Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Futbolun en pahalı gezgin kramponları

$
0
0
Futbolcular genelde transfer dönemlerinde aldıkları paralarla değerlendirilir. Fakat Nicolas Anelka ve Zlatan İbrahimovic gibi bazı futbolcular vardır ki bir gezgin gibi takımdan takıma giderken kulüplere ödettirdikleri yüksek bonservis ücretleriyle gündeme gelirler.Liverpool’un efsanelerinden Bill Shankly, “Bazı insanlar futbolun bir ölüm kalım meselesi olduğuna inanırlar. Sizi temin ederim ki ondan çok çok daha önemlidir.” demişti. Evet, pek çoğu için futbolun bir onur mücadelesi ya da bir başarı sevdası olduğu söylenebilir. Ama günümüzde futbol sevgisinin para olduğu ise inkâr edilemez bir gerçektir.Oyuncular da vitrin peşindeLiglerin ve milli maçların ara verildiği ve transferlerin hız kazandığı bu dönemde, yeşil zemin üzerinde dönen paranın hesabı ölçülemiyor. Futbolcular da, bu para havuzundan nasiplenmek için sezon içerisinde tüm yeteneklerini ortaya koyarak kendilerini pazarlamanın mücadelesindeler. Tıpkı Türk futbolseverlerin yakından tanıdığı Fransız futbolcu Nicolas Anelka gibi. Bir zamanlar Fenerbahçe’de de gollerini zevkle izlediğimiz 34 yaşındaki golcü oyuncu, geçen yıl gittiği Çin Ligi’nden geri dönerek tekrar Avrupa’ya geri geldi. Premier Lig’e transferini bonservissiz olarak gerçekleştirmek zorunda kalsa da, Anelka aslında dünyanın en pahalı 2. gezgin futbolcu unvanına sahip. 18 yıllık profesyonel futbolculuk hayatında 12 takım değiştiren golcü oyuncu, şu ana kadar transfer olduğu kulüplere toplamda yaklaşık 134 milyon Euro’luk bonservis ücreti ödeten ikinci en pahalı futbolcu oldu. Futbola başladığı Paris Saint Germain, Arsenal, Real Madrid ve Liverpool gibi büyük takımlar arasında gidip gelen yüksek meblağlı transferler sonrası golcü oyuncu, 2005 yılında 10 milyon 700 Euro’luk bonservis ücretiyle Fenerbahçe’ye geldi. Sarı-Lacivertli forma ile bir yıl Türk taraftarlarına gollerinden örnekler sunan Fransız futbolcu, daha sonra 12 milyon Euro’ya Bolton Wanderers, 2 yıl sonra yaklaşık 20 milyon Euro’luk bir bonservis ücretiyle Chelsea’ye transfer olurken futbol hayatının yüksek meblağlı son bonservis ücretini ödetmiş oldu. Sık sık takım değiştirmekten bıkmayan tecrübeli golcünün bir sonraki durağı Uzakdoğu ülkesi Çin olur. Maceralı Çin’in Shanghai Shenhua F.C. takımında faydalı olamayan yetenek, kiralık olarak Juventus macerası da yaşamayı ihmal etmez. Bugünlerde ise İngiltere ligi takımlarından West Bromwich’e transfer olarak bonservissiz olarak Premier Lig’e geri dönüş yapan gezgin futbolcu, bakalım seneye hangi yeşil sahaya konacak.Listenin başında Zlatan İbrahimovic varEn pahalı gezgin krampon ise İsviçre Milli Takımı golcüsü Zlatan İbrahimovic’ten başkası değil. Anelka’ya göre daha az kulüp değiştiren Paris Saint Germain’in golcü oyuncusu, transfer olduğu takımlara yaklaşık olarak 169 milyon Euro’luk bonservis ücreti ödeterek zirvede yer almayı başardı. Listenin 3. sırasında ise 121 milyon Euro ile Parma’nın Arjantinli forveti Hernan Crespo yer aldı.Vatan hasretini en fazla o yaşıyorBir dönem Fenerbahçe forması da giyen Fransız golcü Nicolas Anelka, vatan özlemi en fazla olan futbolcular arasında yer alıyor. Bir göçmen kuş misali, futbolun yeşil rengine kendini kaptıran 34 yaşındaki oyuncu, adeta o ülke senin bu takım benim havalarında, 18 yıllık profesyonel futbol kariyerine 11 takım sığdırdı. Attığı birbirinden güzel gollerle hem değerini artırdı hem de ödettirdiği yüksek bonservis ücretleriyle futbolcuların en değerlilerinin golcüler olduğunu adeta ispatladı.z.altun@zaman.com.tr

Survivor bana ileride kazandıracak

$
0
0
Survivor’da finale kadar katılıp halk oylamasında birinciliği Hilmi Cem’e kaptıran Doğukan Manço ile yarışmadan arta kalanları ve adaptasyon sürecini konuştuk. Döner dönmez verdiği kiloları geri alan Manço, “Ne yesem yarıyor, bütün sistemim şaşmış durumda.” diyor. Tam bir araba tutkunu olan Manço’nun bizim için yaptığı şov görülmeye değerdi…Survivor yarışmasını belki kazanamadı ama Doğukan Manço herkes tarafından çok sevildi. Ağırbaşlı ve mütevazı duruşu ile izleyicilerden tam not alan Doğukan, ilerisi için umutlu. Ayrıca ıssız bir adaya düşerse yanına ne alacağını da biliyor artık: Bıçak, müzik aleti ve sineksavar...Geldiğiniz belli oluyor, Kilo almışsınız…(Gülüyor) Evet, eski kiloma dönmek üzereyim. Geldiğimden beri 6 kilo aldım. Midem aşağı yukarı eski boyutlarına geldi.Bu kadar çabuk?Aç kalma korkusunu hâlâ atlatamadığımdan sürekli olarak ihtiyacımdan fazlasını yiyorum, yediğim her şey depolanıyor sanki. Ne yesem yarıyor şu an. Bütün sistemim şaşmış durumda.Şehir hayatına adapte olmak da zor oldu mu?Kendimi bilgisayar gibi hissediyorum 4 remim var, 3’ü çalışmıyor sanki. İlk günler yarına oyun var, konsantre olmam gerekiyor stresi oluyordu. Yavaş yavaş adapte oluyorum.En çok neyi özlemişsiniz?Tatlı. Türk tatlılarına sarmış durumdayım. Baklava, künefe ne varsa yiyorum.3 ay boyunca diş fırçası kullanmanız yasakmış. Dişleriniz ne durumda şu anda?Bir dişim çürüdü. Bütün sağlık masraflarımı Acun Medya’ya çıkartacağım. (Gülüşmeler) Açıkçası en nihayetinde bir televizyon programı, zor olduğu söyleniyor ama arka planda daha farklı bir yaşam vardır, ekip orada kalıyordur, hoş sohbet olur falan diye düşünmüştüm. Yani en azından prefabrik tuvalet olur diye bekliyordum. Ama her şey ekrandan nasıl gözüküyorsa öyleydi.Gitmeden ada koşullarına uyum sağlamak adına bir hayli hazırlık yapmışsınız...Evet, mesela her sabah bir tereyağı paketinin dörtte birini balla karıştırıp yedim. Bu yüzden gitmeden 4 kilo aldım. Hatta kurt yemeye bile motive etmiştim kendimi. Tahtayla ateş yakmayı öğrenmek için provalar yaptım.Etkisi oldu mu bari?Tabii. Başlarda enerjim düşmedi.İlk haftalardaki performansını düşündüğümüzde enerjiniz pek oyunlara yansımış gözükmüyordu. Son haftalara doğru açıldınız sanki…Başlarda enerjimin büyük kısmını ada yaşantısına ayırdım. Dolayısıyla oyunlara enerjim kırık bir şekilde gidiyordum. Ne zaman ki kilo verdim ondan sonra oyunlara daha iyi konsantre oldum. Sonlara doğru oyunlarda daha iyi performans göstermemin bir diğer sebebi de enerjimi alan kişilerin adadan ayrılmasıydı. Adada kaldığınız süre boyunca sakin duruşunuzdan ödün vermediniz. Yaşanan onca şeye rağmen zor olmadı mı bu kadar sessiz kalmak?Çok sinirlendiğimde sinirimin geçmesi için içimden 10 saniye sayıyordum. İleriyi düşündüm hep. Şartlarımız çok zordu. Ama bir şekilde ayak uydurmak zorundaydım. Çok törpüledim kendimi. Sıkıntımı hep içime attım. Hatta bir gün bu duygusal bir kriz şeklinde çıktı ortaya. Adada en çok beni zorlayan olaylara tahammül etmek zorunda kalmak beni yordu.Bir röportajınızdaki ‘Hilmi Cem yakışıklı çocuk, birinci olmasında bunun etkisi olabilir.’ açıklamanız sosyal medyadan tepki almanıza neden oldu...Hilmi Cem’in yakışıklı olduğunu söyleyerek iltifatta bulundum. Onun sadece bu yönüyle yarışmayı kazandığını söylemedim. Çok yanlış anlaşılmış ve çarpıtılmış söylediklerim. Bu da beni çok üzdü.SURVİVOR’DAN KAZANACAĞIM PARAYLA, BABAMDAN BU YANA KAYBETTİKLERİMİN ANCAK YİRMİDE BİRİNİ KARŞILAYABİLİRDİM!Döndükten sonra izlediniz mi kendinizi?Şu an internetten takip ediyorum daha sonra Acun Medya bütün bölümleri verecek. Hepsini seyredeceğim.‘Bir adaya düşsen yanına alacağın 3 şey ne olurdu?’ diye klişe bir soru vardır. Issız bir adada 3 ay geçirme fırsatınız oldu. Şu anki tecrübenizle gitseydiniz ne alırdınız yanınıza?Arkadaşlarıma espri yapıyorum, ‘Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız tek şey Doğukan olsun.’ diyorum. Bıçak, müzik aleti ve sineksavar alırdım. Bir de ısırılma riskine karşı panzehir geliyor aklıma.‘Yarışmayı kazansaydım elde edeceğim paranın yüzde ellisini bağışlayacaktım.’ şeklinde bir açıklamanız oldu. Oysa yarışmaya bu paraya ihtiyacınız var diye katıldığınız söylendi...Birinci olmamız durumunda paranın bir kısmını bağışlama fikri Acun Medya’dan çıktı. Sordular, hepimiz onay verdik bu fikre. Böyle bir anlaşma yapmasaydık da birinci olsam bağış yapacaktım. Sonuçta bu parayı bana halk kazandırmış olacaktı. Bir kısmını halka iade etmek boynumun borcu olurdu. Yarışmaya, ihtiyacı olduğu için girdi kısmına gelince Survivor’dan kazanacağımla babamdan bu yana kaybettiklerimin ancak yirmide birini karşılayabilirdim. Ama Survivor’ın bana ileriki dönemlerde daha büyük kazançlar sağlayacağına inanıyorum.Geçtiğimiz sene St. Trope’de katıldığınız bir kısa film yarışmasında en iyi erkek oyuncu ödülüne aday gösterildiniz. Var mı ufukta oyunculuk planları?Bir işe kalkacaksam en iyi şekilde yapmak isterim. Bu alanla ilgili eğitimim yok ama eğer oyunculuk yaparsam eğitimini de alırım.Yönetmen önce kardeşinizi oynatmak istemiş galiba...Evet. Yönetmen uzun saçlı ve sakallı birini arıyormuş. Kardeşimin askerde olduğunu öğrenince ben de uzun saçlı ve sakallı olduğum için bana teklif etti, ben de kabul ettim.Batıkan bir şey dedi mi?Hayır. Aramızda böyle mevzular asla problem olmaz. Hayatımız boyunca her şeyimizi paylaşmışızdır kardeşimle. Onun gidemediği işlere ben, benim gidemediklerime de o gitmiştir.Manço ailesi olarak gözlerden ırak bir hayatınız var. Survivor’a katılmak risk değil miydi sizin için?Temsil ettiğimiz soyisminden dolayı ben de, Batıkan da gece hayatından uzak durduk. Hep bir adım gerideydik. Fakat ikimiz de bireyiz ve kendimiz için de yaşamamız gerekiyor. Evet, bu kararla risk aldım. Tehlikeli de olabilirdi. Ama her şeyi göze aldım, gittim.Anneniz nasıl karşıladı kararınızı?‘Aç kalmışsın, kalmamışsın zerre kadar umurumda değil yeter ki karakterini bozma.’ demişti.Arabaları çok sevdiğiniz biliniyor. Nereden geliyor bu araba tutkusu?Babamın klasik otomobillere merakı vardı, onunla arabalar hakkında konuşarak büyüdüm. Annem de spor oto oyunlarını çok sever. Daha 5 yaşındayken kartinge götürürdü beni. İlk olarak 12 yaşında profesyonel yarışmaya katıldım. Ehliyetimi aldıktan sonra yarış otomobilleri kurslarına gittim ve hep başarılı sonuçlar aldım. 2007’de driftinge başladım, o günden beri profesyonel yarışıyorum.Profesyonel yarışçısınız ama bu hobiden öteye gitmiyor galiba?Evet, bu iş geçimimi sağladığım bir meslek değil ama Türkiye’nin en başarılı ilk üç yarışçısı arasındayım. İmkânlar dâhilinde bu başarının devamını getirmeye ve en üst seviyesine kadar taşımak istiyorum. En büyük hedefim Türkiye’yi yurtdışında temsil edeceğim yarışlara katılmak. Daha iyi sponsor anlaşmaları yapabilirsem hedeflediğim noktaya ulaşabilirim. Bu anlamda daha fazla desteğe ihtiyacım var.Adadan ayrılmadan önce Acun Ilıcalı’yı yarışlara davet etmiştiniz. Geldi mi sizi izlemeye?Henüz yarış olmadı. Yarışlar başladığında Acun ağabeyi davet edeceğim. Onu kandırıp, yan koltuğa oturtup yüreğini ağzına getireceğim. r.gul@zaman.com.tr

Ne bitmez restorasyonmuş kardeşim!

$
0
0
Bu söz, bügünlerde Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete gelenlerin sıkça dilinde. Yaklaşık 2 yıldır süren ve türbe tarihihin en uzun yenileme çalışması devam ediyor. Ramazan vesilesiyle ziyarete gittiğimde hummalı çalışmalara tanık oldum.Tahribatın boyutları sanılandan daha fazla. Bürokrasi falan derken işler uzamış. İçimden hak vermek geçmedi dersem yalan olur. Ayrıca Ramazan’da belirli saatlerde türbenin ziyarete açılacağının müjdesini de verelim. Eyüp Sultan’a ziyarete gidince asıl adı Halid bin Zeyd olan Peygamber Efendimizin mihmandarı Eyyûb el-Ensari Hazretleri hakkında bildiklerimizin ne kadar az ve çelişkili olduğunu da fark ettim...İstanbul’un belki de en önemli mekanı, iki yıldır restorasyonda ve ben bir kez bile nasıl gidiyor diye merak etmemişim! Bu ayıbı gidermem lazımdı. Ama öncesinde okuduğum kitaplar kafamı öyle karıştırmıştı ki, yola bir dua ile çıktım: “Eğer Eyüb’de yatan zat gerçekten Peygamber Efendimiz’in mihmandarı ve yoldaşı ise bana bir işaret ver Allah’ım.” Kalbimi teskin edecek o işareti alamasam bile yüzlerce yıl doğru dürüst bir onarım görmediğini, her dokunanın güzelliğinden bir şeyler koparttığını, abad edeceğine talan ettiğini, ehil olmayan ellerde vahim tecrübeler geçirdiğini bildiğim türbe bu kez emin ellerdeyse, bu da yetecekti bana.MANEVİöneminin yanında, eşsiz İznik çinilerinin geçirdiği bütün aşamaların en muhteşem örneklerine sahip bir müze olduğundan burası tarihimizin de gözbebeğiydi. Çinilerin hiçbiri türbe için özel üretilmemiş, her dönemin saraylarından devşirme olarak getirilmişti. Ayrıca gümüş ve kalem işlemeleriyle de baş döndürüyordu. Acaba sandık sandık yüklenip kaçırılmalar ve kötücül dokunuşlardan sonra tekrar yüzü gülebilecek miydi? Restorasyonu üstlenen Hassa Mimarlık’ın şantiye şefi iç mimar Şehadet Parlak’tan dinledim bütün hikâyeyi:TAHRİBATIN boyutları sanıldığından da büyüktü. Geçmişteki hırsızlıkların ve yanlış müdahalelerin yanı sıra ziyaretçilerin nesneleri dokunarak sevme alışkanlığının da bunda payı bulunuyordu. Her şeyden önce çatıdaki kurşun fitillerde kaymalar vardı. Çatı askıya alındı ve çürüyen ahşap karkas onarıldı. Yığma bölümler, derzler açılarak yeniden dolduruldu. Mantarlaşan duvarlar yükü taşıyabilecek hale getirildi. Orijinal zemin sonradan ilavelerle yükseltilmiş ve bu arada zarar görmüştü. Ecdadın açtığı ve temele kadar inen havalandırma kanalları tıkalı olduğundan yer tamamen ıslaktı, rutubet kokuyordu. Kanallar yeniden açılınca mevsim kış olmasına rağmen yer beş günde kurumuştu.Şehadet Parlak (solda), benim şüphe dediğim şeyi arayış olarak nitelendiriyor.ÇİNİLERİNarkasına beton konulmuştu, oluşan boşluk nedeniyle duvardan düşmek üzereydiler. Binlerce çini tek tek numaralandırıldı, hasar tespitleri yapıldı. Paha biçilmez değerdeki parçalar dübellerle delinmişti. Montaj hataları ayrı bir fecaatti. Motifleri birbirine yakıştırmak için kesilip dolgu malzemesi yapılmış, törpülenmiş, ters yerleştirilip simetrisi bozulmuştu. Kompozisyonları düzeltmek için bazı parçaların yeniden imal edilmesi gerekebilecekti. Tabii ki ne malzeme ne de usul açısından eski hallerini tutması mümkün değildi.ÇİNİLERİNsökülmesi, tek tek temizlenip yeniden montajlanması çok meşakkatliydi, olağanüstü bir hassasiyet gerektiriyordu. Öyle ki günde en fazla üç çini duvardan ayrılabiliyordu. “Haydi bismillah, Allah’ım sen rast getir” diye başlandı işe, herkesten dualar istendi. Her anında salavatlar getirildi. Böyle bir işin sorumluluğunu veren kadere hamdedildi, çok gözyaşı döküldü. Heyecandan uykulardan kesilindi.ÖNÜkapalı olduğundan daha önce farkına varılmayan bir oda bulundu türbede. Burayı Adile Sultan’ın Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmek için yaptırdığı kaynaklardan biliniyordu ama odanın türbeye bakan duvarında bir dolap olduğundan içine girilmemişti. Dolap söküldüğünde arkasında inşaat tuğlası ile örülmüş bir odacıkla karşılaşıldı. Ancak bir kişinin namaz kılacağı büyüklükte, şahane altıgen tuğlalarla döşenmiş bir çilehaneydi burası. Cülus merasimleri burada yapıldığına göre herhalde padişahın haremi merasimi bu o odadan izliyordu diye düşünüldü ve arşiv fotoğraflarında görülen ahşap kafesin yeniden oraya konulmasına karar verildi.TÜRBEiçerisinde çimento esaslı, nefes almayan, binaya zarar verecek bütün malzemeler atıldı. Yerine doğal, binanın hava sirkülasyonunu destekleyen toprak, kireç, tuğla bazlı malzemeler konuldu. Tıpkı ecdat gibi besmelesiz bir çivi bile çakılmadı. Allah’tan sandukada bir sıkıntı yoktu. Restorasyondan önce Müzeler Müdürlüğü tarafından ahşap bölümü kaldırılıp temizliği yapılmıştı. Sadece örtüsünde nemden kaynaklanan deformasyonlar vardı ve giderilecekti.BİZbu konuşmaları Hassa Mimarlık’ın cami avlusundaki barakasında yaptık. Sağolsun Eyüp Belediyesi Teftiş Kurulu Müdürü İrfan Çalışan da verdiği dokümanlar, değerli yorumlarıyla bize katkıda bulundu. Daha sonra türbeye girip bütün bu dinlediklerimi bir de görmek istediğimde içeride rutubetten uzak tertemiz bir havayla karşılaştım. Biraz dolaşınca olağanüstü güzel bir koku duydum. Koku sandukaya yaklaştıkça daha da belirgin hale geldi. Benzerini Medine’de Mescid-i Nebevi’de aldığımdan çok etkilendim. Ebu Eyyûb sanki nefesiyle kafamdaki bütün şüpheleri gideriyordu.BU beklediğim işaret olabilirdi ama koku ne de olsa ele avuca gelmez bir nesne idi. Ondan daha kuvvetli olan ikinci işaret beni hem ismiyle hem de cismiyle etkileyen Şehadet Parlak Hanım oldu. İşine maddi manevi anlamda titizlenmesi çok güzeldi. Benim şüphe dediğim şeye o arayış dedi. Bulmak için de kalpten aramak lazımdı. Aradığın şey aşksa, zaten hiçbir mekana sığmazdı. Türbeye girerken “Destûr, bismillah, es-selâmü aleyke yâ Ebâ Eyyûb el-Ensari” diyorsan, o nerede olursa olsun seni duyardı.Zavallı çinilerimizTÜRBENİNiç ve dış duvarlarında toplam 7 bin 678 çini kalmıştı. Bunların bin 679’unun sırında bozulma, bin 255’inde çatlak, 505’inde derz boşalması, 6 bin 456’sında çini arkası sıva boşluğu vardı. Bin 57’si kırıktı. Bin 750’sinde eksik parça, 194’ünde duvarda deformasyon tespit edildi. 41 çini ise imitasyon çıktı.DEVLETİMİZİN tarih bilinci geç oluştuğundan çalındıktan sonra dünyanın belli başlı müzelerine satılan ve müzelerle birlikte müzayede kataloglarında gördüğümüz öz mallarımızın ne kadarını, hangi süreçte geri ala bileceğiz acaba? Y kuşağı başını kaldırsa da biraz bu alana baksa fena mı olur?Tarih için önemli, gönül için önemsiz notlar...PEYGAMBEREfendimiz’i Hicret’in ilk yedi ayında evinde misafir eden bahtı büyük zatın asıl adı Halid b. Zeyd. Arap ananesine göre ilk oğlu Eyyûb’un adıyla künyeleniyor ve tarihe Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri olarak geçiyor. Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren Osmanlı sultanları onun kabri başında kılıç kuşandıklarından adı Eyüb Sultan olarak dilimize yerleşiyor.ŞEHRİMİZİNen çok ziyaret edilen kutsal mekanlarından biri olmasına rağmen hakkında pek az şey bildiğimi fark edip bu konuda yazılan kitap ve makalelere gömüldüğümde birbiriyle çelişen bilgilerle karşılaştım. İster yasla, ister şükürle, ister murad için kapısına koştukları kişinin hayat hikâyesini halk da benim gibi bilmiyordu. Bundan daha vahimi ilim insanları da sahih bilgileri maalesef menkıbelerle harmanlayarak vermişlerdi. Bazılarıyla yazıştım, bazılarıyla telefonlaştım, lütfedip bilgilerini paylaştılar. Bana bu sayfada ayrılan yeri idareli kullanma adına tüm kaynakların adını vermeden aklımı çelen soru işaretlerini şöyle özetleyebilirim:*İSTANBULArap orduları tarafından üç kez kuşatıldı. Peki Ebu Eyyûb hangi kuşatmaya katıldı? Hicri 49 (miladi 669) yılındaki birinci kuşatmaya katıldı diyen de var, hicri 54, (miladi 664) yılındaki ikinci kuşatmaya katılmış olabileceğini söyleyen de, ikisine birden katıldı diyen de. (Kuşatmaların üçüncüsü kırk yıl sonra 98/716’da ama orada adı geçmiyor, mümkün de değil zaten) Hangisi doğru?*EBUEyyûb’ün vefat yaşı bazı kaynaklarda 80, bazılarında 90, bazılarında 95. Hangisi doğru?*EBUEyyûb’un savaş sırasında şehit olduğunu da söyleyen var, şiddetli bir hastalığa yakalandığı için muharebelere hiç katılamadığını söyleyen de.*EYÜBsemtinde yatan zatın Halid bin Zeyd mi yoksa bir başkası mı olduğunu sorgulayanlar olmuş ancak “o değil” diyenler bir belge ortaya koyamamışlar. “Kesinlikle odur, Ebû Eyyûb’un kabri asırlar içinde hiç kaybolmamış, korunmuştu ve tüm seyyahlarca ziyaret ediliyor, Hıristiyanlarca dahi kutsal kabul edilip başında yağmur duası yapılıyordu” diyenlerin gösterdikleri kaynaklara (Neredeyse tamamı Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt’ün kitabında bütün detaylarıyla zikrediliyor) itibar ediyorum. Ancak korunmuş bir mezarın yerinin muayyen olmayışı kafamı karıştırıyor. Üstelik kabrin yerinin Fatih’in hocası Akşemseddin’in manevi işaretiyle belirlendiğine inandığım halde.*BUkonudaki şüphemi Prof. Dr. Hüseyin Algül giderdi: “Ebû Eyyûb’un kabrinin mevkiinin kesin olarak o gün şehre yeni giren nimelceyşlerce (müjdelenmiş askerler) bilinmemesi söz konusuydu. Padişah orada türbe ile başkaca ciddi tesisler kuracağı için inanıp güvendiği Akşemseddin gibi bir ermişin beyanına ihtiyaç hâsıl olmuştu. Netice itibarıyla Akşemseddin Hazretleri bilinmeyen veya olmayan bir mezar icad etmiş değildir. Onun yaptığı şeyin vasfı, vefatından beri orada yatmakta olan Ebû Eyyûb’un mezarının ‘işte burasıdır’ diye belirgin duruma getirilmesidir.”*FAKATo dönemde üzerinde adının yazılı olduğu bir mezar taşı veya herhangi bir işaret yok. Bu önemli mi diyenlere şunu sorayım: Vefatı sırasında vasiyet ediyor, beni gömdükten sonra üzerimden atlarla geçin ve yerimi belli etmeyin. Vasiyet yerine getirildi mi getirilmedi mi? Getirildiyse nasıl ziyaretgah olur? Getirilmediyse Akşemseddin’in manevi bilgisiyle yeri belirlendiğinde acaba ne durumdaydı kabir? Hiçbir bilgi yok bu konuda.*DEFİNsırasında bulunan bazı kaynaklar Ebu EyyûB’un surların dibine gömüldüğünü belirtiyor. Eyüb semti surların dibi sayılır mı?*BAZIkaynaklarda birinci kuşatmada önce Fedale b. Ubeyd el Ensari yönetiyor orduyu, sonra Süfyan b. Avf el Eslemi. Bazı kaynaklarda ise bu 669’daki kuşatmanın komutanı Yezid olarak geçiyor. İkinci kuşatmada Muaviye. B. Ebu Süfyan (Yezid’in babası) ordu komutanlığına Cünade b. Ebu Ümeyye el-Ezdi’yi getiriyor. Hangisi doğru? Üstelik şöyle de önemli bir bilgi var: *EYYÛBel Ensari hazretlerinin Yezid’in kumandasındaki orduda savaştığını söyleyenlere göre ölüm döşeğinde “Senin için ne yapabilirim?” diye soruyor Yezid ve düşman topraklarının gidebileceği en ileri kısmına kadar gidip defnetmesini istiyor mübarek. Yezid bu vasiyeti yerine getiriyor ve hatta bu konuda kayzer Konsantin Yugunat ile karşılıklı bir atışmaları oluyor...*“HİCRETsırasında Resulullah’ın devesi Kusva tam Ebu Eyyûb’un evinin önünde çöktü” diyen de var, “Evinin yakınındaki iki yetim çocuğa ait bir arsaya çöktü, Resulullah akrabalarımdan buraya en yakın olanı hangisidir diye sordu, Neccaroğullarından pek çok Medineli biziz diye atılınca aralarında kura çekildi ve piyango Ebu Eyyûb’a çıktı” diyen de var. (Dr. Hilal Kara-Abdullah Kara)*PEYGAMBERİMİZ’Erisalet gelmeden 400 yıl önce Yemen Hükümdarı Esad, bazı Yahudi bilginlerinden aldığı bilgiler doğrultusunda Hz. Muhammed’e hitaben bir mektup yazıp ümmetine dahil olmak istediğini bildiriyor. Mühürlü mektup asırlar boyunca özenle korunuyor ve sonunda Ebu Eyyûb’e ulaşıyor. Bu mektubun sahibine teslim edildiği ana dair de farklı bilgiler var. Bazıları mektubun Ebu Eyyûb’un Peygamberimiz’le Hicret’ten önceki ilk karşılaşmasında verildiğini, bazıları da bu anın Resulullah’ı Medine’de misafir ettiği günlerde yaşandığını söylüyor.*EBUEyyûb’un evinin 400 yıl önce söz konusu Yemen hükümdarı tarafından zamanı gelince Peygamberimizin oturması için özel yaptırıldığını söyleyenler var. Bu doğruysa görkemli bir yapı olması lazım. Oysa birçok kaynakta altta bir oda, üstte bir odalık küçük mütevazı bir evden söz ediliyor hatta Peygamberimiz’i yatıracakları bir hasır sedirleri bile yokmuş da sonradan getirilmiş.*BAZIkaynaklar Ebu Eyyûb’un Peygam-berimiz’in vahiy katiplerinden olduğunu söylüyor, bazıları değildi diyor. (Bkz. Doç Dr. Ünal Kılıç’ın Eyyûp Sultan kitabı)*EBUEyyûb’un üç erkek bir kız çocuğu var: Eyyûp, Abdurrahman, Halid (ki onun da Eyyûb isimli bir oğlu var) ve kızı Amre. Peki bu hayatlara dair herhangi bir bilgi var mı? Yok. Ben özellikle babasına ismini veren Eyyûb’u merak ettim. Bazı kaynaklara göre oğul Eyyûb dahil tüm evlatlar sahabedir ve Peygamberimiz’in hizmetinde bulunmuştur. Bunu savunan Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt, “Hz. Mihmandarın mübarek nesli asırlarca devam etmiştir.” diyor. Fakat nasıl yaşadıklarını, nerede medfun olduklarını belirtmiyor. Bazılarına göre başta ilk oğul Eyyûb olmak üzere adlarının dışında oğullarına dair hiçbir bilgi bulunmuyor. Bu ise Yrd. Doç. Mehmet Efendioğlu’na göre onların küçük yaşlarda öldüklerini düşündürtüyor. Kaynaklarda sadece kızı Amre’den olan bir torununun adı geçiyor. Adı Eyyûb bin Halid bin Saffan olan bu torun Efendioğlu’na göre sahabe değil.*OYSAOsmanlı arşivlerindeki bir belgede (bkz. Ferhat Kütüklü’nün yazdığı Bahar Yayınları’ndan çıkan Eyüb Sultan kitabı) Eyüb Sultan’ın torunlarına maaş bağlandığı “Hazreti Ebu Eyyûb el Ensari torunlarından Cizre kazası halkından Şeyh Esat Efendi’nin oğullarına maaş tahsis edilmesi...” sözleriyle kayda geçmiş. Kütüklü, Osmanlı arşivlerindeki belgeyi kitabına da koymuş. Öyleyse soyu devam ediyor diyebilir miyiz? Dersek nerede bu bilgiler? Ebu Eyyûb’un evinin azatlı kölesine kaldığı bilgisi doğruysa buradan soy devam etmiyor sonucuna varabilir miyiz? Yoksa o kutlu ev, tüm evlatlar öldükten sonra mı Ebu Kesir adıyla tanınan bu kişiye kalmıştır?*BİRÇOK ilahiyatçıya Eyyûb Sultan Hazretleri’nin herhangi bir akrabası Anadolu’ya gelmiş ve burada medfun olabilir mi diye sordum. Ya yok dendi, ya da bilmediklerini söylediler. Oysa küçük kardeşi Feyzullah el-Ensari’nin Bitlis’te mezarı var. Onu da bizim gazeteden Yusuf Bülbül sayesinde öğrendim. Feyzullah el-Ensari, 639’da Bitlis’i fethetmek için gelen İyad b. Ganem ordusunda alemdar olarak görev yapmaktaymış. Savaş meydanında yaralanmış ve çadırda vefat etmiş. Hadi bakalım, doğru mu yanlış mı?Türbeden insan manzaralarıRESTORASYONUon ay daha devam etmesi beklenen türbenin Ramazan boyunca haftada iki kez, pazartesi ve perşembe 9.30-12.30 arasında ziyarete açılmasına yönelik çalışmalar yapılıyor. Bu müjdeyi verdikten sonra türbeden bazı insan manzaralarını da anlatayım. Kurulan iskelenin önüne, Ebu Eyyûb’un hayat hikayesine dair bazı bilgilerin verildiği panolar konulmuş. Ziyaretçiler ne tuhaftır ki onların üzerine dileklerini yazmışlar. “Allah’ım sen içimi biliyorsun, Amin. Allah’ım ablama hayırlı bir kısmet nasip et, amin” gibi temenniler bazı vatandaşları rahatsız etmiş ve onlar da siyah markırla karalama yapmışlar. Silmeye kalkınca simsiyah olmuş ve mecburen kaldırılıp yenileri getirilmiş. Ayrıca İslâm’la bağdaşmayan adak mumlarının demir parmakların arasından yerlere düştüğüne de şahit olunmuş.BU arada, “Ne bitmez restorasyonmuş, içeri giremiyoruz” diye görevlilerden edep dışı tavırlarla hesap soran, celaliyetleri mekanın uhreviyetine hiç uymayan vatandaşlarla da karşılaşılmış. Bu kişiler dualarını türbenin dışında yaptığı için kabul olmayacağını düşünüp hakaretlerle üzerlerine geldiğinde tatlı dil ve güler yüzle sakinleştirilmiş. Çünkü böylesi önemli bir makamda kimsenin kalbi kırılamazmış, ağlanacaksa onlar gittikten sonra gizlice ağlanırmış.“TEMİZLENECEĞİ zaman haber verin, bir süpürge de biz atalım” diyenler de olmuş. Hiç sesini çıkarmadan, kuytulara saklanıp adeta “setreyle beni” diyen bir halde Allah’a yakınlaşmak isteyenleri görmek ayrı bir saadetmiş. “Selam olsun size” denmiş onlara sessizce. Hıçkırdıkları fark edilirse “Sizin için yapabileceğimiz bir şey var mı, bir bardak su getirelim mi?” diye yaklaşıldığında hepsi birbirinden acı hikâyeler dinlenmiş. Neresinden bakarsan bak, böyle bir iş büyük bir nasipmiş, şükretmek lazımmış.

Ameliyat olan Michael Eneramo’da karar TFF’nin

$
0
0
Beşiktaş’ın iki yıllığına el sıkıştığı; ancak kalp atışında ritim bozukluğu tespit edilen Michael Eneramo hakkındaki son kararı Türkiye Futbol Federasyonu verecek.TFF önümüzdeki hafta 28 yaşındaki hücumcun raporlarını inceleyecek ve futbolcunun lisansı konusundaki kararı açıklayacak. Dün ayrıca menisküs ameliyatı olan Nijeryalı forvet, yaklaşık 5 hafta sahalardan uzak kalacak. Gaziantepspor’dan alınan sağ bek Serdar Kurtuluş ise bugün Avusturya kampına katılacak.

Hoşgeldin aramıza Karagöz

$
0
0
‘Hacivat ile Karagöz bugün yaşasaydı başlarına ne gelirdi?’ sorusuna cevap arayan Bestami Yazgan, iki kafadarı perdeden çıkarıp günlük hayatın içerisine soktu. İkiliyi evlendirip çoluk çocuğa kavuşturdu, değerler eğitimine dair hikayelerin parçası yaptı.Karagöz, okumamış bir halk kahramanı. Her işe burnunu sokan, dobra dobra konuşan, patavatsız yapısından dolayı ikide bir zor durumlara düşen, yine de bir yolunu bulup işin içinden çıkmayı başaran biri. Hacivat ise tam aksine iyi kötü mürekkep yalamış, kibar, nazik, hemen her konuda politik davranan, içten pazarlıklı... Karakterleri taban tabana zıt olsa da bir elmanın iki yarısı gibi tamamlarlar birbirlerini. Başrolünü paylaştıkları olaylar her daim aynı: Hacivat, dikiş tutturamayan Karagöz’e iş bulur, yeni bir ortama girer girmez olaylar dizisi başlar. Kelime oyunları, yanlış anlaşılmalarla iki kafadarın yaşadıkları bir şenliğe dönüşür. Bestami Yazgan, iki hayal kahramanını perdeden çıkarıp hayatın içerisine sokuyor. Bugün yaşasalardı başlarına neler gelirdi, sorusuna cevap ararken bugünün çocuklarına ibretlik dersler veriyor.Değerler Eğitimi çerçevesinde kaleme alınan yeni hikâyelerin çerçevesi oldukça geniş. “Güler Yüzle Tatlı Sözle Hacivat’la Karagöz” üst başlığını taşıyan altı kitaplık seride başlığa çekilen hikâye isimleri projenin muhtevasına dair birçok şeyi anlatıyor: ‘Düğün Yemeği’, ‘Babaların Yüreği’, ‘Bilgisayar Sevgisayar’, ‘Afrika Yolunda’, ‘Tekerlekli Sandalye’, ‘Nasıl Oruç Tutulur?’.Karagöz farklı hikayelerde hasta ziyaretinin önemini anlatan bir olayın parçası da oluyor; yaşlılara, engellilere yardımın gerekliliğini anlatan bir hikâyenin başrol oyuncusu da. Bazen anneler gününü kutlarken görülüyor, bazen bilgisayar öğrenmeye çalışırken. O bildik üslubuyla, eğlencesinden bir şey kaybetmeden… Çocukların hayatına dokunan hikâyelerin satır arasında dersler veriyor, yitirilmeye yüz tutmuş değerleri yeniden hatırlatıyor.İş aramaya sonGeleneksel hikâyelerde Karagöz her daim işsizdir. Kadim dostu Hacivat’ın desteğiyle bulduğu işlerde, iş bilmezliğinden dolayı başına gelmeyen kalmaz. Komik durumlara düşer, sıra dışı bir olay örgüsünün parçası olur. Seyirci bunlara güler, bunlarla eğlenir. Hacivat ile Karagöz’ü yukarıda sıraladığımız özelliklerinin yanı sıra giyimi kuşamı değiştirmeden bugüne getiren Bestami Yazgan, ikiliyi evlendirip çoluk çocuğa kavuşturmuş. Mesela Karagöz’ün mütesettir bir eşi, şirin bir kızı ile bir erkek çocuğu var. Bazı hikâyeler aile sofrasında, evin bahçesinde geçiyor. Karagöz ile Hacivat’ın kavgaya tutuşan çocuklarını yine aynı ikili, dostluk üzerine ibretlik dersler vererek ayırıyor. Karagöz de öyle işsiz biri değil. Bir işte dikiş tutturamasa da evine sıcak çorba sokacak kadar para kazanıyor. Yeri geliyor temizlikçi oluyor, yeri geliyor Ramazan davulcusu.Çocuk edebiyatında ağırlıklı olarak bütün hikâyeler taşrada geçer. Olaylar ya köy evinde gelişir, ya ormanda. Koyunlar, martılar bir şekilde boy gösterir arka planda. Apartmanda yetişen, oyun alanı kırmızı çizgilerle belirlenmiş şehirli çocuklar bu hikâyelerle bir türlü ilişki kuramaz. Yazgan, iki kahramanı Anadolu’dan alıp şehir hayatına sokuyor. Geleneksel aile kodlarını korurken, çocuğun günlük hayatta karşılaştığı sorunlara çözüm arıyor, anne babaya saygı, komşuluk ilişkileri, engellilere yardım vb. konularda ders niteliğinde hikâyeler paylaşıyor.Karagöz, Türkçe Olimpiyatları’ndaKaragöz serisinde en dikkat çeken hikâyelerden biri ‘Oruç Nasıl Tutulur?’, bir diğeri Türkçe Olimpiyatları ile ilgili. İlkinde Hacivat, Karagöz’e oruç tutmayı öğretme sürecini, sahur maceralarını, Ramazan davulcusu olduktan sonra başına gelenleri anlatıyor. Türkçe Olimpiyatları’nda ise iki kafadarı şenlikte görüyoruz. Bu kez hikayede iki Hacivat, iki Karagöz var. Afrikalı ikili sahnede gösteri yapıyor, Türkiyeliler seyirci koltuğunda. Nükteli atışmalardan sonra aynı sahneyi paylaşıp yüreği sevgi için çarpanlara selam gönderiyorlar: “Öz nefsini kayırmadan/ İnsanları ayırmadan/ Kimselere duyurmadan/ Sevenlere selam olsun.”

Uçağa mı biniyoruz savaşa mı gidiyoruz?

$
0
0
Havalimanlarında uygulanan güvenlik uygulamaları, bazen abartılı gibi görünse de denetimlerde ele geçirilen kesici ve delici aletler ile silahları görünce yetkililere hak vermemek elde değil.İstatistiklere göre, en güvenli ve emniyetli ulaşım aracı uçaklar. Ancak yolcular, bazen bilerek bazen de bilmeyerek uçuş emniyetini tehlikeye düşüren davranışlarda bulunabiliyor. Havalimanlarında gerçekleştirilen denetimlerde ele geçen delici ve kesici aletlerin çeşitliliği, bizi bu konuda ciddi şekilde düşünmeye sevk ediyor. İşte bu yüzden, güvenlik görevlileri tarafından yakalanan tehlikeli aletleri görünce, yolcular için, “Uçağa mı biniyorlar yoksa savaşa mı gidiyorlar?” demekten kendinizi alamıyorsunuz.Havalimanlarındaki güvenlik uygulamalarının en üst seviyede gerçekleştirilmesi, yolcular tarafından her zaman eleştiri konusu olmuştur. Terminal girişi ve pasaport sonrası gerçekleştirilen sıkı güvenlik denetimleri nedeniyle oluşan uzun kuyruklar, özellikle uçağına geç kalan yolcular için tam bir çileye dönüşür. Yolcular, yaşadıkları stres nedeniyle hem kendi aralarında hem de görevlilerle çok sık tartışır hatta ciddi kavgalara tutuşur. Bu yüzden, havalimanlarındaki güvenlik uygulamaları, “Ne gerek var bu kadar ayrıntılı aramaya?” gibi içinde öfke ve sitem barındıran sorulara muhatap olur, eleştirilir.Ancak kontrollerde ele geçen başta delici ve kesici aletler olmak üzere tehlike oluşturan birçok eşya, güvenlik uygulamalarının ne kadar gerekli ve yerinde olduğunu açıkça ortaya koyuyor. İstanbul Atatürk, Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nda özel güvenlik hizmeti sunan TAV Güvenlik biriminin denetimlerinde, uçuş emniyetini tehlikeye düşürecek, silahtan kasaturaya, samuray kılıcından zıpkına kadar pek çok tehlikeli eşya yakalanıyor. İşin ilginç tarafı ise yapılan tüm uyarılara rağmen yolcu el bagajlarında ve üst aramalarında ele geçen tehlikeli eşya sayısında ne yazık ki, arzu edilen azalma bir türlü gerçekleşmiyor.Kılıçla uçağa binilir mi?TAV Özel Güvenlik elemanları tarafından İstanbul Atatürk Havalimanı’nda geçen yıl gerçekleşen denetimlerde ele geçen tehlikeli eşyalar, büyük bir şaşkınlığa uğratan görüntü verdi. Uçuş öncesi x-ray cihazlarında (elektronik arama sistemi) gerçekleştirilen denetimlerde 2 bin 698 hançer, 747 kılıç, 9 bin 541 çekiç, tornavida, keser ve testere, 385 satır, 311 döner bıçağı, bin 158 ızgara ve döner aleti (şiş), 132 kasatura, 135 balta, 4 bin 456 çakı, 186 zıpkın, 72 av tüfeği ve pompalı tüfek, 86 tabanca, 46 orak, 251 ok ve yay takımı, 65 kelepçe, bin 878 bıçak takımı yakalandı. Yukarıdaki liste sizi hemen ürkütmesin. Bunların çoğu bıçak, makas gibi günlük hayatta kullanılan kesici aletler ya da kılıç, hançer gibi turistik mekânlardan alınan hatıralar. Ancak yolcuların, bunları uçak altına verilecek valize koyup teslim etmesi gerekiyor. Görevliler tarafından yapılan uyarılara rağmen bu tür tehlikeli eşyaları check-in sırasında valizlerine koyup uçak altına vermeyen ve beraberinde kabine sokmak isteyen yolcular hakkında işlem yapılıyor. Tehlikeli eşyalara ise el konuyor.Bagajlar artık kaybolmayacak!Uçakla seyahat eden yolcuların, her yıl çeşitli nedenlerle milyonlarca valizi kayboluyor. Havalimanlarında kaybolan valizlerin büyük kısmı birkaç gün içinde bulunsa da, ne yazık ki hasar gören valizlerin sayısı da oldukça fazla. Havayolu şirketleri, kayıp ve hasarlı valizler konusunda yolcu mağduriyetinin sigorta kapsamına giren kısmını karşılıyor. Ancak, valizler hiç kaybolmasa, yolcular ve havayolu şirketleri mağduriyet yaşamasa ne güzel olurdu.Avrupalı uçak üreticisi Airbus, tam da bu konuda ilginç bir çalışma başlattı. Bilişim şirketleri ile işbirliğine giren Airbus’ın, üzerinde çalıştığı yeni proje ile yolcular, valizlerinin havalimanında nerede bulunduğunu her an takip edebilecek. Bu nasıl mı olacak? Henüz test aşamasındaki proje için cep telefonlarına yüklenebilen özel bir program geliştirildi. Sistem, cep telefonundan gönderilen GSM sinyallerinin, bavula yerleştirilen özel çip ile iletişime geçmesiyle çalışıyor. Böylece yolcular, valizlerinin bulunduğu yerden her an haber alabiliyor.‘Airbus Bag 2 Go’ adlı ‘akıllı çanta’ sistemi ile aynı zamanda uçak biniş kartı hazırlayabiliyor, valizinizin ağırlığı gibi bilgileri havayolu şirketinin sistemine girebiliyorsunuz. Sistem ayrıca valiziniz yanlış bir uçağa yüklendiğinde veya güvenlik için ayrıldığında sizi anında uyarmaya başlıyor. Böylece, valizinizle ilgili sorunu çok yakından takip etme şansı yakalıyorsunuz.Yolculara ve havayolu şirketlerine büyük kolaylık sağlayacak sistemin kısa süre sonra hizmete girmesi planlanıyor. Ancak siz bu süre zarfında valizinizin kaybolmasına karşı basit önlemleri almayı unutmayın. Öncelikle tüm valizlerinizin üzerine, ‘ad, soyad, adres, e-mail ve telefon’ bilgilerini bulunduran bir notu yapıştırmayı ihmal etmeyin. Böylece, kaybolan valiziniz size en kısa zamanda ulaştırılacaktır. Ayrıca valizinizi check-in sırasında teslim ederken verilen bagaj etiketini de sakın kaybetmeyin. Valiziniz kaybolduğunda, havayolu şirketlerinin ofisine gittiğinizde bu etiket ile başvurmanız ve rapor tutturmanız gerekiyor. Bu sayede, valizinizin nerede kaybolduğu sistemden kolayca tespit edilerek size bilgi veriliyor.

Ara sokak defineleri

$
0
0
Bir yerde kilitleniyor yol. Bütün sürücüler yolun henüz geçmedikleri bir kilometresinde gerçekleştiğinden eminler kazanın ve yeni bir güzergâh için yan yollara sapmaya çalışıyorlar.Küçük bir kaza yalnız işgal ettiği yolu değil, diğer yolları da felç ediyor. Birkaç dakikada alabileceğiniz mesafeyi birkaç saatte almanız hayal. Değil şoför, pilot dahi olsanız yolun açılmasını beklemekten başka yapacağınız bir şey yok. Direksiyonu ne şekilde çevirirseniz çevirin, gaza hangi şiddette basarsanız basın, vitesi hangi rakamda oyalarsanız oyalayın bir sürüngensiniz asfalta yapışmış. Bir iftar programına yetişmeye çalışırken aklımdan geçiyor bunlar. Üst üste telefonlar geliyor şoföre. Televizyon programı başlamak üzere, başladı, yarım saat geçti… Küçük bir kazanın kaderini tayin ettiği yolcular olarak hâlâ yoldayız. Arabamız homurdanmaya devam etse de olduğu yerde, izdihamın ağır ağır aşıladığı öğretide hızla mesafe alıyorum. İslam’ın temel ilkelerini ana yollar olarak görmeye başlıyorum o vakit. Bir de o yollara bağlanan ara yollar var. Mesela zekât ana yol, ara yol ise veriliş şekli. Cüneyd-i Bağdadi, tali bir yoldan işaret veriyor, buraya dönün, diye. Direksiyonu çeviriyoruz hiç düşünmeden. Cüneyd, sevenlerinin oluşturduğu bir halkanın merkezinde çirkin bir edayla kendisine uzatılan bir kese altını istemeyerek alıyor. “Al, müritlerine dağıt.” diyor, görgüsüz zengin keseyi verirken. Cüneyd, “Başka paran var mı?” diye soruyor adama. Yüzü ışıldıyor adamın; “Olmaz mı, hem de çok var.” diyor tereddüt etmeden. Cüneyd sormaya devam ediyor: “Daha fazlasına sahip olmak ister misin?” Adam, “İsterim elbette.” diyor neşeyle. Bunun üzerine Cüneyd, saatin o anına ve gelecek bütün zamanlara vuruyor mührü: “Bu keseyi de almalısın o halde. Görünen o ki, senin bu altınlara bizden daha çok ihtiyacın var!” Tekrar ana yola çıkmaya çalışıyoruz akışkanlık kazandığını umarak. Fakat değişen bir şey yok. Düğümün içinde incecik bir iplik olarak sürükleniyoruz. Çok geçmeden Ebu Ali er-Ruzbârî havaalanlarında uçaklara sallanan küçük bayraklara benzeyen bir bayrakla ara yollardan birinde yanıp sönüyor. Kaptan diyorum, bir de bu yolu denesek. Ebu Ali, önceki durağımızdan haberdar gibi kitabın orta yerinden konuşmaya başlıyor: “Fakir ve kimsesiz insanlarla anlaştım. Onların eline hiçbir şey koymayacaktım. Bir yere oturacak ve bütün paramı avucumda tutacaktım. Sonra fakirler önümden geçip avucumdaki paraları alacaktı. Bu şekilde yaptım, servetimin onlar tarafından alınmasını seyrettim. Amacım, elimin onların elinden altta olmasıydı. Elim hiçbir fakirin elinden yüksekte olmamalıydı.” Kaptan diyorum, bu bizim akıl erdireceğimiz bir iş değil. Biz en iyisi yine anayola çıkalım. Bir daha düşüyoruz fokurdayan kazana. Arabaların sürekli şerit değiştirmeleri kazanın görünmeyen bir sopayla karıştırıldığı hissini uyandırıyor. Bu yola çıkmak için meczup olmak lazım. Fakat biz kim meczupluk kim, bizi hakikat değil nefsimiz çekip duruyor. Yol akışkanlık kazanana kadar buharlaşıp gideceğiz. Harun er-Reşîd olmasak da yakamızdan tutup silkeleyecek bir meczuba ihtiyacımız var. Kaptan diyorum, son kez deneyelim ara sokaklardan birini. O da ne, aradığımız meczup bir devenin karşısında dikiliyor. Devenin üzerinde Harun er-Reşîd var. Behlül, “Uyan! Yeryüzüne uçsuz bucaksız sahip oldun/ Ülkeler esirin oldu da ne oldu sanki/ Yarın mezarın karnına girdiğinde/ Üstüne toprak serpilmeyecek mi!” diyor Abbasi halifesine. Harun er-Reşîd, “Güzel söyledin Behlül, başka bir diyeceğin var mı?” diye sorunca “Ey emir! Allah’ın rızık, yakışıklılık ve servet bahşettiği kullar, malını güzel harcar, harama yaklaşmaz ve Allah’tan korkarsa iyiler zümresine katılır.” cevabını veriyor. Halife, Behlül’ün sözlerini bahşiş almak için söylenmiş iltifat cümleleri saydığından olacak, “Biz senin borcunu ödeyeceğiz, emir verdik.” diyor, gülümseyerek. Behlül bu sözler üzerine sertleşiyor birden: “Ey emir! Dine karşılık deyn (borç, hediye, para) ödeme! Hakkı ehline ver. Kendine olan borcunu eda et!” Harun er-Reşîd, yumuşatmak istiyor Behlül’ü: “Biz sana bir lütufta bulunmak istemiştik, sana maaş bağlatılmasını emretmiştik!” Behlül’ün yüz hatları gevşemek şöyle dursun daha da sertleşiyor bu söz üzerine: “Hayır ey emir! Benim ecrimi ve maaşımı sana hayat ve mülk izni veren Yüce Allah verecektir. Senin parana ihtiyacım yok benim!” Kaptan, diyorum, ara sokaklarında ne defineler varmış bu şehrin. Elini çabuk tut. Behlül kesmeden önümüzü, ana caddeye çıkalım. Bak açılmış yol.

Hikâyelerim babamla helalleşmem oldu

$
0
0
Peri Gazozu, Ercan Kesal’ın ilk hikâye kitabı… Köşe yazılarına yenilerini ekleyerek oluşturduğu kitap, çocukluğunun ‘Perili’ günlerinden, darbe yıllarına ve baba ocağının sıcaklığına kadar uzanıyor. Anadolu insanlarının güncesini tutan hekim ve hikâyeci Kesal, yine aynı sayfalarda babasıyla vedalaşan bir evlat hüviyetinde.Hikâyeleriniz yaşanmışlıklardan yola çıkıyor. Yeni bir kurmaca oluşturmak yerine hatıralarınızı nakletmek daha mı kolay?Kitabın sunuşunda Bergman’dan bir alıntı yapmak istedim. Diyor ki Bergman: “İnsan çocukluğundan beslenerek yazar. Yazın yolculuğu, bir böcek gibi yaprağa yerleşip o yaprağı yiyerek büyümek ve olgunlaşmaktır.” Ona katılıyorum diyerek kitaba başladım. Hakikaten geriye dönüp baktığınızda en canlı anılar, sizi bugüne taşıyan en güçlü sebepler, insanın çocukluğunda yatıyor. Bu, nörolojik de bir şey. İnsan hafızasına en son giren, en önce çıkarmış. Yani dün yaşadığınız bir şey, en çabuk unuttuğumuz bir şey oluyor. Belleğin kendine ait tuhaf bir mekanizması var. Çocukluk anıları çok güçlü, renkli ve canlı; beni biçimleyen, belirleyen tanımlayan bir şey. Radikal gazetesi, formatı önüme koyduğunda, 6 bin vuruşla derdimi anlatmam gerekiyordu. Sıradan bir köşe yazısı, öykü olmamalıydı. Ne olmalı dediğimde, ortak metaforlar üzerinden öykü anlatma fikri oluştu.Metaforların, imgelerin etrafında doğuyor bütün hikâyeleriniz.Basit gibi gözükse de çocukluğumdan bugüne hayatımı belirleyen çok güçlü metaforlar olduğunu fark ettim. Mesela mühür diye bir şey var. Annem, iç çamaşırımı, arkasında Kayseri Şeker Fabrikası yazan şeker çuvalından yaptırmış. Yıkamakla geçmiyor. Mecburen beden eğitimi derslerinde eşofmanları tuvalette giyiyorsunuz. Mühür hayatımdan hiç çıkmıyor. Sağlık ocağında hekimlik yaparken ‘adliye mührü’ diye bir şey vardır. Sol kolu mühürlü olarak gönderirler, ‘şahsın muayenesi’ diye de bir yazıyla geri gelir. 12 Eylül’de idam edilen gençlerin cesedini tabuta koymuşlar, mühürlemişler. Açıp bakamazsın demişler. Mührün ortak bir duyguyu taşıdığını, hayatımızın içerisinde çok acayip bir yerde durduğunu fark edince hikâyelerimi onlar üzerinden kurmaya başladım.Umut hikâyeleri daha az yer alıyor kitabınızda. Anadolu, umudun olmadığı bir yer mi?Kasaba ruhu biraz öyle değil mi? Oradaki ümitsizlik duygusu bir kasaba bürokratı gözüyle olan bir şey. Uzun yıllardır orada hekimlik yapınca ortaya çıkan bir şey bendeki. Bir süre sonra ‘Hep burada kalacağım ve burada öleceğim.’ demeye başlıyorsun. Çünkü her şey kendisini tekrarlıyor. Zamanla kasabalıya benzemeye başlıyorsun. Onlar gibi giyindiğinizi, hareket ettiğinizi, yemek yediğinizi, onları değiştirmek yerine onların sizi değiştirdiğini görüyorsunuz. Bu içinizi yakıyor. Neticede İzmir’den okudum, Anadolu’daki hayatım her ne kadar beni memnun etse de kafamda başka idealler vardı. Hep orada kalacağım duygusu beni giderek derin bir ümitsizliğe sevk etmeye başlamıştı. Ümitsizlik bence oradan.Hekim olmanın ötesinde hastalarınızın sır kâtipliğini yapmışsınız. Sadece hastalıklarını değil onların dünyalarını da anlamaya çalışmışsınız.Soğukkanlı bir hekim gibi davranmak yerine hastalarımın dert ortağı gibi davranmayı tercih ettim. Hasta olmadıklarını bildiğim halde sadece derdini, sıkıntısını anlatmak için gelen o kadar çok hastam olurdu ki. Onları dinliyordum. Yeryüzüne sadece kendi hastalığıyla ilgili bir mevzuyu çözmek için gönderildiğimi düşünenler oluyordu. Şimdi bakınca hikâyeler çok da değişmemiş gibi. Yani 1990’lı yıllarda Çehov kitaplarındaki acı çeken sıkıntılı çaresiz köylülerle (mujik), 1980’li yılların orta Anadolu’daki köylülerin bir farkı yok. Bürokrasi ile olan ilişkileri, çaresizlikleri, kavgaları, kurnazlıkları, üçkâğıtçılıkları çok benziyor. Bu hep böyle miydi bilmiyorum ama ben bunları gördüm.Uzun süre sinemayla uğraşınca bir yerden sonra hayatı film karesi gibi görmeye başlar insan. Bu bakış açısı, yazınıza yansımış olmalı.Anlatmak yerine göstermeyi tercih ettim, yani aradan çekildim. Kendi cüssem, hikâyelerin üzerini gölgelemesin istedim. Yaşananlara kamerayı tuttum, gördüğümü okuyucuya da gösterdim. Metinlerimde edebi metnin olmazsa olmazı yok. Yazılarımın altı bin vuruşu geçmemesi gerektiği için deneyimlerim yazıma egemen oldu, başkalarının pek fazla kullanmadığı, belki de bilmediği bir şeyi ortaya çıkardı. Onun için samimi, etkileyici ve rahat okunuyor. Sonraları başkalarının deneyip denemediğine baktım. Bilinç akışı diye tarif edilen bir yazı şekliymiş. James Joyce, Faulkner, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay’dan bahsediyorlar. Teknik olsun diye değil, biraz el yordamıyla bulup yaptığım bir şey.Üslubunuzu Çehov dışında etkileyen başka yazarlar var mı?Çok sevdiğim başucu yazarlarım var: Refik Halit, Sabahattin Ali, Necati Cumalı, M. Şevket Esendal, Kemal Tahir… Üslubuma ne kadar yön verdiklerini bilmiyorum. Okumalarım eskiden çok da disiplinli değildi. Bütün Kerime Nadir’leri, Muazzez Tahsin Berkand’ları niye okursun ki, halk kütüphanesinde onlar vardır da ondan.Hikâyelerinizde yakın bir tarihte kaybettiğiniz babanızla ilgili çok fazla ayrıntı var. Satır aralarında vedalaşma duygusu seziliyor.Garip bir tesadüfle babamın vefatından hemen sonra gazetede yazmaya başladım. Genelde arkadaşlarım anneme çok düşkün olduğumu söyler. Onunla olan hikâyelerim yazdıklarımda, sohbetlerimde öne çıkar. Fakat giderek babamla ilgili bir şeyler yazmaya başladım. Hakikaten bir helalleşme, bir hesaplaşmaymış. O dönemde ben de yeni baba olmuştum. Bütün bunların hepsi bir baba-oğul meselesini yazılarıma taşıdı.Bu kayıp, annenizle olan ilişkinizi nasıl etkiledi?Annem yazdıklarımın bir numaralı kaynağıdır. Bizimle birlikte yaşıyoruz. Yazının sıkıştığı yerlerde annemi kaldırıyor, ‘Ya anne şu Kuşadası’ndan gelirken arabada şunlar mı olmuştu?’ diye soruyorum. Öyle değil, diye başlıyor. Anlattıklarını sıcağı sıcağına kaydediyorum. Hikâyelerimdeki diyalogların çoğu gerçek hayattan alınmış sahici diyaloglardır. Başka türlü sahiciliği yakalayamam. Her pazar ilk işim yazıyı anneme okutturmak. Okuma-yazması yok çünkü. Bazen okurken ağlamaya başlıyor, dayanamıyorum, üst kata çıkıyorum. Nazan (eşi) teatral bir şekilde okuyor. Sonra soruyor bana: “Kuzum bunların hepsini nasıl aklında tutuyorsun? Sen küçüksün, nereden biliyorsun?” Hâlbuki kendisi anlatmış, unutmuş.

İki ayrı tepede iki sevgili Budapeşte

$
0
0
Tuna Nehri’nin ayırdığı Buda ve Peşte uzaktan seyrediyor birbirini… Karşılıklı tepelere kurulu iki şehir, uzun yılları geride bırakmış böyle.Çok sonraları kader birliği ederek Macaristan’ın başkenti Budapeşte adında tek vücut olmuşlar. Hâlâ uzaktan bakışsa da isimleri artık yan yana. İki şehirden oluşan başkentin ortasından Avrupa’nın can suyu Tuna akıyor. Buda ve Peşte’nin yakınlığını Tuna üzerine kurulan sekiz köprü sağlıyor. En meşhuru ise Zincirli köprü. Buda, ülkenin batısına Peşte ise doğuya kurulu. 500 bin yıllık yerleşim bölgesi Buda, ismini Hun hükümdarı Atilla’nın kardeşinden alıyor. Hatta rivayet odur ki Atilla, kardeşinin ülkede sevildiğini ve yıldızının parladığını görünce Buda’yı öldürtür. Ülke o zamandan beri Buda olarak anılıyor. Şimdilerde ise Macarlar adaletin yerini bulduğunu düşünüyor. Zira Buda hâlâ şehre adını verirken Atilla ismi sadece bir cadde. Peşte ise eski Slavcada kireç ocağı demek. Bölgede kireç ocakları varmış. Turistik dişçiler kenti!Bu tarihî şehir hakkında öyle ilginç notlar var ki söylemeden geçemeyeceğiz. Başkent Budapeşte’de 100’e yakın müze bulunuyor. Telefon müzesinden tutun da Terör (Soykırım) müzesine kadar her alanda neredeyse bir abide mekân dikilmiş. Ayrıca burası Avrupa’nın kaplıca merkezi. Birçok turizm şekli biliriz de ilk kez diş turizmi olduğunu duyduk. Non-stop yani 24 saat çalışan dişçiler varmış. Budapeşte’nin turizm acenteleri de çok maharetli. Özellikle reklam konusunda. Mesela bir turizm şirketi, turistleri ülkesinde bir gece daha kalmaya şu cümlelerle ikna ediyor: “4 gece kal, 3 gece öde. Romalılar 400 yıl, Osmanlı 150 yıl, Sovyetler 45 yıl kaldı. Herkes planladığından fazla kalıyor. Siz de bir gece daha fazla Budapeşte’de kalmak istemez misiniz?” Okuyacak çocuk olmayınca okullar kapatılmışMacaristan’ın nüfusu 10 milyon civarında. Ülkede 5 milyon kayıtlı köpek bulunuyor. Çocuk sorumluluğu almaktan kaçınan Macarlar yalnızlıklarını köpekleriyle gideriyor. Hatta 2006’da okuyacak çocuk bulunamayınca ülkede 23 okulun kapatılması kararı alınmış. Türkiye ile Macaristan arasında derin bir kültür birlikteliği de gözlerden kaçmıyor. Zira iki milletin dilinde birçok ortak kelime var; alma, kapu, kuyu, üzüm, tavuk... Ortak kelimelerden yapılan en uzun cümle de şöyle: Enim jebemde cok kiçik alma van. Tükçesi; Benim cebimde çok küçük elma var. Macaristan’da garip düşen Osmanlı eserleri Budapeşte, Osmanlı’nın mührünü vurduğu şehirlerin başında geliyor. Ecdat yadigârı pek çok eserle karşılaşmanız mümkün. Estergon, Zigetvar ve Vişegrad tarih derslerinde adını çokça zikrettiğimiz kaleler... Zigetvar’a adım attığımız anda iki Macar çocuk çekiyor dikkatimizi: Oliver ve Joseph. Ellerinde tahta kılıçlarla talim yapıyorlar. Estergon Kalesi’ndeki bazelikaVe adına türküler çığırılan Estergon su başı durak... Önce Macaristan ile Slovakya’yı birbirine bağlayan köprü üzerinden geçiyoruz. Bir ülkeye daha ayak basmanın keyfini Slovakya’dan kaleyi uzaktan süzerek çıkarıyoruz. Tekrar Macaristan’a girip kaleye çıkıyoruz. Kubbeli yapısıyla devasa bir baselica (bazelika) başka bir tabirle katedral karşılıyor. Adeta kalenin ihtişamından çalınmış. Hemen önünde bir kralın soytarısı flütüyle selamlıyor bizi. Türk olduğumuz alnımızda mı yazıyor bilmiyoruz ama başlıyor Estergon Kalesi’ni, Yıldızların Altında ve nice marş ve şarkılarımızı çalmaya. Bol bahşiş bırakarak ayrılıyoruz. Kalenin içinde dört Osmanlı mezarı, temiz ve bakımlı. Kilitli kapı set çekse de önümüze, uzaktan okuyoruz Fatiha’mızı. Yan yana dizilen mezarları görünce ecdadımızın at sırtında vardığı bu topraklara dönmemek üzere geldiğini bir kez daha anlıyoruz.Galiçya şehitlerine vefa ziyareti I. Dünya Savaşı Galiçya cephesinde görev yapan ve 15 binden fazla askerimizin şehit düştüğü şehitlikteyiz. Aziz naaşları 1926 yılında inşa edilen Budapeşte Türk Şehitliği’ne nakledilmiş. 14’ünün ismi meçhul, en genci 17 yaşında 480 şüheda bu topraklarda medfun.Fatih Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün düzenlediği Orta Avrupa Kültür ve Edebiyat Turu vesilesiyle gittiğimiz Budapeşte’de geziye katılan öğrencilerle birlikte duygulanıyoruz.Bookcafe’de çay keyfiBudapeşte'deki tarihî mekânların birçoğunun kafe olarak hizmet vermesi Doğu'dan Batı'ya miras kalan kahve kültürünün bu şehir için ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi. Andrassy Caddesi üzerindeki bir kitapçı ziyaretçilerini hayran bırakacak güzellikte bir kafe barındırıyor içinde. Tavanlarındaki altın yaldızlı işlemeler, resimler ve devasa aynalarıyla bu kafe, Budapeşte'nin en meşhur mekânlarından. Fiyatları çok makul, içecekleri lezzetli.

Suriye’yi nasıl terk etmiştik?

$
0
0
Suriye sınırında yeni bir Kürt devleti oluşumu Türk hariciyesini alarma geçirdi. Güney sınırımızın doğusunda artık varlığı resmileşti sayılan Kürt bölgesinin ardından bu defa batıda Türkiye’nin de desteklediği Özgür Suriye Ordusu’ndan PYD’ye Kürtlere geçmiş durumda..Türkiye bu durumda ne yapacak? Kuzey Irak’ta olduğu gibi kırmızı çizgilerimiz var, çiğnetmeyiz diye efelenecek mi yoksa bölgenin yeni hakimleriyle uzlaşma yoluna mı gidecek? Önümüzdeki günlerde göreceğiz.Şu kadarını söyleyeyim ki, eski Türkiye olsa bu sıkıntıları yaşamazdık! Bu gibi netameli durumlarda tarafsızlığımızı ilan eder, bekle gör politikasına geçerdik. Ancak hem Irak’ta, hem de Suriye’de Türkiye açıkça taraf ülkelerden biri oldu ve sıkıntıya düştü. Bu demek değildir ki, Türkiye eskisi gibi renksiz, silik bir dış politika gütsün, tarafsızlık görüntüsü altında oportünizm yapsın. Demek istediğim, Türkiye oyunda, artık pas geçmiyor ve kartını açıkça oynuyor. Büyük oynadıkça risk de artacaktır doğal olarak.Kısacası risk alan bir ülke oldu Türkiye. Tarihi rolü bunu gerektiriyordu bir bakıma, daha doğrusu buna zorluyordu onu. Buradan anladık ki, dış politikada ne ‘Tek devletiz’ retoriği, ne de ‘Katil Esed’ ithamı kendisine yer bulabilir. Her zaman belli bir çekince, bir mesafe ve diplomatik soğukluk ayarı gerektiği açık.Patrick Cockburn aktarmıştı o şık tespiti: “Türkler büyük konuşurlar ama harekete geçmeye sıra gelince hayal kırıklığına uğratırlar. İranlılar ise tam tersi.”Böyle demiş bir Arap siyasetçisi, “Türkler çok konuşuyor ve büyük konuşuyor ama iş bitirmeye gelince bir varlık gösteremiyorlar, İranlılar ise tersine büyük konuşmak yerine susup işlerini derinden derine hallediyorlar.” Sessiz sedasız Suriye’yi ele geçiren İran’ı bundan daha veciz anlatacak tespit zor bulunur herhalde.Bu kadar güncel yorum yeterli. Şimdi tarihe doğru bir yolculuğa çıkalım ve Suriye’deki olayları fırsat bilerek bundan 95 yıl önce Suriye’yi nasıl bir hezimet sonucunda terk ettiğimize bakalım.Kayıp savaşYakın tarihin neden sisler içinde kaldığını merak ediyorsanız şimdiye kadar okuduğunuz tarih kitaplarına bir göz atın derim. Kaynağı orasıdır çünkü. Mesela 1931 tarihli ‘Tarih III’ adlı lise ders kitabında Çanakkale ve Kutülamare’den uzun uzun söz edildiği halde Filistin ve Suriye cephesindeki yenilgiler tek satırla olsun geçmez. Genelkurmay Başkanlığı’nın Harp Okulları için hazırlattığı ‘Türk Devrim Tarihi’ (1971) adlı kitapta da büyük bir sessizlik vardır.Evlere şenlik bir Filistin/Suriye savaşları anlatımını YÖK’ün 4 prof., 3 doçent ve bir yardımcı doçente yazdırdığı ‘Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I/1’ (1989) adlı kitapta buluyoruz. Tam 8 hoca baş başa vermişler ve bu milletin evlatlarına kendi tarihlerini şu zavallı satırlarla anlatmışlar. Aynen aktarıyorum:“Suriye ve Filistin cephesinde ise İngilizleri oyalamak isteyen Yıldırım Orduları Grubu, başarılı savunmalar yaptı. Ancak Baalbek’te kurulan bu ordunun merkezi savaşın seyri içerisinde kuzeye doğru Şam, Halep ve daha sonra da Adana’ya çekildi.” (s. 47)Ayıp diye bir şey vardır! Osmanlı’nın belini büken ve Mondros Mütarekesi’ni imzalamak zorunda kalarak tarihe veda etmesine sebep olan, iki yıl devam etmiş bir savaş bu kadar mı sığ anlatılır? (Neresini düzeltelim: Yıldırım’ın karargahı Baalbek’te değil, Nasıra’dadır.)Nerede o üç Gazze muharebesi? Nerede Kudüs’ün, Filistin’in, Şam’ın ve Halep’in düşüşü? Nerede İngilizlerin askeri lise öğrencilerine bir savaş böyle kazanılır diye ders olarak okutulan Megiddo (el-Lecun) meydan savaşındaki zaferi? Nerede sadece 39 gün içinde tam 560 kilometre anavatanından çekilmek zorunda kalan Osmanlı ordusunun yaşadıkları ve ona bu hezimeti yaşatan komutanların isimleri?Tıs yok.Halbuki ilk iki Gazze muharebesini kazanmıştık İngilizlere karşı. Yazsanıza... Yok.Son Gazze muharebesini İngilizlerin Albay İsmet Bey’in (İnönü) Birüseba’daki kolordusunu yardıktan sonra kaybettiğimizi de yazın. Olur mu? Paşamız namağluptur. Peki Nablus’ta (Megiddo veya Armageddon) Lord Allenby ile 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın karşılaştığını ve Mustafa Kemal Paşa’nın yenilerek kuvvetlerine ricat emir verdiğini neden yazmıyorsunuz?Hep aynı terane: Bir tek Mustafa Kemal Paşa kuvvetlerini muntazaman geri çekmeyi başardı. 4. ve 8. ordularımız yenildi, 7. Ordu’ysa ‘çekildi’. Çekildi ama kaç kişiyle? İngilizlere ne kadar esir vererek ve silah bırakarak? Şehit ve yaralı sayılarımızı da açıklayın. Açıklayın da millet öğrensin.Hatta bu savunmacı kitaplardan birinde yazar (ismini vermeyeyim), kuvvetlerini Halep’in 5 km kuzeyine çekmesi üzerine şu harika yorumda bulunuyor: ‘Böylece olaylar Mustafa Kemal Paşa’nın istediği gibi gelişmişti.’Şimdi bundan ne anlamamız gerekir? Nablus’ta bulunan karargahını 560 kilometre geriye çekilerek Katma’ya nakleden bir komutanın bunu ‘istediği’ni söylemek ne demektir?Bu hezimetin hikayesini ayrıntılı olarak yazacağım. Burada sadece bir alıntı yapmak istiyorum. İngilizlerin dünya savaş tarihine giren bu operasyonlarını yürüten General Allenby 19 Eylül günü saat 4,5’ta başlayan taarruzun 20 Eylül akşamına kadar 36 saat sürdüğünü, Türk ordusunun büyük bir kısmının mağlup edildiğini, 7. ve 8. orduların ‘bütün silah ve malzemeleriyle’ ellerine düştüğünü yazar ve devam eder:‘7. ve 8. orduların mağlubiyeti sonucunda Şeria’nın doğusundaki 4. Ordu da ricat etti.’ Allenby ısrarla 7. Ordu’nun düzenini bütünüyle kaybederek dağıldığını anlatır (İz Yay., 2013). Oysa bizimkiler diğer 2 ordu yenilince 7. Ordu’nun geri çekilmek zorunda kaldığını yazarlar hâlâ.Özellikle Lord Carver’ın bu çöküş olmasaydı Osmanlı’nın günümüzde ne durumda olacağına ilişkin yaman tespitleri klasik düşünce kalıplarını kıracak cinstendir:‘Eğer Türkiye’yi savaş dışı kalmaya ikna etmekte başarılı olsaydık veya ürküterek Çanakkale’den geçebilmiş olsaydık sonuç ne olurdu? Mustafa Kemal Osmanlı Devleti’ni laik bir devlete dönüştürecek saik veya otoriteye sahip olur muydu? Savaş sonrası Türkiye’ye karşı bir Arap isyanı başlar mıydı veya hangi şekli alırdı? 1914 yılında Osmanlı Devleti’ni oluşturan bütün bu topraklar üzerinde hükümferma olan bir Türkiye, dünyanın en büyük petrol üreticisi ve potansiyel olarak en güçlü ülkesi olurdu. Ya Mısır? O da İstanbul’a ismen tabi olmaya devam ederdi. İsrail diye bir devlet kurulmazdı. (Turkish Front 1914/18, Pan Books, 2003, s. 247.)Ne garip: Lozan tam da bunlar için yapılmamış mıydı?Lord Carver’ın sözünü ağzında bırakmayalım isterseniz:‘İngiliz, Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Hindli askerler hayatları pahasına Türkiye’ye karşı savaşarak bölgenin yapısını değiştirdiler. Ama iyi mi ettiler, kötü mü ettiler, söylemek zor.’Utanalım, bunu bir İngiliz Mareşali söylüyor…

Osmanlı’nın gör dediği!

$
0
0
Osmanlı’dan bugüne miras kalan birçok kültür öğesi, geçmişin şaşaalı günleri ve Türk medeniyetinin ulaştığı zirveleri anlatır. Bildiklerimizin dışında bugüne kadar ötelenmiş ve hayret verici detaylar bir kitapta toplandı.Tarihin dehlizlerinde saklı kalan onlarca meselenin araştırılması, kültür-sanat geçmişimizin beligin haritasını gün yüzüne çıkıyor. Bugün, mahalle camileri, bir kenarında yığılı duran taşlar, leitmotifvari çinileri bizden sadece bir anlık dikkat rica ediyor.M. Şinasi Acar’ın son çalışması da bize anlatacak çok şeyi olan bu mirası konu edinmiş. Yem Yayınları’ndan çıkan ‘Osmanlı’dan Bugüne Gözümüzden Kaçanlar’ adlı kitabıyla Acar, kültür mirasımızın diğerlerine nazaran kenarda kalan nesnelerini ve detaylarında gizli olan bilinmezleri öne çıkarmış. Kabe’ye beş mil kaldığını gösteren mesafe taşı.Gayet hoş görsellerle bezenmiş çalışma, bu eserlere hak ettiği payeyi vermeyi amaçlıyor. Aziz Nesin’in eski bir hattat olduğu, Hattat Karahisari’nin grafik tasarımındaki inceliği, nadide çinileriyle keşfedilmeyi bekleyen Arakiyeci İbrahim Ağa Camii gibi birçok konu kitapta irdelenmiş. İşte tarihin o büyük resminde pek kenarda kalsa da deruniliği ve ihtişamıyla, ‘yiğit özün malum eder işinde’ dedirten eserler:Osmanlı’da taştan gelen kültürİslam dininde, sosyal eşitliği ve dayanışmayı teşvik eden sadaka, Osmanlı’da cesim taşlara kadar yansıyan büyük bir kültür halini alıyor. Sadaka taşlarının ne büyük bir felsefe ve samimiyet göstergesi olduğu gayet aşikar. Hakeza sadakadan ihtiyacı kadar almak da bugünün insanları için büyük ibretler taşıyor. Fakat taşların insanın hizmetine sunulduğu hayırlı işler bununla sınırlı değil.Sadaka taşıyla beraber, şehrin uğrak yerleri olan köprü, çeşme, meydan gibi yerlerde muhtelif hayır hizmeti için taşlar bulunuyordu. Kısaca tanımlamak gerekirse, atlara yük koymak ve binebilmek için binek taşları, hamalların ve yorgun düşenlerin soluklanması için mola taşı, atlı arabaların köşeyi alırken binaya zarar vermemesi için köşe taşları, önemli hadiseleri hatırlatan anı taşları ve nicesi... Kapaklı sadaka taşıSosyal yaşamın düzenlenmesinde katkılar sunan bu nesneler, günümüzde mahalle aralarında bir anı seyyale de olsa vefa bekliyor.Kitapta ilgi çeken bir diğer kısım da, Osmanlı’ya matbaanın geç geldiği klişesi. Aslında Gutenberg’in 1450’li yıllarda icat ettiği hareketli harfleri basan makinesi, İstanbul’a ekalliyet nüfus tarafından getirilmişti. Padişah II. Bayezid Han’a bir talepte bulunan Sefaratlar, kendi kitaplarını basabilmek için izin isterler. Padişah Arap harfler basılmamak kaydıyla izin verir.Bu tarihten itibaren 18. yüzyılda İbrahim Müteferrika’nın matbaayı kurmasına değin (1729), Müslüman nüfus matbaa makinesine el sürmez. Öte yandan İbrani, Süryani, Yunan, Ermeni halk, kendi kitaplarını zaman zaman Latin harflerle basar. Bunun sebeplerini kitapta anlatan Şinasi Acar, Müslüman halkın matbaayı kuru bir taassup yüzünden değil sosyal ve dini bazı kaygılardan ötürü ertelediğini açıklıyor.Kur’an-ı Kerim’in harfleri olan Arap harflerinin çok basımıyla kitapların değerden düşeceği, bu sayede kıymetli ayetlerin yere düşmesinin önüne geçileceği, ayrıca güzel sanat olarak kabul gören hattın prestij kaybetmesi ve o devirde gayet geniş bir loncası bulunan müstensihleri (el yazısıyla kitap çoğaltan) işsiz bırakacağı sebebiyle matbaanın Osmanlı’ya gelişi bu kadar gecikme göstermişti.Satrançlı hat yazısı Mâkılî Bayezit Camii’nde Mâkılî yazı ile İhlas Suresi.Kufî yazıyla çok benzerlik gösteren bu yazı çeşidinin bir diğer adı da satrançlı yazı. İslamiyet’ten 60 yıl kadar öncesinde Arap kabileleri arasında kullanıldığı rivayet edilen bu tarz yazıda, harflerin çoğu dört hamlede meydana geliyor. Arapça kale gibi sığınılacak yer ya da sarp yer manasına gelen Ma’kılî’de tüm harfler birbirine dik açılarla kesen çizgilerden oluşuyor.Yazı aletleriyle seri bir yazının zor olması nedeniyle kâtiplere değil mimar ve grafik tasarımcılara hitap ediyor. İslamiyet’ten sonra yazma zorlukları ortaya çıkınca mensûb adı verilen ve Kur’an-ı Kerim ilk Mushaflarında kullanılan yazı ortaya çıkar. Benzer özellik taşıyan ve Irak’ta bulunan Kufe şehrinden dağılan Mushaflar daha sonra ‘Kufe yazısı’ anlamında kufî denilerek bilinir olmuş.Ma’kılî yazı için kullanılan satrançlı kufî tabiri de yaygın olmakla beraber bu usulde harflerin kenarı birbirine dik olduğundan satrancı oluşturan temel karenin tam katlarına eşit. Helezoni bir hal alarak iç içe kıvrılan yazılardan, murassa (aynalı) gibi birçok kompozisyon elde etmek mümkün.Sinan, havaya gem vurursa Hattat Karahisâri’nin yazısı. Mimar Sinan’ın 60 yaşında bina ettiği Süleymaniye Camii, ki kendi tabiriyle kalfalık dönemi eserim dediği yapı, onun dehasını keşfedecek birçok sır barındırıyor. Bunlardan en ilginci Sinan’ın cami içinde oluşturduğu hava akımıdır. Elektriğin olmadığı o devirlerde, tahmin edilebildiği üzere tüm kapalı mekanlar gibi mabetler de kandillerle aydınlatılır.Fakat zeytinyağı içinde bulunan kandillerin yanması müthiş bir is oluşmasına sebebiyet verir. Büyük deha, caminin nadide hatlarını örtecek isi bir deneyle ibadet yerinin dışında tutmayı başarır.Rivayete göre Mimar Sinan Camii’nin imarı sırasında ortasına geçerek nargilesini yakar. Onu bu halde yakalayan Sultan Süleyman, hiddetlenir. “Bre Mimarbaşı bu ne haldir? İnşaata mukayyet olacağına nargileyle keyif mi çatarsın?” deyince Sinan yaptığı deneyi açık eder.İki ay sonra tamamlanacak sanat eserinde anlaşılacaktır ki, cami içinde ve belirli bir yükseklikte, mihraptan çıkış kapısına doğru bir hava akımı oluşturulmuş ve kirli hava kapının üzerindeki kanallardan özel bir is odasına yönlendirilmiştir. Kayıp eşyaların konulduğu yitik taşı. Eyüp Camii avlusundaki ata binmeye yarayan binek taşı.

Şarkılarım siyasî değil siyaset üstüdür

$
0
0
Müzikseverlerin ‘Türkü Baba’sı Fatih Kısaparmak, Sonsuza Kadar isimli yeni albümüyle karşımızda. Sanatçıya bu albümde eşi ve oğlu da eşlik ediyor. Birçok sahne teklifi gelmesine rağmen sadece halk konserleri veren Kısaparmak, bu tercihinin sebebini şöyle anlatıyor: “Sahne yaşamı kişiliğimle uyuşmuyordu. Benim işim hep bestelerle oldu, destelerle değil. Desteler gider, besteler kalır.”Dört yıldır albüm çıkartmıyorsunuz. Bu sürede neler yaptınız?2009’da Aşk ve Özgürlük isimli albümümü paylaşmıştım. O tarihten bugüne kadar dolu dolu geçen dört yılda 90 tane yeni beste üretmişim. İşin doğrusu yeni bir albüm yapma arzusunda değildim. Piyasa şartları malum, albüm satışı diye bir kavram kalmadı. Ama ‘dinleyicilerinle yeni çalışmanı da paylaşmalısın’ diyen Burhan Bayar aklıma girdi, kendimi stüdyoda buldum. Öte yandan sanatçı sorumluluğuyla ürettiklerimizi paylaşmak görevimiz. Gönül dostlarımıza yeni eserlerle seslenmemiz ve kendimizi yenilememiz gerekiyor.Sonsuza Kadar isimli yeni albümünüzde oğlunuz Ozan Kısaparmak ismini görüyoruz. Armut dibine düşmüş sanırım…Evet büyük oğlum Ozan üniversitede müzik ve ses mühendisliği okuyor. Burhan Bayar ile birlikte şarkıların düzenlemelerini yaptı. Bütün basgitarları oğlum çaldı. Genç kuşağa köprü anlamında Ozan büyük bir işlev gördü. Ses itibarıyla yepyeni bir albüm bu. Dijital ve sentetik bir ses yok, tamamen akustik.Yine eşiniz Şebnem Kısaparmak ile bir düetiniz var.Şebnem Hanım’la sanatsal birlikteliğimiz uzun yıllar öncesine dayanır. Portakal Çiçeğim adlı albümümde onun Sen Gelince Aklıma adlı şiirini bestelemiştim. Daha sonra da ben onun şiir albümünde yer aldım. Canım Benim’in sözleri Şebnem Hanım’a ait. Bestesini de ortaklaşa yaptık. Şebnem Hanım sesiyle eşlik etti. Düzenlemesini de oğlumuz yaptı.Anlaşılan bu albüm tam aile işi olmuş.Unkapanı’ndaki plakçılar çarşısına İMÇ denir. Benim albüm İMÇ değil imece usulü bir çalışma oldu. İnsanlar Şebnem ve Fatih Kısaparmak’ı birlikte dinlemeyi seviyor.Başka neler yaptınız bu süreçte?Şiirler yazdım. Ağır Sevdam isimli şiir kitabının genişletilmiş baskısını hazırladım, halk konserleri verdim. Sadece halk konserleri veriyorum.Neden sadece halk konserleri..?Buna en başta karar verdim. Kendi adıma albüm yapmadan önce birçok sanatçıyla çalıştım. O süreçte tanık olduğum ‘sahne yaşamı’ kişiliğim ve beklentilerimle uyuşmuyordu.Kilim’le çıkış yaptığınız yıllarda sahne almanız için çok büyük teklifler gelmiş olmalı…Evet geldi. 45 günlük çalışma için teklif edilen para astronomikti. Şapkamı önüme koydum, düşündüm taşındım. Sadece halk konserleri vereceğim dedim. Çünkü ben yüz metre değil maraton koşmak için yola çıkmıştım. Bu işi yapan arkadaşlara saygı duyuyorum ama ben tercih etmedim.Herhangi bir pişmanlığınız oldu mu?Hayır. Benim işim hep bestelerle oldu, destelerle değil. Desteler gider besteler kalır.Bu albümde para babaları ve küresel sermayeyi eleştiren Dallama Dünya isimli protest bir şarkınız var. Neler rahatsız ediyor sizi?Uluslararası tröstlerin dünyayı, özellikle de Ortadoğu’yu nasıl ellerine almak istediklerinin ifadesi bu şarkı. Bu durum iliklerime kadar sarsıyor beni. Oynanmakta olan büyük oyunu, kurulan büyük tuzakları, yurttaş ve sanatçı olarak görüp ezgilerle sunuyorum. Bu küresel bir bela. Sanatçının, ozanın buna seyirci kalması mümkün mü?Peki bu şarkıları üretirken sizi neler yola çıkarıyor? Herhangi bir ideoloji mi?Repertuarımda üç ana kulvarda eserler olur. Türkü formunda besteler, sevda şarkıları ve protest eserler. Protest şarkılarımın hiçbiri siyasi değil, siyaset üstüdür. İdeolojik değil, ideolojiler üstüdür. Çünkü tarih ideolojiler çöplüğüne tanıklık etti. Ben bütün bunların üstünde ülkemi ve tüm insanlığı ilgilendiren, siyaset ve ideoloji üstü küresel belalarla ilgili eserler üretegeldim. 1993’te Hümanizm diye bir şarkı yaptım. O günden bugüne birçok izm çöplüğe gitti ama Hümanizm hâlâ ayakta. Kalıcı değerler üstüne eserler yapıyorum. a.pektas@zaman.com.trMüzikal bir FSM köprüsüyümTürkü furyasının olduğu dönemde bilinen türküler söylemek yerine kendi bestelerinizi duyurdunuz. Neydi sebebi?Çok az bilinen türkü söyledim. 1985'te yola çıktığımda türküler bu dönemdeki kadar önemsenmiyordu. Bu dönemde inadına türküler besteledim. Bu şekilde bir yolun açılmasına da katkı sunduğumu zannediyorum. TRT halk müziği kurulundan geçen ilk türkü formundaki beste de bana aittir.Hangi eserdi o?Bahçelerde Barım Var. Sözü müziği bendenize ait bir çalışmadır. Fakat radyo repertuarında Iğdır türküsü diye geçiyor. Ben kaynak kişi olarak görünüyorum. Geçenlerde Azerbaycan'dan gelen bir arkadaşım bir CD getirmiş. Baktım içinde bu türkü de var. Altına geleneksel yazılmış. Adımın yazılmış olmaması hiç önemli değil. Yaşarken bunu görmüş olduğum için çok şanslıyım. Yine 2001'de yaptığım Kerkük'ün Kalasıyam adlı bestem Kerkük'te milli marş gibi söylenir olmuş. Çay bahçelerinden düğünlere kadar her yerde çalınıyor. Halkın ortak paydası olmuş. Derdim buydu zaten.Bilinen türküleri okumamanıza rağmen size ‘Türkü Baba’ lakabının takılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?Evet, ilginç bir durum bu. Anadolu insanımızın arifliği. 93'teki Açıkhava konserinde ilk kez insanlar bunu bana söyledi. Konserin ortalarına doğru bir pankart açıldı. Arkadaşıma ne yazıyor diye sordum. ‘Türkü babaya sevgiler yazıyor' dedi. Bana mı yazdınız diye sordum. ‘Evet' cevabını alınca çok utandım, mahcup oldum. Üç bin yıllık geleneği tek kişinin omzunda taşıması mümkün değil. Ben oğlumun babasıyım demiştim. Ama türkücü değil de Türkü Baba demeleri çok ince bir davranıştı.Yeni türkülerin yazılması için neler yapılmalı?Gelenek rüzgârı ile gelecek türküleri yapmak zorundayız. Aksi takdirde repertuarımızı dondurmuş, kilitlemiş oluruz. Halk, toplum tekamül edip değişim ve dönüşüm yaşıyorken müziğinin de değişmesi kaçınılmazdır. Bir ayağı geçmişte, bir ayağı gelecekte, bir ayağı Asya'da bir ayağı Avrupa'da olan müzikal bir FSM köprüsü olma çabası içindeyim.Malatyaspor'da, Elazığspor'da yöneticilik yaptınız. Futbolla ilgilisiniz. Beşiktaş ve Fenerbahçe'ye verilen cezayı nasıl görüyorsunuz?Ayıp bir karar olarak değerlendiriyorum. Türk futboluna yapılmış bir haksızlık. Kişiler münferiden hata yapmış olabilir. Onların cezasının bireysel olması gerekiyor. Ülkeleri cezalandırmak adice. Bu ülkenin her alanda bağırsaklarının temizlenmesi gerek. Hatayı yapan cezasını çeksin, yemeği yiyen faturayı ödesin.Darbeciler sakal sevmezGündemi yakından takip ediyorsunuz. Ortadoğu’daki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?12 Eylül’de üniversiteye gidiyordum. Darbeden sonra sakallarımı kesmek zorunda kaldım. Darbeciler sakal sevmez. Darbeler ve yaşananlar trajikomik bir hadise. Bize bir tiyatro izletiyorlar. Oyun yazarı, sahneye koyan, ışıkçısı, sesçisi belli. Olan figürana oluyor. Tüm ezilen Ortadoğu halklarının bizim insanımız kadar arif olması durumunda bu belalardan kurtulur. İnsanımız tarihsel deneyimlerle zenginleşmiş bir sağduyu ve öngörüye sahip. Büyük bir sezgimiz var. Onun için oyunlar Türkiye’de sökmüyor.Sizce bundan sonra Türkiye’de darbe olur mu?Yumurtasız omlet olur mu? Demokrasisiz Türkiye olmaz.Eşinizle sizi çok yakıştırıyor insanlar. Çokları sizin için aileden biri tanımını yapıyor. Bu sevgiyi neye bağlıyorsunuz?Biz haddimizi bilen insanlarız. Çünkü bu ülkenin sessiz çoğunluğu nasıl yaşıyorsa biz de öyle yaşıyoruz. Ülkemizin milli ve manevi değerlerine sadakat anlamında bir iddiamız var. Ülkenin huzuru, barışı ve kardeşliği üzerine söylemlerimiz. Bunları da samimiyetle ve içimizden geldiği şekilde paylaşıyoruz. İnsanlara sıcak geliyor.Yani sanatçıyız deyip kendinizi bir yere konumlandırma derdinde değilsiniz.Öyle bir şey olabilir mi yani bizim seslendiğimiz yer aynı zamanda beslendiğimiz yer. Biz hâlâ Göztepe pazarına gidiyoruz. Pendik otobüsüne biniyoruz. Hâlâ şehir hatları vapuruyla seyahat ediyoruz. Kendini sırça köşkler içine hapseden insanlar aslında bindikleri dalı kesiyor.Şöhretin verdiği duyguları yaşamadınız mı hiç?Şöhret gerçekten tehlikeli bir tuzak. Sokağa çıktığımda, birileri fotoğraf çektirmek istediğinde ünlü olduğumun farkına varıyorum. Yoksa bizim öyle bir kaygımız yok. Bu işlerin boş olduğunu, şöhretin halüsinasyon olduğunu biliyorum. Benim hayatımda şöhret öncesi ve sonrası telefon numaramdan başka hiçbir şey değişmedi. İstanbul’a 1979 yılında geldiğim berbere hâlâ gidiyorum. Hatta o rahmetli oldu, oğlu kesiyor.

İftarlık ve iftariyelikler

$
0
0
"Ezanlar hep okunduİftarlığım lokumduAç karnına çok yedimBana biraz dokundu” Ramazan manisiRamazan’ın ikinci haftasındayız. Bu hafta iftarlık ve iftariyeliklerden bahsedelim. İkisi arasında küçük farklılıklar bulunmakta… Sözlük anlamına göre “İftarlık: 1. İftarda top atılınca ilk yenilen yiyecek. 2. Oruçlu kişiye armağan olarak verilen her türlü yiyecek. 3. İftarda yenmeye elverişli “İftarlık lokum vb.”; iftariyelik ise “İftar açarken yemekten önce yenilen kahvaltılık hafif yiyecekler” olarak açıklanmakta... İftariyelikler sofrada hazır bulundurulan kahvaltılıklar ve yörelere göre değişen çeşitli hafif ve tadımlık yiyeceklerdir. Bu Urfa’da “çi küfte” olabilirken, Antakya’da cevizli biber, Konya’da iftar köftesi olarak adlandırılan kuru köfte olur. Her bölgenin, beldenin iftara uyan bir veya daha fazla yiyeceği de iftariyelikler arasında yer alır.Geçmişte ev hanımlarının Ramazan hazırlıkları arasında iftariyelikler en önemli yeri tutardı. Mevsime göre reçeller yapılır, dışarıdan alınacak, sucuk, peynir türleri ve diğerleri önceden satın alınır, telaş olmasın, ibadet aksamasın diye Ramazan’a bırakılmazdı. Anadolu kadınlarının çoğu mukabelesiz Ramazan geçirmezlerdi. Günümüzde, artık teravihe de gidiliyor… (Erdemli’deyim ve bu Ramazan’da da Ulucami hanımlarla dolup taşıyor, maşallah). Bu nedenle iftariyelikler dışında erişteler, yufkalar vb. hazır edilmeliydi ki yemek hazırlıkları ibadeti aksatmasın. Bu hazırlıklar sırasında mahalledeki muhtaç aileler de ihmal edilmez, gözetilirdi.Anadolu’nun çoğu yerinde oruç iftariyelikler ile açılır. İftariyelikler zemzem, hurma, tuz, peynir, zeytin, tereyağı, bal, pekmez, türlü çeşit reçeller başta olmak üzere kaymak, pastırma, sucuk, yoğurt, tahin-pekmez mevsimine göre domates, salatalık, küçük turplar, yeşillikler, kış mevsimiyse küpten kazınan kavurma, kıyma, acıka, cevizli biber, her tür küçük köfteler, börekler gibi ev hanımının yakıştırdığı bütün yiyeceklerden hazırlanabilir. Bu yiyecekler geçmiş zamanda meydan sinisi denilen on iki kişilik sofranın ortasına daha küçük bir sini ile konur; bir iki atıştırmadan sonra iftariyelikler sinisiyle sofradan kaldırılarak ortaya çorba getirilirdi. Böylelikle kahvaltılıklar tek tek toplanarak vakit kaybedilmezdi. Çorbayla başlamak isteyenler için çorbanın iftariyeliklerle beraber servis edildiği de olurdu. Bazı evlerde iftariyelikler yenildikten sonra akşam namazı kılınır, sonra yemek başlardı. Bazı evlerde ise iftariyeliklerden sonra yemek başlar, sonra namaz kılınırdı. Teravihe yetişileceği için iki durumda da acele edilirdi.İftarlık ise yukarıda verilen üç anlamı da kapsamakla beraber halk arasında daha çok ikinci anlamı kullanılır. Buna göre genellikle oruç tutan çocukları özendirmek için onların sevdiği şeker, çikolata, meyve, çerez gibi yiyeceklerden ‘iftarlık’ olarak hediye verilir; çocuk onları iftar sofrasına koyarak top atılmasını bekler ve o hediyeyle orucunu açar, sonra iftariyelikleri yemeye başlar. Niyetli iken bir çay sofrasında veya yemek yiyen birileriyle beraber bulunursanız da mevcut yemeklerden size göz hakkı olarak iftarlık paket yaparlar. Veya manimizdeki davulcumuza verildiği gibi bir paket lokum, badem ezmesi, çikolata vb. iftarlık olarak hediye edilir, iftarda onlarla orucunuzu açarsınız.İftarlıklar, diş kiraları gibi daha ne güzel adetlerimiz var ve çok şükür çoğu hâlâ yaşamakta… Gurbette bulunan öğrencilere, dar gelirlilere, şüphesiz sevdiğiniz dostlarınıza açacağınız iftar sofralarında bulunmanızı diliyorum. Ramazan güllaçsız olmaz, bu hafta nefis bir güllaç yapalım. Ağız tadı ve mutlulukla kalın, sevgili okuyucularım. n.halici@zaman.com.trGÜLLAÇMALZEMELER:14 gül­laç6 su bardağı süt4 su bar­da­ğı şe­ker (zevke göre daha az veya fazla)1 su bar­da­ğı çe­kil­miş ce­viz, ba­dem vb. içiÜzerine reçel taneleriYAPILIŞI:Sü­tü kay­nat, şe­ker ila­ve et. Eri­dik­ten son­ra el da­ya­na­cak sı­cak­lı­ğa gelince gül­laç­tan bi­raz bü­yük, ke­nar­lı tep­si­ye 2 kep­çe koy. Bir gül­la­cı içi­ne ba­tır. Yu­mu­şa­yın­ca dört ta­raf­tan boh­ça kat­la.Bir kah­ve fin­ca­nı­nın içi­ne gül­la­cın or­ta­sı­nı bas­tı­ra­rak yer­leş­tir, içi­ni koy. Ta­şan gül­laç ke­nar­la­rı­nı için üs­tü­ne ka­pat. Ha­fif­çe bas­tır. Bir tep­si­ye ters çe­vir. Bü­tün gül­laç­la­rı ay­nı biçim­de ha­zır­la. Üze­ri­ne ar­tan sü­tü dök. Çok ha­fif ateş­te bir ta­şım kay­nat.Gül­laç­lar sar­ma, si­ga­ra, bül­bül yu­va­sı ve ben­ze­ri bi­çim­ler­de ha­zır­la­na­bi­lir.Renk ve­ril­mek is­te­nir­se bir par­ça nö­bet şe­ke­ri dö­vü­lüp ser­pi­le­bi­lir veya renkli reçel taneleri yerleştirilebilir.İstenirse üzerine gül suyu da serpilebilir.Ramazan MenüsüİftariyeliklerSebze çorbasıSacda kuzu kavurmasıGül yapraklı marul salatasıZeytinyağlı karışık sebze kızartmasıSu böreğiGüllaçSahurSu böreğiVişne hoşafı

Adı ‘Fakheer’, menüsü zengin

$
0
0
Son zamanlarda daha çok yaşadığı siyasi krizlerle gündeme gelse de Ortadoğu coğrafyası yemek kültürü açısından tam bir hazine. Biraz geç keşfedilmesine rağmen şimdilerde birçok mekânda Ortadoğu mutfağına özgü yemeklere rastlamak mümkün.Asırlardır iç içe yaşıyor olsak da Ortadoğu mutfağına dair bilgimiz humus ve kuskustan öteye gitmez. Bu iki yemeği de öyle benimsemişiz ki herhangi birine sorsanız onlar da aslında Arap mutfağına değil bal gibi ‘bize’ aittir der.Şimdilerde Ortadoğu yemekleri yapan restoranların çoğalması bu mutfağa olan ilginin ve dolayısıyla bilginin artmasına vesile oluyor. Bu mekanlardan biri geçtiğimiz ocak ayında açılan Al Fakheer Shisha Lounge.Yemeklerine geçmeden önce mekandan biraz bahsetmekte fayda var. Bebek yokuşu üzerinde gözlerden ırak bir konumda bulunuyor. Dekoru öylesine ihtişamlı ki bin bir gece masallarından fırlamış gibi. Teknolojik donanımıyla ‘modern’ bir Arap sarayı görünümünde. Zira her locasında plazma televizyon ve iPad bulunuyor. Bu vesileyle ailece dizi ve maç keyfi yapmanız mümkün. Bu arada rengarenk tüllerle çevrili mekanda masa ve sandalye bulunmuyor. Sadece localardan oluşuyor ve perdenizi çektiğiniz anda kendinizi evinizde hissetmenize mani herhangi bir şey yok.Mekanın işletmecisi Elçin Azizov, Ortadoğu’ya yaptığı seyahatlerinde keşfetmiş VIP loca sistemini. Azizov, “Oradaki kafelerde yalnızca bir VIP loca oluyor, gerisi masa... Biz her müşterimizin bu rahatlıktan yararlanmasını istedik, bu yüzden bütün mekan localardan oluşuyor.” diyor. Üç kattan ve iki bahçeden oluşan Al Fakheer, dış görünümüyle eski bir konağı andırıyor. Gelenlerin kendisini evinde hissettiği bu localar işadamları tarafından home office olarak kullanılıyormuş. Yakında kına gecesi organizasyonlarına da ev sahipliği yapması planlanıyor.Gelelim yemeklere... Daha çok nargilesiyle ön plana çıksa da yemekleri yabana atılacak gibi değil. Zira yemekler dünya mutfağına oldukça hakim deneyimli iki şef tarafından yapılıyor. Azizov, insanların genelde nargile kafelere tok geldiğini ancak Al Fakheer’in rahat ortamı ve zengin menüsünden dolayı müşterilerinin yemeklere bir hayli rağbet gösterdiğini söylüyor. Al Fakheer bir Ortadoğu restoranı olmamakla birlikte bu coğrafyaya ait öne çıkan yemekleri tatmanızı mümkün kılıyor. Mekanın tüm dekorasyonuna hakim Ortadoğu kültürü, menülere de yansıtılmış. Falafel (sebzeli köfte) ve Al Fakheer özel kebabının tadına baktığımız menüde fava, humus (etli, mantarlı, tavuklu), Lahem (köfte), Kibbe (bizdeki içli köfteyi hatırlatıyor) gibi Ortadoğu mutfağının en bilinen yemekleri de yer alıyor.Falafel Ortadoğu’ya mal olsa da aslında bir Filistin yemeği. İyi yapılmış, lezzeti yerindeyse tek öğünde sizi vejetaryen yapacak türden. İçinde humus ve taze sebzeler bulunuyor ve yanında garnitürle servis ediliyor. Çıtır nohut köftesi olarak tanımlayabileceğimiz falafel her ne kadar bir ara sıcak olsa da çok doyurucu olduğundan ana yemek olarak bile tüketilebilir.Ya canım karnıyarık isterse?Ortadoğu’ya özgü sekiz baharatla harmanlanmış Al Fakheer kebabının tadı iskendere çok benziyor. En altta kare kare doğranmış ve üzerine terayağ dökülmüş ekmek parçaları bulunuyor. Ancak iskenderden farklı olarak yoğurt ve sos altta, kebap ise üstte servis ediliyor. Bu arada bu kebapta iskenderde olduğu gibi kalın döner yaprakları değil julyen doğranmış dana eti ve köfte bulunuyor. Al Fakheer’de Ortadoğu mutfağının olmazsa olmazları arasında yer alan farklı baharatlarla marine edilmiş tavuk, kuzu, dana etinden yapılmış yemekleri de yeme şansınız var.Bizce mekanın en önemli özelliği, canınız ne istiyorsa istediğiniz vakit yaptırabiliyor olma lüksü veriyor olması. Elçin Azizov’a soruyoruz, “Örneğin, canımız karnıyarık çekti yapacak mısınız?” Azizov tereddüt etmeden cevap veriyor: “Elbette. Evdeyken canınız ne isterse onu yersiniz. Müşterilerimizi bu lüksten mahrum etmek istemedik.” Bu tarz uygulamaların müşterileriyle arasında samimi bir bağ oluşturduğuna inanan Azizov, mekanın müdavimlerine şahsi cep numarasını bile vermiş. Sabah 4’e kadar açık olduğu için gelenler öyle bir-iki saat oturup kalkmıyor. Azizov, bazı müşterilerinin kendisinden daha fazla mekanda vakit geçirdiğini söylüyor. Ramazan dolayısıyla menüde yer almasa da fıstıklı, bademli ve cevizli Lübnan tatlıları tadılmaya değer. Üstelik baklavayı andırsa da (boyutları baklavadan daha ufak) baklava kadar yoğun şerbetli olmadığı için yedikten sonra rahatsızlık hissi de vermiyor. Unutmadan Al Fakheer’de yalnızca Ortadoğu değil Osmanlı ve dünya mutfağının öne çıkan yemeklerini de bulmanız mümkün.

Çok severiz 'son dakka'yı

$
0
0
Ödevlerini hep pazar akşamlarına bırakan bir çocuk muydunuz? Ya da lise ve üniversitede sınava bir gece öncesinden çalışmaya başlayanlardan mı? Öğrencilerin yüzde doksanının hâlâ bu gruba dâhil olduğu istatistiki bir gerçekse de, asıl problem, bu alışkanlığın yetişkinlikte de yaygın şekilde devam ediyor olması.Son ödeme tarihini bekleyen faturalar, misafir zile bastığında dolaplara tıkıştırılan dağınıklıklar, tren kalkmadan bir saat önce hazırlanmaya başlanan bavul, son otobüs kaçtığı için taksiye verilen para, ‘bir daha…’lar, ‘keşke…’ler, karın ağrısı, baş dönmesi, halsizlik, endişe ve türevleri… Amiyane tabirle, ‘yumurta kapıya dayanmadan’ bir şeyler yapabilenlerimizin sayısı hayli sınırlı. İşleri son dakikaya bırakma alışkanlığı hastalık kabul edilmese de, kronik bir hal almasının duygusal anlamda pek çok sıkıntıya yol açtığı ispatlı bir gerçek. Peki neden son dakikaya bırakıyoruz? Bu durumun bağımlılık yapan bir etkisi mi var, alışkanlık hayatlarımızı nasıl etkiliyor ve kurtulmak için neler yapılabilir?Son dakika insanı olmanın artıları, eksileriBirkaç kere işinizi son dakikaya bıraktınız. Üstelik ortaya dar zamanda çok iyi işler çıktı. Bu arada adrenalin ihtiyacınızı karşılamış olmanız da işin cabası… Siz de tüm bunların yaşattığı mutlulukla, belki farkında olarak belki de olmadan, bir son dakika insanı olma yolunda emin adımlarla ilerliyorsunuz. Ancak işlerin hep böyle yolunda gitmeyeceğini bilin. Yapılan araştırmalar, alışkanlık haline getirilen ertelemenin kızgınlık, pişmanlık, çaresizlik ve kendini suçlama gibi duygulara sebebiyet verdiğini ortaya koyuyor. Kişi, yeteneklerini tam anlamıyla kullanamadığı için işinde ilerleyemediği gibi, ailesi ve arkadaşlarıyla olan ilişkileri de bu durumdan olumsuz etkileniyor. Yapılmak için sırada bekleyen işlerin domino taşları gibi birbirlerini ertelemesi ise hem sosyal hem de mesleki hayatı sekteye uğratıyor.Neden erteleriz?Herkesin yapacağı işi son dakikaya bırakmasının altında birbirinden çok başka, hatta biri diğerinin zıddı nedenler bulunabiliyor. Ancak en çok şu durumlarda erteliyoruz…İsteksizsek: Erteleme nedenlerinin başında, yapılan işe gönülsüz olma geliyor. Yapılması gereken iş konusunda istekli ve gönüllü değilseniz, mesela sevmediğiniz bir mesleği yapıyorsanız, işlerinizi son ana bırakmanız da kaçınılmaz oluyor.Zamanı yönetemiyorsak: Kimilerinin son dakikacılığı ise tamamen zamanı yönetememelerinden ileri geliyor. Önceliklerin iyi belirlenememesi, olmazsa olmaz işlerin son dakikaya sıkışması şeklinde kendini gösteriyor.Aşırı kaderciysek: Kimi insanlar geçmişte yaşarken kimileri de şimdiki zaman veya gelecek zamana yoğunlaşmış olabiliyor. Geçmişte yaşayan ya da şimdiki zamanda yaşamalarına rağmen ‘kaderci’ diye tabir edilip işi oluruna bırakan insanlarda, son dakikaya bırakma alışkanlığının daha yaygın olduğu gözlemlenmiş.Özgüvenimiz eksikse: Son dakikaya bırakma, bazılarımızda yeteneğe duyulan güvensizlikten de kaynaklanabiliyor. Yapması gereken işi başaramayacağına dair endişe duyan bir kimse, işe başlama süresini de son ana kadar uzatıyor.Kaygılıysak: Yapılacak işin bir başkası tarafından kontrol edileceğini bilmek de kaygı kaynaklı ertelemeye neden olabiliyor. Ya da normalde kaygılı yapıya sahip kişilerin zihinlerinde sürekli dönüp duran ‘ya şöyle olursa’ düşüncesi de yapılması gerekenleri erteleme nedenlerinden.Anlam eksikliği duyuyorsak: Eğer bir iş anlamlı gelmiyorsa, başlamak için yeterli gücü bulmakta zorlanabilmeniz ve ‘yapacağım da n’olacak?’ düşüncesine kapılmanız da ihtimal dâhilinde. Bu yüzden hayatın anlamsız olduğunu düşünen depresyondaki kişilerde erteleme ve son dakikaya bırakma eğilimine sıklıkla rastlanıyor.Otoriter bir ailede büyüdüysek: Sert ve kontrolcü anne-babaların çocukları da ertelemeyi dolaylı şekilde öğrenmiş oluyor. Kendisini düzene sokma becerisi yeterince gelişemeyen kişi, yapması gereken işi zamanında yapamıyor.Yarına bırakmamak için…İşinizi küçük parçalara ayırın: ‘Damlaya damlaya göl olur…’ Kocaman bir işi gözünüzde büyütmekle vakit kaybedeceğinize işinizi parçalara ayırın ve istediğinizle işe başlayın. Büyük bir işin üstesinden nasıl geleceğinize kafa yormaktansa idare edilebilir küçük parçalarla ilerleyebilirsiniz.Çevrenizden yardım alın: Diyete başlayanlara da yapılan tavsiyelerden biri bu… Karşılaştığınız problemlerin çözümünde dış kontrolün etkisini küçümsemeyin. Özellikle yapacağınız önemli işleri ertelememeniz konusunda yakınlarınızdan sizi uyarmalarını isteyebilirsiniz.Vaktinde biten işler için kendinizi ödüllendirin: İstemediğiniz bir işi zamanında tamamladığınızda kendinizi ödüllendirebilirsiniz. Zaten vaktinizi etkili kullanmayı alışkanlık haline getirdiğinizde kendinize zaman ayıracak ve gönül rahatlığıyla geçirebileceğiniz çok zamanınız kalacaktır.Kaybedeceklerinizin farkına varın: İşinizi son dakikaya bırakmanın sadece son dakikaları işkenceye çevirmekle kalmayıp tüm zamanınızı öldürdüğünün farkına varın. Ertelemelerle boşa geçen zamanı ve yapmak istemediğiniz işin sizden beklediği zamanı kıyaslayın. Ayrıca işi son dakikaya bırakmanın, kabiliyetlerinizin tamamını göstermeniz önünde engel olduğunu da aklınızdan çıkarmayın.

Süper Lig’in İskoç Ligi’nden farkı yok

$
0
0
Tuğrul Akşar, bir futbol ekonomisti. Bugün herkesin bir şekilde alaka duyduğu meşin yuvarlağı endüstriyel olarak inceliyor. Yeni çalışması ‘Krizdeki Futbol'da Türk futbolunun açmazlarını, bu hale nasıl geldiğini anlatan Akşar, “Kulüpler, başkanların iki dudağı arasında yönetilmez. Kulüplerin gelirlerinden çok giderleri var. Finansal kayıpları da kapatamıyorlar. Türk futbolu borçlanarak büyüyor.” ifadelerini kullanıyor.Türk futboluna ne oldu?Türk futbolu kırmızı ışıkta geçerken yakalandı. Geçmişte yaşadığımız sıkıntılar, 3 Temmuz’la dışa vurdu. 120 km hızla giderken duvara çarptık. Aslında bu, kendimize gelmek için bir fırsattı. Ama bunu teptik.Neden böyle peki?Aslında her şey futbolun parasallaşması ile ilgili. Endüstriyel futbol, kalitenin yükselmesi anlamına geliyor. Parasallaşmak ise endüstriyelleşmenin getirdiği olumlu ve iyi yönlerin çıkara dönüştürülmesi. Bu, futbolun bağışıklık sistemini çökertiyor.Nedir bunlar?Futbolun paydaşları var. 90’ların başından itibaren dijital yayınların gelişmesi, dünyada 4,5 milyar insanın peşinden koşmasına neden olmuştur. Futbola sermaye aktarılmaya başlandı. Ve futbol amacından saptı.Sermaye nasıl akıyor?Anti futbol unsurları ile: teşvik, şike, rüşvet, bahis. 1970’lerde futbol zanaat, futbolcularda zanaatkârdı. Ama 90’lı yıllardan sonra parasal gelişme futbolun yapısını değiştirdi. Bahis, futbolu saran kanserdir. Para, fair playı aldı götürdü.O yüzden mi her yol mubah görülüyor?Siz futboldaki maddî ödülleri bu kadar yüksek tutarsanız ona ulaşmak için her amaç da meşru görülür. Türk futbolu 600 milyon Euro’luk geliri ile Avrupa’nın 7. büyük ligi. Ama sportif anlamda 2000’den beri düşüş içinde. Yaklaşık 150 milyon dolar geliri olan Türk futbolu bugün 800 milyon Euro’ya yaklaşan geliri var. O yıllarda UEFA’da 7. sıraya, FİFA’da 21. sıradayız. Bugün UEFA’da 10. FİFA’da 53. sıradayız. Maddî anlamda artış varken sportif anlamda gerileme var. Demek ki Türk futbolu iyi yönetilmiyor.Yöneticiler ne yapıyor?Ellerine geçirdikleri para ile günü kurtarmaya çalışıyorlar. Bunun da nedeni biz futbolsever bir ülke değiliz. Biz takım taraftarıyız. En son U20’de tribünlerin boş kalması bunun bariz göstergesi. Yabancı futbolculara çok para vererek elde edilen başarı uzun vadede işe yaramıyor. Kulüpler, başkanların iki dudağı arasında yönetilmez. Kulüplerin gelirlerinden çok giderleri var. Finansal kayıpları da kapatamıyorlar. Türk futbolu borçlanarak büyüyor. Stratejik yapılanma hatalarımız var.Üç büyüklerin tröst olması değil mi biraz da futbolumuzu bu hale getiren?Bu sebep değil, sonuç. Türk futbolu kendini üç büyüklerin çatısı altında konumlandırmış. Bu düzenlenebilir. Gelir dağılımı dengeli olabilir. Büyük kulüplere sağladığınız sübvansiyon olanaklarını diğer kulüplere de yaparsınız.Ama bu hiçbir zaman olmadı.Evet olmadı. Süper Lig’in İskoç Ligi’nden bir farkı yok. Orada Glasgow Rangers ile Celtik arasında bir rekabet var, bizde de Galatasaray ile Fenerbahçe arasında. Bu, futbolumuzun uzun vadede ölümüdür.Ne yapmak gerek?Altyapıya yatırım yaparak rekabeti orada güçlendireceksiniz. Kulüp yönetimleri çok ciddî şekilde gerekli düzenlemeleri yapacak. Şimdi üç takımı lig çatısının üstüne, diğer 15 takımı alta yerleştirirseniz liginizin hiçbir değeri olmaz. Oligarşik bir yapılanma var. Bu statüko değişmediği sürece Anadolu kulüplerinin tutunma şansı yok, İstanbul’un egemenliği var çünkü.Bu egemenlik Türk futboluna başarı sağlamış mıdır?Türkiye’de 57 senedir profesyonel lig oynanıyor. 2000 yılındaki UEFA Kupası, ardından Süper kupa, 2002 Millî Takım’ın Dünya 3.lüğü bir de 2008’deki yarı final başarımız var. Bu kadar büyük parasal gelirden pay alan kulüplerin başarı sağlayamaması Türk futbolunu güdük kalmasına neden olmuştur. Devlet de bilerek ya da bilmeyerek reytingin ve popülizmin etkisi altında Beşiktaş’a, Galatasaray’a ve Fenerbahçe’ye destek verdi. Bu destek Anadolu takımlarına verilseydi belki daha fazla futbol kalitemiz artacaktı.Anadolu kulüpleri ne yapıyor peki?Futbol alım satımından, mevcut finansal gelirden pay almanın derdinde. Ama Bursa gibi şampiyon olmuş bir takım ertesi sene şampiyonluğu istemedi. Çünkü hazırlığı yoktu. Ertuğrul Sağlam gibi şampiyon bir hocanın gitmesi de ayrı bir soru işareti. Trabzonspor şampiyonluk kültürüne sahipti ama o da iç kavgalardan dolayı uzaklaştı. Bizim daha çok şampiyon çıkarmamız lazım. Anadolu kulüpleri kendini gözden geçirmeli.Ne yapmaları lazım?Anadolu’da gittiğiniz yöre halkı yaşadığı şehrin takımını desteklemiyor, başka bir takımı tutuyorsa burada çok ciddî bir kültürel problem vardır. Mantalitelerini değiştirmeleri lazım...Yazınızda da belirttiğiniz gibi Süper Lig’in özelleştirilmesi bu anlamda bir çözüm mü?Ligin mevcut statükosu değişmeli. Batı futbolunun gerekleri içinde olmamız lazım. Bir kere lig, futbol kulüplerinin kendi malı olmalı. Süper Lig AŞ kurarsın, 18 hisseye bölersin. Bugün kulüplerin kendi kaderlerini tayin hakkı yok. s.altintas@zaman.com.trFutbolcular eskiden arma için oynarlardı, şimdi isimleri için oynuyorlarFutbol endüstrisinde taraftar müşteri mi?Evet. Bu, ayıplanacak bir durum da değil. Galatasaray neden Ali Sami Yen'i bırakıp da TT Arena'ya gitti? Çünkü eskiden koltuk başına 75-80 Euro alırken bugün en az 250 Euro gelir elde ediyor. Taraftar, futbol tüketicisidir. Kulüp de ürün satmak için uğraşıyor. Denklem bu kadar basit... Ben müşteri olduğum için yayıncı kuruluş HD yayın yapıyor. Futbolcular kimin sayesinde bu kadar para kazanıyor? Taraftar-müşteri sayesinde kazanıyor.Futbolcular ‘kramponlu sanatçı' yani…Aynen… Eskiden formanın arkasında isim yazmazdı. Öndeki arma için oynarlardı. Ama şimdi ismi için, markası için oynuyor. Futbol bugün için şov, aynı zamanda ekonomi.Simon Kuper'ın “futbol sadece asla futbol değildir” sözünü biz nasıl anlıyoruz?Bunun böyle olduğunu iyi biliyoruz. Ama gereklerini yerine getirmiyoruz. Avrupalı, futbolu iş kolu olarak görüyor. Bu seviyeye gelmemiz gerek.Eduardo Galeano gibi siz de “Tanrı'ya güzel bir maç izleyebilmek için yalvarıyorum” diyor musunuz?Kesinlikle. Çünkü parasallaşma güzel futbolu öldürdü. Savaşlar genelde ekonomi yüzünden patlak veriyor. Futbol da savaş kavramları ile dilimizde. Kafalarımız futbola göre formatlanmış. Statların arena, futbolcuların asker, maçların savaş olmasından son derece rahatsızım.

Gerçek futbolseverin yaz aşkı

$
0
0
Türkiye ve Avrupa’nın önde gelen ligleri biteli epey oluyor ama biz ayrılığın acısını yeni yeni hissediyoruz. U20 Dünya Kupası, gerçek futbolseverler için keyifli bir “meyve tabağı” olmuştu ancak onu da geride bıraktık. Ilık bir pazar akşamına, futbol adına geriye ne kaldı?Aslında dünyanın pek çok ülkesinde futbol devam ediyor. Elbette, ekrandaki yeşil çim görüntüsüne tutkun olanlar için...Hepimiz bu ülke sınırları içinde bir takım tutuyoruz. Avrupa’nın 7 büyük liginde farklı renklere de sempati besliyoruz. Peki tüm bu kişisel futbol sevdası portföyümüzdeki takımlar bir kenara çekilip yaz hazırlıkları yaparken biz ne yapacağız?Kuzeyden saymaya başlayalımYazlık bir takım bulmaya ne dersiniz? Kuzeyden başlayalım... Danimarka Süper Ligi bu hafta sonu başlıyor. Ligde dev futbol yıldızları yok ancak kadro istikrarını benimsemiş 12 takım 33 hafta mücadele verecek. Son şampiyon FC Copenhagen, okunması zor ismiyle FC Nordsjaelland güçlü takımlar. Aalborg ya da Esbjerg ise orta sıraları sevenler için ideal görünüyor.12 takımlı Finlandiya’da 19. hafta geride kaldı. HJK Helsinki ile Honka 36’şar puan ve averajla ilk iki sırada. En yakın rakip 29 puanlı VPS... Heyecan arayanlara kapıları açık... Bu arada, tek takımın küme düştüğü ligin dibinde JJK Jyvaskyla ve 1982-83 sezonunda Kupa Galipleri Kupası’nda Galatasaray’a elenen FC Lahti var.Rusya’da da lig yeni başladı, 2. hafta maçları oynanıyor. Başkent Moskova’nın takımlarından birini seçmek istemeyenlere, Anzhi ve Zenit St. Petersburg gibi güçlü takımlar önerilebilir. Nehir havası hayal etmek isteyenler ise içinden ünlü Volga Nehri’nin geçtiği Nizhny Novgorod şehri takımı FC Volga’yı listeye ekleyebilirler...Bu hafta başlayacak olan Polonya Süper Ligi’nin adı Ekstraklasa... 14 kez şampiyonluğa ulaşmış iki takım; Gornik Zabrze ve Ruch Chorzow ile 12 şampiyonluğu bulunan Wisla Krakow güçlü adaylar. Öte yandan 2011-2012 sezonunda, 25 yıl aradan sonra ikinci şampiyonluğa ulaşan Slask Wroclaw’ın hikâyesi de ilginizi çekebilir.İlk haftayı geride bırakan Ukrayna Premier Lig, Avrupa’da aralıklarla karşılaştığımız pek çok takımın mücadelesine sahne oluyor. 1984’te Trabzonspor ile Şampiyonlar Ligi 1. turunda karşılaşan Dnipro Dnipropetrovsk; hem Galatasaray hem de Beşiktaş’a rakip olan Metalist Kharkiv; 8 kez Beşiktaş, 4’er kez Fenerbahçe ve Trabzonspor, 2 kez de Bursaspor ile karşılaşarak ülkemizi gezme fırsatı bulmuş Dinamo Kiev; Galatasaray’a karşı mücadele etmiş Karpaty Lviv ve elbette Shakhtar Donetsk arasından yazlık takım seçimi yapılabilir...Romanya’da lig ilk hafta maçları ile başlıyor. Bükreş takımları Steaua ve Rapid; Cluj’dan Universitatea ve CFR derbi heyecanı vaat ediyor ki Romanya’da oldukça ateşli tribünler önünde oynanan bu maçlar genelde yüksek tansiyon riski taşıyor.Tribün renkliliği arıyorsanız, Almanya’da 2. Lig yani Bundesliga II başlıyor. Sorun çıkarmaya bayılan taraftarıyla Dynamo Dresden ve “her şeye karşı” felsefesini benimseyen St Pauli’nin yanı sıra Köln, Kaiserslautern, Ingolstadt, Karlsruher, 1860 München ve Bochum gibi tanıdık takımlardan birini de seçebilirsiniz.İsveç’te ligin yarısına gelindi ancak puanlar oldukça yakın. Lider Örebro ile 15. IFK Varnamo arasında 21 puan fark var. Son sıradaki IK Brage ise 15 maçta sadece 5 puan topladı. Biraz desteğe ihtiyaçları var gibi görünüyor...Bulgaristan’da lig bu hafta başlıyor. Sofya takımlarının sayıca üstünlüğü sayesinde bol derbili bir lig bizleri bekliyor. Kapı komşumuzun CSKA, Slavia, Levski ve Lokomotiv takımlarının karşılaşacakları bu ateşli tribünlere konuk olarak gitmek bile mümkün... Ne de olsa Sofya İstanbul arası sadece 579 km...İsviçre yine ülkemizi ziyaret etmiş Basel, Grasshoppers, Young Boys, Zürich, Sion’un aralarında bulunduğu 10 takımlı bir lig ve ikinci hafta maçları ile devam ediyor.Her takımı desteklemek için bir nedenŞampiyonlar Ligi elemelerinde Fener-bahçe’nin rakibi olan RB Salzburg da bu hafta lig maçlarına başlıyor. Salzburg Formula 1, Nascar, hokey ve extreme sporlara yaptığı sponsorluklarla adını duyuran ve pazarlama iletişimi stratejisini spor üzerine konumlandıran Red Bull içecek markasının futbolda destek verdiği 4 takımdan biri. Diğer üç takım ise başka kıtalarda; Gana, New York ve Brezilya’da mücadele ediyorlar. Arkasına önemli bir marka desteği alan Salzburg’un bizi ilgilendiren tarafı elbette ki Fenerbahçe karşısında almalarını istediğimiz 2 mağlubiyet...Futbol sevdası için kıta değiştirmek isteyenlere, batıda Meksika Açılış Ligi ve ABD Ulusal Ligi sahuru beklerken; doğuda Avustralya bölgesel ligleri ve Japonya J-Lig ise sabah saatlerine denk geleceğinden, sizleri futbolsuz bırakmamak adına devam ediyor.Ancak hafta sonu gece uykusuz kalacaksanız, yıldızlar dolu Brezilya Seri A size mutlak futbol keyfi vaat ediyor. Alex’li, Deivid’li Coritiba lider... Kalesinde Jefferson’lu, efsane Garrincha’nın takımı Botafogo, tribün orkestrası ve son derece eğlenceli taraftarıyla Bahia, Neymar’sız kalan Santos, yeniden futbol oynama keyfini tattığını söyleyen Ronaldinho’lu Atletico Mineiro, eski Fenerbahçeli Andre Santos gibi yıldızlarla birlikte Bebeto’nun oğlu Mattheus Andrade’nin de forma giydiği Flamengo, Brezilya’daki en büyük taraftar kitlesine sahip Corinthians... Hemen her takımı desteklemek için bir nedeniniz olabilir.Yeni yıldızlar mı keşfetmek istiyorsunuz? Internacional’de forma giyen 23 yaşındaki Leandro Damiao’yu dikkatli izleyin. Bu futbolcuya biçilen değer 21 milyon Euro...Yazlık takımlar ve ligler, yaz aşkı gibidir... Sonunda ayrılık garanti olsa da kalbinizin bir köşesinde kalacaktır...Sizin yaz aşkınız kim olacak?İyi pazarlar... o.karacan@zaman.com.tr

Marmara Denizi’ni kurutalım

$
0
0
Ramazan’da İstanbul’un sûretine bir durgunluk, bir sükûnet, bir temkin hali gelmiş sanki bu sene; ben bunu hemen Ramazan’a bağladım ama okulların tatilde oluşunu, yazlıkçı takımının İstanbul’u kaçar gibi terkedişini de ihmâl etmemek lâzım galiba.Yine de Ramazan’ın daha bir gözle görünür hale geldiğini söyleyebilirim. Çok uzaklardan gelen bir yabancı, “Bu şehre bir şey olmuş; sıradışı bir şey yaşanıyor” diye düşünceye dalarsa bana göre sebebi Ramazan’dır. Geçen hafta günübirlik ziyaret için Şarköy’e gitmek icab etti. Giderken üç saat tutan yol süresi, dönüşte neredeyse 6 saati buldu. “Kimsenin aklına gelmez” gibisinden enayice bir fikirle sahilden arabalı vapurla karşıya geçmeye karar verdik. Meğer bizim gibi düşünen hiç de az değilmiş; anlayacağınız sahil yolunda yığıldık kaldık. Aa! Bakırköy’ü geçtikten sonra sahilde, denize doğru karınca gibi döneleyip duran sarı renkli iş makinaları dikkat çekiyor. İnşaatın yola bakan kısmı kapatılmış ama aralardan görünüyor. Müthiş bir faaliyet var sahilde. Denizi dolduruyorlar anlaşılan. “Kim yapıyor, ne yapıyor, nasıl yapıyor, niçin yapıyor?” gibi üzerime vazife olmayan sorulara cevap bulmak için bir bilgi tabelası aradım, şüphesiz vardır ama bulamadım. Aldı beni bir merak! Her günün mühimce bir kısmını –ne yazık ki- haber tarayarak geçirmek zorunda olan biriyim. İstanbul sahillerinden birinde denizi doldurarak yer kazanmak maksadıyla bir proje başlasın ve benim haberim olmasın? Elbette İstanbul’un imar işlerine bakan lonca şeyhi filan değilim, gözden kaçmış olabilir lakin bu araya kaynayıp gidecek ufak tadilatlardan birine benzemiyor pek. Kazlıçeşme ile Yenikapı arasında, sahilin en fiyakalı ve seyirlere seza sahilinde deniz dolduruluyor ve ben bundan tesadüfen gördüğüm için haberdar oluyorum. Hani o dakikalarda trafik hızlı aksa, muhtemelen fark etmeyeceğim bile.* Bu noktaya bir mim koyalım mı: İstanbullular o kadar çılgın, o kadar tezcanlı ve telâşlı bir ritimle koşuşturuyorlar ki sokakta, sair şeylere ayıracak dikkatleri kalmıyor. Günün birinde uzaylılar bir gece yarısı, sözün gelişi Galata Kulesi’ni söküp götürseler birkaç hafta sonra farkına varılır gibime geliyor. Herkesin seçici algısı, gündelik maksadına kilitlenmiş durumda. At gözlükleriyle koşuşturuyoruz İstanbul’da ve sadece görmek istediklerimizi görebiliyoruz.* O gün iftardan sonra ilk işim bilgisayarın arama çubuğuna “Yenikapı dolgusu” yazmak oldu. Karşımdaki ilk site yüze ve dudaklara dolgu yapan bir estetik merkezi olduysa da aradığımı buldum. Proje, elbette bir “kamu” projesi, hayli yeni; bu yılın bahar aylarında başlamış. Buna göre bir yıl içinde denizden 715 dönüm (Yaklaşık 100 futbol sahası) yer kazanılacak ve mevcut sahile eklenen bu yeni alanda büyük bir miting, gösteri, konser ve yeşil alan yapılacakmış.* Bu “yeşil alan” lâfına bayıldım; sen tut, İstanbul’un en güzel sahillerinden birini en az iki-üç kilometre boyunca kapat, toprak ve kaya doldur ve “kazanılan” yere çim, ağaç vesaire ekiver. Nedir, yeşil alan! Peki, dozerlerle saldırıya uğrayan “mavi alan” yani deniz n’olacak? Hiç itiraz eden, “yapmayın ağalar” diyen olmamış mı diyeceksiniz? Herkes benim gibi dünyadan bîhaber değil; Şehir Plancıları, İnşaat Mühendisleri ve Mimarlar Odası, “Tarihî yarımada’nın tabii doku ve siluetini bozacağı, arkeolojik ve tarihî miras alanlarını tahrip edeceği ve esasen trafikten arındırılması gerekirken tam aksine yarımadaya daha fazla araç çekeceği” gibi aklıbaşında gerekçelerle durdurma davası açmışlar. Bakalım ne olacak?* Buraya gelmişken basit bir test yapalım: Taksim Gezi Parkı’ndaki kışla projesi ile Yenikapı açıklarını doldurma projesini yan yana koyarak hangisi hakkında daha çok bilgi ve kanaat sahibi olduğunuzu kontrol eder misiniz lütfen? Gezi Parkı hakkında çok şey, Yenikapı dolgusu hakkında hiçbir şey bilmiyoruz ortalama hesapla. Bu vahim bilgi ve dikkat eksikliğinin sebebi şu: aslında kimsenin İstanbul estetiğini, tarihî varlıklarını, yeşil alanlarını dert ettiği filan yok. Gezi, siyasi bir hesaplaşma konusuydu; gereğinden fazla abartıldı ve bütün dünya basınının dikkatini çekti. Yenikapı dolgusu, Gezi Parkı’ndan daha vahim, daha ağır bir çevre tecavüzüdür bana göre (Bkz: Projenin fotoğrafları).* Yüz binleri alacak büyük bir miting, konser vesaire yerinden bahsediliyor; biraz insaf; daha bir ay önce 1 milyon kişiyi bir araya getiren Kazlıçeşme alanı, adı geçen dolgu yerine 1 km mesafede. Öyleyse denizi doldurmanın ne âlemi var?* Deniz doldurmak aslında pek de o kadar kötü bir fikir değil. İnsan düşündükçe, dolgu yoluyla İstanbul’a nasıl büyük hizmetler yapılabileceğini daha iyi anlıyor! Mesela hemen aklıma gelen dolgu projelerini takdim ediyorum. Fikir benden, uygulama hükümetten, karar ise yargıdan!..* 3. köprüyü hemen iptal edip Boğazları dolduralım meselâ. Köprüye gerek kalmaz. Zaten vapur işletemiyoruz doğru dürüst. Dolgu yerinin ortasına oniki şeritli Marmara-Karadeniz otoyolu yaparız. Sağına soluna benzinlikler, lokantalar, AVM’ler, Residence’ler... “Boğaz’ı doldurdun, gemiler nereden geçecek bre densiz?” diye celâllenmeyiniz hemen; Kanal İstanbul ne güne duruyor? Üstelik orada Montrö hükümleri de geçmeyecek. Her gemiden ücret alıp para basacağız resmen!* Kartal’la Yalova’nın arasını da dolduralım elimiz değmişken; insanlar geze geze akrabalarını görmeye gidebilsinler. 2020 Olimpiyatları için tesis yeri de bedavaya gelir. Bu arada Adalar’la İstanbul’un arasını doldurmayı da ihmal etmeyelim. Adalılar yalnızlık duygusundan kurtulmuş olurlar. Pek çok yeni arsa üretileceği için emlak fiyatları düşer, inşaat sektörü ivme kazanır.* Marmara Denizi’ni doldururken uçaklardan görülecek şekilde bol bol Türk bayrağı, ay-yıldız, Atatürk’ün profili, 16 Türk imparatorluğunun bayrakları gibi figürleri de işleriz. Vatanı ne kadar sevdiğimizi herkes görür, tüyleri diken diken olur; “Ben nereye geldim yahu?” diye ürpererek kendine gelir...* Biraz araştırınca gördüm ki zaten İstanbul’un Marmara sahilleri özellikle Anadolu tarafında, dolgu yoluyla hayli kapatılmış durumda. Bu durumda şahsen bizzat bulmuş olduğum çılgın dolgu projelerinin hemen uygulamaya geçmemesi için sebep kalmıyor. Haydi, elimiz değmişken kurutalım şu Marmara’yı; yeşil alan yaparız, ağaç dikeriz, bol bol TOKİ konutları dikeriz! a.alkan@zaman.com.tr

10 Numara

$
0
0
Yeni evime taşınmamın üzerinden beş ay geçti ve hâlâ apartman sakinlerini tanımıyorum. Ne adlarını, ne nüfuslarını, ne işlerini biliyorum. Üstelik merak alanıma da girmiyor. Asgari nezaket kuralları yetiyor bana. Mesleğimin bile kıramadığı asosyalliğimle gayet mutluyum.Gazetecilik her gün o kadar çok kişiyle muhatap ediyor ki sizi, bu kalabalığa komşularınızı ekleme ihtiyacı duymuyorsunuz. Evinizi bir huzur mağarası yapmışsınız, içinizdeki insanlarla gül gibi geçinip gidiyorsunuz.Bu yıl yabaniliğimi kırayım, bakalım neler olacak dedim. Taşındığım zaman karşı daireye bizim gazetenin geldiğini görünce, birkaç kez kapıda karşılaştığımız delikanlılara kendimi tanıtmıştım. Anladığım kadarıyla üniversite öğrencileriydi ama hangi okullara devam ettiklerini, nereli olduklarını konuşma fırsatımız olmamıştı. Onları davet etmek için Ramazan’dan daha güzel bir bahane olamazdı. Aşağı yukarı onlarla aynı yaştaki oğlumla birlikte kapılarını çaldık ve iftarı bizim dairede yapmak için sözleştik. Muhatabım, evin büyüğü konumundaki kişiydi ve adını ilk kez o zaman öğrendim. Cumartesi akşamı beş kişi geleceklerdi. Onlara, bir foto muhabirinin de aramızda olacağını ve muhabbetimizi okurlarımızla paylaşmak istediğimi söylediğimde “tamam” dedi “abi” kardeş. Karşılıklı teşekkürler edildi ve kapılar kapandı.Madem kırk yılın başında misafir ağırlayacağım, hakkını vermem lazımdı. Her seferinde bir şeyleri unuttuğum için kaç kez çarşıya gidip döndüğümü hatırlamıyorum bile. Sabahtan akşama kadar panik içinde çalışıp sofrayı donattım. “Her şey taze olsun, ocaktan, fırından yeni insin, kolaya kaçma, özen biraz” diye diye iftar saatine yaklaştık. Fakat komşularımdan ses seda yoktu. Herhalde son dakikada teşrif edeceklerdi. Ne de olsa gençlerdi, ziyanı yoktu.Maalesef gelmediler. Kapılarını çaldım, açmadılar. Belli ki evde değillerdi. Gelemeyeceklerine dair bir haber vermediklerinden ne yorum yapacağımı şaşırmıştım. Unuttularsa da ayıptı, vazgeçtilerse de. Başlarına kötü bir şey mi gelmişti acaba? Yok canım, Allah korusundu. Hepsinin birden aynı gün bahtı kararmamıştı ya! Herhalde geçerli bir mazeret bildirip özür dilerlerdi. Oğlum, böyle bir durumda “Asla yüzünü ekşitme anne” diye uyardı beni. Ona göre söyleyeceğim en ileri laf, “Çocuklar, size yakışmadı bu hareket” olabilirdi, zinhar hesap sorar tarzda konuşmamalıydım. Telefonda görüştüğüm annemse, hazırladığım yemekleri bir tepsiye koyup ertesi gün iftar saatinde onlara götürmemi istedi. 74 yaşındaki anneme, “Çılgın mısın nesin!” diye sesimi yükselttim. Annem beni duymazdan geldi, kapılarını çalıp ısrarla şöyle dememi istiyordu: “Gençler, sizler için hazırlamıştım bu yemeği, gelemediniz ama benim de sizsiz boğazımdan geçmedi. Lütfen buyrun, afiyetle yiyin.” Anneme, “Kusura bakma ama bu dediğini yapamam.” deyip telefonu kapattım.Oğlumla foto muhabiri arkadaşımı uğurlayıp kendimle baş başa kaldığımda ağlamamak için kendimi zor tuttum. Beklenenin gelmediği sofralar ne denli dolu olsa da insanın içini boşaltıyor. Hüzün de doğrusu en güzel öğretmendir. Sofrayı hemen toplayamadım. Kaldırmaya başlarsam tabakların, tencerelerin, bardakların, kaşık, çatal ve bıçakların çıkaracağı ses, hüznün sözlerini bastırabilirdi. Boş boş bakındım etrafıma. Hüznün tesellisi gecikmedi: Aslında bütün bu nimetlerin sahibi değil, kullanıcısıydım. Görünenin aksine, kendi çabamla elde etmemiştim hiçbirini, bana lütfedilmişti. “Söz verdiler, gelmediler” diye homurdanmak, “Bu bana yapılır mı?” demekti ki burada nefsin ustaca gizlediği bir kibir vardı. Öyleyse kalbimde kırgınlığın kırıntısı dahi olamazdı. Herkes nasibini alırdı.Sofranın üstündeki nesneler birden ömrümün özeti gibi göründü gözüme. Meğer fiillerimi ve sözlerimi koymuşum masaya. Acaba göksel bir zabıta denetlemelerde bulunsa, bana kaç puan verir, amirlerine nasıl bir rapor sunardı? Hani krallar, cumhurbaşkanları, başbakanlar bir yere davet edildiğinde önce gizli servis elemanları gider ve her şeyi inceden inceye kontrol ederler ya, aynen öyle sigaya çekiliyordum sanki.Her zaman duanın gücüyle Allah dostlarına yaldızlı davetiyeler gönderen ve ümitle korku arasında sallanarak onları bekleyen sen değil miydin diye soruyordu bir ses. Hayır cevabı veremiyordum çünkü o anda bile aynı duygular içindeydim. Bir yanım “Belli mi olur? Belki lütfedip abad ederler soframı” diye kanatlanırken, bir yanım “Yeterince fakir değilsin ki, dünyadan soyunmamış biriyle niye muhatap olsunlar?” diyordu. Elbette ki ümide daha meyyaldim ama bakalım eksik malzemeli, pişirme süresine ve usulüne tam uyulmamış bir hayat menüsüne itibar edilebilir miydi?Komşularım için hazırlayıp da yenmeden öylece duran yemeklere bakıp hüznümü dinledikçe ferahladım. Fiillerimle sözlerimin kendi değilse bile sonuçları güzeldir inşallah diyordum artık. Madem vuku bulan her şeyde bir hayır vardı, geçmişi değiştirmesem bile masaya yeni ekleyeceklerime biraz daha özen gösterirsem, Allah dostları öyle bir selam yollarlardı ki, sofram semaya dönerdi.Yatsı ezanı okunuyordu. “Bu ümidi sulamam lazım” diye kalktım masadan. Önce kap kacağı toplamalı, onları ait oldukları yere, bulaşık makinesi ile buzdolabına koymalıydım. Sofra temizlendiğinde hatırladım karşı komşumun kapı numarasını. 10 numaralı daireye, gelmeyişleriyle bana bu hisleri yaşattıkları için içimden teşekkür ettim. Kaderin ne olduğunu bilmiyordum ama değeri kesinlikle 10 üzerinden 10’du.Merak eden varsa söyleyeyim; 10 numara ne o akşam ne de daha sonra kapımı çaldı. Ama bunun hiçbir önemi kalmamıştı.

Ezana hasret yıllar

$
0
0
Dile kolay, bu ülkede 18 yıl boyunca ezan Türkçe okutuldu. Arapça ezan yasaklandı, okuyanlar para cezasına çarptırıldı, hapislerde yattı. Peki, Türkçe ibadet projesi nasıl hazırlandı, nasıl hayata geçirildi, nasıl tarihin tozlu sayfalarına gömüldü? Daha da önemlisi hedeflenen neydi? O döneme tanıklık edenler, Türkçe ezanın okunuşunun yıldönümünde yaşadıklarını anlatıyor.18 Temmuz 1932, Türkiye tarihinde karanlık bir dönemin başladığı gün. Ezanın Arapça okunması yasaklandı, yasaları delenler şiddet gördü, gözaltına alınıp hapis cezasına çarptırıldı. Gözünü dünyaya ‘tanrı uludur’ ile açan bir bebek, 18 yaşına bastığında duydu inandığı dinin asıl davetini. O günlerin üzerinden 63 yıl geçti ama yaşananlar zihinlerde hâlâ taze. Anlatılan her anı, ibretlik bir hikâye… Yaşananları dönemin ruhu içinde okumak gerekse de hâlâ aklın kabul etmediği ayrıntılar var: Türkçe ibadete neden ihtiyaç duyuldu, proje nasıl hayata geçirildi, nasıl rafa kaldırıldı... Sorular ışığında o döneme yeniden göz atalım. En baştan alalım, fikrin oluşma sürecinden.Tarih, 7 Şubat 1923... Mustafa Kemal Paşa, Balıkesir Zağnospaşa Camii’nde hayatında ilk ve son kez hutbeye çıkar; camilerin yatıp kalkmak için değil, ibadet ve taatle beraber din ve dünyaya dair neler yapılması gerektiğini konuşmak için var olduğunu anlatır. Paşa, bir saat 12 dakika süren hutbesinde milli egemenliğe geniş yer ayırır. Ankara’ya döndüğünde iki milletvekiliyle (Besim Atalay-Mustafa Fehmi Gerçeker) hutbenin içeriğini istişare eder. Gerçeker, Atatürk’ün değindiği temel meseleler üzerinde hutbe verebilecek din adamlarının bulunmadığını söyler. Paşanın cevabı anlamlıdır: “Mevzu, zannederim ki hatibin şahsi bilgisi ve tercihi meselesi değildir. Asıl mesele, dini manevi hayatımızın benimsediğimiz temel istikamette olmasıdır. Yani hutbelerden başlayarak Türkçe olması…”O günlerde gündem rejim değişikliği olduğu için bu konunun üstüne pek gidilmez; tekke, zaviye ve türbeler kapatıldıktan sonra yavaş yavaş olgunlaştırılır. Dini reformlarda ilk adım, 1926’da atılır. Göztepe Camii imamı Cemaleddin Efendi, şairlerin çevirdiği dualarla Türkçe namaz kıldırır ama tepkilerden dolayı devamı gelmez. Girişimi ferdi bir çıkış olarak görülen imam görevden alınsa da birkaç ay sonra imam hatip mektebi muallimliğine atanır. Bu sırada maaşında herhangi bir kesintiye gidilmemesi manidar.Yazar, siyasetçi İsmail Hakkı Baltacıoğlu, iki yıl sonra reform taleplerini yeniden gündeme getirir. ‘Dini ıslah beyannamesi’nde ibadetlerin Türkçeleştirilmesi hatta yeniden düzenlenmesi gerektiğini söyler. Önerileri arasında neler yoktur ki: Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler çıkarılmalı, kiliselerde olduğu gibi camilere ayakkabılarla girilmeli, müzik eşliğinde ibadet edilmeli… Radikal önerileri tartışılırken siyasi iktidar boş durmaz: Türkçe hutbeler hazırlatır, Müslümanlar tarafından en güvenilir kaynaklardan Sahih-i Buhari külliyatını Türkçeye çevirtir. Kur’an-ı Kerim’in tercümesi için Mehmet Akif görevlendirilir, külliyat için ise Ahmet Aksekili Hoca. Ancak İstiklâl Şairi, bu çabaların samimiyetinden kuşkulanarak aldığı ücreti iade edip vazgeçer. Sonrasında görev Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a verilir.Dolmabahçe’de görev dağılımıAtatürk, 1931’in son ayında Dolmabahçe Sarayı’nda büyük toplantı yapar. Aralarında Saadettin Kaynak, Hafız Burhan gibi hafızların bulunduğu dokuz kişilik bir komisyonla görüşür. O gün Türkçe ibadet için düğmeye basar, heyeti karşılayan dönemin milletvekillerinden Reşit Galip, hafızlara birer Türkçe Kur’an verip yol haritasını anlatır. Sonrası malum; ilk ezan, 29 Ocak 1932’de İstanbul Yerebatan Camii’nde okunur, temmuzda Diyanet’in fetva niyetine yayınladığı bir genelgeyle yurtta Arapça ezan okunması tamamen yasaklanır. Gazetelerde geniş yer bulur bu uygulamalar. Fatih Camii’nde okunan ezandan sonra Cumhuriyet Gazetesi olayı sayfalarına şöyle taşır: “Dün gece Ayasofya’da toplanan 40 bine yakın kadın, erkek, Türk Müslümanlar, on üç asırdan beri ilk defa kendi lisanlarıyla ibadet etti. Ulu tanrının ulu adını, semaları titreten vecd ve huşu ile dolu olarak tekbir ederken her ağızdan çıkan bir tek ses vardı. Bu ses, Türk dünyasının tanrısına kendi bilgisiyle taptığını anlatıyordu.”Olay medyaya böyle yansır ama madalyonun diğer tarafı farklıdır. Toplum tepkisiz kalmaz yaşananlara. Şikâyetler artar, eylemlere dönüşür. İlk büyük tepki Bursa’dan gelir. Cemaatin Ulucami’de toplanıp durumu protesto etmesi üzerine Atatürk, yurt gezisini yarıda kesip otomobiliyle 5 Şubat 1933’te şehre gelir. Yayınladığı bildiride mevzunun din değil, dil olduğunu anlatır. Zar zor dağıtılır cemaat. Arapça ezan okuyanların cezalandırılacağı, hatta idam edileceği söylentileri yayılır kulaktan kulağa.Arapça ezan okunmasın diye yasa çıkarıldıYıl 1941... Camilerin cemaate hasret kaldığı dönemde beklenmedik bir gelişme yaşanır. Bir ezan mağduru Yargıtay’a başvurup yasakların kanundaki yerinin gösterilmesini talep etmiştir. Yargıtay mağduru haklı bulur, mahkemeler Arapça ezan okuma suçunu işleyenleri serbest bırakır. Gökkubbenin altında yeniden Arapça ezanlar yükselmeye başladığı sırada ‘dur’ der iktidar: 2 Haziran’da Devrim Kanunu çıkarılıp Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hapis, 10 liradan 200 liraya kadar para cezasına çarptırılacaktır. Bu uygulamalar 16 Haziran 1950’ye kadar, tâ ki Demokrat Parti ezanın yeniden Arapça okunabilmesi için yasa çıkardığı güne kadar sürecektir. Ezanın Türkçe okunması yasaklanmaz ama o günden sonra bir daha ‘Tanrı uludur’ sesi yükselmez minarelerden.‘Müslümanlık Türk dinidir’Ayhan Yıldırım, editörlüğünü üstlendiği Ezanın Yasaklı Yılları kitabında Gazi Mustafa Kemal ile Reşit Galip’in Dolmabahçe’deki çalışmalarında şu dört madde üzerinde karar kıldıklarını anlatır:Müslümanlığın bir Türk dini olduğu ispat edilecek.Dinde ibadetin Allah’la kul arasında bir kalp bağlılığı olduğu tezi inkişaf ettirilecek.Kulun, tanrısına ibadet ederken söylediklerini kalbinden söylemesi lazımdır; bunun için dualar anadilde yapılmalıdır.Bu fikirde ittifak hâsıl olduktan sonra duaların Türkçeleştirilmesi hususunda bir iş bölümü yapılacak.Arapça ezan yasağı nasıl kaldırıldı?Mustafa Armağan, Bir Devrin Yazılmayan Gerçekleri’nde Adnan Menderes’in başbakan olduktan sonra ilk icraatının ezan yasağını kaldırmak olduğunu anlatır. Hükümeti kurduğu 2 Haziran’dan sonra grubundaki ilk güven oylamasına partisinden 163 milletvekili katılmaz. 5 Haziran’da Zafer ve Son Posta Gazetesi’ne verdiği röportaj, başa gelirken ‘halka mal olmamış inkılapları’ tasfiye edeceğinin habercisi: “Arapça ezan yasağı Atatürk zamanında taassupla mücadele mecburiyetinden doğdu. Artık o tedbirlerin devamına gerek kalmadı.” Açıklamadan 11 gün sonra DP Meclis grubu basına kapalı yaptığı toplantıdan sonra ezan yasağını kaldıracak madde teklifinin ertesi gün Genel Kurul’a getirileceği bildirilir. Tekliflerde Türkçe ezan uygulamasının din ve vicdan özgürlüğüne baskı olduğu vurgulanır. Ertesi gün yasa gündeme geldiğinde hararetli tartışmalar yaşanır ama kimi CHP’li vekillerin de desteğiyle ‘utanç yasası’ tarihe gömülür. Menderes’in, başa gelirken Türkçe ezanı kaldıracağının sözünü verip vermediğini merak edenler için söyleyelim. Seçim öncesi konuşmalarında Türkçe ezana değinmez ama irticai tahrike izin vermeyeceğini, din ve vicdan özgürlüğünün gereklerini yerine getirip okullara din derslerinin konulacağını, din adamlarını yetiştirecek yüksek kurumları faaliyete geçireceklerini bildirir.Yasak kalkınca ezanlar ağlayarak okunduEzanın Türkçeleştirilmeyen tek kelimesi ‘felah’tır. Anlamı kurtuluş olduğu için yanlış anlamalara mahal vereceği düşüncesiyle dokunulmaz.Arapça ezan yasağı Meclis gündemine geldiğinde enteresan bir olay yaşanır. İktidarı döneminde bu kanuna itiraz eden herkesi Atatürk devrimlerine karşı geliniyor gerekçesiyle cezalandıran CHP, yeni düzenlemede Demokrat Parti’ye destek verir. Seçmeninden tepki almamak için yönetim grup kararı almayıp milletvekillerini serbest bırakır.Türkçenin konuşulmadığı Doğu’daki Kürt köylerinde Türkçe ezan okutuluyordu. Türkçe ezan Türkler için din sorunuyken, Kürtler için hem din hem dil sorunuydu.Dolmabahçe Sarayı’nda müftülere verilen Kur’an-ı Kerim, Albay Cemil Said’in çevirisi. Arapçadan Fransızcaya çevrilen kitabın Türkçeye çevrilmiş hali.Arapça ezan yasağı kaldırılır kaldırılmaz müezzinler hıçkırıklara boğularak Ezan-ı Muhammediye’yi okur, cemaat sokaklara dökülür, gözyaşları içinde birbirine sarılır. Hatta kimi camilerde ezan üç-dört kez üst üste okunur, şükür duaları edilir.27 Mayıs darbesinden sonra bildiriyi okuyan Alparslan Türkeş, basına verdiği röportajlarda Türkçe ezana dönüleceğini söyler: “Ezanın Arapça okunması hakkındaki kararın iktidara gelir gelmez, ilk iş olarak ele alınması ve sonra anayasa dilinin ağdalaştırılması hareketleri bizlerde, samimiyetsiz ve Atatürk inkılaplarına cephe almış bir iktidarın iş başına geldiği kanaatini uyandırdı.”Mustafa Sabri Loğoğlu (86): İmam babamdan Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenemedimÇocukluğum, gençliğim Osmaniye Kadirli’de geçti. Babam imamdı. Eğitim gördüğü süreçte medreseler kapatılmış, fetva makamında hoca olmamasına rağmen 16 yaşında köyümüzde imamlığa başlamış. O dönem yedi-sekiz köye bir cami düşer, orada da ezan Türkçe okunurdu. Normal vakit namazlarına kimse gelmez, cuma günleri ise her köyden üç-beş kişi gelir, cemaat öyle oluşurdu.70-80 kişilik cami dolmazdı çoğu zaman. Jandarmalar belirli periyotlarda gelip köyü denetler, Diyanet’in hutbelerini getirirlerdi. Ancak babam, bu hutbeleri hiçbir zaman okumadı. Köy camisi olduğu için çok fazla üzerinde durmuyorlardı sanırım. Babam imam olmasına rağmen Kur’an-ı Kerim okumayı bana öğretemedi.Annem soruyordu, niye okutmuyorsun diye. ‘Ben imamım, hükümete bildirirlerse tutuklarlar’ diyordu. Dini konularda dersler verildiğinde jandarmalar gelip ifade alırlardı çünkü. Korktu mu, zor mu geldi, bilemiyorum. 1945’ten sonra ortam biraz yumuşadı, çocukları okuttu ama ben evli barklı adam olmuştum.Okumayı sonradan amcalarımdan öğrendim. Vilayetimizde elif cüzü bulunmuyordu o zamanlar. Maraş’ta gizli gizli basılıp katırlara yükleniyor, köye getiriliyordu. Yolda askerler yakalayınca taşıyanları perişan ediyordu.Mehmet Özdemir (82): Hacca gidilmesine izin verilmiyorduSarıdavut köyünde (Muş-Malazgirt) Arapça ezan okuma yasağına uyulmuyordu. Ancak bizim sorunumuz başkaydı: Hacca gidilmesine izin verilmiyordu. Babam Hacı Salih, hacca gitmeye niyetlendi, köyün ileri gelen altı dostuyla at kiralayıp kutsal toprakların yolunu tuttu.Suriye’de Şeyh Ahmet Haznevi Hz.’nin evinde 400 kişiyle beraber toplanıp hac görevini yerine getirdi. Beş ay ortalıklarda görünmediği için askerler şüphelendi. Gelip sürekli bize soruyorlardı, nereye gitti diye. Ticaret adamıdır, nereye gittiğini bilmiyorum, diyordum.Köye dönünce Kürtçe bilen bir tercüman getirip sorguya çektiler, hacca gittiğini öğrendikten sonra hükümetin izni olmadığını bilmiyor musun, deyip kızdılar. Babam, hükümetin izni yok ama Allah’ın emri var, diye cevap verdi. Karakola götürdüler, bir ay hapis cezası olduğunu söylediler.Ancak babam bölgedeki aşiretlerin işveren, saygın isimlerinden biri olduğu, cezaevinde yattığı takdirde köylülerin mağdur olacağını düşündükleri için cezayı kendi inisiyatifleriyle ev hapsine çevirdiler. Kibarca göz önünde görünme, dediler. Bir ay sonra kendisinden yemek sözü isteyen hâkim, savcılara geniş bir sofra kurdu, olay unutuldu.Ali Yıldırım (104): Ezan okumadığımı kimse anlamadı1936 ile 1978 yılları arasında Beşiktaş Yahya Efendi Camii’nde imamlık yaptım. O dönem çevremizdeki bütün camilerde Türkçe ezan okunuyordu, bir ben okumadım. Camimiz küçüktü, etrafında pek ev yoktu, o yüzden belli olmadı. Müezzin olmadığı için caminin içinde Arapça ezan okur, kamet getirip namaza dururdum.Baskılardan dolayı insanlar camiye gelmeye korkardı, illallah demiş, namazdan soğumuştu. Çoğu kez sabah, yatsı namazlarını tek başıma kıldım, diğer vakitlerde tramvay deposunda çalışan iki-üç kişi gelirdi.Müftülük, hutbelerin konularını gönderir, onun dışına çıkılmamasını salık verirdi. Çok fazla din-diyanet içermediği için ona da uymazdım. Korkmuyordum. Ne olacaktı ki? En fazla başka bir camiye sürerlerdi. Allah’a şükür, hiçbir sıkıntı yaşamadım. Mevlit okutmak için kaymakama dilekçe verilen bir dönemdi.Yolda birini takkeyle gördüklerinde hemen başından alır, yırtıp atarlardı. Bir de tokat atarlardı, şapka takmıyor diye. Cenaze vakitlerinde merhum taşınırken imam cübbesini giyip ona eşlik edemezdi. Camiler hariç hiçbir yerde giyilmesine izin verilmezdi.İmam cübbesini bir torbaya koyar, mezarlıkta çıkarıp giyerdi. Duaları kısa okur, cübbeyi tekrar torbaya koyup camiye getirirdi.Kadir Tavuz (85): Kur’an okurken askerler baskın yapardıBursa Orhan-gazi’de doğup büyüdüm. Mektep bittikten sonra 15 yaşında işe başladım. Yalova’ya, İstanbul’a beygir arabasıyla sebze, meyve taşıyordum. Bir nevi nakliye işi. Neler yaşamadık ki? Ramazan’da davul çalmak bile yasaktı, din eğitimi almak için camiye gidemezdik.Hiç unutmam 8-9 yaşındayım. Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenmek için cami imamımız Bahri hocanın evine gidiyorduk.Bir arkadaşımızı bahçenin girişine nöbetçi olarak dikiyor, askerler gelince gelip bize haber veriyordu. Çoğu kez evin arka bahçesinden kaçtığımızı hatırlıyorum.Evi arar, hocayı karakola götürürlerdi. Baskılar artınca evine gidememeye başladık. Sonrasında öğrendik ki askerler ‘Kur’an-ı Kerim okutmayı öğretmeyeceksin’ diye baskı yapıyormuş.Bu yüzden kaç kere soruşturma geçirdi. Erken yaşta çalışmaya başladığım için Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenemedim. Şimdi eşim okuyor, ben dinliyorum. Köyümüzün camisinden yükselen ‘tanrı uludur’ sesleri hâlâ kulağımda çınlıyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live