Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Popülerlik beni çok yorardı

0
0
Türk müziğinin güçlü ismi Umut Akyürek, Âlâ Turka isimli yeni albümünde unutulmaz şarkıları yorumladı. Albümünü konuşmak için bir araya geldiğimiz sanatçı, sürpriz yaparak söyleşiye sanatçı eşi Oktay Ertuğrul ve kızları Melek Bal ile birlikte geldi. Böylece hem anne hem de sanatçı Umut Akyürek'i tanıyıp müzikle dolu bir sohbet gerçekleştirdik.Yeni albümünüzde unutulmayan şarkıları yorumladınız. Neden yeni besteler yerine bu şarkılar?Bu şarkıları unutmak mümkün değil. Eskimeyen eski şarkılar. Dinleyenlerin yoğun bir talebi vardı. Bir önceki albümüm Sinha bütünüyle yeni şarkılardan oluşuyordu. Orada farklı denemeler yapmıştık. Artık böyle bir albümün vakti gelmişti. Teklif de gelince fazla uzatmadan kolları sıvadık. Gönüllerde yer etmiş herkesin sevdiği eserleri yorumladım.Türk müziğinin büyük bir külliyatı var. Bu şarkıları nasıl seçtiniz, zor olmadı mı?İşin en zor kısmı buydu. (Gülüyor) Birini seçseniz öbürünün hatırı kalıyor. Öte yandan makam, ton ve usul açısından belli bir düzene uymanız lazım. Bu şarkılar ağır bastı. Ayrıca sosyal paylaşım sitelerinden de araştırmalar yaptım. Dinleyenlerim şarkı seçimi konusunda bana destek verdi. Hatta bu repertuarı daha çok onlar hazırladı diyebilirim. Beni o dertten kurtardılar. (Gülüyor)Bu şarkıları daha önce de seslendirdiniz. Farklı bir altyapı ile seslendirmek nasıl?Stüdyo gerçekten farklı bir ortam. Radyoda, televizyonda ve sahnede yorumlamak ayrı ayrı heyecanlar. Ama bunun kalıcı olacağını düşünmek sizi daha çok heyecanlandırıyor. Daha titizlikle üzerine eğiliyorsunuz. Zaten yaptığımız işler sezonluk albümler değil, ömürlük. Ömürlük şarkılar bunlar. Sezona yetişelim, yaza damgamızı vuralım, gençleri yakalayalım diye bir gayemiz yok.Bu şarkılar büyük şarkılar. Sizce neden günümüzde böyle şarkılar yapılamıyor?Keşke bunun sebebini bilsem. Bir bestekâr değilim, bu konuyu konuşmak haddim olmayabilir ama şu da bir gerçek: Zaman öyle bir zaman ki her şey kirlendi. Çok fazla şeyi tükettik. Çok yalnızlaştık, çok kendimize döndük. Sevgi bile lütuf gibi algılanmaya başladı. En ufak menfaatte ilişkiler bitebiliyor. Duygularımızı yitirdik. O yüzden daha fast food şarkılar yazılıyor.Bunca yıl tarzınız dışına hiç çıkmadınız. Daha çok bilinme adına popüler işler yapmayı hiç düşünmediniz mi?Ben buna çok önceden karar verdim. Konservatuar yıllarımda inanılmaz bir pop ve arabesk furyası vardı. Bana da bu anlamda çok fazla teklif geliyordu. Hatta bir tanesinden son anda vazgeçtim. Ferdi Tayfur bana arabesk-fantezi bir albümü yapmamı teklif etti. Şarkılar yazıldı, stüdyoya girip kaydettik. Hatta albümün fotoğrafları bile çekildi. Ama benim içim rahat değildi. İçime sinmedi. Çünkü Türk müziği okuyordum. Bekir Sıtkı Sezgin, Alaeddin Yavaşça hocalarımdı. Bunu yaparsam ihanet etmişim gibi hissedecektim. Ferdi abiye bu durumu açtım. Beni anlayışla karşıladı. “İçine sinmeyecekse yapma, ben sana kırılmam” dedi. Aradan yıllar geçti, en büyük idealim olan TRT'ye girdim. Yine albüm teklifleri geldi. Ama bu kez ben sadece Türk müziği albümü yaparım dedim. O dönem Türk müziğinin hiç şansı yok gibi bakılıyordu. Benim azmimi gören Ercan Saatçi tamam dedi. O sene büyük kâr getiren albüm oldu.Türk müziği eğitimi alan birçok konservatuar mezunu pop müzik yapıyor. Onlar bu müziğe ihanet etmiş mi oluyor?Ben bunu kimseyi eleştirmek adına söylemedim. Kendi adıma vicdanen rahatsız olacaktım. Ben hep Türk müziği ile nefes aldım. Şöhrete kanıp yapabilirdim. Yapanları eleştirmiyorum. Bundan sonra umuyorum layık arkadaşlar çıkar ve bu işin davamı gelir.Şöhret ve popülerlik kötü bir şey mi?Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse popülerlik maddi getirisi çok olan bir şey. Ama tercihler söz konusuysa seçimleriniz size bazı misyonlar yüklüyorsa kendinize ayrı bir yol seçiyorsunuz. Beni çok yorardı ve beceremeyebilirdim. Popülerlik sürekli atılımlar hamleler gerektiriyor. Ben kendi bildiğim işi yapayım, takdir görürse bu şekilde var olayım dedim. Çok şükür yaptığımız iş bir yerini buluyor. Dinleyicilere ulaşıyorum. Ancak sırf popülerlik uğruna her dakika malzeme vermek, işimle ilgisi olmayan bir şeyle var olmak fikri bile ürkütücü.Popüler olunca Türk müziği yapmak kolayZaman zaman bazı isimler Türk müziği sanatçısı olarak lanse ediliyor ama kalıcı olamıyorlar. Sebebi ne sizce?Bunlar imitasyon isimler. Planlı şeyler. Her şeyin altı yavaş yavaş oyuldu. Kültürümüz, musikimiz, büyük darbeler aldı. Hep farklı şeylerin propagandası yapılıyor. Yüzde biri Türk müziği sanatçılarına yapılsa bu müzik daha ön planda olur. Siz hiç Türk müziği sanatçılarının billboardlarda reklamını görüyor musunuz?Emel Sayın’ın pop single çıkarmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?Emel Hanım arada böyle hoşluklar yapabilir. O ne yapsa güzel yapar. Ona yakışır. Bir de bunun tam tersi var, popçu arkadaşlar Türk müziği yapar oldu. Kötü bir şey değil yapsınlar. Ama “benim geçmişimde Türk müziği vardı” gibi konuşmalarla kendilerini haklı göstermesinler. O zaman öyle çıksalardı. Popüler olduktan sonra bunu yapmak kolay. Önemli olan baştan böyle çıkıp ortaya bir şey koymak.Peki mevcut müzik dünyasını ve şarkıları nasıl değerlendiriyorsunuz?O kadar zorlama var ki. Melek Bal’dan dolayı ben bile biliyorum hoşlanmadığım müzikleri. Radyolarda hep aynı şarkılar çalınıyor. Ben bunların halkın seçimi olabileceğine inanmıyorum. Mesela benim kızım iyi müziği kötü müziği o kadar iyi anlıyor ki. Kulakların erken eğitilmesi lazım. Kirlendikten sonra ne yapsanız boş. Bir zamanlar bu ülkede sadece TRT varken o zamanın çocukları Müzeyyen Senar’ı dinliyordu.İşime ara verip kızımla ilgilendimBiraz da aileden konuşalım. Nasıl gidiyor evlilik?Eşim Oktay Ertuğrul da sanatçı. Konservatuvarda başladı arkadaşlığımız. 18. yılı bitiriyoruz. Aslında bunu iki ile çarpmamız gerek. Çünkü işimiz gereği hep birlikteyiz. Allah ayırmasın. Çok mutluyuz çok şükür. Bütün gündemimiz kızımız Melek Bal’ın mutluluğu.Umut Akyürek nasıl bir annedir?Melek Bal çok hareketli, beni çok yoran bir çocuk. Annelik benim için her şeyden öncelikli. Bugün hangi sanatçıya sorsanız önce anneyim, sonra sanatçıyım der. Ama daha bebeği bir aylıkken Türkiye turnesine çıkan insanlar biliyorum. Ben üç sene boyunca işime ara verip kızımla ilgilendim. Annelik Allah’ın kadına bahşettiği en özel duygu. Önce anneyim.

Şu alet zamanında bende olacaktı ki...

0
0
"Anadolu’nun ve muhtemelen insanlık tarihinin ilk testeresi nerede ve kaç yaşında?” sorusunun cevabını biliyorum:Çorum Müzesi’nde!Asıl mevzu o değil fakat denk gelmişken haberdar edeyim; Çorum’da fevkalade güzel ve zengin bir müze var; müzede ağırlıkla Hitit dönemi eserleri sergileniyor. “Dünya çapında bir şey olmazsa ben ilgilenmem arkadaş!” diye burun bükecekler için ilave edeyim; Çorum Müzesi, Hitit medeniyeti konusunda dünyanın en iyi müzesi. Müzenin güzelliklerinden birisi de son dönem Osmanlı sivil mimarlığını temsil eden binasının restorasyondan sonra kullanılır hale getirilmesi. Vakıa bu anlattıklarımı kültür turizmi için ülkemize gelmiş turistler zaten biliyor, siz de bilin istedim.Gelelim, tarihin ilk testeresi meselesine; bu tâbirin biraz iddialı olduğunun farkındayım fakat kerem buyrunuz, “Tarihin ilk bilmem neyi” diye iddia olunan nesneler ve olgular, tabiatı icabı biraz iddia hükmündedir. “Nereden biliyorsun; öteki nesneleri teker teker gördün mü?” sorusuna cevap bulmak zordur, o yüzden böyle bir hükmü yokuş aşağı yuvarlayacaksınız mecburen...Tarihin ilk testeresi de işte bu nitelikte bir iddia. Elbette tarihin ilk testeresi sayılabilecek diğer örnekleri görmedim; üstelik bir “köşe yazarı” olarak sayısız konuda bilgi ve ihtisas sahibi bulunmama rağmen bir antropolog olmadığımı –kısık sesle de olsa- itiraf etmek zorundayım.Tezimin bütün zayıflıklarını dürüst ve açık bir dille itiraf ettikten sonra şimdi en güçlü delile geçebilirim: Bu örnek evet, yanlışlanabilir bir nitelemedir fakat, “Bir dakika, sana itirazım var ey yazar; tarihin en eski testeresi bu değildir” diyebilecek birinin en azından Çorum Müzesi’nde bulunan örnekten çok daha eski bir testereyi bulup göstermesi lazımdır. Binaenaleyh, bu örneğin ele geçirilmesine kadar itirazcıların sabır göstermesini ve iddiamı sessizce kabul etmesini bilimsel centilmenlik namına rica ediyorum.Çorum Müzesi’ndeki testereyi göreli beri on yıldan fazla zaman oldu fakat gayet iyi hatırladığımı zannediyorum; testere bronzdan mâmuldü. Hal böyle olunca o testerenin –su içinde- 3500 senelik bir geçmişe sahip olduğunu ileri sürebiliriz. (Sizlere acıdığım için bronz çağı hakkında etraflı bilgi vermiyorum).Buradan yola çıkarak, “İnsanlığın ilk marangozu Anadolu’da yaşamıştı” diyebilirim fakat “Bugünlük bu kadar polemik yetişir” düşüncesiyle asıl meseleye geçiyorum: İlk testerenin insanoğlu tarafından icad edilmesinden bu yana yirmibirinci asrın ilk çeyreğinde, önemsenmesi gereken bir devrim yaşamakta olduğumuzu iddia ediyorum. Bu sessiz sedasız devrimin adı, tahmin edebileceğiniz gibi testereyle ilgilidir ve tam ismi şöyle olsa gerektir:Testerenin demokratikleşmesi devrimi!Lütfen bu keşfimi, “Demokratik testere devrimi” diye sulandırmaya kalkışmayınız; bu niteleme ile kasdettiğim şey, testere dediğimiz medeniyet yapıcısı âletin ilk defa her eve girecek kadar bollaşması, ucuzlaması, harcıâlem bir mahiyete bürünmesi ve neticede herkesin hayatın herhangi bir anında testereye ihtiyaç duyabileceği varsayımının kuvveden fiile geçmiş olmasıdır!Bu noktada testerenin demokratikleşmesi devrimi olgusunu ikiye ayırmama müsaade buyrunuz:a-Konvansiyonel testere devrimib-Motorlu testere devrimiKonvansiyonel, yani “alışıldık, bildik” demek oluyor kestirmeden. “Şu bildiğiniz testere” deyip geçsem bilimsel olmayacaktı, o yüzden şu anda evinizde mevcut bulunan ve büyük ihtimalle dişleri açılmadığı için hiçbir işe yaramayan, belki de şimdiye kadar hiç kullanmadığınız o paslı testerenin “Konvansiyonel” bir özellik taşıdığını size hatırlattığım için bana minnet duymanız gerekir ama böyle şeylere artık aldırış etmiyorum. Bu arada siz, evdeki testereyle en son ne yaptığınızı hatırlamaya çalışırsanız kâfidir!Gelelim motorlu testereye...Günün birinde bir motorlu testere sahibi olmak, kalbimde bir hicran, yüreğimde hazîn bir ukdedir. Ona en çok ihtiyaç duyduğum zaman itibariyle meret o kadar pahalıydı ki, hırdavat vitrininde nazlı gelin gibi süzülen testereyi iç çekerek seyredip, “Gâvur da neler yapıyor azizim; biz bu heriflerle suret-i katiyyede harbedemeyiz!” diye hayıflanmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. Halbuki şehrin münasip bir kuytusunda üst üste yığılmış, takriben üç-beş ton civarında hurdaya çıkmış eski telgraf direği, kesip biçmem ve onları bir tahta kulübe haline getirmem için beni bekliyordu. Bir motorlu testerem olsa ne güzel olacaktı! Konvansiyonel testere (artık ne demek olduğunu biliyorsunuz!) veya keser, balta türü kesicilerle günlerce uğraşmak için ne vaktim, ne de enerjim vardı. Olmadı!Geçenlerde, vaktinin çoğunu pazarlama faaliyetlerine ayırmış adı pek bilinmeyen bir kanalda yayınlanan reklam filmini görünce içim cızz etti. Filmde arabasıyla ormanlık arazide giden bir adam, yola devrilmiş bir ağaç görünce duruyor ve kıskançlıktan çatlama raddelerine getiren bir özgüvenle bagajın kapağını açarak oradan –tabiri maruz görünüz lütfen- “Fıstık gibi” bir motorlu testere çıkarıyordu. Sonrası mâlum. Benzinli motorun marş ipini çekerek o tatlı motor homurtusuyla testereyi çalıştırıyor ve densiz ağaç kütüğünü olduğu yerde sekiz on parçaya keserek haddini bildiriyordu.-Kim bagajında, yoluma bir ağaç kütüğü düşerse onu parçalara ayırayım diye bir motorlu testere taşır ki; fantezinin bu kadarı da fazla, diyebilirsiniz. Oysa ki insanlık bu gibi ihtimalleri hesaplayan adamların önsezileriyle ilerleme yolunda mesafe almıştır.Tabii işin en tatlı kısmı, motorlu testerenin 2 yüz lira civarında bir bedelle adresinize teslim edilecek olmasıydı. 200 liram vardı ve bir motorlu testere edinmek için tabir yerindeyse deli oluyordum; ne yazık ki iki küçük engelle karşı karşıyaydım:a-Evde motorlu testereyi koyacak yer yoktu.b-Ve evdekilerin, “Motorlu testere ile ne keseceksin; inşallah mobilyalardan işe başlamayacaksın?” yollu itirazlarının da işaret ettiği gibi kesecek bir şey de bulunmuyordu maalesef.Motorlu testere devrimine birkaç yıl farkla geç erişmek beni üzüyor fakat benimle aynı duyguları paylaşan testeresever halkımızın mutluluğunu düşündükçe içimi tatlı bir huzur kaplıyor. “Diğerkâmlık” denilen şey de herhalde budur!Benim için o kadar üzülmeyiniz efendim; evde halen muhtelif boy ve diş karakterinde beş-altı tane “konvansiyonel” testerem var ve onlarla, günün birinde hanımın birkaç günlüğüne kızkardeşine yatıya gitmesini fırsat bilerek bazı mobilyalar üzerinde tadilat yapmak gibi hain bir projeksiyon geliştirmekteyim.Ama lütfen aramızda kalsın; kimseler duymasın! a.alkan@zaman.com.tr

Teknoloji savaşı, burada bitmez arkadaş!

0
0
Apple, geçtiğimiz hafta tasarımı ve fiyatıyla gündeme damgasını vuran IPhone 5S ve 5C’yi tanıttı. Bunun hemen ardından Microsoft’u satın alan Nokia’nın “Taklit en iyi yalakalıktır” tepkisi geçmişten bu yana devam eden teknoloji savaşlarını hatırlattı. İşte bir zamanların o meşhur teknoloji savaşları ve reklamları...Apple, geçtiğimiz hafta San Francisco’da IPhone 5S ve IPhone 5C ürünlerinin tanıtımını yaptı. Tanıtım gecesine IPhone 5S’in ilk kez gün yüzüne çıkan özelliklerinin yanı sıra 5C’nin tasarımı ve fiyatı damga vurdu. Apple’ın lansmanı devam ederken, Microsoft tarafından satın alınan Nokia’nın Apple’ın yeni tanıttığı ürünlerine yönelik tepkileri de bir o kadar dikkat çekiciydi. Şirketin @nokia_uk adlı onaylı hesabından Apple’a ilginç göndermeler yapıldı. Apple’ın çıkardığı IPhone 5C’nin Nokia Lumia’ya benzediğine atıfta bulunan şirket, “Teşekkürler Apple” şeklinde bir tweet attı. Tweette yer alan resimde çeşitli renklerde Nokia Lumia’ların yanı sıra “Taklit en iyi yalakalıktır” sözü paylaşıldı. Nokia, bununla yetinmedi ve devamında bir tweet daha attı; “Gerçek gangsterler altın telefon kullanmazlar” sözü ile de altın renkli IPhone 5S’leri de ti’ye aldı. İki şirket arasındaki rekabet, sosyal medyaya yansıdı.Nokia’nın bu göndermelerine Apple’ın ne tür bir karşılık vereceği merak içinde beklenirken, iki dev teknoloji şirketi arasında yaşanan bu hadise bizi yıllar öncesine götürdü. Henüz bu kadar gelişmemiş olduğu halde yaşanan teknoloji savaşlarına. Ve bu savaşlar bir an için karate filmlerini hatırlatıyor. Eğer teknoloji savaşları karate filmleri gibi olsaydı Steve Jobs, Jackie Chan, Bill Gates ise Jet Lee olurdu diye düşünmeden edemiyor insan. Apple ve Microsoft’un rekabetini bilmeyen yok elbette. Ama firmaların hatta ülkelerin kaderini değiştiren, teknolojik gelişmelere yön veren teknoloji savaşları ve reklamları hâlâ hafızalarda. Teknoloji dünyasının bu savaşları hiçbir zaman bitmeyeceği gerçeğine rağmen, işte bir zamanların o meşhur teknoloji savaşları…IBM vs APPLE:Apple demişken akla şimdilerde Samsung ve Microsoft ile olan çekişmeler gelse de aslında bilgi teknolojisi, yazılım şirketi IBM ile ciddi bir rekabetin varlığı dikkat çekiyor. Karşılıklı gazete ilanlarının verildiği görülüyor.COMMODORE-APPLE-IBM:Ya bir zamanların en çok satan Commodore bilgisayarlarına ne demeli. IBM ve Apple karşısındaki cesaretini doğrusu alkışlamalı. ‘Bad News for IBM and Apple' (IBM ve Apple için kötü haber) başlıklı reklamda ilk etapta kendi özelliklerini iyi haber olarak veriyor. Kötü haber ise Apple ve IBM'in ne kadar paçoz olduğu iddiaları ve Commodore ile arasındaki fark oluyor.VHS vs BETAMAX:Biraz daha geçmişe gidip teknoloji anılarını tazelemeye ne dersiniz. Akrabalar bir araya toplandığında yapılan ilk iş düğün ya da sünnet kasetini VHS marka video oynatıcısına takmak olurdu. Sony, 1975 yılında Betamax formatı ile pazara giren ilk firmaydı. İki yıl sonra da JVC ilk VHS oynatıcısını çıkardı. VHS fiyat ve kayıt kapasitesi gibi avantajlarıyla bu savaştan galip çıktı. Ancak VHS de bir süre sonra parlak disklere (CD) yenilse de, son model CD ya da DVD oynatıcılarının varlığına rağmen, o gün bugündür, hâlâ VHS mi yoksa Betamax mı muhabbetleri yapılıyor.BLUE-RAY vs HD-DVD:Sony'nin dönüşü muhteşem, intikamı acı oldu. 2000'li yılların başında geri döndü. DVD'den sonraki ilk adım Blu-ray diskleri tanıtmak oldu. Toshiba ise daha ucuz ve daha düşük kapasiteli olan HD-DVD'yi piyasaya sürdü. Ardından büyük teknoloji firmaları birer birer hangi formatı destekleyeceklerini açıkladı. Dell, HP, Panasonic ve Mitsubishi Blu-ray'i, Sanyo, Intel, Microsoft da HD-DVD'ye destek vereceğini ilan etti. Bu sefer Sony, PlayStation 3'teki blu-ray oynatıcısının desteği ile savaştan galip çıktı.APPLE vs MICROSOFT:Kişisel bilgisayar (PC) denince herkesin aklına elbette farklı bir isim gelir. Ama Apple'ın 1977'de çıkardığı Apple II adlı bilgisayar kişisel bilgisayar pazarını kızıştıran girişim oldu. MS-DOS ve ardından Windows işletim sistemi sayesinde Microsoft kısa sürede pazar hakimiyetini eline aldı. Ancak Apple savaşı bırakmadı ve Microsoft ile teknoloji pazarını kontrol eden en büyük teknoloji şirketlerinden biri oldu. Şu an Microsoft ve Apple arasındaki rekabet, sadece PC'lerde değil mobil araçlara varıncaya kadar etkili bir hal almış durumda.ABD vs MICROSOFT:Gün geçmiyor ki, teknoloji savaşı denince Microsoft'un adının geçmediği bir hadise daha olmasın. 90'larda pek çok önemli olayın yanında Microsoft'un tekelci uygulamaları da dikkat çekiyordu. Amerikan hükümeti 90'ların başında AB ülkelerinin de baskısıyla Microsoft'u incelemeye aldı ve 1998'de Microsoft'un yolu mahkeme koridorlarına düştü. 2000 yılına kadar süren davada Microsoft adeta ecel terleri döktü. Her ne kadar tekelci uygulamalardan suçlu bulunmuş olsa da, hükümet şirketi bölmedi.EDISON VE WESTINGHOUSE/TESLA: Teknoloji savaşlarının ilk tohumunu Edison atmış desek yalan olmaz. O yıllarda henüz teknoloji namına bir gelişme olmasa da, elektriği icadıyla sonraki yüzyıllarda adına rahmet okutturan Thomas Edison, Westinghouse ve Tesla 1880'lerde kıran kırana bir mücadele içindeydi. Edison, kendi doğru akımının (DC) Tesla ve Westinghouse'un alternatif akımından (AC) daha güvenli olduğunu kanıtlamak için boş zamanlarında sokak köpeklerine ve kedilerine elektrik vermeye başladı. Elektrik ile ilgili ölümlere "Westinghoused" (Westinghouselanma) adını takmıştı. Edison, Coney Island'da bir fil üç kişiyi öldürdüğü için filin de öldürüleceğini duymuştu. İşte fırsat Edison'un ayağına kadar gelmişti ve tepmek olmazdı. Alternatif akım verilen fil saniyeler içinde öldü hatta Edison da bunu filme çekti. Amaç AC'yi rezil etmekti. Ancak Edison'un bu cin fikri, istediği gibi işlemedi. Zamanla AC'nin daha üstün bir teknoloji olduğu kabul edildi.

[Kuş Bakışı] - Uçakta tavan fiyat 300 TL olacak

0
0
Uçak biletlerinde bayram ve özel gün ayrımı yapılmayarak tavan fiyat uygulamasına geçildi. Son güne kalınması halinde tek yön uçuşlarda en yüksek fiyata seyahat edeceğinizi de aklınızdan çıkarmayın.Havayolu şirketleri, iç hat uçak biletlerinin en fazla ne kadara satılacağı (tavan fiyat) konusunda anlaşmaya vardı. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM) ile şirketler arasında yürütülen görüşmelerde, uçak biletlerinin ‘bayram ve özel gün ayrımı yapılmadan’ 300 TL’yi geçmeyecek şekilde düzenlenmesi kararlaştırıldı. Ancak Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’a sunulacak taslak anlaşmanın onaylanması halinde yurtiçi uçuşlarındaki business sınıfı bilet fiyatları ile yurtdışı bilet ücretlerine herhangi bir sınırlama getirilmeyecek. İki hafta içinde uygulanması planlanan yeni sisteme göre iç hatlarda ekonomi sınıfında uçan yolcular, son dakika bileti için en fazla 300 TL ödeyecek. Bakan Yıldırım, uçak biletlerinin özellikle tatil dönemlerinde astronomik ücretlerle satışına yönelik şikâyetler üzerine, ‘tavan ve taban fiyat belirlenmesi’ konusunda düzenlemeye gidileceğini açıklamıştı. Bunun ardından, hisseleri Borsa’da işlem gören Türk Hava Yolları (THY) ve Pegasus Hava Yolları’nın yatırımcılarında ciddi tedirginlik yaşandı. Hissedarlar, devletin serbest piyasa ekonomisine müdahalesi ile havayolu şirketlerinin sıkıntılı bir döneme gireceğini düşünmeye başladı. Bakanlık ise hissedarların kaygısını dikkate alarak uygulamada revizyona gitti.HAVAYOLLARI KENDİ FİYATINI BELİRLEYECEKGörüştüğüm bakanlık yetkilileri, havayolu şirketlerinin yüksek bilet fiyatlarından duyulan rahatsızlığa kayıtsız kalmadıklarını ve en uygun ücretle seyahat imkânı sunma sözü verdiklerini söyledi. Devletin bilet ücretlerine sınır koyma gibi bir düşüncesi bulunmadığına dikkat çeken yetkililer, havayolu şirketlerinin halkın hassasiyetlerini anlamalarına yardımcı olduğunu dile getirdi.Havayolu şirketleri, devletin bilet ücretlerine müdahalede bulunmasını doğru bulmuyor. 2003’te iç hat uçuşlarının serbest bırakılmasıyla ciddi rekabet yaşandığını hatırlatan sektör temsilcileri, bilet fiyatlarının ucuzlamasıyla yolcu sayısında her yıl ciddi artış kaydedildiğini dile getiriyor. Moskova’da görüştüğüm Pegasus Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanı Ali Sabancı, iç hatlar gibi dış hat uçuşlarının da rekabete açılmasını istiyor. Böylece, özel havayolu şirketlerinin hem uçuş ağını genişleteceğini hem de vatandaşa daha ucuz ve alternatifli uçuş imkânı sunacağını söylüyor. Yaşanan rekabet nedeniyle sefer başlattıkları her uçuş noktasında, bilet fiyatlarının en az üçte bir oranında düştüğüne dikkat çeken Sabancı, bu yüzden devletin bilet ücretlerine müdahale yerine, iç ve dış hatlardaki merkezlere ayrım yapmadan uçuş imkânı sağlaması gerektiğini düşünüyor.UCUZ BİLET NASIL ALINIR?Bakanlık, her ne kadar devreye girerek bilet ücretlerinin artışına frenleme getirdiyse de, son güne kalınması halinde tek yön uçuşlarda en yüksek fiyata seyahat edeceğinizi aklınızdan çıkarmayın. Ekonomik uçmak istiyorsanız seyahat programınızı önceden yaparak biletinizi almayı ihmal etmeyin. Böylece aylar öncesinden alacağınız biletle iç hatlarda 25-30 TL’ye uçma fırsatı bulmanız da mümkün. Ucuz bilet için, alternatif gün ve saatleri belirleyerek işe başlayın. Daha az tercih edilen havalimanlarından düzenlenen uçuşların düşük ücretle satışa sunulduğunu da unutmayın. Ayrıca, karşılaştırmalı uçuş alternatifleri sunan web sitelerinden en ucuz bileti bulma şansınız da oldukça yüksek.30 bin feet’te sushi keyfi!Havayolu şirketleri arasında yaşanan rekabet, uçuşları daha da keyifli hale getiriyor. Bu yüzden uçuşlarda eğlence sistemlerinden ikramlara kadar her alanda yolcular sürprizlerle karşılaşabiliyor. Uçaklardaki yenilikler konusunda son gelişme Pegasus Hava Yolları’nda yaşandı. İstanbul Sabiha Gökçen merkezli sefer düzenleyen şirket, kasımdan itibaren Japon mutfağından ‘Sushi’ ikram etme kararı aldı. Sushi’ler yolculara, gökyüzünde soya sos, wasabi, zencefil turşusu ile servis edilecek.Pegasus Hava Yolları ticaretten sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Güliz Öztürk, Pegasus Cafe Pre-Order menüsü ile misafirlerine mantarlı ravioli’den karidese, schnitzel’den farklı salata çeşitlerine uzanan 20’den fazla lezzet seçeneği sunduklarını söyledi. Bu alternatiflere gelecek ay bir yenisini daha ekleyeceklerine dikkat çeken Öztürk, misafirlerini gökyüzünde sushi yeme keyfi ile tanıştıracaklarını dile getirdi.Gökyüzünde yaklaşık 30 bin Feet’te sushi yemek isteyenlerin, uçuşlarından en az 24 saat öncesinde www.flypgs.com internet sitesinden sipariş vermeleri gerekiyor. Yolcular, buradan biletlerindeki PNR numarası ve soyadlarıyla ‘yemek seçimi’ formunu kullanarak kolayca seçimlerini gerçekleştirebiliyor.m.gun@zaman.com.tr

Meğer ‘tencere-tava’ ne zor üretiliyormuş!

0
0
Ünlü şef Arda Türkmen ile bir tencere-tava fabrikası gezdik. 150 yıllık fabrikada tencerelerin birçok aşamadan geçerek raflardaki yerlerini aldıklarını gördük. Türkmen, kendi tasarımı tencerelerin üretimini yerinde inceledi ve yemek-tencere ilişkisinin sırlarını verdi.Yapmayı sevenler için yemek, şüphesiz bir sanattır. Hele yapılan yemek birilerine sunulacaksa çok daha ciddi hazırlık ve titizlik söz konusu oluyor. Pişirilecek ürün kadar neyin içinde pişirildiği de yapılan yemeğin lezzetini etkiliyor. Bu duygunun bir tencere, tava fabrikasını gezerken daha da pekişeceğini hiç düşünmemiştim. Ama Groupe Seb/Tefal’in Fransa Rumilly’deki fabrikasını gezdikten sonra, tencere ve tavaları hoyratça değil de, daha özenle hatta pamuklara sarıp sarmalayarak kullanmak gerektiği kaçınılmaz. Zira 150 senelik kalıplarla hazırlanan sıradan bir metal parçasının çok sayıda işlemden sonra mutfaklarımıza geldiğini gördük.‘Tencere-tava hepsi aynı hava’ dedirtip, okuyanların sıkılmasına sebep olmadan işin aslına geçmekte fayda var. 20 bin ürün çeşitliliği olan, her yıl 100 milyondan fazla ürün satan Tefal, Türkiye’deki pazar satışlarını daha cazip hale getirmek için ünlü şef Arda Türkmen’in tavsiyeleriyle Türk kadınlarının kullanımını kolaylaştıracak yeni bir set üretti. Türkiye için hazırlanan paketlerin üzerinde ‘Mutfağınızda şef sizsiniz’ yazan ve Arda Türkmen imzası taşıyan ürünler kasım ayı itibarıyla satışa başlayacak. Türkmen’in kendi restoranlarında da kullanıp test ettiği ürünler her ne kadar ağır olsa da, bunun aslında tabanların daha kaliteli olması için yapıldığını öğreniyoruz.Tencere-tava, düdüklü tencere ve kek kalıplarının olduğu setin en güzel yanı ise sap ve kulplarının yanmaz-yakmaz, paslanmaz çelik metal oluşu. Plastik saplar aşırı ısı karşısında eriyip, bir süre sonra da deforme olup kullanılamaz hale gelebiliyor. Ürünler arasında ev kadınlarının en çok seveceği ise iki kulplu pilav ve karnıyarık tencereleri. Groupe Seb/Tefal İş Geliştirme Müdürü François Schaefer,“Genelde tek kulplu tencere ve tava üretimlerimiz var. Ancak sırf Türk kadınlar iki kulpluları sevdiği için sahan ve pilav tencerelerini onların tüketim alışkanlığına göre üretiyoruz.” diyor. Bu sözlerin ardından Türkiye’nin 150 ülke içinde Tefal için 12. önemli pazar olduğunu da eklemeden geçmiyor.Türkiye, düdüklü tencere kullanımında beşinciTürkiye’de mutfakların bir diğer vazgeçilmezi ise şüphesiz düdüklü tencere. François Schafer, “Siz Türkler gibi biz de yemek yapmayı ve yemeyi seviyoruz. Ev kadınlarının en çok kullandığı ürünün de düdüklü tencere olduğunu biliyoruz. Türkiye, düdüklü tencere için önemli bir pazar. Ciromuz içinde yüzde 17’lik bir paya sahip. Şu anda Türkiye, düdüklü tencere satışında beşinci sırada. Kullanım potansiyeli olarak da yüksek, yakında ilk 3’e girebilir.” sözleriyle, düdüklü tencereye olan ilgiyi özetliyor. Mutfağında hâlihazırda kullandığı ürünler olduğu halde, bir üst modelleri kullanma isteği Türk kadınının klasik özelliği. Tabii bu özelliği pazarlamacıların çok iyi kullandığı da ortada. Groupe Seb/Tefal Pazarlama Direktörü Zümrüt Tamer, “Türk kadını evde daha çok vakit geçirdiği için evindeki ürün en iyisi olsun istiyor. Bir alt ürünü olduğu halde en son çıkanı da istiyor. En iyiyi kullandığında bunu statü atlama olarak görüyor. Geliri az olanlar mutfak eşyasına daha çok para harcıyor.” sözleriyle açıklıyor.Çizilmeye ve lekeye yok mu bir çare?Yetkilileri bulmuşken, birçok ev kadınının merak ettiği bir soru soruluyor. Tefal’in ya da genel olarak teflon kategorisindeki pişirme grubu ürünlerini (tencere, tava ve kek-pasta kalıbını) bulaşık makinesinde yıkayamamak... Yıkansa bile çizilmiş halde veya su lekeleriyle çıkması... Soruya Türkiye Pazarlama Direktörü Zümrüt Tamer, hızlı bir şekilde, “Ürünlerimizin hepsinde ‘metal kullanabilir ve bulaşık makinesinde yıkanabilir’ ibaresi var. Çatal bıçak şeklinde değil de metal spatula o kadar zarar vermiyor. Bulaşık makinesinde de kullandığınız deterjana ya da tuza bağlı olarak leke ve çizim oluyor.” şeklinde cevap veriyor. Tabii bu durumda düşünmeden edilemiyor. Bir, spatula metal değil midir? İki, beyaz eşya markalarının önerdiği markalardaki tuz ve deterjanlarda da aynı sorun oluyor. Bu durumda tavaların hâlâ neden çizildiğini anlamamakla beraber, elde yıkamaya devam ederek önlem alınması gerektiği fikri ortaya çıkıyor.Uzun ömürlü kullanım için tabanlı tencere alınŞef Arda Türkmen, 1995’ten beri yiyecek-içecek endüstrisinin içinde olan bir isim. Zamanında catering şirketi kurmuş, hâlâ iki restorana sahip biri olarak önerilerine kulak vermekte fayda var. “Bir sebzenin tadını tuzunu daha baştan, kullandığınız tencere-tava ile kaçırabilirsiniz.” diyen Türkmen, bu sebeple kullanılan ürünün önemine dikkat çekiyor. İmzasını taşıyan Tefal’in ekipmanlarını kendisinin de profesyonel mutfağında kullandığını anlatıyor. Bu ürünleri kullanım kolaylığı ve teknolojileri açısından farklı buluyor. Türkmen’e göre bu yeni serinin önemli özellikleri, aynı zamanda fırına da girebiliyor olması, endüksiyon teknolojisi, çizilmelere karşı dayanıklılığı ve normal kullanımda 5-10 yıla kadar ömrünün olması. Arda Türkmen’in tencere-tava alımında ev hanımlarına bir tavsiyesi ise, “Uzun pişirmeler ve uzun ömürlü kullanımlar için tabanlı tencere alın.” oluyor. Türkmen bir de, “Kadın ya da erkek ne iş yaparsa yapsın eve girdiğinde kendi mutfağının şefidir.” diyor.t.kaplan@zaman.com.tr

Anadolu'yu Moğollardan Mevlânâ korudu

0
0
Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, bilhassa tasavvuf tarihi üzerine yaptığı çalışmalar ve ‘Heterodoks İslam' tasnifi ile bilinen bir akademisyen. Efsanelerin bütün devletlerin kuruluşunda olduğunu söyleyen Ocak, “Tarihçilerde ideal, kusursuz, mükemmel bir Türk, İslam ve Osmanlı tarihi imajı var. O meslektaşlar, böyle bir yaklaşımın ve anlatımının tarihimizi lekeleyeceğini düşünüyorlar herhalde.” diye konuşuyor.Tarih, sizi Yozgat’ta babanızın manifaturacı dükkânında mı yakaladı?Aslında daha önce evde, ilkokulda ve babamın dükkânında yakaladı diyebilirim. Bazı akşamlar evimize misafir gelen yaşlıların anlattıkları harp hatıraları inanılmaz ilgimi çekerdi. Okulda da hem tarih ders kitaplarını, hem de tarihi romanlar okumayı sevdim. Ama bir anlamda eğer bilinçli olarak tarihe merakımı kastediyorsanız dediğiniz gibi babamın yaşlı dostlarının manifaturacı dükkânımızdaki müşterilerinin harp hatıraları, Osmanlı tarihine dair sohbetleri beni çok etkilemiştir. Babam çok meraklıydı Osmanlı tarihine. Değerli gazeteci Taha Akyol’un babası ile aynı kafadan oldukları için çok iyi ahbaptılar. O da manifaturacıydı ve Osmanlı tarihini iman edercesine severdi. O bazen o bizim dükkâna gelir, babamla sohbet ederdi. Böyle bir atmosfer vardı. İkindi vakti, alışveriş tavsadıktan sonra esnaf birbirini ziyarete giderdi. Çay, kahve eşliğinde sohbetler edilirdi. Babam Yozgat’ta epey tanınan biriydi. Dükkâna eski şeyhlerden, yerel ulemadan, dedemin medrese arkadaşlarından insanlar gelirdi. Tarih merakı öyle öyle başladı. Ama bu hal, sadece bize has değildi. O dönemin taşra esnafının umumî durumu böyleydi.Kaç yaşındaydınız?İlkokul iki ya da üçüncü sınıftaydım ve müteakip yıllarda da, yani İmam-Hatip ortaokul ve lise yıllarında da bu süreç hep devam etti. Yani 1953, 54’lerdan 1963’lere kadar şöyle böyle bir on yıllık süreçten bahsediyoruz. Hatıralarını dinlediğim o insanlar o zamanlar da 80’li yaşlarındaydılar. İmparatorluğun son yıllarını ve İstiklal harbini, inkılaplar dönemini görmüş kişilerdi sonuçta. Farzı muhal eğer o zamanlar şimdiki bilincime ve yaşıma sahip olsaydım, ne kadar zengin bir “sözlü tarih” kaynağının içinde olduğumu fark eder ve anlatılanları zapt ederdim şüphesiz. Tam da sözlü tarih çalışması yapılacak ortamdı. Heyhat ki dediğim gibi küçüktüm böyle bir bilince sahip değildim ve bunların hepsi gitti.Ne konuşurlardı?Dediğim gibi harp hatıralarını ve inkılaplar dönemini anlatırlardı. Mesela, aralarında 20 seneden fazla muhtelif cephelerde savaşmış olan birkaç kişi vardı. İmparatorluğun son yıllarında henüz 15-16 yaşlarında iken askere alınıp cephe cephe savaşan, 40’lı yaşların başında köylerine dönen ve ailelerinin, evlerinin hazin akıbetleriyle karşılaşmışlardı bu insanlar. Yemenden tutunuz, Galiçya’ya, Kafkas cephesina kadar o cepheden o cepheye savruluyorlar. Son derece kıt imkânlarla, bazen açlık ve susuzlukla mücadele ederek savaşıyorlar. Sonunda ya Bulgarlara, ya İngilizlere, ya da Ruslar’a esir düşüyorlar. Arkasından esaret hayatlarına dair hatıralar. Hele Nevruz Amca diye-Allah rahmet eylesin- bir Azeri mültecisini hatırlıyorum ki Ruslar’a esir düşüp Sibirya’ya sürülmüş. II. Dünya savaşı çıkınca oradan alınıp Alman cephesine sevkedilmiş. Almanlar’a esri düşüp sünnetli olduğu için Yahudi zannedilip temerküz kampına atılmış. Sonra Müslüman olduğunu anlayınca çıkarmışlar ama bu defa da Alman ordusuna alıp Normandiya cephesine sevketmişler. Orada Fransızlara esir düşmüş ve Cezayir asıllı bir Müslüman Fransız subayı sayesinde kurtulmuş ve Türkiye’ye gelmiş. Ailesi, çoluğu çocuğu hep Azerbaycan’da kalmış. O zamanlar yanlarına gidemediği için onlarla ancak mektuplaşarak irtibat kurmuş. Yozgat’ta yerleşmiş. Orada da yeniden evlendi ve orada vefat etti. Kendisini tanıdım ortaokuldayken. Dükkânımıza sık gelir, hatıralarını babama anlatırdı. Görüyorsunuz, tam Hollyvood’luk bir film olacak çok hazin ve bir o kadar da ilginç hayat hikâyesi.Peki, sizi Osmanlı sufiliğine ne itti?Hayır. Osmanlı sufiliğine yönelmem çok sonraları üniversite öğrenciliğim yıllarında fakültede, hocam merhum Nejat Göyünç sayesinde oldu. O bana Köprülü’yü, Gölpınarlı’yı okumamı tavsiye etti. Ayrıca Barkan’ın ve Semavi Eyice’nin meşhur “Zaviyeler” isimli makalelerini verdi. Bunlar bana artık hangi yolda ilerleyeceğimi gösteren işaretler oldu. Böylece Selçuklu öncesi, Selçuklu ve Osmanlı dönemi tasavvuf hayatını tanımaya, bu hayatı şekillendiren toplumsal ve kültürel etkenleri anlama gayretine girdim. Bu arada Sünnilik dışı tasavvuf ve dini hareketler daha çok ilgimi çekmeye başladı. Zaten İstanbul Yüksek İslam’da öğrenciyken de İslam tarihindeki mezhep hareketlerine, özellikle Sünni İslam dışındaki hareketlere karşı çok ilgi duymuştum ve bu konuda epey kaynak ve çalışma okuduğumu söyleyebilirim. Çünkü bu hareketlerin sadece teorik olarak inanç safhasında, kitabi bir çerçevede kalmayıp bazen siyasal ve toplumsal hareketlere dönüşmesi dikkatimi çekiyordu ve sebeplerini merak ediyordum. Kısacası “heterodoks İslam” problemli bir alan olduğu için belki dikkat çekti ve aleyhime belli çevrelerde bir düşünce oluşmasına yol açtı. Bunu sıradan muhafazakâr dindarlar için anlarım ve hoş karşılarım, ama anlamadığım ve üzüldüğüm, bazı akademik ünvanlı tarihçilerin de aynı antipatiyi sergilemeleridir ki bu şaşılacak bir şey.Heterodoks İslam’ ne demek?Sanki bu terimi ilk defa ben ben icat etmişim ve ben kullanıyormuşum gibi bir algılama var bizde. Bir defa eskiden beri kullanılagelen bir terim bu. Köprülü’den, Barkan’dan İnalcık’a hatta İlber Ortaylı’ya kadar herkes kullanmış ve kullanıyor bu terimi. Ama çuvalı benim başıma geçiriyorlar, İtirazın ve sanıyorum bazılarındaki antipati üç türlü mantıktan kaynaklanıyor bence. Bazıları “Bu terim kilise menşe’li bir terim. Kendi tarihimizi anlatırken yazarken Batı’nın tarihini açıklamak için kullandığı terminolojiyi kullanmak yanlıştır” mantığıyla, bazen ve kısmen doğru bir mantıkla karşı çıkıyorlar. Ama bu görüşü savunanlar da icabında aynı kökenden gelen başka terimleri, hatta Batı toplumlarının tarihsel maceralarını izah için kullanılan teorileri kullanmakta hiçbir sakınca görmüyorlar. İkinci kesim ise milliyetçi ve dindar bir bakışla “İslam tektir, İslam’da heterodoksisi olmaz. Hele Türk Müslümanlığında böyle bir şey olmaz” tarzı bir bakıma ideolojik bir mantıkla karşı çıkıyorlar. Son yıllarda ise Türkiye dışındaki bazı tarihçiler arasında terimin her zaman vakıayı izaha kâfi gelmediği ve “ötekileştirici” olduğu, bu sebeple kullanılmasının doğru olmayacağı, tarihsel metinlerde geçen “rafızi” veya “batıni” terimini kullanmanın daha isabetli olacağı yönünde bir itiraz var. Bir meslektaşımız erken Osmanlı dönemi için “metadoksi, yani “doksi ötesi, inanç ötesi” gibi bir terim ortaya attı.Siz neden “heterodoksi” terimini tercih ediyorsunuz?Aslında bu konuya ben bazı yazılarımda açıklık getirmeye çalışmış ve bu terimle nasıl bir vakıayı kastettiğimi izaha çalışmıştım. Ama yine anlatayım. Bir kere bu terimin nitelediği vakıa, yani Sünni İslam’ın dışında bir İslam algılayışı, hatta bir değil çok çeşitli İslam algısı ve bu algıya sahip toplumlar tarihte başka milletlerde ve Türklerde var mı yok mu, önce buna bakalım. Sünnî İslam’ın dışında, çok renkli bir Sünnî olmayan algı var mı? Elbette var. Kimsenin “yok” diyeceğini sanmıyorum. Zaten bunu görmezden gelemeyiz tarihçi olarak. Tarihe bizzat tarihsel ve sosyolojik olarak bakıyorsak, bakışımızı sadece teolojik bakışla sınırlamıyor ve sırf inanç penceresinden bakmıyorsak bu gerçeği görmezden gelemeyiz, gelsek bile bugün Türkiye’de ve komşularımızda olduğu gibi gözümüzün içine sokarak gösteriyorlar. Türkiye de zaten yüzlerce yıldan beri ve bugün bu gerçekle iç içe yaşıyor.Ben ise bana yöneltilen itirazların aksine, Sünnilik dışı İslam algılayışına mensup olan kişileri tam tersine dışlamamak, onları ‘öteki’ saymamak için “rafızi”, “mülhid”, “batıni” gibi asıl dışlayıcı, ötekleştirici olan terimler yerine daha nötr bulduğum bu terimi kullanıyorum. Yerine daha uygun bir terim bulunur veya daha iyi bir yaklaşım teklif edilirse, elbette o kullanılır. Ama bence terimlere takılmak yerine tarihsel vakıayı doğru tespit etmek, doğru anlamak ve doğru analiz etmek tercih edilmelidir.“Bektaşîlik, Hacı Bektaş’la başlamadı.” diyorsunuz…Evet başlamadı. Yalnız Hacı Bektaş’ın mensup bulunduğu ve bizzat içinde yaşadığı sosyal tabanı teşkil eden Türkmen kesimi, daha İslam’ı ilk kabul etmeye başladıkları dönemde eski kültürleri ve inançlarını belli ölçüde yeni din içinde yaşattılar. Bu da sade İslam için değil, Hıristiyanlık için de, daha doğrusu her yeni dine giren toplumlar için de kaçınılmaz sosyolojik bir süreçtir. Türkler de bu kuralın dışına çıkmamışlardır. Özellikle medrese ve kitabi İslam’la teması zor veya sorunlu konar göçer kesim için bu böyledir. Türkmenler 12. Yüzyıldan 14. Yüzyıla kadar farklı etkenler ve dalgalar halinde Anadolu’ya geldiklerinde böyle geldiler. İşte Bektaşiliğin de Aleviliğin de toplumsal ve inanç tabanını onlar teşkil ettiler. Bu tabanın 16. Yüzyıl başlarında Hacı Bektaş kültü etrafında yoğunlaşan bir kesimi onun adıyla Bektaşilik olarak, Şah İsmail’in etrafında toplananları, ki sonra dışlanacaklardır, Kızılbaş, bugün kullanılan terimle Alevi olarak tarih sahnesinde yerlerini aldılar. Yerleşik hayata geçip medrese ve kitabi İslam’la ilişki kurabilenler ise Sünni İslam içinde yer aldılar. Bun konular aslında bu kadarla geçiştirilecek basit konular değildir. Ama burada ancak bu kadarı çok genel bir perspektif olarak belirtilebilir. Aslında bizim tarihçiliğimiz Türklerin uzun yüzyıllar süren İslamlaşma sürecinin tarihi üzerinde pek durmamıştır.Kaynaklarda bu konular ile ilgili ‘çok bir şey yok’ deniyor.Doğrudur. Fakat bugün eskiye nazaran daha avantajlı durumdayız bu açıdan. Türki Cumhuriyetlerde yeni yazılı metinler, yeni arkeolojik buluntular ortaya çıkıyor, kronoloji değişiyor. Hatta bilinen kaynakların yeni bir bakışla yeniden yorumlanarak söylediklerinden söylemediklerini çıkarmak da söz konusudur. Hatta bana göre ortaya bir senaryo koymak lazım. Sonra o senaryoyu kullanarak gerçeği bir ölçüde yakalamak mümkün olacaktır.Osmanlı sufiliğine bakışlarda bize öğretilenlerin dışında bir tablo var.Size öğretilenlerden neyi kastediyorsunuz? Eğer klasik kabulleri kastediyorsanız, evet var diyebilirim. Benim ele almağa çalıştığım konular ve onlarla ilgili olarak dikkat çekmek istediğim ve kendimce yorumlamağa çalıştığım meseleler bazı meslektaşlarca ve bazı okurlarca görülmek istenmiyor. Benim yaklaşımım onları rahatsız ediyor ve bana karşı tavır koymalarına yol açıyor. İstanbul’da isimleri beli bir iki üniversitemizin ilahiyatçı ve tarihçi meslektaşları beni sevmezler, bazıları beni değersizleştirmeğe ve yok saymağa çalışır. Ben yıllardan beridir bunları iyi bilirim. Çünkü onlarda ideal, kusursuz, mükemmel bir Türk, İslam ve Osmanlı tarihi imajı var. O meslektaşlar, böyle bir yaklaşımın ve anlatımın tarihimizi lekeleyeceğini düşünüyorlar herhalde.Kaldı ki sizin anlattığınız hadiseler, Osmanlı’yı küçültmez.Kesinlikle, bence de… Aslında sıradan halkıyla, orta sınıf okumuşuyla, hatta akademisyeniyle muhafazakâr dindar kesimin Osmanlı tarihini yüceltmesinin sosyopsikolojik bir temeli vardır. Buradan baktığınızda, Osmanlı tarihinin, bırakınız Osmanlı tarihini, İslam tarihinin takdis edilecek derecede yüceltilmesini belirttiğiniz açıdan tabii karşılayabilirsiniz. Çünkü kendi isteğine bırakılmadan çok radikal bir şekilde bütün İslami geçmişiyle tarihsel ve kültürel bağlarını koparan ve dinini de yalnızca inanç ve ibadet (kült) alanına hasrederek redd-i mirastan başka bir anlama gelmeyen devrimlere karşı bir refleksif tavır alıştır bu gerçekte. Onun için İslam ve Osmanlı tarihine eleştirel gözle bakmak, hele hele tarihsel şahsiyetlerine kusur ve hata izafe etmek, onları eleştirmek asla kabul edilecek bir şey değildir...Zaten tarihçiler, bugün onların efsane olduğunu biliyorlar. Bu arada Osmangazi’nin gördüğü rüya meselesinin kökü de Kitab-ı Mukaddes’in İkinci Krallar bölümünde Babil Kralı Nabukatnezar’ın gördüğü rüyaya dayanıyor. 1983’te ben bu hikâyenin Tevrat’taki ile aynı olduğunu yazdım. Efsaneler, bütün imparatorlukların kuruluşu için geçerli bir durumdur. Roma İmparatorluğu vs. hadi onları bırakalım Cumhuriyet’in kuruluşu bir efsane değil mi? Bazı figürlerin son derece yüceltilmesi, bazılarının görülmek istenmemesi, olayların aşırı mübalağa ile süslenmesi… Nutuk merkezli resmî tarihin yaptığı şey, Türkiye Cumhuriyet’i devletinin başlangıcına bir efsane yaratmaktır. Bu da Cumhuriyet dönemi mitidir yani.Mevlânâ, reel politik gereği Moğollara yaklaştıTasavvuf ekollerini incelerken onları alışılagelmiş kalıpların dışında tasnif ediyorsunuz. Mesela, Mevlevîlere ‘siyasal otoritenin sadık yandaşları’ diyorsunuz.Konudan konuya geçiyorsunuz ve beni sıkıştırıyorsunuz. Önce izninizle şu hep kullanılan, üstelik “heterodoksi” kelimesine tepeleri atan, ama tarikatları nitelemeye gelince muhafazakâr tasavvufçularımızın kullanmaktan pek hoşlandıkları “ekol” kelimesinin hiç de uygun bir kelime olmadığını, üstelik benim de “tepemi attırdığını” söyleyeyim. Üstelik kendi tarihimizi Batılı terminoloji ile anlatmamız doğru olmadığına göre, ki esasta katılıyorum, bu kelime konusundaki ısrar niye? Neyse madem sordunuz, ben de kendi düşüncemi söyleyeyim: Bir defa Mevlânâ’yı Moğol casusu olarak nitelemek, gerçeğe hiç uymadığı gibi, tarihçi olma iddiasında olanların bu tür sübjektivite yansıtan nitelemeler kullanmaları da bilimsel olarak tasvip edilemez, edilmemelidir. Ama ben size başka bir şey söyleyeyim: Şahsen yıllardan beridir Ortaçağlar Anadolu’sunun düşünce, tasavvuf ve daha açıkçası kültür hayatının sadece Mevlana’nın, Hacı Bektaş’ın ve Yunus Emre’nin hayatlarına ve fikirlerine endekslenmesi ve belki daha vahimi, İslam’ı asıl kaynağı dururken bu üç şahsiyet üzerinden yorumlamak ve sürekli onların görüşlerini merkeze almak gibi bir yolun geliştiğini görmek beni üzüyor. Çünkü böyle yaparak yıllardır bir sürü asılsız spekülasyon ürettiğimiz gibi, Anadolu’nun kültür hayatının gelişmesinde en az onlar kadar payı olan bir düzineden fazla sufi, âlim, düşünür vs. nin fark edilip öğrenilmesine engel olunmaktadır. Bunu söylemekle adı geçenlere karşı olduğum veya onların katkılarını küçümseyip önemsemediğim gibi bir yanlış anlaşılmaya da meydan vermek istemem. Onlar şüphesiz ki büyük şahsiyetlerdir. Ben Mevlânâ’nın gerek Selçuklu siyasal iktidarına, gerekse Moğollar geldiğinde onlara yakın olma tavrını eleştirmiyorum. Bu bence onun gibi şahsiyetler için eleştirilecek bir şey değildir, üstelik taraflara da karşılıklı yarar sağlayabilir. Moğollar, Anadolu’ya geldiği zaman, Mevlânâ, onlara yaklaşmıştır. Çünkü Moğolların yollarının üstündeki yerlerde halka ve şehirlere verdikleri zararları tarih kaydediyor. Mevlana bunu bilen biri. Ailesi de Belh’ten istila yüzünden göçtüğü için olabilecek felaketleri çok iyi biliyor. Bu yüzden hem mevkiini ve etrafındakileri korumak, hem de kentlere ve halka fazla zarar vermelerini önlemek için, Moğollara yaklaşmış ve onların Anadolu’ya olabildiğince az zarar vermelerini sağlamak istemiştir.Nakşîlere ne diyorsunuz?Sünnîliğin ve siyasal iktidarın sıkı müdafileri… Halvetîler de öyledir. Bugün Balkanlar’da Osmanlı izleri varsa, bunun arkasında Halvetîlerin gayretleri yatar. Bu arada İslam tasavvufunun ana ocaklarını geziyorum. Yerinde inceleme fırsatım oluyor. Bizim Osmanlı uleması, uzmanlıklarını almak için bu medreselere gidiyorlar.Çok gezen tarihçi mi çok okuyan tarihçi mi bilir? Bence bir tarihçi hem gezmeli, hem okumalı. Şahsen çalıştığım olayın, mekânına mutlaka giderim, fotoğraflarım. Mesela Melamîlerin türbelerini hep ziyaret etmişimdir. Doktora tezimi hazırlarken Babaîlerin takip ettikleri Amasya’dan Kırşehir’e kadar bütün o yerleri aynen dolaştım. Ve hafızalarında acaba bir şey kalmış mı diye köylülerle sohbetler ettim. Dede Garkın’ı yazarken onun yaşadığı mekâna gittim. Kalenderiler’i yazarken de, Başta Seyit Gazi, Şucaeddin Baba, Koyun Baba ve Hacı Bektaş, Abdal Musa ve Hacım Sultan tekke ve türbeleri olmak üzere, önemli Kalenderi mekânlarını dolaştım, insanlarla konuştum. Geçmişten bugüne neler kalmış olduğunu tespite çalıştım.Babaîlerin romanını yazacağımLise dönemlerinde Yıldırım Bayezid ve Genç Osman’la ilgili roman yazmışsınız.Lise defterlerine öyle bir yazmıştım. Biz çok ev değiştirirdik, mevcutlar o sırada gitmiş. Ömer Seyfeddin ve Sait Faik’i takliden yazdığım hikâyeler de vardı, eskide kaldı.Tarihî roman şimdi yazın o zaman.İşlerden dolayı, vakit bulamıyorum ki… Belki ileride… Mesela Babaîleri roman yapabilirim. Türkiye’de becerikli senaristler olsa, film yapacak o kadar çok konu var ki… Bizdeki ‘Fetih 1453’ filmini seyrettim. Fatih, yapay duruyor. Rahmetli Tarık Buğra’nın Osmancık’ından uyarlanan Kuruluş filmi ile Mel Gibson’ın Brevaherat’ını yine Truva’yı andıran sahneler var.Filmi salt tarih açısından değil, sinema temelinde de eleştiriyorsunuz.Çocukluğumdan beri bilhassa tarihî filmlere merakım söz konusu. Hatırı sayılır bir film arşivim var. Klasik Hollywood Westrenleri var içinde. Ben o filmleri macera olarak seyretmiyorum. Amerika’nın nasıl yaratıldığına bakıyorum. Öğrencilerime hem tarihî film seyrettiriyor hem de roman okutuyorum.Müzikle aranız nasıl?Türk Sanat Müziğini çok severim. İsmail Erunsal’la beraber Münir Nureddin konserlerinin müdavimiydik. Halen severek dinlediğim Münip Utandı var. Zeki Müren’in ilk yıllarına hayranım. Amerikan pop müziğini severim. Keza Klasik Batı müziğini de…s.altintas@zaman.com.tr

Twitter’dan önce Twitter’dan sonra

0
0
Sosyal medyanın bilhassa Twitter’ın olumlu etkilerini görmezden gelmek nankörlük olur. Ama son zamanlarda olumsuz kullanımın daha da arttığı düşünülürse, insanın aklına takılıyor. Ve sormadan edemiyor. “Biz insanlar Twitter çıkmadan önce ne yapıyorduk? Twitter’la mı bu kadar çirkin ve çirkef bir hal aldık? Yoksa mevcut ve görünmeyen çirkinliklerimiz bu mecrada mı gün yüzüne çıktı? ” Twitter’ı kullanan, bunalıp da bırakan, ehil ve uzmanlarının yorumlarıyla sorunun cevabı burada…Son yılların en hızlı, en vazgeçilmez, engelsiz, havalı ve ulaşılabilir iletişim mecrası Twitter(!) hayatımıza gireli öyle çok olmadı. 2006 yılında kapısını internet dünyasına açan Twitter, Türkiye'de 2011 başları itibarıyla yaygınlaştı. Ama kullanıcılarını bu kısa sürede öyle bir etkisi altına aldı ki, sanki Twitter olmadan önce yaşamıyormuşuz gibi bir hal aldık. Şimdilerde ise gittiğimiz mekânları, yediğimiz yemekleri, okuduğumuz kitapları Twitter'da paylaşarak var olmaya, tarzımızı yansıtmaya çalışıyoruz. Birçok şeyi gerçekleştirmek Twitter'la o kadar kolay ki, ne de olsa orada görünmeyen kimliklerimizle yer alıyoruz. Twitter'la sadece bunları yapmıyoruz elbette. Mesela ‘Twitter hayatımı değiştirdi. Daha sosyal bir insan oldum' diyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Eğlence, eleştiri, yeme içme alışkanlıklarını ve elbette ki gündemimizi değiştirdiğini söylemek mümkün. Özellikle bu sosyal mecra vesilesiyle nur topu gibi yeni kavramlar da girdi hayatımıza. ‘Fake hesaplar, troller, Twitter fenomenliği, trend topic, hashtag, retweet, FAV' bunlardan sadece birkaçı. Derken, sadece sosyal medyanın oluşturduğu yapay gündemlerle oturup kalkar olduk. Es geçmemekte fayda var. Artık fikirlerimizi paylaşma imkânımız oldu Twitter sayesinde. Hatta mahalledeki kahvehanelerden ve taksicilerden sonra Twitter'da da dünyanın en kolay işinin ahkâm kesmek olduğunu acı tecrübelerle görüyoruz. Galiba en güzeli de önceden ulaşmakta zorlandığımız ünlü isimlere, siyasilere sesimizi, fikrimizi daha kolay duyuruyor olmak. Çoğu zaman fikir paylaşmakla kalmıyor, bizimle aynı fikirde olmayanları daha kolay dışlayıp, eleştirinin dozunu abartıp hakaret boyutuna geçtiğimiz de oluyor. Hatta gerekirse linç kampanyaları düzenlemekten de geri kalmıyoruz. Ya bir araya gelinen dost sohbetleri, aile yemekleri... Yemeğin tadına henüz bakmadan Twitter, Facebook ve Instagram gibi mecralarda fotoğrafının paylaşılması. Ya da gözlerimizi alamadığımız, neredeyse parmaklarımızın yapışacağı o çok akıllı telefonlarımızla sohbetlerin çekilmez hale gelmesi. Bütün bunlar Twitter'ın ülkemize geldiği günden beri bize yansıyan etkileri. Ama son zamanlarda olumsuz kullanımın daha da arttığını düşünecek olursak, insan zihnindeki birtakım sorular cevabını arıyor. Ve sormadan edemiyoruz. Sahi, biz insanlar Twitter çıkmadan önce ne yapıyorduk? Nelerle meşguldük? Ya da Twitter'la mı bu kadar çirkin ve çirkef bir hal aldık? Yoksa mevcut ve görünmeyen çirkinliklerimiz Twitter'la mı gün yüzüne çıktı? Bu yönlerimizi Twitter görünür mü kıldı?Evvela her Twitter ve sosyal medya kullanıcısının düşünüp, kendi içinde bir iç muhasebe yapıp, sorulara cevap bulmasında elbette fayda var. Neticede insan bir yerde kendinin doktoru. Ama Twitter'da hayli aktif reel kullanıcıların, artık Twitter'ın cazibesine, sözün şehvetine yön çevirenlerin ve uzmanların yorumlarına da kulak verelim istedik. Amerikalı sosyal-psikoloji uzmanı ve Narsisizm Salgını kitabı yazarı Jean Twenge, yapılan birçok araştırma sonucunda sosyal medya ve özellikle Twitter'la aşırı bağlantı içinde olan kişilerde daha çok narsistik bulgulara rastlandığını söylüyor. LinkedIn kurucusu Ali Rıza Baboğlan da Twitter hayatımıza girdikten sonra yaşadığımız en büyük değişikliğin aslında bize çok uzak olduğunu düşündüğümüz ünlüler, sporcular, siyasiler ve daha birçok kişiye anında ulaşabilme kolaylığı olduğu kanaatinde. TRT Haber'de yayınlanan Sosyal Medya'nın konsept danışmanı Yalçın Arı ise birçok insanın kendisi gibi düşünenlerin de olduğunun farkına vardığını, Twitter denen mecrada buluştuklarını düşünüyor. Ancak bu buluşmanın büyük bir güce, propagandaya, yeri geldiğinde kendisi gibi düşünmeyen insanları rencide etmeye ya da onları pasifize edecek güce dönüştüğünü de ekliyor. Gazeteci-yazar M.Nedim Hazar ise birçok sosyal mecranın aktif isimlerinden biriydi geçen haftaya kadar. Hazar, bir veda yazısıyla açıkladı sosyal mecralarla arasına koyduğu mesafeyi. Hazar'a göre özellikle akıllı telefonların devreye girmesiyle sosyal medya hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu. İnsanlar eskiden canı sıkıldığında tırnağını yiyordu, şimdi ise ekranı tırnaklıyor. Bu medyanın en önemli etkisi, tırnak yeme hastalığını tamamen bitirmiş olması.Sosyal-psikolog Jean Twenge:“İnsanlar gerçek hayatta offline, Twitter'da on”Twitter gibi sosyal mecraların özellikle online tartışmalarda insanların daha çok narsist eğilimi göstermesine sebep olduğuna dair bulgular var. Narsistik eğilim gösterenlerin daha kızgın, daha agresif, istediği zaman yalan söyleyen ve hakaret eden kişiler olduğu biliniyor. Ayrıca bu insanların gerçek hayata kapalı (offline), Twitter'a açık (on) olduklarını görüyoruz. Bunun yanı sıra Twitter, insanlara birinin yüzüne söyleyemeyeceği şeyi bilgisayarlarının arkasına saklanarak söylemesine izin veriyor.LinkedIn kurucusu Ali Rıza Baboğlan:“Twitter, her yaştan insana cebinde taşıyabileceği ciddi bir güç sundu”Facebook, Twitter gibi teknolojiler hayatımıza girmeden önce internet üzerinde yapılabilecekler Myspace, Friendster gibi yapılarla sosyal arkadaşlığı ve internetin o ana kadar sunduğu nimetleri test ediyorduk. Daha da öncelere gidildiğinde ise eskiye doğru MSN, ICQ, MIRC gibi kavramlar ciddi anlamda hayatımızı sarmıştı. O günlerde fenomen olmanın tanımı havalı bir Myspace profil tasarımı hazırlamaktan ve havalı bir nickname (takma isim) bulup kullanmaktan geçiyordu. İnsanların gerçek isimleriyle internet üzerinde bu denli hareket etmesi bilinen ve tasvir edilen bir şey değildi. Twitter insanların olumlu-olumsuz yanlarını eriştiği milyonlarca kişi ile çok daha görünür kıldı. Burada en büyük kırılma noktası, mobil dünya ve akıllı cep telefonlarıyla oldu. İnternet dünyası, akıllı telefonlar ve 3G teknolojilerle artık her cebe girdi. Bu ortamda Twitter sunduğu hızlı ve oldukça kolay üyelik aşaması ve basit ara yüzüyle her yaştan insana cebinde taşıyabileceği ciddi bir güç sundu. Bu da yer yer oldukça olumlu ve yer yer oldukça olumsuz kullanıldı.Zamanla ortaya çıkan tüm servisler, vatandaşlarımızın hızla 'Dijital Vatandaş' haline dönüşmesini sağladı.Gazeteci-yazar M.Nedim Hazar:“Sosyal medya icat oldu, mertlik bozulduİnternette artık temizlik devri başlayacak ve çok daha maliyetli olacak”Meşhur ‘delikli demir (tüfek) icat oldu mertlik bozuldu' mantığını medyaya, iletişim düzlemine ve ilişkilere de uygulayabiliriz. Şöyle ki; sosyal medya icat oldu arkadaşlık bozuldu, mertlik bozuldu, samimiyet bozuldu, insanlık bozuldu… Şahsen sosyal medya ve dijital dünyanın insan hayatında büyük bir işgale giriştiğini ve bu işgalin öncekilerden çok daha etkin sonuçlar doğuracağını düşünüyorum. Bu seferki fena, zira kalıcı hasar verecek ve jenerasyonları etkileyecek gibi. En ciddi etkisi de mahremiyete olacak sanırım. Tehlike şu, kontrol kullanıcının elinden gittikçe alınıyor. İnsanoğlu keşfettiği bu yeni mecraya uzun süre bilgiyi yükledi. Ardından hayatı oraya taşımaya başladı. Bu –aşırı- yüklenme doğal olarak kirlenmeyi de beraberinde getirdi. Şu anki en büyük sıkıntı, temiz bilgi. Ciddi bir kirlilik var ve bu gidişle ayıklamak artık mümkün olmayacak. Biri hakkında internette bulunan yanlış bilgi sonsuza kadar kalabiliyor. Ben, insanların belli bir aşamadan sonra, artık yükleme değil silme dönemine gireceğini düşünüyorum. Temizlik devri başlayacak ve bu eskisinden çok daha maliyetli bir iş olacak gibi. Bugün toplu taşıma araçlarından toplu bekleme salonlarına kadar her yerde insanların neredeyse tamamı elindeki dijital ekrana bakıyor, bir şeyler yapıyor. Ve galiba, Twitter gibi sosyal mecralardaki fenalıkların da kaynağı burası. İnsanlar başkalarına ulaşmak için önceden daha fazla efor ve zaman harcarken şimdi bunu kolaylıkla yapabiliyor ve iyi niyetliler kadar art niyetlilere de gün doğuyor böylece. İyiliğin kötülüğe karşı daha edilgen olduğu gerçeği ortadayken, psikolojik savaş yöntemleri, itibarsızlaştırmalar, yalanlar, karalamalar bu mecrada daha etkin olabiliyor. Sosyal medya, kötüyü iyiye daha yaklaşabilir, fenalığı daha gizlenebilir, ceza ve caydırmayı daha zor uygulanabilir kıldı. Kontrolsüzlük, kuralsızlık, had bilmezlik, art niyetlilik vs. gibi unsurlar cüret ve cesaret verdi bu olumsuzluklara.Sosyal medya konsept danışmanı Yalçın Arı:“İnsanın gerçek benliğini unutup maske takması hoşuna gidiyor”Twitter bize konuşma imkânı verdi. Eskiden sadece belli başı medyalarda köşe yazarı, gazeteci, muhabir televizyoncular konuşabiliyorken bugün artık herkesin konuşabildiği bir ortam yarattı. Herkesin her şey hakkında konuştuğu bir ortamda bilgiyi de konuşan insanlar, çift kimlikliler, troller, fake hesaplar, fenomenler ve buna benzer kişiler üretiyor. Herkesin her şeyi konuştuğu bir ortamda gerçeğin çarpıtılması, yalan yanlış bilgilerin ortamda yer alması kaçınılmaz bir hal alır. Artık gerçeğin yalanlarla mücadele edecek gücü kalmadı. Herkesin kendi bilgisini üretebildiği, herhangi bir olayla ilgili fikir beyan ettiği bir durumda, ortaya ciddi bir kaos çıkıyor. Hiç kimse ötekinin ne dediğine bakmıyor ve herkes kendi kültür ve değerlerini baz alarak söylemlerde bulunuyor. Hiçbir söylem bizi ikna edemiyor. Nesnellik ortadan kalkıyor, hatta ölüyor. İnternetin insanlara sağladığı bu iletişim imkânının bireysel tatmin acısından acayip konforlu olduğu da bir gerçek. Sanal mekânlarda oynamak kişinin yeni yönlerini, geçici kimliklerin arkalarında gerçek bir kişi olmayan maskelerin getirdiği zenginliği keşfetmemizi sağlıyor. Geçici kimlik, ideolojimizi yaymamızda şiddet ve keyfiliği deneyimlememizi sağlıyor. Bazen insanın kendi gerçek benliğini unutup daha tatminkâr bir maske takması hoş oluyor. Kendi olmanın kendisiyle yaşamanın ve ondan bütünüyle sorumlu olmanın yükünden kurtuluyor.Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı O.Tolga Arıcak:“Zaaflarımızdan dolayı Twitter'ı ya da Facebook'u suçlamak haksızlıkUyurken bile akıllı telefonla yatıyorsak, bu Twitter'ın değil bizim kusurumuz”Doç. Dr. Tolga Arıcak, şimdilerde Harvard Üniversitesi İnternet Araştırmaları Merkezi'nde ABD'li çocukların internet kullanımı üzerine araştırmalar yapıyor. Oradaki izlenimleriyle Twitter gibi sosyal mecralardaki durumu özetliyor.Tolga Arıcak, son on yıldır sosyalleştiğimiz(!) kadar daha önce böyle sosyalleşmediğimiz kanaatinde. Facebook, Twitter, Instagram, Tumblr ve daha niceleriyle dönüşü olmayan bir sürece girdiğimizi söyleyen Arıcak, bu konuda teknolojiyi suçlamanın haksızlık olacağını düşünüyor. “Bilişim teknolojileri ve internet iyi bir şeydir ve bugüne kadar insanlığa yapılmış en büyük hizmetlerden biridir.” diyen Arıcak, sosyal medyanın bir yerde iyi bir alan olduğu kanaatinde. Ona göre sorun, her nimette olduğu gibi ifrat ve tefrit dengesinde. Tolga Arıcak, “Maalesef biz teknolojiyi değil, teknolojik bağımlılığımız, zaaflarımız bizi yönetir hale geldi. Twitter'dan başını kaldıramayan insanımız, yan odadaki eşine, çocuğuna zaman ayıramaz oldu.” diyor. Bunun yanı sıra Arıcak'a göre sosyal medya sayesinde gerçek yüzlerimiz görünür oldu. Acizliğimiz, bağımlılıklarımız, nefretimiz, karanlık yüzümüz daha çok ortaya çıktı. Sosyal medya, bu konuda sadece bir katalizör görevi gördü. Tüm bu zaaflarımızdan dolayı Twitter'ı ya da Facebook'u suçlamak haksızlık. Bu araçlar, TV'lerin ve gazetelerin dahi zaman zaman yerine getiremediği hızlı bilgi akışını sağlayan araçlar. Artık liderler dahi seçim kampanyalarını ve hizmetlerini bu kanallar üzerinden yürütüyor. Sorun, insan olarak bizim bu araçları kullanmadaki başarısızlığımız. Hayatı dengeli bir biçimde, hakkını vererek yaşamadaki beceri eksikliğimiz. Uyurken dahi akıllı telefonlarımızla yatmaya başladıysak, bu telefonun ya da Twitter'ın değil, bizim kusurumuz. Çözüm adına;Kendimizisuçlamak kesin çözüm değil.Çözüm öncelikle devlet kurumlarının bu süreci yönetilebilir hale getirmek için kendi insanını eğitme çabasından geçer.Bir nesil belki iki nesil bu akıntının şiddetiyle sarhoş bir halde gelip gidecek. Fakat üçüncü nesil artık bu sularda yüzmeyi öğrenmiş olmalı. Evine girdiğinde Twitter'a zaman ayırdığı kadar, eşine, çocuğuna, annesine, babasına, arkadaşına zaman ayıran bir üçüncü nesil yetiştirmek elimizde.Bu beklentileri gerçekleştirmek çok zor değil. Önce anne-baba, öğretmenler olarak kendimizden başlamamız gerekiyor.Teknolojiyle olan ilişkide çocuklara doğru örnek olmayı, yasaklamamayı, doğru ve iyi nasıl kullanılır onu öğretmeliyiz.Teknolojiyi yaşamı daha iyi kılmak için yönetebilen bir nesil yetiştirmek için uğraşalım.

‘Çocuklarımıza izletecek oyun bulamadığımız için tiyatroya el attık’

0
0
Rahmetli sanat tarihçisi Metin And’ın kızı Esra And, bankacılığı bırakıp aynı sektörden bir arkadaşıyla tiyatro dünyasına adım attı. İkiliyi, BKM ve İmaj çatısı altında çocuk tiyatrosu yapmaya iten sebep, kendi çocuklarına izletecek oyun bulamamaları.Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM), Türkiye’nin yeni Arzu Film’i olma yolunda ilerliyor. Ertem Eğilmez ailesi gibi yıldız oyuncuları bir araya getiriyor, genel izleyiciye hitap edecek komedi, romantik-komedi ve dramaları seyirciyle buluşturuyor. Bu yıl BKM için en zengin sezon. 7 farklı projeyle beyazperdedeler. Yeniden kurgulanıp seyirciyle buluşturulan Kelebeğin Rüyası, Oscar adaylığı için ısınma turlarına devam ederken, yıldızı bol filmler vizyon gününü bekliyor: Ata Demirer-Demet Akbağ’ın rol aldığı Eyvah Eyvah 3, yine Akbağ’ın başrolde olduğu Hükümet Kadın 2, Ahmet Kural ve Murat Cemşir’in rol aldığı Düğün Dernek, Yılmaz Erdoğan’ın senaryosunu yazdığı Tolga Çevik ile Ezgi Mola’nın rol aldığı Patron Mutlu Son İstiyor, Sil Sile… Pepe’nin beyin takımının çektiği çizgi film Ayas ile çocuk izleyiciyi unutmayan BKM, bu yıl çocuk tiyatrosuna da ağırlık veriyor. Mart ayında İmaj ile ortaklaşa yeni bir şirket kurdu: Kelebek Yapım. Ekibin başında Esra And ve Sibel Sönmez var.Esra And, tiyatro dünyasına yabancı bir isim değil. Özellikle geleneksel sanatlar ve illüzyon üzerine önemli araştırmalar yapan, 2008’de terk-i diyar eyleyen sanat tarihçisi, hukukçu Metin And’ın kızı. Yabancı değil dedik ama babası gibi tiyatronun akademik yönüne kafa yoran, annesi gibi bale yapan biri değil. Düne kadar özel bir bankada yöneticilik yapıyordu. Emekliye ayrılır ayrılmaz kendisi gibi banka sektöründen gelen Sibel Sönmez ile tiyatro dünyasına daldı. “Çocukken annemle bale provalarına giderdim. Evde tiyatro konuşulurdu. Ne annem ne de babam beni konservatuvara yönlendirmedi. Kabiliyet de görmediler galiba. Şimdi provaya gidince kendimi hiç yabancı hissetmiyorum. Tiyatrocu olmak gibi bir arzum olmadı ama işin akademik tarafıyla ilgilenebilirmişim.” sözleriyle açıklıyor tiyatroya ilgisini.Hepsi klasiklerin adaptasyonuAnd ile Sönmez’i farklı alana iten annelik dürtüleri. İkisinin de birer çocuğu var. Onlara uygun çocuk oyunları bulamadıkları bir dönemde BKM Müdürü Zümrüt Arol ve İmaj’ın genel müdürü Müge Kolat’ın teklifiyle çocuk projeleri fikrinin peşine düşmüşler. Çocukların göz ardı edilmesinden şikâyetçiler: “Çocuk oyunları klasik masalların adaptasyonu üzerinden ilerliyor. Farklı projeler yok. Mevcut oyunların çoğu yabancı prodüksiyon. Çocuklarımız sıkılıyor, biz de bir süre sonra cep telefonumuzla oynuyoruz. Bu açığı kapatma isteğiyle yola çıktık.” Bankacılık ile tiyatro dünyası arasındaki farkı ise Sönmez şöyle anlatıyor: “Finans sektöründe her şey sistematik ilerliyor. Tiyatro da her an her şey olabiliyor. Oyuncuların ‘Her sahneye çıkışımızda heyecanlanıyoruz’ açıklamaları klişe gelirdi. Meğer doğruymuş.” Türkiye’de çocukların tiyatroda göz ardı edildiği su götürmez bir gerçek. Düşük maliyetli olması için özensiz kostümler, dekorlarla sahneye taşınan pedagojik sorunlarla dolu oyun sayısı bir hayli fazla. İkilinin ilk projeye yaptığı yatırımlar bu manada umut verici. İlk oyunları, Neşe Türkeş’in yazdığı, nasıl vakit geçireceğini bilmeden sıkılan Bora ile yardımına koşan bilge sinek Bay Cızbız’ı anlatan müzikli oyun Odada Dört Mevsim. 4-10 yaş kategorisine hitap eden oyun, geçtiğimiz sezon prömiyer yaptı, bu sezon da her cumartesi pazar saat 13.30’da BKM’de sahne alıyor. İlerleyen dönemlerde farklı yaş kategorilerine hitap eden projeler üretme düşünceleri var. Bugünlerde Mozart müzikali konuşuluyor, ileride konser serisi olabilir.Metin And’ın illüzyon kitapları oyunları, depodaMetin And vefat ettikten sonra arkasında büyük bir arşiv bıraktı. Kitapların büyük çoğunluğunun Yılmaz Erdoğan’da olduğunu söylüyor Esra And: “BKM’deki ofisinde büyük bir kitaplık yaptırdı, orada duruyor.” Ustanın illüzyon ile ilgili hemen hepsi yabancı kaynaklı bine yakın kitabın bulunduğu kütüphanesi depoda duruyormuş. Kendisinin yaptığı illüzyonla ilgili oyunlar, üzerine notlar düştüğü Türkiye’deki bütün opera-balelerin programları, broşürleri de tozlu kutularda. And, babası vefat ettikten sonra bu arşivin sergilenebileceği bir müze açma fikri olduğunu söylemişti. Ancak sponsor bulamadığı için adım atamamış. Arayışlara devam ediyor.

Kare kare sonsuzluğa yürüyüş...

0
0
25 Mart 1960 tarihinde Yozgat’ta doğan Fendiye Kodal Kartal, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 1982 yılında gazeteciliğe başladı.Güneş ve Sabah gazetelerinin ardından Anadolu Ajansı’na geçen Kartal, Ankara’da uzun yıllar siyasî muhabirlik yaptı. Anadolu Ajansı İç Haberler Editörlüğü’nde redaktör olarak görev yaparken 2008’de emekliye ayrılan Kartal, bu arada “Matruşkanın Rüyası” ve “Tut Elimi Ne Olur Yoksa Düşeceğim” adlı iki roman yazdı. Emekliliğin ardından fotoğrafa ilgi duydu. Daha çok doğa ve kent manzaraları üzerine fotoğraf üretti. Tutkuyla başladığı fotoğrafçılık serüvenini sürdürürken, şüphelendiği bir ağrısı üzerine 15 Ocak 2013 günü Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Göğüs bölümüne başvurdu, aynı gün hastaneye yattı. Birkaç gün sonra da akciğer kanseri olduğu kesinleşti.Hastalığını öğrendikten sonra her aşamasında yaşadığı süreci belgelemeye karar verdi. Hastanedeki odası, sağlık personeli, ziyaretçileri, tedavi çabaları ve kendi objektifinden kendisi... Altı kür kemoterapi aldıktan sonra tümörün beyne sıçraması nedeniyle 10 seans radyoterapi aldı. Daha sonra yeni bir kemoterapi tedavisine başlandı ancak yarım kaldı. Bu süreçlerin hepsi, Fendiye Kodal Kartal tarafından bir bir fotoğraflandı. Sadece fotoğraflamakla kalmadı bu aşamaları, aynı zamanda “Hastanın Seyir Defteri” ismini verdiği günlüğünde, sağlığı el verdiği sürece yazıya döktü. “Şövalyem” dediği eşi gazeteci Coşkun Kartal hep yanı başında destek oldu kendisine. Oldukça metin geçirdi bu süreyi. Bunu anlamak için geride bıraktığı fotoğraflardaki gülen yüzüne ve yazdığı günlükteki eğlenceli cümlelerine bir göz atmak yeterli. Fendiye Kodal Kartal, 20 Ağustos 2013’te aramızdan ayrıldı.

Dershaneler yaşam koçudur, kaldırılamaz

0
0
“Dünyanın her yerinde, Amerika’da, Japonya’da, bütün gelişmiş ülkelerde dershaneler var. Yok diyorlar ama var yani. Ben bunların hepsini inceletmiştim zamanında.”EMANETÇİ BAŞBAKAN HERKESİ RAHATSIZ EDERNimet Baş’a iki saat boyunca sormadığım soru kalmadı ama bazı konularda cevap almak mümkün olmadı. Mesela siyasete bir dönem ara vererek Türkiye’de daha önce hiç yapılmamış, çok önemli bir eğitim projesine imza atacağını belirtti ancak içeriğini ‘off the record’ paylaştı. Darbeleri Araştırma komisyonu sürecinde tuttuğu ve bir kitaba dönüştürmek istediği o çok özel notları, 12 Eylül’de ailesinin neler yaşadığını, manevi dünyasını değiştiren mucizeyi anlatmadığı gibi, boşanma sürecine girmek de istemedi. Buna karşılık, daha önce susmayı yeğlediği dersanelerin kapatılması kararına karşı muhalif duruşunu bu kez saklamadı. Bir önemli uyarısı oldu: Köşke çıkan başbakanlar, arkalarında emanetçi başbakan bırakmamalı.Her politikacının bir resmi görüşü var, parti tarafından dikte edilen. Bir de özel görüşü. Bir konuda liderinizin tam tersini düşünüyorsunuz.Ama inanmadığınız bir görüşü resmen savunmak zorunda kalıyorsunuz. Bu şizofrenik bir durum değil mi?Doğru söylüyorsunuz. Eğer öyle olursa şizofrenik bir durum ortaya çıkabilir. Ben inanmadığım bir mesele söz konusuysa eğer hiç savunmadım kamuoyu önüne çıkıp. Sessiz kaldım ama inanmadığım şeyleri söyleme gibi bir çelişkiye hayatımın hiçbir döneminde düşmedim. Bir meseleye ilişkin bir görüşü açıklamıyorsam farklı düşünüyor olabilirim.Mesela eski bir milli eğitim bakanı olarak dershanelerin kapatılması konusunda ne düşünüyorsunuz?Ben bu konuda hiç açıklama yapmadım şu ana kadar.Demek ki bu konuda kapatılması gerektiğine katılmıyorsunuz!Bugüne kadar çok görüş soruldu bana açıklamayacağım dedim. Buna neden olan şey, aykırı bir fikri ifade etmekten duyduğum rahatsızlık değil, eski bakanlık yaptığım alana ilişkin olduğu içindi. Ben bakanlık yaparken de eski milli eğitim bakanlarının çıkıp bir şey söylemesini hoş karşılamıyordum. Fakat dershaneler konusu çok sağlıklı bir zeminde hiçbir zaman tartışılamadı. Tarihsel süreç ile başlayalım. Merkezi sınavla öğrenci alınmaya başlanması Türkiye’de çok önemli bir değişimin ve dönüşümün de başlangıcıdır. Sadece zenginlerin, ayrıcalıklıların yüksek öğrenime devam edebilmesini değil, bu ülkede yaşayan her gencin, liseyi bitiren her çocuğun bir yüksek öğrenim görme hayalini pekiştirmiştir. Bazen sıkıntılı dönemler olsa da en azından, objektif, adil bir sınavla çocukların yüksek öğrenime gitmesi duygusunun toplumda iyi bir karşılığı vardır. Tabii çok iyi liselerde okuyan çocuklarla Anadolu’nun ücra köşesindeki bir lisede okuyanların eğitim düzeyi eşit değil. Bu adalet duygusunun gerçekleşmesi adına bir süre sonra bu çocukların takviye edileceği eğitim kurumları çıktı.Siz de gittiniz mi dersaneye?Ben de gitmiş birisiyim dershaneye. Yabancı dille eğitim yapan İstanbul’daki kolejlere baktığınız zaman biz dezavantajlı gençlerdik ülke için. Ve dezavantajları ortadan kaldıracak bir sistem olarak dershaneler ortaya çıktı. Daha sonra orta öğretim kurumlarına da merkezi sınavla öğrenci alınmaya başlanınca bu dershaneler git gide daha alt sınıflara doğru kaydı. Ve eğitimin adeta alternatifi haline gelecek kadar büyüdü.Peki kaldırılabilir mi şimdi?Ben sistemde merkezi sınavla yüksek öğrenime geçiş olduğu sürece dershanelerin işlevlerini sürdürmesi gerektiğine inanıyorum. Yüksek öğrenim görecek genç sayısıyla kontenjanlar arasında büyük bir açık olduğu sürece bu yapılacak. Yüksek öğrenim sınavı bir ölçme değerlendirme sınavı değil. Bir eleme sınavı. Böyle olunca da en çok soruyu yaptırabilen yerler gündeme geliyor. Bir ihtiyacın ortaya çıkardığı bir tablonun o ihtiyacı gidermeden kaldırılması son derece güç. Ve sayısız komplikasyona açık bir konu aynı zamanda. Bir şekilde takviye edildiği zaman kazanabilecek çocuklar için bir tür yaşam koçu dershaneler. Ben milli eğitim bakanıyken en çok duygusal olarak bağlandığım proje, “her çocuk başarır” projesiydi. Bu, Amerika’da uygulanmış. Sosyal şartları itibariyle başarısız olan çocukları takviye eden öğretmenler yoluyla o çocuğu diğerleriyle eşitleyecek bir çaba. Türkiye’de herkes, yoksulluğu, adaletsizliği, eşitsizliği giderecek tek şey olarak eğitimi görüyor. Eğitim bir yırtma aracı herkes için. Mali açıdan tabii bir tablosu var. Ama ortadan kaldırılabileceğine ben şu an itibariyle ihtimal vermiyorum.YOK DİYORLAR AMA DÜNYANIN HER YERİNDE DERSANE VARPeki ne yapılmalı? Belki bu konudaki araştırmalar üzerinde bir değerlendirme yapılmasında yarar var. Çünkü dünyanın her yerinde, Amerika’da, Japonya’da, bütün gelişmiş ülkelerde dersaneler var. Yok diyorlar ama var yani. Ben bunların hepsini araştırtmıştım. Eğer dershanelere ilişkin başka sorunlarımız varsa bunlara odaklanmak, sistemin bu sorunu niye yarattığını ve nasıl giderilebileceğini konuşmamız gerekir.Önce okulları adam etmek yani dershaneye ihtiyaç duymayacak hale getirmek mi lazım? Tabii. O zaman içerisinde olabilecek bir şey zaten. Biz iktidara geldiğimiz zaman yüksek öğrenim kontenjanları ile şimdiki çok farklı. Giderek de artacak. Kontenjanın 1 buçuk milyon, öğrenci sayısının 1 milyon 200 bin olduğunu düşünün. Okullar öğrenci çekmek için uğraşacaklar.Bu yanlışta ısrar edilmesini neye bağlıyorsunuz? Dershanelerle ilgili çok fazla şikâyet yansıyor siyasetçiye. Çok ücret alındığı, öğrencilerin buna zorlandığı, ailelerin kendini mecbur hissettiği gibi.Dershanelerin olmaması durumunda yüksek öğrenime geçişte mevcut şartlar itibariyle herhalde eşitsizliğin, adaletsizliğin bozulabileceğine dair bir kanaat yok. Ben bu adalet dengesini bozabileceğini düşünen biriyim.İKTİDAR BİR KESİMİ YOK ETME MANTIĞIYLA HAREKET EDEMEZBunları ilgililerine söylediğinizde ne diyorlar size? “Cemaatin belini kırmamız lazım” mı diyorlar?Aslında konunun cemaatle ilgisi yok. Siyasetçi bir kesimi hedef alarak veya bir kesimi yok etme mantığıyla hareket etmez. İktidar partisi olarak bu toplumun dengelerini oluşturan her unsurla bir şekilde diyalog kurmak durumundayız. Bu konuda bir anlaşmazlık ve bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünmekteyim. Dershaneler üzerinden bir kesim hedef alınamaz. Kaldı ki dershaneler demek cemaat demek değil ki. Türkiye’de sayısız dershane ve dershanecilik sistemi var. Ve çok daha yüksek ücretlerle, çok daha yüksek gelir elde eden kesimler de var.Özetle dersaneler kaldırılamaz kısa dönemde diyorsunuz. Bana öyle geliyor. Bu işin bu kadar büyük bir kavga ve çatışma alanına dönüşmesi de beni üzüyor. Bu konuşarak anlaşılabilecek bir mesele. Bilenler bilmeyenlere anlatacak. Dershaneler sadece yüksek öğrenime de hazırlamıyor. Eğitimin her alanında kurslar var. İngilizce kursları var, müzik kursları var. Bunların hepsi de yüksek öğrenime hazırlayan kurslar gibi milli eğitim bakanlığının verdiği ruhsatlar çerçevesinde. Eğitim ile ilgili bütün elde edilen gelirlerde kayıt içi aslında devlet için. Ve devletin kontrolünde olması ve kontrolünde ilerlemesi olmaması durumundaki kaotik ortamdan çok daha iyidir.ÇOK CİDDİ SONUÇLAR DOĞURURAksi takdirde neler olabilir?Bunun ortaya çıkaracağı tablo şu. Eğer bu ihtiyaç varsa, devam ediyorsa toplum ne yapar yapar bir yol bulur ve bu devam eder. Bu devam eder de nasıl eder? Merdiven altı filan diyorlar ama ondan da öte bence. Çok ciddi sosyolojik sorunlar doğurur Türkiye açısından bu. Ben çocuğuma yüksek öğrenime hazırlayacak özel ders aldıracağım. Durumum iyiyse daha avantajlıyım.Zavallı, öbürleri ne yapacak?Dolayısıyla eşitlik ve adalet diyorum ya, merkezi sınavın sağladığı şey eşitlik ve adaletken bu eşitliği sağlamak üzere bir tür eğitim koçluğu yapan kurumlar devreden çıktığı zaman dezavantaj olacakMafyöz şeyler de olabilir mi?Yasal denetime tabii olmayan ve şartları görünür bir şekilde denetlenemeyen her şeyin gideceği yer, son derece karanlık ve kaotiktir. Açıkçası anayasaya göre bir engel de var. Konusu suç oluşturmayan her tür ticari girişim teşebbüs hürriyeti içindedir.KÖŞKE ÇIKAN ARDINDA EMANETÇİ BIRAKMAMALI Sayın Başbakan köşke çıkarsa Ak Parti’nin hali ne olur? Özal’ın ve Demirel’in başına gelenler aynen yaşanabilir mi? Sayın Gül geçerse partinin başına neler olur?Türkiye’de siyaset bir tecrübe etme işi olmasına rağmen geçmişten ders alınarak ilerlenmedi. Başbakanımızın köşke çıkması ihtimali bir siyasi bir öngörü olarak değerlendirilirken, daha önce yaşanan siyasi tecrübelerden ders alarak nasıl olmaması gerektiği üzerine çok ciddi bir siyasi kurgu yapılması, sayın cumhurbaşkanının tekrar dönmesi de dâhil olmak üzere bütün alternatiflerin formüle edilerek konuşulması ve değerlendirilmesi gerekiyor. Siyaset kurumsallaşamayınca, bu parti ne olur sorusu lider ve liderin ekseninde konuşuluyor. Bir siyasetin bir hareket olarak algılanabilmesi, onun bütün unsurlarıyla organizma olarak hissedilmesi konusunda daha çok çaba sarf etmiş olsaydık bu soruları sormuyor olacaktık. Merkel’den sonra SDU ne olur diye bir soru sorulmuyor mesela.Demirel’in ve Özal’ın vaktiyle yaptığı hangi hatayı yapmamalı?Emanetçi bir başbakan bırakılmamalı geriye. Bu herkesi rahatsız eder. Emaneten yapılacak bir şey midir başbakanlık?Eğer Sayın Başbakanımız köşke çıkarsa aklı partide kalmamalı. Ve parti ile hiçbir şekilde ilgilenmemeli, siyasetçi olarak diyorsunuz. Anayasa bu şekilde kalırsa tabii. Anayasa cumhurbaşkanının görevini, niteliklerini tanımlıyor. Sayın başbakanımız diyor ki, partili cumhurbaşkanı niye olmasın? Anayasanın da, sistemin de bir şekilde kendi düşündüğü gibi olması gerektiğine inanıyor. Ama şu anki anayasa köşkte tarafsızlığı yüzde yüz gerekli kılan bir yer.Ama şöyle de bir çelişki var. Halk seçecek. Bu onu durdurur mu yani. Anayasada böyle, ömrümü verdim ama ben hiç partimle ilgilenmeyeyim, der mi, demez mi? Göreceğiz der mi demez mi?Dememesi mi lazım size göre?Bir insanın siyasi bağları kopabilir ama bir insanın kendi partisine olan duygusal bağlarının kopacağına inanmıyorum, duygu dünyasında.Bu da sorun yaratacak o zaman.Sorun yaratır, yaratmaz onu bilmiyorum. Kendisi genel başkanken, başbakan olduğunda Abdullah Gül, ben idare edeyim demedi. Görev sınırları içerisindeki çerçeveyi çizmeyi ve bu çizdiğine uygun davranmayı başarabilen birisi. İltifat olarak söylemiyorum. İnanın böyledir. Abdullah Gül’ün başbakanlığı döneminde, bu partinin genel başkanı benim. Ben milletvekili olabilseydim başbakandım deyip başbakanlığı idare etmedi. Etmez. Haa! Elbette orada olan biten her şey onun duygu dünyasını etkileyecektir tabii.Ama halkın seçtiği bir başbakan olarak partisinin başındaki kişiye ister istemez adı öyle konmasa bile emanetçi muamalesi yapabilir mi?Başbakanlarla cumhurbaşkanlarının olağan görüşmeleri var. O çerçevede görüşüp kararlaştırırlar. Ben kamuoyu önüne yansıyacak ve toplumda sorun olarak algılanacak bir şey çıkacağını düşünmüyorum.BİR GÜN BAŞIMI ÖRTER MİYİM?Üç Ak Partili kadın milletvekili, hac dönüşü başlarını örttüler. Siz de düşünür müsünüz böyle bir şeyi. Bir dönem çok sıcak baktığınızı biliyorum. İmkânlar elverseydi, şartlar olsaydı...İmkânlar, şartlar elverseydi diye bir cümle kurmamışımdır da, böyle yapmam gerektiğine inandığım anda yaparım. Onun için hangi bedel ödemem gerekirse öderdim. Bu, benim duygu dünyamla ilgili bir şeydi. Böyle bir şeye kendimi, tamam dediğim bir an olsaydı eğer bunu yapardım. Diyelim ki o gün en zor görevlerdeyim ve o günkü şartlar buna elverişli değil. O şartları bir kenara bırakır, çeker giderdim.Tekrar gündeminize gelebilir mi?Hiç bilmiyorum. Bu, gündeme göre karar vereceğim bir konu da değil. Hayat böyle bir şey değil çünkü. Bir gün bir şey olur. Sizin hayatınız tamamen bambaşka bir şeye evrilir. Benim inancımla ilgili değişimim ve dönüşümüm çok kendi açımdan mucizevî bir şeydi. Dolayısıyla bir gün uyanırsınız ve başka birisinizdir artık. O ana kadar dinle, dindarlıkla hiçbir şeyle alakanız yokken bir anda, elbette yüce bir varlığa iman ediyorsunuz ama çok farklısınızdır. Ben hayatı boyunca hep böyle dindar olmuş birisi değilim.Nasıl mucizevî bir şey oldu size?Anlatmayayım, bana kalsın. Kişisel bir şeydi. 1996 yılıydı. Ben bir şekilde değiştiğim için bu sosyal çevredeydim. Buraya girdim ve burada değiştim değil. Ben kendi açımdan başka birisi oldum.Birisi ile tanışma, onun etkisi altında kalma mı, rüyalar mı?Söylemeyeceğim. Her şey çok ani oldu. O ani ve mucizevî şeyi yaşamış birisi olarak geleceğe dair hiç söz söylemeyecek birisi haline dönüştüm. Eski dönemimde olsa, bana bunları sorsan, hayır hiç düşünmem veya düşünürüm filan gibi cümleler kurabilirdim. Şimdi bunları söyleyemiyorum.Hacca gitmeyi düşünüyor musunuz?İnşallah. Tabii ki çok istiyorum.Belki başörtüsü mevzu ondan sonra devreye girebilir.Belki. Hiçbir şey bilemiyorum. AKPARTİ’NİN KURUCU KADINLARI MECLİSTE OLMALIYeni dönemde hangi başörtülü kadınları milletvekili olarak görmek istersiniz?Bir sürü var. Ak Parti’nin kurucu kadınları keşke burada bizimle beraber onlar da olsaydı dediğim, onlar olmadığı için hüzünlendiğim çok oldu.Ayşe Böhürler, Ayşe Nur Kurtoğlu, Sema Ramazanoğlu, Serap Yaşar var örtülü arkadaşlardan hatırladığım isimler. Bunlar ana kurucular. Onun dışında sayısız kadın çalıştı. Örtülü olduğu için meclise giremediler.KEMALİST KADINLAR ÇOK KATISiyasi görüşler politikacı kadınların davranışlarını nasıl formatlıyor? CHP’li kadınlarla Ak Partili kadınları bu manada kıyasladığınız zaman neler gördünüz bu 11 yılda?Belki bizimkiler daha samimiydi. İnanın bunu objektif olarak söylüyorum. Mesela benim bakan olarak gittiğim bir komisyonda kadın milletvekili var, CHP’li. En çok o sizi hedefe koyuyor. Bir dayanışma falan değil. Tam tersine hedefinde siz oluyorsunuz. Ve selam vermiyorlar. Aynı zeminlerde selam vermeyen çok ben kadın vekil tanıdım Cumhuriyet Halk Partisi’nde.Nasıl? Aynı odaya giriyorsun, bakışlarını mı kaçırıyor?Kaçırıyor. Mesela birlikte uçuyorsunuz. Hepsi öyle değil yalnız. Ama bazıları mesela iyi uçuşlar diyorum, cevap vermiyor. Bu bana çok gayri insani gelmiştir. Siyaset değil, bir insan bir insana selam verirse alınır. Dolayısıyla kadın olmak, kadın sorunları üzerinde bir dayanışmayı gerektirse de, en çok çatışma alanlarını da buradan çıkarmayı, çok keskin muhalefet yaparlarsa partilerinde bir pozisyon alabileceklerini düşünüyorlar.Ak Partide de böyle davrananlar yok mudur?Ben öyle yapmadım, bilmiyorum. Bizdeki milletvekilleri ile ilgili değilse de bakanlarla ilgili şöyle bir değerlendirme yaptığımda Güldal Hanım, Selma Aliye Hanım, Fatma Hanım, ben, hiçbirimiz o söylenen tarzda siyaset yapmadık. Ama bizden de vardır tabii ki. Ama Kemalist kadınlar çok katılar. Esneklikleri yok. Ve aslında duygudaşlık kurmuyorlar sizinle. Sizi Türkiye için tehlikeli addettikleri için o tehdit algısının bir simgesi haline geliyorsunuz gözlerinde. Bazen vatandaşlar içerisinde de olur, Kemalist olduklarını hemen anlarım. Direkt yaftalarım. Belki de öyle değildir ama öyle yapıyorum.Ne gibi?Sizin gibi çağdaş, laik bir kadının bu partide ne işi var der mesela. Çağdaşlık ve laiklik kavramının çok görsel algılandığını ve şekli dogmaları olan insanların Kemalist olduklarını düşünüyorum. Belli kalıp sözler vardır. Bunları duyduğum anda tüylerim diken diken olur. Yıllarca ben bu partinin vitrini olarak algılattırıldım. Diğer kesimlere şirin gözükmek için. Görsel şirinlik unsuru olarak bir kadının nitelendirilmesi siyasette ne kadar ağır bir şeydir.KADINLAR KADINLARA FEMİNEN OLMA DİYORPolitikanın yazılı olmayan kuralları vardır değil mi? Ne yapmaması gerekir mesela kadınların? Kadınların feminen gözükmemesi konusunda çok uyarılıyorsunuz. Ama ben bunu erkek siyasetçilerden değil, kadın siyasetçilerden duydum. İşte topuklu ayakkabı giymesen. Açıkçası ben kendimi müthiş bir frapanlık içinde bulmuyorum. Ama kadın gibi giyiniyordum. Çünkü erkekleşmiş ve erkek gibi davranan kadın modellerine siyasetin ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Kadınsam kadın gibi var olmalıyım. Mesela şunlar çok söylenir, başarılı kadın siyasetçilerle ilgili. İşte demir leblebi, yok işte sert çekirdek gibi. Bence hiç hoş olmayan, katılıklar içeren şeyler kullanılıyor. Toplumsal kabulü kolaylaştırmak için yapılıyor.ÇUBUKÇU’DAN BAŞ’A...Temmuz 2011’den bu yana soyadınız değişti. Çubukçu olmak ile Baş olmak arasındaki farklar hayatınıza nasıl yansıdı? Soyadı değişikliğinin yarattığı karışıklıklar dışında hayatımda bir şey yaratmadı. Açıkçası kariyer yapmış kadınlar çok uzun yıllar boyunca bir soyadı ile anılırsa onu değiştirmek konusunda imtina ediyorlar. Bütün o kazanımları o soyadı ile sağlamış ve onu bırakırsa sanki bütün kazanımları da gidecekmiş gibi düşünüyorlar. Ama ben her zaman, soyadına değer katanın kendi olduğunu düşünen birisiyim. Eski eşim soyadını kullanabilirsin dedi. Ama evlilikle edinilen bir soyadıysa eğer, evlilik bitmişse eğer benim için bitmiştir. Kendi soyadıma dönmek konusunda hiç tereddüt etmedim. Hatta ilamdan hemen sonra pasaportum, kimliğim, her şeyimi değiştirdim. Ve insanlar bunu bilir mi, bilmez mi, unutur mu, bu değerlendirmelerin çok dışında bıraktım kendimi. Ben buyum, böyle olacağım diye. Biraz zorlanıldı, şimdi herkes biliyor. Bilmese de ben kendi soyadımla yaşamak istiyorum. Bunun dışında gündelik hayatımda bir değişiklik olmadı.GÜNİZ SOKAKTA BAKIMSIZ BAHÇEDarbeleri araştırma komisyonu raporuna yazamadığınız özel gözlemlerinizi bir kitapta toplayacaktınız sanırım. O proje ne durumda?Aslında notlarımı aldım. Komisyonda dinlemeler yaparken, belgeler geldikçe açıkçası mecliste bir raporlama ile bazı şeylerin eksik kalacağını düşündüm. Bazı şeylerin özel olarak ve farklı bir şekilde anlatılması gerektiğini düşündüm. Orada bir komisyon çalışması yürütüyorsunuz ve farklı siyasi partilerle kararları ortak olarak alıyorsunuz. Gördüğüm bir belge ilgili benim kişisel yorumum farklıydı. Benim çocukluğumdan beri çok belirgin bir özelliğim, çok fazla insan incelerim. Gözlemlerim. Bazen çocukken uyarılırdım da. Babam rahmetli, annem çok bakıyorsun insanlara derdi. Bakma bazen rahatsız edici bir şey olabilir. Bu süreçte de farkında olmadan not tutuyordum. Mesela bir şey soruluyor. Soruya cevap verirken...Mimiklerden, beden dilinden bir şeyler mi çıkartıyordunuz?Çıkartıyordum. İşte bütün bunları, kişisel gözlemlerimi notladım. Bunlar bir değer oluşturur oluşturmaz bilmiyorum. Ama hiç anlatılmayan bir şeyden kendimce bir zihinsel hikâye çıkarabiliyorum.Bir örnek verebilir misiniz? Aslında ben bu kitabı yazmayı çok ileri tarihe erteledim. Çünkü toplum, bir kişinin kendiyle ilgili kişisel gözlemler yapmasına çok hazır değil. Kırıcı da olabilir. Halen daha aktif siyasetin içerisindeyim. Şöyle bir şey olmuştu. Belki bunu anlatabilirim. Süleyman Demirel’in evine gitmiştik. Çok hazırlıklıydı. Biz de bir saygı çerçevesinde sorularımızı yöneltiyoruz. Ama Güniz Sokak’taki evi biliyorsunuz Demirel’in hayatı boyunca yaşadığı bir yer. Dolayısıyla belki evden öte bir anlamı vardı bana göre. Aslında ev çok düzenliydi. Göz gezdirdiğimde kitaplar, onların dizilimi. Muazzam bir sistematik vardı. Ev sıcaklığından ziyade bir konut gibi geldi. Aşırı sıcaktı içerisi. Fazla terliyordum. Toplantı da uzun sürdü. Bir ara dışarı çıkmak istedim. Bahçeye çıktığımda eski ferforje masalar, boyaları dökülmüş. Yapraklar yerlerde birikmiş. Çok çok bakımsız bir bahçeydi. Ve bende şöyle bir his uyandırdı. Nazmiye Hanım uzun süredir Alzeimer hastası olduğu için hastanede kalıyordu. Ve belki de onun evde olmamasının simgesi bu bahçeydi. Ama içeride her şey bir düzende gidiyordu. Bir de şöyle düşündüm bir kadın olarak. Hayatı boyunca burada yaşamış bir kadın. Buraya ne kadar bağlıydı. Ve şimdi her şeyi unutmuş gibi gözükse de bütün hatıralarından ve bağlandığı bir yerden uzakta bir yerde tedavideydi. Onunla ilgili böyle bir hüzün kapladı içimi oradaBunda kimsenin garipseyeceği bir şey yok ki. Yok tabii ki. Onun için anlattım zaten. (gülmeler) Böyle bir kişilik tahlilinde olumlu olumsuz şeyleri aynı anda söylerken, o insan birdenbire çıkar ve hayır öyle değil demeye başlar. Bu karşılıklı bir konuşmaya dönüşebilir. O yüzden erteledim...

1389’un hikâyesi bu belgeselde!

0
0
Birinci Kosova Savaşı’nın geçtiği meydan, ilk kez kamerayla görüntülendi; İz TV’nin ‘Savaş Sırları’ programının dördüncü bölümü için. Yönetmen Vedat Atasoy’a göre bu savaşın etkisi hâlâ devam ediyor. Ve, bu harbin tarafsız bir şekilde anlatılması gerek.Birinci Kosova Savaşı, Osmanlı Tarihi’nin kırılma noktalarından… 1389’da Sırplarla yapılan meydan savaşı sonrası Türkler, Balkanlar’ın kapısını açıp içeri girerler. Bu, ev sahibi olmanın ilk adımı olarak biliniyor. Osmanlı padişahları içinde savaş meydanında şehit düşen ilk hükümdar Murad-ı Evvel de Kosova’da bırakır bir yanını. Geçmişimiz için reel politiğin dışında böylesine romantik anlamlar da barındıran bu savaş, kameraya alınarak belgeselde hayat buldu. Ekip sahada üç kişi: Yönetmen Vedat Atasoy, sunucu Bedia Ceylan Güzelce ve kameraman Oğuz Özdemir. Kosova Savaşı, Türkiye’nin ilk belgesel kanalı olarak 2006’da yayın hayatına başlayan İz TV’nin çektiği ‘Savaş Sırları’ programı başlığı altında, Digiturk Plus hizmeti üzerinden izleyici ile buluşacak. Sevgili kari, özgün yapım ile ilgili malumat vermeden önce, mezkûr harpten birkaç kelam edelim:Sultan şehid düşüyorYer: Kosova, tarih: 1389. Taraflar: I. Murad önderliğindeki Türk ordusu, Lazar komutasındaki çokuluslu Balkan ordusu. Osmanlı, Batı istikametinde ilerlemektedir. Bu gidişat, Avrupa’yı rahatsız ediyordur. Ve Türk korkusuna karşı Haçlı ittifakı oluşur. İki ordu, eşit güçlerde olmasa da o zamana kadar bir özelliği olmayan Kosova meydanında karşı karşıya gelir. Vakanüvislerin naklettiğine göre savaş, günbatımına kadar sürer. Gazi Hüdavendigâr’ın askerlerinin en son ayakta kalanlar olması, savaşın galibinin Türkler olduğunu kayıtlara düşer. Sultan Murad, muzaffer bir komutan olarak savaş meydanını geziyordur. İhtimal aklında kılıç sesleri öncesi arzuladığı şehit düşme mülahazası geçiyordur. O sırada, Miloş Obiliç adlı bir Sırp, Sultan’a bir rivayete göre Müslüman olmak istediğini, bir rivayete göre Sırp Krallığı ile ilgili sırlar vereceğini söyleyerek yanına yaklaşır. Birinci Murad, izin verir ve Miloş, tam yanına yaklaştığında gizlediği hançeri çıkararak; Murad Han’ın kalbine saplar. Savaş alanında şehit düşen Sultan, böylece isteğine de kavuşmuş olur. İç organları, savaşın geçtiği bugün Kosova’nın başkenti Priştine’ye 20 km uzaklıktaki alana defnedilir. Türbe, Meşhed-i Hüdavendigâr adıyla anılıyor. Sultan Murad’ın esas yattığı yer ise Bursa’nın Çekirge semtinde… Etkisi hâlâ sürüyor‘Savaş Sırları’ belgeselinin yönetmeni Vedat Atasoy, I. Kosova Savaşı’nın dördüncü işleri olduğunu söylüyor. Savaş meydanlarının kayda alınması ile ilgili olarak da “Türkiye’nin envanterinin çıkartılması gerekiyor. Duran bir fotoğraftan çok daha önemlidir belgesel.” diye konuşuyor. Projenin çıkışına Gazeteci-yazar Bedia Ceylan Güzelce’nin 1471 Otlukbeli isimli romanı vesile olmuş. “Böylece savaş meydanlarını anlatan belgesel çekme fikri ortaya çıktı. Otlukbeli, Ankara ve Malazgirt savaşlarını çektik.” diye konuşan Atasoy, birkaç meydan savaşı daha çekeceklerini söylüyor. “Neden I. Kosova?” sorusuna ise şu cevabı veriyor: “Osmanlı’nın Balkanlar’a geçişindeki en mühim savaş. Etkisini bugüne kadar sürdüren bir hadise. Sırplar, kendi tarihlerini Kosova üzerinden anlatıyorlar. ‘Lazar azizdir’ onların gözünde. Miloşeviç’in savaşın 600. yıldönümünde yaptığı 1989 konuşması, Yugoslavya’nın bölünmesine neden olan ve Balkanlar’ın birbirine düştüğü yerdir. O gün orada 1 milyon insan toplamıştı.”Yönetmen Atasoy, belgeselde dile çok dikkat ettiklerine vurgu yapıyor: “Şanlı Türk ordusu ile küffar düşman arası bir anlatı değil bizimkisi. Çekimler için Türk tarihçiler ile hiç görüşmedik. Arnavut tarihçilerin anlattıklarına yer verdik. Tarihi, taraftar olmadan anlatmak lazım. Her türlü övgü ya da yergi sonraki kuşaklara kalıyor.” Atasoy’un işaret ettiği Priştine Üniversitesi Osmanlı tarihçisi Nehat Krasniç, Osmanlı’nın Arnavutlara medeniyet getirdiğini belirtiyor. “Türkler bizi sömürmedi. Bu coğrafyanın varlığının nedeni Osmanlı.” diyor.

Vurulan hakimi sedyede görünce babama benzettim

0
0
Aytaç Çaman, 1997’de okul dışında başörtüsü taktığı için müdürlük görevinden alınmıştı. Yaşadıklarıyla Türkiye’nin gündemine oturan Çaman ile Danıştay saldırısını, kamuda serbest olan başörtüsünü ve İsveç hayatını konuştuk.Okul dışında başörtüsü taktığı için müdürlük görevinden alındı ve askerî birlik içindeki okuldan sürüldü. ‘Öğretmen, okul yolunda da başörtüsü takamaz’ şeklindeki kararı veren Danıştay 2. Daire, kanlı saldırıya maruz kaldı. Kendi halinde bir öğretmen olan Aytaç Çaman’ın, Türkiye’yi sarsan ve kendisiyle ilişkilendirilen bu olaylarla birlikte hayatı değişti. Baskılar, ithamlar ve sürgünlere rağmen mesleğini sürdürmede karşılaştığı zorluklar, 12 yıldır bir gölge gibi peşini bırakmadı. Sonunda öğretmenliği bıraktı ve ailesinin yanına, İsveç’e yerleşti. Sık sık Türkiye’ye gelip giden Çaman, devlet dairelerinde kamu çalışanlarına uygulanan başörtüsü yasağının Demokratikleşme Paketi çerçevesinde kaldırılmasını buruk bir sevinçle karşıladı. Başörtüsü özgürlüğünün yeni bir çağın başlangıcı olduğunu aktarıyor. “Şimdi gencecik bir öğretmen olup, özgürlüğün ve eşitliğin nimetlerinden faydalanmayı isterdim.” diye hayıflanan Çaman ile yaşananlar hakkında ne düşündüğünü konuştuk. Atatürkçü bir babanın siyasetten anlamayan kızıydımSüreç nasıl başladı?Yaşadıklarım 2001 yılında mahkeme süreciyle başlamış gibi gözükse de 1986’da üniversiteye girdiğim yılda oluşmaya başladı. 19 yaşında, üniversite öğrencisi, Antalya’dan gelmiş, siyaset ve politikadan hiç anlamayan, Atatürkçü bir babanın kızıydım. Başörtülü sınıf arkadaşlarımın gördüğü ayrımcılık beni etkilemişti. Fikren onların durumunu tasvip etmesem de derslere alınmayışları, okul bahçesine bile girememeleri, sınava girmiş olsalar da kâğıtlarının iptal edilmesi ayrıca öğretmenlerle bazı öğrenciler tarafından tacize uğramaları onların saflarında yer almama sebep oldu. Zamanla Kur’an-ı Kerim’i okuyup bir Müslüman olarak nasıl duruş sergilemem gerektiğini öğrendim. Bendeki bu dönüşüm ailemin de değişimine sebep oldu. Evimize Kur’an-ı Kerim İslam’ı araştırıp öğrenmeye başladığım dönemden sonra girdi.Öğretmen oldunuz sonra...1991’de öğretmenliğe başladım. O yıllarda görev yaptığım Adilcevaz’da halk beni başörtülü öğretmen olarak bağrına bastı.Garnizon’daki okula neden atandınız?1997 yılında Ankara’ya atandım. Müdür yardımcısı oldum, sonra da müdürlük sınavını kazandım. O yıllarda derin güçler tarafından markaja alındım. Daha sonra tüm kamuoyunun da bildiği gibi Bayrak Garnizonu’na kendi isteğimle müdür olarak atandım ama içeri alınmadım. Anaokul garnizonluğun bahçesindeydi ama Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıydı. Yıllarca da müdürsüz kalmış. İlk kadrolu sınav kazanan yeterli müdürü bendim. Okulu görmeyi bırakın, misafirhaneye bile alınmadım. Otoparkta günlerce bekletildim. Bir sürü kanunî olmayan belge istendi. Hakkımda suç duyurusunda bulunuldu.Sonra konu Danıştay’a geldi...Uzak bir ilçeye sürgün edildim. Okulda kadrom ve sınıfım yoktu. 6. İdare Mahkemesi beni göreve iade etmesine rağmen karar uygulanmadı. Mahkeme bu sefer esastan karar verdi ve müdürlüğe döndüm. Ardından dava Danıştay’a taşındı.Bu arada sivil polisler komşulara evime başörtülü kadınların gelip gelmediği, hangi gazeteleri okuduğum, kimlerle görüştüğüm gibi özel hayatımı taciz edici sorular soruyorlardı. Amaç insanların benden ürkmesi ve yalnızlaştırılmamdı. Telefonlarım dinleniyor, kendi sesimle bana mesaj bırakılıyordu. Bazen açıkça tehdit ediliyordum. Her gece ev telefonumu fişten çeker, cep telefonumu kapatırdım. Yatmadan önce ışıkları söndürmek ve karanlıkta sokağa bakıp evimi izleyen var mı yok mu diye kontrol etmek üzerinden yıllar geçse de, terk edemediğim bir alışkanlık haline dönüştü.Danıştay saldırısı olduğunda neler hissettiniz?İlk hissettiğim duygu korku değil, yaralıların hafif sıyrıklarla olayı atlatması ve kimsenin ölmemesi idi. Hâkimlerin hayatından endişe duydum ve çok üzüldüm. O zamanlarda babam beyin kanaması geçirmişti ve fizik tedavi için sedyeyle hastaneye götürüp getiriyorduk. Mustafa Yücel Özbilgin’i ekranda, sedye üzerinde görünce, bir an şok yaşadım, babama benzettim. Duygularım karmakarışıktı. Tek istediğim yaşaması idi. 17 Mayıs’ta saldırı gerçekleşti, 18 Mayıs’ta babamı kaybettim, 19 Mayıs’ta da rahmetli Özbilgin toprağa verildi.Artık daha zor bir döneme girmiştiniz.Saldırıdan sorumlu tutulacağımı sonradan fark ettim. Kimseyle bağlantım yoktu ve hukukî yönden hakkımı arıyordum. Bazı basın yayın organları ve gruplar tarafından hakkımda linç kampanyası başlatıldıktan sonra korkmaya başladım. Ev adresimden tutun görev yaptığım okul adresine kadar hakkımdaki tüm bilgiler gazetelerde yayınlanıyordu. Toplumu bölmek, kamplara ayırmak ve olayı daha da provoke etmek için vurulabilirdim de. Koruma istedim, verilmedi. Hakkımda aslı astarı olmayan yazılar yayınlandı, basına dağıtıldı. Bu, bana bir-iki yıl değil, 10 yıla yakın bir süre devam etti. Telefonlarım dinlendi. Hissettirerek ve fark ettirilerek takip edildim.Bakanlığın tavrı nasıldı?Milli Eğitim Bakanlığı’nda istifa ettiğim güne kadar, hep sıkıntı yaşadım. Ne soruşturmaların arkası kesildi ne de cezaların. Mahkemeyi kazanıp, göreve iade edildim. Sınavı kazandığım halde, Ankara İl Milli Eğitim Müdürü bana ‘Asker benim başımın tacı, ona rağmen seni atayamam’ dedi. Tanımsız görevime geri döndüm. 2011’de kitap yazdım, kendi çaba ve imkânlarımla bir yayınevine bastırdım ve ücretini peşin ödedim. Ancak bir süre sonra beni arayarak ‘hocam kitaplarınızı satamayacağız, Milli Eğitim’le çalışıyoruz. Kitabınızı yayınlamaya devam edersek, bizimle ticari ilişkilerini keseceklerini söylediler’ şeklinde açıklama yaptı. Bana baskı ve taciz uygulayanlar hiçbir şey yokmuş gibi gelip hatırımı sordu.Bunca yaşanandan sonra kamuda çalışanlara başörtüsü serbestliği getirildiğini öğrenince ne hissettiniz?Çok mutlu oldum ve “Şimdi gencecik bir öğretmen olup ülkemdeki bu özgürlükten yararlanmak isterdim” diye iç geçirdim. Başörtülü olmak cüzzamlı olmak gibi bir şeydi, bunları yaşadığım dönemde. O zamanlar başörtülü bir kadının kariyer yapması mümkün değildi. Şimdiyse kadının önündeki ölçü, yetenek ve yeterlilik. İsveç’e ilk geldiğimde havaalanında İsveçli başörtülü kadın polis görüp, gözlerime inanamamıştım. Sonra sınıf arkadaşlarımın içinde Somali, İran, Irak, Balkanlar, Afrika’dan gelen arkadaşlarım vardı. Başörtülü, çarşaflı, geleneksel Hint kıyafetli hatta romen olup onların geleneksel kıyafetleriyle derse gelen insanlar vardı.İsveç’te neler yapıyorsunuz? Çalışıyor musunuz?Şu anda öğretmenlik yapmıyorum. İşin aslı tam bir öğrenciyim. İsveççeyi ve İngilizceyi buradaki bir okulda öğrendim. Şu an ileri düzeyde İsveç edebiyatı ve toplum bilimi dersi alıyorum. Burada yabancı dilimi ilerletmek için bir anaokulunda dil pratiği yaptım. Çocukları çok sevdiğim için dünyanın neresinde olursa olsun onlardan uzakta olamam. Eğitimimi tamamlamama yaklaşık bir yıl kaldı. Sonrasında yabancıların öğrenci olduğu bir okulda İsveççe öğretmeni olmayı planlıyorum. Dünyaya bir kez daha gelsem yine öğretmen ya da öğrenci olmayı isterdim. En sıkıntı yaşadığım dönemde bile mesleğimden soğumadım. Beni ayakta tutan da bu idealimdi.İSVEÇ’TE YABANCILAR İÇİN ÖĞRETMENLİK YAPACAKAytaç Çaman, anaokulu öğretmeniydi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın müdürlük sınavını kazandığında Türkiye gündemine, hem de üzücü olaylarla, geleceğini aklından bile geçirmedi. Ancak, başörtüsü takması ve müdür olarak atandığı okulun özelliği, olacakların habercisiydi. Ankara’daki Bayrak Garnizonu Anaokulu’ydu burası. Garnizon, Genelkurmay Elektronik Sistem Komutanlığı’nın (GES) içindeydi. Ayrıca 28 Şubat süreci de işliyordu. Nizamiyeye kadar başörtülü gelip, buradan itibaren başını açmasına rağmen homurdanmalar bakanlık koridorlarında yankılandı. Ehliyetindeki başörtülü fotoğraf, ayrı bir rahatsızlıktı. Çok geçmedi, görevden alındı. 2001 yılında başlattığı hukuk mücadelesi Danıştay’ın ‘sokakta başörtüsü takılmasını da laikliğe aykırı bulan’ kararıyla yeni boyut kazandı. Danıştay, davayı 8 Şubat 2006’da ancak neticelendirirken, “Eğitim, bir şekilde okul dışında da süren bir olaydır. Öğretmenin okul dışında başını örtmesi öğrencileri olumsuz yönde etkiler, öğrencilere kötü örnek olur.” gerekçesini ileri sürdü. Karar, ülke genelinde yoğun tartışmaları beraberinde getirdi. Burada kalsa iyiydi; 17 Mayıs 2006 tarihinde kanlı bir oyun sahnelendi. Kararı veren 2. Daire’ye düzenlenen silahlı baskında Daire Başkanı Yücel Özbilgin hayatını kaybederken diğer üyeler saldırıdan yaralı kurtuldu. Bu, Aytaç Çaman’ın ifadesiyle ‘tam bir yıkımdı’. Saldırgan Alparslan Arslan ‘başörtüsü kararına tepki olarak saldırıyı gerçekleştirdiğini’ ileri sürdü. Sonradan işin ‘kaos’ planlarının bir parçası olduğu anlaşılacaktı ama kadın öğretmen yine Türkiye gündemine oturtulacak ve suçlanacaktı. Alparslan Arslan ve beraberindekiler, Ergenekon örgütü bağlantıları çözülünce yargılandıkları davada ağır hapis cezalarına çarptırılsalar da, dosyanın bu aşamaya gelmesine kadar geçen süre oldukça sancılıydı.Çaman, bundan sonra da değişik okullarda göreve devam etti. Müdürlük sınavlarına girip yeniden bu hakkı kazandı. Bu arada, Danıştay’ın o tartışmalı kararına itiraz davası açmıştı. Ancak, aradan geçen yedi yıla rağmen bir karar çıkmadı. Yani, Türkiye’yi sarsan o kararla ilgili süreç hâlâ kesin neticeye kavuşturulmamış, Danıştay’da bekliyordu. Çaman, gelinen noktada öğretmenliği bırakma kararı alarak ailesinin bulunduğu İsveç’e yerleşti. Şimdilerde bir çocuk annesi Çaman, İngilizce ve İsveççe öğreniyor, yabancıların eğitim gördüğü bir enstitüde öğretmenlik yapmak için hazırlanıyor.

Şiddet içerikli oyunlar sanıldığı kadar zararlı değil mi?

0
0
Dr. Cheryl K Olson, şiddet oyunlarının sanıldığı kadar tehlikeli olmadığını söylüyor: “Heyecan arayan gençler bunlarla oynamasa hızlı araba kullanmak gibi tehlikeli şeylere yönelecek.”Dünyanın dört bir tarafından teknoloji bağımlılığı üzerine çalışan uzmanlar geçen hafta, ikinci kez düzenlenen Uluslararası Teknoloji Bağımlılığı Kongresi için İstanbul'daydı. Harvard Üniversitesi'nde, Amerikan hükümetinin de desteklediği, ‘genç ergenler üzerinde video oyunları etkisi' araştırmasını yapan Dr. Cheryl K Olson ile konferanstan önce görüştük. Strateji ve tarih oyunlarından bildiği İstanbul'da bir kongreye katılıyor olmanın heyecanı içindeydi.Olson, kitaplaştırdığı çalışması için bin 200 öğrenciyle yüz yüze görüşmeler yapmış. Şaşırtıcı neticeler elde etmiş. Şiddet oyunlarının sanıldığı kadar çocuklarda şiddet eğilimine sebep olmadığı gibi...Çocuklarla beş kişilik masalarda oyunlar üzerine konuşmuşlar. Bu oyunların onların özel hayatlarını, karakterlerini nasıl etkilediğini anlamaya çalışmışlar. En çok oynadıkları oyunları belirlemişler. Bu oyunları incelemiş, neden oynadıklarını tepsit etmişler. Hatta zaman zaman kendisi de oyunlar oynamış. Olson, “Herhalde, çocuğuna, ‘Şu oyunu denemelisin.' diye tavsiyede bulunan tek anne ben olmalıyım.” diyor.Araştırmayı 2004 yılında yapmaya başlayan Olson'un ilk ulaştığı bulgu, 13-14 yaşındaki kız ve erkek çocukların şiddet içeren oyunları normal olarak algıladığı olmuş. Bu çocuklara son altı ay içinde okulda herhangi bir kavgaya karışıp karışmadıkları da sorulmuş. En çok oynadıkları ilk beş oyunun hepsi şiddet içerikli olan çocukların okulda şiddete karıştıklarını görmüşler. Bu çocukların aileleri ve okul dışındaki yaşamları hakkında da araştırma yapmışlar. Aile içinde bir sıkıntıları var mı, anne-baba ayrılmış mı, yakın çevrelerinde ölüm vakası var mı… Bu bilgileri öğrenip ona göre analiz yapmışlar. Görmüşler ki çocukların şiddete bulaşmasının sebebi oyunlar değil, ailedeki sorunlar.Çocuklar işin bilincindeŞiddete eğilimli olanların oynadığı oyunların da çoğunlukla şiddet içerikli olduğu söylüyor Olson: “Birçok insan şiddet oyunlarının şiddete daha çok yönlendirdiğine kendini inandırdı. Ama gördük ki çocukların böyle bir şeye gönüllü yani meyilli olup olmadıkları da önemli.” Çalışmasında edindikleri ilginç bir başka bulgu ise çocukların şiddet içerikli oyunlara dair son derece bilinçli olmaları. Çocukların önüne şiddet içerikli sahnelerden fotoğraflar, görseller koymuşlar ve sormuşlar: “Sizce bunların neresi eğlenceli?” Çocukların cevabı şöyle olmuş: “Bunların gerçek olmadığını biliyoruz. Bu oyunlarla istediğimiz enteresan şeyleri, hayatta yapamayacağımız şeyleri yapabildiğimiz için ve gerçek olmadıkları için eğlendirici. Gerçek olsaydı yaptıklarımız böyle olmazdı.”Olson'un araştırmasının temel sorusu: “Çocukları oyunlar mı şiddete yönlendiriyor, yoksa şiddete meyli olanlar mı bu oyunları oynuyor?” Araştırmanın bulgusu şiddete meyilli olanlar bu oyunları oynuyor. FBI verilerine göre 2003 yılından bu yana genç suçlarında azalma olmuş. Halbuki şiddet içerikli oyunların sayısı arttı. Olson bunu; “Eğer bu oyunlar çocukları suça itiyor olsaydı oyunlar arttığına göre suçlar da artardı. Artmadığına göre bununla bağlantısı olmayabilir.” Bir başka temel bulguları ise 13-14 yaşındaki bir çocuk için şiddet içerikli oyunların normal olmasıymış. Anormal olan, bu çocukların sadece şiddet içerikli oyunlar oynaması. Farklı video oyunları da oynayabilir ama sadece şiddet oyunları oynuyorsa işte orada bir anormallik var. Çünkü çocuk kendini iyi hissetmiyorsa şiddet oyunlarıyla üzüntüsünü, kinini gidermeye çalışıyor. Araştırmayı yapmaya başladığı yıllarda 13 yaşında olan oğlu, strateji oyunlarını arkadaş edinmek için oynuyormuş. Olson, “O zaman İsviçre'de oturuyorduk ve bütün arkadaşları pokemon oynuyordu, o da sosyalleşmek için bu oyundan oynamak istiyordu. Oğlum politika ve tarih okudu. Bu bölümü oynadığı strateji ve medeniyet oyunları sebebiyle tercih ettiğini söyledi.” diyor. Olson, bu oyunların çocuklar için heyecan verici olduğunu hatırlatıyor ve “Bazı çocuklarda heyecan arayışı var. Lunapark kurma oyunları var mesela, bunlarda heyecan arıyorlar. Eğer şiddet oyunları olmazsa bu çocuklar daha hızlı araba sürerek, daha egzantrik ve tehlikeli şeyler yapacak. Benim tercihim bu oyunları oynamaları.” diyor.Anne babaların şu anki bilgisayar oyunlarından memnun olmadığını söyleyen Olson, 1950'lerde de cizgi romanlardan memnun olmadıklarını hatırlatıyor. “Bu noktada ailelerin çocuklarına kural ve sınırlar koyması gerek. Çocuğun en az bir yakın arkadaşı varsa, 'çöpü dışarı çıkar' dediğinizde bunu üçüncü kez söylemenizde de yapıyorsa, dersleri kötüye gitmiyorsa video oyunları oynamasında problem yoktur. Sorun, çocuğun oyunlara çok angaje olması, hayatıyla oyun arasında ayırım yapamaması. Bağımlılık budur.”

Can Tanca'nın seçtiği şarkılar - [Haftanın albümleri]

0
0
Müzikseverler Can Tanca ismini Lounge FM'de yaptığı Daydreaming isimli radyo programıyla tanıyor. İlgi gören seçkileriyle dinleyicilere özel anlar yaşatan programın merakla beklenen albümü Sony Müzik etiketiyle yayınlandı.Daydreaming with Can Tanca isimli albüm içeriğiyle her modda dinleyebileceğiniz en özel şarkıları bir araya getiriyor. Çalışmada en sevilen lounge ve chill/out şarkıları yer alıyor. Albüm, Guts, Manjah, The Soul Session, Skeewiff ve James Beige gibi chill/out setlerin vazgeçilmez isimleriyle açılışı yapıyor. The Piano Guys ve Coldcut kulaklarınızda yer etmiş şarkılarıyla keyifli anlar yaşatırken, Fat Thumbs Ronnie gibi isimler dinleyicileri güzel duyguların içine sürüklüyor. Daydreaming with Can Tanca, lounge ve chill/out dinleyicileri için özel bir bir çalışma.Beşir Bayraktar ‘Tesadüf'en geldiBeşir Bayraktar, son günlerde adından sıkça bahsettiren bir isim. Buhran isimli şarkısıyla birçok müzikseverin tanıdığı müzisyen, uzun yıllardır müzik dünyasının içinde. Bugüne kadar birçok tiyatro oyununun müziklerini besteleyen, dans müzikleri yapan Bayraktar, uzun süredir sahnelerde de yorumcu olarak yer alıyordu. Sanatçının ilk albümünün adı Tesadüf. KRL Müzik etiketiyle yayınlanan albüm altı yıllık bir çalışmanın eseri. Albümdeki beş şarkının söz ve müziği Beşir Bayraktar'a ait. Albümün sürprizi Karadeniz’in popüler türküsü Narino'nun yeni bir aranje ile yer alması. Tesadüf'te sanatçının farklı müzikal tarzlardaki çalışmalarını görmek mümkün. Özellikle çocuklukta tanıştığı Flamenko müziğin etkilerini hissetmemek elde değil. Bayraktar'ın farklı yorumu da keşfedilmeye değer.Çağdaş Itri'den ‘sınır’sız bir albüm: LâPopüler müziğin etkisi altında kalan ülkemizde, az da olsa dünya müziğiyle ilgilenen isimler var. Itri İmanlı da onlardan biri. İmanlı, yurtiçi ve yurtdışında birçok başarılı konsere imza atan besteci, kanun sanatçısı ve şef. Özellikle Batı müziklerini Doğu enstrümanlarıyla yorumlaması oldukça dikkat çekmişti. Müzisyenin Lâ isimli enstrümantal albümü geçtiğimiz günlerde yayınlandı. DMC Müzik etiketi ile müzikseverlerle buluşan albümün en büyük sürprizi, sanatçının farklı bir şekilde yorumladığı Mozart'ın Türk Marşı. Çalışmadaki eserler müziğin sınırları kaldıran gücünü dinleyenlere bir kere daha gösteriyor. Albüme ismini veren Lâ, bu anlamda doğru bir tercih olmuş. Hem enstrüman hem de müzikal olarak Doğu ve Batı'nın sesi bu albümde bütünleşiyor,sakil durmayan ve akıcı bir biçimde... Albüm, farklı coğrafyalara götürüyor dinleyeni.

Kürtçe albüm yapmak İngilizce’den daha zor

0
0
Kürtçe müziğin başarılı ismi Jan Arslan, ikinci albümü Xewrevîn'i (Uyutmayan) geçtiğimiz günlerde müzikseverlerle buluşturdu. Arslan'la Kürtçe müziğin sorunlarından Demokratikleşme Paketi'ne kadar birçok şeyi konuştuk.Müzikle nasıl tanıştınız?Müziğe biraz geç başladım. Üniversitede bir gitar aldım. O zamanlar Diyarbakır’da doğru dürüst gitar kursu veren bir yer yoktu. Kendi kendime çalmaya başladım. İnşaat mühendisliği okudum, bittikten sonra ofisimde proje hazırlarken bir yandan da şarkılar yapmaya başladım. İlk albümün bütün şarkıları o dönemde yapıldı. Dinlettiğim arkadaşlar da çok beğendi.Sonra da Ayhan Evci’yi tanıdınız…Evet, festival münasebetiyle Mardin’e gelen Ayhan Evci’ye dinlettim şarkılarımı, çok beğendi. Onun yapımcı olduğunu biliyordum. Şarkılardan istediklerini değerlendirebileceğini söyledim. O da bana kendi şarkılarını kendin söylemek istemez misin, dedi. O ana kadar yorumculuk yoktu aklımda. İstanbul’da demo kayıtlar yapıldı. Sonra da Almanya’da albümü hazırladık.İlk albümünüz epey ses getirdi. Bir boşluk doldurdu sanırım.Kürt müziğinde geleneksel müziğin dışında başka tarzlarda yapılan çok fazla bir albüm yok. Blues, rock ve caz gibi tarzlarda Kürt müziğinde hâlâ büyük bir boşluk var. Bir rock kategorisine en fazla üç ya da dört albüm girer.Nedir sebebi?Kürtlerin özgürleşmesiyle ilgili. Özgürleştikçe üretim artar. Kürt halkının mevcut talepleri var. O talepler doğrultusunda geleneksel tarzları korumaya yönelik albümler yapılıyor. Özgürleşirseniz, sadece müziğiniz değil, sinemanız, tiyatronuz, her şeyiniz gelişir.Yeni albümünüzde her şarkının bir hikâyesi var.Şarkılar genelde birey eksenli. Bizim bölgemize yönelik şarkılar da var. Örneğin Halepçe katliamıyla ilgili bir şarkı var. Li Vî Bajarî’de savaş içinde kalmış çocukların hikâyesi anlatılıyor. Xewrevîn bunalım, bir aşk hikâyesi, Ez ê Werim’de beklenen biri anlatılır. İnsan temelli temalar var.Mardin’de yaşıyorsunuz. İstanbul’a yerleşmeyi düşünmediniz mi hiç?İstanbul beni korkutan bir şehir. Hiçbir zaman yerleşmeyi düşünmedim. Evet müziğin kalbi İstanbul’da atıyor ama Mardin’de olmak yapacağınız müziğe engel değil ama İstanbul’da müziğinizi daha iyi yetiştirebilirsiniz.Mühendisliği bırakıp tamamen müziğe yönelmek gibi bir isteğiniz oldu mu?Yaptığınız müziğin hayatınızı ikame ettirecek bir maddi getirisi olursa tabiî ki tamamen ona yönelirsiniz. Sadece ben değil Kürtçe müzik yapan herhangi bir arkadaşım bu müzikten çok para kazanamıyor. Yaptığı müzikle geçinen insan sayısı çok azdır.Kürt müziğinin gelişimini özgürlüklere bağladınız. Son dönemde açıklanan Demokratikleşme Paketi’ne bakış açınız nedir?Çok olumlu ama yetersiz gelişmeler. Paketin açıklanacağını duyan bölge insanı bunu çok destekledi. Açıklanmasıyla birlikte hayal kırıklığı oluştu çünkü talebi karşılamıyor. Anadilde eğitim beklentisi var insanlarda. Bugün Almanya’da Kürt ya da Türk çocuklarına istediklerinde anadillerinde eğitim verilebiliyor. Burada yerleşik olarak yaşayan bir halksınız ama anadilde eğitim alabileceğiniz bir yer yok.Genel olarak çözüm sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz peki?Yapılması gerekenler, atılması gereken adımlar belli. Silahların susmuş olması sevindirici. İnsanların ölmemesi her şeyden önemli. Anadilde eğitim verilebilir. Korkulacak bir şey değil, ülkeyi bölmez, aksine bütünleştirir.Kürtçede kullanılan q, w, x gibi harflerdeki yasağın kalkması sevindirdi mi?Bu bana o kadar komik ve garip geliyor ki... Bilgisayarda kullandığım program Windows XP. Mesela Show TV. Zaten kullanılan şeyler. Bunu Kürt’ün kullanması neden yasak olsun ki? Çok absürt ve trajikomik bir durumdu.Andımızın kaldırılmasını nasıl bakıyorsunuz?O da trajikomikti, kaldırılması yerinde oldu. Andımız kalktı ne oldu, Türk eğitim sistemi mi göçtü? Demokrasi ve özgürlükler geliştikçe bunların ne kadar önemsiz olduğunu göreceğiz.Kürtçe bir albüm yayınlamak zor mu?Evet. Bir Kürtçe albüm yaparken sayfalarca çeviri yapıp, bunları Kültür Bakanlığı’na göndermek zorundasınız. Bu sadece Kürtçe müziğe özgü. Ama İngilizce bir albüm yaptığınızda böyle bir text istenmiyor sizden.Bu da işlerinizi zorlaştırıyor tabii...Evet aynı zamanda tepkiye de neden oluyor. Sizin en insani haklarınızı yasaklarsam buna tepki gösterirsiniz. Bu tepkiyi ilk başta diyalogla gidermeye çalışırsınız. O da çare etmezse kin ve şiddete başvurursunuz. Bu öfkenin kaynağı yasakçı zihniyettir.Bir de ‘Bu haklar verilirse ülke bölünür mü?’ diye vehimler var.Kürtlerin ayrılma gibi bir talebi yok. Kürt siyasetinin en tepesindeki isimlerin açıklaması bu. Talep edilen şey daha fazla özgürlük ve demokrasidir.

Bilet sanal, uçuş gerçek!

0
0
Havayolu seyahatlerinde kullanılan kağıt biletler tarihe karışıyor. Yeni uygulamayla sanal ortama taşınan işlemler sayesinde, havayolu şirket ofislerine, acentelere veya havalimanlarına gitmeden de bilet alınabiliyor.İnternet ortamında oluşturduğunuz ‘sanal bilet (elektronik bilet) ve boarding kart’ ile artık gerçek bir uçuş gerçekleştirebilirsiniz. Eğer bagajınız bulunmuyorsa, havalimanında hiçbir işlem yaptırmadan doğruca uçağa da geçebiliyorsunuz. Yolculara büyük kolaylık sağlayan yeni uygulama, havayolu şirketlerine de yılda milyonlarca dolar tasarruf sağlıyor. Yani bu işten hem şirketler hem de yolcular büyük kazanç elde ediyor.Uçuşlarda kullanılan elektronik bilet, kağıt bilet düzenlenmeden tüm rezervasyon ve uçuş kayıtlarının elektronik ortamda saklanması anlamına geliyor. Havayolu şirketleri, seyahatinizle ilgili rezervasyon ve parkur değişikliğini, iade talebi ile uçuşa kabul işlemlerini tamamen elektronik ortamda bulunan kayıtlı bilet bilgisi üzerinden gerçekleştiriyor. Böylece hem şirketler hem de yolcular, zaman kaybı yaşamadan işlem yapma imkanı buluyor.İLK UYGULAMA ATLASJET’TEN Elektronik biletin kaybolma, çalınma ve unutulma riski bulunmadığından, tüm bilet işlemleri rezervasyondan, boarding (uçuşa kabul) aşamasına kadar daha hızlı ve sorunsuz şekilde gerçekleştiriliyor. Bu uygulama, dünya genelinde yıllar önce kullanılmaya başlandı. Elektronik bilet hizmetini Türkiye’de ise ilk kez 2004’te Atlasjet Havayolları başlattı. Yolcu memnuniyetini artıran uygulama, kısa süre sonra THY başta olmak üzere diğer özel havayolu şirketleri tarafından iç ve dış hat uçuşlarında hizmete sunuldu.UÇUŞA 24 SAAT KALA CHECK-İN BAŞLIYORUçuşla ilgili sorun yaşamak istemiyorsanız seyahatiniz öncesi internet üzerinden check-in işlemi yaptırmayı ihmal etmeyin. Havayolu şirketlerine göre değişkenlik gösterse de, uçuşa 24 saat kala başlayıp 90 dakika kala sona eren check-in işlemi ile havalimanında zaman kaybı yaşamazsınız. Daha da önemlisi, sadece birkaç dakikanızı alacak işlemle tüm bağlantılı uçuşlarınızı ve koltuğunuzu seçebilir, önceden yemek siparişi de verebilirsiniz. Bunu yapabilmeniz için ‘elektronik bilet veya rezervasyon (PNR) numaranızı’ bilmeniz yeterli. Check-in işlemi yaptıktan sonra da, kağıt çıktı almayı sakın unutmayın. Bu evrakla havalimanındaki işlemlerinizi daha kolay gerçekleştireceksiniz.MOBİL BİNİŞ KARTINI DA ALINİnternet üzerinden yaptırdığınız check-in işleminin yanı sıra mobil biniş kartınızı da (boarding card) almayı unutmayın. Uygulama, uçuşla ilgili tüm bilgilerin cep telefonu ekranında bulunmasını sağlıyor. Böylece bagajsız seyahat eden yolcular, mobil biniş kartlarıyla havalimanına geldiklerinde check-in kontuarlarına uğramadan ve kuyruk çilesi yaşamadan uçaklarına gidebiliyor.Havayolu şirketleri, yolculara kolaylık sağlamak amacıyla havalimanlarında ‘self check-in kiosk’ hizmeti de sunuyor. Yolculara internet kullanım alışkanlığı kazandırmak ve havalimanındaki iş yükünü azaltmak amacıyla kullanılan cihazlardan, havayolu şirketine ait mil kartı veya bilet alırken kullandığınız kredi kartları ile işlem yapılıyor. Cihazlardan gerçekleştireceğiniz koltuk seçiminizin ardından, biniş kartınızı da alarak sorunsuz şekilde uçağa geçebiliyorsunuz.Pilotlar inişten neden vazgeçer?En güzel ve eğlenceli uçuşlar, zamanında kalkış ve inişle gerçekleştirilen seyahatlerdir. Ancak bazı uçuşlarda pilotun inişten vazgeçmesi canımızı sıkar. Peki son anda inişten neden vazgeçilir? Pilot, meydana iniş yapmak üzere alçaldığında ve belirli bir mesafeye kadar piste yaklaşmasına rağmen olumsuz hava şartları nedeniyle pisti görmediği durumlarda yeniden havalanır. Önceden belirlenmiş irtifa, yön ve telsiz irtibat usulleri uygulanır. Pilot, duruma göre yeniden inişi deneyebilir veya başka bir havalimanına (yedek meydana) inmek için rotasını değiştirir. Bu gibi durumlarda da pilotlar, pas geçme usullerini uygulayarak uçağın gazlarını açar, burnunu yukarı kaldırır ve tırmanışa başlar.

Sen de mi Disneyland? [Bizim Köy]

0
0
Mahalle aralarında ‘merdiven altı’ eğlencenin adresi olan lunapark haberlerine alışığız. Balerinden uçanlar mı dersiniz, salıncaktan düşenler mi…Dünyaca ünlü eğlence parkı Disneyland’de bile aynı vakalar cereyan edebiliyor. Paris’teki parkta meydana gelen kazada 5 yaşındaki çocuk yaralandı. Babasıyla ‘Karayip Korsanları’ temalı alandaki tur botunda bulunan çocuk suya düştü. Hastaneye kaldırılan küçük çocuğun durumu ciddiyetini koruyor.Kokulu bilgisayar devri!Dizüstü bilgisayar kullanıcılarının en büyük derdi aşırı ısınan piller. Lakin Dell firmasının dizüstü Lattitude 6430u bilgisayarından alan müşteriler ‘kedi idrarı’ kokusundan şikâyetçi. Dell ise kokunun kesinlikle biyolojik nedenlerden kaynaklanmadığı ve hiçbir sağlık riski oluşturmadığı konusunda ısrarcı. Firma, ‘kokulu’ bilgisayarların geri gönderilerek sorunlu parçaların değiştirilebileceğini söylüyor.Facebook uğruna...Gençlerin sosyal medya bağımlılığı aileleri çileden çıkarabiliyor. Bunun son ve acı örneklerinden biri Hindistan’da gerçekleşti. Maharashtra kentinde yaşayan Aiswarya S. Dahiwal isimli 17 yaşındaki genç kız, zamanının çoğunu Facebook’ta geçiriyordu. Ailesi siteye girmesine yasak getirdi. Bunun üzerine Aiswarya, anne-babasıyla tartıştı. Öfkelenen genç kız intihar etti. Hint polisi, intiharla ilgili soruşturma başlattı.

Hayat zor! Ama ben de kolay biri sayılmam

0
0
Gönüllü dernekler, çalışan çocukları sokaktan çekmek için var gücüyle uğraş veriyor. Yıllar süren çabalardan sonra kurtarılan çocuk sayısı yüzlere bile ulaşamadı. ‘Her insan bir dünya’ diye düşünüldüğünde bunun değeri paha biçilemez oluyor.“Hayat tıpkı renkler gibi karışık olmasına rağmen içinde bizi bekleyen mutluluklar, sürprizler ve başarılar vardır. Fakat bu mutluluklara ve başarılara ulaşmaya çalışmak istediğimizde önümüze bazı sorunlar çıkabilir. Bu sorunlar karşısında elimizi kolumuzu bağlayıp oturmamalıyız. Bütün yolları tek tek denemeliyiz, biri olmazsa öbürü...”Bu satırlar yedi yaşından beri mendil satan bir çocuğun kaleminden çıkmış. Etrafını rengârenk boyadığı mektubunda hayatın sürprizlerle dolu olduğunu anlatıyor. Ahmet, her sabah kâğıt mendille dolu poşetini alıp sokağa çıkar, bütün mendilleri bitmeden eve dönmezdi. Yine elindeki mendilleri bitirmeye çalıştığı bir gün yanına gelen birinin, “Çalışmayı bırakıp okula devam etmek istemez misin?” sorusu Ahmet’in tabiriyle hayatın rengârenk sürprizlerinden biridir. Sokakta Çalışan Çocuklara Yardım Derneği gönüllüsü, dokuz yaşındaki Ahmet’i alır ve derneklerine götürür. Derslerine yeniden adapte olması için program çıkarılır. Aile ile konuşulur, Ahmet’i çalıştırmamaya ikna edilir. İki yıl sonra sınıfının en başarılı öğrencilerinden biridir artık. Böylece bir çocuğun daha geleceğe ümitle bakabilmesine vesile olunmuştur…Birleşmiş Milletler Çocuk FonuUNICEF’in 2012 yılı Eylül ayında yayımladığı son rapora göre, Türkiye’de 6-17 arasında yaklaşık bir milyon çalışan çocuk var. Bu çocukların yüzde 47,7’si kentlerde çalışıyor. Su, mendil, simit satanlar, kırmızı ışıkta duran arabanın önüne atlayıverip camını silmeye çalışanlar, kaldırım kenarında önünde tartı ile sessizce bekleyen çocuklar ise bu istatistikleri oluşturan aktörler. Yine UNICEF’in raporuna göre çalışan çocukların yüzde 31,5’i bir okula devam ederken, yüzde 68,5’i öğrenimine devam edemiyor. Sosyal hizmet uzmanları, bu çocuklar için çalışan yerine çalıştırılan tabirini kullanmayı tercih ediyor. Çünkü hiçbir çocuk kendi iradesiyle böyle bir hayatı tercih etmez.Sokakta çalıştırılan çocuk sayısının her geçen yıl arttığı Türkiye’de sorunla ilgili yasalar var. Ancak uygulamaya sıra gelince karşımızda muhatap bulmak zor. Zira sokakta çalıştırılan çocukların akıbeti ile ilgili bilgi almak istediğimizde en sağlıklı malumat gönüllü kuruluşlardan geliyor. Valiliklerin ‘sokak çocukları’ genelinde yürüttüğü bazı projeler var ama etki alanları çok sınırlı.İlgili kurumlara sorduğumuzda Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’ne bağlı Çocuk ve Gençlik Merkezleri Sokakta Çalışan/Yaşayan Çocuklar Yönergesi’ndeki detaylı yönlendirmeler gösteriliyor. Ancak görüştüğümüz sosyal hizmet uzmanları uygulamada birçok aksaklık olduğunu söylüyor. Oysa sokakta çalıştırılan çocukların giderek arttığını fark eden hükümet, 2005 yılında bir genelge yayımlamıştı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nda Başbakan Tayyip Erdoğan imzası ile yayımlanan genelgede, “Sorunun aciliyeti ve ulaştığı boyutlar nedeniyle ilk etapta, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından geliştirilen Sokakta Yaşayan ve/veya Çalıştırılan Çocuklara Yönelik Hizmet Modeli’nin hayata geçirilmesi kararlaştırılmıştır.” denilerek projelerin acilen başlatılması istenmişti.Sokakta Çalışan Çocuklara Yardım Derneği’nin 2003 yılından beri başkanlığını yapan Esin Sevgin Adıyaman Çocuk ve Gençlik Merkezi gibi resmi kuruluşların sokakta çalışan çocukların hayata kazandırılmasında büyük etkisi olduğunu söylüyor. İstanbul’daki merkez ise iki yıl önce çeşitli sebeplerle kapatılmış.Asıl işi devlet memurluğu olan Esin Sevgin ve arkadaşları yıllar süren çalışmaları sonucunda tam 30 çocuğun sokaktan kopmasına vesile olmuş. Çocuk ve Gençlik Merkezi’nde gönüllü olarak başladığı 1999 yılından 2010’a kadar hiç fire vermeden her hafta sonunu çocuklarla geçirmiş. On yıl boyunca birlikte olduğu çocuklar büyümüş. Kimi üniversiteye yerleşmiş, kimi düzenli bir çalışma hayatına başlamış. Adıyaman’a göre Türkiye’de Avrupa Birliği Projesi yazma konusundaki başarısızlığımız imkânlara ulaşımımızı engelliyor. Zira sosyal sorunların üstesinden gelebilecek projelere ayrılan milyonlarca liralık fon var. Ama Türkiye’de bu hibeleri almaya hak kazanacak kriterleri sağlayan projeler yetersiz kalıyor. Gönüllüler de olmasa...Henüz çocuk olamadan eve ekmek getiren konumuna geçen çocuklar için çalışan gönüllü kuruluşlardan biri de Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı. Çocuklar Sokakta Solmasın (ÇSS) projesi ile 1998’den beri adeta bir gönüllü seferberliği yürüten vakıf için bu alanda İstanbul’daki en etkili kuruluş denilebilir. Projenin amacı sokakta çalışan çocuğun, sokakta yaşayan çocuk statüsüne geçmesini önlemek. Vakıf, derslerinden yeme içmesine ve oyun ortamına kadar bütün ihtiyaçlarını gideriyor. ÇSS Proje Yönetmeni Sosyolog Bihter Kabakulak, çocuğu tek başına sokaktan çekmenin mümkün olmadığını hatırlatarak, aynı zamanda ailelerle de ilgilenildiğini söylüyor. Ebeveynlere iş bulma ya da çeşitli temel ihtiyaçların karşılanması gibi çalışmalarla çocuğun çalışma mecburiyeti ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Piknikler, gezi programları, hafta içi etütleri, yaz okulu derken Hayat Vakfı sokaktan çekip alınan çocuk için tam bir yaşam alanı haline dönüşüyor.Yıllarca sokakta mendil sattı, şimdi muhasebeciSokakta çalışırken vakıfla tanışan onlarca çocuk ise şu an üniversite öğrencisi. Bunlardan biri de İ. ailesinin en büyük çocukları. Erzurum’dan 1995’te İstanbul’a göç eden ailede babanın düzenli bir işi yok. Vakıfla tanıştıklarında henüz 11 yaşında olan Selim ise iki kardeşi ile birlikte sokakta mendil satarak ailenin geçimini sağlamaya çalışıyordu. İlk başlarda okul saatleri dışında çalıştığını ancak zamanla okuldan koptuğunu ve neredeyse tüm gününü sokakta mendil satarak geçirdiğini anlatan Selim için o dönemde ilkokulu bitirebilmek bile düşük bir ihtimaldi. Ancak vakıfla tanıştıktan sonra Selim, okul hayatına geri döner ve çevre mühendisliğini kazanır. Şimdi o da vakfa gelen miniklerin derslerine yardımcı olmak için canla başla çalışıyor. Selim gibi mendil satan diğer iki kardeşinin biri hemşirelik okuyor. Diğeri ise muhasebe yüksek okulu mezunu. Vakıfla bağlantılı bir kurumda çalışan D., evin tek düzenli gelir kaynağı durumunda.

Fotoğraf’a sihirli dokunuş

0
0
Dijital fotoğrafları, manüplatif müdahalelerle birer sanat eserine çeviren sanatçı Erik Johansson’un birbirinden çarpıcı çalışmaları derledik.FOTO GALERİ İÇİN TIKLAYIN

Kitap kurdu değil, bunlar kitap fareleri

0
0
Her kitap fuarının olmazsa olmazı, hırsızlar. “Okuyorum ben ya hu!” diyerek stantlara dadananlarla başa çıkmak oldukça güç. Her geçen gün artan hırsızlara karşı kitabevleri de tedbiri elden bırakmıyor.Bugün TÜYAP kitap fuarının son günü. Bir haftadır devam eden kitapla buluşma heyecanı akşam saat 20.00’de sona erecek. Geçen sekiz günlük süre zarfında, şehrin bir ucu da olsa uzak semtlerden, komşu şehirlerden gelen binlerce okur, istedikleri her nevi yayına ulaşabilme fırsatı buldu. Bir senedir beklenen günün sonunda raflara özenle dizilen yüz binlerce kitabın envanteri tutulacak. Tabii her sene hesap ile kitap birbirini tutmuyor. Açık bir dille söylemek gerekirse, fuar ziyaretçilerinin arasında kitap kurdu da çok, kitap hırsızı da. Tabiri caizse, yükte ağır, pahada ucuzcu bu gürûhun sayısı hiç de azımsanacak gibi değil. Tek tük masum kitap hırsızları bir yana dursun, bu işe mesaisini verip yüklüce kitap çalanlar, kitap tedarikçilerinin ağzında acı bir tat bırakıyor. Türkiye’nin dört bir yanında fuar düzenleyen kitabevleri her sene büyüyen bu açıktan hayli mustarip. Satış sorumlularının ortak tutumu, hırsızlık vakalarını büyütmeden üzerini örtmek. Fakat hırsızların büyük bölümü bu işi organize bir şekilde yapıyor, çalınan kitaplar fuar dışında veya kitabevlerine satılıyor. İşte mevzu bahis hırsızlar ve yöntemleri:Bizden çaldıklarını bize satmak isteyenler oluyorTubagül Kocaahmet (Timaş Yay. Kurumsal İletişim Uzmanı): Hırsızlar özellikle kalabalık zaman dilimlerini seçiyor, okullardan gelen talebelerin geldiği vakti kolluyorlar. Ufak çocukları kullanmak gibi basit taktiklerin dışında gayet sofistike bir usulde kitap çalanlar da var. Önce, kitabı bir fasıl alıp götüren sonra geri getirip ‘Bunu sizden aldım, geri iade etmek istiyorum’ diyenler oluyor. Hatta işi bir adım öteye götürenler, kitap fişlerini yerden veya çöpten topluyorlar. Sonra fişte yazılı kitabevine getiriyor ve üzerindeki meblağa denk gelen kitapları gösterip işte bu kitapları buradan aldım, iade edebilir miyim diyor. Biz bu durumda zorlanabiliyoruz. Kimin kitap alacağını kimin ise hırsız olduğunu anlamak güç doğrusu. Salonda iyi görünümlü onlarca kleptoman olabilir.O kadar çaldı ki, adamın kafasına kitap fırlattıkİbrahim Hakkı Özkal (Dergah Yayınları Organizasyon Sorumlusu): Bizim TÜYAP Fuarı’nda her sene iki koli kitabımız gider, ne kadar önlem alırsak alalım. Maalesef bu ahlaki bir zafiyet. Bu konuda her yayınevinin yarası olduğunu biliniyor. Bizim tezgahımızda rağbet gören kitapların yeri bellidir. O tarafı özel bir gözetimde tutuyoruz. Zaten çalmak isteyenler köşeleri ve sote anları gözetir. Geçen gün bir teyze koltuğunun altına sıkıştırmış götürüyordu. İkaz edince, ‘Ah af edersiniz parayı vermeyi unuttum’ dedi. Elbette kabul edilebilecek bir durum değil ancak bunlar bu işin en masumları. Bir anımı daha paylaşayım. Fuar, evvelden Tepebaşı’nda oluyordu. Standı uzaktan izliyoruz. Adamın biri bizim tezgaha adeta dadanmıştı. Hadi bir tane alır gider dedik ama öyle olmadı. Biz gider dedikçe aldı da aldı. İşin sonu yok, çantasına doldurdukça dolduruyor. En son kocaman iki cilt sözlüğü indirmeye çalışınca, canımıza tak etti. Kocaman sözlüğü yukarıdan fırlattık, yeter artık diye. Kafasını yarmışız adamın...Yakalıyoruz yine çalıyorlar, Organize işler bunlarSezgin Erdoğan (NTV Yayınları Pazarlama Satış Sorumlusu): Kitap çalanlara karşı müsamahayı elden bırakmamaya çalışıyoruz. Sonuçta bu bir kitap, fakat suiistimallere de elden geldiği kadar mahal vermiyoruz. Fuar açılmadan önce tüm arkadaşlar bir araya gelip, hırsızlık vakalarının yaşanabileceğini ve bunlara karşı tedbirli olunması gerektiğini telkin ediyoruz. Ne kadar önlem alsak da hırsızlık olayları yaşanmıyor değil. Çalma durumuna şahit olunca o esnada elden geldiği kadar ağır başlı davranıp, sessizce uyarıyoruz veya hafif uzaklaşınca ihtar ediyoruz. Fakat bir kısım inatçı tipler oluyor ki, çalıyor, uyarıyoruz, yine çalmaya çalışıyor. Girişte güvenlik var ama içeride caydırıcı bir güç yokAli Bayrak (Alfa Yayınları Genel Satış Sorumlusu): Hırsızlık yapanların ekserisi öğrenci. Fuarın sene başı olması hasebiyle öğrencilerden bu yola başvuranlar oluyor. Kendilerini iş büyümeden münasip bir lisanla uyarıyoruz ve durumu örtüyoruz. Fakat büyük sıkıntılar yaşadık. Salonların içinde yeterince güvenlik yok. Üç sene evvel bir grup terör örgütü yandaşları kitap hırsızlığı yaptı. Duruma müdahale etmek istesek de kabahatlerinde ısrar ettiler. Biz de kendilerine anlayacağı dilden cevap verdik. Fakat olayda büyük bir güvenlik zafiyeti vardı ki bu durum hâlâ devam ediyor. Biz kendi çapımızda güvenlik kamerası koyduk, bundan biraz çekiniyorlar.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live