda Balancar’la Ankaralı Ermenileri konuştuk…Travmaların atlatılabilmesi için konuşmak lazımAnkaralı Ermenilerle devam eden sözlü tarih çalışmanızın amacı nedir?Türkiye’de ve dünyada yaşayan Ermenilerin taşıdığı siyasi ve kültürel belleğin izlerini bulmak, Ermeni kimliğine mensup kişilerin kendilerini ve ‘ötekiler’i nasıl algıladığını anlamak, böylelikle Türkiye’de halen yaşamakta olan Ermenilerin içinde bulunduğu gerçekliği siyasi, kültürel ve tarihsel boyutlarıyla yansıtmak amacını taşıyor. Görüştüğünüz isimlerin günlük hayatta kimlik konusundaki yaklaşımları nasıl?Çoğunlukla kimliklerini gizleyerek yaşamayı tercih ediyorlar. Bunun için de en vazgeçilmez yöntem ya Türkçe isim kullanmak ya da çocuğuna Türkçe isim koymak.Din ve mezhepten hatta etnik kökenden de öte Türkiyelilik vurgusu çok güçlü. Bunu neye bağlıyorsunuz?Bu son 10 yıldaki demokratikleşme ve kimliklerin özgürleşmesi süreciyle bağlantılı bir durum. Yeni anayasa çalışmalarında da gördüğümüz gibi farklı etnik ve dini kimliklerin anayasal ortak paydası Türkiyelilik olabilir. Bu, konuştuğumuz Ermeniler tarafından da teyit ediliyor. Geçmişe dair travmalar atlatılmış mı yoksa üzerine kalın bir sünger mi çekmişler?Geçmişteki travmalar atlatılmamış, üstüne sünger çekilmiş. Atlatılabilmesi için bunların kamuoyunda açık açık, korkmadan, çekinilmeden konuşulması lazım. Bu olmadan travmanın atlatılması mümkün değil. Neyi talep ediyor peki bu isimler, yüzleşme adına?Öncelikle samimi, içten bir yüzleşme talep ediliyor. ‘Sen şunu yaptın, ben bunu yaptım’ demeden acıların anlaşılmasını, Ermenilerin sadece 1915’te değil, ulus devlet sürecinde yaşadıkları acıların da görülmesi gerektiği düşünülüyor.Gelecekten beklentileri, gelecek tasavvurları nasıl, bu ülkenin diğer vatandaşlarından farklı olarak?Ülkenin diğer vatandaşlarından çok farklı şeyler talep etmiyorlar aslında. İnsan haklarına saygılı demokratik bir ülkede yaşamak istiyorlar. Böyle bir ülkede kendilerinin de rahat ve mutlu yaşayabileceklerini düşünüyorlar. Ülkenin hak ve özgürlükler noktasında geldiği yerde Ermeniler kendilerini daha güvende hissediyor mu?Hak ve özgürlükler konusunda son yıllarda belli bir aşama kaydedildiğini düşünüyor ama kendilerini güvende hissetmiyorlar. Her şeyin bir anda çok kötüye de gidebileceği endişesi var. Bir görüşmecinin ‘sel gider, kum kalır’ sözü buna gönderme yapıyor.Görüştüğünüz isimlerden biri ‘çok az kaldık, 70 yıl sonra ne olacak’ diye soruyor. Bunun cevabını buldunuz mu?Türkiye Ermeni cemaati 70-80 bin kişilik bir toplum. Karma evlilikler ve yurtdışına göç devam ederse 50 yıl sonra Türkiye’de Ermeni cemaati kalmayabilir.Tanık 1Hiçbir zaman aidiyetlerden hoşlanmadımÜniversitede hem Ankara Siyasal’ı hem eczacılık fakültesini hem de basın yayını kazandım. Siyasal bilgilere girsem Ermeni olduğum için büyükelçi, vali ya da bürokrat yapmazlar diye düşündüm. Ermeni’ysen sistemin içinde kendine çok sınırlı bir yer bulabiliyorsun. En hareketli bir dönemde, 1967-68’de basın yayın yüksekokuluna girdim… O hareketlilik içinde hep olayların dışında kaldım. Sağ kesim de, sol kesim de, bana ‘olayların dışında kalan adam’ gözüyle baktı. Kimse beni kendi tarafına çekmeye çalışmadı. Hiçbir zaman aidiyetlerden hoşlanmadım. Bir gruba ait olma fikri bana hep uzak oldu.Tanık 2Hrant Dink, duygularımın ifadesiydiHrant Dink, Türkiyeli bir Ermeni olarak yaşamak ve Türkiye’ye hizmet etmek istiyordu. Bunlar benim duygularımın ifadesiydi. Hrant Dink’ten çok etkilendim. Ölüm haberini aldığım gün mahvoldum… Türk’üm desem Türk mü olacağım? İnsan sonradan ırkını değiştiremez ki. Ama ben çok iyi bir Türkiyeliyim. Mesela bana ilkokulda bayrak taşıttılar. Milli bayramlarda, çıkıp hissederek şiir okumuşumdur. İstiklâl Marşı okunurken duygulanırım. Bayrağı gördüğüm zaman da duygulanırım ama her yerde bayrak, her yerde Atatürk resmi görmek istemiyorum. Kendini Türk olarak tanımlayanlarla, Türkiyelilik ortak paydasında, bu ülkenin iyiliği için elinden geleni yapmaya hazırım, yapıyorum da zaten.Tanık 3Birinci sınıf vatandaş olarak yaşamak istiyorumAmcam bir Rum kızını seviyordu. Onu kaçırıp Amerika’ya yerleşiyor. Amerika’da beş tane kızları oluyor.Amcam orada bir terzihane kurdu ve iyi para kazanmaya başladı. Varlıklı bir şekilde yaşıyorlardı. Bundan 5-6 yıl önce amcam da, karısı da kısa aralıklarla öldü. O kadar iyi yaşamasına rağmen amcam hep, ‘Keşke memleketi bırakmasaydım’ dermiş. Amerika’ya gidiyorsunuz, rahat bir hayat yaşıyorsunuz ama bir tarafınız hep bu topraklarda… Ben amcam gibi olmak istemiyorum. Bu ülkede yaşamak istiyorum ama birinci sınıf, eşit bir vatandaş olarak...Tanık 4Avusturya’da torunlarıma Türkçe öğretiyorumAvusturya Sosyalist Partisi’nin genel sekreteri, üye olduğum günlerde benimle bir görüşme yaptı. Ankara’da ya da İstanbul’da yaşarken Ermeni olduğum için baskı görüp görmediğimi sordu. İlk kez o soru karşısında ayrımcılığın ne olduğunu hissettim. Hiç ayrım görmediğimi söyledim ki, gerçekten de böyle düşünüyorum. Ben Ermeni’yim ama Türkiyeli Ermeni’yim... Bu ülkeyi çok seviyorum. Her şeyini takip ediyorum. 1979’dan beri Avusturya’da yaşamama rağmen Türkiye’nin her şeyiyle ilgileniyorum. O kadar Türkiyeliyim ki, torunlarıma Türkçe öğretiyorum.Tanık 5Bir devir kapandı, yeni bir devir açıldıNe değişti de Ermeni meselesini daha rahat konuşabiliyoruz? Bence bu dalgalar var ya hani, içeriye atılan askerler falan. Bence bir devir kapandı, yeni bir devir açıldı… Bu güç Amerika mı dersiniz, İsrail mi dersiniz ama yönetenler var. Bir şeyler konuşulurken neye göre konuşuluyor? Bir şeyler müzakere edilerek yapılmalı. Mesela Ruhban Okulu açılsın deniyorsa, bizim camiler de Yunanistan’da açılmalı. Van’da Ahtamar’da bizim ayin yapmamıza izin verilirken, bir şeyler karşılıklı veriliyor. Ama ne olursa olsun, ne ödün verilirse verilsin, gerçekten olumlu şeyler oluyor. Buna kör gözle bakamazsınız.Tanık 6Ermeni gitti, bereket bittiŞimdi son yıllarda Ermenilerin yaşadıkları olaylar, 1915 filan konuşuluyor. Eskiden olmadığı kadar konuşuluyor televizyonlarda filan ama bence bu sel suyu gibi. Sel, getirir de götürür de. Bu konuları fazla kaşımak iyi değil. Ben temkinliyim bu işlerde. Hrant Dink’e bakın. O da bu ülkenin menfaati için uğraşıyordu. Ermenilerle Türkler barışsın istiyordu… Bu ülkede bu acılar neden çekildi, hiç anlamıyorum... Ne ölene, ne kalana, kimseye faydası olmamış. Anadolu’da bir söz vardır, pek çok yerde duymuşumdur: “Ermeni gitti, bereket bitti” ama hâlâ “İyi oldu, temizledik, gittiler” diyenler de az değil maalesef.

10 yıl kimsenin aklına gelmedim

$
0
0
Yas evinin farklı bir atmosferi vardır. Ağır bir hava kaplar her köşeyi, zaman yavaş akar, tarifi güç bir yük biner misafirlerin omuzlarına. Sessizdir. Sessiz, sakin… Nevra Serezli’nin evi de öyle. Eşi Metin Serezli’yi sekiz ay önce kaybetmesine rağmen hâlâ yas havası hâkim.Kavacık Göksuevler’indeki şirin evinde, böyle bir atmosferde bir araya geliyoruz Nevra Hanım’la. Niyetimiz 10 yıl sonra kamera karşısına geçtiği Senin Hikâyen filmini ve kendi hikâyesini konuşmak. Acı taze olunca bütün sohbetler ustanın ölümüne bağlanıyor. 45 yıl mutlu mesut devam eden bir birliktelik sona ermiş. Sorduğumuz her soru sönmeye yüz tutmuş ateşe odun atmak oluyor. Konuşurken gözleri doluyor, kalbi nasırlı bir avucun içinde sıkılıyor: “Metin’in hastalığı 2,5 yıl sürdü. Garip bir şekilde kendini ölüme alıştırıyorsun. Etrafına bunu hissettirmeden yaşamak acı bir oyunculuktu. Hasta oyunculuğunu yutmuyor. İçime en sinmeyen oyunculuğumdu.”Enteresandır. Birini kaybettiğin zaman bilinçaltın sevdiğinin çat kapı geleceğini düşündürür. Serezli’de de öyle: “Sanki turnedeymiş gibi geliyor.” dese de, o turnenin hiç bitmeyeceği gerçeğine alışmaya çalışıyor. Çalışma masasında kitaplar bıraktığı gibi duruyor, kahve yudumlayıp Boğaz’ı izlediği koltuğu hâlâ boş. Belli mi olur. Ya gelirse… “Kendi duygularımı, kafa yapımı düzgün tutmak zorundayım. Kendi kendinin doktoru, psikoloğu oluyorsun.” cümleleriyle özetliyor ruh durumunu. İki oğlu, torunları var, onlar için gülümsemek gerek. Sohbeti girdiği çıkmaz sokaktan çıkarıp kendi hikâyesiyle yol alıyoruz.ÇOCUKLUKAşırı çalışkandımAnkara doğumluyum. 1.5 yaşında İstanbul’a taşınmışız. Gözümü Bebek’te açtım. Babam ticaretle uğraşıyordu ama onun dışında her şeyi okumuştu. Üç dört lisanı ana dili gibi biliyordu. Kitap kurdu, her şeyi bilen, sanata düşkün biriydi. Benimle devamlı İngilizce konuşurdu. Bir İngiliz, bir Amerikan aksanıyla… Evimizde hep klasik müzik dinlenirdi. İlkokulda Bach, Mozartları dinliyordum. Bebek İlkokulu’nda okudum. Beşinci sınıfta bir müsamerede kelebek rolüyle sahneye çıkınca sahne tozunu yutmuş oldum. Hiç unutmam, kelebek kanatlarını annem yapmıştı. Bir sürü okulun imtihanına girdim, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni kazandım. Her dersim iyiydi. Aşırı çalışkan bir talebeydim. Hayatta en büyük korkum, biri beni kaldırsın, bilmeyeceğim bir şey sorsun, utanayım... O yüzden deli gibi çalışırdım. Kimyayı, coğrafyayı çok sevmezdim, matematiği algıladığım zaman severdim. Oyuncu olmasaydım, akademik kariyer yapıp öğretmenlik yapabilirdim. Sabırsız biriyim ama öğretmeyi seviyorum. Psikoloji çok ilgimi çekiyor. Oyunculuk da onunla çok ilişkili. Benden 6 yaş küçük bir kız kardeşim var. O da kolejde okudu, İngilizce öğretmeni oldu. Negatif ile pozitif gibiyiz. O esmer, ben sarışın. Birimiz anneme çekmişiz, birimiz babama. Çok iç içeyiz. Allah bozmasın.GENÇLİKBabamın yarısı olamadımAmerikan Kız Koleji’nde çok mutluydum. Okul bitince ben şimdi ne yapacağım diye ağladığımı hatırlıyorum. İnsan hiç sıkılmaz mı? Gençliğim Bebek, Arnavutköy çevresinde geçti. Okula yürüyerek gibi gidip geliyordum. Tiyatroya lisede devam ettim. Herkes okulumuzun tiyatrocusu gözüyle bakıyordu bana. Her sene İngilizce-Türkçe bir iki piyeste oynardım. Kimi oyunlar İngilizceydi. Bu sayede dili kavramam daha kolay oldu, sonraları profesyonel olarak İngiltere’de Nalınlar’ı oynadım. Koleji bitirdikten sonra Amerika’da bir yıl burslu okudum. Dönünce LCC’de bir yıl tiyatro eğitimi aldım, Dormen Tiyatrosu’nda profesyonel olarak sahneye çıkmaya başladım. Bir yıl boyunca her gece Bebek’ten Beyoğlu’na babam beni götürüp getirdi. Arabamız yoktu, tramvayla, otobüsle gidip geliyorduk. Öyle sanata düşkün biriydi. Onun yarısına bile ulaşamadım. Paranın pulun lüzumsuz, kafanın içindekinin önemli olduğunu aşıladı bize. Pabuç almazdı, iki katı paraya İngilizce kitabı alırdı. ‘Seni sevecek olan görüşüne değil, şahsına, kafana gelir.’ diyordu. Yalnız tiyatro yapmamı istedi, sinemaya geçmemi pek istemedi. Sebebini bilmiyorum. Belki o devirde tiyatroya yüksek sınıfıyla bakılıyordu ya da sinema sektörü korkutuyordu, ortamından çekindi. Haldun’un babasını tanıdığı için beni ona emanet edebiliyordu. Ne de olsa kız çocuğuyum. Sonraları filmlerimi izleyince gurur duydu.İLK OYUNÇok acemiydimYıl: 1966… Evde oturuyoruz. Bir telefon geldi, Haldun Dormen’den. “Refik Erduran’ın yazdığı Cengiz Han’ın Bisikleti’ni oynayacağız. Ayfer Feray, Bodrum’da, onun yerine Gül Hanım rolünü oynar mısın.” dedi. Deliriyorum zannettim. Ertesi gün tiyatroya gittim, teksti aldım, provaya başladık. Erol Keskin, Altan-Füsun Erbulak, Suna Keskin herkes vardı. Çıplak Ayak diye bir oyunla beraber turneye çıkacaktık. O oyunda Metin Serezli ile Füsun Erbulak oynuyordu. Çok tutmuş bir oyun. Füsun hamile kalmış, Metin hastaydı. Haldun ‘Şunun da provasına girelim, iki oyunla beraber turneye çıkalım.’ dedi. Metin’in rolünü Haldun aldı, Füsun’unkini ben üstlendim. Kaç gün prova yaptık, nasıl çalıştık hatırlamıyorum. İlk gösterimde çok acemiydim. Rolünü iyi ezberleyen, şaşırmayan, normal oynayan bir oyuncu… Bir gün Erol Günaydın bir şeyleri düzeltiyordu, bir gün Erol Keskin. Herkes yardım etti. Çok sırıtmadım. Şimdi izlesem belki nefret ederim ama o zaman çok iyi oynadığımı sanıyordum. Ailem izlemeye geldi, babam gururdan mahvolmuştur herhalde.AİLETiyatroda evlendikAşk adlı bir oyunda beraber olduk, Metin’le. Bir yıl içinde evlendik. Bana evlenme teklif etmedi. Bir gofret, bir gülle gelip istedi. Parası ona yetmiş. Düğün için de para bulamadık, Dormen Sahnesi’nde evlendik. Nikâh şekerlerimizi kendimiz yaptık, annemin bir arkadaşı gelinliğimi aldı, Haldun’un kardeşi başımı yaptırdı. İmece usulü… Nikâh şahidimiz Haldun’du, fotoğrafçılarımız Ekrem Bora ile Altan Erbulak. Oyuncunun biri kapıda duruyor, biri balon asıyordu. Muhteşemdi... Metin’le birbirimize çok saygılıydık. Kavga eder, didişirdik ancak asla küs sırt sırta vermezdik. Metin dedikodudan hiç hoşlanmayan biriydi. Ben oturup o şunu yaptı, bunu yaptı diye anlatırdım, o ağzını açmazdı. Çok ketumdu. Birbirlerimizin oyunlarını izler, çatır çatır eleştirirdik. Çıkar, ego çatışması yaşamadığımız için sorun yaşamadık. İki oğlumuz var. Biri müzik piyasasında, biri sinema, dizi sektöründe. Murat ya da Selim, Metin’i arayıp ‘Bir konuşma yapacağım, şu cümlede vurgu nerede?’ diye sorarlardı. Etkileyici bir tarafım vardır. İnsanları tavlamanın yöntemini iyi bilirim. Alttan girerim, üstten çıkarım, istediğimi yaptırırım. Hafiften beyin yıkarım yani. Metin 45 sene bunu anlamadı zavallı. Kendi istediği olduğunu sanıyordu ama isteği gerçekleşen bendim.SENİN HİKÂYENDeneme çekimine gocunmamİnsanlar ‘Neden 10 yıl sinemaya ara verdin?’ diye soruyor. Kimsenin aklına gelmedim, arayıp sormadılar da, ondan. Evimde oturacağım, teklife hayır mı diyeceğim. Aramadılar… Tolga Örnek annesiyle beni eşleştirmeseydi, o role yakıştırmasaydı, bu film de olmazdı. Bundan sonra da gelmez! Neden böyle bilmiyorum. Sitcomlara, komedi ağırlıklı şehirli kadın rollerine yakıştırıyorlar beni. Türkiye’de casting anlayışının kalıpları var. Gözlüklü kötü adam, kıvırcık saçlı mavi gözlü evin genç kızı. Dünya sinemasında böyle bir şey yok. En olmadık tipi en olmadık role veriyorlar. Herkes auditona giriyor. Deneme çekimine çağırsalar hiç gocunmam, giderim. Belki o kıyafet, makyajla görmek istiyorlardır. Reklam çekimi auditiona gitmem ama. Onun için istiyorsan, ben olduğum için teklif ediyorsun. Ne istiyorsun çağırarak? Oyuncularla, rejisörle beraber olmayı özlemişim. İşin bitti dedikleri zaman üzülüyordum. Çünkü keyifli bir setti. Hem dram, hem komediyi içinde barındıran bir rolü oynamak da çok güzel. Çünkü hayat böyle. Film, hayat gibi. 45 yıldır komedi oynadığım için gözüm kapalı komediyi yapıyorum. Dram oynayan biriydim, imkân verilmiyordu. İkisini aynı anda oynamak iyi oldu. İlk defa tiyatrodan çıkanlar gibi filmi izleyip arayanlar oluyor. Demek ki hem film etkili, hem beni sevmişler.ONU ANLATTIAramıza ikiz torunları girdiMurat Serezli (Oğlu): Annemle ilişkimiz her zaman sıcak, mesafesiz ve dolaysız olmuştur. Konuşamayacağımız hiçbir konu olmadığı gibi, her alanda fikir alışverişinde bulunuruz. Tabi ki işlerimiz, oyunculuklarımız da muaf değildir bu alanlardan. Samimiyetle ve dürüstçe eleştiririz birbirimizi. Ayrıca çok da eğleniriz beraberken. Eskiden en büyük ortak zevkimiz beraber film izlemekti, şimdi ise aramıza ikiz torunları girdi. Gerçi bunda benim de biraz payım var galiba.

Meğer ‘dış mihrak’lar neler yapmış neler!

$
0
0
Eskimeyen hatta her fırsatta tekerrür eden ‘dış mihrak’ söylemi bugünlerde dillerden düşmüyor. Her zamanki gibi yine hangi taş kaldırılsa altından o çıkıyor. Ülkenin düzenini bozmakla kalmıyor, adıyla bile topluma korku salmaya yetiyor. Kim bu dış mihrak? Tarih boyunca kimler hangi olaylarda diline dolamış kimliği meçhul bu zat-ı muhteremi?Dış mihraklar tarihine yolculuk‘Dış mihraklar, iç ve dış güçler, hainler, çeteler, uluslararası komplolar, faiz lobisi, Yahudi lobisi ve bunlar hep İsrail’in, ABD’nin, Acem’in oyunu’ söylemleri aslında sürekli var olan, Gezi Parkı olaylarıyla artan, şimdilerde dilden düşmeyen komplo teorileri. Dilden düşmeme sebebi, büyük bir ucu bakanlara, bakan çocuklarına ve devletin bankasına kadar uzanan yolsuzluk iddiasıyla düzenlenen bir operasyon. Her ne kadar operasyon için “İnanmayın, bunların hepsi dış mihrak” denilse de, öncelikle sorgulanması ve cevap verilmesi gereken iddialar dururken, ‘dış mihrak’ söylemine sarılmanın ne kadar doğru olduğu tartışılıyor. Bu durumda akıllara Mehmet Akif Ersoy’un “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez. / Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!” dizeleri geliyor. Yakın tarihte yaşanan her önemli siyasi ve toplumsal olayda bir dış mihrak bulunduğu hatta cezalandırıldığını söylesek abartmış olmayız. Öncelikle, bugüne kadar dış mihrak söylemiyle gündeme gelen yakın tarih olayları nelerdir, dünyada bu söyleme itibar ediliyor mu, bugün ‘dış güçler’ söylemini geliştirenler hakkında ne gibi teoriler gündeme gelmişti? İşte kısa bir ‘dış mihrak’ tarihi.Kim bu dış mihraklar?Türkiye’de yaşanan olaylara baktığımızda her olumsuzluğun sorumlusu, kimliği meçhul zat-ı muhteremlerin bu ‘dış mihraklar ve güçler’ olduğu görülüyor. Kemalist eğitim sisteminin empoze ettiği, her sorunda dillerden düşmeyen kelime öbeği ‘dış mihrak’. Çirkin iddiaların ardından sığınılacak limanların adresi İsrail, ABD ve İran’ı işaret eden bayatlamış siyaset dili. Dış mihraklar söyleminin tarihini ve bizde nasıl kullanıldığını Ankara Stratejisi Enstitüsü’nden Doç Dr. Haluk Özdemir şöyle anlatıyor:“Dış mihrak ya da bunu kapsayan komplo söylemleri, çoğulcu demokrasiye sahip olmayan ve iktidarın bir kişi veya grup tarafından kontrol edildiği Ortadoğu gibi coğrafyalarda daha yaygın. Özellikle eğitim düzeyinin düşük olduğu, eleştirel düşünce ve sorgulama alışkanlığının gelişmediği yerlerde insanların olaylara yaklaşımını komplolar şekillendiriyor. Bu anlamda Türkiye diğer Ortadoğu ülkelerinden farklı değil. Biz de komplo teorilerini seviyoruz.”Haluk Özdemir, komplo teorilerinin en sık kullandığı kavramlardan olan ‘dış güçler ve dış mihraklar’ın belirsiz kavramlar olduğuna dikkat çekiyor. Ona göre komplo teorileri insanların korku ve duygularına hitap ederek onları kışkırtır ve bu yolla istenen şekilde yönlendirilmelerini, hedeften saptırılarak manipüle edilmelerini sağlar. Bunun yanı sıra elbette ‘Dünyada komplo yok, her şey, herkes masum’ demek mümkün değil. İstihbarat örgütleri, beşinci kol faaliyetleri, provokasyonlar şüphesiz var. Hatta konuya dair bilgi almak için, en son bir gazetenin manşetten duyurduğu ‘AK Parti’nin içindeki İran böcekleri’ başlıklı habere bakılabilir. Habere göre parti içinde kritik görevler üstlenen iki kadın, yerleştirdikleri ‘böcek’lerle Başbakanlık’taki daire başkanlıklarını dinleyip, İran için istihbarat toplamış.Yolsuzluk iddialarının gündeme gelmesiyle beraber, kamuoyunu tek meşgul eden elbette ‘dış mihraklar’ söylemi değildi. Bazı medya grupları olayın üstünü örtbas etmek, dış güçlere dikkat çekmek için hiç gecikmeden karalama kampanyasına başladı. Onlardan biri ise en akıl almaz olanıydı. “ABD Elçisi Türkiye’nin İran’la ticaretinden rahatsız olan ABD ve İsrail’in içerideki işbirlikçileriyle iktidara karşı bir darbe girişiminde bulunuyordu.” Sürekli tekrar edilen bu iddiaya toplumu inandırmak için 3-4 gazete aynı gün ABD Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin iddia edilen şu sözlerini manşetten duyurdu: 17 Aralık’ta operasyonun hemen ardından GYV Başkanı Mustafa Yeşil’in de aralarında bulunduğu, AB büyükelçileriyle bir araya geldiği söylenen Ricciardone, “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik. Dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz.”diyor. Gazetelerden biri, operasyonu itiraf eden ABD elçisine ‘çek git’ diyor ve Dışişleri’nin de uyaracağını yazıyordu. Haber yayımlanır yayımlanmaz Büyükelçi haberi yalanladı: “Böyle bir toplantı yapılmadığı gibi, haberdeki iddiaların tümü tamamen yalan ve iftiradır.” GYV ise “Vakfımız Başkanı, Geleneksel Avrupa Birliği Ülkeleri Büyükelçileri Öğle Yemeği Buluşması’na AB’nin dönem başkanı Litvanya tarafından davet edilmiştir. Vatan hainliği ve casusluk iddiaları iftiradır.” açıklamasını yaptı. Sonra AK Parti’den Hüseyin Çelik, elçinin beyanını doğru kabul ettiklerini açıklarken, “ABD Büyükelçisi’nin açıklamasını yeterli buluyoruz.” diyen Dışişleri ise ülkeden kovmak veya nota vermek bir yana elçinin Bakanlığa çağrılmasının bile söz konusu olmadığını duyurdu.Bu mihraklar hep Türkiye’de mi?Pop kültürün yaygınlaşması ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemeyle birlikte her kültür kendi komplo teorilerini geliştirir. Fakat bunun derecesi ve konusu ülkeden ülkeye değişir. Örneğin ABD’de komplo teorilerinin ağırlıklı konusu UFO’larken, Ortadoğu’da komplo teorilerinin baş aktörü ABD ve CIA’dir. Orta Afrika’daki gibi, üçüncü dünya ülkelerinde, diktatör rejimin rakipsiz ismi Arjantin’de ve pek inanılmasa da bazı AB ülkelerinde bu tarz söylemlere rastlamak mümkün. Ama biz ülke olarak her olayın altında dış mihrakları arıyoruz. Bazı ülkeler ve siyasiler ise bu söylemlere asla prim vermiyor.BELÇİKABelçika’da ülkeyi etkileyen olayların dış güçlere, uluslararası komplolara bağlandığı olaylar neredeyse yok. Belçika’nın NATO ana karargâhına ve AB’ye ev sahipliği yapıyor olmasından dolayı ‘dış güçler’, tabiri caizse zaten ülkenin başkentinde yerini alıyor. Ancak Belçika dış mihraklar olarak Moskova ya da Çin kastedildiğinde olaya hemen müdahale ediyor. Bununla beraber tüm bu küresel konjonktür hiçbir şekilde ulusal ya da federatif Belçika siyasetinde dile getirilmediği gibi, getirilse de halk nezdinde kimse itibar etmiyor.ÇİNUygurların ve Tibetlilerin bağımsızlık istediğini ve vatanı bölmeyi amaçladığını savunan Pekin yönetimi, etnik çatışmalarda dış güçleri suçlayabiliyor. Ancak ülkedeki diğer sorunlarda böyle bir söyleme başvurmuyor.FRANSAMayıs 2013’te Counterpoint isimli araştırma merkezi tarafından yayınlanan araştırmaya göre, Fransızların yüzde 51’i ülkenin hükümet tarafından değil, uluslararası sermaye, medya, rakip ülkeler, masonlar ve dini gruplar tarafından yönetildiğini düşünüyor. Ancak, bu teorilere inananların büyük çoğunluğu aşırı sağın lideri Marine Le Pen ya da aşırı solun lideri Jean Luc Melenchon’a oy verenler. Komplo teorileri siyaset sahnesinde de yine daha çok aşırı sağ ve aşırı sol partiler tarafından dile getiriliyor. Marine Le Pen, en çok Fransa’nın Müslümanlar tarafından işgal edildiği ve 50 yıl içinde Fransa’nın Müslüman bir ülke olacağı tezini işliyor. Her ülkede olduğu gibi Fransızlar da birçok komplo teorisine sahip. Ancak bu tezler bugüne kadar iktidara gelmiş merkez sağ ve sol partilerde yetkili isimler tarafından nadiren dile getiriliyor.Bitmek bilmeyen dış mihraklar tarihiSerbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) kuruluşu: Resmi rejimin ilk güdümlü muhalif hareketi Serbest Fırka’nın kuruluşunda ‘Türk Münevverleri’ imzasıyla dağıtılan el ilanlarında “Bu, kovduğumuz Ermeni’yi, Rum’u tekrar başa getirmek için yapılan bir tertiptir” yazısı, dönemin dış mihrak söylemi olduğunu gösteriyor. Bu olay o dönem ‘Türk-Gayri Türk’ çekişmesi olarak anılıyor. Dönemin Cumhuriyet ve Anadolu gazetelerinde SCF’nin listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olmasından bahisle, gayrimüslimlerin ‘Türklük karşıtlığı’ esasında SCF etrafında toplandığı, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın listesinde ise sadece Türklerin olduğu anlatılarak kadim gayrimüslim düşmanlığından medet umulur.Dersim: İngilizler-Fransızlar çıkarttıDersim katliamı sözde Hatay’ı geri almak isteyen Fransa ve Fransa’nın mandası altındaki Suriye tarafından kışkırtılmasından kaynaklıyordu. Gerçeğin ne olduğunu ise dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın, o yıllarda medyaya verdiği ve yıllar sonra ortaya çıkan andıçtan öğreniyoruz. Dersim’in Kayıp Kızları belgeselini çeken Nezahat-Kazım Gündoğan, andıcın Meclis’teki belgesinde yer alan bir bilgiyi aktarıyor: “Dersim’de bir harekât olacak ve bu hiçbir biçimde sızmayacak.” Daha sonra uluslararası kamuoyunda olay bir şekilde duyuluyor. Ama 1937’de beş bin insanın öldüğü yönünde. İran’dan tepki geldiği yönünde telgraflar var. “İngiltere, Türkiye’ye soruyor, Dersim’de ne oluyor diye. ‘Orada Rusların kışkırtması sonucu bazı hareketler var, bastırıyoruz’. Rusya soruyor, ne oluyor? Onlara da ‘Orada Fransızların ve İngilizlerin kışkırtması sonucu bazı feodal ayaklanmalar var, ilerici cumhuriyet bastırıyor.’ diyor.” Bu sözler Dersim’in sanıldığı gibi Fransız’ın İngiliz’in oyunu ya da sanıldığı gibi dış güçlerin etkisi olmadığını gösteriyor.6-7 Eylül: Komünistlerin parmağı var6-7 Eylül’ü dönemin hükümet yetkilileri ilk olarak ‘Türk halkının kendiliğinden oluşan tepkisi’ olarak açıklarken, olayda iki gün sonra kökü dışarıda komünist parmağı tezi ortaya atılır. Fuat Köprülü TBMM’deki açıklamasında “Olaylar Pearl Harbor baskını gibidir. Hazırlıksız yakalandık. Komünistler halkı kandırdı ve aralarına karışıp, halkı kışkırttı. Bu olsa olsa ancak bir komünist komplosu olur.” der. Daha sonra 7 Eylül 1955’te aralarında 45 ‘tescilli’ komünist adliyeye getirilip, bunlardan 19’u tutuklanır. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi ünlü isimler vardır. Aralık ayında ise hükümet bu suçlamadan vazgeçmek ve tutukluları salıvermek zorunda kalır. Zamanında komünistlere yıkılan 6-7 Eylül’ün nasıl gerçekleştiğini yıllar sonra orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söylediklerinden öğreniriz: “6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”1 Mayıs (1977): Bir ABD komplosuHer yıl olaylı ‘İşçi Bayramı’ olarak anılan, kanlı olarak tarihe geçen 1 Mayıs da dış güçler söyleminde nasibini alır. 17 Mayıs 1977 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki köşesinde gazeteci İlhami Soysal, “O gün İstanbul’dan Ankara’ya 15 Amerikalı uçtu. Bu Amerikalılar neyin nesi, kimin fesiydi?” sözleriyle bunun bir uluslararası komplo olduğunu belirtir. Olaya dair en çarpıcı açıklamayı ise yıllar sonra eski başbakan Bülent Ecevit, 17 Kasım 1990’da Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda yapar. Ecevit 1 Mayıs’ın arkasında dış mihraklar değil de, Özel Harp Dairesi olduğunu şu sözlerle işaret eder: “Biz o sırada anamuhalefet partisiydik. Bu olayları soruşturmak üzere bir araştırma komisyonu kurduk. Ama bir noktadan sonra izler kayboluyordu. Adeta bir bilgi boşluğu ile direnişlerle karşılaşıyorduk. Yıllarca üzerinde durduğumuz halde, Taksim olayının içyüzü anlaşılamadı. O olayın faillerinin saklanmak istendiği daha ilk günlerde belli olmuştu ve çok acayip bir şekilde tezgâhlanan bir olay olduğu görülüyordu. Onun için benim aklıma bir olasılık olarak, bunun Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısı ile bağlantısı olabileceği olasılığı geldi.”Maraş olayları (19 Aralık 1978):Avrupa, büyük bir Türkiye istemedi‘Mezhep çatışması’ diye çıkarılan Maraş ve Çorum olayları da ‘dış mihraklar’ söylemine maruz kalan yakın tarihin ciddi olaylarından. Bugün hâlâ “Olaylarda dış servisler önemli rol oynadı ve Marksist örgütler kullanıldı” teorileri konuşuluyor. Sözde Türkiye’nin kalkınmasını Avrupa’nın kesinlikle istemediği için, parçalama ve dağıtma yöntemine başvuruyor. Bütün bu olaylar dış güçler tarafından organize ediliyor. Yıllar sonra, olaylara bilerek müdahalenin geciktirildiğini, başından beri MİT’in olaya zemin hazırladığını hatta komünist tertibi olarak gösterdiği raporlara geçer. ‘Milliyetçi Türkiye, Komünistler Moskova’ya! Alevilerin, solcuların cenaze namazı kılınmaz. Aleviler komünistler camilere bomba atıyor!’ sloganlarının bir grup milliyetçi genç organize edilerek söyletildiğini öğreniyoruz. Başbakan Bülent Ecevit ise kendisinden uzun zamandır sıkıyönetim talebi olduğunu, bunu kabul etmediği için bu olayların Kontrgerilla tarafından bilerek çıkarıldığını söyler: “1978 başında hükümeti kurduğum andan itibaren sıkıyönetim ilanına zorlandım. Ama bunun doğurabileceği sonuçlardan dolayı kaygı duyduğum için kabul etmedim. Onun üzerine, 78 sonlarında bu çok acı Kahramanmaraş olayları meydana getirildi. Öyle inanıyorum ki, bu beni sıkıyönetim ilanına mecbur etmek için sorumsuzca yaratılmış bir olaydı.”Çorum olayları (28 Mayıs 1980): Çorum’da bir CIA ajanı! Mezhep eksenli kıyımlar zincirinin son halkası Çorum olayları. Maraş’taki kıyımdan alınan cesaretle, mezhepleşme mayasını tutturanların diğer rotası Çorum olur. Aynı tezgâh burada düzenlenir. İç dengeler sağlanmaya çalışılırken, dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in Robert Alexsandr Peck isimli Amerikan elçilik görevlisi görünümlü CIA ajanının Çorum’a geldiği ve toplumda Alevi Sünni sağ-sol kutuplaşmasına ilişkin sondaj yaptığını söylemesi aranan dış mihrakların bulunduğunu gösteriyor. Ancak zamanla Çorum’un da aslında bir Alevi-Sünni, sağ-sol meselesi olmadığı, 12 Eylül darbesine zemin hazırlanan, darbe koşullarının olgunlaştırıldığı bir olay olduğu anlaşılıyor. Alevi ve Sünnilerin birlikte yaşadığı, Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde milliyetçi çevrelerin önderliğinde ‘iç savaş’ koşullarını hazırlamak üzere, ordu ve bazı milliyetçi grupların görevlendirildiği ortaya çıkıyor.12 Eylül 1980 Kenan Evren: Milli birlik ve beraberliğimize kastedenler, dış mihraklar, kandırılan masum gençler12 Eylül 1980 darbesinin mimarı Kenan Evren ve generallerinin de aynı söylemleri dilinden düşürmediği görülüyor. Askeri diktatörlüğü meşru hale getirmek için, ‘dış güç ve beşinci kol faaliyeti’ söylemleri kullanılıyor. İşin içinden çıkamadıklarında Almanya’ya sataştıkları, Fransa’ya ani ve anlamsız çıkışları, zaman zaman Kürt sorununu alevlendirdikleri tarih sayfalarında yer alıyor. Ayrıca 1 Mayıs, Çorum, Maraş’ın vazgeçilmez unsuru olan 3K stratejisi (Kızılbaş, Kürt, Komünist) ile katliama av aranırken, bu olayların aslında 12 Eylül’e zemin hazırlama ve şartları olgunlaştırma girişimi olduğu sonradan ortaya çıkıyor. Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olduğu dönemde Türkiye’nin başta Fransa olmak üzere Batılı ülkelere defalarca nota verdiği görülüyor. Kenan Evren’in belli gezi ve mitinglerde sıklıkla üzerinde durduğu ‘Milli birlik ve beraberliğimize kastedenler’, ‘dış mihraklar’, ‘kandırılan masum gençler’ konulu cümlelerden bazıları:“Düşüncelerimiz, dinimiz üzerinde ve akla gelebilen her konuda dış ve iç kaynaklı bölücü ve yıkıcı faaliyetler bütün şiddetiyle...” (12 Eylül 1980 RadyoTV konuşması)“Yalnız dış güçler değil, içimizde dolaşan ve bu dış güçlere yardakçılık yapanlar da az değildir. Bunlar müsait zaman kollarlar...” (14 Ekim 1980-Diyarbakır)“Milletimizin istikbali olan gençlerimizin ne kadar ihmal edildiği, ne derece kendi haline bırakıldığı, bunlardan bir kısmının maalesef nasıl iç ve dış düşmanlarımıza kaptırıldığı, şimdi artık hepimizin içini yakan bir acı olarak açıkça itiraf edilmelidir.” (3 Kasım 1982–Edirne)“Düşman, hudutlardan saldırmıyor. Hedefi olan toplumun içine nüfuz ederek, ayrılıkçı, bölücü, milli bağları ve dayanışmaları tahrip edici ve milleti içinden parçalayıcı mihraklar ve unsurlar halinde hedef ülkenin, halkın ve devletin içinde belirip ortaya çıkıyor.” (5 Kasım 1982-Radyo TV konuşması)Bir dış mihrak olarak AK Parti!Bugünlerde AK Parti, başkalarını büyük bir komplonun parçası olmakla suçluyor. Yaşanan olaylarda ‘dış mihrakları’ ABD’yi, İran’ı, İsrail’i işaret eden uluslararası bir komplo arayan iktidar partisinin eskiden beri uluslararası komploların bir parçası olmakla suçlandığını hatırlamakta fayda var. “AKP Türkiye’yi bölmek için dışarıdan oluşturulmuş bir projedir. AKP Amerika güdümlü, İsrail uşağı, Erdoğan ve Gül’ü millet değil Yahudi lobisi seçti” gibi…AK Parti, Amerika güdümlü mü?11 yıl öncesine bakalım. AK Parti’nin 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanıp iktidara gelmesi başta ordu içinde ve ulusalcılar olmak üzere bir kesimde endişeye sebep olur. İlk uydurulan kılıf haliyle AK Parti’nin ‘Amerikan yandaşı’ ‘Amerika güdümlü Parti’ olur. Sonra Irak krizi konusunda hükümet 25 Şubat 2003’te TBMM’ye “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresi olan 1 Mart tezkeresini sunar. O dönemde TSK ‘anti-tezkere ya da ‘anti-ABD’ci gibi bir tavır sergilese de, içten içe tezkerenin kabul edilmesini destekler hatta kesinlikle kabul edileceğini umar. Böylece hem kendi istekleri gerçekleşmiş olacak hem de hükümetin ‘Amerikan uşaklığı’ yönündeki ulusalcı propagandaya hız verilebilecektir. Derken ABD’nin ve aslında askerin istediği 1 Mart 2003 tezkeresi Meclis’ten geçmez.İsrail uşağı mı?Ulusalcıların AK Parti’nin genel olarak dış mihraklar güdümünde olduğuna yönelik yaptığı çalışmanın bir diğer söylemi ise ‘AK Parti’nin İsrail uşağı olduğu.’ Ancak yaşananlar bu teoriyi doğrulamıyor. Herkesin bildiği ‘one minute’ krizi akabinde Türk büyükelçisinin tanık olduğu alçak koltuk krizi... Mavi Marmara olayıyla Türk-İsrail ilişkilerinin sonsuza kadar unutulmayacak bir yara aldığını da not etmek gerekiyor.‘Millet değil, Yahudi lobisi seçti’AK Parti’ye karşı yürütülen bir diğer söylem ise Yahudi lobisi maşalığıydı. Bu iddiaya göre Tayyip Erdoğan İsrail karşıtı görüntü vererek Müslüman dünyada etkili olmaya çalışır. Bu siyaset aslında Erdoğan’ın, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı olmasından kaynaklanır. AKP’nin kuruluş aşamasından beri Amerika’daki Yahudi lobisi ve Yahudi örgütleri AKP için çalışır. Hatta Erdoğan’ı ve Abdullah Gül’ü Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz keşfetmiştir. Erdoğan, başbakan olması durumunda Amerika’nın her isteğini yerine getireceğine söz verir. AK Parti’nin Yahudi lobisi tarafından yönetildiğini öne süren teoriler sadece sözde kalmaz. Ergun Poyraz’ın Musa’nın Gül’ü, Musa’nın Çocukları, Musa’nın Mücahidi, Musa’nın AKP’si isimli kitapları şimdilerde Başbakan Erdoğan’ın ve devlet bakanlarının dilinden düşürmediği Yahudi lobisi yakıştırmasının zamanında kendileri için yazıldığını gösteriyor.Dış mihrak söylemi demokratikleştirmez, otoriterleştirirDoç. Dr. Haluk Özdemir (Ankara Strateji Enstitüsü): ‘İsrail ve ABD’nin oyunu’ ya da ‘Türkiye üzerinde oynanan oyunlar’ türü söylemler, insanların dikkatini çekmesi ve bilinçaltlarındaki korkulara hitap etmesi nedeniyle sık sık kullanılır. Korku ve duyguları kışkırtılan insanların manipülasyonu çok kolaydır. Özellikle siyasi kontrolü elinde bulundurmayan ya da bu kontrolü kaybetmeye başlayanlar, halkı komplo teorileriyle korkutarak siyasal destek oluşturmaya çalışır. Bu teorilerin amacı gerçek arayışı ve ne olduğunu anlama çabası değil, siyasal manipülasyondur. En önemli sakıncalarından biri, sorunların temeline inmemizi engellemesi. Her şeyi dış güçlere bağlarsak asıl neden ve önemli dinamikleri göremeyebiliriz. İkinci sorun, insanları paranoyak hale getirmesi ve dış dünyayla sağlıklı iletişim kurmasını engellemesidir. Komplo teorilerinin üçüncü tehlikesi devreye girer. O da demokratikleşme yerine otoriterleşmedir. Dış güçlere karşı koymak için insanlara belirli bir siyasi güç arkasında birleşme ve birlikte hareket etmeleri gerektiği telkin edilir. Bu da otoriter eğilimleri artırır. Otoriteye karşı çıkan herkes, komplonun bir parçası olmakla suçlanma riskini de almış olur. Dolayısıyla komplocu düşüncenin hakim olduğu toplumlarda muhalefet yapamazsınız ve politikaları eleştiremezsiniz.

İşte dünyanın en iyi 10 mühendislik harikası

$
0
0
Mühendisler bugüne kadar çeşitli amaçlarla birçok farklı bina, köprü, otoyol ve hatta uzay istasyonları inşa etti.Bunlardan bazıları ürettiği elektrik sayesinde bir ülkenin ekonomisine önemli katkılar sağlarken, bazıları da iki kıtayı birbirine bağlayan tünellerden oluşuyor.Projelerin bazıları ise geleceğin şehirlerinin ve binalarının nasıl olacağı hakkında ipuçları veriyor. Mühendislerin uzun yıllar sonucunda inşa ettikleri ve etmeye de devam edecekleri bu projelere hayran kalmamak elde değil.İşte dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı amaçlara hizmet eden 10 büyük mühendislik projesi:Uluslararası Uzay İstasyonu: Dünyanın yörüngesinde bulunan insan yapımı en büyük başyapıt olan istasyon temel olarak ikamet edilebilen bir bölüm, bilim modülleri, harici destekler ve güç üreten güneş panellerinden oluşuyor. Uluslararası Uzay İstasyonu, Amerikan Özgürlük İstasyonu ve Sovyet/Rusya Mir İstasyonu gibi iki eski uzay istasyonunun birleşmesinden meydana geliyor. İstasyon sürekli yeni modüller eklenerek büyümeye devam ediyor ve hatta bazen çıplak gözle bile görülebiliyor.Üç Boğaz Barajı: Çin'in Hubei eyaleti, Sandouping kasabası yakınlarında bulunan, Yangtze Nehri üzerine kurulmuş dev bir hidroelektrik barajıdır. Yılda 22 bin 500 MW (megawatt) elektrik üretimiyle şu anda dünyanın en büyük güç istasyonudur. Tesisin bir başka fonksiyonu nehirin devam eden bölümlerinde oluşabilecek selleri önlemektir. Buna rağmen, baraj önemli arkeolojik alanları sel basmasına ve 1,3 milyon insanın ikamet ettikleri yerleri değiştirmesine neden oldu.Boston Big Dig: Resmi olarak Merkezi Yol/Tünel Projesi olan bu projeyi insanlar daha çok “Büyük Kazı” olarak biliyor. Projenin temel olarak birkaç temel yol ağı ve tüneli inşa etmek ya da bunların güzergahını değiştirmek gibi farklı hedefleri var. Kazı çalışması 1991-2006 yılları arasında tamamlandı.World Islands: Dünya haritasının bir kopyasını oluşturmak için yapay adalardan oluşturulmuş takımadadır. Birleşik Arap Emirlikleri’nde Dubai kıyılarından yaklaşık 4 kilometre uzakta inşa edilmiştir. Her adanın genişliği 14 bin ile 42 bin metre kare arasındadır. Bütün takımadanın inşasında 321 milyon metreküp kum ve 386 bin ton kaya kullanılmıştır.Dubai Kanalı: 2012 yılında tamamlanması beklenen, ancak finansal sorunlar nedeniyle halen daha inşası devam eden kanal 11 milyar dolara mal olacak ve kanalın çevresine inşa edilecek şehir için ise 50 milyar dolar tahsis edilecek. Planlara göre, Dubai Kanalı 150 metre genişliğinde ve 6 metre derinliğinde küçük gemiler ile yatlar için uygun olacak.Panama Kanalı: Kuzey ile Güney Amerika’yı birbirine bağlayan boğazı kesen kanaldır. Kargo gemilerinin tüm Güney Amerika’yı dolaşmasını önleyerek seyahat süresini azaltıyor. Bu kanalın inşasına ilk kez Fransa tarafından 1884 yılında başlanmıştır, fakat şiddetli salgın ve mühendislik sorunları nedeniyle inşaat durdu. Amerika Birleşik Devletleri 1904 yılında yeniden kazıya başladı ve 10 yılda projeyi tamamlamıştır.Marmaray: Avrupa ile Asya kıtalarını birbirine bağlayan tren yolu tüneli. Tünel, Türkiye Cumhuriyeti’nin 90’ıncı kuruluş yıldönümünü olan 29 Ekim 2013'te resmi olarak açıldı.New York Metrosu: Bin 126,5 kilometre uzunluğuyla dünyadaki en büyük dördüncü metro sistemi olan New York Metrosu, 6 bin 500 vagonuyla 24 saat aralıksız yolculara hizmet veren en yoğun metro hattından biridir.Havva Adası: Türkiye'nin Karadeniz kıyılarında oluşturulması planlanan yapay bir adadır. Bunun yanısıra geleceğin şehirlerinin nasıl görüneceğine dair bir konsepttir. 300 bin sakine ev sahipliği yapması beklenen ada, 6 tane kubbe şeklinde tepeden oluşacak.Geleceğin şehirleri konsepti: Tek bir mühendislik projesi olmamasına rağmen, birçok bilim adamı geleceğin şehirlerinin nasıl görüneceği hakkındaki fikirler üzerinde çalışıyor. Havva Adası da bunlardan biri; diğer fikir ise daha fazla oturma mekanı sağlamak için birçok yüksek kuleden oluşacak gökyüzü şehirleridir. Bir başka popüler fikir ise büyük bir binanın içinde bir araya getirilen kendi kendine yetebilen şehir inşa etmektir.

Bizim Köy

$
0
0
Karavansaray!Karavan tatili ucuz olduğu için birçok ailenin tercihi. Lakin Formula 1 pilotları Jacques Villeneuve ile Jenson Button işi biraz abarttı. Dünyanın ilk milyon dolarlık karavanı olma özelliği taşıyan, gecesi 28 bin liraya mal olan devasa karavanın içi, beş yıldızlı otellerin kral dairelerini aratmıyor. Lüks olmasının yanı sıra saatte 160 km’ye kadar hız yapabilmesiyle de dikkat çeken karavan, müşterilerine aşçısı ve garsonların da dâhil olduğu çalışanlarla 24 saat hizmet veriyor.Götür beni gittiğin yereEş dostumuz, bizim çok isteyip de gidemediğimiz bir yere giderken “Ya bana da yer yok mu valizinde?” şeklindeki klişe espriyi hangimiz yapmadık ki? Tabii bunu ciddiye alanlar yok değil. 56 yaşındaki bir ABD’li, Meksika’dan bir kadını ülkesine sokmak isterken yakalandı. Amatör kaçakçı, kadını otomobilinin bagajındaki bavulun içinde sakladı. Meçhul yolcunun Pornkamol Mongkolsermsak isimli bir Taylandlı olduğu bildirildi.Hayvanlar konuşa konuşa?Dertlerini anlatamadıkları için hayvanlara zavallı muamelesi çeken çok insan var. Ancak Budapeşte’deki Eotvos Lorand Üniversitesi uzmanlarına göre, köpeklerin havlamasından mesajlar çıkarılıyor. 39 gönüllünün katıldığı araştırmaya göre, insanlar, hayvanların ruh hali hakkında fikir sahibi oluyor. Belirleyici faktörse havlamanın uzunluğu ve sesin yüksekliği. Kısa havlamalar, olumlu bir ruh haline, yüksek sesli havlama öfkeye işaret.

Uçakta internete izin çıktı

$
0
0
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na bağlı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden (SHGM) beklenen haber geldi.ABD ve Avrupa ülkelerindeki uçuşlarda serbest bırakılan ‘cep telefonu ve tablet bilgisayarların kullanımını SHGM de onayladı. Telefonla konuşma yasağı ise devam edecek. Alınan karara göre, uçakta cep telefonu, tablet veya e-okuyucu gibi cihazlarla SMS ve e-mail atıp, internete girebileceğiz. Uçuş boyunca açık kalacak elektronik cihazlarımızı sadece güvenlik anonsları sırasında kapatmamız gerekecek. Havayolu şirketleri bu konuda gerekli düzenlemeleri yaparak uygulama ile ilgili kuralları belirleyecek. İnternette gezinme, yazılı mesaj veya veri indirme işlemlerine 10 bin feet’in (3.048 metre) altında izin verilmeyeceği belirtiliyor. SHGM’nin verdiği kararı memnuniyetle karşılayan havayolu şirketleri, cep telefonuyla konuşma yasağının devam edecek olmasına ise seviniyor. Düzenlenen anketlerde uçuşlarda elektronik cihaz kullanımının serbest bırakılması yönünde görüş bildiren yolcular, cep telefonuyla konuşanların ise diğer yolcularla ciddi tartışma yaşayacağı yönünde endişe taşıdıklarını ifade ediyor. Türkiye Özel Sektör Havacılık İşletmeleri Derneği (TÖSHİD) Başkanı ve Pegasus Havayolları Genel Müdürü Sertaç Haybat, uçakta internet kullanımı konusunda ‘olabildiğince esnek davranmaya çalışacaklarını’ dile getiriyor. Haybat, elektronik cihazların, uçuş sistemlerine etkisinin tespiti konusunda birkaç şirketle görüştüklerini belirtiyor. Özel havayolu şirketleri arasında internetin serbest bırakılması konusunda en kararlı çalışma sergileyenlerden biri de SunExpress Havayolları. Elektronik cihazların uçuş modunda kullanılmasına izin veren şirket, şimdi de internet kullanımı konusunda test çalışması yürütüyor. Şirketin Genel Müdür Yardımcısı Hacı Say, ses kirliliği ve diğer yolcuların rahatsız edilme ihtimali nedeniyle cep telefonu ile konuşulmasına ise karşı olduklarını söylüyor.UÇAKTA EN ÇOK E-POSTA GÖNDERİYORUZAB Komisyonu’nun son kararıyla uçaklarda bundan sonra 3G ve 4G teknolojileri kullanılabilecek ve yolcular mobil cihazlarından internete bağlanabilecek. Bu yüzden uygulamaların uçaklara taşınmasıyla da, uçuşlarda internet kullanımının giderek yaygınlaşması bekleniyor. Uçak bileti, otel ve araba kiralama fiyatlarını aynı platformda karşılaştıran uluslararası seyahat arama motoru Skyscanner’ın, bin 500’ün üzerinde seyahatseverle gerçekleştirdiği araştırmaya göre, yolcuların yüzde 77’si uçakta internet hizmeti sunan havayollarını tercih ediyor. Yolcuların yüzde 36’sı, uçuşlarda 3G ve 4G teknolojilerinin kullanılmaya başlanmasıyla uçakta e-posta takip etmek istediğini belirtirken, yüzde 32’si sosyal medya hesaplarına bağlanmayı, yüzde 23’ü internet üzerinden film izlemeyi ve oyun oynamayı, yüzde 6’sı bu fırsatı gidecekleri yerdeki otellere bakarak rezervasyon yapmak için kullanmayı düşünüyor. Ayrıca seyahatseverlerin yüzde 34’ü internet için ücret ödemeyeceklerini belirtiyor.Valizinizi özel cihaz indirecek!İstanbul Atatürk Havalimanı’nda, engelli ve yaşlı yolcuların valizini daha rahat almaları amacıyla, ‘bagaj yardım cihazı’ hizmete sunuldu. Yolcular, taşıma zorluğu çektikleri valizlerini, Dış Hatlar Geliş Terminali’ndeki 7 numaralı bagaj alım bölümüne konulan cihazın üstüne yerleştiriyor. Valizler, daha sonra otomatik çalışmaya başlayan cihaz sayesinde, kaldırma zahmetine girilmeden zemine indiriliyor. Özellikle bel rahatsızlığından şikayet eden yolcuların sıklıkla kullandığı cihaz, diğer havalimanlarında da yaygınlaştırılacak.

Haftanın Albümleri

$
0
0
Murat İlkan, Fanus’tan sesleniyor Murat İlkan, metal müzik dinleyicilerinin yakından tanıdığı bir isim. Profesyonel müzik hayatına 1987 yılında Sawdust adlı progressive metal grubuyla başlayan sanatçı, Türkiye’de heavy metal müziğinin sembolü haline gelen Pentagram’ın 15 yıl solistliğini yaptı. Bu süre zarfında Anatolia, Popçular Dışarı, Unspoken, Bir, 1987 albümlerinde güçlü vokaliyle yer alan Murat İlkan, ilk solo albümü Fanus ile müzikseverlerin karşısına çıktı. İlkan’a albümde Erdem Karaman, Mesut Uçar, Erdem Ulubaş gibi müzisyenler eşlik etmiş. Sony Müzik etiketiyle yayınlanan Fanus, uzun zamandır bu türden albüm bekleyen müzikseverlerin kulaklarının pasını silecek türden.Abdurrahman Tarikci’den İmece albüm Abdurrahman Tarikci, bugüne kadar dünyanın birçok yerinde sahneye çıkan ve sayısız albümde bas gitar ve bağlama çalan bir müzisyen. Hem sesi hem de sazıyla Türk halk müziğine yeni bir soluk getiren sanatçı ilk albümü İmece ile karşımızda. Kalan Müzik etiketiyle yayınlanan albümde, anonim eserlerin yanı sıra, Neşet Ertaş ve Saadettin Kaynak gibi ülkemizin önemli bestecilerinin eserleri de bulunuyor. Hüsnü Şenlendirici, Erkan Oğur, Erdal Erzincan, İsmail Altunsaray, Okan Murat Öztürk de bu albümde müzisyene eşlik ediyor. Tarikci, çalışmasında rocktan caza, Latin müziğinden füzyona kadar birçok farklı tarzı geleneksel müziğin doğal bir unsuru haline getirmiş. Bu yüzden İmece kulağı her türlü müziğe açık dinleyicinin özellikle de Türk halk müziği sevenlerin beğenerek dinleyeceği bir albüm.4 Virtüöz bir yerde Özellikle klasik müzikseverler için derleme albümlerin yeri farklıdır. Bu sayede arşivlerinde eksik olan albümleri tamamlama imkânı bulurlar. Lila müzik etiketiyle geçtiğimiz günlerde yayınlanan 4 Virtüöz de böylesine arşiv niteliği taşıyan bir çalışma. Bu derlemede, 1956’dan günümüze Cemal Reşid Rey’in yayınlanmamış arşiv kayıtlarını gün yüzüne çıkaran Cemal Reşid Rey’in Anısına CD’si, Ayla Erduran’ın 1958-2004 yılları arasındaki tarihi kayıtlarını içeren ve iki CD’den oluşan arşiv kayıtları, Gülsin Onay’ın Mozart’ın iki piyano konçertosunu yorumladığı CD’si ve genç yaşta kaybettiğimiz değerli piyanistimiz Vedat Kosal’ın Mozart, Schubert ve Chopin kayıtları yer alıyor. Derlemenin sürprizi ise Halit Refiğ’in Cemal Reşit Bey belgeseli. Ülkemizin en önemli klasik müzik sanatçılarını bir araya getiren bu albüm arşivde bulunmayı hak ediyor.

İçinden Anadolu geçen istasyon

$
0
0
Grand Central istasyonuna 42. Cadde yönünden girince geniş ve yüksek pencerelerin, dev avizelerin aydınlattığı sarı mermer salon göz alıcı bir beyazlıkla karşıladı konuklarını bir hafta boyunca.Vanderbilt sanat galerisinde LED lambaların aydınlattığı beyaz platformlar rengarenkti. Dünyanın 25 önemli fotoğrafçısının çektiği kadim Anadolu’nun tarihi ve kültürel mirası, bugüne bakan aydınlık yüzü, geleceğe dönük umut ve hayalleri gayriresmi geçit yaptı. Türkiye’de Zaman Fotoğraf Sergisi’nin yirminci ve son durağı bu tarihi istasyondu. İstanbul’dan yola çıkan fotoğraflar Erzurum’dan Bursa’ya, Malatya’dan İzmir’e uğradı. Selanik limanına demirledi, Viyana’yı aştı, Brüksel, Berlin, Londra derken Yeni Dünya’da son buldu seyahati.Grand Central istasyonu her gün bir milyon kişinin gelip geçtiği çok kapılı bir han adeta. Terminalin ortasında bulunan büyük yuvarlak saat, 1913 yılındaki açılışından bu yana kullanılıyor. Saat hemen hemen her yönden görülebiliyor. Hareket zamanları bu saatin tiktakları gibi aksamadan işliyor. Manhattan bölgesini her yöne bağlıyor. Long Island Rail Road firmasının inşa ettiği yeni istasyonlar 2016 tarihinde tamamlandığında peron sayısı 48’e ve tren hattı sayısı da 75’e çıkacak.İstasyon binası, New York’ta tarihi dokusunu muhafaza eden canlı bir müze. Grand Center’ın temelleri ilk olarak 1831 yılında New York şehrinden (NYC), Harlem’e tren ile ulaşım sağlamak için atılmış. Yaklaşık 50 yıl sonra ise dönemin nakliye işleriyle ilgilenen Cornelius Vanderbilt sayesinde bu çalışmalar genişletilmiş. 42. Cadde ile Park Avenue arasında yer alan bina sadece bir istasyon değil. Yemek yemek ve bir şeyler için buluşma mekanı. Kitapçıdan şarküteriye uzanan dükkanlarıyla dev bir alışveriş merkezi. Türkiye’de Zaman fotoğraf sergisinin de bulunduğu galerisiyle birçok sanat etkinliğinin ev sahibi. Her bir taşından avizesine kadar tarih olan mekanı güncelleyen en önemli gelişme ise istasyonun balkonlarına açılan Apple Store’u. Sabah akşam binlerce teknoloji tutkunu karınca gibi etrafı saran genç satış elemanlarından en son ürünlerin bilgilerini alıyor. Saatlerce istedikleri bilgisayarı kullanabiliyor.

Bir 'çalışıyoruz' göstergesi olarak kaldırımlar

$
0
0
Merhum şair Mehmet Akif, Küfe adlı şiirinde bugünün nesillerine adeta bir şehir tarihçisi keyfiyetiyle haber verir: “Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek: Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmiyerek… Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak.”Bugünkü şehrin çehresi o günkü ile uzaktan yakından benzeşmiyor. Lakin, uzunca bir dönem siyasi hafızada yer etmiş bu galiz manzaraları ve o zihniyeti bir defada silip değiştirmek kolay değil. İşte yeni bir seçimin sathı mahalline girdiğimiz şu günlerde sabık devrin izleri kendini hemen ele veriyor. Görev süresi boyunca vasat bir performans göstermiş belediye reislerinin giderayak gözüne kestirdikleri şey, semt kaldırımları. Bir hüsnü intiba bırakmak ve sonraki dönem için bir seçim yatırımı manalarına gelen bu uygulamadan en çok mağdur olan ise yine vatandaş.Yakışıklı kaldırımlar, çilekeş taşlarHalk tabiriyle mesleksiz kimse sorusuna verilecek cevabın kaldırımlarla ilintili olduğuna hiç şaşırmamalı. Zira kaldırımlar topluma tutunamamış düşkün, göz ardı edilmiş ve kıymetini kaybetmiş mefhumlarla anılır. İşsiz, aylak ve bohem bir hayat sürenler için kullanılan kaldırım mühendisi tabiri de bunlardan biri. Fakat halihazırdaki kaldırım ve banketlerin durumuna bakıldığında böyle bir mühendislik dalı olmasa dahî ona mutlak surette bir ihtiyaç olduğu gayet açık. Bilhassa her seçim arifesinde bozulup tekrar yapılan ve yeni taşlarıyla ilk baştaki yakışıklı görünüme sahip kaldırımlar, kısa zaman sonra oynama, çatlama, çökme ve aşınmalara direnemiyor. Ölçüp biçmeden çala kalem imar edilen yaya yolları ne sıklıkla değişirse değişsin makus talihden kurtulacak gibi değil.Bir kaldırım standardı oluşturmak ne kadar zor?Gazeteci Cüneyt Özdemir’in geçtiğimiz yıl bir süre kaldığı Londra’da, Zaman gazetesine verdiği röportajın öne çıkan konularından biri kaldırımlar olmuştu. İngiltere’nin başkenti ile Nişantaşı’nı karşılaştırırken şu noktaya dikkat çekti Özdemir: “En basit haliyle kaldırımların yüksekliği. Bakıyorsunuz Türkiye’de engelli olmak tam bir cehennemde yaşamak gibi. Ancak buradan (Londra) bakınca şunu fark ediyorsunuz: Bir kaldırımı şehrin her yerine aynı yükseklikte yapabilirsiniz. Bu, bakıldığında çok basit bir şey, kaldırımdan bahsediyoruz.” Evet, Türkiye’de belki de yıllardır çözülemeyen bir çarpık yapılaşmanın mahsulü olan kaldırımlar, şehirlerin ötelenmiş, elde kalmış yerleri. Bugün yükselen, alçalan, daralan, genişleyen ve bir yağmurda foyası düşen kaldırımlar yerine devamlı, dayanıklı, düzgün kaldırımlara ne zaman kavuşacağız bilinmez. Kaldırımlar da tıpkı meskun binalar gibi statik yapısı, temeli, dayanıklılığıyla mühendislerin eline bırakılmak durumunda iken “genellikle bir yönetmeliğe tabi olmaksızın, tipik kesitlere dayanan teknik şartnameler ile özel sektöre ihale edilerek yaptırılıyor.”Japon’dan al haberiBu konuda da birçok ulaşım projesinde müşterek çalıştığımız Japonlara kulak vermek gerekli. Zira Türkiye gibi kalabalık şehirlere sahip Japonlar, şehir içi ulaşımda örnek teşkil edecek uygulamaların da sahibi. Japonya’daki kent içi trafik, yaya, bisikletli ve daha sonra motorlu taşıtlar öncelik sırasına göre tanzim ediliyor. Yani yayalara öncelik verilirken, motorlu taşıtlar ise menfaati korunacaklar arasında en son sırada geliyor. Coğrafi Bilgi Sistemleri Araştırma Merkezi Müdürü Ceyhun Özçelik, Japonya’da karşılaştığı farklı kaldırım manzarasını şöyle aktarıyor: “Kaldırımlar üzerinde, bisiklet parkları, çeşme, duş ve bebek bakım alanları, tuvaleti de içeren hizmet noktaları bulunuyor. Yine kaldırımlarda metro girişleri, otobüs durakları ve kavşak geçişlerini gösteren yazılarla beraber engelliler için özel dizayn edilen satış makineleri de mevcut.” Türkiye’de bahsi geçen düzeyde bir cadde kurabilmek hayalcilik değil. Bununla beraber, sağlam kaldırım yapabilmek için temele konulacak demirden işçiliğe kadar birçok etken rol oynuyor. Her şeyi bir tarafa koyup bir değerlendirmede bulunacak olursak, saydığımız fiziki nedenlerin ötesinde, her türden seyyar satıcısı, sokağa taşan kafeleri ve araba parkına dönüşen hak ihlalleriyle insana biçtiğimiz kıymetin de göstergesi kaldırımlar.Araba parkı kadar önemsenmiyoruzEngelliler için ulaşım ve toplu taşıma danışmanı Anne Charfaoui: Tekerlekli sandalyeli bir danışman olarak, yaşadığım şehir Liège’de yapıları, toplu taşıma araçlarını denetliyorum ve gördüğüm aksaklıkları rapor ediyorum. Anlayışsız insanlar ve ihmaller dünyanın her tarafında mevcut ama ortak çalışma sayesinde bu sorunlar asgariye çekilebilir. Belçika’daki kendi apartmanımın önündeki kaldırımlar dahi tam manasıyla tekerlekli sandalyelilere uygun değil. Kaldırımdan çıkabilmek için verilmesi gereken eğim yüzde 3 derece olmalı. Yoksa rampadan çıkarken devrilme ihtimali bulunuyor. Ayrıca, parke taşlarının zamanla açılması buraya sıkışıp kalmamıza neden oluyor. İnanın bir engelli için uygun şartlar yoksa 5 metre dahi büyük çileye dönüşüyor. Maalesef kimi yerel yönetimler araba parklarını düşündüğü kadar engellileri aklına getirmiyor.Altından geçen hatlar hesap edilmiyorCoğrafi Bilgi Sistemleri Araştırma Merkezi Müdürü Ceyhun Özçelik: Yenilenen kaldırımlar o bölge boyunca esnafın doğrudan ve dolaylı yoldan zarar görmesine yol açabiliyor. Elektrik, doğalgaz, içme suyu, kanalizasyon, internet hatlarında oluşacak sıkıntılar da ayrı bir külfet. Bu sıkıntılara ilave olarak, bakım ve onarım işlerinin takibini sağlayacak kapsamlı bir denetim ve bakım mekanizması da gerekli. Yoksa kaldırımların kısa bir sürede bozularak insanlara ayak bağı oluşturması ve kamu kaynaklarının israf edilmesi kaçınılmaz olur.Önce kaldırım yapmak gerekDünya Engelliler Vakfı Başkan Yardımcısı Necdet Öztürk: Engellilerin şehir içinde veya banliyölerde rahat hareket edebilmelerini sağlayacak imar mevzuatı birtakım çevrelerce yok hükmünde kabul ediliyor. Vakfımız, Birleşmiş Milletler mevzuatları doğrultusunda evrensel bir kılavuz vücuda getirdi. Dünya Engelli Standartları Kılavuzu, Türkiye’nin BM ile imzaladığı ve hayata geçirmek durumunda olduğu standartları içeriyor. Fakat bu konunun ciddiye alındığını söyleyemeyiz. Belediyelerce yapılan engelli göstergeleri bir yanlışlıklar furyası. Zira bir tane uzmandan bile görüş almıyorlar. Bakım yapıyoruz diye kullanılmaz hale gelen veya paslanmış diye kaldırılan engelli işaretleri var. Engelli yollarının üzerine elektrik direği dikiliyor, duvar yapılıyor, araba parkı konuyor... Hatta ana artellerde düzenleme yapılırken, varoşlar ihmal ediliyor.

Spor uygarlığının neresindeyiz?

$
0
0
M.Schumacher’in geçirdiği kaza, dünya televizyonlarında 48 saat boyunca birinci haber olarak yer aldı. Bizdeyse bu konuya bültenlerin alt sıralarında yer verildi. Gerçekleşmesi imkânsız birtakım transferlerle ilgili konular ise çok geniş biçimde yer buldu. Bu, bizim dünya spor uygarlığının dışında bir anlayışa sahip olduğumuzun kanıtlarından biriydi.O sırada yurtdışındaydım, durumu başkalarından öğrenmeyip bizzat gördüm: Formula 1’in efsane pilotu M. Schumacher’in Fransa’daki kayak yaparken geçirdiği kaza 48 saat boyunca bütün dünya televizyonlarından birinci haber olarak yayınlandı. Sonrasında da sıralaması en önemli haberlerden biri olarak değiştirildi. Olayın üzerinden iki haftadan fazla süre geçmesine karşın hâlâ dünya medyasında en önemli haberlerden biri olarak yer alıyor.Formula 1 belki bütün dünyayı kasıp kavuruyor ama benim fazla ilgimi çeken bir olay değil. Ancak Schumacher’in bu alanda oluşturduğu efsanenin değerini anlayamayacak kadar da bu işe uzak değilim. Ayrıca Alman Pilot’un bir futbolsever olduğunu da biliyorum. O sırada sakat olmasaydım kendisiyle Formula 1 pilotlarının ülkemizde yaptıkları gösteri maçında karşı karşıya oynamamız sözkonusu olabilirdi. Bu yönüyle de sempati duyduğum biriydi.Aynı olayın bizde nasıl ele alındığı üzerinde uzun boylu durmanın anlamı yok. Biz her konuda kendimize benziyoruz. Dünyanın nelere önem verdiği bizi fazla ilgilendirmiyor. Bize göre o sırada dünyadaki en önemli spor olayı, futbolcu transferleri. Büyük bir bölümünün gerçekleşmesi olanaksız olsa da bunun peşindeyiz.Bir Federer, bütün sporcularımıza bedel!Sadece bu olay değil bütün dünyanın ilgilendiği başka spor olayları da bizim gündemimizde fazla yer bulamayabiliyor. Bu bakımdan dünya spor uygarlığının dışında bir yer olduğumuz söylenebilir. Bunu da kimse acı ya da üzüntü verici filan bulmaz. Kendi dünyamızda yaşamak bize yetiyor. Atletlerimizin ilk kez Avrupa şampiyonluğu kazanmaları gibi olağanüstü gelişmelerin bile bazı spor gazetelerinde fazla bir yer bulamadığına tanık olmuştuk. Dünyada spor uygarlığının doruğunda elbette ki atletizm ve onunla birlikte tenis ve yüzme gibi spor dalları var. Bizim oralarda esamemiz bile okunmuyor. Tenis ve yüzmede dünya sıralamasında belli bir noktada yer alabilmenin çok uzağındayız. Atletizmde bir kıpırdanma olur gibiydi ama orada da doping pisliğiyle karşılaşıp sarsıldık.Dünyada ilk 100’e girebilen tek tenisçimiz bile yok. Yüzmede daha kötü durumdayız. Sporla da yakından ilgilenen bir ekonomist, dünya sıralamasında son dönemde epeyce gerileyen İsviçreli tenisçi Roger Federer’in tek başına 1 yılda oluşturduğu sportif değerin, Türkiye’nin bütün spor sporcularıyla yapabildiğinden daha fazla olduğunu hesaplamıştı.Bu hesabın temeli, Federer’in 1 yıl içinde dünya medyasında aldığı yer ve bunun oluşturduğu reklam değeri ile bizim binlerce sporcu ile yapabildiğimiz -daha doğrusu yapamadığımız- işler kıyaslanmasına dayanıyordu. Uluslararası alanda sözü edilmeye değer işler yapabilen sporcularımız o kadar azdı ki Arda Turan dışında adı bilinen Türkler olarak Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’dan başkasını bulmak imkansız gibiydi. Onların da sporumuzla bir ilgileri elbette ki yoktu...Bizde olaysız spor olmaz abi!Dünya spor uygarlığının dışında olma durumumuz sadece bunlarla ilgili değil. Spor alanlarının hemen hepsinde olay çıkarabilme yeteneğimizden tutun da akla gelebilecek her alanda utandırıcı durumlar yaşıyoruz. Bunlardan birini televizyonda izledik. Galatasaray Liv Hospital takımının Edirne Olin deplasmanında seyircilerin çıkardıkları olaylar nedeniyle maça ara verme zorunluluğu doğdu. Sonuçta karşılaşma tamamlandığından bunun üzerinde duran da olmadı.Bir maçta olay çıkması için sebep aranmadığını gösteren karşılaşmalardan biriydi bu. Aradaki güç farkı nedeniyle Galatasaray’ın maçı önde götürmesinin üzerinde durulacak yanı yoktu. Evsahibi takım da iyi oynuyordu. Karşılaşma, izleyenler için keyif verici bir spor olayı olarak gelişiyordu. Fakat olay çıkararak varlığını kanıtlamaya çalışan kesimler mutlaka sahneye çıkıyordu. Bundan bıkmış olan Galatasaray Başantrenörü Ergin Ataman’ın çaresiz çırpınışı karşısında üzülmemek elde değildi. Biz böyle yaşıyoruz ve spor uygarlığından fersah fersah uzak durumlarla ilgili olarak sadece konuşuyoruz. Bunların önlenebilmesi için kalıcı çabalar ortaya koyamıyoruz.Şimdilik bunlarla yetinelimDünya spor uygarlığının uzağında oluşumuzla ilgili sayısız örneğin üzüntüsünü yaşarken arada bir içimizi ferahlatacak işler de olmuyor değil. Örneğin, Schumacher ile ilgili benimle aynı şeyleri düşünen Ercan Taner kardeşimizin varlığını görüp biraz soluklandık. Ercan Taner, NTV Spor’da yayınlanan Futbol Aktüel gibi bununla ilgisiz sayılabilecek bir programda Schumacher’le ilgili gelişmeye yer verdi. Programa katılan gerçek spor adamları olarak gördüğüm Metin Tekin ve Bağış Erten kardeşlerimiz de ona katıldı.Dünya futbolunun efsane isimlerinden Portekizli Eusebio’nun vefatının da gazetelerimizde değilse bile televizyonlarımızda genişçe yer bulabilmesi, sevindirici gelişmelerden biri oldu. Bunda Eusebio ile yaşarken yapılmış bazı röportajların da rolü vardı. Özellikle TRT’de Serhan Asker meslekdaşımızın 2004 Avrupa Şampiyonası sırasında onunla yaptığı röportaj çok keyifliydi ve şimdi bir belgesel değeri kazanmış gibiydi.Bu kapsamda Eusebio’nun bir Galatasaray taraftarı olduğunu da öğrendik ki bu, sporun evrenselliğini gösteren sayısız örneklerden biriydi. Şimdilik böyle ufak tefek hoşluklarla yetinmek zorundayız. Daha çok uzun yıllar dünyadaki spor uygarlığının epeyce uzağında kalma durumu sürecek gibi görünüyor.

Almancaya meyyalim ama mecburiyetten!

$
0
0
Almanca son yıllarda atağa kalkmış durumda. Güçlü ekonomisi ile göçmenlere göz kırpan ülkede çalışmanın yolu Almanca bilmekten geçiyor. Haliyle birçok genç de bu dili öğreniyor.Sebebine ister ‘sömürgecilik geçmişi’ deyin, ister ‘kültür emperyalizmi’, İngilizce diğer dilleri ekarte ederek ‘insanlığın ortak dili’ olma yolunda ilerliyor. Ne, bir zamanların çocuklara mürebbiyeler tutularak öğretilen ‘elit dili’ Fransızca ne de sadece Goethe’yi, Schiller’i özgün dilinden okumak için öğrenilen Almanca var uzun zamandır listede. Anadilini iyi-kötü konuşmaya başlayan herkes soluğu ücretli-ücretsiz birçok seçenek sunan İngilizce kurslarında alıyor. Ancak son yıllarda Almanca da atağa kalkmış vaziyette. Tabii bir farkla. Şimdilerde çoğunluk edebiyatın, felsefenin ve dahi psikolojinin dili olduğu için tercih etmiyor Almancayı. Ekonomik krizden yara alamadan çıkan neredeyse tek ülke olan Almanya’ya yerleşmek ya da bir Alman firmasında çalışmak, bu dile artan ilginin sebepleri arasında. Almanya’daki eşinin yanına yerleşmek üzere yeniden okul sıralarına yerleşen ‘ithal’ gelinleri ve damatları saymıyoruz bile.Bu, sadece Türkiye için geçerli değil elbet. Geçtiğimiz yıl ajanslara düşen haberlerde, krizdeki Yunanistan’da Almanca kurslarına olan ilginin tavan yaptığı belirtiliyordu. Haberlere göre Yunan halkı, bir yandan ülkedeki sıkı tasarruf tedbirlerinden sorumlu tuttuğu Almanya’ya öfke duyarken diğer yandan Atina’daki Goethe Enstitülerini dolduruyor. Sebebi gayet açık: “Avrupa’daki darboğazı nispeten az zararla atlatan Almanya, İsviçre ve Avusturya gibi ülkelerde iş bulup çalışmak.”Alman dilinin ve kültürünün yurtdışındaki tanıtımını yapmak üzere faaliyet gösteren Goethe Enstitüleri Genel Müdürü Klaus-Dieter Lehmann, Almancaya olan ilginin arttığından bahsederken ilk sebep olarak ‘daha iyi iş imkanlarına sahip olma isteği’ni sunuyor. Enstitülerin faaliyetlerine ilişkin düzenlenen yıllık basın toplantısında konuşan Lehmann, diğer ülkelerden ayrı olarak Türkiye ile ilgili özel bir parantez açmış. Lehmann, özellikle Türkiye’de Almancanın popülerliğinin arttığından bahsedince biz de ‘Bunun sebebi ne olabilir?’ diye merak edip İstanbul’daki Goethe Enstitüsü’nün kapısını çalıyoruz. Goethe Enstitüsü’nün İstanbul’daki merkezi, yaklaşık 50 yıllık bir geçmişe sahip. Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’ne yakın bir binada eğitim veriyor. Film gösterimleri, seminerler, konferanslar ve gerçekten çok zengin bir kütüphanesi ile Alman kültürünün tanıtımına da katkı sağlıyor. Almanca öğrenmek isteyenlerin ya da Almanca bilgisini geliştirmek isteyenlerin ilk adresi olan enstitünün kursiyerlerinin çoğunu mühendislik öğrencileri yoğunlukta olmak üzere Almanya’da yüksek lisans yapmak ya da bir Alman firmasında çalışmak isteyenler oluşturuyor. Almanya’nın göçmen doktorlar için çalışma şartlarını hafifletmesinin ardından çok sayıda doktor ve doktor adayı da Goethe enstitülerinin kapısını çalıyor.İkinci yabancı dil olarak en çok Almanca tercih ediliyorİstanbul Goethe Enstitüsü Dil Bölümü Müdürü Wolf von Siebert, Almanca öğrenmek için enstitüye gelenlerin sayısında artış olduğunu doğruluyor. Hatta talep o kadar fazla ki bazı başvuruları geri çevirmek durumunda kalabiliyorlarmış. 2012’de 3 bin 800 olan öğrenci sayısı 2013’te 4 bin 500’e çıkmış. Siebert’e göre Almancaya olan ilgi artışında 4 faktör var. Birincisi Türkiye’deki 34 okulda Almancanın birinci dil olarak öğretilmesi. 2004’ten itibaren Türkiye’deki yabancı dil ağırlıklı eğitim veren devlet okullarında ikinci yabancı dil zorunluluğu getirilmiş ve ikinci dil olarak en çok Almanca tercih ediliyor. Almancaya ilginin artmasında ikinci faktör gençlerin kariyer planlaması yaparken Almanca bilgisini kendileri için büyük bir artı olarak görmesi. Türkiye’de Alman menşeli ya da Almanya ile ilişkisi olan 5 bin şirket olduğunu söylüyor von Siebert. Üçüncü faktör ise Almanya’da yüksek lisans yapmak ve Erasmus gibi öğrenci değişim programlarından faydalanmak isteyenmesi. Son olarak ise evlilik yoluyla Almanya’ya gitmek isteyenler Almanca kurslarına ilgi gösteriyor. Von Siebert de sadece zevk için Almanca öğrenenlerin ise çok azınlıkta olduğunu ifade ediyor.“Mecburiyetten öğreniyorum ama zevk almaya da başladım”Mustafa Beyaz, 27 yaşında ve Almanya’da çalışmak isteyen bir tıp doktoru. Kendisi gibi doktor olan eşiyle birlikte Almanya’ya gitme planları yapıyor. Ancak birçoklarından farklı olarak Almancayı kendi çabalarıyla öğreniyorlarmış. Beyaz, “Sadece zevkine Almanca öğrenmek istemezdim büyük ihtimalle ama ilerledikçe bu dilden keyif almaya da başladım.” diyor.Suriye’deki savaştan kaçtı Almanya’da doktorluk yapacakİstanbul’daki Goethe Enstitüsü’nün bu yıl Suriye’den de kursiyerleri var. Savaştan kaçıp Avrupa ülkelerine yerleşmek isteyen bu kişilerin Almanya’dan önceki durakları İstanbul. Dil Bölümü Müdürü Von Siebert Suriyeli öğrenci sayısının 30 ile 40 arasında olduğun söylüyor. Onlardan biri de Hesham Osman. 30 yaşında, kadın hastalıkları doktoru. Suriye’de çalıştığı klinik yıkılınca Almanya’ya gitmek istemiş. Ama öncelikle Almanca öğrenmesi gerektiğinden kendisine en yakın olan İstanbul’daki Goethe Enstitüsü’nde Almanca öğrenmeye karar vermiş. Osman, “Almanca İngilizce gibi uluslararası bir dil değil. İnsanlar bu dili genelde iş ya da akademik sebeplerle öğreniyor.” diyor.“Hedefim, Türkiye’deki Alman şirketlerinde çalışmak”Özlem Eminoğlu, 22 yaşında ve bilgisayar mühendisliği öğrencisi. Almanca serüveni lisede başlamış. Okulda birinci yabancı dil Almancaymış zaten ama “Lisede karşıma çıkmasaydı da Almanca öğrenirdim.” diyor. Sebebinin Alman şirketlerinden birinde çalışmak istemesi olduğunu söylüyor: “Ülkemizdeki Alman şirketlerine tabiri caizse ağzımın suyu akarak bakıyorum..”

Bir İnebahtı gazisinin esaret hatıraları

$
0
0
Tarihimizde öyle kıymetli eserler var ki, çoğundan bihaber yaşıyoruz. Allah’tan, yine aynı kıymette akademisyenlerimiz var ki, o eserlerin peşlerine düşüyor, saklandıkları yerden çıkarıyor, edebiyat ve kültür tarihimize kazandırıyor.Hem Türk hem de yabancı araştırmacılar tarafından kayıp olduğu tescillenen İnebahtı Savaşı’nın gazisi Hindî Mahmûd’un savaş ve esaret anılarını kaleme aldığı el yazması Sergüzeştnâme (Hediyye) adlı eseri işte böyle bir çabanın ürünü. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Ahmet Karataş’ın yıllarca, kelime kelime katalog tarayarak ulaştığı eserin 40 sayfası, Türkiye Yazma Eser Kurumu Başkanlığı tarafından Türkçeye kazandırıldı. Takriben 150 sayfa olan eserin diğer kısımlarının yanmış olduğu anlaşılıyor. Osmanlı tarihi üzerine araştırmalar yapan ünlü Türkolog G.M. Meredith-Owens, Londra’da 1960’ta yazdığı bir makalesinde, Hindî Mahmud’un ölmeden önce kaleme aldığı ikinci eseri Kısas-ı Enbiyâ’yı tanıtıyor, bu eserdeki bilgilerden hareket ederek Hindî’nin esaretten kurtuluşunu sağladığı için III. Murad’a takdim ettiği Hediyye isimli bir eserinin daha bulunduğunu ancak kitabın kayıp olduğunu bildiriyor. Owens’ın bu makaleyi kaleme almasının nedeni, British Library’de bir nüshası bulunan Kısas-ı Enbiya’yı kayda geçirmek. Bu makalenin yayınlanmasından yaklaşık 50 yıl sonra tarihçi-akademisyen Cemal Kafadar da ‘Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken’ (İstanbul 2009) adlı eserinde konuyu Hindî Mahmud’un ‘kayıp’ eserine getiriyor. Karataş’ın tespitine göre Batı’da neşredilen bir yığın çalışmada da bu tespit tekrarlanıyor. Sergüzeştname’nin kayıp olduğu söyleniyor ama aslında burnumuzun dibindeymiş. Sadece onu bulup ortaya çıkaracak bir çalışma ne yazık ki şimdiye kadar yapılmamış. Ahmet Karataş, devamını şöyle anlatıyor: “Kısas-ı Enbiya’yı doktora konusu olarak seçip, söz konusu malumatı da edindikten sonra kendimi büyük bir heyecan sarmalı içinde kütüphane kataloglarının arasında buldum. Satır satır günlerce katalog taradım. Yıllarımı aldı. Türkiye ve dünyadaki yazma eser kütüphanelerinin kataloglarını elimden geldiğince taramama rağmen esere rastlayamadım. Kısas-ı Enbiya’yı çalıştıkça Hindî Mahmud’un hayatı hakkında bilgi sahibi oldum. Onun II. Selim’le olan yakın irtibatını öğrenince Edirne Badi Ahmed Efendi Kütüphanesi Yazma Eser Fihristi’nde ilk eserinin izini buldum. Dünyada tek nüshası olan bir yazma esere Allah’ın lütfuyla ulaştım ve yazmanın müellifi olan 16. asırda yaşamış bir Osmanlı bürokratının enteresan hikâyesini kaleme aldım. Aslında Âmil Çelebioğlu hoca Kanuni dönemiyle ilgili bir çalışma yaparken, yıllar önce ‘Hindî Mahmud’un Sergüzeştnamesi de Edirne’de vardır’ diye yazmış. Ama ben bu bilgiye maalesef bu kadar yolu kat ettikten sonra ulaştım. Eseri hazırlayabilmek için Farsça, Arapça, İtalyanca, Almanca, Fransızca, İngilizce altı dille uğraştım.” Hindî Mahmud, Sergüzeştname’de çok kıymetli ve ilgi uyandıracak bilgiler veriyor. II. Selim’in tahta geçiş süreci, Kıbrıs’ın Fethi (1571), İnebahtı Deniz Savaşı (1571), savaş sonrası Haçlı ordusuna esir düşüp İtalya’da Papa nezaretinde yaşadığı hapis hayatı, esaret hatıraları, zindan arkadaşları, Papa V. Pius ve XIII. Gregory, Napoli, Messina ve Roma sokakları, çarşı-pazarları, bu şehirlerde yaşayanların âdetleri ve yaşayış tarzları… Sergüzeştname, birkaç açıdan oldukça değerli. Osmanlı’nın en büyük deniz yenilgisi olan İnebahtı Savaşı’na (7 Ekim 1571) bizzat katılan bir bürokrat, eserinde Akdeniz’in nasıl kana bulandığını anlatıyor. İnebahtı ile ilgili bilgiler genelde tarihi kaynaklarda ikinci, üçüncü ağızlardan yer alıyor, bu eser sayesinde savaşın tek canlı tanığı Hindî Mahmud’dan yeni bilgiler öğreniyoruz. Hindî Mahmud, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Selim’in yakın adamlarından iken bu savaşa katılıyor ve Haçlı Ordusu’na esir düşüyor. Önemli bir zât olduğu için esir arkadaşlarıyla beraber Vatikan’da zindana atılıyor. Hem de bir zamanlar Cem Sultan’ın hapsedildiği, bugün ise Papa’nın yaşadığı bazilikaya! Orada dört yıl esir kalıyor. Neler neler yaşıyor, nelere şâhit oluyor! Vatikan’ın kalbinde arkadaşlarıyla ezanlar okuyor, tekbirler getiriyor, Papa’nın vefatına şahit oluyor, cenaze merasimini ayrıntılarıyla anlatıyor, yeni Papa’nın seçilmesini izliyor. 16. asrın Roma’sının, Napoli’sinin, Messina’sının sokaklarını, insanlarını tasvir ediyor. Ve tüm bunları şiir olarak yazıyor. Şiirlerini yazdığı kağıt tomarlarını kâh saklıyor, kâh yazdıklarını düşmana kaptırıyor. 1115 beyit şeklinde yazılan eser, sadece savaş değil, hem şair hem de bir Osmanlı bürokratının gözlemlerini içerdiği için kültür ve edebiyat tarihi açısından ayrı bir öneme sahip.Takriben 150 sayfa olan Sergüzeştname’nin diğer kısımlarının yanmış olduğu anlaşılıyor. Cervantes ile savaştıEserin üçüncü bir önemi daha var ki, galiba en manidarı bu. Sözü Ahmet Karataş’a bırakalım: “İnebahtı Savaşı’nda karşı tarafta kim var biliyor musunuz? Don Kişot’un yazarı Cervantes. Ve Cervantes bu savaşta kolunu kaybediyor. Eserlerinde İnebahtı’nın izlerini görüyoruz. Bugün dünyanın her yerinde ve ülkemizde de Taksim’de Cervantes Enstitüsü bulunuyor. İspanyollar böyle sahipleniyor kahramanlarını. Yıl 2014 olmuş, bir Türk akademisyen olarak Cervantes’in karşısında savaşmış ve iki önemli eser bırakmış Hindî Mahmud’u çalışmak bana nasip oluyor. Şüphesiz bundan çok memnunum ancak sürekli kendini tekrar eden, defalarca çalışılmış eserleri üzerine bir şey koymadan yeniden yayınlayan akademisyenlerin saklı hazinelerimizin farkına varması gerekiyor. Hindî Mahmud’un bugüne kadar literatüre girmemiş olması kültür ve edebiyat tarihimiz açısından büyük bir (k)ayıp.”Afyonlu bir Osmanlı bürokratıAfyonlu Türk olan Hindi Mahmud, şiir yazmaya başlayınca Hamdi mahlasını kullanıyor. Sultan II. Selim’in bürokratı olunca ise padişah ona hem esmer olduğu hem de Hamdi çok kullanıldığı için daha orijinal bir isim veriyor. Hindî Mahmud, Osmanlı’da kapıcıbaşılık, defterdarlık, müteferrikalık yapıyor. II. Selim onu İnebahtı hazırlığı başlayınca savaşı kaleme alması için görevlendiriyor. Mahmud, Sergüzeştname’yi esir düşünce yazıyor fakat o sırada Sultan Selim vefat ediyor, yerine 3. Murat geçiyor. Özgürlüğüne kavuşan Mahmud, Sergüzeştname’yi Sultan Murat’a kurtuluşunun müjdesi olarak hediye ediyor ve adına da Hediyye diyor. İkinci eseri, 8 bin beyitlik Kısas-ı Enbiya’yı esaretten kurtulduktan sonra 67 yaşındayken kaleme alıyor. Kısas-ı Enbiya edebi bir eser. Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen 28 peygamberin hayatını şiir olarak 16. asırda ilk kez o yazıyor. Osmanlıca yazılan eserin dünyada üç nüshası var. Biri, British Library (İngiltere), biri Heidelberg Üniversitesi (Almanya) diğeri İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde. Ahmet Karataş’ın bugünkü Türkçeye edisyon kritik şeklinde aktardığı bu eser, Türkiye Yazma Eser Kurumu tarafından yayımlanmak üzere.Vatikan’da ilk ezan 16. asırda okunduSöz Vatikan’da ezan okumaktan, tekbirler getirmekten açılmışken Ahmet Karataş, 2012’de basında yer alan “Vatikan’da ilk kez ezan okundu.” haberlerini tashih etme ihtiyacı hissettiğini söylüyor. Malumunuz Peygamberimiz’in İstanbul gibi Roma’nın da fethedileceğine dâir müjdesi var. Bir grup musikîşinas Itri Yılı vesilesiyle iki sene önce Vatikan’a davet edilmiş, tasavvuf müziği konseri vermiş ve bu konser esnasında ezanlar okunmuştu. Elbette bu da önemli fakat Ahmet Karataş, “Vatikan’da ilk ezan aslında 16. asırda Hindî Mahmud ve arkadaşları tarafından gümbür gümbür okunmuştu.” diyor.İnebahtı’da ne oldu?Sultan II. Selim’in emriyle demir alan 200 gemi, Yunanistan’ın batı tarafında, İtalya’ya bakan kısmındaki İnebahtı Limanı’nda bozguna uğruyor. Savaşta 170 Osmanlı gemisi batıyor. 20 bin asker şehit oluyor, 3 bin 500’ü esir düşüyor. Kaptan-ı derya Müezzinzade Ali Paşa’nın kafası kesiliyor. Esir düşenler arasında Hindî Mahmud ile başkomutan Ali Paşa’nın iki oğlu da bulunuyor.

Zaman, hakta sebat ve dua zamanı

$
0
0
İlahiyatçı-yazar Cemil Tokpınar, gündeme dair attığı 30 tweet'le sosyal medyada büyük yankı uyandırdı. Yaşananları cemaate yönelik toplu linç ve iftira kampanyası olarak değerlendiren Tokpınar, "Hakta sebat ve dua zamanı." diyor. Kendisini iyi niyetle eleştirenlere ise hakkını helal ettiğini söylüyor.Gündeme dair attığınız 30 maddelik tweet, sosyal medyada büyük yankı uyandırdı. Neydi sizi harekete geçiren?Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ve cemaate yönelik suizan, iftira, gıybet kampanyası ve adeta toplu bir linç gayreti vardı. Hakperest ve şefkatli bir sesin, ‘Böyle yapmayın, bin bir emekle oluşturulmuş bu hizmete düşmanca saldırmayın.’ demesini bekliyordum. Yükselen sesler yetersizdi. Bu durum, gayretullaha dokunabilir diye korktum. 75 yıllık ömründe İ’lâ-yı Kelimetullah için yanan yüreğinden, gözyaşından ve duadan başka sermayesi olmayan bir Allah dostu hakkında konuşurken, yazarken herkesin dikkatli düşünmesi lâzımdı.‘Beddua’ tartışmalarına ilişkin ‘Kim haksızsa ona söylenmiş. Haksız olan gocunsun’ yorumunda bulundunuz.İlimde, imanda, salih amelde, ahlâkta ve aksiyonda zirveleri tutmuş bir Allah dostu olan Hocaefendi değil bir insana, bir bitkiye ve hayvana bile şefkat eder. O kadar ki, bir karıncayı suda boğulmaktan kurtarmak için yarım saat uğraştığı ve bir arıyı yaşatmak için çırpındığı olmuştur. Belki günlük zamanının iki üç saati duayla geçmektedir. Dolayısıyla yaptığı şeyin adı, bedduadan öte bir şeydir. Buna mülaane veya mübahele diyoruz. Bir benzerini, kendisine iftira atan birisine karşı Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in hayatında görüyoruz. Keşke olaylar işi bu noktaya getirmeseydi. Ama madem ki getirdi, bu mübaheleye katılmayanlar bile bu denli yıpratma malzemesi olarak kullanmamalıydı.O video üzerinden yapılan ‘eleştirileri’ nasıl değerlendiriyorsunuz?Maalesef bir kimse hakkında hüküm verirken araştırmadan konuşmak, ille de eleştirel yaklaşmak âdet olmuş ülkemizde. Hocaefendi’nin yüzlerce vaaz, sohbet ve yazısından istifade ettim. Bir kere bile nefsî ve dünyevî bir cümleye rastlamadım. Sadece Allah, Kur’an, Hz. Peygamber (sas), sahabe efendilerimiz ile İslâm’ı cihana yayma aşkını gördüm. Vaazlarını insafla dinleyenler, birçok konudaki derinliğini ve ihatasını görebilir. Böylesi velâyet-i kübra makamında olan bir zatı tanımadan eleştirmek bir mümine yakışmaz.Bu yorumunuzu duyan bazı kimseler son günlerde pek moda olan ‘Hocaefendi iyi, ama abiler kötü’ cümlesini sarf edebilir. Hoca nasılsa talebesi, usta nasılsa çırağı öyledir. Pek az istisnası olabilir. Bir ağaca göre meyve neyse, üstat veya hocaya göre de talebesi ve cemaati de öyledir. Nar ağacında zakkum çiçeği açmaz, gül dalından kötü bir koku yayılmaz, elma dalında acı düyelek yetişmez. Hocaefendi’nin âdeta iğneyle kuyu kazar gibi meydana getirdiği cemaatin binlerce ferdiyle tanıştım, görüştüm, dostluklarım oldu. Hepsi de dinine bağlı, vatanını, milletini seven, yaşatma idealiyle yanıp tutuşan gayretli insanlar. Bu arada her toplulukta, cemaatin öncelikleri ve özellikleriyle tam uyuşmayan, eksiği kusuru olan kimseler de olabilir. Fakat bunlar çoğunluk olmadığı gibi etkin de değildir.Bu açıklamalarınızdan sonra siz de ‘yandaş’ yaftası yiyebilirsiniz.Ben bunları taraf olma saikıyla söylemiyorum. Hizmetleriyle asrımızı aydınlatan Bediüzzaman Said Nursî, Süleyman Hilmi Tunahan, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Mehmed Zahid Kotku, Muhammed Raşid Erol, Mahmud Ustaosmanoğlu gibi büyüklerimize, yaşayan temsilcilerine ve cemaatlerine dair de bir linç kampanyası olsa yine itiraz eder, aynı tepkiyi gösterirdim. Çünkü sebepler zaviyesinden bakarsak, dinî cemaatler olmasaydı bugünkü dinî gelişmeler olmazdı. Dinî cemaatler Asr-ı Saadet’ten sonraki ikinci dirilişin mimarlarıdır.Mesajlarınız iki tarafı da teskin edici ama yine de tepki aldınız.Tepkilerin neredeyse yüzde 80’i olumlu. Çoğunluk, hakkaniyetten, adaletten, barış, sevgi ve kardeşlikten yanaydı. Ancak acımasız ve seviyesiz üsluplarından anlaşılan birileri vardı ki, onların görevi sadece iki tarafı vuruşturmaktı. Onları muhatap da almadım, cevap da vermedim. Bir de iyi niyetle muhalefet eden kardeşlerim vardı ki, onlara kırgın da değilim, hakkımı da helal ediyorum.Cumhurbaşkanı’na atfen yazılan mektup pazarlık olarak lanse edildi.Bu mektubu, ‘bir şefkat âbidesinin çözüm arayışı’ olarak nitelendiriyorum. Kimileri, ‘özür ve pazarlık mektubu’ olarak takdim etti. Olayın birinci şahidi Fehmi Koru Bey’in iddiaları reddeden, olayları detaylarıyla anlatan yazıları da gösteriyor ki, bazı kimseler çok ayrıntılı araştırmadan, önyargıyla yazıp konuşabiliyor. Mektup hadisesi de gösterdi ki, bu alandaki iyi niyetli çabaları bile fitneye alet eden bir ortam var. Keşke tarafların hiç aracısız, baş başa görüşebileceği bir zemin ve fırsat olsa, belki sulh ve kardeşlik adına olumlu neticeler çıkabilir.Kimi medya organları, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin talebesi ağabeyleri konuşturarak camiaya karşı bir propaganda başlattı. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?En çetin ve zor zamanlarda bile her türlü işkenceye dayanarak imana ve Kur’an’a hizmet eden ağabeylerimiz, Üstad Hazretleri’nin bize bıraktığı yadigârlarıdır. Üstad’ımızın meslek ve meşrebini, ondan gördükleri üzere muhafazaya çalışmaktadırlar. Onlara karşı vazifemiz, hürmet, muhabbet ve dua etmektir. Onların tavırları hakkında bir değerlendirmede bulunmak benim hakkım ve haddim değildir. Bu hakikati teslim etmekle birlikte o ağabeylerimden, Hocaefendi ve hizmetini takdir ve himaye eden birkaç cümle beklerdim. Çünkü aynı davanın, aynı mefkûrenin adamları arasında uhuvvet ve tesanüdü görmek benim gibi arkadan gelen takipçilere kuvve-i maneviye olurdu. Keşke bir tarafı tutmak yerine, barıştırıcı ve uzlaştırıcı bir konumda olsalardı.PKK’ya yakın medya organları bile haberlerinde ‘Gülen örgütü’ tabirini kullanmaya başladı. Camiaya mensup kişiler de örgüt üyesi olmakla yaftalanıyor.Dünyaya sevgi, barış ve kardeşlik getirme idealiyle dolu, adanmış ruhlara örgüt üyesi demek, densizliktir. Ama unutmayalım ki, Asr-ı Saadet’in bir tecellisini yaşatmak için çalışanlar, birçok çile ve ızdırapta onların yaşadıklarının benzerlerini yaşayacaklardır.‘Cemaat medyasını izliyorum, daha mutedil, daha hakperest, daha objektif, daha dengeli olmaları hayırlı ve etkili olurdu.’ şeklinde bir yorumunuz var. Size bu yorumu yaptıran neydi?Cevabı uzundur ama şu kadarını söyleyeyim: Bir hakikati savunurken, okuyanlar ve izleyenlerin nazarında nasıl bir etki ve algı oluşturduğunuzu hesaba katmak gerekir. İnsanlar itidal ve istikametinizi sorguluyorsa, tavır, üslûp, dozaj ve dengenizi gözden geçirmeniz lâzım. Çünkü ikna edeyim derken uzaklaştırabilirsiniz. ‘Tarafgirane ve hasmane tutumlar mı var?’ gibi soru işaretlerini oluşturmamalıyız. Bu konuda Hocaefendi’nin sohbetlerinde birçok tavsiye var. Uygulanırsa çok iyi neticeler alınır.Sahabeler arasında da ihtilaflar oldu“Kur’an ve sünnetteki barış ve kardeşlik esaslarını tekrar hatırlamalıyız. Başta Hucurat Suresi’nin hükümleri olmak üzere sevgi ve kardeşlik ayetlerini ve hadislerini gündeme getirmeliyiz. İhlâs Risalesi ve Uhuvvet Risalesi’ni tekrar tekrar okuyup uygulamalıyız. Davranışlarımız ve üslûbumuz, hikmet, itidal, sulh ve kardeşlik üzere olmalı. Farklı düşündüğümüz kardeşlerimize düşmanca değil, şefkatle davranmalıyız. Unutmayalım ki, sahabeler arasında da savaşa kadar varan ihtilaflar oldu ama Allah katında onlar yine sahabeydi. Rahmetli Turgut Özal’a muhalefet eden, çok ağır tenkitlerde bulunan dindarlar olmuştu. Oysa 19 yıl sonra kabri açılınca görüldü ki, o cesedi bile çürümeyen bir şehitti. Ahirette hiç kimseye partisi, cemaati, milliyeti, memleketi sorulmayacak. Sadece, Rabb’i, dini, kitabı, peygamberi sorulacak. Tarafgirlikten, kıskançlıktan, dedikodu, gıybet ve iftiradan, insanların kusurlarını araştırmaktan ve açığa vurmaktan şiddetle kaçınmak gerekir. Hakta sabır ve sebat göstermeliyiz. Ve çok önemli bir husus: Barış, kardeşlik ve sevgi için bol bol dua etmek, hacet namazı kılmak, salat-ı tefriciyeler ve Ashab-ı Bedir isimleri okumak, yalvarmak lazım.”

Eyüp Sultan’a en çok Kadıköylüler sahip çıkmalı

$
0
0
Prof. Dr. İskender Pala, son romanında Eyüp Sultan’ı yazdı. Pala, İstanbul kuşatmasına gelmiş bu şanlı sahabe ile ilgili ilginç detayları aktarmış. “Eyüp Sultan’a en çok Eyüplüler değil, Kadıköylüler sahip çıkmalı.” diyen yazar, yüzyıllarca devam eden bir geleneği yeniden hatırlatıyor.‘Mihmandar’ okurla buluştu. Nasıl çalıştınız bu roman için? Evet… Benim yazım sürecim şöyle işliyor: 1 Şubat’ta yazacağım konu belirlenmiş ve okuyacağım kitaplar masama yığılmış oluyor. 60 kadar kitap ve konuyu zihnimde okumaya başlıyorum, üç ay hiç durmadan, günde 10 saat. Bu sürede nasıl bir hikâye anlatmam lazım, tarihî gerçekler neler, okuduğum kitaplar arasından tasnifleri yapıyorum ve roman baştan sona belli oluyor. Sonra üç ay hiç durmadan yazmaya başlıyorum.Sonraki süreç?Eylül ayına geldiğimde hiçbir şey yapmıyorum. Yazdığım her şeyi unutuyorum. Dinlenmeye bırakıyorum. Ekim ayında yazdıklarımı sanki yabancı biriymiş gibi okuyorum, yedi-sekiz defa. Bu esnada birçok şey kendiliğinden değişir. Kasım ayının sonlarına doğru yazdığım konuyla ilgili bilim adamlarına gönderiyorum, en az 4-5 kişiye. Bu insanların eline bir kırmızı kalem ve kopya veriyorum. Bazen yazdığım sayfalar gelincik tarlası gibi oluyor. Bu yolla kurguyu değiştirdiğim bile oluyor. Bunlar da bittikten sonra konunun geçtiği yere gidiyorum. Barbaros’ta İtalya ve İspanya’ya gitmiş, Akdeniz havzasını dolaşmıştım.Bu romanda da kutsal topraklara mı gittiniz?Mekke’ye gittim. Oradan Medine’ye, Ebu Eyyûb el-Ensarî Hazretleri’nin evinin olduğu yere gittim. Bağdaş kurup bilgisayarımı açtım. Peygamberimiz’in ravzasına bakarak verimli bir okuma yaptım. Sonra getirip editörlerime teslim ettim. Hep yaptığım gibi aralık ayının son haftasında kitabı teslim ediyorum. Ocakta da kitap çıkmış oluyor. Tabii roman sadece benim değil birçok insanın emeğiyle oluşuyor. Ocak ayının üç haftasını röportajlara ve TV programlarına ayırıyorum. Şubatın 1’i geldiğinde yeni işler için yine kapanıyorum.O zaman sizi yakalamışken sorayım: Yeni çalışmanız ne üzerine?Çok erken ama… Niyetim Asr-ı Saadet’e ilişkin bir şeyler yazmak. Başlamışken o manevî havayı devam ettirmek istiyorum. Eyüp Sultan Hazretleri’nin romanını yazma sebebiniz?Türkiye’de özellikle de gençlerimizin hayatlarını örnek alacak kahramanlar var; fakat bunları zihnimizde taşımadığımız için biraz daha ürkek hayatlar yaşıyoruz. Bu bir kimlik problemi. İnsanımızın belirli bir tarih akışı içinde o tarihe göndermelerinin olması lazım. Hafızaları bu bakımdan fazla dolu değil. Zihin coğrafyaları ayrılmış gibi hissediyorlar. Mesela Bağdat, Halep ve Şam’da bombalar yağarken bir şey hissetmiyorlar.Siz bu hissiyatı mı ayaklandırmak istiyorsunuz?Yazdığım tarihî romanlarda okuyucularıma, ‘Tarihinize ve kimliğinize önem veriyorsanız size hitap edecek şöyle biri var: Ruhunuz mücadeleci ise Yavuz ile Şah İsmail’den birini örnek alın. Ruhunuz kahraman, enginlere açılan bir halde ise Barbaros Hayreddin Paşa’yı kendinize örnek alın. Ruhunuzda derinleşme eğilimi varsa Yunus Emre sizin için budur. İslamî bir hassasiyet taşıyorsanız Eyüp Sultan önemli bir portre.’ diyorum. Sonra da ‘Sanayide, teknolojide, bilgide, sanatta bu kahramanlar gibi fetihler yapın’ diyorum.O yüzden “Eyüp Sultan’ı yazmalıyım” dediniz…Evet. İkinci sebep de şu: Ben İstanbul’da ömrümün çoğunu geçirdim. Ve İstanbul’un manevî sahibine vefa göstermem gerekiyordu. Haliç Köprüsü’nden geçerken yanımda kim olursa olsun, ‘Başını çevir, şu tarafa bak. Orada şehrimizin sahibi yatıyor. Hadi ona selam verelim.’ diyorum. Fatiha okumadan geçmemiş oluyoruz. Şehirler belirli ruhlara sahiptir. Ve bir kahraman o ruhu harmanlayarak o şehre kimlik kazandırır. Eyüp Sultan da bir semtimizin adı değil, bir ruhun, o ruhu millete veren kahramanın adıdır. Ecdadımız o semte giderken abdestli gitmeye özen gösterirdi. Türbesinin başucunda 24 saat Kur’an okunurdu.Kitabın sonlarına doğru şimdilerde unutulmuş bu geleneği hatırlatıyorsunuz...Diyanet İşleri Reisi Mehmet Görmez ile meseleyi konuştum. ‘Hay hay hocam, türbe restorasyondan çıksın bu geleneği başlatalım.’ dedi. İnşallah, bakalım...Eyüp Sultan türbesinde 24 saat Kur’an-ı Kerim okuma geleneği sizin tavassutunuzla yeniden başlamış olacak yani…Estağfirullah… Ben sadece birilerine bunu haber vermiş oldum.Eyüp Sultan’ın nasıl bir karşılığı var şehirde?Eyüp Sultan, İstanbul hiyerarşisi içinde önemli bir yer işgal eder. Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan sistem olan kadılıkta bilad-i selase denirdi: Üsküdar, Galata, Eyüp. Eyüp şehrin dışında kalmış bir kasabacıkken düzenleme getirilmiş ve oranın yapılandırılması ve oraya insanların akması teşvik edilmiştir. O, muhteşem bir hizmetkârdı. O yüzden sultanların çoğu ona hizmet ettiler. Kimisi hat yazdırdı, kimi çeşme yaptırdı… Kılıç kuşanma merasimleri orada oldu. İstanbul halkı arasında bir efsane dolaşır; Eyüpsultan Camii’nin minaresinden okunan ezanı duyabilecek mesafeye gömüldüysen Eyüp Sultan sana şefaat edecektir diye.Siz de o yüzden mi Eyüpsultan’a gömülmek istiyorsunuz?Barbaros’un torunuyum, şurada da komşuyuz, oraya gömülmek istiyordum. Şimdi doğrusunu isterseniz niyetim Eyüpsultan’a gömülmek.“Asr-ı Saadet’i yazacağım dediniz. Bir dahaki röportajda da Medine-i Münevvere’ye gömülmek istiyorum demeyesiniz...Olabilir… (Gülüyor)Bu arada kitabınızın sonunda adeta Eyüp Sultan türbesini ziyaret adabını anlatıyorsunuz…Tam da bunun için yazdım son bölümü. Eyüp’e kitap dolayısıyla sık sık gidip geldim. Türbeye yardım toplayan Ersin Bey var, onunla konuşurken bir kadın geldi. Kalem istedi, o da ‘Kalemi alabilirsiniz ama yazmayın.’ dedi. Buna rağmen kadın ısrar etti. Türbe ziyaretini hâşâ kutsallaştıracak hale getirdik. İnsanlar hacet penceresine bakıp nasıl yalvarıyorlar. Orada Allah’tan isteyeceksin.Hz. Ebubekir’in ağzından bir giriş var. Bu, bilinçli bir tercih mi?Hz. Ebubekir konuşabilir. Sözlerini siyer kitaplarından aldım çünkü. Orada, olmayan bir şeyi yazmadım. Mesela Hazret-i Peygamber hakkında bir roman yazılacağını düşünmüyorum, yazılmamalı. Çünkü roman bir kurgudur. Hazret-i Peygamber’in hayatında kurgu yaparsanız ifsat edersiniz. Bu konuda çok hassas düşündüm. İlk üç bölümü yazarken defalarca değiştirdim. İmanımı zedelemeyecek şekilde yazdım.“Eyüp Sultan’a Halid Sultan denmeli” diyorsunuz…Bizim zihnimizde yaşayan bir Eyüp Sultan var bir de İslam tarihindeki Halid bin Zeyd... Eyüp Sultan dememek lazım; çünkü oğlunun adı Eyüp. Arap geleneğinde bir ailenin erkek evladı olunca künye erkek üzerinden yazılır. Burada medfun olan kişinin adı Halid, babasının adı Zeyd, çocuğunun adı Eyüp. Daha ilginci Eyüp el Ensarî, Eyüp semtinde üç ay; Kadıköy’de altı ay kalmıştır. Eyüp Sultan’a asıl Kadıköylülerin sahip çıkması gerek.Cumhurbaşkanlığı ödülünü hak ettimEyüp Sultan Eyüp’te değil diyenler var…Tarihî kayıtlardan onun burada olduğuna inanmasaydım bu romanı yazmazdım. Ben kurgu yapmadım, tarih anlattım. Onun burada olduğuna Bizans kaynaklarından da İslam tarihi kaynaklarından da okuyarak yazdım. “Her sene bir roman nasıl yazılır?” deniyor hakkınızda… Benim romanlarımı eleştirenler ‘Her sene bir roman yazılır mı?’ diye söylüyorlar, evet. Ben her sene bir roman yazmıyorum. Günde on saat çalışarak en az 2500 saatte bir roman yazıyorum. Başka birisi 2500 saati üç yıla bölüyorsa o beni hiç ilgilendirmiyor.Son olarak Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödüllerinde Edebiyat dalında ödüle layık görüldünüz...Ödülü hak ettim mi diye düşündüm. Vicdanımın sesini dinledim ve bana fazlasıyla hak ettiğimi söyledi. Bu konuda tevazu göstermeyeceğim.

Yunus’un sinema yolculuğu

$
0
0
Aşkın Sesi Yunus Emre gösterimde. Yunus’un İlahi aşkı arayış sürecine odaklanan film, seyirciyi 14. yy’ın buhranlı günlerine götürüyor. Sinemamızda çekilen ilk film değil bu. Yunus, farklı yönetmenler tarafından pek de farklı olmayan yorumlarla sinemaya aktarıldı.Yunus’un beyazperdede göründüğü ilk yıl: 1973. Sinemamızda tarihi filmlere ilginin bir hayli fazla olduğu dönem...Fikret Hakan, Pir Sultan Abdal rolüne bürünmüş; Atıf Yılmaz, Gönüller Sultanı Mevlânâ’yla ilahi aşkı; Tunç Başaran, kadınlarla şarap âlemi düzenleyen maskeli Hayyam ile bir prensesin masalı üzerinden Ömer Hayyam’ın hayatını anlatmaya soyunmuştu. Dönem rüzgârına kayıtsız kalmayan Özdemir Birsel (Salah Birsel’in yeğeni), Yunus Emre’nin hikâyesiyle bu yelpazeye yeni bir renk kattı.Gönüller Fatihi Yunus Emre, büyük ozanın yaşadığı döneme götürdü seyirciyi: “Moğol istilası altındaki Anadolu’da halk açlıktan kırılmaktadır. Köyün ileri gelenleri Hacı Bektaş-ı Veli’ye gidip buğday istemesi için Yunus’u seçer. Huzura çıkan Yunus, ‘Buğday yerine nefes verelim’ teklifi alır. Bu ona hakikati aramanın yolunu açar. Yolu Taptuk Emre’nin dergâhına düşer ve çile yılları başlar. Pişer, ilahi aşkla kavrulur.” Başrolde Ses dergisinin artist yarışmalarından sinemaya zıplayan Hakan Balamir yer alırken; diğer oyuncular, Yeşilçam’ın emektarları Ali Şen, Müfit Kiper, Şükriye Atav, Süheyl Eğriboz…Gönüller Fatihi, Yunus Emre’nin kitaplarda yer alan hikâyesinin ete kemiğe bürünmüş hali. Taptuk Emre’nin dergâhına gidişini, çile çekişini, şairliğinin olgunlaşma sürecini kronolojik şekilde anlatıyor. Yüzeysel, sinema dili oluşturmadan… 10 günde film çekildiği bir dönemde, 6,5 ay emek verilen Gönüller Fatihi’nde, düşük bütçesinden dolayı pek fazla dış mekân çekimi yok. Olanlar da dağda, bayırda… Kardeş filmlerde olduğu gibi kostümler, birkaç dekorla kotarılmaya çalışılmış.Yunus ile ilgili farklı rivayetlerde bulunulur. Taptuk Emre’nin kızına gönlü kaydığı, şiirlerinin bir kısmını yaktığı vb. Hikâyede rivayetlerin bir kısmı işlenmiş: Yunus, dergâha katıldığında aynı adı taşıyan başka biri daha vardır. Taptuk Emre, isimler karışmasın diye ona Emre ismini verir. Sebebini sonrasında kızı Bacım Sultan’dan öğreniriz: “Babam, yerine geçecek kişiye ismini verdi.” Bacım Sultan önceleri başka bir yiğitle görüşmektedir, sonraları gönlü Yunus’a kayar… Kalp gözü açık Yunus, mezardaki ölüleri bile görmeye başlayan biri olarak resmediliyor… Son ayrıntı: Filmin yarısına kadar Tanrı diyen Yunus, sonrasında Allah demeye başlıyor. Yeşilçam’da serkeş baba rolleriyle hafızalara kazınan İhsan Yüce’nin senaryosunu yazdığı filmde Yunus’un şiirlerine bir hayli yer veriliyor.‘Dünyaca ünlü’ yönetmenden…İkinci film yine aynı yıl içerisinde çekilen Yunus Emre Destanı. Yönetmen koltuğunda sinemamızın dünyaca ünlü yönetmeni Çetin İnanç var. Bilim kurgu çekmek hedefiyle yola çıkan, teknik yetersizlikler nedeni ve Cüneyt Arkın’ın sıra dışı performansıyla ‘dünyanın en kötü filmleri’ listesinde üst sıralarda bulunan Dünyayı Kurtaran Adam’ın yönetmeni… Yeşilçam’ın seri üretime geçtiği dönemde yılda üç-dört film çeken, el çabukluğuyla ün salan İnanç’ın filmi ortalıklarda yok. İki yüze yakın filmi arasında kaybolup gitti. Kimsenin merak edip yönetmeninden değer görmeyen filmin peşine düşmemesini yadırgamamak gerek. Agah Özgüç’ün sinema ansiklopedisinde yer alan oyuncu listesi şöyle: İhsan Baysal, Defne Dilek, Reha Yurdakul, Asuman Arsan.Müstehcen filmlerden Yunus’aÜçüncü filmin çekildiği yıl: 1986. Anayurt Oteli’yle sinemamıza ilk karakterin (Zeberced) dâhil olduğu, Yavuz Turgul’un Muhsin Bey’iyle tanıştığımız yıl... Sinemamızın müstehcen film furyasının patladığı dönemde üst üste erotik filmler çeken, darbe sonrası sulu komedilere (Gazino Bülbülü, Beleşçiler) yönelen Engin Temizer, adeta günah çıkarmak için Yunus Emre filmi çekti. Başrol Talat Bulut’un. Kaosun egemen olduğu dönemde dünyaya gözünü açan Yunus’un hikâyesinde öne çıkan ayrıntılar: “Dergâha dâhil olan Yunus, gönlünü kaptırdığı Taptuk Emre’nin kızıyla evlenir. İçindeki boşluğu dolduramayınca yollara düşer, gerçek aşkı arar. Nefes ile buğday ikilemini çözdükten sonra kendi dergâhını kurar, gönül yapmaya devam eder.” Yunus Emre, klasik TRT filmlerinden… Filmi bugünlere taşıyan oyuncu performansları, sinematografik kalite değil, hikâye. Yunus’un kendisi… Afişte şu ayrıntılar var. Senaristlerden biri Ömer Lütfi Akad. Yapımcılardan biri ise her daim seyircinin ruhuna göre projeler üreten ve başarıya ulaşan sinemamızın kara kutusu Türker İnanoğlu.Bol yıldızlı Yunus EmreSon film, Kürşat Kızbaz’ın yönettiği Aşkın Sesi Yunus Emre. Yunus’un bir avuç buğday arayışından İlahi aşka ulaşma sürecine odaklanıyor. Bildiğimizden öteye gitmeyen filmin anlattıkları Gönüller Fatihi’nkine benziyor. Farklılıklar: “Yunus’a gönlünü kaptıran Taptuk Emre’nin kızı Balım Kız’a âşık bir Kasım karakteri görüyoruz. Duygusal yakınlaşma hissedip kumpas kuruyor, Balım’ı ve kendini öldürüyor. Yunus’un 200 yıl önce yaşayan Hallâc-ı Mansur bir görünüp bir kayboluyor…” Yunus’un Mevlânâ’dan Barak Baba’ya dönemin manevi isimleriyle görüşmelerine değinen film, Yunus’un felsefesinin arka planına dair ayrıntılar vermek yerine yaşadıklarına üstünkörü değiniyor. Olayların perde arkasını, karakterlerin çelişkilerini görmüyoruz. Gönül insanı Yunus, kötü adam Kasım, âşık Balım kız… Attığı her adımı, her tarihi karakterle karşılaşması şiirle anlatıldığı için bir süre sonra film şiir seremonisine dönüşüyor. Yaklaşık 1 yılda 12 farklı şehirde çekilen, özenli kostüm ve dekoruyla dikkat çeken filmin artısı yıldız oyuncuları: Devrim Evin (Yunus), Ahmet Mekin (Hacı Bektaş-ı Veli) Altan Erkekli (Mevlânâ), Bülent Emin Yarar (Taptuk Emre), Burak Sergen (Barak Baba)…

Kurtar bizi Shakespeare!

$
0
0
İBB Şehir Tiyatroları’ndaki Shakespeare adlı oyunu seyredince başkalarına deli damgası vurmakta ne kadar cömert ve fakat Adem ile Havva’nın yaratılış anındaki masumiyetinden ne denli uzak olduğumuzu düşündüm.Her milletin zor zamanları vardır. Güçler ayrılığı ilkesinin iflas ettiği, kavram kargaşasının zirve yaptığı, dilin ve kalemin silaha dönüştüğü dönemlerde, vatandaşlar mucizevi bir kurtarıcının hayaline sığınır. “Önce kendimizi insan kılalım” demek zor gelir. Çünkü bu yol hem uzundur, hem de bedel ödemeyi gerektirir.İBB Şehir Tiyatroları’nda oynanan Shakespeare adlı oyunu seyredince başkalarına deli damgası vurmakta ne kadar cömert ve fakat Adem ile Havva’nın yaratılış anındaki masumiyetinden ne denli uzak olduğumuzu düşündüm. Azerbaycanlı yazar Elçin Efendiyev’in yazdığı, Melahat Abbasova’nın yönettiği, Selma Kutluğ, Sezai Aydın, Ertuğrul Postoğlu, Murat Coşkuner, Elçin Atamgüç, Nevzat Çankaya, Meriç Benlioğlu ve Özgür Dağ’ın performanslarıyla hayat bulan oyun, sanki içinde yaşadığımız kaosu resmediyordu.Olay bir tımarhanede geçiyordu. Başhekim mutsuzdu. Mesleğine bile inancı kalmamıştı. “Hayat bana hiçbir şey vermedi.” diyordu. “Ben hayata ne verdim?” diye sormuyor, hastaların dünyadan bihaber mutluluğunu kıskanıyordu.Delilerden biri kendini ünlü aktris Sarah Bernhardt sanan bir kadındı. Shakespeare ile temas halindeydi. Büyük yazar kendisine “Romeo ve Juliet’i senin için yazdım. Juliet sensin.” demişti. Shakespeare’in asırlar önce, Bernhardt’ın 1923’te ölmesinin önemi yoktu. Çünkü ikisi de ebedi kişiliklerdi.Bir diğeri kendini Stalin’le özdeşleştirmişti. Milyonlarca masumun kanına girdiği için pişmandı. Sürekli İncil okuyor, günah çıkartmak istiyor, Stalin’in öldüğünü hatırlatanlara “Öyleyse ben kimim? Hayır! Ben şuurlu bir cellattım. İnsanı değil, iktidarı seviyordum. Çünkü insanlar gücü olandan korkar ve korktuklarını severler.” diyordu.Evlenemediği için doktorların “kız kurusu” diye tanımladığı bir kadın, çift kişilik edinmişti. Şahsında karı-koca birliğini yaşıyor, durmadan kocası olan kendisiyle kavga ediyordu.Venüslü olduğuna inanan ve 17 yıldır pencerenin önünde gözlerini göğe dikip Venüslüleri gözleyen bir deliyle, hastaların yiyeceklerini çalan hastabakıcı ve başhekim yardımcısı mutsuz kadın doktorla kadro tamamlanmıştı. Tüm karakterlerin gerçek hayattaki karşılıklarını bulmak zor değildi. Siyaset, medya ve bürokrasiye dikkatle bakan herkes bu teşhisleri yapabilirdi.Ve bu ekip, yakında bir uzay aracının kendisini götüreceğini iddia eden yeni bir hasta ile tanıştı. Adamın adı yoktu. Sadece çevresine sağladığı yarara göre verilen bir mutluluk numarası bulunuyordu. Fakat bu, o kadar büyük bir sayıydı ki ona kısaca Drop 13 dediler. Adam elinde araç olmadan kendi tansiyonunu ve nabzını ölçebiliyor, ayrıca telepatik kanalını açtığında herkesin düşüncelerini okuyabiliyordu. Bunu kanıtladığında başhekimi dehşet içinde kalıyor ve “kapat şu kanalı” diye bağırıyordu.Drop 13, dünyayı kısa sürede keşfetmişti: Maalesef insanların söyledikleriyle yaptıkları birbirine uymuyordu. Bu yüzden hep korku içinde yaşıyorlardı. Oysa onun gezegeninde kimse yalan söylemezdi. Sanatın dilini gündelik hayatta kullandıkları için tiyatroya gerek duymazlardı. “Ben” duygularının yüksekliği nedeniyle hasta olan dünyalıların en büyük problemi aşırı gerçekçi olmalarıydı. Olabilir ile olamaz arasında kalın çizgiler çekiyorlardı. Bu yüzden mutsuzlardı.Başhekimin dengesinin iyice bozulup “Ben kimim?” demeye başladığı, Stalin’in “materyalizm batağından kurtulamıyorum.” diye yakındığı, “Stalin olmaktan istifa etmeyeceğim. Acı çekmem lazım. Zalimim çünkü.” dediği, benliğinde hayalî bir koca vehmeden kadının bebek beklediği bir dönemde Drop 13, Sarah Bernhardt’ın canlandırdığı Juliet’in büyüsüne kapıldı ve Romeo rolüyle ona eşlik etti.İkilinin tutkuyla canlandırdıkları sahne, diğerlerini de etkilemişti. Çünkü söz konusu olan sanattı, edebiyattı, aşktı, kısacası sahicilikti. Başhekim hariç herkes Shakespeare okumaya başladı. Bunalımlarından kurtulup, huzuru bulmuşlardı. Stalin bile Romeo ve Juliet’in Das Kapital’den daha yüklü olduğunu görmüş, artık idealist olduğunu ilan etmişti. Başhekim ise aklıyla direniyor, bu yeni durumu bile bir hastalık olarak yorumluyordu.Nihayet Vanderprandur gezegeninden gönderilen uzay aracı, Drop 13’ü asli vatanına götürmek üzere hastanenin bahçesine indi. “Ermiş” giderken başhekim dahil herkes arkasından “bizi de al” diye çırpınmaktaydı. Ancak kimseye o gemide yer yoktu.Kıssadan hisse: Bir kurtarıcıyı boşa beklemeyelim. Gökten biri inip kimseyi mutluluk diyarına götürmeyecek. Ama bizler gerçekten ister ve bedelini ödersek kendi dünyamızı abad etmeyi umut edebiliriz. Bir şartla: Herkes işe önce kendisinden şüphe etmekle başlayacak.

TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR?

$
0
0
Burhan Kuzu'nun gündeme getirdiği "2 bin kişilik istihbarat raporu", akıllara Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il yapılan fişlemeleri getirdi. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu ve 28 Şubat davasına bakan mahkemeye gönderilen belgeler de fişleme tarihçesine ışık tutuyor. 2010 referandumuyla anayasal suç haline gelen ve 'İstihbarat raporu' adı altında yapılan fişlemelerin bu belgelerdekilerle birebir aynı olması "Tarih tekerrür mü ediyor?" dedirtiyor.Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun tweet’iyle gündeme gelen ve aralarında akademisyen, işadamı, gazeteci, savcı ve polislerin bulunduğu “2 bin kişilik istihbarat raporu”nun varlığı Menderes döneminde Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il yapılan fişlemeleri hatırlattı. Her ne kadar Başbakan bu iddiaları yalanlasa da ‘Öyleyse tasfiyeler neye göre yapılıyor?’ sorusu akıllara soru işareti bırakıyor. Sabah Gazetesi Özel İstihbarat Şefi Abdurrahman Şimşek de katıldığı bir televizyon programında “Biz Türkiye’deki bütün imamları biliyoruz. Devlet de biliyor.” diyerek 2010 referandumuyla anayasal bir suç haline gelen fişlemelerin bütün iller bazında yapıldığını itiraf etti.‘İstihbarat raporu’ adı altında yapılan fişlemelerin geçmişteki örnekleriyle birebir aynı olması ‘Tarih tekerrür mü ediyor?’ sorusunu akla getiriyor. Geçmişteki raporlardan Üstad’ın talebelerinden Sait Özdemir, Abdulkadir Badıllı, Mustafa Sungur, Hulusi Yahyagil ve Zübeyir Gündüzalp gibi isimlerin adım adım takip edildiği anlaşılıyor.Bediüzzaman’ın talebelerine il il fişlemeDevlet arşivlerine göre Bediüzzaman Said Nursi., 1925’ten itibaren takibe alınmış. Gittiği bakkaldan, yanına gelen ziyaretçilere kadar birçok kişi tek tek fişlenmiş. Bu fişlemeler doğrultusunda da uygulamaya geçilmiş ve bu kişiler hakkında işlem yapılmış, devlet memuru olanların işine son verilmiş. Arşivlerden çıkan belgelerde valilerden de her ay düzenli olarak İçişleri Bakanlığı’na fişleme raporları gittiği anlaşılıyor. Bu raporlar üzerinden birçok kişi de tutuklanmış.Fişleme raporları, Bediüzzaman’ın vefatından yıllar sonra Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen evraklar arasında yer aldı. Fişlemeler Bediüzzaman ve talebelerinin Emniyet, Jandarma ve MİT tarafından adım adım takip edildiğini gösteriyor. Daha önce Habertürk TV Haber Koordinatörü Abdullah Kılıç’ın ortaya çıkardığı belgelerde Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il fişleme raporları yer alıyor. ‘Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ndeki ‘Cumhuriyet Arşivi’nden çıkan “Nurcuların Muhtelif Vilayetlerdeki Temsilcileri” başlıklı belgede Ankara’da Sait Özdemir ve Hüsrev Altınbaşak; Erzurum’da Mehmet Kırkıncı; Isparta’da Mustafa Sungur, Kadir Çalışkan, Ziver Gündüzalp, B. Yüksek; İstanbul’da Necip Fazıl, Cahit Türkmenoğlu; Urfa’da Abdullah Yeğin, Abdulkadir Badıllı; İzmir’de Salih Özcan, Muzaffer Arslan, Mustafa Birlik; Konya’da Sabri Halıcı; Adıyaman’da Mahmut Tanrıverdi; Diyarbakır’da Mehmet Kayalar; Gümüşhane’de Milletvekili Ekrem Koçak isimlerine yer veriliyor.Darbeleri Araştırma Komisyonu’na ulaşan belgeler arasında Bediüzzaman’ın orduya sızmaya çalıştığına dair de raporlar düzenlenmiş. Buna yönelik de Bediüzzaman ve talebeleriyle görüşen bütün ordu mensupları tek tek kayda geçirilmiş. Bütün il valiliklerinden bu konuda kapsamlı çalışma yapmaları istenmiş.Ankara Valiliği’nin “31/5/960” tarihli yazısına karşılık “Dahiliye Vekaletine” verilen bir cevabi yazıda “Vilayetimiz dahilinde nurculuk faaliyetinden dolayı haklarında kanuni tatbikat yapılan askeri personel yoktur. Ancak nurcularla sıkı temasları görülen aşağıda adresleri yazılı askeri personellerin ise durumları sıkı bir surette takip edilmektedir.” denilerek; Abdulkadir Badıllı, Salih Özcan ve Ahmet Çelebi isimleri veriliyor.‘Nurculukla İlgili Tesbit Olunan Ordu Mensupları’ isimli bir başka listede ise Elazığ’da emekli Albay Hulusi Yahyagil, Konya’da emekli Dr. Binbaşı Sadullah Nutku, emekli Yzb. Mehmet Kayalar isimlerine yer veriliyor. Başka bir bilgi notunda da Doğu, Güneydoğu ve Batı Anadolu’da gezi yapan birinin verdiği bilgilere yer veriliyor ve şöyle deniyor: “Yaşları 17-18 arasında olan bu vaizlerin hurafelerle dolu konuşmalarını kısmen cahil, kısmen tarikatçı olan halk huşu içinde dinlemektedir.”Milletvekilleri de fişleme raporlarındaIsparta Valisi Mazlum Yegül tarafından ‘Dahiliye Vekaleti’ne yazılan 30/1/1959 tarihli yazıya binaen verilmiş cevabi yazıda “İsmail Hakkı Bayraktaroğlu, 30 Kasım 1958 günü şehrimize gelerek, nuroğlullarından dolayı durumu takip edilmekte olan Nuri Benli’ye ait Saray Palas otelinde bir gece kalıp, Said-i Nursi (Bediüzzaman) ve bu şahsın hizmetkarlığını yapan Mustafa Sungur, Tahir Mutlu, Kadir (Ceylan) Çalışkan, Ziver (Zübeyir) Gündüzalp ile iki defa buluşup konuştuktan sonra şehrimizden ayrıldığı tesbit edilmiştir.” ifadeleri yer alıyor. Amasya Valisi Mehmet Varinli tarafından hazırlanan 4/11/1960 tarihli raporda ilde Risale-i Nur okuyanlar tek tek adresleriyle birlikte belirtiliyor. Ankara Valiliği’nin 12/1/1960 tarihli yazıya binaen verdiği cevapta da Başvekil ile görüşmek için bir grup Said Nursi talebesinin Ankara’ya geldiği ifade ediliyor. Üç gün farklı otellerde kaldıkları belirtilen şahısların ayrıca zaman zaman bir lokantanın üzerindeki binada beşer-onar kişilik gruplarla bir araya geldikleri dile getiriliyor ve “Devlet Vekili İzzet Akçal’ı ziyaret ettikleri görülmüştür.” deniliyor. Fişleme dosyaları arasında Bediüzzaman’ın talebelerine gönderdiği mektuplar ile talebelerinin mektuplarının suretleri de bulunuyor.Bediüzzaman’a 750 dava açıldı, ‘gizli cemiyet kurmak’la suçlandıBediüzzaman Said Nursi’ye hayatı boyunca farklı gerekçelerle 750’den fazla dava açıldı. Hakkında ‘Cumhuriyet düşmanı’, ‘Dinî rejim kurmak istiyor’, ‘Dini siyasete alet etti’, ‘Kürt ırkçısıdır’, ‘Gizli cemiyet kurdu’, “Dini istismar ediyor”, “Çevresindekileri kandırıyor” gibi iftiralar atıldı. 1958 yılında Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin avukatlığını yapmaya başlayan Avukat Bekir Berk, Bediüzzaman hakkındaki 750 davanın beraatle sonuçlanmasına vesile oldu. Bunun dışında da Bediüzzaman’ın talebelerine yönelik birçok dava açılmıştı.Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen belgeler arasında ‘Nurcuların Muhtelif Vilayetlerdeki Temsilcileri’ ve ‘Nurculukla İlgili Tespit Olunan Ordu Mensupları’ isimli fişleme raporları da yer alıyor.28 Şubat’ta öğrenci evleri bile fişlenmişti28 Şubat davasını yürüten Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen ‘İstihbarat Raporları’nda, tarihe ‘postmodern darbe’ olarak geçen döneme dair il il yapılan fişlemeler yer alıyor. ‘İl Hadimleri’ isimli klasör içerisinde yer alan “Fethullah Gülen Cemaatinin Yurtiçi Yapılanması” başlıklı ‘GİZLİ’ ibareli belgede, il il farklı kişilerin isim, adres ve şahsi bilgilerine yer veriliyor. İsmi belirtilen kişilerle ilgili özel notlar düşülmüş. Listede kişilerin üye oldukları derneklerin isimlerine de yer veriliyor. Fişlemelerde “F. Gülen grubuna maddi destek sağlayanlar arasındadır.”, “İldeki cemaat üzerinde etkindir.” ve “Dershaneler sorumlusu” gibi ifadeler yer alıyor. ‘Öğrenci Evi’ isimli başka bir klasörde ise öğrenci evlerinin ‘Işık Evi’ adıyla il il fişlendiği görülüyor. Listelerde ev adreslerinin yanı sıra evlerde kalanların isimlerine de yer veriliyor.

7 ŞUBAT'TA NE OLDU BİLİYOR MUSUNUZ?

$
0
0
Tartışma programlarında, köşe yazılarında sık sık atıfta bulunulan ‘7 Şubat’ olayı nedir? Savcı, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı ifade vermeye çağırdı mı? Olay ‘MİT Müsteşarı ve Başbakan tutuklanacaktı’ya nasıl bağlandı. 7 Şubat'ta aslında ne oldu, nasıl bir kara propaganda malzemesi haline geldi?Bilindiği gibi 7 Şubat 2012 günü, İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner, eski müsteşar yardımcısı Afet Güneş ve iki MİT görevlisini ifade vermeye çağırdığı haberi yayıldı. Bir tuhaflık vardı, zira başsavcı ve başsavcı vekili olayı doğrulamadı. Sonradan anlaşıldı ki Savcı Sarıkaya, ilgili kişileri telefonla arayarak KCK soruşturması kapsamında ifadelerini almak istediğini bildirmişti. İki kişinin arasındaki telefon konuşması Hürriyet’in internet sitesine sızdırıldı. Ama nasıl ve kim tarafından, hâlâ bilinmiyor. 11 Şubat’taki yazısında Hürriyet’ten Ahmet Hakan da bunu soruyordu. İfade davetinin sızmasından soruşturmanın ve savcının zarar göreceğini kestirmek için müneccim olmaya gerek yok. Konunun ve muhatapların hassasiyetine uygun bir yol izlediği anlaşılan savcının sızdırması için sebep bulunmuyor. Öyleyse geriye iki alternatif kalıyor. Ya konuşmaları dinleyen üçüncü bir kişi var ya da muhataplar bilgiyi basına servis etti. Yargıya yönelik operasyonun fitilini ateşlediği düşünülürse, 7 Şubat’ın hedefinin MİT değil, bilakis yargının kendisi olduğu bile söylenebilir.OSLO GÖRÜŞMELERİ Mİ SORUŞTURULUYORDU?Kesinlikle hayır. Böylesine net konuşuyorum çünkü:a)Ankara’da zaten Oslo görüşmeleriyle ilgili açılmış bir soruşturma yürüyordu. CHP Bolu Milletvekili Tanju Özcan’ın yaptığı ve basınla paylaştığı şikâyet dilekçesi işlemdeydi. Yine bir müşteki ve 22 ihbarcının Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurusu vardı. Hepsi birleştirilerek tek dosya haline getirilmiş ve UYAP sistemine ‘2011/1109’ numarasıyla kaydedilmişti. Aynı konuda ikinci soruşturma açılamaz. MİT Hukuk Müşavirliği de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na bunu hatırlatarak dosyanın görevsizlik kararı ile Ankara’ya gönderilmesini talep etmişti. Alınan cevap çok açıktı: Biz Oslo’yu soruşturmuyoruz.b)Savcı Sarıkaya, Müsteşar Emre Taner ve iki MİT görevlisini daha ifadeye çağırmıştı. Onların Oslo görüşmesine katılmadığı düşünüldüğünde soruşturmanın Oslo ile alakalı olmadığı ortaya çıkıyordu.c)Kanunsuz suç ve ceza olmaz. Herhangi bir suçluyla görüşme, kanunlarımızda suç olarak tanımlanmamıştır. Örgüte üye olmak, üye olmadan da örgüt adına faaliyet yapmak, propaganda ve benzeri birçok suç vardır ama ‘görüşme’ yoktur. Bahse konu olan Ankara’daki soruşturma da usulüne uygun biçimde takipsizlikle neticelenmiştir. Bugünkü bazı yayınları anlayabilmek için bir anekdot anlatayım. CHP milletvekili Özcan ve diğer 23 kişinin şikayeti sebebiyle kamuya mal olan, gazetelerde yayımlanan ve MİT’in bile gündeme getirdiği soruşturma da ilerleyen zamanda istismar konusu yapıldı. Operasyonel medya, aylar sonra ‘gizli MİT dosyası’ diye 7 Şubat çağrışımı yapan haberler uydurdu.ASIL HEDEF BAŞBAKAN ERDOĞAN MIYDI?O günleri bir daha hatırlayalım. Fidan, bizzat savcı Sarıkaya tarafından telefonla çağrılıyor, gelmeyince Ankara’ya ifade vermesi için talimatla yetiniliyor. Halbuki diğer MİT görevlileri için yakalama kararı çıkarılmıştı. Fidan’ın henüz iki yılını bile tamamlamamış bir müsteşar olduğu düşünüldüğünde ayrıcalıklı uygulamanın haklılığı anlaşılır. Bu zaviyeden bakılınca bırakın Başbakan Erdoğan’ı, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bile birinci hedef olmadığını söylemek mümkün.Kaldı ki Başbakan, hatta bakanın nasıl yargılanacağı Anayasa ile kayıt altına alınmış. Yasama dokunulmazlığı ile yürütmenin yargılanma prosedürü bilerek karıştırılıyor. Ortaya çıkan bulanık hava komplo teorileri için uygun ortam sunuyor. Kabine üyeleri, Meclis soruşturması sürecinden geçmeden vekillikleri kalktıktan sonra bile yargılanamaz. Meclis soruşturması ise anayasa değişikliği kadar zor bariyerlerle çevrili. Daha önce ‘7 Şubat efsanesi’ başlıklı yazımda şöyle özetlemiştim süreci: “Yasama dokunulmazlığı bir zırhtır ama yürütmeninki neredeyse yargılanamazlıktır. Değil herhangi bir savcının, Yargıtay başsavcısının bile yetkisi yoktur. Yüce Divan yargılamalarında dahi başsavcı, duruşma savcısından öte bir şey değildir. Hazırlık soruşturmasını bizzat Meclis yapar. Parlamento’nun yargısal bir faaliyetidir. İddianameyi soruşturma komisyonu hazırlar, Genel Kurul kabul eder. Komisyonun hangi suç için hangi ceza maddesini talep ettiğini belirtir raporu salt çoğunluk (276) ile kabul edilirse yargılama mümkün hale gelir. Onu da herhangi bir mahkeme değil, Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi yapar. Her aşaması Meclis Genel Kurulu’nun onayına tabidir ve anayasa değişikliği ile aynı kurallar uygulanır. Gizli oy ve grup kararı yasağı vardır. Böylesine açık ve sıkı kurallara rağmen ‘Başbakan tutuklanacaktı’ demek ya art niyet veya cehalet nişanesidir.”Komplocular, senaryolarına Başbakan Erdoğan’ın sağlığı ile ilgili dramatik soslar eklemeyi de unutmuyor. Erdoğan, ameliyat masasında iken ‘7 Şubat kalkışması’nın yaşandığını ileri sürüyorlar. Başbakan Erdoğan, 26 Kasım 2011’de ameliyat oldu. Yani 7 Şubat’ta (ameliyattan 74 gün sonra) Erdoğan nekahet dönemini çoktan atlatmış ve yurtdışı seyahatler hariç tam mesaiye başlamıştı. 7 Şubat’ta parti grubunda, 8 Şubat’ta ise valiler toplantısında uzun konuşmalar yapmıştı. 11 Şubat’ta ise neredeyse ayakta tedavi denilebilecek tamamlayıcı operasyonu geçirmiş, hastaneden makam arabasıyla ayrılmıştı.OSLO GÖRÜŞMELERİ HATA MIYDI?Oslo görüşmeleri ilk sızdığı andan itibaren yoğun bir kamuoyu desteği ile karşılandı. Hatta bugün bir çözüm sürecinden bahsediyorsak o günkü cesaretlendirici tepkinin payını inkâr edemeyiz. Muhalefet liderleri içeriğine dönük eleştirilerde bulunsa da, görüşmeyi kategorik olarak yanlış bulmadı. Zaman Gazetesi de hem Başbakan Tayyip Erdoğan’ın beyanatlarını yan manşet yaparak hem de birçok yazara yazdırdığı makalelerle olumlu kamuoyu algısına katkı sundu.OSLO NEREDEN SIZDI?Murat Karayılan başta olmak üzere PKK/KCK sözcüleri her zamanki gibi ‘cemaat’in üstüne yıkmaya çalışsa da deliller başka bir şey söylüyor. Oslo görüşmelerinin ses kayıtları 13 Eylül 2011’de örgütün yayın organlarından DİHA tarafından “Görüşmelerin içyüzü Erdoğan’ı yakacak” başlığıyla yayınlandı. Daha sonra aynı paralelde yayın yapan Fırat Haber Ajansı başta olmak üzere örgüte yakın birçok site tarafından alıntılandı. Örgüt sitelerinde kamuya mal edilen haber üç saat yayında kaldıktan sonra kaldırıldı. DİHA, sitelerine dışarıdan müdahale edildiğini ileri sürerek kendini savundu. 09.37’den 12.38’e kadar süren ve diğer örgüt sitelerinin de iştirak ettiği ‘kolektif’ hataya dair savunma inandırıcı değildi. Sızmanın PKK’dan kaynaklandığı kesinleşti. Başbakan Erdoğan da, 26 Eylül 2012 tarihinde NTV’de katıldığı canlı yayında Oslo sızdırmasına ilişkin sorulara, ‘Bizim yaptığımız araştırmalardan PKK tarafından sızdırıldığı çıkıyor. Ev sahipliğini yapanlar tarafından böyle bir şeyin yapıldığını hissettiğimiz anda oralarda bir daha bu tür toplantıların yapılması mümkün değil.’ açıklamasında bulundu. Benzer bir tartışma İmralı Tutanakları sızdığında da yaşanmıştı. Yine hedef saptırma girişimleri olmuş, sonunda BDP sızmanın kendilerinden gerçekleştiğini kabul ederek iki görevliyi cezalandırmıştı.CAMİA, ÇÖZÜM SÜRECİNE KARŞI MI?Bu iddiayı ispat edecek en küçük bir delil kırıntısını kimse gösteremiyor. Ayrıca bölgede yıllardır terör tehdidi altında görev yapan yüzlerce öğretmen ve hizmet gönüllüsü varken, terörün devam etmesini istemek akla ziyan bir durum. Aksini ispatlayan onlarca örnek sıralayabiliriz. Fethullah Gülen’in süreç başlarken söylediği ‘sulh hayırdır, hayır sulhtadır’ sözü hükümetin elini rahatlatan, önünü açan önemli bir çıkıştır. Ulusalcı kesimlerin tepkisini göze alıp riske girerek yapılan açıklama, sürecin toplumsal desteği için önemli bir kazanımdı. Yayın organlarından bir örnek vereyim. Peş peşe yaşanan ve ağır kayıplar, şehitler verilen Silvan ve Çukurca saldırılarından sonra şahinler sesini yükseltirken Aksiyon dergisi ‘söz bitmesin’ kapağı ile çıkmıştı.KCK TUTUKLAMALARINI KİM YAPTIRDI?Buna cevabı bizzat Başbakan Erdoğan versin. Operasyonlar son sürat devam ederken Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda (23 Kasım 2011) şöyle konuşuyor Erdoğan: “Devlete paralel yapılanmalara karşı verilen mücadeleyi, teröre karşı verilen mücadeleyi, milletin huzuru, istikrarı, kardeşliği ve dayanışması adına verilen bir mücadeleyi, ‘geriye dönüş’ ya da ‘sivil dikta’ olarak adlandıranlar, nasıl büyük bir yanılgının içinde olduklarını görsünler. KCK operasyonlarını bir Başbakan olarak ben bugüne kadar destekledim ve destekliyorum. Zira milli birliğimiz, beraberliğimiz ve kardeşliğimiz için yapılan bu operasyonda işte birçok şeyler dökülüyor artık meydana. Nelerin nereden nereye nasıl taşındığı ortada. Adam kendisinin yapması gereken bir hukuk mücadelesini yürütmüyor. Bir örgüt elemanı olarak adeta çalışıp, bir örgüt elemanı olarak bu ülkenin birliğini, beraberliğini bozmanın hep gayreti içinde olmuştur. Ve buna, illegal bir yapılanmaya, illegaliteye kalkıp da bir hukuk devletinin müsaade etmesi düşünülebilir mi- Onun için de yargı gereğini yapmaktadır, yürütme de yargının verdiği bu talimatta gereğini yerine getirmektedir.” Başbakan Erdoğan defalarca buna benzer konuşmalar yaptı.NEDEN GÜNDEMDE TUTULUYOR?İstihbarat, doğası gereği şeffaflığın en az olduğu kurum. Haliyle manipülasyona çok açık. Son kanun değişikliği ile karanlık iyice yoğunlaştı. Psikolojik Harp (PH) kadrolarının rahat barınacağı bir ortam oluştu. Onun için PH tetikçileri en çok bu puslu alanda at oynatıyor. Hiçbirimiz dosyayı bilmiyor, tahminle konuşuyoruz. Bu da onların işini kolaylaştırıyor. Karanlıkta göz kırpmak yerine dosya açıklansa gerçekten Oslo mu var, başka şeyler mi, bilsek. Soruşturmaların engellenmesi normalde şüphelilerın aklanma hakkının ihlali. O günlerde medyada yer alan ve bazı sansasyonel dramatik ölümlü saldırılarda yakalanan KCK’lıların MİT mensubu olduğu gerekçesiyle yargıdan kaçırıldığı iddiaları hâlâ zihinlerde. Rahmetli Mehmet Ali Birand’ın dehşet içindeki anlatımları kulaklarda. Keşke yargı süreci işlese ve akıllardaki şüphe izale edilseydi. Ya doğruysa sorusu zihinleri kemirmeseydi. PH tetikçilerinin buraya yüklenmelerinin bir sebebi de bizzat Başbakan Erdoğan’ın karakteri. İlişkilerinde birinci hatta tek belirleyici olarak ‘sadakat’i tercih ediyor Başbakan. Çevresindekilerin büyük hata ve günahlarını affediyor ama sadakatsizliği asla. Erdoğan’ı ikna etmenin en kolay yolu ‘ihanet’ senaryosu yazıp inandırmak. PH tetikçilerinin yaptığı da aynen bu.Bu arada işi ‘cemaat’e yıkmaya çalışanların patinaja düştüğü soruyu tekrarlayalım: “Cemaatin bu işten çıkarı ne? Yedi ay önceki seçimlerde (Haziran 2011) yeni anayasa umuduyla cansiperane çalışırlarken neden bir anda komplocu olsunlar?”

İşte dünyanın en iyi 10 mühendislik harikası

$
0
0
Mühendisler bugüne kadar çeşitli amaçlarla birçok farklı bina, köprü, otoyol ve hatta uzay istasyonları inşa etti.Bunlardan bazıları ürettiği elektrik sayesinde bir ülkenin ekonomisine önemli katkılar sağlarken, bazıları da iki kıtayı birbirine bağlayan tünellerden oluşuyor.Projelerin bazıları ise geleceğin şehirlerinin ve binalarının nasıl olacağı hakkında ipuçları veriyor. Mühendislerin uzun yıllar sonucunda inşa ettikleri ve etmeye de devam edecekleri bu projelere hayran kalmamak elde değil.İşte dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı amaçlara hizmet eden 10 büyük mühendislik projesi:Uluslararası Uzay İstasyonu:Dünyanın yörüngesinde bulunan insan yapımı en büyük başyapıt olan istasyon temel olarak ikamet edilebilen bir bölüm, bilim modülleri, harici destekler ve güç üreten güneş panellerinden oluşuyor. Uluslararası Uzay İstasyonu, Amerikan Özgürlük İstasyonu ve Sovyet/Rusya Mir İstasyonu gibi iki eski uzay istasyonunun birleşmesinden meydana geliyor. İstasyon sürekli yeni modüller eklenerek büyümeye devam ediyor ve hatta bazen çıplak gözle bile görülebiliyor.Üç Boğaz Barajı:Çin'in Hubei eyaleti, Sandouping kasabası yakınlarında bulunan, Yangtze Nehri üzerine kurulmuş dev bir hidroelektrik barajıdır. Yılda 22 bin 500 MW (megawatt) elektrik üretimiyle şu anda dünyanın en büyük güç istasyonudur. Tesisin bir başka fonksiyonu nehirin devam eden bölümlerinde oluşabilecek selleri önlemektir. Buna rağmen, baraj önemli arkeolojik alanları sel basmasına ve 1,3 milyon insanın ikamet ettikleri yerleri değiştirmesine neden oldu.Boston Big Dig:Resmi olarak Merkezi Yol/Tünel Projesi olan bu projeyi insanlar daha çok “Büyük Kazı” olarak biliyor. Projenin temel olarak birkaç temel yol ağı ve tüneli inşa etmek ya da bunların güzergahını değiştirmek gibi farklı hedefleri var. Kazı çalışması 1991-2006 yılları arasında tamamlandı.World Islands:Dünya haritasının bir kopyasını oluşturmak için yapay adalardan oluşturulmuş takımadadır. Birleşik Arap Emirlikleri’nde Dubai kıyılarından yaklaşık 4 kilometre uzakta inşa edilmiştir. Her adanın genişliği 14 bin ile 42 bin metre kare arasındadır. Bütün takımadanın inşasında 321 milyon metreküp kum ve 386 bin ton kaya kullanılmıştır.Dubai Kanalı:2012 yılında tamamlanması beklenen, ancak finansal sorunlar nedeniyle halen daha inşası devam eden kanal 11 milyar dolara mal olacak ve kanalın çevresine inşa edilecek şehir için ise 50 milyar dolar tahsis edilecek. Planlara göre, Dubai Kanalı 150 metre genişliğinde ve 6 metre derinliğinde küçük gemiler ile yatlar için uygun olacak.Panama Kanalı:Kuzey ile Güney Amerika’yı birbirine bağlayan boğazı kesen kanaldır. Kargo gemilerinin tüm Güney Amerika’yı dolaşmasını önleyerek seyahat süresini azaltıyor. Bu kanalın inşasına ilk kez Fransa tarafından 1884 yılında başlanmıştır, fakat şiddetli salgın ve mühendislik sorunları nedeniyle inşaat durdu. Amerika Birleşik Devletleri 1904 yılında yeniden kazıya başladı ve 10 yılda projeyi tamamlamıştır.Marmaray:Avrupa ile Asya kıtalarını birbirine bağlayan tren yolu tüneli. Tünel, Türkiye Cumhuriyeti’nin 90’ıncı kuruluş yıldönümünü olan 29 Ekim 2013'te resmi olarak açıldı.New York Metrosu:Bin 126,5 kilometre uzunluğuyla dünyadaki en büyük dördüncü metro sistemi olan New York Metrosu, 6 bin 500 vagonuyla 24 saat aralıksız yolculara hizmet veren en yoğun metro hattından biridir.Havva Adası:Türkiye'nin Karadeniz kıyılarında oluşturulması planlanan yapay bir adadır. Bunun yanısıra geleceğin şehirlerinin nasıl görüneceğine dair bir konsepttir. 300 bin sakine ev sahipliği yapması beklenen ada, 6 tane kubbe şeklinde tepeden oluşacak.Geleceğin şehirleri konsepti: Tek bir mühendislik projesi olmamasına rağmen, birçok bilim adamı geleceğin şehirlerinin nasıl görüneceği hakkındaki fikirler üzerinde çalışıyor. Havva Adası da bunlardan biri; diğer fikir ise daha fazla oturma mekanı sağlamak için birçok yüksek kuleden oluşacak gökyüzü şehirleridir. Bir başka popüler fikir ise büyük bir binanın içinde bir araya getirilen kendi kendine yetebilen şehir inşa etmektir.

TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR?

$
0
0
Burhan Kuzu'nun gündeme getirdiği "2 bin kişilik istihbarat raporu", akıllara Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il yapılan fişlemeleri getirdi. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu ve 28 Şubat davasına bakan mahkemeye gönderilen belgeler de fişleme tarihçesine ışık tutuyor. 2010 referandumuyla anayasal suç haline gelen ve 'İstihbarat raporu' adı altında yapılan fişlemelerin bu belgelerdekilerle birebir aynı olması "Tarih tekerrür mü ediyor?" dedirtiyor.Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun tweet’iyle gündeme gelen ve aralarında akademisyen, işadamı, gazeteci, savcı ve polislerin bulunduğu “2 bin kişilik istihbarat raporu”nun varlığı Menderes döneminde Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il yapılan fişlemeleri hatırlattı. Her ne kadar Başbakan bu iddiaları yalanlasa da ‘Öyleyse tasfiyeler neye göre yapılıyor?’ sorusu akıllara soru işareti bırakıyor. Sabah Gazetesi Özel İstihbarat Şefi Abdurrahman Şimşek de katıldığı bir televizyon programında “Biz Türkiye’deki bütün imamları biliyoruz. Devlet de biliyor.” diyerek 2010 referandumuyla anayasal bir suç haline gelen fişlemelerin bütün iller bazında yapıldığını itiraf etti.‘İstihbarat raporu’ adı altında yapılan fişlemelerin geçmişteki örnekleriyle birebir aynı olması ‘Tarih tekerrür mü ediyor?’ sorusunu akla getiriyor. Geçmişteki raporlardan Üstad’ın talebelerinden Sait Özdemir, Abdulkadir Badıllı, Mustafa Sungur, Hulusi Yahyagil ve Zübeyir Gündüzalp gibi isimlerin adım adım takip edildiği anlaşılıyor.Bediüzzaman’ın talebelerine il il fişlemeDevlet arşivlerine göre Bediüzzaman Said Nursi., 1925’ten itibaren takibe alınmış. Gittiği bakkaldan, yanına gelen ziyaretçilere kadar birçok kişi tek tek fişlenmiş. Bu fişlemeler doğrultusunda da uygulamaya geçilmiş ve bu kişiler hakkında işlem yapılmış, devlet memuru olanların işine son verilmiş. Arşivlerden çıkan belgelerde valilerden de her ay düzenli olarak İçişleri Bakanlığı’na fişleme raporları gittiği anlaşılıyor. Bu raporlar üzerinden birçok kişi de tutuklanmış.Fişleme raporları, Bediüzzaman’ın vefatından yıllar sonra Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen evraklar arasında yer aldı. Fişlemeler Bediüzzaman ve talebelerinin Emniyet, Jandarma ve MİT tarafından adım adım takip edildiğini gösteriyor. Daha önce Habertürk TV Haber Koordinatörü Abdullah Kılıç’ın ortaya çıkardığı belgelerde Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il fişleme raporları yer alıyor. ‘Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ndeki ‘Cumhuriyet Arşivi’nden çıkan “Nurcuların Muhtelif Vilayetlerdeki Temsilcileri” başlıklı belgede Ankara’da Sait Özdemir ve Hüsrev Altınbaşak; Erzurum’da Mehmet Kırkıncı; Isparta’da Mustafa Sungur, Kadir Çalışkan, Ziver Gündüzalp, B. Yüksek; İstanbul’da Necip Fazıl, Cahit Türkmenoğlu; Urfa’da Abdullah Yeğin, Abdulkadir Badıllı; İzmir’de Salih Özcan, Muzaffer Arslan, Mustafa Birlik; Konya’da Sabri Halıcı; Adıyaman’da Mahmut Tanrıverdi; Diyarbakır’da Mehmet Kayalar; Gümüşhane’de Milletvekili Ekrem Koçak isimlerine yer veriliyor.Darbeleri Araştırma Komisyonu’na ulaşan belgeler arasında Bediüzzaman’ın orduya sızmaya çalıştığına dair de raporlar düzenlenmiş. Buna yönelik de Bediüzzaman ve talebeleriyle görüşen bütün ordu mensupları tek tek kayda geçirilmiş. Bütün il valiliklerinden bu konuda kapsamlı çalışma yapmaları istenmiş.Ankara Valiliği’nin “31/5/960” tarihli yazısına karşılık “Dahiliye Vekaletine” verilen bir cevabi yazıda “Vilayetimiz dahilinde nurculuk faaliyetinden dolayı haklarında kanuni tatbikat yapılan askeri personel yoktur. Ancak nurcularla sıkı temasları görülen aşağıda adresleri yazılı askeri personellerin ise durumları sıkı bir surette takip edilmektedir.” denilerek; Abdulkadir Badıllı, Salih Özcan ve Ahmet Çelebi isimleri veriliyor.‘Nurculukla İlgili Tesbit Olunan Ordu Mensupları’ isimli bir başka listede ise Elazığ’da emekli Albay Hulusi Yahyagil, Konya’da emekli Dr. Binbaşı Sadullah Nutku, emekli Yzb. Mehmet Kayalar isimlerine yer veriliyor. Başka bir bilgi notunda da Doğu, Güneydoğu ve Batı Anadolu’da gezi yapan birinin verdiği bilgilere yer veriliyor ve şöyle deniyor: “Yaşları 17-18 arasında olan bu vaizlerin hurafelerle dolu konuşmalarını kısmen cahil, kısmen tarikatçı olan halk huşu içinde dinlemektedir.”Milletvekilleri de fişleme raporlarındaIsparta Valisi Mazlum Yegül tarafından ‘Dahiliye Vekaleti’ne yazılan 30/1/1959 tarihli yazıya binaen verilmiş cevabi yazıda “İsmail Hakkı Bayraktaroğlu, 30 Kasım 1958 günü şehrimize gelerek, nuroğlullarından dolayı durumu takip edilmekte olan Nuri Benli’ye ait Saray Palas otelinde bir gece kalıp, Said-i Nursi (Bediüzzaman) ve bu şahsın hizmetkarlığını yapan Mustafa Sungur, Tahir Mutlu, Kadir (Ceylan) Çalışkan, Ziver (Zübeyir) Gündüzalp ile iki defa buluşup konuştuktan sonra şehrimizden ayrıldığı tesbit edilmiştir.” ifadeleri yer alıyor. Amasya Valisi Mehmet Varinli tarafından hazırlanan 4/11/1960 tarihli raporda ilde Risale-i Nur okuyanlar tek tek adresleriyle birlikte belirtiliyor. Ankara Valiliği’nin 12/1/1960 tarihli yazıya binaen verdiği cevapta da Başvekil ile görüşmek için bir grup Said Nursi talebesinin Ankara’ya geldiği ifade ediliyor. Üç gün farklı otellerde kaldıkları belirtilen şahısların ayrıca zaman zaman bir lokantanın üzerindeki binada beşer-onar kişilik gruplarla bir araya geldikleri dile getiriliyor ve “Devlet Vekili İzzet Akçal’ı ziyaret ettikleri görülmüştür.” deniliyor. Fişleme dosyaları arasında Bediüzzaman’ın talebelerine gönderdiği mektuplar ile talebelerinin mektuplarının suretleri de bulunuyor.Bediüzzaman’a 750 dava açıldı, ‘gizli cemiyet kurmak’la suçlandıBediüzzaman Said Nursi’ye hayatı boyunca farklı gerekçelerle 750’den fazla dava açıldı. Hakkında ‘Cumhuriyet düşmanı’, ‘Dinî rejim kurmak istiyor’, ‘Dini siyasete alet etti’, ‘Kürt ırkçısıdır’, ‘Gizli cemiyet kurdu’, “Dini istismar ediyor”, “Çevresindekileri kandırıyor” gibi iftiralar atıldı. 1958 yılında Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin avukatlığını yapmaya başlayan Avukat Bekir Berk, Bediüzzaman hakkındaki 750 davanın beraatle sonuçlanmasına vesile oldu. Bunun dışında da Bediüzzaman’ın talebelerine yönelik birçok dava açılmıştı.Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen belgeler arasında ‘Nurcuların Muhtelif Vilayetlerdeki Temsilcileri’ ve ‘Nurculukla İlgili Tespit Olunan Ordu Mensupları’ isimli fişleme raporları da yer alıyor.28 Şubat’ta öğrenci evleri bile fişlenmişti28 Şubat davasını yürüten Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen ‘İstihbarat Raporları’nda, tarihe ‘postmodern darbe’ olarak geçen döneme dair il il yapılan fişlemeler yer alıyor. ‘İl Hadimleri’ isimli klasör içerisinde yer alan “Fethullah Gülen Cemaatinin Yurtiçi Yapılanması” başlıklı ‘GİZLİ’ ibareli belgede, il il farklı kişilerin isim, adres ve şahsi bilgilerine yer veriliyor. İsmi belirtilen kişilerle ilgili özel notlar düşülmüş. Listede kişilerin üye oldukları derneklerin isimlerine de yer veriliyor. Fişlemelerde “F. Gülen grubuna maddi destek sağlayanlar arasındadır.”, “İldeki cemaat üzerinde etkindir.” ve “Dershaneler sorumlusu” gibi ifadeler yer alıyor. ‘Öğrenci Evi’ isimli başka bir klasörde ise öğrenci evlerinin ‘Işık Evi’ adıyla il il fişlendiği görülüyor. Listelerde ev adreslerinin yanı sıra evlerde kalanların isimlerine de yer veriliyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live