Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Görmemişin bisikleti olursa… - [BİZİM KÖY]

$
0
0
“Bisikleti nasıl bir ulaşım aracı bilirdiniz?” diye yüz kişiye sorsak herhalde en az doksanı “Ucuz ve pratik” diyecektir.Danimarkalı tasarım firmasıysa bu imajı yıkmaya yemin etmiş gibi. Zira sadece 10 tane ürettiği altın kaplama ve Swarovski taşlarla süslü bisikletin başka bir açıklaması olmasa gerek. 24 ayar altın kaplama bisikletin fiyatı tam 67 bin dolar. İngiliz bir koleksiyoner bisikletlerden birini malikanesinin duvarına asmış.Eceli gelen soyguncuİngiltere, tarihinin en büyük soyguncularından birinin ölümüne tanıklık etti şu ara. Tarihe ‘Büyük Tren Soygunu’ olarak geçen soygunun elebaşı Ronnie Biggs 84 yaşında öldü. Biggs ve çetesi 1963’te bir posta trenini soyarak, 40 milyon sterlin çalmıştı. Biggs 30 yıl hapis cezasına çarptırıldı ancak 1965’te cezaevinden kaçmayı başardı. 2001’de tedavi için geldiği İngiltere’de yine hapse atıldı. 2009’da ise sağlık sorunları nedeniyle serbest bırakılmıştı.Ben köyümü özledim‘Köyden kente göç’ sorunsalıyla ilgili bildiğiniz tüm tezleri unutun. Çünkü ABD’de tam tersi yaşanıyor bu aralar. Amerikalı aşçı Jon Lovitch’in yaklaşık 1.500 saatte hazırladığı kurabiye köyünü, her gün yaklaşık bin kişi ziyaret ediyor. 1,5 ton zencefilli kurabiye ve şekerlemeden hazırlanan ve Guinness Rekorlar Kitabı’na giren maket köyde 160 ev, 65 ağaç, 5 tren vagonu, metro istasyonu ve çok sayıda araç bulunuyor.

Toroslar'da ekmek, sedir ağacının tepesinde

$
0
0
Toroslar'da yaşayan orman köylüleri, ekmek parası kazanmak için 25-30 metre yükseklikteki sedir ağaçlarında adeta cambazlık yapıyor. Ellerindeki sırıklarla korkusuzca ağaçlara tırmanan köylüler, topladıkları sedir kozalaklarını kilosu 1 liradan Orman İşletme şefliklerine satıyor.Köylüler, kızlarının çeyizini, oğullarının asker harçlığını bu şekilde çıkarıyor. Yaklaşık 2 ay boyunca dağlarda kurdukları çadırlarda kalan köylüler, "Düşmekten korkmuyor musunuz?" sorusuna, "Korkuyoruz ama ne yapalım, ekmek parası kazanmak için mecburuz." cevabını veriyor.Mersin'e 60 kilometre uzaklıktaki bin 500 rakımlı Toros Dağları'nın eteklerindeki Arslanköy beldesinde vatandaşlar da ekmeklerini sedir ağaçlarının tepesinden çıkarıyor. Sedir ağacına cambazları aratmayacak maharette tırmanan erkeğin, elindeki sırıkla düşürdüğü kozalağı toplamak ise ya eşine ya da çocuğuna düşüyor. Günlük iki kişinin 100 kilo civarında topladığı kozalaklar, tohumu çıkarılmak üzere kilosu 1 liradan Orman İşletme müdürlüklerine satılıyor. Kozalakların içinden çıkan tohumlar ise tekrar dağlara serpilerek, sedir ağaçlarının çoğalması sağlanıyor.Toroslar ilçesine bağlı Zeybekler köyünden Arif Tıraklı da eşi, 2 oğlu ve gelinleri ile birlikte her sene bu mevsim kozalak toplamak için Arslanköy beldesindeki dağlık alana geliyor. Aile, senenin iki ayını soğuğa rağmen burada kurdukları çadırlarda geçiriyor. Çocuklarının rızkını kozalaktan çıkardığını ifade eden Arif Tıraklı, "Allah'a şükür, ekmeğimizi çıkarıyoruz." diyor. Sedir kozalaklarının önceki yıllara göre daha az olduğundan yakınan Tıraklı, bu sene şeftaliyi de don vurunca tek geçimlerinin ormandan kazandıkları 5 bin lira civarındaki para olduğunu söylüyor. Yaşlandığı için ağaca tırmanamadığını ifade eden Tıraklı, bir yandan işçilere çavuşluk yaptığını, bir yandan da oğlunun ağaçtan düşürdüğü kozalakları topladığını dile getiriyor.Tehlikeye aldırmadan 30 metre yüksekliği bulan sedir ağaçlarına tırmanan İlhan Tıraklı ise "Korkuyorum ama ne yapalım, ekmek kazanmak için mecburuz." diyor. Kızların çeyizini, erkeklerin ise harçlıklarını bu şekilde çıkardığına dikkat çeken İlhan Tıraklı, helalinden kazanmanın kendilerini mutlu ettiğini kaydediyor.Mersin Orman Bölge Müdürü Abit Baca da işçileri ziyaret ederek onlara destek oluyor. 2013 yılının ara tohum yılı ve sedir kozalağının da yetersiz olmasına rağmen Mersin'de bu yıl 430 ton sedir kozalağı toplandığını ifade ediyor. Köylülere bu kozalaklardan 430 bin lira ödeme yapıldığına dikkat çeken Baca, kozalaklardan çıkacak tohumların bin 500 metre yükseklikteki dağlara serpileceğini söylüyor.Mersin'de 8 yılda 55 bin hektarlık alandaki 18 bin 500 ton sedir kozalağından elde edilen 25 milyar adet karpelli sedir tohumun toprakla buluşturulduğunu vurgulayan Baca, Türkiye genelinde ise toprakla buluşan sedir tohumu adedinin 80 milyar 200 bin adet olduğunu kaydediyor.

Son dakikada 54 TL’ye uçabilirsiniz! - [KUŞ BAKIŞI]

$
0
0
Havayolu şirketleriyle, iç hat uçuşlarındaki bilet fiyatlarının mart sonuna kadar 299 TL’yi geçmeyeceği konusunda anlaşmaya varılmıştı. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile şirketler arasındaki uzlaşmaya göre son dakikada bilet almak zorunda kalsanız da daha fazla ücret ödemeyeceksiniz.Kış döneminde uçakla seyahate talebin az olması nedeniyle düzenlenen kampanyalarla da çok ucuza seyahat edebilirsiniz. Havayolu şirketleri, çok az sayıda yolcunun bildiği bir uygulama ile son dakikada vergiler hariç 54 TL’ye de uçuruyor. Nasıl mı? Biraz riskli de olsa denemeye değer bir yöntemle tabii ki.Yolcuların, iç hat uçuşları için en az 1, dış hat seyahatler için de 2 saat önceden havalimanına gitmeleri gerekiyor. Eğer yurtiçi uçuşlarınızda havalimanına çok daha önce gitmek zorunda kalırsanız, kontuarlara müracaat edin. Yer bulunan uçakla seyahat etmek istediğinizi söyleyerek uçuş saatinizi öne aldırın. Yer varsa ücret farkı ödemeden, daha önceden uçma fırsatı yakalarsınız. Yani, vergiler hariç 54 TL’ye aldığınız bir bilet için havalimanında işlem yaptırıp önceki uçuşa yer ayırttığınızda ekstra hiçbir ücret ödemek zorunda kalmazsınız. Ancak, uçak saatini değiştirmek için havayolu şirketlerinin çağrı merkezlerini aradığınızda ücret farkı ödüyorsunuz. Hatta, biletiniz promosyonlu ise yeni bir bilet almaktan başka çareniz kalmıyor. Bu yüzden, riski göze alarak havalimanına gitmekte fayda var. Havayolu şirket yetkilileri, sabah ve akşam gibi yoğun uçuş saatleri dışında, özellikle de hafta içi ve cumartesi günleri uçaklarda yer bulmanın mümkün olduğunu söylüyor. Yemek için alerjiniz varsa...Havayolu şirketlerinin yine az bilinen uygulamalarından biri de önceden verilen yemek siparişi. Özellikle, bazı yiyeceklere karşı alerjiniz varsa uçuştan en az 24 saat önce raporla yapacağınız müracaatla menü siparişinde bulunabiliyorsunuz. Hatta, kuruyemiş gibi bazı yiyeceklere karşı alerjiniz olduğunu bildirmeniz halinde, uçağa kuruyemiş de yüklenmiyor. Kredi kartıyla özel salonBankalar, havayolu şirketleri ile işbirliğine giderek müşterileri için havalimanlarında lüks yolcu dinlenme salonları açmaya başladı. Bu yüzden seyahate çıkarken yanınızda mutlaka kredi kartı bulundurun. Eminiz, yiyecek-içecek, duş, masaj, ütü, mescit, çocuk alanları, internet gibi birçok hizmeti ücretsiz sunan salonlar uçuş öncesi büyük bir keyif yaşatacaktır.PEGASUS’TAN YILBAŞINA EK SEFERPegasus Hava Yolları, yılbaşı tatili nedeniyle yaşanacak yoğunluğu dikkate alarak 18 Aralık-13 Ocak arasında 222 ek sefer gerçekleştirecek. Ek seferler, yurtdışında Ercan, Kopenhag, Berlin, Düsseldorf, Münih, Stuttgart, Amsterdam, Bologna, Priştine, Barselona, Stockholm, Köln, Basel, Zürih, Londra, Viyana ve Dubai’ye düzenleniyor. Şirket, 30 ülkedeki 76 noktaya sefer düzenliyor.PİLOT OLMAK DAHA DA ZORLAŞTISivil Havacılık Genel Müdürlüğü, işe girişlerde uygulanan testleri geçemeyen pilot adaylarının mağduriyetini önlemek amacıyla yeni uygulama başlattı. Buna göre uçuş okulları, ‘pilotluk yeteneklerinin ölçüldüğü testleri’, öğrenci kabulünden önce gerçekleştirecek. Testi geçemeyen kursa kabul edilmeyecek. Pilotluk eğitimi alacak öğrenciler İngilizce, matematik, fizik, zekâ, görsel ve işitsel hafıza, algılama, kişilik testi, uzay oryantasyonu, psikomotor, stres altında karar verme, fiziksel uyum konularını kapsayacak testle belirlenecek. Bu kurallar yükseköğretim kurumlarında akademik eğitim dışında pilotaj eğitimi alacak öğrenci pilotlar için de 1 Mart 2014’ten itibaren geçerli olacak.DENİZ UÇAĞI KOCAELİ’NE UÇACAK! Seabird Havayolları, Kocaeli-Haliç (İstanbul) arasında deniz uçakları ile gerçekleştireceği uçuşlar için son hazırlıklarını tamamladı. 2 Ocak’ta başlayacak tarifeli seferlerin biletleri satışa sunuldu. Yoğun trafikte karayolu ile yaklaşık 2,5 saat süren yolculuk, deniz uçağı ile sadece 22 dakikada gerçekleşecek.

İstanbul’un derin çukurları

$
0
0
İstanbul’a uçaktan ya da uydu görüntülerinden bakanlar, şehrin dillere destan güzelliğini bozan derin yaralar gibi açılmış çukurlar görür.Bu çukurlar ne yazık ki uzun senelerdir vahşi madenciliğin yapıldığı taşocağı bölgeleri. Alibeyköy Cebeci, Kartal Esentepe, Sancaktepe Ömerli bunlardan bazıları. Taş ocaklarında arzın merkezine doğru yapılan talan, aslında gökyüzüne doğru uzanan çok katlı binaların yükselmesi için gerçekleşiyor. Gökdelenler şehrin orantılı görünüşünü bozup, hava kirliliği ve sert rüzgârlara sebep olurken taşocakları da şehrin dibini oyuyor adeta. Metropoldeki hareketli inşaat sektöründe, her sene ocaklardan çıkarılan ve ‘agrega’ denilen 150 milyon ton civarında mıcır kullanılıyor. Nerede yol, bina ve bir bayındırlık eseri görüyorsanız ekseriyeti agrega içeriyor. Diğer bir deyişle bu mıcır dünyada sudan sonra en fazla kullanılan ikinci malzeme. Bu vazgeçilmez malzeme çıkarılırken tabiat böylesine tahrip edilmeli mi? Uzmanlara göre bunun cevabı; “Hayır”. Madencilik usûlüne uygun yapılırsa hem bu malzeme çıkarılıyor hem de sahanın rehabilitasyonu mümkün oluyor. Son senelerde şirketler yavaş yavaş tabiatla barışık madenciliğe doğru geçiş yapsa da hâlâ eksikler çok fazla.

En çok güldüğüm adamı özlüyorum

$
0
0
Üç gün öncesi… Savaş Dinçel’in ölüm yıldönümü... Oğlu Barış Dinçel’le beraberiz. Kabuk tutan yarasıyla oynarken eski günleri anlatıyor.Cihangir Mebusan yokuşunda küçük bir atölye... Birinci kat. Pencereler şerit perdelerle örtülü, kahverenginin hâkimiyetini ilan ettiği odanın bir duvarı alet takımlarıyla dolu, bir duvarında küçük tablolar, rengârenk kuklalar... Tezgâhın üstünde ise onlarca dekor maketi... Barış Dinçel’le bir masanın etrafına kurulmuş sohbet ediyoruz. Takvimler 19 Aralık’ı gösteriyor, babasının ölüm yıldönümünü… Özel bir günde buluşunca konuşulan ilk konu ölüm yıldönümlerinde neler yaptığı oluyor. Kabuk tutan yarasıyla oynayarak konuşuyor: “İki-üç yıl önce Kenter Tiyatrosu’nda özel bir gece düzenlemiştik. Uçurtmanın Kuyruğu oyunu oynanmıştı. Şimdilerde tören düzenlemesek de yakın dostlarıyla oturup yemek yiyor, onu anıyoruz.”Babasıyla olan paylaşımlarına, aile yaşantılarına geçiyoruz. Kendi kişisel tarihi babasının biyografisinin bir kesiti gibi. “Anne ile babam ben üç yaşındayken ayrıldı.” diyor: “Annemle büyüdüm. Babamla arada birlikte oluyorduk. İzlediğim oyunları hâlâ hatırımda. Şan Tiyatrosu’na gidişimi, birtakım müzikalleri hatırlıyorum. O dönemki keyfin bugün olmaması beni çok üzüyor. Bugünkü tiyatrolarda bir lezzet eksikliği var.” Dinçel’in meslek tercihinde bu yaşanmışlıkların büyük etkisi olduğunu söylemek mümkün. O oyuncu değil ama yıllardır tiyatro dünyasının içinde. Türkiye’nin en iyi dekor tasarımcılarından biri… Ödenekli veya özel tiyatrolarda yaptığı dekorlarla hemen her yıl ödüllendiriliyor. Sahne önü yerine arkasında bulunmasının özel gerekçeleri var: “Oyunculuk, sahne üstünde kendinden farklı birtakım kişilikleri canlandırmaktır. Bunun biraz şizofrenik bir şey olduğunu düşünüyorum. Oyuncu olsaydım, işimde mükemmeliyetçilik aradığım için kesinlikle akıl sağlığım yerinde olmayabilirdi. Kendimi çok kaptırabilirdim. Bir iş yapıldığı zaman tamamıyla dört dörtlük yapılması taraftarıyım. Bu nedenle sahne üstünde benimle oynayan insanları kıskanmam fazlasıyla muhtemeldi. Belki oyunculuktan kaçma nedenim bu. Çünkü o eşleşmeler, birinin diğerinden daha iyi olması, başka bir oyunda başka birinin daha iyi olabileceği gerçeği, farz-ı muhtemel şeyler. Belki bunlardan ürktüm. Bir de bende daha fazla ön plana çıkan şey, bir şey yaratma isteği. Küçükken oynadığım oyunlarda, tiyatroya kaymağa başladığımda o işin ambiyansı, geçtiği yer beni daha fazla çekti. Onun için işin mutfağını seçtim.” İkinci Bahar’da, İstanbul Şahidimdir’de oynadı, keyif için.Okullu olmak fasa fisoMeraklıları bilir, Savaş Dinçel, iyi bir oyuncu olduğu kadar iyi bir çizerdi. Alaylı bir çizer… Barış Dinçel, Mimar Sinan’da dekor üzerine eğitim aldı. Kendisinden 7 yaş küçük bir kardeşi var. O da dekor kostüm üzerine çalışıyor, üniversitede eğitim veriyor. Kardeşlerin akademi seçmesinde babalarının etkisi olabilir mi diye insan düşünmüyor değil. İşin perde arkası farklı: “Lise biter bitmez kararımı vermiştim. Dekor kostüm yapmak istiyordum. İkinci imtihana girmeden Mimar Sinan’ı kazandım. Babamın akademi mezunlarından çok daha iyi deseni vardı, kafaca daha ilerideydi. Yine de akademi mezunu olmaması içinde bir ukdeydi. Babamın tiyatrocu ol diye bir yönlendirmesi olmadı ama bu tercihler onu çok sevindirmişti. Bence okullu olma gerçeği fasa fiso. Ne alaylı oyuncular biliyorum, çok yetenekli. Sahnenin insanın okulu olduğuna inanıyorum.” Dinçel’in hayatta kendisine usta kabul ettiği kişi, babası. Bunun için öldüğü gün sadece babasını kaybetmediğinden bahsediyor: “En büyük ustamı, en çok güldüğüm adamı, sahneye çıkanların en yeteneklisini, tiyatroya en iyi bakan kişiyi kaybettim.” Onun için yarası daha derin, acısı daha büyük... Söz, dostluklarına geliyor. Anne baba ayrıyken anneyle büyüyen bir çocuk nasıl diyalog kurar babasıyla. “Anne baba ne kadar dost olsalar da çocuk bir tarafı seçiyor. Bir bölünme oluyor. Yetişme çağında annemle daha çok vakit geçirdim, ergen olmaya başladıktan sonra arkadaş olmaya başladım. Tiyatroda abi, genç tiyatrocu kavramı vardır. Ona Savaş abi nasılsın diyenler gibi aynı mantıkla hayatımı idame ettirdim. Baba oğul ilişkisi dışında sıkı bir arkadaşlık, ince bir usta çırak ilişkisi oluştu.” cümleleriyle özetliyor diyaloglarını.Babam, isminden mutlu değildiSohbetin en başında sorulması gereken soruyu en sonda soruyorum. Neden babanızın adı Savaş, sizinki Barış? Gülümsüyor: “O, II. Dünya Savaşı döneminde doğan bir savaş çocuğu. O yüzden adı Savaş. Kendi isminden pek mutlu değildi, o yüzden oğluna tam tersine koydu. Onun olmak istediği isim benimkidir. Benim olmak istediğim o. Oğlum olduğunda ismini Savaş vereyim diye düşündüm ama onun gölgesinde kalır diye vazgeçtim. Gençliğimde bunu yaşadım. Vay Savaş’ın oğlu geldi diyorlardı. Şimdi o günleri mumla arıyorum.”

Biz Japonları severiz, onlar da bizi

$
0
0
Türk-Japon dostluğu Cumhuriyet’ten çok öncelere gidiyor. Bugün köprü, tünel ve fabrika olarak geri dönen dostluğun temellerini II. Abdülhamit atmış. Abdülhamit, Büyük Okyanus kıyılarında yükselen Japon gücünü de kendine cezbetmeyi bilmiş.Asya kıtasının biri başında biri sonunda iki ülke, Türkiye ile Japonya... İki devletin muhabbet bağı hiçbir vakit zedelenmedi. Her iki milletin de birbirini ne kadar sevdiği ve hüsnü zan beslediği avamdan havasa kadar malum. Öyle ki bu uzaktan uzağa seyreden ilişkiler derinden ve bir o kadar ağır yürüse de meyvesini her daim verdi. Türkiye’nin dört bir yanında mamur köprüler, okullar, fabrikalar, tüneller bunun birer delili. Aslına bakılırsa Türk ve Japon ilişkileri daha eskilere, XIX. asrın son çeyreğine kadar uzanıyor. Sultan II. Abdülhamit döneminde iki ülkeyi birbirine yakınlaştıracak birçok tarihi olay bulunmakla beraber, Japon Kültürü’nün kendine has payı da yadsınamaz. XIX. yüzyılda Avrupa ile karşılıklı alışverişi artan Japon İmparatorluğu hızlı bir modernleşme içine girince, Avrupalı ülkeler de Japon kültürü ile tanışma fırsatı bulmuştu. Bu yakınlaşma bilhassa Japon toplumu üzerinde müspet yansımalarla sonuçlandı. Bu hengamede, dünyadaki diplomatik dengeleri gayet iyi gözeten Sultan II. Abdülhamit, Japonlarla münasebeti artırma gayesiyle Japon İmparatoru’nu İstanbul’a davet etti. Buna mukabil, Japonya’ya gönderilen Ertuğrul Fırkateyni ve sonu olacak meşum kaza, bugüne kadar uzanan sağlam ilişkilerin temelini oluşturdu. Japon kültürü, yaşam tarzı ve sanat ürünlerinin Avrupa’daki müze ve koleksiyonlarda baş tacı edilmeye başlandığı devirde, Japon tüccarların İstanbul’a da gelmesi ve Nakamura Shôten adlı bir mağaza açması, başta saray ve sanata ilgi duyan elit kesimi etkilemişti. O devirdeki akımla Dolmabahçe Sarayı, Japonkâri sanatının en seçkin örnekleriyle süslenir olmuştu. Japonya’dan getirtilen ağaçlar, ince işçilik ürünü vazolar, porselenler, kristal merdivenler, bambu mobilya takımları sarayın muhtelif odalarını tezyin ederken, Japon efsanelerini konu alan kitaplar ve tablolar da saray koleksiyonunu gittikçe zenginleştirdi. TBMM Milli Saraylar Yayınları’ndan çıkan Osmanlı Sarayı’nda Japon Rüzgarı kitabı, bu dostluğun sanata yansıyan veçhesini ele alıyor. Kitapta, münasebetlerin yeşerdiği XIX. yüzyıl sonundan Osmanlı son dönemine kadar Japon kültür ve sanatının saraydaki etkisi anlatılıyor.Köprüleri Abdülhamit Han kuruyorİki toplumun modernleşme sürecinin tarihi bakımından ortak bir zamana denk düşmesi, şüphesiz bu yakınlaşmanın sebeplerinden biri, belki de en önemlisi. Fakat biri batıda diğeri ise en doğuda yer alan iki milletin birbirleri hakkındaki malumatı o devirde neredeyse sadece bir yoktan ibaret. Katip Çelebi’nin meşhur Cihannüma’sındaki Caponya başlığı altında geçen “Japonlar soğuk suda yıkanmayı sever ve yüksek ahlâkî değerlere sahiptir” tasvirlerinden başka Japonların da, Türklere Toruko diye hitap ettikleri ve ‘üç kıtanın yırtıcı askerî gücü’ tanımları, iki devletin birbirleri hakkındaki bilebildikleriydi. Hatta Japonların ekser malumatı daha önce ilişki kurdukları Portekizli ve Hollandalı tüccarlar aracılığıyla edinilmişti. Osmanlı Devleti ve Meiji Rejimi’nin yakınlaşması XVIII. yüzyılın sonlarına doğru başlıyor. Sultan II. Abdülhamit, yoğun diplomasiye olan alâkası ve şahsi ilişkileri sayesinde Büyük Okyanus kıyılarında yükselen Japon gücünü kendine cezbetmeyi bilmişti. Bilhassa Japon hükümdarlarına gönderdiği kıymetli hediyeler alttan alta sağlamlaşan gayri resmi bir diplomasi hareketini doğruluyor. 1873 yılında İslâm dünyasını dolaşan Japon Heyeti’ni kabul eden Sultan, kendilerinden Japon porselenleri ve vazoları hakkında bir rapor hazırlatır, bizzat görüştüğü heyeti padişah nişanıyla şereflendirilir. Bu sayede başlayan süreç ileride Japon Prensi Komatsu’nun 1887 yılında eşiyle beraber İstanbul’u ziyareti ve Ertuğrul Fırkateyni’nin 1889 yılındaki iade-i ziyaretiyle zirve yapacaktı. Padişahın marangoz takımıŞehzadelik zamanlarından beri Japonya’ya olan ilgisi çevresince bilinen padişah, Avrupa sanatını saran Japon rüzgarını muhtelif mecmualar aracılığıyla da takip ediyordu. Kendisi de iyi bir marangoz olan sultanın ince ahşap oymalarına düşkünlüğü, aslında babası Abdülmecit’ten kalan marangoz eşyalarıyla başlamış. Kızı Ayşe Osmanoğlu, anılarında üzerinde dedesi Abdülmecit Han’ın tuğrasının bulunduğu aletleri kullanarak daha şehzadeliğinde kaldığı yerlerdeki koltuk, sehpa, sanduka, kafes, dolap, masa ve birçok eşyayı tasarımını da kendisine ait olmak üzere imâl ettiğini bildiriyor. Sürgün edildiği Selanik’te dahî kalemlerinin getirilmesini istemiş ve burada da sanatını icra etmeye devam etmiş. Sedef kakmalı ve oymalı ince işçilik ürünü ahşap malzemeler bugün bile muhtelif saray ve kasırlarda sergileniyor. Padişah’a ait olan marangoz kalemlerinin bir kısmı ise bugün Topkapı Sarayı Silahtar Hazinesi’nde bulunmakla beraber bir kısmı da Yıldız Sarayı’nın tasfiyesi sırasında dönemin Maarif Bakanlığı’na verilmiş. Bunların içinde bir takım ise Japon hükümdarın hediye ettiği, üzeri krizantem çiçeği kakmalı takım ise diğerlerinden ayrılıyor. Takımdaki Japon işi kalemleri İmparator’un sultana yolladığı en özel hediye olarak biliniyor. Sultan Abdülhamit ise o güne kadar kabul etmediği hediye âdetini Japon muadili için bozarak, kendisine gelen nişanları kabul etmişti.Sarayın tercihi Japon işiO dönemlerde Avrupa’da başlayan Japon sanatları ve Japonizm akımı Avrupa sanat çevrelerini derinden etkilemiş, bunun etkileri Osmanlı Sarayı’nda da görülmeye başlanmıştı. Özellikle Sergi-i Umumi’de açılan Japon stantları, porselen vazo ve tabakları, Japonya’da yetişen ağaçlardan yapılma ahşap işleri ile sarayda görülmeye başlamıştı. Osmanlı’daki saray erbabının Japon sanatlarına olan ilgisi de artan ilişkilerle de doğru orantılı ilerlemiş. 1868 yılında başlayan İmparator Meiji dönemi ile birlikte dünyaya açılan Japon zerafet ve stil anlayışı, Saray’ın dekorasyon işlerine yansımış. Uzun ömür, şans, finilik gibi mefhumları temsil eden erik, kiraz, çam, şakayık gibi motiflerin yanı sıra muhtelif renklerdeki tabak, büyük vazo, altın, gümüş, bakır kaplı mine işi vazolar da sarayın tezyinatından görülüyor. 1908’de Yıldız Çini Fabrika-i Hümayunu’nda üretilen bazı çinilerde Japonizm akımını yansıtan balık figürleri bulunması o dönem Japon etkisinin ne dereceye vardığının bir ispatı. Sarayı teşrif edenlere ve ziyarette bulunan misafirlere sunulan vazoların yine Beyoğlu’nda bulunan Japon mağazasından satın alınmış olması da Japon işlerinin o yıllarda diplomatik hediye olarak bilhassa tercih edildiğine işaret ediyor.

Mizah, kötü eğitim sistemimizin bana kazandırdığı tek şey

$
0
0
Çarşaf, Gırgır, Öküz, Hayvan, Penguen gibi dergilerde yazan, çizen Metin Üstündağ, son 1 yıldır OT ile mizah severlerin karşısında. OT’u tıpkı Facebook ve Twitter gibi hazla ve hızla okunsun diye çıkardığını söylüyor. Mizahın kaynaklarından biri olan siyasete de dokunmadan edemiyor.Karanlık odayı aydınlatan loş sarı bir ışık. Kendinizi bile bulamayacağınız kadar dağınık bir çalışma odası. Hediye edilmiş mavi bir ayakkabı teki, ödül almış ilginç bir sanat eseri, Metin Üstündağ’ın odasında ilk dikkat çeken nesneler. Girer girmez araba kornası gibi çalıyor eski Nokia telefonu. “Adam o kadar yazıyor çiziyor. Acaba akıllı bir telefonu neden yok?” diye düşünüp soruyoruz. “Sevmiyorum ben öyle her yeni çıkan şeyi alıp hemen tüketmeyi. VHS kasetlerim duruyor hâlâ. Hem akıllı alacağım da n’olcak, daha iyisi çıkacak, sonra daha da iyisi.” Bu cevabın üstüne kısaca ‘Met Üst’ü, neler yaptığını öğrenmek için soruyoruz.Met Üst kimdir?Metin Üstündağ.O kadarını biliyoruz. Tanımayanlar için soruyoruz.Ortaokul sıralarını karalayarak mizah yapmaya başlamış biri. Aslında kötü eğitim sisteminin bana kazandırdığı tek şey mizah. Eğitim sistemimiz stand-up’çı ve mizahçı yetiştirmeye çok elverişli. O yıllarda kavgaya gürültüye pek hevesliydim. Bir gün kavgada, karşımdaki arkadaş kafama gazoz şişesini indirdi. Kafam yaralandı sonra aşağı mahalleye kaçtılar. Sonra bir araştırdık. İsmi Metin, babası berber Ali. Yani bizim Metin Kaçan. Abisi karikatür çiziyormuş. Öylece Metin’i tanıdım. Sonra, Kasımpaşa Lisesi’nde benden önce ‘Duvar’ı Hasan Kaçan çıkarıyormuş. Tabii o lisedeyken, ben ortaokuldaydım. Ondan sonra öğretmen dergiyi bana verdi, ben çıkardım. Sonra Hasan Gırgır’a gitti, beni de çağırdı. Ama ben Çarşaf’a gittim. Sonra Gırgır’a geldim, Kısaca Kaçan ailesinin hayatımda büyük etkisi var.Aileniz mizah ilginize nasıl baktı?Okulda şaka yaptığımda kızıyorlardı, uzaklaştırma cezası alıyordum. Ama Oğuz abi çizimlerime para veriyordu. Biri yaptığım şeyi cezalandırırken, diğeri ödüllendiriyordu. Hatta ilk aldığım parayla kendime köfte, tişört ve kitap aldım. Klasik bir ‘Yenicem seni İstanbul’ tipi oldum. Ertesi gün okula gittiğimde acayip büyümüştüm. Eve para götürdüğümde ‘Tamam’ dediler.Gırgır, Öküz, Hayvan, Penguen derken, 1 yıl önce OT da mizah severlerin hayatına girdi. OT edebiyatla muhalefet yapan bir dergi mi?Şubat 2013’te çıktık. 10 sayı oldu. Edebiyat, şiir ve felsefeye mizahı yem yapıyoruz aslında. Açıkçası OT’u yaparken Twitter ve Facebook’tan esinlendim. Bunun dergi hâli nasıl olur diye düşündüm. ‘Hazla ve hızla okunan dergi’ diye bir şey düşündüm. Biz muhalefet yapmıyoruz aslında. Herkes kızdığı, sinirlendiği memleket meselelerine kafa yorduğu zaman çıkan ürün de muhalif oluyor.Dergide tanıdığımız isimler kadar adını ilk kez duyduğumuz isimler de var.Dergiye bakılırsa sırf edebiyatçı yok. Müzisyen, aktör, amatör ve internet fenomenleri var. Hiç yazma fırsatı olmayanlara, sokak edebiyatçılarına fırsat tanıyoruz. İsteyen yazabiliyor OT’ta.Mizahın çıktığı an duygu hali var mı?Öfke ve empati. İkisi has mizahı çıkarır.Günlük hayatta karşılaştığınız şeyler sizi, yaptığınız işi nasıl etkiliyor?Zamanında Yahya Kemal’in, Aristo’nun daha önce yazıp çizdiğinin bir şiir olduğunu şimdi görmek etkiliyor beni. Mesela mahkemelerde ‘Adalet mülkün temelidir.’ yazıyor, altında Atatürk imzası var. O aslında Hz. Ömer’e aitmiş.Siz niçin mizah yapıyorsunuz?Ben mizah yapmıyorum, sesim öyle çıkıyor. Mizah yapayım diye zorlamıyorum kendimi. Yaptıklarımın vardığı yer mizah oluyor. Biz bu işle yalnızlık ilaçları üretiyoruz aslında. İnsanlara iyi geliyorsa, hayır dualarını alıyorsak yeter.Oğuz Aral ve Aziz Nesin sizin mizah anlayışınızın mihenk taşları gibi…Aziz Nesin ve Oğuz Aral’ın ürünlerinden çok hayattaki duruş biçimleri beni etkiledi. İkisini de Tanpınar’ın dediği gibi “İnsan olmak sorumluluk almaktır” cümlesindeki sorumluluk alan insanlar olarak görüyorum. Mesela filozof olarak da Cemil Meriç ve Çetin Altan’ı görüyorum. Değişik çizgideki değişik dünyalardaki iki ismi, fikirlerini mezcediyorum ve kendimce yeni bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Mesela Cemil Meriç’in çok sıkı şair bir dili var, beni çok etkiliyor.Mizah tarihinde, mizahın halkı etkilediği ya da toplumsal olarak bir algıyı değiştirdiği oldu mu?Bu bize karikatürün ilk gelmesiyle Tanzimat ve Meşrutiyet’le başladı. Mizah kalıpsız ve özgür düşünebilmeyi öğretir. Baskı dönemlerinde yükselir, o dönemi de rahat atlatmayı sağlar. Mesela 12 Eylül’e dair bir sergi hazırladım. Ocak 1980’den 12 Eylül 1980’e kadar olan Gırgır’ın her sayısını taradım. Her sayıda ‘Çocuklar dikkat edin, birbirinizi dövmeyin, öldürmeyin. Darbe geliyor’ karikatürleri var kapaklarda. Bağıra bağıra gelmiş darbe. Sanırım karikatürcüler, mizahçılar önceden olacakları seziyor. Ama bu dönemde sezinleyemiyorum. Türkiye şu dönem en acayip, en gerçek üstü yıllarını yaşıyor.“Gezi’de çıkan mizah öfkenin göstergesi.” diyenler kadar, “Gezi’deki mizah değil, küfürdü.” diyenler de var. Siz ne düşünüyorsunuz?Eskiden düşüncesi ne olursa olsun eyleme gidenlerin hangi duvara ne yazacakları belliydi. Hazırlıklılardı. Ama Gezi’de bu çocukların üstüne su, biber gazı sıkılırken, gözleri yandı kaçtılar, ıslandılar yine de duvarlara bir şeyler yazdılar. Ne yazacaklarını bilmedikleri halde. Birisi çıkıyor “Mustafa Kemal’in askerleriyiz.” yazıyor, hemen ona muhalif “Mustafa Keser’in askerleriyiz.” yazılıyor. Bu çok acayip bir şey. Küçümseyerek, faiz lobisi diyerek açıklanacak bir şey değil. Gezi’deki öfke anında çıkan mizahtı.Eskiden siyaset ahlakı vardıSiyaset, Türkiye’de mizahın beslendiği alanlardan biri. Ama siz Türkiye’de siyasi mizah bitti diyorsunuz. Neden?Birbirine karşı fikirler ve muhalefet yok. Hacivat ile Karagöz olmalı. İki Karagöz varken, her şey aynıyken, mizah da çıkmaz. Eskiden siyasetçilerin hepsi ayrı bir karakterdi. Demirel, Özal, Türkeş, Ecevit, Erbakan. Hepsinin özel lügatı vardı. O zıt karakterler birbirini besliyordu. Şimdi tek tip var. O yüzden mizaha siyasetten malzeme çıkmıyor. Eskiden siyaset ahlâkı diye bir şey vardı, lafın ağırlığı vardı. Birinin suratına tükürdüğünde yere bakar, utanırdı, şimdi ‘Ya Rabbi şükür’ diyorlar. Mesela Japonya’da falan bir bakan milletvekili yolsuzluk yapsa, bırakın istifa etmeyi, o utançla yaşamamak için intihar ediyor. O yüzden şimdi yapsak da mizahın bir anlamı kalmıyor. Eskiden, bugün olduğu gibi dava falan çok olmazdı. Özal, Demirel temsili 1 liralık davalar açardı. İlk defa bu hükümet bizi tamamen bitirmek için 50 milyarlık dava açtı. Eskiden 1 Nisan’da mizahçılar bir araya gelirdi. Demirel, Özal gibi siyasiler de gelirdi. Hatta Aziz Nesin falan çıkıp laf atsın, espri yapsın diye beklerdi, gülerlerdi. Ama şimdi siyaset yapanlar kesinlikle mizahtan anlamıyor. Yazılana çizilene mizah olarak bakamıyor. Hoşgörülü bir siyaset geleneğinden, sert bir siyasete geçildi. Esnemeyen şey kırılır.Yıllardır, niçin ‘sağ mizah yapamıyor’ deniyor?Mesele ‘Kral çıplak’ diyebilmek. Sağ bunu yapamıyor.‘Kral Çıplak’ deyince iş bitiyor mu?Hayır. Üslup önemli. Gırgır’dan beri devam eden, Oğuz Abi’nin öğrettiği “İnsanların özrüyle, özeliyle ve kutsalıyla dalga geçme” anayasası vardır. Ben bu kurala dikkat ederim.Geçmişte ‘Kral Çıplak’ diyebilen sağ mizahçılar, dergiler oldu mu?Çok olmadı ama büyük şairlerin mesela Necip Fazıl’ın mizaha yakın çok iyi taşlamaları var. Cahit Zarifoğlu’nun da.Bu işi yaparken en çok neyden çekiniyorsunuz?Yazıp çizdiklerimden başıma bir şey gelirse diye korktuğum oluyor. Ama iktidar ya da siyasi unsurlardan dolayı değil. Örgütlü meczuplardan korkuyorum. Birinin kendine vazife edinip, Hrant’a yaptıkları gibi, yapmalarından korkuyorum.

Zenginlerin parası da çocukları da bu şehirde

$
0
0
Avrupa’nın ikinci büyük gölü Leman’ın burnu havada kıyı kenti Cenevre için barışın, refahın ve dünyanın başkenti desek yanlış olmaz. Burada elinizi sallasanız bir diplomata veya zengine çarpar.Meraklı bir turist olarak arşınladığınız sokaklarından muhtemelen birkaç gün önce gizli bir zengin bankadaki altınlarını saymak için hızla geçmiştir. Siz, asırlık binalardan oluşan kent merkezinde küçük ve egzotik bir kafenin önündeki demir sandalyeye ilişirken, rehberiniz kulağınıza bir iki hafta önce Bill Clinton burada şu masada oturup kahve içmiş diyebilir.Zirveleri karla kaplı Alpleri izlerken aynı kişi, zenginin malı züğürt turistin çenesini yorar misali, “Rus milyarder Abramovich kayak için gelmiş eşi dostuyla. İsviçre’nin en pahalı şaraplarını açıp ineklere içirmiş.” deyiverebilir. Cenevre dünya liderlerinin, devlet yetkililerinin ve zenginlerin sık sık gittiği bir şehir. Bankaları, çikolatası, peyniri, kayağı ve antlaşmaları meşhur Cenevre’de kısa bir tur atacağız.Cenevre, İsviçre’nin ikinci büyük kenti. 26 kanton yani eyaletten oluşan bu küçük ülkenin, Cenevre kantonunun aynı adlı başkenti burası. İsviçre’deki bu kantonların her biri vakti zamanında birbiri ile savaş halindeki derebeylikleriymiş. Büyük bir anlaşma imzalayıp savaşmaktan vazgeçmiş, birleşmişler. Yüzyıllarca hiçbir savaşa (I. ve II. Dünya savaşları da dahil) katılmamışlar. Tarafsız kalmışlar. Bu tarafsızlığı da iyi kullanmışlar. Şimdi dünya ülkeleri tüm anlaşmazlıklarında tarafsız ülke olduğu için burada görüşmeler yapıyor.Ülkede 4 resmî dil var. Fransızca, Almanca, İtalyanca ve yerel dilleri Roman. Cenevre, Fransızcanın yoğun olarak kullanıldığı bölgede kalıyor. Protestanlığın Kalvenizm kolunun önemli katedrallerinden biri Saint Pierre de şehirde. Bu kolun kurucusu filozof Calvin, bir süre burada konaklamış. Sadece o mu, gelmiş geçmiş tüm devlet liderleri, şöhretli isimler bu şehirde konaklamış. Birçoğunun Leman Gölü kenarındaki parklarda heykeli var. Bugünün şöhretli zenginlerinin de görkemli evleri...Bir tek bankalar caddesinde kamera yokCenevre dünyanın en pahalı şehirlerinden. Uluslararası sermaye için sığınak durumunda olan şehir, kirli para aklama merkezi olarak da nam salmış. Bankaları, müşteri bilgilerini gizlemeleriyle meşhur. Hatta ülkenin her yerinde bulunan kamera sistemi Cenevre kent merkezindeki bankalar caddesinde yok. Müşteri gizliliği hassasiyeti için. Burada bankalar eksi faiz uyguluyor. Yani para bankada kaldıkça azalıyor. İsviçre bankaları, İkinci Dünya Savaşı sırasında gönderilen Nazi altınları ile zengin oluyor. Bu sebeple Yahudiler açtıkları davalar sonucunda 1995 yılında yüklü miktarda tazminat aldı. Şimdi ise şeffaflaşma hareketi ve ekonomik kriz sistemi biraz sarsmış. Tabii bir de devrilen her diktatörün (Saddam’ın, Mübarek’in), mafya babasının ve işadamının (Uzan) parasının İsviçre’de çıkması yani karapara tartışmaları da etkili oluyor. Şehir, yılın her zamanı çok yoğun. Öyle ki Arap Birliği ve AB Suriye özel temsilciliğinin Suriye ile ilgili yapacağı görüşmeler geçen sene ocak ayında Davos ve Saat fuarıyla çakıştığı, yani şehirde yer olmadığı için yapılamamıştı. Birleşmiş Milletler bu şehirde kuruldu. Şimdi merkezi Amerika’da. Cenevre ikinci merkez olarak geçiyor. Dünya Sağlık Örgütü, Uluslararası Çalışma Örgütü, Kızılhaç/ay ve dünyanın en pahalı bilimsel deneyini yapan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) bu şehirde bulunuyor. Suriye ile ilgili görüşmeler, İran’ın nükleer çalışmalarıyla ilgili toplantılar, Afrika ülkeleriyle ilgili antlaşmalar hep bu şehirde yapılıyor. Hatırlarsanız Türkiye’nin iç meseleleri de Kürt sorunu, Kuzey Irak, petrol anlaşmalar da hep burada görüşüldü. Büyük holdingler de görüşmelerini, toplantılarını burada yapıyor. Uluslararası konferanslara da ev sahipliği yapan şehirde yapılan organizasyonların sayısı yılda üç bini buluyor. Bu sebeple şehrin yarısından fazlası hizmet sektöründe çalışıyor.Cenevre’de hafta sonları sokakta spor yapanlardan ve acemi turistlerden başkasını göremezsiniz. Hele de kışsa herkes kayağa gidiyor. Gidemeyenler de sokaklarda çoluk çocuk koşuyor. Ya da bisiklete biniyor. Ülkede herkes gayet atletik. Yerel halkta şişman birini görmek neredeyse imkânsız. Cenevre’de, tipik bir Avrupa kenti olarak akşam yediden sonra sokaklarda kimseler kalmıyor. Mağazalar, dükkânlar kapanıyor. Sadece restoranlar, kafeler açık. En kalabalık restoranı bile İstanbul’dakilerin ortalama kalabalığı kadar oluyor. İsviçre’nin çikolatalarının ve peynirlerinin meşhur olma sebebi ülkede hayvancılığın çok olması. Kaliteli süt üretiyorlar. Dolayısıyla peynir ve çikolata da. Et yemekleri de çok meşhur. Ama ilginç olan Suudi kralının bile devasa malikânesinin olduğu, dünya liderlerini dolayısıyla Müslüman devlet görevlilerini de ağırlayan şehirde bu kadar lüks içinde helal yemek bulmanın zorluğu. Lüks restoranlarda vejetaryene talim etmek zorunda kalabiliyorsunuz. Ya da ona bile güvenemediğiniz için aç kalabilirsiniz.Bu kırık sandalye niye burada?Cenevre’nin sembolü, Leman Gölü kenarındaki fıskiye. Türkiye’de de birçok belediye başkanına ilham veren bu fıskiyenin özelliği saatte 200 km hızla ulaşan suyunun yaklaşık 140 metre yükseğe çıkması. Şehrin diğer simgesi ise çiçek saat. Leman Gölü çevresi yemyeşil. Görkemli ağaçlar ve çiçeklerle dolu. İngiliz ve Fransız bahçeleri var ki bunların özelliği o ülkenin bahçecilik kültürüne göre olması. Çiçek saati de İngiliz bahçesi içerisinde. Cenevre’ye giden turistler için önünde fotoğraf çektirilecek mekânlardan biri de bir bacağı kırık 15 metrelik sandalye. Birleşmiş Milletler binası önündeki sandalye bir ayağını mayında kaybetmiş insanı simgeliyor. Bu anıt dünyada barış için yani sandalyenin ayakta kalması için tüm bacaklarının sağlam ve var olması gerekir mesajı da veriyor. Fotoğraflık diğer manzara yine BM binası önünde bulunan bayraklı yol. Aslında BM’nin bulunduğu Nations Meydanı özellikle uluslararası toplantıların olduğu zamanlar eylemcilerin uğrak yeri oluyor. Dünya eylemde görsün... Eğer cam ve porselene meraklıysanız Ariana Müzesi’ne gidebilirsiniz. Müze binası, içindeki cam ve porselenler kadar ilgi çekici. Saatin tarihçesini öğrenmek için gideceğiniz mekan ise Patek Philippe Müzesi. Cenevre’nin müzeler ve sanat galerileri bölgesinde bulunan müzeden sonra güncel sanatı da inceleyebilirsiniz. Cenevre’de çok sayıda yatılı okul var. Dünya zenginlerinin, devlet liderlerinin çocukları ladylik okulları olarak nam salan bu okullarda okuyor.

Alman kabinesinde bir ‘göçmen kızı’

$
0
0
SPD’li Sarrazin’in ‘Bunlardan sadece manav olur’ diyerek işaret ettiği Türk toplumunun bir üyesi, Almanya’da bakanlık koltuğuna oturdu. Aydan Özoğuz’un babasının meyve ticareti yapmasına ‘kaderin garip bir cilvesi’ mi desek, ‘hoş bir rastlantı’ mı bilemedik.Aydan Özoğuz Almanya’da Göç, Mülteciler ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı oldu. Görevi açıklandıktan sonra Alman basınına verdiği bir röportajda çocukluğuna dair anıları sorulduğunda; yabancılara ve dolayısıyla kendisine de sık yöneltilen bir soruyu hatırlıyor, “Nerelisiniz, ne zaman geri döneceksiniz.” İlk soruya bir cevabı var. Hamburg’da doğmuş olmasına rağmen soru ile ne kastedildiğini anlayıp, anne babasının doğduğu Türkiye’yi işaret edebiliyor. “Ne zaman geri döneceksiniz?” sorusu ise kafasını karıştırmış. “Ben bir yerden gelmedim ki. Niye, nereye döneyim?” diye düşündüğünü anlatıyor çocuk aklıyla.Özoğuz, sorunun absürtlüğünü kanıtlarcasına elbette ki ‘ima edilen yere’ dönmedi. Dönmemekle kalmadı, Türkler arasında bu zamana kadar siyasette ulaşılabilecek en yüksek seviyeye çıkarak federal düzeyde ilk Türk bakan oldu. 46 yaşındaki başarılı siyasetçi, Almanya’da bakanlık koltuğuna oturan ilk göçmen değil fakat ilk Türk asıllı kişi. Kilis’ten önce İstanbul, daha sonra da Almanya’ya göç eden bir ailenin en küçük üyesi. Baba Mustafa Orhan Özoğuz, Türkiye’ye dönüş yapana kadar kuru meyve ithalatı yapmış bir ticaret adamı. Onun Almanya’ya gidiş hikayesi de ilginç. Birçoğunun aksine 1961 yılında Türkiye-Almanya İşçi Göçü Anlaşması’ndan bir yıl öncesine dayanıyor gidişleri. İstanbul’da Saint Joseph lisesinde okurken tramvaydan düşüp bel kemiğini kırınca okumayı bırakıp babasının yanında muhasebe ve ticaret öğrenmiş. Sonra bir gün ‘ihracat yaptığı ülke’ye yerleşirken bulmuş kendisini. Gerisi, ‘bir gün kesin dönüşe’ dair hayallerin eşlik ettiği malum hikaye.Aydan Özoğuz’un ailesinde kendisi dışındaki tek sıradışı öyküsü olan kişi, babası değil. Gökhan ve Hakan kardeşler, nam-ı diğer Athena grubu da kuzenleri oluyor Özoğuz’un. İki abisinin İslami yayınlar yaptıkları gerekçesiyle ‘Anayasayı Koruma Teşkilatı’ tarafından izlenen bir internet sitesi sahibi oldukları da Almanya’da herkesçe bilinen bir durum. Basında yapılan yorumlarda Aydan Özoğuz’un bu konuda abilerine oldukça mesafeli bir çizgide durmayı tercih ettiği belirtiliyor.22 YAŞINA KADAR TÜRK PASAPORTU İLE YAŞADI1967 doğumlu Özoğuz, birçok göçmen kökenli gibi omuzlarında Alman akranlarına göre daha fazla yük taşıdığı bir çocukluk geçirmiş. Bir değil iki anadili düzgün bir şekilde öğrenmek, evde karşılaştığından bambaşka bir kültüre ve çevreye adapte olmak ve yazının girişinde belirttiğimiz türde sorulara cevap vermek; bu zorluklardan yalnızca bir kısmı. Okul gezileri kapsamında yurtdışına çıkması gerektiğinde Alman arkadaşlarının aksine vize işleriyle uğraşmak zorunda kalması da bir başka sıkıntı tabii. Nitekim Özoğuz’un Alman vatandaşlığına geçişi 1989 yılını buluyor. Koalisyon pazarlıkları sırasında çifte vatandaşlığın önündeki en büyük engel olan opsiyon modelinin kaldırılması konusunda partisinin ve kendisinin bu kadar bastırmasının sebebi de belki bu. Solingen ve Mölln facialarının hayatında önemli izler bıraktığı kesin. Verdiği röportajlarda konu sık sık oraya geliyor ve o üzücü olayların ardından Türk toplumunda oluşan travmayı şu sözlerle anlatıyor: “Kundaklama facialarından sonra Türkler olarak çocuklarımıza yangın anında neler yapmaları ve binayı nasıl terk etmeleri gerektiği konusunda bilgi veriyorduk.”Siyasi kariyerinde, doğup büyüdüğü Hamburg’un etkisi bariz bir şekilde hissediliyor. Üniversitede İngilizce, İspanyolca ve İnsan Kaynakları Yönetimi olmak üzere üç bölüm okumuş. Türkçeyi ve Almancayı oldukça akıcı kullanıyor. Kimliği konusundaki algısı ise şu şekilde: “Kendimi Alman gibi hissediyorum ama Türk kökenimden gurur duyuyorum.” Yorumlarda sık sık Hamburg ve Bremen şehirlerini içine alan Hanse bölgesinin insanlarına özgü ‘gerçekçi’ ve ‘soğukkanlı’ yapısına vurgu yapılıyor. Kendisi gibi bir siyasetçi olan eşi SPD Hamburg Senatörü Michael Neu-mann’dan 8 yaşında bir kız çocuğu sahibi.SARRAZİN’LE BOZULAN İMAJ ONA EMANETÖzoğuz’un siyasi hayatı, Hamburg’daki Körber Vakfı’nda uzun süre çalıştıktan sonra Hamburg eyaleti Başbakanı Olaf Scholz’ün kendisini eyalet meclisine girmeye ikna etmesiyle başlamış. 2001-2008 yılları arasında eyalet meclisinde görev yapan Özoğuz, 2009’dan beri de Federal Meclis’te milletvekilliği yapıyor. SPD Yönetim Kurulu Üyesi Thillo Sarrazin’in Türkler hakkında ırkçı ifadelerde bulunmasının ardından bozulan parti imajını düzeltmek üzere parti genel başkan yardımcılığına getirildiği de yapılan yorumlar arasında. 2011 yılında, dönemin İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich’in İslam Konferansı’nı ‘güvenlik zirvesi’ne dönüştürmeye çalıştığını gerekçe göstererek zirveyi boykot etmesi de siyasi kariyerinin önemli dönemeçlerinden biri. Friedrich’in konferansta İslamcı radikallere karşı güvenliği sağlamak amacıyla bir ‘pakt’ imzalanmasını talep etmesini eleştiren Özoğuz, söz konusu zirveye sadece İçişleri Bakanı değil din ve uyum işlerinden daha fazla anlayan bakanların da başkanlık etmesini istemiş.Aydan Özoğuz, partidaşı Sarrazin’in ‘Bunlardan sadece manav olur.’ dediği Türk toplumunun ‘meyve ihracatı yapan bir üyesi’nin kızı olarak dünyaya geldiği Almanya’da bakanlık koltuğuna oturdu. Göçmenler ve uyumdan sorumlu bakanlığa bir Türk’ün getirilmesi sadece sembolik değil stratejik açıdan da büyük önem taşıyor. Diğer bakanlıklardan biraz daha farklı olarak ‘doğrudan’ başbakanlığa bağlı görev yapacak Özoğuz’un selefi Maria Böhmer gibi ‘yukarıdan’ söylenenleri ‘aşağıya’ ileten biri mi yoksa içlerinden biri olarak ‘aşağıdaki’ sorunları ‘yukarıya’ taşıyabilecek biri mi olacağını zaman gösterecek.

Hem Alevi’yim hem imam, namaz da kılıyorum cem de yapıyorum

$
0
0
Cami, cemevi ve aşevinin bir arada olduğu Fatsa Hz. Ali Camii’nin Alevi imam hatibi Ali Rıza Güvenkaya. Alevi ve imam olması duyanları şaşırtsa da o halinden hayli memnun. Sekiz yıldır görev yaptığı cami-cemevi-aşevinin bir arada olduğu projelerin tüm Anadolu’ya yayılması gerektiğini düşünüyor.Cami imamları Sünni olur algısını değiştiren bir isim Ali Rıza Güvenkaya. Alevi imam olur mu demeyin zira oluyor. Güvenkaya hem Alevi hem imam. Beş vakit namaz kılıyor, aynı zamanda cemini de yapıyor. Muharrem oruçları gibi Ramazan orucunu da tutuyor. Türkiye’nin ilk cami-cemevi-aşevinin bir arada olduğu Fatsa Hz. Ali Camii’nin de sekiz yıldır imam hatipliğini yapıyor. Aynı zamanda memleketi Fatsa yarı yarıya Alevi ve Sünni topluluktan oluşuyor. “2005’ten bu yana iki kesimin de nasıl birlikte olduğunu ve bunun güzelliğini gördüm.” diyen Güvenkaya, insanların birbirini yakından tanıma ve anlama fırsatı olduğunu söylüyor. Günde beş vakit ezan okunuyor, namaz kılınıyor Hz. Ali Camii’nde. Her gün olmasa da cemevinde de belli zaman ve saatlerde cem yapılıyor. Herkes ibadetini yaptıktan sonra da alt kattaki aşevinde aynı sofrada yemek yeniliyor. Her iki kesimden insanlar yeri geliyor aynı safta duruyor, cuma namazları kılıyor. Sünni olup da cem törenlerine katılmak isteyenler de oluyor elbette. Fatsa’ya geldiğinden beri belki ömründe hiç camiye girmemiş Alevi kadınların mukabeleye gelmeye, teravih namazı kılmaya, Kur’an öğrenmeye başladığını anlatıyor. Bazen cem törenlerinde Kur’an okuduğunu, kendisi gibi Alevi arkadaşlarının bundan duyduğu mutluluğu paylaşıyor. Yarın, öbür gün ayrılacak olsa, çok üzüleceğini de söylemeden edemiyor. Zira kurdukları, gençlerle bir araya gelip, kitabi Alevilik üzerine konuştukları Fatsa Fatmatüzzehra Alevi Bektaşi Derneği çatısı altında yapmak istediği projeleri var.Cami, cemevi, aşevi projesi tüm Anadolu’ya yayılmalıAli Rıza Güvenkaya, sayısı az da olsa kendisi gibi Alevi olup, imam olan ya da din kültürü öğretmenliği yapan arkadaşları olduğunu anlatıyor. Tepki alanlar olsa da, söylenene göre herkes halinden memnun. Cami-cemevi bir arada olunca ilk akla gelen ‘bu bir asimilasyon yöntemi’ tezi oluyor: “Bugüne kadar ne camiye gelip cemevini merak edip giden birinin Alevileştiğini, ne de vakit namazını ya da cuma namazını Sünnilerle kılan bir Alevi’nin Sünnileştiğini gördüm. İnsanlara empoze edilen asimilasyon korkusunu asılsız buluyorum. Bu projelerin asimile etme gibi bir maksadı olduğunu düşünmüyorum. Aksine Anadolu’ya yayılması faydalı olacak. Ayrıca ben Alevi geleneklerini de yerine getirmeye çalışıyorum. Her ikisini yapınca asimile olmuyorum. Daha çok ibadet yaptığım, ruh dünyamda bir zenginleşme olduğunu hissettiğim için seviniyorum. Mesela cemevine gidip zikirlere katılıyorum. Kur’an-ı Kerim’de ‘Allah’ı bolca anın, zikredin’ ayeti var. Cemlerdeki zikirlerle bunu da yerine getirmiş oluyorum.” Güvenkaya’nın bu cümleleri, yayılan korku tezinin çürümesine iyi bir cevap oluyor. Malumunuz geçtiğimiz aylarda Ankara Tuzluçayır’da cami-cemevi projesinin temel atma töreni epey olaylı geçmiş, sanki Türkiye’de ilk kez uygulanıyormuş ve bir arada olması mümkün değilmiş gibi bir atmosfer oluşturulmuştu. Fatsa’da sekiz yılını doldurmak üzere olan cami, cemevi ve aşevi bu projenin halihazırda emin adımlarla yoluna devam eden, iyi bir örnek olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra eleştirilerin de tamamen siyasi olduğunu söylemek mümkün.Çoğu genç Alevi, Aleviliğin ne olduğunu bilmiyorSon yıllarda toplumsal çatışmalar ve eylemlerde Alevi gençlerin daha çok olduğu, örgütlerin bu gençleri daha çok kullandığına dair farklı iddialar yer alıyor. Kimine göre bunun sebebi Alevilerin daha mağdur, ezilen ve hakları verilmeyen topluluk olmasından kaynaklanıyor. Güvenkaya da bu söylemlerden ve Alevilerin, özellikle Alevi gençlerin örgütler tarafından kullanılmasından hayli rahatsız. Onu endişelendiren bir diğer nokta ise, genç Alevi nesillerin manevi yönden boş olması: “Cemlere katıldığımda genç kuşak göremiyorum. 15, 20, 25’li yaşlarında genç görmek hayli zor. Bu gençler okul ortamlarında, her kesimden arkadaşlarıyla oturup kalkıyor. Belki bu kimlikleri tartışıyorlar da... Gençler, dedenin anlattıklarından tatmin olmadığı için de o ortamlarda Alevi kimliklerine dair bilgi veremiyor.” Güvenkaya bu ifadelerinin ardından bir başka tespitini daha paylaşıyor. Ona göre, dedeler genelde, babadan oğula aktarmayla dede oldukları için, bazı ilmi noktalardan habersiz olabiliyor. Bazıları aldığı sözlü düsturların dışına çıkıp, araştırıp okuduğunda benzerlikleri, önemli noktaları görebiliyor. Ama yine de yeni öğrendiğiyle değil, hâlâ babasından öğrendiğiyle yola devam ediyor. Bir mahalle baskısına maruz kalmaktan korktuklarını düşünüyorum. Mesela bir meseleye, Kur’an ayetleriyle açıklama getirildiğinde inanıyor ama iş fiiliyata gelince uygulamaya koymuyor. Bence dedeler, Aleviliği önce Alevi gençlere kitabî yani kaynaklara dayanarak açıklamalı. Çoğu bilginin kulaktan dolma, rivayetler ve menkıbelerle anlatıldığını düşünüyor. Bu durumda gençlerin hikâyeye değil de, gerçek bilgi ve ilme ihtiyacı olduğunu vurguluyor ve soruyor: “Cem’in düsturları 4 kapı 40 makam Alevi gençlere sorulsun kaç tanesi biliyor?” Cevabını da geciktirmeden veriyor: “Genelde bilinmiyor çünkü dedeler bu temel noktalara girmiyor. Çoğu genç Alevi, Aleviliğin ne olduğunu bilmiyor.” Alevilerin ‘Ateist, solcu, Ali’siz’ diye gruplandırılması siyasî bir fitneHer an diken üstünde olan bir ülkede, toplumu çatışmaya itecek o kadar çok etken var ki... Ne yazık ki Alevi ya da Sünni olmak, çatışma fitilinin yakılması, yeni bir Maraş, Sivas, Çorum Olayları’nın çıkmasına sebep olmak için yeterli gibi gösteriliyor. Güvenkaya da, bugün bir çatışma çıkarılacaksa Alevi-Sünniler arasında bunu yapmanın çok kolay olduğu kanaatinde. “Senin camine Aleviler saldırdı. Ya da Sünniler, cemevine bomba koydu diye bir provokasyon yapılsa, her an çatışma olabilir” yorumu bile insanın kanını dondurmaya yetiyor. Güvenkaya’ya göre bir insan bugün böylesi bir provokasyona inanacak durumdaysa, inanç ve bilgi eksikliği olduğuna işaret eder. Çünkü özellikle gençlerin aklını, kalbini dayadığı bir inanç ve bilgi kaynağı olmayınca provokasyonlara gelmesi daha kolay oluyor. Ali Rıza Güvenkaya, konuşma esnasında Alevi Dernekleri Federasyonu Başkanı Doğan Bermek’in bir yorumunu da hatırlıyor: “Fikir ve kimlik olarak boş olan birine, bir diğeri gelip ‘Sen solcusun’ diyor. O da ‘Evet ben solcu Aleviyim’ diye niteliyor kendini. Bir diğeri gelip ‘Sen Ateist Alevisin’ deyince, ‘Ben Ateist Alevi’yim’ diye kendine kimlik oluşturuyor. Alevi’lerin, ‘Ateist, solcu, Ali’siz’ diye gruplandırılması siyasi bir fitne.” Güvenkaya daha sonra bütün bunları cemlerdeki eksiklik ve dedelerin yeterli bilgi vermemesine bağlıyor. ‘Alevi gençler niye örgütlerin elinde?’ diye sorulmasının sebebi ortada, açık ve net, cevabını veriyor.Çözümdeki en büyük engel, devletin çok konuşup sonuca varamamasıAli Rıza Güvenkaya, hükümetin başlattığı, nihai raporun yazıldığı ama henüz net bir icraatin gösterilemediği ‘Alevi açılımı’ndan söz ediyor. Her Alevi gibi Güvenkaya da hâlâ birtakım hakların iade edilmemiş olmasına üzülüyor. Cemevlerinin hak olduğu ve bir an evvel ibadethane statüsü verilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Ona göre, Alevilerin talepleri çok büyük ya da imkânsız değil. Aleviliğin çözüme ulaşılamamış olması da siyasi. Çözümdeki en büyük engel ise devletin çok konuşup bir sonuca varamaması.. Alevileri yeni tanıyan devletin bu sorunun çözümü için samimi adımlar atması gerektiğini söyleyen Güvenkaya, kendine göre çözüm olabilecek birkaç önemli hususu sıralıyor:- Yeni yetişen Alevi gençlere Ehlibeyt sevgisi ve 12 imam olgusu iyi anlatılmalı. Efendimiz’in ve bu imamların hayatı iyi okunmalı.- Diyanet’e büyük görevler düşüyor. Mesela camilerde cuma hutbelerinde Efendimiz anlatılırken Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir’in rivayetlerinin yanı sıra, bu hutbelerde dokuz yaşından sonra Peygamber’in yanında yetişen, Efendimiz’e gelen birçok vahye şahit olan Hz. Ali’den de rivayetler verilebilir. Ehlibeyt, Peygamber’in kendi nesli, bu mutlaka camilerde işlenmeli.- Alevi-Sünni kardeşler önyargılardan uzak durup birbirini tanımaya çalışmalı, kalbini ve kapılarını açmalı. - İlahiyat fakültelerine Aleviliği anlatan dersler konulabilir.- İlahiyat fakülteleri bugüne kadar tek tip insan yetiştirdi. Her iki kesime hakim ilahiyatçı yetiştirilebilir.

Atatürk ‘demokratım’ diyordu ama kanunları dikte ediyordu

$
0
0
Prof. Dr. Ahmet Demirel, son çalışması ‘Birinci Meclis’te Mustafa Kemal’in Muhalifleri’ adlı eserinde, tarihî gerçekleri gözler önüne seriyor. Dönemin muhalefetinin kaygısının Atatürk’ün tek adamlığı olduğunu söyleyen Demirel, Atatürk’ün “Yapmak istediğim ne varsa yapabilecek durumdayım. İstemediğim de yapılmaz ama demokrat bir insanım. Zaten ben halkın yararına olan şeyleri istiyorum.” dediğini aktarıyor.16 Nisan 1923’te son oturumunu yapmış olan Birinci Meclis’te muhalefet nasıldı?Bir kere Atatürk üzerinde çok yetki toplanmıştı. Zaten başkumandanlık kanunu ile ağzından çıkan her şey emirdi. Hem meclisin hem hükümetin başkanı idi. Onun dışında kendi partisini kurmuş Anadolu Müdafaa-i Hukuk diye, onun lideri. İstediği kişiyi bakan atayabiliyor. Bütün her şey kendi kontrolü altındaydı. Buradaki muhalefet de tek adamlığa gidileceği konusunda oldukça endişeliydi. Türkiye’nin II. Meşrutiyet sonrası Enver-Talat-Cemal Paşa triosunun bir benzerinin yeniden kurulacağını düşünüyorlardı.Yetkilerin şahısta değil de Meclis’te toplanması taraftarlığı var yani.Evet… Birinci Meclis daha demokrattı. Bir kere iç tüzük kısıtlaması yok, isteyen istediği kadar konuşuyordu.Bütün konuşmalar zapta geçmiş mi?Tabii… 20 bin sayfa civarında toplamı ve ben hepsini okudum. Metinlerde nasıl bir Meclis çıktı karşınıza?Şimdi şöyle bize anlatılan nedir? Atatürk, devrimci, ilerici, demokrat hamlelerle Türkiye’yi modernleştirme çabasında bir figür. Bunun karşısına dikilen de saltanatçı, hilafetçi, dinci, gerici, buraya aklınıza gelen bütün olumsuz sıfatları ekleyebilirsiniz, tiplerdi. 1917’de devrim olmuş Sovyetlerde, I. Meclis’te kalpaklarıyla Bolşevikler var. Ama Türk usulü bir sosyalizmi savunuyorlar. Bu Meclis’in temsil ve yerellik oranı çok yüksekti. Fikir yelpazesi çok genişti.Muhaliflerin taktıkları konu neydi?Tek dertleri Meclis’in ön planda olduğu bir işleyiş… Peki, gerçekten muhaliflerin korktuğu gibi Mustafa Kemal’de ‘diktatörlük’ hali var mıydı? Sonraki gelişmeler onaylıyor bunu. Tek Parti dönemi icraatları bu yönde… Kendisi Serbest Fırka kurulurken, “Arkama bakıyorum, tamamen bir diktatör manzarası görüyorum ama ben tarihe böyle geçmek istemiyorum.” diyor. Şevket Süreyya’nın kitabının adı, ‘Tek Adam’. Kimsenin de itirazı yok zaten. Ebedî Şef çünkü… Partinin genel başkanı, bütün milletvekillerini kendi belirliyor. Dolayısıyla bizim tarihimizde tek adamlık dönemi vardır.Ama Kıta Avrupa’sında sadece Almanya ve İtalya ile sınırlı olmayan yükselen bir faşizm var. Atatürk’te de gerçekten bir dikte eden taraf var mıydı?Hem partinin hem devletin lideri olduğu için bütün siyaset onun kontrolü altındaydı. Kanunları istediği gibi şekillendirebiliyordu. Şunu görüyoruz, Atatürk diyor ki: “Yapmak istediğim ne varsa yapabilecek durumdayım. İstemediğim de yapılmaz ama ben demokrat bir insanım. Zaten ben halkın yararına olan şeyleri istiyorum.”İttihatçı gelenekten gelme bir jakoben bakış var hâlâ…Tabii… Mustafa Kemal’de ‘her şeyi ben yaparım’ havası var. Mesela İttihat Terakki döneminde basın İttihat Terakki’nin dediğini yazamazdı. Ama Atatürk döneminde basın, partinin yazılmasını istediğinin dışında bir şey yazamazdı. Atatürk ne derse onu yazan köşe yazarları vardı o dönem.Birinci Meclis’teki muhalefeti temsil eden, ikinci grupta asker kökenliler de az değil mi?Yedi kurucunun beşi hukukçu, iki de asker kökenli milletvekili. Bunların fikrî yapısının beslendiği damar, hukuk... Yani bunlar, 1908-1912 arasında Darülfünun’da hukuk okuyan adamlar. II. Meşrutiyet’in özgürlükçü havasında yetişen nesil.O zaman neden bu adamlar saltanat yanlısı damgası yiyor?Partinin, ‘20. Yılında CHP’ diye bastığı bir kitapçık var. Orada muhalifleri ‘liberal’ olmakla eleştiriyorlar. Çok partili sistemin ülkeyi kaosa sürükleyeceği falan yazıyor. Hâlbuki Halk Fırkası’nın bütün ülkeyi kapsadığını iddia ediyorlar. Zaten birini saf dışı etmek istiyorsanız ona ‘gerici’ demeniz yeterli. Atatürk, 1923’te İzmit’e gidiyor ve İstanbul basınını çağırıyor. Orada ona “Paşam Ankara’da muhalefet varmış, İkinci Grup kimdir bunlar?” diye. O da diyor ki: “Bu ayrılan adamlarla bizim aramızda prensip farkı bile yoktur. Bu, tamamen kişisel durum. Asıl mesele bağımsız milletvekillerinden çıkıyor.” Mustafa Kemal’in söylediği bu söz sanki İkinci Grup için söylenmiş gibi anlaşıldı yıllarca. O yüzden gerici de oldular dinci de… Hâlbuki alakası yok…İkinci Grup’u örgütleyen kişi olarak bilinen Hüseyin Avni Ulaş nasıl bir figür?Meclis üstünlüğünü savunan bir hürriyetperver… Hâkimiyet-i Millîye’yi benimsemiş, halkın temsilcileri ne diyorsa kanunları onlar çıkartmalı, diyen biri. Temel hak ve özgürlüklere çok düşkün... Mesela fikir özgürlüğü konusunda çok konuşması var.O dönemde, Bediüzzaman Said Nursî’nin neye muhalefeti var?Said-i Nursî, Meclis’te yok bir kere. Sadece II. Grup’un kurulduğu zaman Ankara’ya geliyor. Fırtınanın koptuğu dönem yani… Meclis kapandıktan sonra da Ankara’dan ayrılıyor. O arada neler yaptı bilmiyorum. Açıkçası onun Ankara’daki bu dönemini pek bilmiyorum. Bu, araştırılmaya muhtaç bir konu.Peki, bugüne baktığımızda muhalefeti olan bir Meclis söz konusu mu?Bizim siyasetimizde lider sultası var, genel başkan ne derse o oluyor. Tek Parti dönemindeyken bütün milletvekillerini Atatürk seçiyordu. Bugün de Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli vs. seçiyor. Ve grup disiplini denen şey çok katı. Milletvekilleri inanmasa bile partinin dışında oy kullanamıyorlar. İlk Meclis’te böyle bir yapı yoktu.Şimdiki Meclis, I. Meclis’in daha gerisinde mi?Tabii… Ben seneler sonra İkinci Grup’un tüzüğünü buldum ve yayınladım. En dikkat çekici yönü, grup içinde hiyerarşik bir yapılanma olmaması, grup başkanı ve genel sekreter dâhil beş kişilik yönetim kurulunun görev süresinin üç ayla sınırlandırılmış olmasıdır. Düşünebiliyor musunuz? Grup başkanı genel sekreter dâhil yönetim kurulu süresi üç ayda bir değişiyor. İkinci Grup, şahıslar üzerinden değil, fikirler üzerinden örgütlenmiş bir yapı. Oysa biz, Erdoğan dönemi, Özal dönemi, Menderes, İnönü dönemi diyoruz. Türkeş’in partisi diyoruz mesela. İsimlerle anıyoruz. İkinci Grup için böyle bir durum söz konusu değil. Kişilere dayanan değil, fikirlere dayanan bir hareket.Günümüzde milletvekilliği futbol taraftarlığı gibi...Aynen öyle… (Gülüyor)

Sosyal ağlarda olmak ya da olmamak...

$
0
0
Sosyal medya hesabı her firma için şart mı? Bu mecralarda var olmak ile var olduğunu sanmak arasındaki fark ne? Hiç olmayan bir hesap iyi yönetilemeyen hesaptan evlâ mı?Twitter’ın bile demode olmaya başladığı bir zamanda Facebook hesabı açtığını müjdeleyenler, ürün tanıtımı yapmak için takipçilerini adeta dijital broşüre boğanlar ya da açtığı sosyal medya hesaplarıyla binlerce takipçi topladıktan sonra Cem Yılmaz misali sessizliğe bürünenler… “İlle de sosyal mecralarda olmalıyım.” diye düşünen firmaların sayısı gittikçe artıyor. Peki, sosyal medya her firma için doğru adres mi? Buralarda alınan tık’lara güvenilmeli mi? Takipçi profiliniz gerçekten hedef kitlenizi mi yansıtıyor?Önce stratejinizi belirleyinSosyal ağlar üzerinden (potansiyel) müşterileriyle iletişimlerini sürdürmek isteyen her kurumun öncelikle sosyal ağlardan ne beklediğini belirlemesi gerekiyor, eNroll Web Çözümleri Yönetici Ortağı Akgün Yardımcı’ya göre. “Aman bizim de bir sayfamız, bir hesabımız olsun.” düşüncesinin faydadan ziyade zarar verme ihtimali oldukça yüksek. Bir sosyal medya stratejisinin olmaması, sosyal ağların ne şekilde ve ne hedeflenerek kullanılacağının belirlenmemiş olması, yapılan en önemli hatalardan. İyi bir takip ve yanıt mekanizmasının oluşturulmaması da büyük bir sorun. Tüm sosyal medya işlemlerinin firma yetkilileri değil de dışarıdan kişilerle yönetilmeye çalışılması kadar tüm bu operasyonun tamamen firma içinden çözülmeye çalışılması da yanlış.Firmaların farkındalığı artıracak, takipçilerine ürün ve hizmetleri hakkında bilgilendirecek ve yakın takipçilerini ödüllendirecek kampanyalar düzenlemesi alışkın olduğumuz stratejilerden. Ancak bunların nasıl yapıldığı da çok önemli. “Ulaşmak istediğiniz potansiyel ve mevcut müşterilerinizi, bayağı promosyonlar ya da kampanyalar yüzünden kendinizden uzaklaştırıyor da olabilirsiniz. Bu nedenle yapacağınız her çalışmanın hedeflerinize uygun olduğundan emin olmalısınız. Sadece takipçi ya da beğeni kazanmak için, stratejik açıdan da içeriğini ve şeklini iyi planlamadan kampanya düzenlemek orta ve uzun vadede ulaşmak istediğiniz kitleyi uzaklaştırırken, aslında sizin için faydası olmayacak bir kitleyi de takipçiniz haline getiriyor olabilir.” diyor, Akgün Yardımcı.‘Bazen hesap açmamak daha iyi olabilir’Sosyal ağlarda sadece hesap açıp paylaşımda bulunmak sosyal ağlarda var olmak değil, var olduğunu zannetmek aslında. Sosyal ağlarda takipçilerinizle, beğenenlerinizle etkileşimde bulunmuyor, sosyal ağlarda paylaşılan ve yazılanları takip etmiyor, kitlenizi dinlemiyorsanız gerçekten var olduğunuzu söylemek çok doğru olmaz, Yardımcı’ya göre. Hedef kitlenizin kullandığı ağlarda, olduğu yerlerde olmak en doğrusu. Her sosyal ağ sitesinde var olmaya çalışmak yerine sizin için dönüşü en çok olacak, doğru kitleye en rahat ulaşacağınız ve içerik üretmekte zorlanmayacağınız ağlarda bulunmak çok daha doğru. “Örneğin paylaşabileceğiniz, üretebileceğiniz videolar yoksa YouTube kanalı açmak çok anlamsız olur ama kanal açmadan da YouTube üzerinde takip edebileceğiniz kanallar da olabilir.” diye açıklıyor bu durumu Yardımcı. Aslında sosyal ağlarda kurumsal hesabınız ya da sayfanız olmasa da, bu sosyal ağlardan yararlanmayacağınız anlamına gelmiyor. Kurumsal hesap açmamak, hesap açıp yönetememekten daha iyi olabilir bazen.Sosyal medyayı doğru kullanmak için…Öncelikle sosyal ağları ne amaçla ve ne şekilde kullanacağınızı belirleyin. Bunun için profesyonel bir ajanstan destek alın.Sosyal ağlarda hedefler biraz daha somutlaştığında hangi mecralarda olunacağı, nerelerde hangi içeriğin paylaşılacağı da belirginleşecektir.Kurum çalışanlarının bu hedefleri paylaşabilmesi için bilgilendirilmeleri şart. Bu amaçla kurumla ilgili sosyal ağlarda neler paylaşabileceklerini veya neleri yapmamaları gerektiğini belirten bir kılavuz hazırlamak, olası problemleri engeller. Sosyal ağları yönetebilecek, buralarda kurumunuz, ürünleriniz, servisleriniz hakkında yazılanları takip edebilecek bir yapı kurmanız şart. Başka bir deyişle, öncelikle bu mecralarda hakkınızda ne söylendiğini takip etmeniz de gerekiyor.

Ülkeyi terk ediyorum

$
0
0
Ülke gündeminin ne kadar hızlı değiştiği malum. Siz bu satırları okurken şu anki gündem muhtemelen gene değişmiş olacak.Bu başdöndürücü hız benim gibi üşengeç insanlara göre değil. İnanın yoruluyorum. Ben en son Türkiye’nin Dünya Kupası’na katılamayışını tartıştığımızı hatırlıyorum. Hangi ara o konuyu işleyip bitirdiniz?“E sen de gündemi takip etme o zaman!” dediğinizi duyar gibiyim. Agresifleşmenize gerek yok, müsaade edin açıklayayım.Şimdi, eğer gündemi takip etmezseniz, her türlü ortamda dut yemiş bülbüle dönüyorsunuz. Evde, işyerinde, misafir gezmesinde herkes hararetle tartışırken öylece kalakalmak hiç hoş değil. Sosyal hayatınız sıfırlanıyor.Bu sebeple çözüm olarak sakin bir ülkeye yerleşmeye karar verdim. Türkiye’yi terk ediyorum.Hafta boyunca internette araştırma yaptım. İhtiyacım olan küçük bir Avrupa ülkesiydi. Pek çok seçenek arasından Andorra gerek nüfusu gerek yüzölçümü itibarıyla sıcak geldi.Ülke gündeminde neler olduğunu görmek için Google’dan Andorra gazetelerini arattım. İki sonuç çıktı: Diari d’Andorra ve Bondia.Diari d’Andorra gazetesine tıkladığımda şok oldum, çünkü açılan sayfada şöyle yazıyordu: Bu alan adı satılıktır! (İnanmayan internetten kontrol etsin) Düşünün artık gündem nasıl tıkandıysa, adamlar yeter deyip işi bırakmışlar.Diari d’Andorra’nın kapanmasıyla meydan Bondia’ya kalmış. Üzülerek fark ettim ki Andorra’da tek sesli bir medya var. Basın susturulmuş, sindirilmiş, alan adları satılığa çıkarılmış, veya iş güç olmadığı için kendiliğinden susmuşlar.Bondia’nın internet sitesine girdim, neyse ki o çalışıyor. Çalışıyor ama gazete demeye bin şahit ister. Verdikleri haberler bizde kadınların altın günlerinde konuştukları türden. Aşağıda Google Translate ile çevirdiğim, günün manşetlerini görebilirsiniz. Anlam bozuklukları tamamen Andorralı gazetecilere ve Google’a aittir.“Fotoğraf yarışması ile MoraBanc düzenlemek takvim 2014 Andorra Manzaralar”Kesin gündeme bomba gibi düşmüştür bu. Bütün evlerde sohbetlerin konusu manzara fotoğrafı yarışmasıdır.“YANGINLA İLGİLİ GÖZALTINA ALINAN KİRACI"Haberin haber değeri bir kenara, görüyoruz ki kiracı her yerde eziliyor. Hemen de suçlu ilan etmişler, adam bile bile kendi evini niye yaksın?“Vives geleneksel Noel resepsiyonda güçlendirilmesi kardeşlik çağrısı”El kadar ülke, herkes birbirini tanıyordur muhtemelen, hâlâ daha kardeşliği güçlendirme peşindeler. “DA ve karışık bir grup PS Ergen tüm yasa değişikliği reddetti”Bunu çözemedim ama sanırım orada da ergenler var ve her zamanki gibi gene bir şeyleri reddediyorlar.“Bir araba ve bir motosiklet arasında bir çarpışma iki küçük yaralanmalar”Böyle manşet mi olur yahu? Bizim mahallenin Mobese’sinde bile daha ağır vakalar var.Gazeteyi çıkaranların kendileri de yaptıkları işin öyle elle tutulur bir şey olmadığını fark etmiş olsalar gerek ki şöyle bir ibare koymuşlar: Gazeteniz Bondia ücretsizdir.Sonuç olarak, Andorra bana müthiş güzel geldi.Şöyle bir hayal ettim. Yerleşirim Andorra’ya, sabahları on dakika Bondia’ya bakarım, hangi motosikletli kaza yapmış, hangi resim yarışmaları başlamış bir göz gezdiririm, ondan sonra bütün gün kafa rahat. Akşam bir misafir geldiğinde motosikletli hakkında iki dakika konuştuktan sonra muhabbetimize bakarız.Öte yandan, ülkede kayda değer bir olay yaşanmadığı için eşimizle dostumuzla, arkadaşlarımızla aramızın bozulması da imkânsız hale gelir. Yangınla ilgili gözaltına alınan kiracı hakkında ne kadar tartışırsak tartışalım, kanlı bıçaklı olamayız. Noel resepsiyonunda kardeşliğin güçlendirilmesi çağrısını doğru bulanlar Noel resepsiyonunda kardeşliğin güçlendirilmesi çağrısını gereksiz bulanları ağır sözlerle itham etmez. Gül gibi geçinip gideriz. Altı üstü azami doksan yıllık ömrümüzü iyi, güleryüzlü, mutlu insanlar olarak geçiririz.Dört bir tarafı cennet olmayan, jeopolitik konumu beş para etmez, şanlı bir tarihe sahip olmayan, yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla tam bir fiyasko olan mutlu insanlar ülkesi Andorra’ya sevgiler.

Bora Duran insanı anlatıyor - [Haftanın Albümleri]

$
0
0
Son günlerin en çok konuşulan isimlerinden Bora Duran, İnsan isimli yeni albümünü müzikseverlerle buluşturdu.İki yıl önce yayınlanan Her Sabah albümüyle geniş kitlelere ulaşarak, beğeni toplayan Bora Duran’ın Pasaj Müzik’ten çıkan yeni albümünde on iki şarkı yer alıyor. Bora Duran “Vücudumun bir parçası gibi” dediği akustik gitarıyla naif vokal performanslarının birleşiminden doğan şarkıların, dinleyiciye sanki baş ucunda söylüyormuş hissini verebilmesi için çok çalışıldığını dile getiriyor ve ekliyor: “İnsan albümünde, hayata ve insana dair yaşadığım, anlatmak istediğim ne varsa, fazla dolandırmadan en sade haliyle aktarmaya çalıştım.”Pera’dan ikinci albüm: GizAlternatif rock müziğin yeni isimlerinden Pera grubu, ses getiren ilk albümleri ‘Bir Başka Dünya’nın ikinci albümleri ‘Giz’i geçtiğimiz günlerde yayınladı. Kuzey Güney, 20. Dakika, Medcezir gibi dizilerde şarkılarıyla dikkat çeken grubun yeni çalışması, Dokuzsekiz müzik etiketiyle yayınlandı. Günaydın şarkısının müziğinde Hakan Ünalan, Yalnızlık şarkısının müziğinde ise Kaya Sevinç ile ortak çalışmaya imza atan grup solisti Gökhan Mandır, aynı zamanda albümdeki tüm söz ve müziklerin de sahibi. Albümün dikkat çeken diğer bir şarkısı da müzisyen Toygar Işıklı düeti ile renklenen, Unut şarkısı. Giz, grubun müziğiyle tanışmak için güzel bir fırsat.Beşinci kez ‘Bir Zamanlar’ Ossi Müzik’in uzun bir süredir beklenen ‘Bir Zamanlar 5’ karma albümü yayınlandı. Bugüne dek yüzlerce plaklarda kalmış şarkıyı gün ışığına çıkaran Bir Zamanlar serisinin beşinci albümü yirmi şarkılık içeriğiyle çok renkli. Çalışmada 70 ve 80’lerin unutulmaz şarkılarının orijinal plak kayıtları yer alıyor. Sev Kardeşim, Oh Olsun, Bu Ne Dünya Kardeşim, Vakit Yok Gemi Kalkıyor Artık, Param Yok Pulum Yok gibi şarkıların bulunduğu albüm Hakar Eren’in prodüktörlüğünde hazırlanmış.

Eleştirmen, ahkâm kesen değildir

$
0
0
Türkiye’deki sayılı sinema eleştirmenlerinden Alin Taşçıyan ile SİYAD başkanı olması vesilesiyle görüştük. Taşçıyan, Oscar aday adaylığını kaybeden Kelebeğin Rüyası filmi için “Listede güçlü filmler vardı, elenmesi kaçınılmazdı.” yorumunu yapıyor.Sinema Yazarları Derneği’nde (SİYAD) sizden sonra ne değişir?Büyük değişiklikler olmaz çünkü SİYAD’ın bir geleneği var. Eski başkan Tunca Arslan çok güzel bir söz söyledi. Rus yazarlar için ‘Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık’ denir. ‘Hepimiz Atilla Dorsay’ın paltosundan çıktık’ dedi. Herkes gibi değişiklik isterim. Mesela Türkiye sinemasının, tarihiyle, bugünüyle daha profesyonel tanıtılması ve pazarlanması lâzım.Nasıl bir yol izlenmeli bunun için?Bunu en iyi sinema yazarları yapar. Sinema yazarı dediğimiz kişi sadece film izleyen, eleştiren değil, istatistikler tutan, box office raporları hazırlayan, tarihçiliğe de soyunan yani geçmişiyle geleceğiyle bütün gelişmeleri okurlara ve film endüstrisine de aktaran kişi demek. Film endüstrisinin en önemli yayın organlarını da sinema yazarları çıkartıyor. Türkiye’de öyle bir yayın organı yok. Ama dünyada neredeyse tüm film prömiyerlerinin ardından herkes sinema yazarlarının ne dediğine bakıyor. Yani o filmleri ilk anda okuyan, değerlendiren ve kaftan biçen, sinema yazarı dediğimiz kişiler oluyor. Bu önemli ve insanları o işleve doğru kanalize etmek isterim.Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) başkan yardımcılığı da yapıyorsunuz. Bu iki vazife birbirini besler mi?FIPRESCI’de iki dönem üst üste seçildim. Prosedüre göre tekrar seçilme ihtimalim yok. Dolayısıyla sona erecek. Şimdilik besleniyorum, SİYAD için ilham verir tabii.Seçilmeniz “SİYAD’a ilk ‘kadın’ başkan” ifadeleriyle yansıdı haberlere. Kadın ya da erkek başkan SİYAD’da neyi değiştirir?Çok şeyi değiştirir. Ben feministim ve kadınların bazı kurumların tepe noktalarında bulunmasının sembolik bir önemi var nazarımda…Bu yıl 80 film vizyona girdi. Ancak siz nicelik değil nitelik önemli diyorsunuz…Bizde çok tuhaf ama para kazanması çok daha muhtemel filmlerin kaliteleri evini ipotek edip de film yapan genç yönetmenin ilk filminden daha düşük oluyor. Böyle olmaması lazım. İzleyiciyi televizyon dizisinde alıştığı estetikten koparmadan gişeyi garantileyen işler yapılmaya çalışılıyor.Hiç mi iyi film yok peki?Elbette var. Yaptığı işlerin hepsini beğenirsiniz beğenmezsiniz ama Yılmaz Erdoğan, bütün yatırımını sinemaya yapan, eleman yetiştiren biri.Yılmaz Erdoğan demişken, Kelebeğin Rüyası, Oscar aday adaylığını yitirdi. Nasıl değerlendiriyorsunuz?Zor bir yarış olacağı belliydi zaten. Listede birbirinden güçlü filmler vardı ve bazıları öne çıktı. Bu anlamda elenmesi kaçınılmazdı.Neyi sevip, sevmeyeceği önceden tahmin edilebilen bir eleştirmen olarak biliniyorsunuz…Bir okurum şöyle demişti, çok hoş bulmuştum. Eğer filmi katı eleştirmediyseniz, çok vasat olduğunu vurgular şekilde yazdıysanız o zaman anlıyorum ki, ben bu filme gitmemeliyim. Güzel okumuş beni.Eleştirmenin görüşlerini dikkate alarak film tercihinde bulunmak ne kadar doğru?Ben eleştirmen olmadan önce de film eleştirileri okur, sonra bir tercihte bulunurdum. Ortaokul ve lisedeyken de böyleydi bu. Benim için esastır film eleştirmenlerinin görüşleri. Sinemayı önyargısız biçimde okuyan, ona göre bilgi veren insandır çünkü. Ahkâm kesen değil.Hollywood’a düşman, Avrupa filmleri hastası olarak tanımlanıyorsunuz. Sizi ifade ediyor mu bu tanım gerçekten?İnsanlar etraflıca düşünmüyor. Bugün hangi Hollywood’dan söz ediyoruz. Bir zamanların Hollywood’unda John Ford vardı, Frank Capra film yapıyordu. Bugün kimi Frank Capra’nın karşısına koyarsınız? Amerikan sinemasıyla Hollywood’un stüdyo sistemini ve bugününü ayırt etmeyi bilmiyorlar. Sinemanın üslup açısından yenileyici büyük ustalarının dünyada hep Avrupa’dan çıktığını unutuyorlar.Berlin Film Festivali komando kampı gibiGünde kaç film izliyorsunuz?Festivallerde altı film izlediğim oluyor. İstanbul’da haftanın bütün gösterimlerine katılmaya çalışıyorum. Gösterimlerin dışında mutlaka kısalar, belgeseller, uzun metrajlar oluyor. Onları seyrediyorum. Festivallere film seçeceğimiz dönemde, mesela geçen temmuz ağustos aylarında 120 kadar film seyrettim.Sıkıldığınız zamanlar olmuyor mu?Yorulduğum zamanlar oluyor. Mesela ben Berlin ve Cannes’a komando kampı diyorum. O festivallerden dayak yemiş gibi çıkıyorum. Cannes’da 08.30’da film başlar. Basın kartı olmasına rağmen en geç 08.15’te içeri girmediyseniz ayakta kalırsınız. 06.00’da kalk kahvaltı yap, koştur vs. bazen filmler arasında hiç boşluk kalmıyor, röportajlar da yapıyorum. Teyp, basın bültenlerinin olduğu ağır çantayla kendimi oradan oraya sürüklenirken görüyorum. Yerlerin buzla kaplı olduğu Berlin’de hiç kolay olmuyor bu.Ermeni olmanın avantajlarını yaşadım Türkçeyi aksansız konuşuyorsunuz. Peki Ermeniceniz nasıl?İstanbullu bir aileyiz, evde de kimsenin aksanı yoktu. Bir de beni Ermeni okuluna göndermediler hiç. Gerçi gönderseler de evdeki aksan neyse onu alacaktım muhtemelen. Ermenice aksanım çok fena ama. (gülüyor)Ailede acı anılarla beslenenler var mı?Apolitik değiller. Çok şanslıyım ki hakikaten hümanist insanlar. Bundan daha güzel bir politika düşünemiyorum. Ömürleri boyunca evde hiç kimsenin hiç kimseyi ayırt ettiğini, olumsuz konuştuğunu, önyargı ileri sürdüğünü görmedim.Ermeni meselelerinde sizi en çok etkileyen Hrant Dink suikastı sonrasında yaşananlar oldu sanırım…İnsan umutlanıyor ara sıra ama davanın vardığı noktayı görünce de ağlayasım, çekip gidesim geliyor. Bir şey bu kadar mı göz önünde olur ve bu kadar mı çözülmek istenmez? Türkiye’de şu noktada ciddi bir yargı terörü var. Herkes mahkemelerde ama hiçbir şeyin çözüldüğünü görmedik. Devlet bir türlü kirli ellerini yıkamak istemiyor.Ermeni kökenli bir TC vatandaşı olarak, herhangi bir sıkıntı çektiniz mi?Nadiren. Mesela basında çalışan ve sürekli beni diline dolayan bir kişi vardı. Onun dışında ufak tefek hadiseler oldu ve ayrımcılığa hiç uğramadım. Hatta avantajım oldu, el üstünde tutuldum. Onların sevgisini hep hissettim. Ermeni okulunda da okutulmadığım için azınlık duygusunu hiç hissetmedim…Okusaydınız ne değişecekti?Belki biraz daha tarihi öğrenseydim, daha çekingen ya da agresif olabilirdim. İnsan öğrendikçe bazı şeylere kızabiliyor.

Diyarbakır’da karnımız da doydu gönlümüz de

$
0
0
‘Bayram Çöreği Diyarbakır Mutfağı’ kitabının lansmanı için geçtiğimiz hafta Diyarbakır’daydık. Termometreler -10’u gösterse de gerek misafirperverlikte birbiriyle yarışan Diyarbakır insanı, gerekse tadı damağımızda kalan leziz yemekler içimizi ısıtmaya fazlasıyla yetti.Sisten dolayı gidişimiz bir hayli olaylı oluyor. İki saatlik yol, dört saatlik rötar. Neyse ki hava öğlene doğru muhalefet etmekten vazgeçiyor ve kadim kent Diyarbakır’a ayak basıyoruz. Ziyaretçilerine ‘kıyak’ geçen ilginç bir soğuğu var. Sıcaklık -10’u gösterse de İstanbul’daki kadar üşümüyoruz ilk gün. (İkinci gün artık misafir değilsiniz dercesine hava inanılmaz soğuyor.) Vakit kaybetmeden şehrin meşhur lezzet duraklarından biri Kaburgacı Selim Amca’ya gidiyoruz. ‘Merakla beklenen kaburga dolması servis edilene kadar sıcacık pide ekmeği, mehir (yoğurtlu ayran çorbası), bostana, hemen akabinde ikram edilen içli köfte ve bumbar dolmasıyla ‘bastırılıyor’ midelerimiz. Garsonlar nar gibi kızarmış kaburga dolmasını görsel bir şölen eşliğinde görücüye çıkartıyor. Biz yutkuna duralım kaburga parçalanmak üzere yan masaya alınıyor. Servise hazır hale getirildikten birkaç dakika sonra hakkından geliyoruz. Ağızda dağılan yumuşacık oğlak etinden midir, pilavın içindeki badem, baharatlar ve nefis tereyağı aromasından mı ‘son kaşığın’ sonu gelmiyor bir türlü. Midemizde nefes alacak hava boşluğu kalsın diye irmik helvasının sadece tadına bakmakla iktifa ediyoruz. Programdaki ara vakitlerin kaybı midemize pahalıya mal oluyor. Zira bir an önce bizlere Diyarbakır mutfağının ön plana çıkan yöresel yemeklerini tanıtacak ev hanımı Münevver Aslanhan’ın evinde akşam yemeğine gitmemiz gerekiyor.Havasından mıdır, suyundan mı, bu coğrafyada herkes çok samimi. Kuru bir ‘Hoş geldin’ seremonisiyle yetinmiyor, ilk defa gördükleri onca insanı tek tek bağrına basıyor Aslanhan ailesi. Soluklanmak için salona giriyoruz. Maaile İstanbul’dan gelen misafirleri etrafında pervane oluyor adeta. Münevver Hanım’ın telaşesi hepimize tebessüm ettiriyor. Kâh yaptığı yemeklerden bahsediyor, kâh mutfağa koşturup son rötuşları yapıyor. Masada mübalağasız dirseğimizi koyacak yer yok. Diyarbakır’a has, görünüşüyle tıka basa dolu midelerimizi bile iştaha getiren yemeklerle donatılmış sofra. Patlıcan ve soğan dolması, kişnişli mercimek çorbası, kabak meftunesi, haşlama içli köfte (yumurtalısını tercih etmiyorlar), sac ekmeği patile, duvaklı pilav, çeşit çeşit salata ve burma kadayıf. Gelmeden hemen önce restorana gittiğimizi öğrenen Münevver Hanım, haklı olarak bu duruma bir hayli içerliyor.Bundan olsa gerek mutfakla salon arasında mekik dokumaları sırasında sık sık, “Bu yemeklerin hepsi bitecek, yoksa hayatta göndermem!” kabilinden tehditkârane tembihlerde bulunuyor. Elimizde olmayan nedenlerden ötürü olsa da onca hazırlığı görünce epey mahcup oluyoruz. Hiç tanımadığı insanlara evini düşünmeden açan Diyarbakır’ın gönüllü kültür elçisi Münevver Hanım ve aile bireylerinin gönlü olsun diye bütün yemeklerin ucundan da olsa tadına bakıyoruz. Kabak meftunesi ve duvaklı pilav (Duvak pilavı özel günlerde yapılan bir yemek. Zira Diyarbakırlılar misafirin önüne asla sade pilav koymazmış) bize göre birinciliği paylaşıyor. Yemek faslını hızlıca sona erdirip ayrılıyoruz. Zira bir sonraki durağımız Diyarbakır gezimizin ana amacı olan Metro Toptancı Market’in katkılarıyla çıkan ‘Bayram Çöreği Diyarbakır Mutfağı’ kitabının basın toplantısı. Toplantının yapılacağı otele doğru yol alırken yalnızca Münevver Hanım’dan Diyarbakır mutfağına ve dolayısıyla kültürüne dair öğrendiğimiz onca bilgiyi göz önünde bulundurunca, yüzlerce Diyarbakır yerlisi kadınla bizzat görüşülerek ortaya konulan bu kitabın şehrin tanıtımına ne denli büyük bir katkıda bulunacağını düşünmeden edemiyoruz. Zira uzun ve titizce yürütülmüş bir çalışmanın ürünü olan ‘bayram çöreği’nde Diyarbakır yerlisi yüzlerce kadının tarifi bulunuyor. Kitabın editörü Nihan Aras, hepsiyle bizzat görüşmüş. Üstelik yalnızca merkezi değil ilçeler hatta köyleri bile gezmiş. Buradan hareketle çalışmanın bilimsel kaygıdan uzak olmamakla birlikte halk kültürünü temel alarak yürütülmüş olduğu söylenebilir.Bayram çöreği, Diyarbakır mutfağıyla ilgili yazılmış ilk eser değil ancak onu diğerlerinden ayıran en önemli özellik, 256 tarifin şehrin tamamına gidilerek yazılmış olması. Bundan dolayı kitap yalnızca 9 bin yıllık bir medeniyetin mutfağına dair bilgi değil, bölgenin etnik ve dini kimliği, kültürel değerleri ve sosyal hayatı hakkında da ipuçları veriyor.Not: İki günlük Diyarbakır gezimizin son günü kısa şehir turuyla geçiyor. Nice sanatçı ve bilim adamı yetiştiren kültür, sanat ve peygamberler şehrine veda ederken düşündüğümüz tek şey, bu kadar kısa sürede bile onca yıllık önyargılarımızı yerle bir eden samimi insanları, tarih kokan mekânları ve rayihası damağımızda kalan muhteşem yemekleri oluyor.

İzahı yapılmayanın mizahı yapılır

$
0
0
Mizah, son derece güçlü, etkili bir eleştiri aracı. Kalıpsız ve özgür düşünebilmeyi öğretmekle kalmaz, özellikle insanların kendini baskı altında hissettiği ya da gerçeklerin gizlendiği dönemlerde yükselir.Son günlerde taksi şoföründen esnafına, kahvehanedeki emeklisine, profesöründen amirine, memuruna varıncaya kadar herkes ülke gündemini hayli meşgul eden rüşvet ve yolsuzluk iddialarını konuşuyor. Ama bazıları var ki konuşmakla kalmıyor, çizdikleri karikatür, yaptıkları caps’lerle, yazdıkları üstün zekâ ürünü parodi haberler ve attıkları mizahi tweet’leriyle dikkat çekiyor. Böylesine zorlu bir dönemde haber alma özgürlüğü kısıtlanırken, çarpıtma haberlere maruz kalırken sosyal medyada Facebook, Twitter gibi mecralarda, blog ya da parodi internet sitelerinde düşündüren, güldüren mizahlara rastlamak mümkün. Aslına bakarsanız, ülke gündemini sarsan her önemli olay vesilesiyle de, mizah algıları açılıyor. Yolsuzluk iddiası operasyonu başladığı günden bu yana, sosyal mecralarda paylaşılan mizah ürünlerine beraber bakmaya, gülerken, incesinden bir fikir edinmeye ne dersiniz?Ayakkabı kutusuAyakkabı kutusundan 4,5 milyon dolar çıktığını duyunca kimi evindeki ayakkabı kutularının içini bir umutla didik didik aramaya, kimisi de var olan kutuları biriktirmeye başladı.Kibrit kutusuAyakkabı kutusunda para saklama, vatandaşa epey cazip gelmiş olmalı ki, onlar da bir yerden başlama kararı almış, gücü yettiğince işin ucundan tutmuş. Kibrit kutusundan başlasalar da!..Bir kamyon dolusu polis görevden alındıGörevden almalar o kadar hızlı ve çok oldu ki emniyet mensupları yeni görev yerlerine kamyonlarla taşındı!Neden aklıma gelmedi?Rüşvet ve yolsuzluk iddiası, bir zamanlar büyük yolsuzluklara karışan, ülkeyi terk eden ve hâlâ adı yolsuzlukla anılan Cem Uzan’ı bile şaşırttı. Şimdilerde Uzan, “Daha önce benim neden aklıma gelmedi, ayakkabı kutusuna para saklamak... İyiymiş!” diye hayıflanıyor olmalı.Ayakkabı kutusuSöz konusu 4,5 milyon dolar olunca, ‘Nasıl sığacak bunca para o kadar küçücük kutuya!’ diye endişelenenler için rahatlatıcı bir açıklama yapıldı ve paraların sığdığı ayakkabı kutusunun görüntüleri yayınlandı. İşte 4,5 milyon doların sığdığı o ayakkabı...Halk KunduraAyakkabıda yeni tercih, ‘Halk Kundura’. 81 ilde açılış yapan Halk Kundura, raflarına yerleştirdiği ayakkabıların boş kutularını paralarını saklasın diye vatandaşa dağıttı.Dünya banka kasalarıDünyada da şüphesiz yolsuzlukla gündeme gelen isimler, siyasiler vardır. Ama dünyadaki banka kasalarını görünce, bizdeki durumu vahim hale getiren, paraların saklandığı açık raflar olduğu anlaşılıyor.Baklava çalan çocuk16 yıl önce üç arkadaşıyla beraber Gaziantep’te baklava çaldığı için 6 yıl ağır hapis cezası alan ‘Baklava Çetesi’ üyelerinden birinin bu fotoğrafı, rüşvet ve yolsuzluk iddiası operasyonu üzerine sosyal medyada en çok paylaşılan fotoğraflardan biri oldu.Bastınız, tesbih salladınız, yedirmeyiz17 Aralık yolsuzluk iddiası operasyonunda, bakan oğlunun ofisine 05.30’da yapılan baskında polislerin tesbih sallayıp, daha sonra lahmacun siparişi vermesi yetkililerin tepkisine neden oldu. ‘O saatte nasıl baskın yapıp, tesbih sallayıp bir de üstüne lahmacun yersiniz’ diyen yetkililer, beklenen ‘YEDİRMEYİZ’ açıklamasını yaptı.Evde zor tutulan milyonlar!Gezi Parkı olaylarında ‘milyonları evde zor tutuyoruz’ söylemine atıf yapılarak paylaşılan bir fotoğraf ve yazısı...Obama...Operasyondan sonra emniyet müdürlerini, amirleri ve polisleri görevden alma tam hız devam ediyor! Öyle ki bir ucu ‘Teksas Emniyet Müdürü’ne kadar uzanmış.ODTÜ’lü mühendislerYatak odasında 6 adet çelik para kasası ve para sayma makinesi çıkan bakan oğlunun evine, bunları polisin koyduğu yorumu, vatandaşın aklına farklı tuzaklar getirmedi değil!

Yaşı küçük kalemi büyük

$
0
0
Taraf Gazetesi’nin en ‘minik’ köşe yazarı. 17 yaşında başladığı yazma serüvenine 2 yıldır devam ediyor. Yorumları yaşına göre fazla objektif, kalemi ise keskin. Arda Işık’la futbolun 180 derece değiştirdiği hayatını konuştuk.Sıradan bir ‘çocuk’ olmadığı birkaç yazısı okunduğunda dahi anlaşılıyor. Öyle yorum ve analizleri var ki sanırsınız yıllardır yazıyor. Taraf Gazetesi’nin ve bildiğimiz kadarıyla Türkiye’nin yaşı en küçük köşe yazarı Arda Işık. Z kuşağı gençliğinden epey farklı. Politikaya meraklı, söyleyecek sözü ve yaşından beklenmeyecek bir olgunluğu var. 19 yıla sığdırdığı ‘kocaman’ öyküsünde babası Ali Fikri Işık’ın etkisi büyük. Lise son sınıftayken Taraf‘ta futbol üzerine köşe yazıları yazan babasıyla birlikte birkaç kez gazeteye gitmesi ve o dönem spor sayfasının başında bulunan Kerem Altan’la futbol sohbetleri sonrası başlamış yazma macerası. Altan, Arda’daki ışığı fark edince Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’a bahsetmiş. Onların da onayıyla köşe verilmiş bu genç yeteneğe. O güne dek yazma tecrübesi olmadığından epey endişelenmiş olsa da “İki yıldır ivme kazanan bir gelişme oldu ki tuttular beni.” diyor. Futbol üzerine yazsa da uzun süre basketbol ile ilgilenmiş ancak boyunun uzamasına faydası olmadığı gerekçesiyle basketbolu bırakıp altyapı kulüplerinden birinde kalecilik yapmaya başlamış. Bu adım hayatında dönüm noktası olmuş. Zira basketbolla ilgilenmeyen babasıyla iletişimleri bir hayli zayıfken futbol, baba oğul arasındaki buzların erimesine vesile olmuş. Bununla kalmamış o güne kadar okul, arkadaş ve sosyal yaşamında vasat olan Arda’nın hayatında köklü bir değişim meydana gelmiş. Kendisinin deyimiyle ‘acınacak’ bir öğrenciyken geçtiğimiz yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü’nü kazanmış. Bu değişime kendisi de şaşırmış olacak, “Her zaman özüme inandım ama babamla kurduğum bu ilişki güç verdi bana. Futbol sayesinde ailemle kurduğum bağ beni bambaşka birine dönüştürdü.” diyor. Geçtiğimiz yıla kadar kalecilik yapan Arda, derslerinin yoğunluğu ve futbolun hayatı üzerindeki misyonunu tamamladığı düşüncesiyle artık profesyonel anlamda futbol oynamıyor ama futbol oynayan “abilerini” bir güzel eleştiriyor. 17 yaşında başladığı yazarlık serüvenine 2 yıldır devam eden Arda’yla futbolun değiştirdiği hayatı üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.Bir süreliğine de olsa babanla aynı gazetede aynı sayfada yazdın. Nasıl tepki verdi?Şaşırdı ama bana yansıtmadı. “Başarılı olacağını biliyordum zaten.” modundaydı.Aranızda rekabet oldu mu?(Gülüyor) Hayır. Yazılarımız farklı günlerde yayınlanıyordu.Yazılarını nasıl buluyordun?Ağır... Babam daha felsefik yaklaşır. Ben biraz daha gırgır ve hayata dokunmaktan hoşlanıyorum ama ikimiz de gündeme bir şekilde dokunduruyorduk.Baban seninkiler hakkında ne düşünüyor?Yayınlanmadan yorumunu almak için gönderiyorum. Acımasızca eleştirir. Aklıma yatan kısımlarını değiştiriyorum.Arkadaşlarının Taraf’ta yazmanla ilgili yorumları ne yönde oldu?Lisedeyken çok hoş karşılanmadı. Babasıyla haber izleyip o neye küfrederse ona küfreden, neye katılırsa ona katılan çocuk tiplemeleri cemaatçi, yandaş şeklinde eleştiride bulunuyordu. Üniversitede takdirle karşılandım. Ciddi entelektüel seviye farkı varGazetedekiler şaşırmıştır.Mehmet Baransu “Bu kadar felsefik yazma. Babana bırak bu işleri.” dedi. Ahmet Altan, “Gayet iyi gidiyorsun oğlum, yazmaya devam et.” yorumunda bulundu.Hedef gösteren ve sert bir üslubun var.Belki yaşımla ilgilidir. ‘Ilımlı yazmak önünü daha çok açar.’ derler ama vicdanım rahat etmez. İleride bu maceradan bahsederken doğru olanı yazdım demek isterim.Tepki aldın mı peki?Uğur Melike ve Orhan Uluca’dan... Dolaylı olarak ama anladım benden bahsettiklerini.Rıdvan Dilmen’e neden kızmıştın o kadar?Maç bitince binlerce insan ağzından çıkacak cümlelere bakıyor. Şike batağına saplanmışız. Tüm spor dallarında doping belası dolaşıyor. Sportif anlamda ciddi bir başarısızlık söz konusu ve bu başarısızlığın sebeplerini böylesi birinden dinlerken daha derin yorumlar bekliyorsunuz. Alınan kötü sonuçlar futbolcunun iyi kafa kesememesi gibi bir nedenle açıklanamaz. Bu kadar basit yorumlar duymak beni bazen çileden çıkarıyor ve takır takır yazıyorum.Yorumlarını beğendiğin birileri vardır elbet...İyi isimler var tabii ama eskiden beğendiğim ve şimdilerde anlamadığım şekilde değişen isimler de var. Mesela Mehmet Demirkol ve Uğur Meleke. Meleke, Lig TV’ye geçtikten sonra daha ılımlı yorumlar yapmaya başladı. Daha az dokunur oldu. Tanıl Bora, Erkan Goloğlu, Haluk Çetin’i beğenerek okuyorum. Güntekin Onay futbola iyi kafa yoran biri ama nihayetinde Dilmen’le program yapıyor. (Gülüşmeler)Sıkça atışıyorlar ama...Yine de birbirlerinin paralelini bozduklarını düşünmüyorum.Eski meslektaşların hakkında yazarken empati kurabiliyor musun?Elbette. Bu yüzden yazmadan önce eleştirim ne kadar realistik mutlaka göz önünde bulunduruyorum.Uzunca süre kalecilik yaptın, favorin kim(ler)?Volkan Demirel, Tolga ve Onur Kıvrak. Volkan ve Tolga geçmişle kıyaslandığında mental olarak büyük bir gelişim gösterdi. Oynaya oynaya aştılar sorunlarını. Peki bunun için bu kadar yıl beklemeye gerek var mıydı? Volkan kaç yılını ‘kova’ lakabıyla, Schalke maçında ayağından kaçırdığı topla anılarak geçirdi. Daum, Volkan için “Kaleye baktığımda dehşete düşüyorum.” diyordu. Halbuki altyapılarda verilen eğitimle çok kısa sürede atlatılabilirdi. Muslera’nın öyle bir problemi yok ama onun da topu oyuna sokuş alanlarında ciddi sıkıntı çektiğini düşünüyorum. Ayaklarına hiç hakim değil. ‘Yeni futbol’ anlayışında artık kalecilerin farklı sorumlulukları var. Victor Valdes bunun en güzel örneği. Yeri geliyor libero, yeri geliyor defans...Taraf’tan herhangi bir maddi karşılık alıyor musun?Hayır ama Taraf’ta yazmak bana birçok kapı açtı. Bu yüzden bana kattıkları karşısında eksikliğini hissetmiyorum.Gelecek adına planların ne? İleride gazetecilik yapmayı düşünüyor musun?Gazetede 3 ay staj yaptım. Haber yetiştirme, sürekli gündemin içinde olma vs. kamera fazla yakın geldi. Felsefe bölümünü tercih etmemden de anlaşılacağı gibi geniş açıdan bakmayı seviyorum. Gazetecilik fazla gergin bir meslek. Zaman ne gösterir, bilemiyorum. Siyasete girmeyi çok istiyorum. Şimdilik yelpazeyi mümkün olduğu kadar geniş tutma niyetindeyim. Böylelikle hangi alanda uyumlu olduğumu keşfedebilirim.

Havayolları sosyal ağlarda da uçuyor - [Kuş Bakışı]

$
0
0
Havayolu şirketleri, yolcu memnuniyetini daha da artırmak amacıyla Facebook ve Twitter gibi sosyal medya ağlarını daha etkin şekilde kullanmaya başladı.Sosyal medya sitelerinin yakın takibe alınması için kurulan özel birimler sayesinde yolcularla etkin iletişim sağlayan şirketler, özellikle yaşanan sorunlar ve eleştirilere kısa sürede çözüm bulma fırsatı yakaladı. Pegasus, Atlasjet, Onur Air ve SunExpress gibi özel havayolu şirketleri de, tıpkı yabancı havayolu şirketleri gibi bu alanda daha aktif olabilmek için yatırım yapmaktan kaçınmadı. Yetkililer, sosyal ağlara yönelik yatırımların, 2014’te de artarak devam edeceğini söylüyor. Eminiz şirketlerin kalite standardını ciddi şekilde artıracak yeni uygulamalar, yolcuların daha keyifli uçuş gerçekleştirmesine de büyük katkı sağlayacaktır.ANKETLER YETERSİZ KALIYORHavayolu şirketleri, yolcu istek ve şikayetlerini belirleyebilmek amacıyla düzenli şekilde anketler düzenliyor. Ne yazık ki, araştırmalar, her yolcuya ulaşılamadığından eksik bilgiler de içeriyor. Yolcuların, sosyal medyayı etkin şekilde kullanması, bir yönüyle havayolu şirketlerinin bu alandaki açığını da kapatmasına yardımcı oluyor. Yolcular, havalimanı ya da uçakta karşılaştıkları sorunların yanı sıra beğendikleri uygulamaları sosyal medya üzerinden anında paylaşıyor. Bunu fark eden havayolu şirketleri de, sorunları en kısa sürede çözmek için harekete geçiyor. Bilgi kirliliğinin önlenmesi amacıyla resmi açıklamalar yapılırken, beğenilen uygulamalar konusunda düşüncesini paylaşanlara da, ‘teşekkür’ ediliyor.PEGASUS İLGİNÇ BİR KAMPANYA HAZIRLIĞINDABu alanda en etkin havayollarından biri de Pegasus. Türkiye ile 20 farklı ülkede dijital iletişim alanında aktif rol oynayan şirket, sosyal medya altyapı çalışmalarını 2009’da başlattı. Şirket, Facebook ve Twitter sayfalarına 2012’de Youtube ve Google+ hesaplarını ekledi. Sosyal ağlarla ilgili oluşturulan özel birim ise 24 saat süreyle kampanya ve fırsatların yanı sıra seyahati daha da kolaylaştıran ve aynı zamanda renklendiren uygulamaları paylaşmakla görevlendirildi. Böylece daha geniş bir kitlenin uçuşa teşvik edilmesi sağlanıyor. Elde edilen başarı nedeniyle dijital mecraya yatırımlarını geçen yıla göre yüzde 40 artıran Pegasus, yurtiçi ve yurtdışında pazarlama bütçesinin yüzde 20’sinden fazlasını bu alana ayırıyor. Şirketin ticaretten sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Güliz Öztürk de havacılık sektöründe çok fazla görmeye alışık olunmayan iletişim kampanyaları ile misafirleriyle duygusal bir bağ kurmaya devam edeceklerini dile getiriyor.3 DİLDE YAYINLANIYORTHY ile Alman Havayolu şirketi Lufthansa’nın ortak kuruluşu SunExpress ise 2011’de Facebook ve Twitter hesaplarını açarak sosyal medyaya adım attı. Şirket, sosyal medyada Facebook ve Twitter başta olmak üzere Google+, Instagram, Pinterest, YouTube, LinkedIn ve Xing gibi popüler platformalarda resmi hesapları ile ağustosta kapsamlı yayına başladı. Facebook, Twitter ve Google+ platformlarında Türkçe, Almanca ve İngilizce hesaplar oluşturuldu. Sosyal medya kanalları ile yolcularla birebir iletişime geçtiklerini ifade eden SunExpress Kurumsal İlişkiler ve Halkla İlişkiler Müdürü Serdar Alyamaç, böylece hem yolcu istek ve şikayetlerine çözüm bulduklarını hem de tüm yenilik ve kampanyaları daha etkin şekilde duyurma fırsatı yakaladıklarını söylüyor.Lufthansa beklemeyecek!Lufthansa Havayolları, 1 Ocak 2014’ten itibaren, İstanbul’a inen ve İstanbul’dan çıkış yapan business class yolcuları ile HON ve Senator statüsündeki yolculara pasaport işlemlerini hızlandırmak amacıyla ‘hızlı geçiş’ imkanı sunacak.Minikler uçakla tanıştıİzmir’de yaşayan 5 yaş grubu 18 anaokulu öğrencisi, Atlasjet Havayolları ile ilk kez uçuş heyecanı yaşadı. Adnan Menderes Havalimanı’ndan uçağa binen İzmir Mehmet Seniye Özbey Anaokulu öğrencileri, yaklaşık 45 dakika süren uçuşun ardından İstanbul’a geldi.İzmir-Konya 42 TLSunExpress, İzmir’den Konya’ya özel kampanya başlattı. Her iki ilin plakalarından esinlenen kampanya ile İzmir-Konya uçuşlarında ilk 35 koltuk 42 TL’den satışa açıldı. İstanbul dışında başka hiçbir yerle havayolu bağlantısı bulunmayan Konya, böylece İzmir’e bağlanıyor. İlk İzmir-Konya uçuşu uçuşu 31 Mart’ta gerçekleşecek.

Omurgası olan bir anlatı geleneğimiz var

$
0
0
Doğu edebiyatının kült eserlerinden Âmâk-ı Hayal, tiyatroya uyarlandı. Çiçeği burnunda Tiyatro Nefes ekibi tarafından oynanıyor. Ekibin başında tanıdık eleştirmen, yazar Hüseyin Sorgun var. Hikâyeyi sıra dışı bir dünyaya taşıyan Sorgun ile Âmâk-ı Hayal’i konuştuk.Bir edebî eser oyunlaştırılırken ne kazanır, ne kaybeder?Edebiyat okuru klasik eserleri okurken kafasında zaten bir reji yapıyor. Dolayısıyla bir eser sahneye konulduğunda o metnin okuru tarafından irdelenir. Bütün edebî eserler için risk her zaman vardır. Âmâk-ı Hayal için de vardı. Daha önce metnin Türkiye’de bu kadar bilindiğini bilmiyordum. Çalışmaya başladığımda bir arkadaşım aradı ve dedi ki: Üzerinde 5 senedir çalışıyorum. Uyarlamamla, sahnede oynanan metin arasında farklı bir dramaturjik durum oluştu.Âmâk-ı Hayal’i oyunlaştırırken nerelerde zorlandınız?Yönetmen Öncü Alper’in bakış açısıyla bizim oluşturduğumuz bakış açısı harmanlandı ve yeni bir durum ortaya çıktı. Bu durum klasik Âmâk-ı Hayal okurunu çok yadırgatmadan farklı bir lezzet sunmayı öneriyordu. Kitabı hiç okumamış kitle için de farklı bir oyun ifade ediyordu. 1908 yılında yazılmış, 1908 yılının düşünce havuzu içinde daha manidar duran bir metin var ve yüz yıl sonra “Raci kimdir, ne yapar, arayışı nerede temelleniyor? ‘Bunu nasıl gösteririz?”e odaklandık. İddiamız, düşünülmemiş, ya da düşünülmüş fakat ortaya konmamış metinler üzerinden hikâyenin doğasına uygun bir seyirlik oluşturmaktı. O noktada beklediğimiz tepkileri aldık.Oyunda günümüz esprilerine de yer veriyorsunuz. Duygu geri planda kalır endişesi yaşadınız mı?Raci’nin arayış iklimi, rüya aşamasında geçtiği için rüyanın mizahla yüklenmesinin ve Raci’nin gerçek hayatı içerisinde farklı bir iklim çağırmasının mantıklı olacağını düşündük. Rejinin bu halde ortaya çıkmasının temel meselesi, rüya evrenindeki geçmiş zaman hikâyelerini, karakterlerini nasıl algıladığımız. Yani Buda’ya Zerdüşt’e ve oradaki hikâyelere nasıl bir giysi giydireceğimiz ile alâkalı bir dramaturji yapıldı.Âmâk-ı Hayal’in orijinalinde de Raci, Simurg üzerinde yolculuk yaparken kahve pişirip içer, sigara tellendirir ve dolaplarda bulduğu İngiliz bisküvilerini yer. Oyundaki absürt komedi, metnin kendisinde de var...Kesinlikle. Mesela Zümrüdüanka sahnesini Karagöz oyunu gibi düşünmüştüm, yani oyunun içinde bir gölge oyunu olacaktı. Zaten epik öğeler var, bu fantastik bir Doğu hikâyesi. Brecht’in tiyatrosuna baktığınızda mizah hâkimdir. O da Çin-Japon tiyatrosundan etkileniyor. Aslında epik unsurlar bütün Doğu hikâyelerinde vardır. Hikmetli bir mizah vardır. Âmâk-ı Hayal’deki bir kapıdan başka bir dünyaya geçiş yapma fikri modern mânâda ilklerden biri bile olabilir. Batı’da furya haline gelen, Jumanji, Narnia Günlükleri gibi fantastik seriler aracılığıyla Amerika’dan gelen bir şey gibi algıladığımız bir durum 1908’de bu coğrafyada bu dille yazılan bir romanda var. Bizim çok engin bir halk hikâyesi ve masal geleneğimiz var. Meddah, dengbej, şaman, manasçı var. Zengin topraklar hikâyeleri de zenginleştiriyor. Amerikan sinemasının hikâye geleneğine yaklaşması bizim de bundan uzaklaşmamız tam bir simyacı hikâyesi gibi. Bize ait bir geleneği görmezden gelmişiz. Şener Şen’in, Adile Naşit’in yaptığı filmler tamamen geleneksel Türk tiyatrosu üzerine oturtulmuş, bu ülkedeki insanların seyirlik geleneğine uygun. Dönüp dolaşıp seyretmemizin sebebi bu. Düşünsel, omurgası olan bir anlatı geleneği. Dede Korkut hikâyeleri, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İbn Battuta Seyahatnamesi, Mesnevi, Kelile ve Dimne bugün Amerika’nın anlattığı konular. Doğu’nun fantastik, zengin bir kültürü var. Bunları günümüz algısına nasıl sunacağımız ile ilgili bir durum. Bizim evren algımızda her şey canlı, masa da canlı, her şeyin bir lisanı var. Dünya da bir nefis, güneş de bir nefis, kişileştiriyorsun.İlk kez sahneye çıkmış bir grubun oynamasının avantaj ve dezavantajı ne oldu?Takip ettiğim çok yetenekli, kabiliyetli genç arkadaşlar vardı, diyordum ki “Ne olur tiyatro yapın.” Böyle bir fırsat çıkınca “Gelin beraber tiyatro yapalım.” dedim. Çok yetenekli arkadaşların bir araya gelmesiyle oyun çıktı. Onların tiyatroda aldıkları yola bir parça katkıda bulunmak beni müthiş sevindiriyor.Nefes grubu, tiyatronun fiziksel imkanlarını kullanma noktasında çoğunlukla oyunculukla kapatıyor bazı şeyleri. Dijital sahne imkânları kullanmayı düşündünüz mü?Tiyatronun fiziksel imkânları sinemanın da daha ötesinde. Tiyatroda boş bir alan vardır, o boş alanda siz tanımlarsınız neyin ne olacağını. Tiyatronun tiyatro olarak anlatamayacağı hiçbir şey yoktur. Oyunu doğallığından koparmak bana sağlıklı gelmiyor. Dünyada tiyatronun dili de buraya geliyor. O yüzden teknolojik imkânları, simülasyonları koymaktansa oyunları oyuncu malzemesi ile ve perde duygusuyla anlatmanın doğru olacağını düşündük.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live