Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Dikkat, tuttuğunuz takım kilo yapmasın!

$
0
0
Futbolun insan hayatı üzerindeki yeri her zaman farklıdır. Bir spor dalında öte bir tutkudur aslında yeşil zemin üzerindeki o mücadele.Dünya üzerinde milyonlarca futbol severi peşinden koşturan futbol takımları, her maç öncesi fanatik taraftarlarıyla bütünleşir ve her hafta beraber yaşanır sevinç ya da hüzünler.Fanatik taraftarlar, o kadar bütünleşir ki takımlarıyla, adeta onlarla yer, onlarla içerler. Hayatlarına onların aldıkları neticelere göre yön verirken hiç farkında olmadan da sağlıklarıyla oynarlar. Örneğin, sürekli kazanan bir takımın taraftarları zinde ve fit bir hal alırken, tam tersi durumda yani sürekli olarak kaybeden bir taraftar grubu gittikçe kilo alarak hastalanır.Fransa'da yapılan bir araştırma, taraftar gruplarının kilolu olup olmamalarının, tuttukları takımın başarısına endeksli olduğunu ortaya koydu. Profesör Pierre Chandon'ın Fransa ve Amerika'da iki yıl boyunca yeme alışkanlığı üzerine yaptığı bir araştırma, uzun süre mağlubiyet yaşayan bir takımın taraftarlarının genelde yağlı ve kalorili yiyecekleri tercih ettiklerini ve bundan dolayı da kilo alma ve hastalıklara yakalanma oranlarının yüksek olduğunu ortaya koydu. Profesör Chandon, galibiyeti doya doya yaşayan takım taraftarlarının ise sağlıklı beslenmeden vazgeçmediklerini, dolayısıyla daha zinde ve sağlıklı olduklarını belirtti.Profesörün bu önemli araştırmasından yola çıkarak, Fransa'da Paris Saint Germain, Almanya'da Bayern Münih ve Borussia Dortmund, İspanya'da Barcelona ile Real Madrid taraftarları, sürekli kazanma alışkanlığı içerisinde olduklarından sağlıklı olurken, ligin dibine demir atmış galibiyete hasret takım taraftarlarının kilo ile problemleri var. Türkiye'de ise sürekli kaybetmeyen ve genelde kazanan üç büyük takım taraftarının gayet sağlıklı olduğunu söylememiz mümkün. Ama gerçekten öyle mi, yoksa Türkiye bir istisna mı? Bu sorunun cevabı ise maalesef bizde yok.

Dikkat, tuttuğunuz takım kilo yapmasın!

$
0
0
Futbolun insan hayatı üzerindeki yeri her zaman farklıdır. Bir spor dalında öte bir tutkudur aslında yeşil zemin üzerindeki o mücadele.Dünya üzerinde milyonlarca futbol severi peşinden koşturan futbol takımları, her maç öncesi fanatik taraftarlarıyla bütünleşir ve her hafta beraber yaşanır sevinç ya da hüzünler. Fanatik taraftarlar, o kadar bütünleşir ki takımlarıyla, adeta onlarla yer, onlarla içerler. Hayatlarına onların aldıkları neticelere göre yön verirken hiç farkında olmadan da sağlıklarıyla oynarlar. Örneğin, sürekli kaybeden bir takımın taraftarları zinde ve fit bir hal alırken, tam tersi durumda yani sürekli olarak kaybeden bir taraftar grubu gittikçe kilo alarak hastalanır. Fransa'da yapılan bir araştırma, taraftar gruplarının kilolu olup olmamalarının, tuttukları takımın başarısına endeksli olduğunu ortaya koydu. Profesör Pierre Chandon'ın Fransa ve Amerika'da iki yıl boyunca yeme alışkanlığı üzerine yaptığı bir araştırma, uzun süre mağlubiyet yaşayan bir takımın taraftarlarının genelde yağlı ve kalorili yiyecekleri tercih ettiklerini ve bundan dolayı da kilo alma ve hastalıklara yakalanma oranlarının yüksek olduğunu ortaya koydu. Profesör Chandon, galibiyeti doya doya yaşayan takım taraftarlarının ise sağlıklı beslenmeden vazgeçmediklerini, dolayısıyla daha zinde ve sağlıklı olduklarını belirtti. Profesörün bu önemli araştırmasından yola çıkarak, Fransa'da Paris Saint Germain, Almanya'da Bayern Münih ve Borussia Dortmund, İspanya'da Barcelona ile Real Madrid taraftarları, sürekli kazanma alışkanlığı içerisinde olduklarından sağlıklı olurken, ligin dibine demir atmış galibiyete hasret takım taraftarlarının kilo ile problemleri var. Türkiye'de ise sürekli kaybetmeyen ve genelde kazanan üç büyük takım taraftarının gayet sağlıklı olduğunu söylememiz mümkün. Ama gerçekten öyle mi, yoksa Türkiye bir istisna mı? Bu sorunun cevabı ise maalesef bizde yok.

Hık demiş, annelerinin burnundan düşmüşler

$
0
0
Türkçedeki bu deyim sadece insanlar için değil, hayvanlar için de geçerli. Annelerinin kopyası olan sevimli yavruları sizler için derledik.

Dergicilikte bir Aksiyon öyküsü

$
0
0
10 Aralık 1994’te Aliya İzzetbegoviç kapağıyla yayın hayatına başlayan Aksiyon, geçen hafta 20. yaşını kutladı. Eski ve yeni çalışanların aynı sofra etrafında toplandığı aile buluşmasına herkes habere koşarcasına heyecanla geldi.1990’lı yılların başı… Su tankerlerinin işgal ettiği, asfalttan eser olmayan, çamur deryasını andıran, çıkanın giremediği, girenin çıkamadığı Kalender Sokak… İstanbul Çobançeşme’deki bu sokaktan, siyah-beyaz basılan ‘Zaman’ isimli bir gazete, amatör bir ruhla her gün çıkmayı başarıyor. Gel zaman git zaman, sokağın 21 numaralı binasında haftalık bir haber dergisinin fikirleri oluşmaya başlıyor. Bir taraftan dergi için isimler telaffuz edilirken bir taraftan da oluşturulan çekirdek kadro tarafından çıkarılıp çıkarılamayacağı tartışılıyor. Nihayet isimler arasından biri öne çıkıyor ve 10 Aralık 1994’te ‘Aksiyon’ dergisi çamurlu Kalender Sokak’tan çıkıp “Bosna-Hersek’in ‘Bilge Kral’ı Aliya İzzetbegoviç” kapağıyla ‘Vira bismillah’ diyerek binlerce okura ulaşmayı başarıyor. Şüpheyle bakılan genç, idealist ve amatör kadro dergiyi çıkarmakla kalmıyor, üzerlerine hiç çamur bulaştırmadan arka arkaya ses getiren haberler, kapaklar yaparak herkesi şaşırtıyor. Ve aradan tam 19 yıl geçiyor... Habercilik ve yayıncılık anlayışından taviz vermeden yoluna devam eden, rakiplerinin kapanması ya da kulvar değiştirmesiyle sektörde yalnız kalan Aksiyon, 56 bin net satışıyla 20. yaşına basıyor.Ve 7 Aralık 2013 Cumartesi… Yolu Aksiyon’dan geçen, az ya da çok Aksiyon’un ekmeğini yiyip suyunu içen, Aksiyon’a aksiyon katan eski ve yeni isimler, yazarlar dergi tarihinde ilk kez buluşuyor. Zaman Gazetesi’nin Yenibosna’daki binasında gerçekleştirilen aile buluşmasına, habere koşar gibi geliniyor. Herkes heyecanlı, herkes birbirini özlemiş. Salona girenler birbirlerine uzun uzun sarılırken, ‘Şu da geliyor mu, bu da geliyor mu?’ diye soruyor. Geceye katılım neredeyse yüzde 100’e yakın. Amerika, Kanada, Almanya ve Danimarka gibi ülkelerdeki eski ve yeni Aksiyoncular bile salonda. Ayrıca, 17 yıl önce ailece geçirdikleri trafik kazasında vefat eden derginin haber müdürü rahmetli Ömer Erturgut’un eşi Ayşe Hanım, kızı Betül ve oğlu Celil Yıldırım ile 19 yıldır Aksiyon’un hiçbir sayısını kaçırmayan, satır satır okuyup arşivleyen Niğdeli okur Habip Yüksel de orada.Hasret gidermelerin ardından yemeğe geçiliyor. Kaşıklar sanki çorbaya değil, maziye sallanıyor. Sohbetin konusunu eski günler, hatıralar oluşturuyor. Aksiyon Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Bülent Korucu ve Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı birer konuşma yapıyor. Korucu, Cemil Meriç’in “Dergi, hür tefekkürün kalesidir. Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir.” sözünü hatırlatıp “Meriç’in bu sözünü üzerimize alıyor, önümüze hedef olarak koymaya çalışıyoruz. Arşiv değeri olan kalıcı izler bırakma peşindeyiz.” diyor. Türkiye’de dergiciliğin zor ve cesaret isteyen bir iş olduğunu da vurguluyor Korucu.Ekrem Dumanlı da haber dergiciliğinin zorluğuna değiniyor. Türkiye’de insanların okuma derinliğinin azlığı sebebiyle, düşünmeye sevk etmeyen çerez gibi haber modelinin çok yaygın olduğunu anlatan Dumanlı, Aksiyon örneğinin bir başarı öyküsü olduğuna dikkat çekiyor: “Bir yıl, iki yıl değil, tam 20 yıl dergicilik yapmak, hele hele Türkiye’de çok kolay bir iş değil, arkadaşlarımızla gurur duyuyoruz.”20 yılı görenlere plaketKonuşmaların ardından, çok istemelerine rağmen geceye katılamayan Mustafa Sungur (Derginin ilk genel yayın yönetmeni, şu an Amerika’da), Hamdullah Öztürk (yayın danışmanıydı, şu an Brezilya’da), Sezai Kalaycı (Ankara muhabiriydi, şu an Amerika’da) ve Yasin Yağcı’nın (muhabirdi, şu an Hollanda’da) görüntülü mesajları perdeye yansıtılıyor. Gecede Habip Yüksel ve rahmetli Ömer Erturgut’un ailesinin yanı sıra, derginin ilk sayısında da son sayısında da bulunan üç isme plaket verildi: Özellikle portre çalışmalarıyla tanınan Cemal Azmi Kalyoncu, Yazı İşleri Müdürü Necati Kola ve sinema yazarı Mahmut Nedim Hazar…Feza Yayın Grubu İmtiyaz Sahibi Ali Akbulut, Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Yardımcısı Mehmet Kamış, Cihan Haber Ajansı Genel Müdürü Abdülhamit Bilici, Today’s Zaman Genel Yayın Müdürü Bülent Keneş, Bugün Gazetesi Genel Yayın Müdürü Yardımcısı Mehmet Yılmaz, Medya Etik Konseyi Derneği Başkanı Halit Esendir, bir dönem Aksiyon’da haber müdürlüğü yapan Mahmut Çebi, derginin danışmanlığını yapan Yalçın Çetinkaya, yazar Ahmet Turan Alkan ile çok sayıda davetlinin katıldığı program, 20. yıl pastasının kesilmesi ve toplu fotoğraf çekimiyle sona erdi. Davetlilere, Aliya İzzetbegoviç’in kapak yapıldığı Aksiyon’un ilk sayısının tıpkı basımı hediye edildi. Program sona ermesine rağmen birçok eski ve yeni Aksiyon çalışanı, binadan ayrılmayıp geç vakitlere kadar sohbet edip hasret giderdi.O toplantıyı ömrüm boyunca unutamamMustafa Sungur (Aksiyon’un ilk genel yayın yönetmeni): Aksiyon’un 20. yıl gecesine katılamayan Mustafa Sungur, Amerika’dan duygu yüklü bir mesaj gönderdi. İşte o mesajdan bazı bölümler: “Aksiyon yayın hayatına başladığında, yayın kadrosunun gözlerinde çakan ışığın en yakın şahidiyim. O kutlu zaman kuşağında kim olursa olsun başarısız olma şansı yoktu. Aksiyon ilk sayılarında asıl zorluğu, teknik hazırlık ve baskı konularında yaşadı. Saman kağıda siyah beyaz basılan bir gazetenin sınırlı imkanlarıyla, kuşe kağıda renkli basılan bir dergi çıkarıyorduk. Aksiyon’u Aksiyon yapan, 28 Şubat kılıcının başımızda sallandığı günlerde, ‘Deniz Kuvvetleri’ndeki gemi skandalı’ haberidir. Bu haberimizden sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı Vural Beyazıt Paşa bizi Ankara’daki Kuvvet Komutanlığı’na davet ederek tam dokuz amiralle toplantı yaptırdı. Heyet, bu gemilerin alımıyla ilgili savunmalarını yaptı ve bizi meseleyi bilmemekle, hukuki işlemlerle itham etti. Toplantıya katıldığımız arkadaşımın konuyu kapatan ve toplantıyı bitiren çok önemli belgeyi çıkarıp masaya koyduğu o anı ömrüm boyunca ne ben ne de onlar unutacaktır.”Nasıl malzeme bulacağız diye endişeliydikMahmut Çebi (Aksi-yon’un ilk haber müdürü): Göreve başladığımız ilk günlerde en büyük endişemiz, dergiyi her hafta çıkaracak malzemeyi bulamamaktı. O yüzden ilk başta dört sayılık malzeme hazırlayıp yayın hayatına atıldık. Derginin ilk günlerinde de ekip çalışması çok iyiydi. Ses getiren dosyalar, aşk ve şevkimizi her geçen gün daha da artırıyordu. Hepsi genç ve ilk dergicilik tecrübelerini Aksiyon’da hayata geçiren gazeteci arkadaşlar birçok özgün dosyalara imza attı.

Altaylar’dan Anadolu’ya bir göç öyküsü

$
0
0
1936 yılının kış ayları. Altay dağı eteklerinde Mao yönetiminin baskıları dayanılmaz bir hal alır. Toplanan Kazak beyleri kalıp ölmektense, kendilerine yeni yurtlar, hayatlar kurmak için göçe karar verir.Kendilerini özgür hissedecekleri tek devlet olarak Türkiye’yi görürler. Çin’in komünist yönetiminin baskılarından bunalan 18 bin Kazak Türkü için ilk sınav, dünyanın çatısı olarak bilinen Himalayalar’dır. Yüksek irtifaya alışkın olmayan bedenleri gün be gün yorgun düşerek, bir bir dökülür. Ölülerini gömecek bir avuç toprak bile bulamadıkları zorlu yolculukta, cenazeler buzlar altına defnedilir. İlk hedefleri olan o zamanki Hindistan’ın Müslüman bölgesi, şimdiki Pakistan topraklarına ancak 3 bin kişi ulaşabilir. Himalaya yollarına yenik düşen Kazak Türkleri, bu sefer de Lahor’un sıcak iklimine alışamaz. Kolera gibi salgın hastalıklardan bir çoğu hayata veda eder. Kazak beyleri, Türk elçiliğine başvuru yaparak iltica taleplerini iletir. Ne acıdır ki talepleri geri çevrilir. Kabul edilmek için Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi beklenir. Adnan Menderes hükümeti iltica başvurularını kabul eder. Kazak Türkleri, Pakistan’dan gemi yoluyla kafileler halinde önce Basra Körfezi’ne, daha sonra İstanbul’a gelir. Kalabalık bir nüfusla yola çıkan Kazaklardan Türkiye’ye ancak bin 800 kişi ulaşabilir. İstanbul’da bir süre kaldıktan sonra Anadolu’nun değişik illerine dağılırlar. Bir kısmı Manisa, Aksaray, Kayseri, Konya ve Niğde’ye gönderilir. En kalabalık grup için ise 1955 yılında Niğde’nin Ulukışla İlçesi’ne bağlı Altay Köyü kurulur. Bozkırda her aileye otuz dönüm arazi verilir. İlk zamanlarda çevre köylülerle uyum sorunu yaşasalar da bu durum zamanla aşılır. Göçer bir toplum olan Kazak Türkleri hayvancılıkla sürdürdükleri hayatlarını ve kültürlerini hâlâ koruyor. Kimliklerini kaybetmemek için bir dönem dışarıdan kız alıp vermeyi bile yasaklamışlar. Zamanla şehir dışına çıkan gençler bu sınırları aşmış. Yerleşik hayata yeni yeni alışan Kazaklar, eski hayatlarını unutmamak için oba çadırını köy meydanına kurmuşlar. Düğün ve taziye gibi törenlerini bu çadırda yapıyorlar. El işi deri ürünleriyle geçimlerini sağlayan Altay köylülerinin her evinde bir atölye bulunuyor. Zamanla bu işler de azalınca köy ikinci bir göçle karşı karşıya kalmış. Yeni nesil iş bulmak ve okumak için şehirlere göç etmiş. 120 hane olarak kurulan Altay köyünde bugün 22 hane yaşıyor.

Sessiz dünyada da binbir renk ve şive var

$
0
0
Dünya Mandela’nın cenazesindeki sahte tercümanı konuşuyor. İşitme Engelliler Milli Federasyonu Başkanı Ercüment Tanrıverdi, “Türkiye’de de ehil olmayan kişiler var.” diyerek uyarıyor.Geçtiğimiz hafta hayata gözlerini yuman Güney Afrika’nın efsanevi başkanı Nelson Mandela, hafta içinde adına yakışır bir şekilde uğurlandı. Resmî cenaze törenine, ABD Başkanı Barack Obama, İngiltere Başbakanı James Cameron ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın da aralarında bulunduğu 40’ın üzerinde dünya lideri iştirak etti. Güney Afrikalı yetkililer, hayatını mücadele ve zorluklarla geçirmiş bir lidere son görevlerini yaparken, hakkında övgü dolu konuşmaları tercüme etmek üzere bir işaret dili tercümanı bulundurmayı da ihmal etmemişti. İşte ne olduysa bu sırada oldu. Merasimden kısa süre sonra, yapılan konuşmaları işaret diline çeviren Thamsanqa Jantjie adlı çevirmenin sahte tercüman olduğu anlaşıldı. Güney Afrika Sağırlar Federasyonu Ulusal Direktörü Bruno Druchen durumdan şikayetçi olarak, “Obama’nın konuşması da dahil olmak üzere konuşmaları tercüme eden tanımadığımız bu şahıs, tüm dünya medyasının önünde ellerini anlamsız şekilde sağa sola oynatıyordu.” açıklamasında bulundu. 41 yaşındaki Güney Afrikalı tercümanın devamlı aynı hareketleri yaptığı, havaya yumruk sallayarak manasız jest ve mimikler yaptığı işaret dilini bilenlerce hemen anlaşılmıştı. Kısa sürede dünyada en çok konuşulan kişiler arasına girmeyi başaran Jantjie’nin oraya nasıl geldiği ve resmi bir görev için nasıl seçildiği hâlâ bir sır olma özelliğini koruyor. Peki duyanlar olarak, bu işin bize bakan tarafı ne? Acaba Türkiye’de de aynı durumlarla karşılaşmak mümkün mü? İşaret dilini ne kadar önemsiyoruz. Tüm bu soruları Türkiye İşitme Engelliler Milli Federasyonu Başkanı Ercüment Tanrıverdi’ye sorduk...Yeminli tercüman aranıyor!Annesi ve babası işitme engelli olan Ercüment Tanrıverdi’nin kendisi ve iki kardeşinin işitme kabiliyetinde problem bulunmuyor. Ancak ev içinde iyi bir iletişim sağlayabilmek için Türk işaret dilini bir nevi anadil olarak öğrenmişler. Şu an Türkiye’nin en iyi işaret dili tercümanlarından biri. Çeşitli televizyon programı ve resmî organizasyonlarda görevler alıyor. Tanrıverdi, aynı zamanda Türkiye genelinde 60’a yakın şubesi bulunan Türkiye İşitme Engelliler Milli Federasyonu’nun başkanlığını da yürütüyor. Ülke içinde işaret dili eğitimi veren kurum ve derneklerin bağlı bulunduğu federasyon, halihazırda Türkiye’deki en kapsamlı işitme engelliler çatı örgütü.Ercüment Tanrıverdi, Türkiye’de bu alanda büyük ihtiyaç olmasına karşın günümüzde hastane, adliye ve birçok resmî kurumda görev yapabilecek yetkin tercümanların bulunmadığını belirtiyor. Halihazırda Türkiye sınırları içerisinde ne kadar kişinin bu dili bildiği hesaplanmış değil. Öte yandan, kaba bir tabirle 12 milyon engelli vatandaşın içinde 1 buçuk milyon kişinin duyma probleminin olduğu tahmin ediliyor. Türk işaret dili ile anlaşmak zorunda olan kimselere çeşitli dernek ve merkezlerde sınırlı sayıda eğitim verip belli bir seviyeye getirebilmek mümkün iken yurt genelinde geçerli olacak bir sınav veya sertifika verilemiyor. Bununla beraber birkaç üniversitede işitme engelliler öğretmenliği bulunuyor. Bu mevcut eğitimler de akademik manada veya resmî işlerde yetkin hale gelmeye henüz kâfi değil.“Dilimizi konuşuyor musun?”Ercüment Tanrıverdi, görevi gereği birçok dünya ülkesinde yapılan uluslararası işitme engelliler toplantılarında bulunuyor. Buralarda bulunduğu zamanlarda ise uluslararası işaret dilini kullanıyormuş. Sessiz dünya da binbir renk ve şive barındırıyor. Kulakları işiten insanların kullandığı İngilizce, Arapça, Türkçe veya Fransızca gibi farklı diller olduğu gibi her ülkenin de ayrı ayrı işaret dilleri bulunuyor. Hatta dillerin de kendi içinde yöre farklılıklarını gösteren kelimeleri bulunduğunu söyleyen Tanrıverdi, dünya üzerindeki tüm sağırların anlaşabilmesi için bir de uluslararası işaret dili bulunduğundan bahsediyor. Kendisi de bu dili uluslararası kongre ve organizasyonlara katılması sayesinde öğrenmiş. Türkiye’ye bu dili bilenlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmeyeceğini dile getiriyor. Ercüment Tanrıverdi’nin dikkati çektiği nokta ise Türkiye’de bu lisana olan ihtiyacın giderek artış gösterdiği ve çeşitli kurumlarca verilen derslere olan rağbetin giderek arttığı. Yurtdışındaki temasları ve lobi faaliyetleri sonucu, Türkiye’nin, 2015 yılındaki Dünya Sağırlar Federasyonu Genel Kongresi’ne ev sahipliği yapacağını müjdeliyor Tanrıverdi. Buradaki tek amaç dünya üzerinde ne gibi ilerlemeler kaydedildiğini ülke yetkililerine gösterebilmek. İşitme engelliler, dünyada sırt sırta verip büyük işler başarmışlar. Bunların en güzel örneği, Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan faaliyetler. Bebeklerin işitme probleminin anlaşılmasından itibaren verilen eğitimden üniversiteye kadar olan seyrini nazara alırsak Türkiye’de yapılanlar Amerika’dakilere göre devede kulak kalıyor. Bu ülkede işitme engelliler, birçok dernek ve yapı oluşturdukları gibi bu dili ne kadar iyi bildiklerini ispat eden bilgi yarışmaları bile düzenliyor. Hatta Washington’da bulunan Gallaudet Üniversitesi sadece ve sadece işitme engellilerin hizmetine sunulmuş. Üniversitenin dekanından öğrencisine, akademisyeninden temizlikçisine kadar herkes işaret diliyle anlaşıyor, dersler yine bu dille yapılıyor.

Memleket sıkılmış aga, gülmek istiyor

$
0
0
Eğlenceli, samimi iki komedyen Ahmet Kural ile Murat Cemcir. Çalgı Çengi ile beyazperdeye sessizce adım attılar, İşler Güçler dizisiyle adlarını ezberlettiler. İlk filmin devamını beklerken Düğün Dernek ile çıkagelen ikiliyle sohbetteyiz.Seyirci Çalgı Çengi’nin devamını beklerken araya düğün girdi. Nedir sebebi?Murat Cemcir: Düğün Dernek bizim Selçuk’la (Aydemir-Yönetmen) ilk bir araya geldiğimiz proje. O dönem Kültür Bakanlığı’na başvurduğumuz, kendi imkânlarımızla çekmek istediğimiz bir filmdi. Ciddi miktarda bütçe gerektiriyordu, paramız olmadığı için vazgeçtik. Sonra Çalgı Çengi’yi çektik. Ciddi bir etki yaratınca sanki Çalgı Çengi hayatımızın işiymiş gibi oldu. Süreç 5 yıldır aklımızda bulunan filmi yapalıma getirdi, BKM de destek verince ‘tamam’ dedik.Neden Kütahya, Tokat değil de, Sivas’ı mesken tuttunuz?Ahmet Kural: Selçuk Sivaslı ondan. “Sivas’a borcum var, onu ancak bir filmle ödeyebilirim” dedi ve orası için bir film yaptı. Halaydan yola çıkarak yazdığı bir hikâye. Gitmeden önce Sivas’ı bir turizm merkezi olarak mı biliyordunuz?A.K: Yok. (Gülüyor) Güzel bir mizah yapmış filmde. “Biz gitmiyor, kalmıyoruz ki. Millet niye kalsın?” Güzel espri.M.C: Çok güzel yerler de var. Divriği, Şelale… 1200’lü yıllardan gelen bir şey var.Daha önce gidip geliyor muydunuz?A.K: Ben ilk defa gittim. Bir hafta öncesinden. Murat, Tokatlı. O önceden gitmiş.M.C: Sivas’a devlet parasız yatılı sınavı için gitmiştim, kazanamadım. Fen lisesi sınavına gittim, kazanamadım. Üniversite sınavına gittim, yine kazanamadım. Geçen gün orada gala yaptık. O zaman yüzüm güldü.Sivas’ın mizahını, kültürünü bir haftada filmin içine almak kolay olmasa gerek...A.K: Bütün işlerimizde birkaç ay öncesinden kapanma durumumuz oluyor. Murat zaten oranın şivesine hâkim. Sete çıkmadan ne yapacağımızı biliyorduk. Murat’ın babası filmde de babasını oynadı. Doğallığı yakalamamız için bize çok yardımcı oldu.Yönetmenin memleketinde olunca böreklerin, dolmaların gelip gittiği bir set mi oluyor?A.K: Allah eksik etmesin, setlerimizde kendimizi yemekten geri koymuyoruz. Yemek hadisesini çok seviyoruz. Çalışırken Selçuk’un kafası gittiği için hiçbirimizle ilgilenmiyor.M.C: Setimin olmadığı bir gün otelden dışarıyı izliyorum. Bunlar bir şeyler konuşuyorlar. Bir tane tüp kamyonu var. Ahmet gelip duracak, içeri girecek. O kadar. Sonra Selçuk’un kendini gülerek yere attığını gördüm. Koşarak aşağı indim, ‘Ne oluyor?’ dedim. Şimdi Ahmet arabadan atlayıp arabayı durduracak, dedi. Yaa yürü bir git, dedim.A.K: Sabah 07.30’da kalkmışım, makyajımı yapmışım. Bana şunu diyor: Arabadan in, giderken durdur! Tövbe tövbe, bunu nasıl yapayım hocam? Bir iki dakika bekledim. Onu bana söylüyorsa kesin yapacağımı biliyordur, ben de nasıl yapacağımı düşünüyorumdur. Arabayı boşa aldım, inip durdurdum.Birbirinize yaslanarak oynadığınız halay sahnesi bir hayli dikkat çekti. Hüzünlü bir hikâyesi varmış...A.K: 41-42 farklı halayı var Sivas’ın. Tamamı kas gücüne bağlı. Biri ötekine benzemiyor. Bizim kültürümüzde halayların genelde dramatik bir altyapısı olur, zamanla eğlenceli hale getiririz. Halayın hikâyesi şöyle: Kurtuluş Savaşı döneminde öndeki Mehmetçik yorgun düşüyor, arkasındakiler düşmesin diye onu dik tutmaya çalışıyorlar. Öyle anlattılar, yalan olmasın.41-42 halayın kaçına hâkimsiniz?A.K: Hiçbirine. (Gülüyor) O gördüğünüz halayın bir kısmı sadece. Görsel olarak iyi olsun diye yapmak istedim. Bizim yapamayacağımız şey yok aslında. İki gün göstersinler, yaparız. Ama zor tabii.Film, soluksuz bir komedi vaat ediyor ama finale nefesi yetmiyor eleştirileri var. Ne dersiniz?M.C: 7 defa seyirciyle beraber filmi izledik. İzmir, Köln, Sivas, Ankara… Seyircinin bir kısmı ilk yarıda çok gülüyor, ikinci yarı heyecanlı diyor. Çok daha fazla espri bombardımanına tutabilirdik ama yapmadık. DVD’de artık.A.K: Seyirci gülerken diğer espriyi kaçırıyor, onun için ikinci kez gittiği oluyor. Aaa bu da komikmiş, diyor.M.C: Komedi filmleri bizde genellikle hikâyeden yoksun, tiplerle yol alıyor. Seyirci Çalgı Çengi’de şaşırdı. Film ağır ilerliyor, karanlık bir atmosferi var. Normalde hiç kimsenin izlemeyeceği türden bir filmken nereden baksanız 5,5-6 milyon takipçisi var internette. O filmden sonra motivasyonumuz kendimiz gülelim, her defasında başka bir üslupla yapalım, aileye ulaşalım oldu. Sizi sadece belirli bir kitle izliyor eleştirisi geliyordu. Bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Memleket sıkılmış aga, insanlar gülmek istiyor. A.K: Ertem Eğilmez filmleri gibi Adile Naşit, Münir Özkul’umuz var, başrolümüz yok.Ankara ağzını çok iyi konuşuyorsunuz. Bu, sete sızmadı mı?A.K: Ben Ankaralıyım. Murat Tokatlı. İkisi de İç Anadolu’dan. Onun babası şoför, benimki memur. Yıllarca her yeri gezdik. O ağız böyle büyüyen çocukların içine yerleşir. Genetik kodlarımızda var. Onu da yaptık, basit oldu.Birkaç yerde gereksiz argoya başvurmuşsunuz...M.C: İnanın buna çok dikkat ediyoruz. Kendimizi seyircinin yerine koyarak sinema yapıyoruz çünkü. Altını çizerek aile filmi diyoruz. Hayatın içinde ne kadar varsa o kadar. Hatta kıstık. O küfür değil, kültürel bir kot.A.K: Sivas’ta yaşayan bir tüpçüyüm. Küfrederim. Daha doğrusu kabalık yaparım. Tabii ki dozu aşmadan. Ağır oluyor ama insanlar güldüğü için içinde eritebiliyor.Bıyıksız çıkmaktansa saçsız çıkarım!Saçları kazıtmış, göbek yapmışsınız.A.K: Saçımı, bıyığımı da boyattım. Kilo almadım, biraz şişirerek oynadım. Murat 600’e yakın kaynak yaptırdı, yüzünü, saçını beyaza boyattı. Cilt sorunu yaşadık ama değdi.M.C: Tırstık. Scarface (Yaralı yüz) olacaktım bir ara. O 24 saat geçmedi. Ertesi gün çok rahatladım.Set sonrası nasıldı?A.K: Normalde set bittikten sonra saçı kazıtmamam lazım. Bir hafta, 10 gün beklemem gerekiyor ki bir daha çekim yapmamız gerekebilir diye. Stop dendi, usturayı vurdurdum. O halim daha güzeldi. Hocadan da izin aldık Allah’tan.Kazıtılmış kafayla insan içine çıkmaktan utanmadınız mı?A.K: Memnundum. Bıyıksız çıkmaktansa saçsız çıkmayı tercih ederim.Çalgı Çengi’de zorla komedi oynattılar demişsiniz. Zorla?..A.K: Murat geldi, “Selçuk’la Çalgı Çengi’yi yapacağız, oynar mısın?” dedi. Sinemaya çıkacak, sonrasında televizyona satılıp para kazanılacak bir yapım. Tamam demeden mırın kırın ettim, jön havalarında geziyordum çünkü. Komedi yapabileceğime inanmıyordum. Bendeki yeteneği ortaya çıkaracak adamın karşıma çıkmasını istiyordum. Selçuk’la yolumuz kesişti. Ne yapabileceğimi çok iyi biliyor. Birbirimizi çok iyi tanıdığımız için başarılı şeyler ortaya çıkıyor.Komedi oynayabileceğinizi setteki performansınızla mı gördünüz yoksa?A.K: Ramazan Güzeldir diye bir iş vardı. Bir bölümlüğüne gittim, Erdal Tosun, Sümer Tilmaç dâhil herkesi dövdüm. Ramazan’da mahalleye gelen, davulcuyu bile haraca bağlayan bir mafya karakteri. Kuzuyu bile dövüyor. Sonrasında Çalgı Çengi geldi. Biz Bir Bulut Olsam dizisinde karşılaştırıldık ve boşuna olmadı diye düşünüyoruz. Bu insanların bir görevi var ona inanıyoruz. Allah bozmasın diye dua ediyoruz. Birbirimizi kolay kolay satacak adamlar değiliz.Albüm tekliflerinin haddi hesabı yokFarklı rollerle renkli oyuncular olduğumuzu gösterelim düşüncesi var mı?M.C: İlk filmim ile ikincisinin açılışını kıyaslayan yabancı bir seyirci çok şaşırır. Bu adamlar ne yaptı da böyle ilgi görüyor? Oysa arada bir dizi yaptık. 13 bölüm süren Üsküdar’a Giderken var bir de. 10 yıldır sektörde olan adamlar değiliz. Yaptığımız işlerin resimlerini yan yana koyun, hepsi çok farklı adamlar. Bu beni çok mutlu ediyor.Cemcir, Zeki Demirkubuz’un filminde oynadı. Kıskançlık oldu mu?A.K: Oldu. Çatladım. Demirkubuz’un filminde oynamak bana ve birçok insana göre başka bir şey.Sivas’taki galada nasıl karşıladılar sizi?A.K: Davul, zurnalarla. Üniversitede halaylar çektik. Sinemanın önü tıklım tıklımdı. Yarı Sivaslı olduk, içimize yerleşti. M.C: Bekliyordum da bu kadarını değil. İzdiham kelimesinin karşılığını gördüm.Selçuk Aydemir’in heykelini dikerler artık...A.K: Biraz fazla alçı kullanmaları lazım.M.C: Onu artık butafordan falan yaparlar. (Gülüşmeler)Siz kimlere gülüyorsunuz?A.K: Şafak Sezer’in komedisini beğeniyorum. Yıllardır hayranım ona. Şener Şen’i tek geçiyorum. Yurtdışından değişik mizah kafalarını takip ediyorum.M.C: Ben Ahmet Kural’a gülüyorum. Bir de Emre Gündüz diye bir arkadaşım var, ona.A.K: Sanatçı olarak sordu. Ona bakarsan ben de kendime çok gülüyorum.Entarisi Dım Dım Yar, 7 milyondan fazla tık aldı. Albüm teklifi geliyor mu?M.C: Çalgı Çengi’den sonra gelen albüm teklifinin haddi hesabı yok. Biz müzisyen değiliz. Şarkı, türkü söylemek işimiz değil.A.K: Hadsiz değiliz. Söylediğimiz şarkıların albümü yapılabilir. Öyle bir şey olursa evet.

Yeni hayat yeni insan

$
0
0
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ndeki “Cumhuriyet: Yeni İnsan Yeni Hayat” adlı sergi, beni doyurmadı. Çünkü madalyonu tek yüzüyle veriyordu. Peki ya dışlananlar, ötekileştirilenler ve tepeden inmeci yaklaşıma ayak uyduramayıp direnenlere hangi muameleler yapılmıştı?Tepebaşı’nda, Pera Müzesi’nin hemen ilerisinde İstanbul Araştırmaları Enstitüsü var. Zaman zaman uğrar, bakalım bu sefer nasıl bir sergi düzenlemişler diye merakla gezerim. Pera Müzesi’nin aksine görsel zenginliğinden çok, kültürel geçmişe dair tarihi hatırlatmalarla öne çıkan çalışmalardır bunlar. Dolayısıyla haz vermek yerine düşündürürler insanı. Bu kez karşıma küratörlüğünü Ekrem Işın’ın yaptığı “Cumhuriyet: Yeni İnsan Yeni Hayat” adlı sergi çıktı. Açılışı 29 Ekim’e denk gelmese de sanırım Cumhuriyet’in 90’ıncı yılı etkinlikleri çerçevesinde düşünülmüştü. Tanıtım metninde serginin “1930’lu yıllardan başlayarak, Cumhuriyet’in gururlu ve coşkulu bilim insanlarının ve entelektüellerinin, öğretmenler, askerler, doktorlar, mühendisler, hukukçular ve diğer meslek mensuplarıyla el ele vererek oluşturduğu bir yeniden doğuşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaratılış mucizesine ışık tuttuğu” ifade ediliyordu.Yeni hayatın küratörce seçilmiş yeni insanları ilk kadın arkeolog Halet Çambel, besteciler Adnan Saygun ve İlhan Usmanbaş, mimarlar Sedad Hakkı Eldem ve Turgut Cansever, şair Oktay Rifat, sinema ve tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul ve Ankara muktedirlerinin devam ettiği Karpiç Lokantası’nın sahibi George Karpitch’ti. Sergi, bu insanların fotoğrafları ve bazı kişisel objeleriyle birlikte, Cumhuriyet’in felsefesini anlatan pano metinlerinden ibaretti. Basın dosyasında küratörün kaleme aldığı ve serginin manifestosu sayılabilecek bir makale vardı. Enstitü, ayrıca sergiyle aynı adı taşıyan oldukça kapsamlı, kalın bir kitap hazırlamıştı.Sergi, hem insan malzemesinin zayıflığı, hem de madalyonu tek yüzüyle vermesi açısından beni doyurmadı. Resmî ideolojinin bildiğimiz savlarını kutsayarak tekrarlamaktan öteye gidilememişti. Sergi dokümanlarına göre Cumhuriyet şöyle resmediliyordu:Başkasının değil kendi sesiyle konuşan insan yaratılmıştı. Sınırın ötesini merak eden, sorgulayan insandı bu. Fethedip kaderine terk eden değil, keşfedip inşa eden insandı. Cumhuriyet, yönetenle yönetilen arasındaki uzaklığı kapatmış; köylü, milletin efendisi olmuştu. Yeni hayat özgürlüktü. Eski hayatta toplum birbirine yamanarak yaşamaya alıştırılmış bir kalabalıktan ibaretti. Cumhuriyet ontolojik bir mucizeydi. Sınırları daraltılmış hayattan, sınırları genişletilmiş hayata geçilmişti. Cumhuriyetçi entelektüeller eski hayatın enkazı altında kalan insanı ve kültür varlığını kurtarmışlardı. Cumhuriyet bir acil müdahale, ilk yardım ve yeni hayata dönüş hareketiydi. Eski insanın yurdu yoktu, toprak kavramı bir bilinç nesnesi değildi. Eski insan kendisi adına düşünenlerin söylediklerini tekrarlıyordu, niçin yaşadığını, kim olduğunu bilmiyordu. Cumhuriyet, çok sesliydi, çoğulcu bir dille konuşuyordu. Konsere, baloya gitmekten lokantada yemek yemeye kadar çağdaş değerler etrafında sosyalleşilmişti. Artık kadın-erkek yan yanaydı, kafesli mahremiyet yerine balkonlu özgürlük gelmiş, iki cins arasındaki perde kalkmıştı. Çünkü yeni hayatta riyakârlığa yer yoktu. Cumhuriyet, karanlıktan aydınlığa çıkma hareketiydi. Cumhuriyet ideolojisi aydın, ilerici, yaratıcı, uygulayıcı, özgür birey prototipleri oluşturmuştu. Yeni harflerin öğretimi, okuma-yazma bilmeyenleri bu imtiyaza sahip olanlarla eşitlemişti. Cumhuriyet, merkez-taşra, doğu-batı arasındaki mesafeleri kaldırmıştı. Cumhuriyet, halkın sesine kulak vermiş, yerel müzik derlemeleri yapılmıştı.Işığın doğurduğu gölgeler nerede?Sergi bu tabloyu mutlak gerçekmiş gibi sunuyor, ışığın doğurduğu gölgeleri sorgulamadığı gibi bu yargıların her birinin kendi karşıtını yarattığından da bahsetmiyordu. “Peki ya dışlananlar, ötekileştirilenler, damgalananlar, tepeden inmeci yaklaşıma ayak uyduramayıp direnenlere yapılan muameleler?” gibi bir soruyu muhatap almamıştı. Evet arkeolojik kazılar yapılıp toprağın altından eski uygarlıkların kalıntıları çıkarılmıştı. Peki ya yeni hayata uyum gösteremeyip toprağın altına yollananlar, onlardan hiç bahis yoktu.. Şapka giymeyen başların kesilmesi Cumhuriyet’in erdemlerinden biri miydi mesela? Çok sesli müziğe prim veren Cumhuriyet neden düşüncede çok seslilikten korkmuş ve en tabii insan haklarını sorgulayanları cezalandırmıştı? Türk müziğini yasaklamak da neyin nesiydi? Allah aşkına, köylü ne zaman milletin efendisi olmuştu ki? Şalvarıyla, kasketiyle Ulus Meydanı’na girmesi yasaklanan o köylüler değil miydi? Yönetenle yönetilen arasındaki mesafenin kapatıldığı nasıl söylenebilirdi? Bırakalım serginin odaklandığı 30’lu yılları, günümüzde bile tek adam diktasının sürdüğü siyasi parti düzeninde bu uçurum hâlâ devam etmiyor muydu? Cumhuriyet, kendi sesinden başkasını tekrarlamayanları susturmamış mıydı yani? En başta Kürtler, Aleviler, dindarlar, gayrimüslimler olmak üzere, hayatlarını kendi bildikleri doğrularla yaşamak isteyenlere devletin kapıları kapanmamış mıydı? Halk yeni alfabeyi öğrenerek cahillikten kurtulmuştu da, eski yazıyla üretilen öz kaynaklarına, tamamen kötülenen, yok sayılan tarihine yabancılaştırılmamış mıydı? Hayatta kalma içgüdüsüyle inanmadığı halde inanmış gibi yapma alışkanlığına zorlanmamış mıydı halk? Bu takiye yapma geleneğinin temelleri o yıllarda atılmamış mıydı? Başında örtüsü var diye kadınların evde oturmaya mahkûm edilmesi, eğitim ve iş imkânlarından mahrum edilmesi Cumhuriyet’in hangi dosyasına konulabilirdi?Sergiden ayrıldıktan sonra kendi kendime söylenmeye devam ettim. Yirminci yüzyılın başında imparatorluklar çağı bitmişti. Elbette ki cumhuriyetle yönetilecektik. Önemli olan tabela değişikliğiyle yetinmemek, hakiki bir demokrasiye geçmekti. Ne yazık ki kuşatıcı değil ayrıştırıcı olundu. Resmî cumhuriyet ideolojisi, bu toplumun mayasına öyle bir kutuplaşma virüsü soktu ki, 90 yıl geçti hâlâ kurtulamadık. İktidarlar değişiyor ama ideolojisi Cumhuriyet karşıtı gibi görülenler de dahil olmak üzere, gücü eline geçirenler daima kendilerinden olmayanları baskılıyorlar. Güya 1950’lerde çok partili hayata geçtik ama bizden hâlâ tek sesli olmamız isteniyor. Cumhuriyet’in 90’ıncı yılında asıl bunları konuşmak gerekmez mi? Cumhuriyet’in tek tip insan yetiştirme projesi olduğu gerçeğiyle ne zaman yüzleşeceğiz? Yüceltilen öncü insanlar yelpazesinin artık genişletilmesi zamanı gelmedi mi? Cumhuriyet’i sorgulayanların hepsi vatan haini miydi, onlar hiç çalışmadılar mı, üretmediler mi, aralarında hiç mi değerli insanlar yoktu, neden onların adları zikredilmiyor?100. yılda belki...“Yeni İnsan, Yeni Hayat” demek kolay. Eski ve yeni kavramlarının son derece suni olduğunu, tarihin keskin bir bıçak olarak kullanılamayacağını, Batılılaşma hamlelerinin Osmanlı’da başladığını, her şeyin birbirini kapsayarak, dalgalanarak aktığını, medeniyetin kompartımanlara ayrılamayacağını nasıl bilmezlikten geliriz? Evime dönerken kar yağmaya başladı. Başımı göğe çevirdim ve belki gaipten bir ses gelir diye hüzünle sordum: Cumhuriyet’in 100’üncü yılına 10 yıl kaldı. O zamana kadar hayata tek gözle bakmaktan kurtulur muyuz acaba? Tam o anda gök gürlemez mi? Sonradan öğrendim. Bir yerlere yıldırım düşmüştü.

Müşterisine dindar, çalışanına zinhar

$
0
0
İslâmda iş ahlakının temel prensiplerinden biri emeğin hakkını vermek. Ancak muhafazakâr işverenler arasında da bu konuda kendilerinden beklenen hassasiyeti göstermeyenlere rastlamak mümkün.Türkiye’de dindarların daha görünür olmasıyla birlikte üretim ve tüketimde İslâmî esaslara uygunluk daha çok dile getiriliyor. İçinde camisi olan siteler, tesettürlülere hitap eden tatil mekânları, oteller, helal etiketiyle çıkan gıda ürünleri… Bütün bunlar artık muhafazakâr tüketicilerin de dikkate alındığını gösteren bazı örnekler. Peki, muhafazakar tüketici tercihlerini her geçen gün daha çok önemseyen iş dünyası, çalışanın hakkına riayet etme konusunda ne kadar hassas? Ticarî hayatında dinî değerleri önemseyen muhafazakâr şirketler, yanında çalıştırdıkları kişiyi mağdur etmeme inancına sadık kalabiliyor mu?Çalışanın hakkını koruma konusunda dindar işverenlerden daha hassas olmaları beklenirken hem çalışanlar hem de bu alanda faaliyet gösterenler, muhafazakar kimlikle ortayaçıkan şirketlerin de bazen bu beklentiyi karşılayamadığı görüşünde. İş ilişkilerini dinî söylemler etrafında şekillendiren, pazarlamasını bu hassasiyet ve kul hakkına vurgu yaparak gerçekleştiren şirketler, yanında çalıştırdığı kişilere karşı olabildiğince kapitalist davranabiliyor. Vaktinde ödenmeyen maaşlar, sigortasız işçi çalıştıranlar, mobbing (psikolojik baskı), maaşın düşük gösterilmesi yoluyla eksik ödenen SGK primleri, ödenmeyen asgari geçim indirimi (AGİ) ücretleri, yaşanan onlarca mağduriyetten bazıları.Emeğin hakkını vermek aslında bütün ahlakî öğretilerde istenen bir davranış. Bu sebeple dünyada işçi ve çalışan hakları üzerine sayısız faaliyetler düzenleniyor. İslâmiyet’in de bu konuda ne kadar hassas olduğunu hem Peygamber Efendimiz’in (sas) hayatında hem de Kur’an-ı Kerim’de görebiliyoruz. Bir hadis-i kudsîde geçen “Kıyamet gününde ben üç grubun hasmıyım: Benim adıma söz veren sonra dönen kimse, hür bir insanı satıp bedelini yiyen kimse ve bir işçi istihdam edip ücretini vermeyen kimse.” ifadesi de İslâmiyet’in bu konuda ne kadar hassas olduğunun göstergesi.Sözümüz, kul hakkına kılı kırk yararcasına riayet edenlerin meclisinden dışarı; ancak İslâmî söylemlerle yola çıkan işverenler de zaman zaman çalışanların hukukunu koruyamıyor. İşler biraz ters gittiğinde önce yanında çalıştırdığı kişilerin harcamalarını kesen şirketler, insan sağlığını tehdit eden uygulamalara bile gidebiliyor. Bu uygulamalar, gösterişli reklamlara büyük bütçeler ayıran ve milyon dolarlık anlaşmalara imza atan şirketler de dâhil iş dünyasının önemli bir kısmı için geçerli. ‘İşçinin ücretini alın teri kurumadan verin’ şiarı ile ticaret etmesi beklenen muhafazakâr şirketlerdeki çelişki ise diğerlerinden daha iğreti bir durum olarak yorumlanıyor.Ücrette hak gözetmemek dünyevileşme belirtisiMuhafazakâr şirketlerin sergilediği bir diğer çelişki, başörtülü çalışan tercih etmemesi. Gerekçeleri ise her kesimden müşteri ile ilişkileri iyi tutmak. Örneğin gıda mühendisi Zeynep Ç.’yi başörtülü olduğu için tanınmış bir gıda markası işe almamış. Fotoğrafsız CV gönderdiğinde bir sorunla karşılaşmayan Zeynep Hanım, yüz yüze görüşmede makul bir gerekçe sunulmadan ret cevabıyla karşılaşmış. Şu an farklı bir sektörde çalışan Zeynep Hanım, “Birlikte mezun olduğumuz ve başörtülü olan birçok arkadaşım aynı sorunu yaşadı.” diyor.Halkla ilişkiler ve iletişim mezunu Asiye K. da neredeyse hiçbir şirketin kurumsal iletişim departmanında başörtülü çalışan istemediğini söylüyor. Kabul edilse bile ön planda olmayan, masa başı pozisyonlar veriliyor. İş ilanlarında yer alan ‘prezantabl’ ifadesine Türkiye’nin kazandırdığı bir anlam da bu.‘İşadamlarında Dindarlık ve Dünyevileşme’ kitabının yazarı, din sosyoloğu Abdurrahman Kurt, dindar bir işverenin çalışan alırken başörtüsü ayırımı yapmasını kabul edilemez buluyor. “Bu durum, yaşanılan çelişkiyi ortaya koyar. Dünyevileşme ve sekülerleşme belirtisidir.” diyen Kurt’a göre bunun hiçbir iş alanında istisnası olamaz. Dindar camianın kadınları pozitif ayırımcılık yerine negatif ayrımcılığa tabi tuttuğunu söyleyen Kurt, “Muhafazakâr işveren buna daha çok dikkat etmeli. Örneğin kadının hamilelik, annelik döneminde onun hakkına herkesten daha çok riayet edilmeli.” diyor.Yaşanan sorunlarda bütün işadamları arasında genelleme yapılamayacağını da ekleyen Kurt, “İslâmî argümanları kullanan kişilerin işçilerin haklarını korudukları söylenemez.” gözlemini paylaşıyor. İşadamlarının İslâm’ın sesine kulak verdiği sürece işçinin hakkını da koruması gerektiğini hatırlatan Kurt, “Bir kişinin dindar olduğunu söylemek için namaza, oruca bakmak yeterli değil.” diyor.Bir elektronik şirketinde çalışan Fatma D.’nin tecrübesi de Kurt’un fikrini doğrular nitelikte. Çalışanların kimyasala maruz kaldığı işyerlerinde çalışanlara her gün yoğurt vermek yasal bir yükümlülük. Fatma Hanım da üretim aşamasında ciddi oranda kimyasal maddeye maruz kalan çalışanlardan. Ancak işleri kötü gitmeye başlayan patronlarının ilk yaptığı iş, harcamaları kısmak için çalışanlara verilen yoğurdu kesmek olmuş. Fatma Hanım, zararını kapatmak için insan sağlığını dikkate almamayı kendini dindar olarak tanımlayan işverenlerine yakıştıramadıklarını söylüyor.İşveren-çalışan ilişkisi, iş ahlakının kırılma noktasıBu sorunla mücadele edenlere göre ise çalışan ve işveren ilişkisi iş ahlakının en önemli kırılma noktalarından biri. İş hayatında, kârı maksimum seviyeye çıkarma çabası, işvereni kapitalist merkezli bir iktisat anlayışına sürüklüyor. Bu anlayış ile sermayeyi düşman gören işçinin orta noktada buluşması ise mümkün olmuyor. Taraflar birbirlerini paydaş değil hasım olarak görüyor. Çatışmayı besleyen bir diğer unsur da kayıt dışı ekonomi olarak görülüyor. Çalışma hayatındaki barışı sağlamak için ise kanunların yeniden düzenlenmesi ve kayıt dışı ile mücadele edilmesi gerektiği vurgulanıyor.İktisadi Girişim ve İş Ahlakı Derneği de (İGİAD) bu çerçevede bir grup bilim adamına hazırlattığı İnsani Ücret Raporu’nu ocak ayında kamuoyu ile paylaştı. Hak, adalet, helal kazanç gibi kavramları iş hayatında hâkim kılmaya çalışan dernek, her yıl bir ailenin geçimini odak alan asgari geçim ücretini yayımlayıp iş dünyasına bunun uygulanmasını tavsiye ediyor.İslâm iktisadı çalışmalarında işçi-işveren münasebeti önemsenmiyorİlahiyatçı yazar Adem Esen ise günümüzde İslâm iktisadı ile ilgili çalışmalarda para ve finans konusuna ağırlık verilirken çalışma hayatı ile ilgili konuların fazla önemsenmediğini söylüyor. Hâlbuki İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an ve sünnette çalışma hayatı ile ilgili genel kurallar var. Buna göre insanın robotlaşması, emeğin yabancılaşması ve çalışanlara ayrı muamele etmek kabul edilemez. Günümüzde işverenlerin ahlaklı olmakla rekabete yenik düşme arasında kaldığını söyleyen Esen şöyle konuşuyor:“Burada İslâm’ın bir din olarak insandan beklediği ile konvansiyonel iktisattaki iktisadî insan kavramını ayırt etmek gerekir. Müslüman işveren ve çalışanların ahlakî davranışları, her kesimin dünya ve ahiret kazançlarını artırır.”Adem Esen, işçi haklarını korumak için dünyalık hukuk kuralları geliştirilebildiği gibi ahirette de büyük sorumluluğu olduğunu hatırlatıyor.En mağdur kesim alt kadrodaki işçilerTürkiye’de dindarlaşmanın görünür olmasıyla birlikte muhafazakâr işadamlarının da hareket alanı genişledi. Dolayısıyla birbirleri arasındaki iş ilişkileri ivme kazandı. Ancak insanların dinî değerlere güvenini istismar edenlerin sayısı da aynı oranda artmaya devam ediyor. İnşaat sektörü, insan emeği konusunda en çok eleştirilen sektörlerden biri. Bir inşaat firmasında çalışan Sedat K., sektörde en büyük haksızlığın alt kadrodaki işçilere yapıldığını söylüyor. İşverenlerin en yaygın tutumu ise Sosyal Güvenlik Kurumu’na eksik gün bildirimi yapılarak işçinin emeklilik prim günü ve sosyal güvence hakkını gasp etmek. Sedat Bey, inşaat şirketlerinde de hükümete ve muhafazakâr kesime yakın gözükerek şahsı ve firması hakkında müspet algı oluşturmaya çalışanların sayıca arttığını öne sürüyor. Piyasada dindar kimlikleri ile tanınan bu firmalar hem türlü yollarla çalışanın hakkını gasp ediyor hem de iş ahlakına ters hareketlerle sektörün itibarını zedeliyor.Meslekler ile inanç arasındaki bağ koptuİstanbul Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Erhan Erken, iş ahlakındaki yozlaşma hakkında insanların yaptıkları iş ile inançları arasındaki bağlantıyı kopardığını söylüyor. Bunun esnaflar kadar profosyoneller için de geçerli olduğunu belirten Erken, “Adam evinde gayet güzel dinini yaşıyor. Çıktığı zaman ise işin kuralına göre davranıyor.” diyor. Uzun yıllardır iş hayatında olan, İTO ve TOBB’un yönetiminde bulunan Erken, Müslümanların kendilerine özgü iş ahlakı oluşturamadığı görüşünde. İnançların artık hayatları etkilemeyecek düzeyde olduğuna değinen Erken şöyle konuşuyor: “İnsanlar ideolojiden arınıyor. Onu tutan bir ahlaki değer yok. Burjuva ahlakı da gelişmedi. Marksist ahlak da gelişmedi. İslâm ahlakı da yok. Bu sefer, adamı tutan hiçbir şey yok.”

Ekmeğin karne ile verildiği günler

$
0
0
Bundan 72 yıl öncesi... Türkiye II. Dünya Savaşı’na girmese de seferberlik günlerini yaşıyordu. Tek parti yönetimi kıtlık ve karaborsacılığa karşı karne uygulamasına geçti. Bugün bile siyasi malzeme olan ekmek karnesi ne anlama geliyordu?Balkan Savaşları, 1914-18 Birinci Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı ile hayli yıpranmış Türk milleti, 1930’lu yılların sonuna gelindiğinde yeni bir tehlikeyle karşı karşıya kalmıştı. Takvimler 1 Eylül 1939’u gösterdiğinde, bir önceki dünya harbinden kalan öfke ve intikamla başı dönen Nazi Almanyası silahlı birlikleriyle Polonya topraklarına girdi. Bu hamle, dünya üzerinde gelmiş geçmiş en kanlı muharebelerin resmen başladığını işaret ediyordu. Yaklaşan tehlikeye karşın henüz genç bir devlet konumundaki Türkiye, tarafsız bir politika izleme gayretindeydi. Almanya’nın başını çektiği Mihver Devletler ve onlara karşı birleşen Müttefikler arasında tarafsız fakat gitgelli bir politika izlemek yeğlendi. Savaş öncesi Müttefikler ile imzalanan anlaşmaya karşın Alman kuvvetlerinin ilerleyişi Türkleri onların yanında yer almaya itmişti. Bunda Hitler’in İsmet İnönü’ye yazdığı mektubun da büyük bir payı vardı şüphesiz. Türkiye, beş yıl devam edecek savaş boyunca hiçbir çatışma durumuna sahne olmadı ancak ülkeyi saran ekonomik güçlüklerle baş etmek zorunda kaldı. Her an savaşa girebilme ihtimaline karşı tüm yurtta seferberlik durumu ilan edilmesi bazı tedbirler de doğuracaktı. Bu minvaldeki politik gelişmeler, Türkiye’yi tüm muharip ülkeler gibi kısa sürede mali darboğaza sürükledi. Genç nüfusun silah altına alınması, artan iç talep beraberinde pahalılığı getirmiş, savaş koşulları ise halkı zaruri ihtiyaçlarını teminden yoksun bırakmıştı. Piyasada her türlü ihtiyaç malzemesi kısa sürede tüketiliyor ya da fahiş fiyatlarla satılmaya başlıyordu. Orduya ayrılan geniş bütçe, çiftçiden toplanan mahsuller ile ekstra vergiler, Türkiye’de toplumsal bir infiale yol açıyor, meydan karaborsacı ve vurgunculara kalıyordu. Savaş başladıktan iki yıl sonra Refik Saydam başbakanlığındaki CHP hükümeti, gitgite derinleşen krizi dizginlemek adına bir dizi ticarî tedbir almayı kararlaştırdı. Yurdun dört bir yanını saran karaborsacı tüccar ve spekülatör kişilere karşı verilen mücadele sonuç vermeyince, devrin hükümeti ağır şartları içeren Milli Koruma Kanunu tasarısını meclisten geçirdi. İşte bu yasa, denetmenlere verilen yetki ve yaptırımlarla birlikte, siyasi etkisi bugünlere kadar sürecek ekmek karnesi uygulamasını gerektirdi. Karaborsacılık faaliyetleri artık önlenemez duruma gelmiş, buğdaydan zeytinyağına, sabundan gazyağına kadar saklanan ve istiflenen en küçük ihtiyaç malzemesi büyük kabahatler arasında addedilir olmuştu. Hükümetin yüksek yetkilerle donattığı denetimciler ise beklendiği kadar etkili olamazken, bürokratların arasında bulunduğu tröst grupları oluşmaya başlamıştı. Yakup Kadri o dönemki ahvali ‘Politikada 45 Yıl’ kitabında şöyle tasvir ediyor: “Zeytinyağı piyasasını inhisarı altına alan bakan mı istersiniz, karaborsacıları koruyan vali, umum müdür vesaire mi istersiniz, o devirde bunların her köşe başında size sırıttıklarını görebilirdiniz.” Hal böyle iken, denetim mekanizması işlemiyor, ilgili merciler dolgun rüşvetlerle susturuluyordu. Dönemin gazetelerinde ekseri alt gelir sınıfından oluşan kişilere yapılan baskın haberleri yer almaya başladı. Politikacılar, kıtlığın tüm dünyayı sardığını ve halka biraz daha kemer sıkmasını tavsiye ederken, pasta, bisküvi, börek, baklava ve benzeri hamur işi gıdaların satılması da Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklandı. Kıtlık o boyuta varmıştı ki, Filistin’de insanların portakal unundan ekmek yaptığı ve İngiliz bilim adamlarının ürettiği bu unun besleyici yönleri yine gazete yoluyla halka duyuruluyordu. Bu arada tüm malzemelere konan ağır vergiler altında ezilen fakir halkın elinden tohumları ve mahsulleri de alınıyor, başta ekmek olmak üzere ana gıda maddeleri de karneye bağlanıyordu.‘Bugün ekmek istihkakımızı tam olarak alacağız’Artan talebin yanı sıra üretimin giderek azalması zaten zorda olan ekonomik çarkı hareket edemez hale getirdi. Karaborsa ile mücadelede ağır tedbirler sürüyordu. 21 Aralık 1941 tarihli Ulus Gazetesi manşetinden verilen haber, yeni tedbirleri şöyle duyurdu: Lüzum olduğu takdirde ihtiyaç maddelerini aramak, bunlara el koymak için hükümete salahiyet verildi. Buna göre Milli Korunma Kanunu ile zaten piyasadaki ürün tekeli elinde bulunan devlet, lüzum gördüğü takdirde üreticinin elinden malını da alabilecekti. Kabul edilen kararların ardından devlet memurları da dâhil olmak üzere Ankara’ya şikayetler yağmaya başladı ve bunu birçok ilde tertiplenen protestolar takip etti. Eldeki stoklar öyle azalmıştı ki, ülke genelinde çavdar karıştırılarak yapılan tek tip ekmek üretilir olmuştu. Hatta yurdun bazı yerlerinde palamut ve küspe de ekmeklik una karıştırılmış ve sonunda taşla moloz arası kara bir hamur parçası ekmek adı altında halka satılır olmuştu. Artık zaruri gıda malzemeleri, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin hazırladığı karnelere göre belirleniyordu. Halka eşit şekilde pay edilme görevi belediye ve valiliklerin denetimi altına alındı. Karneler, muhtarlıklardan aile fertlerini tebliğ eden belge karşılığı alınıyor, herkese düşen istihkak yaşa göre değişiyordu. 1942’de karne beraberinde dağıtılan kupon mukabilinde alınan ekmek çizelgesi şöyleydi: 7 yaşına kadar çocuklar için 187,5 gram, büyükler için 375 gram, ağır işçiler için ise 750 gramlık ekmek... Ekmeğin yanı sıra yağ, şeker gibi maddelerin de karne usulüyle dağıtımı yapılırken, stokların yer yer tükenmesiyle birlikte tam ekmeği bulmak bile lüks olmuştu. Bazı gazeteler o gün alınacak tam ekmeği sevindirici bir haber olarak duyuruyordu.Devlet kendi memurunu yedirmezSavaşa her an girebilme endişesiyle müteyakkız davranan Tek Parti’nin bu tutumu toplumu derinden etkilemişti. Ankara’ya gelen şikayet mektupları ve rica dilekçelerinin sayısı giderek artıyordu. Devrin kıdemli memurları bile zor durumda bulunduklarını, maaşlarına zam veya giysi yardımında bulunulmasını talep ediyordu. O zamana kadar ekmek, şeker gibi yiyecek maddelerini ayrıcalık tanımadan dağıtan devlet, halkın arasında kendi temsilcisi olarak gördüğü memuruna bir istisna göstermiş ve ücretsiz giysi yardımı yapmaya karar vermişti. 13 Kasım 1942’de çıkarılan kanun gereğince, memur ve müstahdemlere, subay ve askeri memurlara, eğitmenlere ve sair memurlara bir defaya mahsus giyim eşyası yardımında bulunuldu. Yardımın ulaştığı kesim sonrasında daha da genişleyecek ve bu giyecek yardımına ek gıda maddeleri eklenecekti. Hükümet nezdindeki bu tasarruf, bir taraftan açlık çeken halk ile memur arasında bir ayrımcılığa sebebiyet veriyordu. Savaşın sonlanmaya yüz tuttuğu dönemde, memurlara yapılan yardımın CHP üyeleri için de istenmesi gündeme geldi. 24 Temmuz 1944 tarihli kabul edilen genelgeyle, fevkalade haller müddetince CHP teşkilatında çalışan üye, memur ve müstahdemlere de yardımlar yapılmaya karar kılındı. Sonuç olarak, savaş durumundaki ülkede, bir yandan yokluk ve sıkıntı içindeki halkın zorla alınan mahsulleri ve yüklü vergiler, öte yandan yardımların memur, bürokrat gibi sınıfsal bir zümreye odaklanması, toplumda büyük kutuplaşmayla neticelendi. Savaş bitmesine rağmen devam eden karne uygulaması, vatandaşın gözündeki devlet imajını karalıyor ve yalnız kendi içinde dayanışmada bulunan devlet görüntüsünü ortaya koyuyordu. Tüm bunlar ise ilerleyen yıllarda Demokrat Parti’yi ortaya çıkaran saikleri teşekkül edecekti...Referans:Fatih Tuğluoğlu, Tek Parti Düneminde, Hükümet Memur Dayanışması, 2001 M. Selçuk Özkan, II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’de Karaborsacılık, 2009 Anlamak için Belgeseli, Ekmek Karnesi, TV Net

'Gucci Helle' reklam peşinde mi?

$
0
0
Mandela’nın cenaze törenini gölgede bırakan Helle Thorning-Schmidt, Danimarka tarihinin ilk kadın başbakanı. Şimdilerde kamuoyu yoklamaları iyi sinyaller vermeyen Helle’nin kısa kayat hikâyesi...Irkçılığa karşı mücadelenin sembol ismi Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk siyasi cumhurbaşkanı Mandela’nın cenaze törenine 100 kadar ülkenin lideri katılırken, ABD’nin Kenya kökenli Başkanı Obama, kürsüye ‘Afrika topraklarının evladı’ anonsuyla çağrılıyordu. Obama, sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında hayatını barış, demokrasi ve eşitlik ilkelerine adayan Madiba’yı dünya tarihine damga vuran Abraham Lincoln, Mahatma Gandhi ve Martin Luther King gibi liderlerle kıyaslayıp, Mandela’yı ‘20. yüzyılın sonuncu büyük özgürlük savaşçısı’ diye tanımladı ve ‘bir tarih devi’ olduğunu ifade etti. Alkışlarla çıktığı kürsüden yine akışlarla yerine oturan Obama’yı birçok devlet başkanı tebrik ediyordu. Obama’nın el sıkıştığı liderler arasında Soğuk Savaş yıllarından beri ülkesiyle düşman Küba Devlet Başkanı Raul Castro vardı. Herkes bu tokalaşmanın cenazeye damga vuran fotoğraf olacağına inanıyordu. Ancak yanılıyorduk! Haber ajansı AFP’nin fotoğrafçısı Roberto Schmidt, Obama’nın oturduğu yere 150 metre mesafeden deklanşöre basmak için hazırlandığında ‘sarışın’ bir kadının çıkardığı cep telefonuyla ABD Başkanı Obama ve İngiltere Başbakanı David Cameron’la birlikte selfie (kendi fotoğrafını çekip sosyal medyada paylaşmak) yaptığını görünce peş peşe bu anı fotoğrafladı. Cenaze havasından oldukça uzak bir görüntü veriyordu üçlü. Yüzlerinde gülücükler saçarken yan taraftan ‘first lady’ Michele Obama, manzarayı kızgın yüz ifadesiyle takip ediyordu. AFP, cenazeden 500 kadar fotoğraf servis ederken Obama ile Cameron arasındaki ‘sarışın’ kadının bulunduğu fotoğrafa ‘kimliği tespit edilmeyen bir görevli’ notunu düşüyordu. İki saat geçmeden İngiliz gazeteleri ‘sarışın’ kadının İşçi Partisi eski Başkanı Neil Kinnock’un gelini Danimarka Başbakanı Helle Thorning-Schmidt olduğunu deşifre etti. Üçlünün fotoğrafı kısa sürede onlarca ülkenin gazetelerinde yer buldu. David Cameron, ‘Kinnock ailesinden bir ferdin fotoğraf çektirelim ricasını kıramazdım’ derken, olayın spontane olduğunu savundu. Helle Thorning–Schmidt ise statta müzik ve dans ortamından etkilendiğini belirtip, kötü bir niyetinin olmadığını ifade etti. Danimarka’ya döndüğünde sorulan ‘fotoğrafları paylaşacak mısınız’ sorusuna Thorning–Schmidt, ‘Hayır, iyi çıkmamış’ cevabını verdi. Fotoğraf kadar konuşulan bir başka konuysa iki önemli liderin arasında Danimarka gibi küçük bir ülkenin başbakanının nasıl oturduğuydu.Parti kimliğiyle uyuşmayan portreMandela’nın cenaze törenini gölgede bırakan Helle Thorning-Schmidt, Danimarka tarihinin ilk kadın başbakanı olarak tarihe geçen biri. İşçi sınıfının temsilcisi olarak politika yürüten Sosyal Demokrat Parti’nin de ilk kadın başkanı olan Thorning-Schmidt, parti kimliğiyle uyuşmayan bir portre çizdi. İşçi sınıfına ‘zengin başkan’ olan Thorning-Schmidt, marka takıntısından dolayı ‘Gucci Helle’ olarak anılıyor. Eşi Stephen’in yurtdışında yaşıyor gözükmesine rağmen yılda altı aydan fazla Danimarka’da yaşadığının ortaya çıkmasıyla başı epeyce ağrımıştı. Parti olarak ‘özel okullara karşı’ olmalarına karşılık, çocuklarını özel okula göndermesi günlerce konuşulmuştu. İşte kısa hayat hikâyesinden bir kesit. Helle’nin annesi Grete, Aarhus Üniversitesi’nde tıp, babası Holger ekonomi okurken İtalyanca kursunda tanıştıklarında takvim yaprakları 1957’yi gösteriyordu. Evlilik kararı alan Grete ve Holger, Sönderborg şehrine taşındı. Holger ülkenin önde gelen firmalarından Danfoss’ta işe başlarken, Grete tıp eğitimini bitiremeden üniversiteden ayrılıyordu. Sönderborg, Norveç ve İsveç’te kalan Grete–Holger çifti, Hvidovre’ye taşındıkları tarihten kısa bir süre sonra 1966’da ailenin en küçük çocuğu Helle doğdu. Gelir seviyesi oldukça yüksek olan aile 1968’de göçmenlerin yeni yeni yerleşmeye başladığı İshöj’a taşındı. Anne-baba çalıştığı için çocuklarına fazla vakit ayıramazken, çift 1976’da boşandı. Helle; abla, abi ve annesiyle yaşamaya başladı. Hayalindeki meslek ise profesyonel dansçı olmaktı.Listenin sonlarındayken Avrupa Parlamentosu’na girdi!Liseyi 10,7 not ortalamasıyla bitirerek istediği üniversitenin, istediği bölümüne kayıt yaptırma hakkını elde eden Helle’nin tercihi Kopenhag Üniversitesi Siyasal Bilgiler oldu. 1993’te hayatının seyrini Brüksel’e Avrupa Koleji’nde okumaya gitmek istemesi değiştirdi. Burada İngiltere İşçi Partisi’nin başkanlığını yapan Neil Kinnock’un oğlu Stephen ile sınıf arkadaşı olan Helle, 1996’da hayatını birleştiren karara ilk adımı atmış oldu. Stephen’in de etkisiyle sosyal demokrat çevrede yer bulan Helle, 1993’te Sosyal Demokrat Parti’ye üye oldu. 1997’de işçi konfederasyonu örgütü LO’da işe başladı, 1999’da Avrupa Parlamentosu adaylığı teklifi geldi. Eşi Stephen o günleri, “Benim için sürpriz olmadı” diye anlatırken, Helle belki de gelen teklifle hayatının seyrinin değiştiğinin farkında değildi. Listenin ancak sonlarında yer bulan Helle’nin seçilmesine kimse ihtimal vermiyordu. Avrupa Komisyonu’nda komiser olarak görev yapan Bjerregaard, Helle’nin kampanyasında destek olunca ‘isimsiz aday’ Helle, 3. sıradan Avrupa Parlamentosu’na seçilmeyi başardı. 2004’te iç siyasete dönme kararı alan Thorning-Schmidt 2005’teki seçimlerde milletvekili seçilmeyi başardı. Seçimden partisinin mağlup çıkmasıyla parti başkanı Lykketoft iki gün sonra istifa etti. Sosyal Demokratların ‘akıl hocaları’ değişen Danimarka şartlarında klasik bir başkan yerine herkese hitap edecek bir isim olarak düşündükleri Helle Thorning-Schmidt’e partiyi teslim etti. ‘Güzel sarışın’ Helle Thorning-Schmidt, parti tarihinin ilk başkanı olurken, hedefinin 2001’den bu yana ülkeyi yöneten Liberal Parti Başkanı Anders Fogh Rasmussen’in başbakanlığına son vermek olduğunu açıklıyordu. 2007’de yapılan seçimlerde Sosyal Demokratlar 100 yılın en düşük oyunu almasına karşılık, partiyi ayağa kaldıracak isim sıkıntısından dolayı Helle ile devam etme durumunda kaldı. 2009 yerel seçimleri de benzer sonuçla çıkarken, talih Helle’nin yüzüne Eylül 2011’deki genel seçimlerde güldü. Sol blok partileri Sosyalist Halk Parti, Radikal Parti ve Birlik Listesi’nin oylarıyla sağ bloğu sadece 8 bin 400 oy farkıyla geçip, ülkenin ilk kadın başbakanı oldu. Koltuğuna oturmanın bedeli oldukça ağırdı. Seçim öncesi verdiği vaatler tek tek önüne getirildi. Sözlerini tutmaması seçmen nezdinde kredi kaybı yaşattı. Zor zamanda risk alıp lider olduğunu gösteremedi. Kamuoyu yoklamaları hiç de iyi sinyaller vermiyor. Olası bir seçimde Helle, koltuğu kaybedecek gibi gözüküyor. Yılbaşından sonra başbakanlığı bırakıp Avrupa Komisyonu başkanı olacağı söylentileri yüksek sesle meclis koridorlarında dile getiriliyor. Obama ve Cameron ile çektirdiği fotoğrafın da bir PR çalışması olduğu yorumu yapılıyor.

Hastanelerde ayrımcılık var

$
0
0
Geçtiğimiz hafta bir ameliyat için hastaneye gittim. Heyecan yapmayın, ameliyat olan ben değildim, bir yakınımdı. Zaten heyecan yapmamıştınız değil mi? İşte siz busunuz.Ameliyatın ismi bile insanı germeye yetiyor. Son yıllarda bunun yerine operasyon kelimesini kullanır oldular. Bu, insanı daha da geriyor. Cerrah yerine de operatör diyorlar. Adam altı sene tıp okumuş, sanırsın çağrı merkezinde çalışıyor.Ameliyathanenin önü cenaze evi gibi. Herkes tedirgin, herkes doktorların yüzüne bakıyor. Bir cerrah gayet neşeli bir şekilde salınarak geldi. Gülerek ameliyathaneye girdi. Yahu sen birazdan birini keseceksin, bu neşe niye? Biz burada ağlamak üzereyiz. Adamın gerçekten cerrah olduğundan şüphelendim. Bu kadar gülecek ne vardı?Bizimkini ameliyat edecek doktor da geldi. Baktım yüzünden düşen bin parça. Yaklaştım.“Hocam birazdan çok önemli bir ameliyata gireceksiniz, kendinizi hazır hissediyor musunuz?” diye sordum.“Anlamadım.” dedi.“Eğer kafanıza takılan bir şey varsa, ne bileyim sabah eşinizle tartıştıysanız lütfen özel meselelerinizi ameliyat masasına taşımayın olur mu?” diye uyardım.“Alın bunu burdan.” dedi.Tek isteğim işe konsantre olmasını sağlamaktı ama o uygarca tartışmak yerine kaçmayı tercih etmişti. “Doktorlar da ne bilur ciğerun acisuni” diye bağırdım.Hastabakıcılara bir işaret çaktı. İki kolumdan tutulup götürülürken seslendim. “Hocam lütfen aramızda yaşadığımız tatsızlığı hastaya yansıtmayın. Bu sizinle benim aramda, hastanın suçu yok.”Hastanede ikinci darbeyi hasta yakını olmamla yaşadım. Ameliyat sonrası odada otururken temizlik görevlisi gelip dışarı çıkmamı söyledi. Hastanın yanında sadece refakatçisi kalacakmış.Şöyle bir durup düşündüm. Hastane çalışanları hastaları gerçekten çok seviyor, ilgi alaka on numara. Fakat hasta yakınları ikinci sınıf insan muamelesi görüyor. Adeta sağlıklı olmak ötekileştirme sebebi haline getirilmiş. Bu ülkede sağlıklıysanız her türlü aşağılayıcı muamele yapılıyor.Hasta yakınları odaya alınmıyor, ameliyathaneye alınmıyor, tuvalete korkarak gidiyorsunuz, kantinde çay içerken bile istenmiyorum hissi yaşıyorsunuz. Her hareketiniz sakil, ürkek bir ceylan gibisiniz.Kantinde şöyle bir etrafıma baktığımda özgüveni elinden alınmış tipler gördüm. Burası adeta bir toplama kampına dönüşmüştü. Suçumuz ne? Hastaya yakın olmak.Elbette bazı hasta yakınlarının yakışıksız hareketlerini görmüyor değilim. Google’da öğrendiği veya kulaktan dolma bilgilerle doktora iş öğretmeye kalkanlar var. Ama birkaç kendini bilmez hasta yakını yüzünden koca bir hasta yakınları camiasını linç etmek hakkaniyete sığar mı?Bu muamele o kadar canımı sıktı ki kantinde çay içerken ayağımı bilerek masaya vurdum ve acı içinde kliniğe koştum. Bir baktım herkes seferber, biri neyiniz var diye soruyor, diğeri telaşla bana yer gösteriyor. Yazıklar olsun ya, dedim. Az önce kapıdan kovuyordunuz, ne oldu da birden kıymete bindik dedim. Tuhaf tuhaf baktılar yüzüme. Tedavi olmak istemiyor musunuz, diye sordu biri. İstemiyorum dedim. Ne zaman insanları sağlıklı veya hasta diye ayırmazsınız, işte o zaman ben de gelip tedavi olurum. Şimdi müsaade ederseniz eve gideceğim, sanırım ayağım kırıldı deyip topallayarak oradan ayrıldım. Umarım bu onlara güzel bir ders olmuştur.Hastane notlarıHastaların çoğu zaman bir şey yemesi yasak olduğu için gelen yiyecek ve içecekleri hastanın refakatçisi tüketiyor. Buna göre getirin.Hasta yakınları arasında zaman içinde yeni dostluklar kuruluyor. Arkadaş sıkıntısı çektiğim için ara sıra hastanelere gidip hasta yakınıymışım gibi davranacağım.Ziyaretçilerin hastanın durumuna üzüldüklerini belli etmek için kederli yüz ifadesi takınmalarının hastanın iyileşmesine katkı yaptığını ispatlayan bir bilimsel araştırma yok.Hayatımda ilk defa hastaneye gitmiş oldum. Geçen sene hasta olmuştum, internetten randevu alman gerekiyor dediler. Girdim ve randevu aldım. Ancak internetten randevulaşan insanların başlarına gelenleri haberlerden gördüğüm için güvenemeyip gitmedim.

Kürtçe ve Flamenko buluştu - [Haftanın Albümleri]

$
0
0
Nûpel, Keça Kurdan ve Rewend albümleriyle sesini tüm dünyaya duyurmayı başaran Kürt sanatçı Aynur Doğan, Hevra (beraber) isimli yeni albümünü yayınladı.Sanatçı, bu albümünde Buika, Yasmin Levy gibi usta sanatçıların prodüktörlüğünü de yapan besteci ve gitarist Javier Limón ile çalışmış. Albümde daha öncekilerin aksine geleneksel enstrümanların yerine ağırlıklı olarak Limón’un flamenco ezgileri kullanılmış. İkilinin Kürtçe ve Flamenko müziğin ortak noktalarını yakalayarak deneysel bir çalışmaya imza attığını söyleyebiliriz.Timuçin Şahin'den derin bir albümTimuçin Şahin müzik hayatını New York’ta devam ettiren besteci ve gitarist. Onun için “Günümüz avant-garde’ını müziğiyle en iyi tanımlayan sanatçılardan” yorumu yapılıyor. Şahin’in Amerika’da saygın müzik çevrelerinin yanı sıra Avrupa müzik otoritelerinin de üstün beğenisini kazanan Inherence isimli albümü, Kalan Müzik etiketiyle Türkiyeli müzikseverlerle buluştu. Downbeat tarafından ‘Derin, ulvi hissiyatlar barındıran, aynı zamanda serebral, dokunaklı ve cesur bir albüm’ olarak tanımlanan çalışmada; Ralph Alessi, John O’ Gallagher gibi isimler yer alıyor. Müziğindeki renkli dokular, her dinleyişte yeni keşifler için müzikseverleri tekrar tekrar dinlemeye davet ediyor.34 CD'lik Herbie Hancock arşiviHerbie Hancock, caz müzik tarihinin en özel isimlerinden biri. Geçtiğimiz günlerde sanatçının 1973-88 yılları arasında yayınlanmış Columbia Records ve CBS/Sony Japan kataloğuna ait albümler ve nadir bulunan eserleri, 34 CD'den oluşan ‘The Complete Columbia Album Collection 1973-1988’ Sony Music etiketiyle yayınlandı. Koleksiyonda Japonya dışında daha önce hiçbir ülkede yayınlanmamış albümler var. Ayrıca nadir bulunan fotoğraflar, Bob Belden tarafından yazılmış tarihi bir yazı, Hancock'un her bir albüm için yazdığı yorumlar ve katalog bilgilerini içeren 200 sayfalık bir kitap da içeriyor.

Bir gün canım isterse şarkı da söylerim

$
0
0
Volga Tamöz, önemli besteci ve aranjörlerden. Ünlü isimlerle yaptığı çalışmalar ve ‘Tam Doksandan’ isimli projesiyle ses getiren Tamöz, şu an ülkemizden bir dünya yıldızının çıkmasının zor olduğunu düşünüyor.Babanızın orkestrasını görünce doktora gittiğiniz ve sonrasında başlayan müzik hayatınızın olduğu doğru mu?Evet. Babam müzisyen. İyi bir bas gitarist. Çok küçük yaşlarda evde onun orkestrasını gördüm. Bir adamlar topluluğu ve herkes bir şeyler yapıyor. Manzara karşısında kilitlenmişim ve beni doktora götürmüşler. Sonrasında evdeki enstrümanları fark ettim. Onlarla kendi kendime melodiler çıkarmaya başladım. Annemle babam müziğe karşı yeteneğimi keşfedip, bir süre sonra beni özel derslere göndermişler. Mandolin ve gitar dersleriyle başlayan eğitimim konservatuar ve yüksek lisansa kadar devam etti. Konservatuarda önce çalgı eğitimi bölümünde ney, sonrasında da kompozisyon bölümünde eğitim aldım.Popüler müzik dünyasına nasıl adım attınız?Müziğe çok küçük yaşta başladığım için 12-13 yaşlarında kendime ait küçük bir stüdyom oldu. Depeche Mode adlı grupla tanıştım ve hayatımı mahvetti. (Gülüyor) Çünkü bu tanışmayla hayatıma elektronik müzik girdi. Onların şarkılarının aynılarını yapmaya başladım. Polifonik müzik hayatımda çok önemliydi. O dönem birkaç radyoya cingıl yapmaya başladım. Konservatuarda eğitim gördüğüm için müzik dünyasının da içindeydim. İki dönem önce mezun olanlar popstar oluyordu. Onun albümüne bir şarkı, başkasına aranje derken bugünlere kadar geldik.Türk müziği ve ney eğitimi aldınız. Ama müziğe bambaşka bir kulvarda devam ediyorsunuz. Bir tezat yok mu?Aslında birbirinin içine giren, kendi içinde hiyerarşik yapısı ve belli kuralları olan bir durum bu. Her şeyden önce o donanımı iyi kullanabilirseniz size çok iyi hizmet ediyor. Bu müziği biliyor ve çok değerli hocalardan ders almış olmanız size hem müzik adına hem de müzik dışında başka şeyler kazandırıyor. Çünkü onların hepsi birer okul. Bilerek ney ve Türk müziği eğitimini istedim.Neden özellikle ney?Çünkü diğerleri küçüklüğümden beri hayatımdaydı. Bir de şarkı yazarken, aranjman yaparken o enstrümanların teknik özelliklerini ve nasıl kullanacağını bilmeniz çok önemli. Bence hangi müziği yaparsanız yapın klasik eğitiminiz olmalı.Popüler müzikle uğraşırken Türk müziğine ihanet ettiğinizi düşündünüz mü hiç?Hiçbir zaman radyoda ney üfleyecek bir sanatçı olmak istemedim. Konservatuardayken çalgı eğitiminde yüksek öğrenim yapacaktım ama çok iyi ney üflediğim halde bilerek yanlış yaptım. Hocam çok kırılmıştı. Çünkü kompozisyon eğitimini hedeflemiştim. Çok sesli müzik beni heyecanlandırıyordu.Besteci, aranjör, prodüktör, yapımcı ve DJ gibi birçok unvanınız var. Bunlardan en çok hangisini kendinize daha yakın buluyorsunuz?Besteci, yani üreten sıfatı çok daha iyi bence. Üretmeyi çok seviyorum. Küçük yaşlarda bende fark edilen en önemli yetenek, yeni melodiler yazıyor olmamdı. Bu sanırım Allah'ın verdiği bir yetenek, şu an benim kızım da yapıyor. Beste yapmayı çok seviyorum. Aslında bir şarkıyı düzenlemek de bir anlamda beste yapmak gibi. Güzel projeler ürettim ama beni yordu.Sesinizin güzel olduğu söyleniyor. Şarkı söylemeyi düşünmüyor musunuz?Her eğitimli müzisyen kadar şarkı söyleyebiliyorum. Arkadaşlarım sesimi çok güzel buluyor ve şarkı söylemem konusunda çok baskı yapıyorlar. Bir gün canım isterse bir şarkı söylerim. O da anı olarak kalır ama şarkıcı olmak istemedim.Bugüne kadar önemli isimlerle çalıştınız. Hangileri sizi daha çok heyecanlandırıyor?Genelde heyecanlandığım projelerde bulundum. Kiminle çalışırsam çalışayım kendimi o solist gibi hissediyorum. Bütün kariyerini size emanet ediyor, tüm sorumluluk sizde. Ayrım yapmak çok zor, her albüm çok farklı iz bıraktı.Geçen sene yaptığınız Tam Doksandan isimli proje büyük ses getirdi.Hayalini kurmuş olduğum bir projeydi. 90'lı yıllar bütün dünyada müzik adına çok önemliydi. Çünkü müziğin değiştiği yıllardı. 90'lı yılların şarkılarını kendi yorumumla 2012 yılına taşımak istedim. Bir remix albümü değil, cover albümüydü. Tüm sanatçılar yeniden okudu. Çok sevildi, hâlâ çalınıyor. En son Hande Yener'den dinlediğimiz Biri Var adlı şarkı nasıl oluştu?Hande ile 'Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor' albümünden beri birlikte çalışıyoruz. O, her gün büyüyen müthiş bir solist. Bu arada hayatımda çok iyi tanıdığım ama çok fazla birbirimizin kalbini görme şansımız olmayan Berksan'la dost olduk. Berksan'ın projesi için bir araya geldiğimizde üç-dört yıl önce bestesini yaptığım bu şarkı gündeme geldi. Berksan'a şarkıyı dinlettim, söz yazdı. Çok heyecanlandık ve hemen Hande ile paylaştık. Şarkıyı dinleyince tatilini yarıda bırakıp geldi ve çok güzel okudu. 'Ya Ya Ya' hâlâ bir numara olduğu için biraz bekledik ama ancak bu kadar sabredebildik.Yıllardır müzik sektörünün içindesiniz. Hâlâ ülkemizden dünyayı saracak şarkılar çıkmıyor. Sizce neden?Bunu hepimiz çok istiyoruz. İyi bir şey yapıp, herkese ulaşırsınız. Böyle bir hedef belirler, bağlantılarımızı doğru kurar ve oradaki sisteme göre hareket edersek olmayacak bir iş değil.Peki bir dünya starı çıkar mı bizden?Bu şartlarda zor. Biz şu anda kendi sınırlarımızdaki insanlara müzik üretiyoruz. Dışarıdaki müzik çok farklı çalıyor. Önemli prodüktör ve müzisyenler var. Yaptığımız sound dünyayla yarışır durumda ama işe solist bazlı baktığımız zaman durum değişiyor. Orayı besleyebilen bir solist olması gerek. Bu da yetmiyor, dünya müziğiyle networkü sağlayan birileri olması gerek. Çünkü en önemli şey bu bağlantının içinde olabilmek.Müzik sektöründe daha kötüsü yaşanamazdıMüzik sektörünün mevcut durumunu nasıl görüyorsunuz?Türkiye’deki müzik sektörü gerçekten çok kötü zamanlar geçirdi. Bundan sonra iyi dönemler yaşanacak ama çok zaman kaybettik. Almanya’da GEMA diye bir meslek birliği var, 1890’larda kurulmuş. Bizde son otuz yıldır telif var. Bu durum hareket sahamızı kısıtlıyor. Şimdi her şey daha legal olmaya başladı. Yaşanılan şeyler en kötüsüydü. Bundan daha kötüsü yaşanamaz.Popüler müzik dışında nelerle uğraşıyorsunuz?Uzun dönemdir film müziği yapmak istiyordum. Mayısta çıkacak animasyon bir film için müzik yapıyorum. Beni çok heyecanlandırdı. Görsele müzik yazmayı seviyorum, dizilere yapmıyorum. Çok büyük bir orkestrayı yönetmek istiyorum. Demirhan Altuğ gibi önemli şeflerden birinin öğrencisiyim. Kendi yazdıklarımı büyük bir orkestrayla yönetmek hayalim. Müziği çok seviyorum. Stüdyoda popüler bir iş yaptıktan sonra eve gidip küçük müzikler yazmaya ve sonrasında bunları varyasyonlara dönüştürmeyi seviyorum.Günün büyük kısmını stüdyoda geçiriyorsunuz öyleyse?Evet. Haftanın bir gününü tamamen aileme ayırıyorum. Pazar günleriyse eşimin ve kızımın. Bunu beraber çalıştığım insanlar da bilir. Kızımla vakit geçirmeyi çok seviyorum. Eski buz hokeycisiyim. Vakit buldukça kaymaya gidiyorum. Dostlarımla da birlikte olmaya çalışıyorum.

Paran çoksa otobüse bin! - [Bizim Köy]

$
0
0
Memnuniyetsiz yolculara otobüs şoförlerinin söylediği klişe sözlerdendir: “Paran çoksa taksiye bin.” Finlandiya’da durum biraz farklı. Toplu taşıma o kadar pahalı ki binmek her babayiğidin harcı değil. Halk otobüslerinin tek gidişlik bilet fiyatlarında 4 Euro ile Finlandiya’nın Başkenti Helsingborg, en pahalı şehir. Bu şehri 3,6 Euro ile Stockholm, 3,2 Euro ile Oslo takip ediyor. Çin’in en büyük şehri Şanghay da 0.40 Eurocent’le en ucuz ülkeler arasında. Türkiye’de ise Beylikdüzü-Sögütlüçeşme arasında 40 duraklık toplu taşımanın ücreti 2.90 lira. Buna da şükür!Yarasalar direniyorBiber gazına özellikle eylemciler hayli alışkın. Polis, olay çıkaran göstericileri dağıtmak için sıkça bu yönteme başvursa da Avustralya bunu bambaşka bir iş için kullanıyor. Zira Queensland eyaletinde yetkililerle yarasalar arasında ‘park kavgası' yaşanıyor. Charters Towers kentinde bir parktaki ağaçlardan ayrılmayan yarasaları uzaklaştırmak için devreye neler girmedi ki; helikopterler, biber gazı, sis bombaları... Bunun üzerine yaklaşık 80 bin yarasa parktan uzaklaştı. Ancak yetkililerin bu zaferi uzun sürmedi, kaçan yarasaların çoğu ağaçlara geri döndü.‘Zekâsı bana çekmiş’Anne-babalarımızın tüm başarılarımızı sahiplenip ‘aynı ben’ dedikten sonra en ufak tökezlememizde suçu ‘sana çekmiş işte!’ diyerek birbirlerine attığına sıkça şahit olmuşuzdur. Hakları var zira İngiltere'deki King's College London Üniversitesi, başarı konusunda derinlemesine bir araştırma yaptı. Ve görüldü ki genetik yapı başarıyı etkiliyor. Aynı şartlara sahip sınav sonuçlarındaki değişkenliğin sebebi yüzde 58 oranında genetik özelliklermiş. Şimdi ayıkla pirincin taşını...

Sizin yerinize haklarınız uçmasın

$
0
0
Tüm yurdu etkisi altına alan kar yağışı ve olumsuz hava şartları, hafta içinde havayolu ulaşımını da engelledi. Özellikle İstanbul'daki kar yağışı nedeniyle iç ve dış hatlarda yüzlerce sefer iptal edildi. Yapılan uçuşlar da, uzun süreli gecikmelerle gerçekleştirilebildi.Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM), sefer iptalleri ve uzun süreli rötarlar konusunda yayınladığı, ‘Havayolu ile seyahat eden yolcuların haklarına dair yönetmelik' ile şirketlerin yükümlülüklerini belirledi. Yönetmelik gereği yolcular, sefer iptali ve rötarlarda, şirketlerden tazminat başta olmak üzere birçok konuda talepte bulunabiliyor. Ancak, elverişsiz hava koşulları (sis, kar, fırtına, buzlanma), terör saldırısı, uçak kazası, güvenlikle ilgili alınan kararlar, grevler, hava trafiği sınırlamaları gibi olağanüstü durumlarda tazminat hakkı sağlanmıyor. Yiyecek-içecek ve konaklama hizmeti ise her durumda sunuluyor. Bu yüzden hafta içinde uçuşu iptal edilen yolcular, sadece tazminat talep edemedi. İptaller nedeniyle yolculara, ücret iadesi ve uçuş tarihi değiştirmenin yanı sıra otelde konaklama imkanı da sunuldu.Duyuruları takip edinKış nedeniyle mart sonuna kadar yaşanacak uçuş iptalleri ve gecikmelere hazırlıklı olun. Sorunsuz bir uçuşun, sadece kalkış yapacağınız havalimanıyla ilgili değil, gideceğiniz yerle de bağlantılı olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Eğer gideceğiniz havalimanı da, olumsuz hava şartları veya güvenlik konuları nedeniyle uçuşlara kapalıysa, uçağınızın kalkışına izin verilmez. Bu yüzden, havalimanına gelmeden önce mutlaka elektronik postalarınızı kontrol edin, havayolu şirketinin resmi web sitesi veya Twitter hesabındaki duyurularını takip edin.Tazminat hakkını unutmayınUçak yolcuları, AB uyum süreci çerçevesinde çıkarılan yönetmelik sayesinde, 1 Ocak 2012'de mağduriyetlerini havayolu şirketlerinden tazmin etme hakkına kavuştu. ‘Havayolu ile Seyahat Eden Yolcuların Haklarına Dair Yönetmelik' ile yolculara, ‘gecikme, iptal veya rota değişikliklerinde bilet ücretlerinin belirli kısmını almaları, sefer gecikme ve iptallerinde de tazminat veya konaklama imkanı' sağlandı. Bu sebeple eğer uçuşunuzla ilgili iptal veya gecikmeler havayolu şirketinden kaynaklanıyorsa, tazminat hakkınızın bulunduğunu unutmayın.SHGM'nin yayınladığı yönetmeliğe göre havayolu şirketleri, bir uçuşun planlanan hareket saatinden itibaren, 1500 kilometreden daha kısa ve iç hatlardaki uçuşlar için iki saat veya daha fazla, 1500 ile 3500 kilometre arası uçuşlar için üç saat veya daha fazla, 3500 kilometreden daha uzun uçuşlar için dört saat veya daha fazla, gecikme beklediğinde yolculara ikramın yanı sıra birçok konuda yardım teklifinde bulunmak zorunda. Yolcuların ayrıca iç hat uçuşlarında yaşanan gecikmelerde 100 Euro tazminat alma hakkı da var. Dış hat uçuşlarında ise yolculara, 1500 kilometre veya daha kısa tüm uçuşlar için 250 Euro, 1500 ile 3500 kilometre arası uçuşlar için 400 Euro, 3500 kilometreden daha uzun uçuşlar için 600 Euro tazminat veriliyor.Yolcu hakları afişini okuyunTüm havalimanlarına 8 Nisan'dan itibaren yolcu haklarıyla ilgili pano ve afişler asılmaya başlandı. Uygulamayla yolcuların başta ‘iptal ve rötar' olmak üzere yaşadığı sorunlar karşısında hangi haklara sahip oldukları bilgisi veriliyor. Böylece yolcular, sorunlar karşısında neler yapmaları gerektiğini öğrenerek daha hızlı çözüm bulma imkanına kavuşuyor. Havayolu şirketleri de, yürütülen proje sayesinde mağdur durumdaki misafirlerinin zararını daha hızlı telafi yoluna gidiyor.Anadolujet’ten gençlere indirimTHY'nin alt markası Anadolujet, 1-31 Aralık arasında gençlere ve çocuklara yönelik indirimli kampanya düzenledi. Buna göre, 2-12 yaş arası çocuklar ile 13-24 yaş grubundaki gençler, tüm Türkiye ve Kıbrıs'a yüzde 50 indirimle uçabilecek.Pegasus’tan kış kampanyasıDaha çok İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı merkezli uçuşlar düzenleyen Pegasus, yurtiçi ve yurtdışı seferlerinde geçerli kampanya başlattı. 16 Aralık'a kadar bilet alan yolcular, 2 Ocak-24 Temmuz 2014 arasında yurtiçinde 39,99 TL'den, yurtdışında ise 39,99 Euro'dan başlayan fiyatlarla seyahat etme imkânı bulacak.Uçaklar gökyüzünde neden iz bırakır?Bulutsuz ve açık bir havada gökyüzünde görülen beyaz çizgiler, uçağın motorlarından çıkan egzoz gazlarındaki su buharının 1-2 saniyede donarak buz kristallerine dönüşmesiyle oluşuyor. Uçuş yüksekliği 8-12 kilometre arasındaki yolcu uçakları, emdikleri havayla yakıttaki su buharını, sıcaklığın -40 C derecenin altındaki yüksek irtifalarda dışarı bıraktıklarında arkalarında çizgi şeklinde bulutlar oluşuyor. Bu çizgiler çabuk kayboluyorsa güzel havanın devam edeceğini, dağılmıyorsa yağışlı havanın gelebileceğini haber veriyor.

Tatlı mı tatlı bir akademi

$
0
0
Belçika’nın bir asırlık çikolata üreticisi Barry Callebaut, dünya çapında onlarca şubesi bulunan Chocolate Academy’nin (Çikolata Akademisi) Türkiye’de ilk şubesini açtı. Biz de bu ‘tatlı’ akademiyi ziyaret edip hem çikolatalarını tadalım hem de Akademi Müdürü Marc Pauquet’e konuşalım istedik. Belçika’nın bir asırlık çikolata üreticisi Barry Callebaut, dünya çapında onlarca şubesi bulunan Chocolate Academy’nin (Çikolata Akademisi) Türkiye’de ilk şubesini açtı. Biz de bu ‘tatlı’ akademiyi ziyaret edip hem çikolatalarını tadalım hem de Akademi Müdürü Marc Pauquet’e konuşalım istedik.Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de ilk şubesini açan Chocolate Akademi’deydik. İçeri girer girmez kakaonun o keskin kokusu işliyor iliklerimize. Çeşit çeşit tadımlık çikolatalar… Görüntüsü bile yetiyor. Bu görsel şölenin hazırlayıcıları, dünyaca tanınmış çikolata şefleri, büyük bir titizlik ve sanatçı edasıyla son şekillerini veriyor ‘eserlerine’. Onların bu küçücük çikolatalara paha biçilemez bir mücevher gibi muamelede bulunması, bir çırpıda tükettiğimiz bu ürünün emektarlarına haksızlık mı ediliyor sorusunu düşürüyor zihnimize. Tam bu sırada Chocolate Akademi Müdürü Marc Pauquet geliveriyor. Bir yandan her biri birbirinden leziz çikolataları tadarken öte yandan Akademi hakkında merak ettiklerimizi soruyoruz. Sanatsal çikolata üreticileri, pasta şefleri, şekerleme ustaları, fırıncılar ve yiyecek içecek hizmet sağlayıcıları için uygulamalı ve teorik eğitimler verecek bir merkez olduğunu söylüyor. Özetle profesyonel ya da amatör anlamda çikolata konusunda uzmanlaşmak isteyen herkese kapıları açık. Vakti olmayanlar da düşünülmüş, internet üzerinden canlı yayınlanan demolar sayesinde eğitim alınabiliyor. Workshoplarda eğitmenlerle birebir iletişim kuralabilmesi için katılımcı sayısı 8-12 kişiyle sınırlı tutuluyor. Müfredata şöyle bir göz attığımızda; kalıplama, kaplama, aromadan işi sanata dönüştürmek isteyenlere heykel ve dekorasyon kadar çikolatanın işlenmesiyle ilgili çeşitli teknik ve uygulamaları içeren başlangıç, ileri ve uzmanlık seviyesinde kurslar veriliyor.Çikolata alanında uzmanlaşmak ya da kendini geliştirmek isteyenler önceden Avrupa’ya seyahat etmek durumunda kalıyordu. Pauquet, akademi sayesinde artık buna ihtiyaç kalmadığını belirtiyor.Akademinin Türkiye’ye özgü yerel tatlar, yeni reçeteler ortaya çıkarma ve çikolatayı daha farklı, daha yenilikçi kullanma açısından yabancı şeflere de birçok katkısı olacağı aşikâr. Bunun en güzel örneği Pauquet’in çilek sulu ve çikolatalı kazandibi. Bir diğeri de dondurmalı ve çikolatalı künefe. “İkisi de bu haliyle şeker komasına sokacak türden.” yorumunda bulununca, “Maalesef diyet yapılacak bir mesleğimiz yok.” diyor gülerek. Henüz uygulamaya geçirmediği, duyanlara ‘yok artık’ dedirtecek çılgın bir tarifi daha var. Havyarlı, damla sakızlı çikolata. Bu buluşun nedenini şöyle açıklıyor: “Bu malzemelerin üçü de pahalı. Hepsinin aynı pakette nasıl olacağını merak ettim.” Karşımızda çikolata uzmanı varken Türkiye ve dünyada en çok hangi çikolatanın tüketildiğini sormadan edemiyoruz. Ülkemizde daha çok sütlü, bol fındık ve fıstıklı madlen çikolataya rağbet edildiğini ancak farklı tatlara da açık olduğunu söylüyor. Avrupalılar ise son 40 yıldır sütlüden bittere yönelmiş. Türkiye’de üretilen çikolataların bir hayli kaliteli olduğunu da dile getiriyor. En çok hangi markayı beğendiğini ise kendine saklıyor.Çikolata nasıl saklanmalı?Daima kuru, karanlık bir yerde 12 ile 16°C arası sıcaklıkta saklayın. Kesinlikle buzdolabında tutmayın. Ayrıca 10°C’den fazla ani sıcaklık değişimlerinden kaçının: Çikolatanızın üzerinde beyaz bir parıltı oluşturabilir. Bu tadını etkilemez ama kabul edin ki; bir bitter, parlak ve güzel görünümlü pralin ya da kalıp çikolata daha çekici gözükür. Asla yoğun koku veren besinlerin yanına koymayın. Çikolata, kokuları çok çabuk emer ve bu ikramınızın tadını olağanüstü etkileyebilir. En iyi çikolata tüketme sıcaklığı 18 ile 21°C arasında. Bu sıcaklıkta, çikolata gevrek ama yine de tüm aroma ve lezzetini ağzınıza tamamen vermeye hazır durumdadır. Bu yüzden çikolataya, saklama sıcaklığından oda sıcaklığına geçmesi için zaman verin. Kaliteli kakao, bitter ve sütlü çikolata doğası gereği uzun raf ömrüne sahiptirler.Bağımlılık yapar mı?Çikolata bağımlılık yapmaz çünkü bağımlılık yapıcı maddeler içermez. Yine de çikolata düşkünleri var, değil mi? Evet ama daha zararsız bir şekilde. Çikolata tüketmek sadece lezzete düşkünlük anlamına gelmiyor, bazı insanlarda da rahatlama hissi uyandırıp, pozitif psikolojik etki yapıyor.İlk çikolatanın acı bir içecek olduğunu biliyor muydunuz?Adı xocoatl olan orijinal kakaolu bu içeceğin tarifi modern çikolata tariflerine hiç benzemiyor. Bir zamanlar elit tabakanın içebildiği acı ve baharatlı xocoatl yapmak için, kakao çekirdekleri ateşte kavruluyor ve ardından taşların arasında kabaca çekiliyordu. Bu işlem sonucunda, suyla karıştırılıp kakao yağı yüzeye çıkana kadar ısıtılan bir macun ortaya çıkıyordu. Sıvının yağı alınıyor, bundan sonra da içecek soğutularak köpüklü bir hal alana kadar çırpılıyordu. Taze olarak acı biber, vanilya, mısır unu ve egzotik malzemelerle karıştırılarak içiliyordu. Söylenenlere göre, İspanyollarla ilk temas kuran Aztek Kralı 2. Montezuma, günde 50 fincan xocoatl içermiş.

Alerjim mi var, sinüzitim mi?

$
0
0
Hapşırma krizleri, gözlerde kızarıklık ve durmak bilmeyen burun akıntıları… Alerjik rinitin alâmeti olan bu belirtiler özellikle mevsim geçişlerinde kendini fazlasıyla belli ediyor. Hastalık kimi zaman da kendisine çok benzeyen sinüzit ile karıştırılabiliyor.Mevsimsel alerjik rinit ya da saman nezlesi en sık görülen alerjik hastalıklardan. Dönem dönem gözleriniz kızarıyor, burnunuz kaşınıyor, hapşırma krizlerine girip kendinizi bitkin hissediyorsanız siz de alerjiden muzdarip olabilirsiniz… Alerji belirtileri vücudun bağışıklık sisteminin yabancı bir maddeye (alerjen) yanıt vermesiyle başlar. Bunu da alerjenin giriş yerine antikor göndererek yapar. Alerjen ve antikor arasındaki savaş yüzünden kanda çeşitli kimyasal maddelerin salınımı başlar. Bu kimyasallar da alerjik hastalık belirtilerine yol açar. Anadolu Sağlık Merkezi KBB Uzmanı Prof. Dr. Nesil Keleş, alerjik rinitin sık rastlanılan bir hastalık olup, son 10 yılda bu sıklıkta büyük artış olduğunu söylüyor. Allerjik rinitin en önemli belirtileri arasında hapşırma, gözlerde ve burunda kaşıntı, burun tıkanıklığı, burun akıntısı ve bazen de baş ağrısı sayılabilir. Bazı hastalarda işitme problemleri, boğaz ağrısı, ses kısıklığı ve öksürük de görülebiliyor.Dönemsel ya da sürekli olabilirAlerji yakınmaları bazı kişilerde bütün bir yıl boyunca sürerken, bazılarında belli mevsimlerde artış gösterir. Mevsimsel alerjik rinit ya da bahar nezlesi olan hastaların şikayetleri daha çok ilkbahar ve sonbahar aylarında ortaya çıkar. Buna en sık neden olan allerjenler çim, ağaç ve yabani ot polenleri. Yıl boyu alerjik rinit yakınması olanlarda ev tozu akarı, küf mantarları ve hayvan tüyleri en sık rastlanılan alerjenler. Yapılan son araştırmalara göre hava kirliliğinin de rahatsızlığı tetiklediğini söylüyor, Nesil Keleş.Alerjik rinit hayatı tehdit eden bir hastalık olamaması ve alınan bazı ilaçlarla geçici iyileşme sağlanabilmesi nedeniyle nadiren ciddi problemlere yol açıyor. Buna rağmen, alerjik rinit hastaların sosyal yaşamını ve sağlığını önemli oranda etkiliyor. “Sıklıkla hastaların yarısında yılda 4 aydan fazla alerjik rinit belirtileri vardır ve bu da yaşam kalitesini ciddi ölçüde bozar. Rinit aynı zamanda erişkinlerin iş, çocuklarınsa okul hayatını da olumsuz etkiliyor.” diyor, Nesil Keleş. Aynı zamanda başka hastalıklarla beraber de görülebiliyor. Astım, sinüzit, çocuklarda burun tıkanıklığı nedeniyle diş ve ağız yapısında gelişme bozuklukları, orta kulak hastalıkları ve besin alerjileri alerjik rinitle birlikte görülebilen hastalıklar arasında.Sinüzitle karışabiliyorAlerjik rinit teşhisinde detaylı araştırma çok önemli. Hastanın yaşı, hangi ortamlarda şikayetlerinin arttığı, daha önce hangi ilaçları kullandığı ve özellikle ailesinde alerjisi olan başka kimse olup olmadığı mutlaka sorulmalı. Alerji genetik bir hastalık olduğundan ailede başka bireylerde de olması tanıda çok yardımcı olur. Daha sonra ayrıntılı bir kulak burun boğaz muayenesi ve alerji testleri uygulanıyor. Alerji testleri deri testleri ya da kanda alerjenlerin incelenmesi yöntemleriyle yapılıyor. Alerjik rinit belirtileri sıklıkla sinüzit ile karışabiliyor. Bazı alerjik rinitli hastalar sinüzit teşhisi nedeniyle gereksiz yere yıllarca antibiyotik tedavisi alabiliyor. Ya da tam tersi, yoğun tedaviye rağmen alerjik rinit yakınmaları düzelmeyen, baş ve yüz ağrısı, yeşilimsi burun akıntısı gibi yakınmaları olan hastalar da aslında sinüzit olabiliyor.Tedavisi nasıl yapılıyor?Alerjik belirtilerin kontrolü, birden fazla tedavi yönteminin birlikte uygulanmasıyla sağlanıyor. Alerjenle karşılaşmanın önlenmesi öncelikli hedef. Daha sonra ilaç ve aşı tedavisi uygulanıyor. Ancak tedavinin vazgeçilmez şartı alerjik yakınmalara neden olan alerjenden uzaklaşmak. Burun spreyleri ve alerji hapları da gerekli görülürse öneriliyor. Aşı tedavisindeyse alerjik belirtilere yol açan maddeler giderek artan dozlarda uygulanarak, kişinin söz konusu alerjene karşı bağışıklığının güçlenmesi amaçlanıyor. Fotoğrafın büyük halini görmek için tıklayınız..Neler alerji yapar?Çok farklı maddeler alerjen olabilir. Polenler, gıdalar, mantar, toz, hayvan tüyleri, kimyasal maddeler, bazı ilaçlar alerjik reaksiyonlara yol açabilir.Saman nezlesi, polenler nedeniyle oluşur. Türkiye’de en sık rastlanılan alerjen çim polenleri.Ev tozu akarı, evcil hayvanlar, bazı kimyasal maddeler gibi alerjenlerin yol açtığı belirtiler sıklıkla kış aylarında evler kapalıyken artar.Küf mantarları da polenler gibi allerjik reaksiyonlara neden olurlar. Hem ev içi hem ev dışında bulunurlar. Ev bitkileri ve banyo gibi nemli ortamlar mantarların bulunduğu yerlerden.Renkli veya kokulu çiçekler nadiren de olsa alerjiye neden olurlar.Alerjenleri uzaklaştırmak için…Klimalardaki filtreleri sık sık değiştirin.Polenlerin çok olduğu ilkbahar ve sonbaharda evinizin pencere ve kapılarını kapalı tutun.Evinizin içindeki bitkileri uzaklaştırın.Evinizde tüylü hayvanbeslemeyin.Kuştüyü veya yünden yapılan yastık, yorgan ve yatak yerine sentetik olanlarını kullanın.Sigara içmeyin ve yanınızda içirmeyin.

Dünyaya kuşbakışı bakmak

$
0
0
Google Maps çıktıktan sonra romantizmini kaybeden ‘kuşbakışı görüntüler’i eski sıcaklığı ile sizler için derledik. Bu görsel şölene eşlik etmek istemez misiniz?

Ekmek, ağacın tepesinde

$
0
0
Toroslar’da yaşayan köylüler, 30 metre yükseklikteki sedir ağaçlarında cambazlık yaparak kozalak topluyor ve kızlarının çeyizini, oğullarının asker harçlığını çıkarıyor.Toroslar'da yaşayan orman köylüleri, ekmek parası kazanmak için 25-30 metre yükseklikteki sedir ağaçlarında adeta cambazlık yapıyor. Ellerindeki sırıklarla korkusuzca ağaçlara tırmanan köylüler, topladıkları sedir kozalaklarını kilosu 1 liradan Orman İşletme şefliklerine satıyor. Köylüler, kızlarının çeyizini, oğullarının asker harçlığını bu şekilde çıkarıyor. Yaklaşık 2 ay boyunca dağlarda kurdukları çadırlarda kalan köylüler, "Düşmekten korkmuyor musunuz?" sorusuna, "Korkuyoruz ama ne yapalım, ekmek parası kazanmak için mecburuz." cevabını veriyor. Mersin'e 60 kilometre uzaklıktaki bin 500 rakımlı Toros Dağları'nın eteklerindeki Arslanköy beldesinde vatandaşlar da ekmeklerini sedir ağaçlarının tepesinden çıkarıyor. Sedir ağacına cambazları aratmayacak maharette tırmanan erkeğin, elindeki sırıkla düşürdüğü kozalağı toplamak ise ya eşine ya da çocuğuna düşüyor. Günlük iki kişinin 100 kilo civarında topladığı kozalaklar, tohumu çıkarılmak üzere kilosu 1 liradan Orman İşletme müdürlüklerine satılıyor. Kozalakların içinden çıkan tohumlar ise tekrar dağlara serpilerek, sedir ağaçlarının çoğalması sağlanıyor. Toroslar ilçesine bağlı Zeybekler köyünden Arif Tıraklı da eşi, 2 oğlu ve gelinleri ile birlikte her sene bu mevsim kozalak toplamak için Arslanköy beldesindeki dağlık alana geliyor. Aile, senenin iki ayını soğuğa rağmen burada kurdukları çadırlarda geçiriyor. Çocuklarının rızkını kozalaktan çıkardığını ifade eden Arif Tıraklı, "Allah'a şükür, ekmeğimizi çıkarıyoruz." diyor. Sedir kozalaklarının önceki yıllara göre daha az olduğundan yakınan Tıraklı, bu sene şeftaliyi de don vurunca tek geçimlerinin ormandan kazandıkları 5 bin lira civarındaki para olduğunu söylüyor. Yaşlandığı için ağaca tırmanamadığını ifade eden Tıraklı, bir yandan işçilere çavuşluk yaptığını, bir yandan da oğlunun ağaçtan düşürdüğü kozalakları topladığını dile getiriyor. Tehlikeye aldırmadan 30 metre yüksekliği bulan sedir ağaçlarına tırmanan İlhan Tıraklı ise "Korkuyorum ama ne yapalım, ekmek kazanmak için mecburuz." diyor. Kızların çeyizini, erkeklerin ise harçlıklarını bu şekilde çıkardığına dikkat çeken İlhan Tıraklı, helalinden kazanmanın kendilerini mutlu ettiğini kaydediyor. Mersin Orman Bölge Müdürü Abit Baca da işçileri ziyaret ederek onlara destek oluyor. 2013 yılının ara tohum yılı ve sedir kozalağının da yetersiz olmasına rağmen Mersin'de bu yıl 430 ton sedir kozalağı toplandığını ifade ediyor. Köylülere bu kozalaklardan 430 bin lira ödeme yapıldığına dikkat çeken Baca, kozalaklardan çıkacak tohumların bin 500 metre yükseklikteki dağlara serpileceğini söylüyor. Mersin'de 8 yılda 55 bin hektarlık alandaki 18 bin 500 ton sedir kozalağından elde edilen 25 milyar adet karpelli sedir tohumun toprakla buluşturulduğunu vurgulayan Baca, Türkiye genelinde ise toprakla buluşan sedir tohumu adedinin 80 milyar 200 bin adet olduğunu kaydediyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live