Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Devlet, her dönem kendine düşman bulur

$
0
0
Dünya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve başyazarı Osman Saffet Arolat, geçen sene başkan olarak başına geçtiği Çanakkale Dardanelspor’u bu yıl şampiyon yaparak 3. ligden 2. lige çıkardı.Çok yönlü kişiliğiyle tanınan, gençliğinde öğrenci liderliği yapan Arolat ile yalnızca Dardanelspor macerasını konuşmak olmazdı elbet…Meslekte yarım asrı devirmiş usta bir gazeteci Osman Saffet Arolat. Abdi İpekçi’nin öğrencisi, Deniz Gezmiş’in ‘ağabeyi’, siyasi görüşleri farklı olsa da Süleyman Demirel’in yakın dostu, sanatçı Metin Arolat’ın öz amcası. Gazetecilik, radyoculuk, siyaset, sinema, tiyatro, spor gibi birçok alanda başarıya imza atmış olsa da Arolat’ın gönlünde iyi derece yabancı dil bilmek ve dünya gündemini takip eden bir gazeteci olmak yatıyormuş meğer.Çanakkale Dardanelspor eski Başkanı Niyazi Önen, 21 yıl sonra görevi size devretti. Onca yıl sonra neden böyle bir karar alındı?Geçen sene meslek hayatımın 50. yılını kutlamak maksadıyla küçük bir arkadaş grubuyla bir araya geldik. Bir ara laf dönüp dolaştı Niyazi Önen’in başkanlığına geldi. İçlerinden biri ‘Yahu amma uzun süredir başkanlık yapıyorsun.’ diyerek takıldı Niyazi’ye. O da, ‘Yakında görevi Osman ağabeye bırakacağım.’ dedi. Niyazi bırakacağım deyince ‘Kabul ederim ama para işine karışmam, sen ödersin.’ dedim. O da kabul etti.Takımı geçen sene devraldınız bu sene şampiyon oldu…Bunda teknik direktör Tamer Tuna’nın payı büyük. Tuna ikinci lige çıkarttı takımı.Başarı nasıl geldi peki?Genç bir takım. Oyuncu yetiştirmeye yönelik bir sistem, ekonomik bir model bu. Final maçında 18 oyuncu vardı listede. Bunların 10’u altyapıdan. 13-14 yaş takımında satranç ve İngilizce dersine başladık. Şu anda 150 kadar oyuncu tesislerde kalıyor.Ajax yıllardır bu modeli uyguluyor…Evet. Benzeri bir modeli uygulayabilirsek doğru bir iş yapmış oluruz. Çünkü o liglerdeki kazançla bu işlerin dönmesi mümkün görünmüyor. Birinci lige yükselirsek Dardanel büyük takımların yüksek maliyetle yaptığı işi çok fazla para harcamadan yapabilir.Süper Lig takımlarında bile böylesi vizyona rastlamak güç…Prof. Dr. Kenan Mortan çok ilgileniyor oyuncularla. Tamer Tuna ise yeniliğe açık bir teknik direktör. Keyifli bir uğraş, hobi diye bakıyoruz futbola.Hobi diyorsunuz ama neredeyse her maçı izlemeye gidiyorsunuz. Bunca işin arasında yorucu olmuyor mu?Asbaşkanken yılda 20 maç izliyordum. Bu sene 23-24 maç izlemek durumunda kaldım. Hafta sonu olduğu için kafa boşaltıyorum.Yeniden birinci lige çıkabilir misiniz?Bizim gibi takımların esas itibarıyla PTT liginde olması gerekir. Ama biz geçmişte Süper Lig’e çıkıp 3 sene oynadık. Kendi içinde dengeleri olan oturmuş bir takımız. Çok da iyi bir altyapıya sahibiz. Bazı ufak tefek desteklerle bu sene ya da gelecek sene çıkabilir diye düşünüyorum. Bunun için fazla engelimiz yok.Ünal Aysal ikinci kez başkan seçildi. Bir kulüp başkanı ve eski bir Galatasaraylı olarak ne düşünüyorsunuz?Kendi modeli olan bir başkan ve bu modeli yürütmeye çalışıyor. Biraz fazla yabancı topçu alıyorlar. Bana göre bu sistemin biraz değiştirilmesi gerekiyor.Neden üç büyükler değil de Çanakkale Dardanelspor?Büyük kulüplerde ilişkiler o kadar farklı ki, o ilişkiler içerisinde kendi meselenizi anlatmanız zor.Sinema, tiyatro, gazetecilik, siyaset, radyoculuk, antrenörlük gibi birçok meslek dalıyla ilgilendiniz. Hâlâ isteyip de içinizde ukde kalan bir iş var mı?Çok daha iyi bir dil bilip dünyayı gezen ve dünyada gündemini aktaran bir gazeteci olmak isterdim.Yıllar önce rol aldığınız bir sinema filminde Celal Bayar’ı canlandırmışsınız. Farklı siyasi görüşlere sahip bir lideri canlandırmak nasıl bir duyguydu?Size bir rol veriyorlar, o noktada tek düşündüğünüz şey o rolü en iyi şekilde aktarmak oluyor. Görüşlerimiz farklı olsa da insanları anlamakta zorlanmadım. Zamanında çok sert eleştirdiğim insanlarla sonrasında sağlam dostluklarım oldu. Örneğin Sayın Süleyman Demirel… Gençken ‘Morrison Süleyman yolculuk ne zaman?’ diye sokaklarda bağırırdık. Yasaklı olduğu dönemde kendisiyle bir röportaj yaptım. Süleyman Bey çok beğendi o röportajı. Sonra dostluğumuz çok ilerledi. Bütün mesele diyaloğu devam ettirebilmek ve belli kızgınlıkları terk edebilmek.Dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın 1971 ihtilali dönemindeki ‘ülkeyi o hale getirenler’ adlı 38 kişilik listesinde sizin de isminiz geçiyormuş. Kendinizi ülkeyi o hale getiren biri olarak hissettiniz mi?Hayır. Bu tamamen devletin belli dönemlerde belli kadroları imha planıyla ilgili bir durum. Devlet her dönem kendine bir düşman ilan ediyor ve onlarla mücadele ediyor. O dönem düşman bizdik.Gençlik döneminiz Deniz Gezmiş ile aynı döneme denk geliyor. Tanışıklığınız var mıydı?Benim tilmizlerimden biriydi. Sonra siyasi açıdan gruplarımız ayrıldı.Deniz Gezmiş o dönemin gençlik hareketinin önemli önderlerinden biriydi. Kimilerine göre kahraman kimilerine göre birçok suça bulaşmış biri. Siz ne düşünüyorsunuz?Her dönemde insanların yaptıkları şeylerin yanlış ya da hatalı olması mümkün. 600 bin kişilik ordusu olan bir ülkenin yapısını Filistin’e giden 8 gerillayla değiştireceğiniz ütopyasındasınız. Bu ütopya tabii geri tepiyor. Ama bana göre o dönemin lideri Deniz’den ziyade Harun Karadeniz’di.68 kuşağı gençlerinin en önemli özelliği neydi size göre?68’in bütün öğrenci liderleri kendileri için değil dünya için ve işçi sınıfı için bir şeyler yapmaya çalışırdı. Dünya ve Türkiye’yi değiştirmek gibi bir ütopyaları vardı.Gezi eylemlerini göz önüne alırsak o günün gençlik hareketiyle bugünkü arasında ciddi farklılıklar var mı?Kesinlikle. Bizim zamanımızda esas talepler kendinize değil topluma yönelik olurdu. Bugünkü olaylarda gençler kendi bireysel özgürlük alanlarını genişletmek için harekete geçiyor ve birey bazında bu işi yapmaya çalışıyorlar. Bizim modelimiz daha yumuşaktı. Kendi dışımızdaki olaylarda bile çözüme yardım etme amaçlı hareket ederdik. Kendi çıkarımızı, özgürlüğümüzü genişletmek değil ülkede önemli gördüğümüz sorunları halletmeye çalışırdık. Örneğin, bir ara Ortaca ilçesinde Alevi-Sünni çatışması vardı. Kalktık gittik. 3 gün orada kaldık. Tarafları bir araya getirip barışmalarını sağladık.Gezi eylemleri gençliğinizde olsa olaylardaki duruşunuz nasıl olurdu, şiddete başvurur muydunuz mesela?Protestoya katılan bir birey olurdum elbette ama benim öyle olmayacağım kesin. Eylemde daha pasif bir yerde olurdum. Şiddete baş vurmazdım.Zamanında Türkiye İşçi Partisi’nde aktif siyaset yapmış biri olarak bugünün İşçi Partisi’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?Başka bir parti var şimdi. Doğu Perinçek uzun erimli siyaset yapmayı becerdi. Ama bana göre o siyaseti sürekli yapısal değişikliklere uğratarak yaptı. Kimi zaman Kürtçü kimi zaman Arnavutçu kimi zaman Çinci gibi gözüktü. Şimdi de aşırı milliyetçi olarak gözükerek bunu sürdürüyor. Bu benim modelim değil. Herkesin modeli kendisine.Gazetecilik hayatınız neredeyse hep üst düzey yöneticilik yaparak geçti. Yönetici olarak yaratılmış gibisiniz…Esnek ve insanlarla iletişimi çok yumuşak olduğumdan dolayı yöneticiliğe sistem itti beni. Ama hiçbir zaman muhabir olma özelliğimi kaybetmedim. Hâlâ arada haber yaptığım oluyor.Yirmi yıldır Dünya Gazetesi’ndesiniz. Bu kadar uzun süre aynı gazetede çalışmanızın özel bir nedeni var mı?Burası sakin bir liman. Gazetecilikte kötü günler yaşandığı bir dönemde göreve başladım Dünya’da. Böylesine sakin bir limana gelmiş olmak tabii yaşın da kemale erdiği bir dönemde önemliydi.Daha ne kadar devam edeceksiniz?Bu benden ziyade sisteme ve patrona bağlı. Eğer bu yapıda benim işe yaramazlığım ortaya çıkmaya başlarsa bu herhalde bana hatırlatılır, ben de o zaman izzet-i ikbal ile yer değiştiririm.Metin para batırmayı çok sever!Bu arada, sanatçı Metin Arolat yeğeninizmiş...Evet. Ünlü mimar Emre Arolat da yeğenim olur. Nerede Arolat soyadı görürseniz akrabamızdır.Dinler misiniz kendisini?Hayır. Ama bir kere yemeğe gitmiştik, dönüşte arabada çaldı CD’sini. ‘Oğlum sen sigara içiyorsun, hiçbir müzik tahsilin yok. Bu ne biçim şarkıcılık?’ dedim. ‘Amca dinle bak ne güzel şarkı.’ dedi. İnsanların mesleklerini yaparken o mesleğin eğitimini alması gerektiğini düşünürüm. Allah vergisi yeteneğe sahipseniz o başka ama Metin onlardan biri değil.Bunu kendisine de söylediniz mi?(Gülüşmeler) Tabii. Manken bir kızcağızı klibinde oynattı öyle meşhur oldu. Şimdi hâlâ klip çekerek para kazanıyor. Emre, ‘Mesleğimde iyi bir yere geldim ama hâlâ soyadımı duyanlar bana Metin Arolat’ın neyi oluyorsun diye soruyorlar, Osman Saffet Arolat’ın neyi oluyorsun demiyorlar.’ diye gülerek bana yakınırdı. Metin biraz kenara çekilince bu durum biraz değişti. Ama inşallah yakında yeni bir albümle çıkar ortaya. Yine bizi ezer.Var mı öyle bir niyeti?Var. Çünkü bir yandan reklam filmi çekip para kazanırken diğer taraftan albüm yapıp bu parayı batırmayı çok seviyor. (Gülüşmeler)Yaşar Kemal bir buçuk ay konuşmadı benimleAnt Dergisi’nde yazı işleri müdürüydüm. Yaşar ağabey (Kemal) de hem derginin patronlarından biri hem de yazarıydı. Çok güzel röportajlar yapardı, severek okurdum. Bir de haftalık makaleler yazardı ama makalelerinde hep birbirine benzer konuları ele alırdı. Bir gün Yaşar ağabey yazısını getirdi masaya koydu ‘Al ulan.’ dedi. Okudum, ‘Ağabey teksirle mi yazıyorsun bu yazıları hepsi birbirine benziyor.’ dedim. ‘Sen yine röportajlar yapsan.’ dedim. Çok kızdı ve bir buçuk ay konuşmadı benimle. Haklıydı tabii. Böyle bir cahillik genç yaşta yapılır ancak. Türkiye’nin en büyük yazarlarından birine sen bunu fotokopiyle mi yapıyorsun diye soruyorsun. Saçmalık işte.Demirel: Farkında değilsin galiba, ben sağcı bir liderim!Ankara’ya her gittiğimde Süleyman Demirel’i ziyaret eder, gece yarılarına kadar sohbet ederdik. Bir gün, ‘Sen normal gazeteciye benzemiyorsun. Bana backgroundunu söylesene.’ dedi. ‘1966’da teknik üniversitede açılış yapmaya gelmiştiniz, salonda pankartlar açarak sizi yuhalayan bir grup vardı. O grubun lideri bendim.’ dedim. ‘Bak şimdi aynı yerdeyiz.’ dedi. ‘Yok, şimdi de aynı yerde değiliz.’ dedim. ‘Faruk Sükan’ın bizim nefeslerimizi koklamasının yanlış olduğunu, milli cephe kuruluşlarının ve ‘Sağcılar adam öldürmez!’ lafının yanlış olduğunu söylerseniz aynı yerde oluruz, yoksa olamayız.’ dedim. Bunun üzerine ‘Yanlıştı onlar.’ dedi. ‘O zaman çıkın söyleyin bunu.’ dedim. Elini omzuma koydu, ‘Sen farkında değilsin galiba. Ben sağcı bir liderim.’ dedi.

Ses getirecek bir eylemle ölmek istiyorum

$
0
0
Mehmet Güvel, DHKP-C’den tutuklu mahkumların aileleri tarafından kurulan TAYAD’ta aktif olarak çalışıyor. Gezi Parkı olayları sırasında örgütün stratejik olarak eylemsizlik kararı aldığını belirten Güvel, illegal yapıya kayanlar için, “Ortadan kaybolurlar. Biz de hiç arkasını arayıp sormayız. Örgütte fazla soru sormak makul karşılanmaz.” diyor.Gezi Parkı eylemleri sırasında herkes silahlı ya da bombalı bir provokasyon ihtimalinden endişe ediyordu. Kalabalıkların içerisine karışanlarda, “Taksim, ya kanlı 1 Mayıs 1977 gününü tekrar yaşarsa?” şeklinde bir korku hakimdi. Eylemler sırasında konuştuğum bazı DHKP-C sempatizanları, örgütün merkez komitesinin toplandığını, Gezi olayları boyunca illegal bir eylem yapmama kararı aldıklarını söylemişti. Böylesi bir silahlı ya da bombalı eylem, Gezi Parkı sonrasında ortaya çıkan puslu havanın ülke geneline yayılmasını önleyebilir, örgüt için son derece olumlu olan bu atmosfer bir anda dağılabilirdi. Böyle bir kararın alındığını, bir dönem Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) başkanlığı yapan ve şu anda örgütün legal alanındaki en aktif üyelerinden biri olarak faaliyet gösteren Mehmet Güvel de doğruladı. Güvel, konuyla ilgili şunları söyledi: “Zaten halk ayaklanmıştı. Önemli olan onları iyi yönlendirebilmekti. Sen onlara doğru slogan attırırsan, eylemcilere yön verirsen bu yeter. Örgüt, bu yüzden kanlı bir saldırı yapmama kararı aldı. Dikkat ederseniz DHKP-C, Erdoğan’ın şahsı adına slogan atmaz. Bizim hedefimiz kişilerden ziyade kurumlardır, sistemdir.”‘Bu halktan adam olurmuş, yanılmışız!’Gezi Parkı olayları, Güvel’e göre başta DHKP-C olmak üzere diğer illegal yapılardaki birtakım algıları değiştirdi. “İçimizden bazılarında ‘Bu halktan adam olmaz, bu halkla devrim yapılmaz.’ görüşü hakimdi ama gördük ki bu halktan her şey olurmuş!” DHKP-C’nin eylemsizlik kararı aslında yeni bir strateji değil. Örgüt, 1996 yılında da aynı yöntemi uygulamıştı. Hapishanelerde ölüm oruçları sürerken dışarıda herhangi kanlı bir bombalı saldırı yapmama kararı alınmış, olası bir eylemle ölüm oruçlarının gölgelenmesi önlenmişti. Günlerce süren Gezi Parkı protestoları da DHKP-C’nin arayıp bulamadığı bir atmosfer oluşturdu. Polisle karşı karşıya gelen, gaz yiyen ve yaralanan her eylemci, devlete karşı büyük bir kin duymaya başladı. İllegal örgütler de bu durumdan faydalanıp yeni militanlar devşirdi, mevcut aktif üyeleri de sokak eylemleri sayesinde diri tuttu. Ayrıca bazı polislerin uyguladığı orantısız güç sonrasında, örgüt elemanları, polise karşı daha da büyük bir kin ve nefret beslemeye başladı, “Faşist devletin faşist polisi” tezleri güçlenmiş oldu. DHKP-C, haddizatında kurulduğu 1994 yılından bu yana, en büyük tehdit olarak polisi görüyor. Örgüt, Dev-Sol döneminde polise karşı farklı bir yol haritası izliyordu. Özellikle 12 Eylül öncesinde işkenceci polisler tespit ediliyor, bir dedektif gibi izleniyor ve sonunda cezalandırılıyordu. Dursun Karataş’ın liderliğe geçmesiyle birlikte örgütte şöyle bir görüş hakim oldu: “12 Eylül darbesinden sonra başta emniyet teşkilatı olmak üzere tüm devlet kurumlarına faşistler yerleştirilmiştir. Polisin içerisindeki ilerici, devrimci sempatizanlar tek tek temizlenmiştir. Bu yüzden artık bütün polisler faşisttir ve öldürülmeyi hak eder.” Gezi eylemleri sırasında atılan, “Polis, simit sat, onurunla yaşa!” sloganlarının altında yatan da bu algıyı yönetmekten başka bir şey değildi aslında…‘Ses getirecek bir eylemle ölmek istiyorum’67 yaşındaki Mehmet Güvel, 12 Eylül öncesinde sol örgütlerle tanışır. 80 öncesinde, Atatürk Havalimanı’nda çalıştığı sırada Adanalı solcu bir hemşehrisini kaçak yollarla Almanya’ya göndermek ister fakat yakalanır. Bayrampaşa Cezaevi’nin B blokunda alır soluğu. Burada değişik illegal yapılardan arkadaşlar edinir. DHKP-C’li Dursun Karataş’a sempati duymaya da bu yıllarda başlar. 1986 yılında gönüllü olarak TAYAD’a katılır. O gün bu gündür Güvel, DHKP-C’nin legal alanında faaliyet gösteriyor. 1996 yılında katıldığı ölüm orucunda 63 gün kaldığı için şu an korsakoff hastası. Ölüm orucunda uzun süre kalanların yakalandığı bu hastalık sonrasında beyin hücreleri ölüyor. Hücreler yenilenmediği için beyinde büyük bir tahribat gerçekleşiyor. Hastaların çoğunda aynı zamanda psikolojik bazı problemler de görülüyor.‘Aleviler göğsünü kabartarak konuşuyor’Mehmet Güvel, hasta olmasına rağmen örgüt için para topluyor, günde sadece 5-6 saat uyuyor. TAYAD, üyelerinden topladıkları paralarla hapishanedeki mahkumların ihtiyaçlarını karşılıyor. Her üyeden aylık 9 TL alınıyor. Yurtdışındaki TAYAD dayanışma bürolarından belirli aralıklarda 500-600 Euro para geliyor. Ayrıca bazı popüler oyuncu, şarkıcı ve işadamı da derneğe finansal destek sağlıyor. Para trafiğini Mehmet Güvel sağlıyor. Evet, tüm bunları, birçoklarına göre bir hayal olan sosyalizm için yapıyor. “Sosyalizmi göremeyecek olmanız sizi umutsuzluğa düşürmüyor mu?” sorusuna, “Ben görmesem bile belki çocuklarım görür. Göremesem bile bu yolda ölmek istiyorum. Ölümün şekli benim için değişmez. Ölüm oruçları da olabilir, bir polis kurşunu da ya da ses getirecek başka bir eylem de. Hasta yatağımda, kimseye yük olarak ölmek istemiyorum. Arkamda adım kalsın isterim. Bu yüzden sıradan bir ölüm bana yakışmaz.” diyor.Alevilerin ağırlıkta olduğu DHKP-C’de Güvel’in verdiği rakama göre Sünnilerin oranı yüzde 15-20 civarında. Güvel, kendisini biraz azınlıkta hissediyor olacak ki gülerek şunları söylüyor: “Örgüt içerisinde, Aleviler göğsünü kabarta kabarta, ‘Ben Alevi’yim.’ diyor. Bir Sünni olarak ben mezhebimi söylerken sesim biraz cılız çıkıyor. Ama bizim aramızda herhangi bir rekabet olmaz, olamaz.”Legal ile illegal arasındaki bağlantıyı kim sağlıyor?En çok merak edilen sorulardan biri de bu. Bu iki yapı arasındaki bağlantıyı, hem legal alanı hem de illegal yapıyı çok iyi bilen birisi sağlıyor. Sistem şöyle işliyor: Legal alanda bulunan herkes hakkında şifreleme yöntemi kullanılarak kriptolar hazırlanıyor. Kişinin ailevi durumu, eylemlerde gösterdiği tavrı, gözaltına alındığında konuşup konuşmadığı bir üste iletiliyor. Örgütün bu kanadı adeta bir insan kaynakları birimi gibi çalışıyor. Her legal kurumda bu kişilerden bir tane bulunuyor. Bu elemanlar, basın açıklamaları ve eylemlere fazlaca katılmıyor. Elemanlar, topladıkları bilgileri bir üstlerine raporlar halinde sunuyor. Bu kişiler fazla soru sormayan, örgüte itaati tam militanlardan seçiliyor. Mehmet Güvel, “İllegal alana korkusuz kişiler seçiliyor. Korkusu onu yönlendiriyorsa o kişiden bir fayda gelmez. En önemli kriterlerden biri de kişinin gözaltına alındığında gösterdiği militan duruştur. Legal alana yeni katılan bir genç en az 40-50 defa denendikten sonra illegale geçer.” diyor. Örgütte herkes sadece bilmesi gerektiği kadarını öğreniyor. İllegal alan sadece üstler tarafından teklif ediliyor. Örgüt üyesi tarafından yapılan, “İllegal alana geçmek istiyorum.” teklifleri pek hoş karşılanmıyor. Kişi, illegal alana geçtikten sonra ailesi ve en yakın dostlarıyla olan tüm bağlantılarını kesiyor. Mehmet Güvel, bu durumu ‘ortadan kaybolma’ olarak tanımlıyor.Aileni örgütleyemiyorsan bari tarafsız yapmaya uğraşDHKP-C, bir genci kazandıktan sonra onun ailesiyle de yakından ilgilenmeye başlıyor. Aile, örgüte karşı net bir tavır almışsa, militana, anne ve babasıyla ilişkisini kesmesi öğütleniyor. Aile, “devrim cahili” olarak nitelendiriliyor. Ama ailenin örgüte karşı radikal bir karşıtlığı yoksa ev ziyaretleri yapılıyor. Örgüt, elemanlarına şunu tavsiye ediyor: “Aileni örgütle. Örgütleyemiyorsan bile bari tarafsız yap.” Bu arada, çocuklarını örgüte kaptırmamak için çaba gösteren aileler zaman zaman bazı yanlışlara düşüyor. Kızlarını eve kilitleyip dışarı çıkmasını engelleyenler, DHKP-C’ye para teklifinde bulunanlar hatta kendi evlatlarına, ‘Sana araba alayım, evin tapusunu senin üzerine yapayım.’ şeklinde büyük bir çaresizliğe düşenler var.‘Ali Şanlı’nın İllegal alana geçmesi beni şaşırtmıştı’Mehmet Güvel, bir süre önce Ankara’daki ABD Konsolosluğu’na canlı bombalı saldırı düzenleyen Ecevit Şanlı’yı, 1995 yılında Armutlu’da dernek faaliyetleri yürütürken tanır. Ecevit ismini kullanmayı hiç sevmeyen Ali Şanlı hakkında Güvel, “Tanıdığım kadarıyla çok sessiz ve sakin biriydi. Ön planda durmazdı. Sonra bir baktım ortadan kayboldu. İllegal alana geçtiğini tahmin etmiştim. Kimseye sormadım. Zaten örgüt içerisinde bu şekilde sorular hoş karşılanmaz. İllegal alana geçecek bir yapısı yoktu. Beni şaşırtmıştı.” diyor.

Başını kaldır sen Mısırlısın

$
0
0
Mısır’da ordu yönetime el koydu. Tarihinde ilk defa seçimle başa gelen cumhurbaşkanını koltuğundan aldı, anayasayı rafa kaldırdı, ülke kaosun eşiğinde. Peki bugüne nasıl gelindi, ayaklanma nereden çıktı?Mübarek’in gidişini isteyen kişilerle Mursi’yi istifaya davet eden kişiler aynı isimler mi, daha da önemlisi bundan sonra ne olacak? İşin uzmanları, süreci baştan sona anlatıyor.Mısır, tarihinin en karanlık günlerini yaşıyor. Ordu hafta içinde yönetime el koydu, seçimle başa gelen ilk lideri Mursi’yi görevden aldı, anayasayı rafa kaldırdı. Ülke şimdi iç savaşın eşiğinde. Ülke darbenin sancılarını çekerken biz de yaşananları anlamlandırmaya çalışıyoruz. Cevap bekleyen onlarca soru var: “Mursi başa geçtikten sonra neleri değiştirdi veya değiştiremedi? Ayaklanma neden ve nasıl çıktı? Bugün Tahrir Meydanı’nda olanlarla Mübarek’i indiren aynı kişiler mi? Mısır’ı neler bekliyor?” İşin uzmanlarıyla konuyu masaya yatırdık, Mübarek’in gidişinden bugünlere nasıl gelindiğini konuştuk. Tabii öne çıkan aktörleri gözardı etmeden...‘Mursi’nin kararlarını bürokrasi uygulamıyordu’Dr. Muhammed Adil (Türk-Arap Araştırma ve Strateji Enstitüsü Başkanı):Mursi başa geçtikten sonra ülkede neleri değiştirdi veya değiştiremedi?Mursi’den önceki Mübarek döneminde siyasi ve ekonomik bir mafya oluşturulmuştu. Suriye rejimi gibi Mübarek rejimi de İsrail güvenliği için çalıştı. Son 30 yılda hem halk, hem Arap ve İslam dünyası Mısır’a olan güvenini kaybetti. Mısır’ın büyük bir şanssızlığı var; İsrail’in komşusu. İsrail, ABD ve bazı Avrupa ülkeleri radikal bir değişim istemedi. Derin bir değişim olduğu zaman, ekonomisiyle bir lokomotif olur, Körfez ülkeleri dâhil bölgede büyük bir değişime yol açar. O yüzden dış mihraklar böyle bir dönüşümü istemedi. Halk hazır değil, kademe kademe demokrasiye geçilsin, dendi. İsrail-Filistin meselesi, Suriye’deki sorun, Arap Baharı’ndan sonraki sıkıntılar devam ederken Mısır’da rejim değişti, Mursi seçimle başa geçti. Yüzde 52 ile başa geldi ama karşısında tüm medya kurumları, devlet bürokrasisi elinde bulunan bir yüzde 48 vardı. Mübarek döneminde siyasi parti olmasına izin verilmeyen Müslüman Kardeşler, devlet stratejisini bilmiyordu, askerle doğru ilişki kuramadı. Mursi iktidarı karar alıyor, bürokrasi uygulamaya geçirmiyordu. Emniyet birimleri, diplomasi bu iktidara boykot ediyordu. Türkiye’deki gibi Arap ülkelerindeki derin devleti gördük. Başlarda bir koalisyon girişimi başladı ama karşıdaki muhalefet bugünü hesaplayıp onu yalnız bırakıp darbeye zemin hazırladı.Bu noktaya nasıl gelindi?Ülkede işsizlik, ekonomik krizler, sosyal sorunlar var. İnsan haklarına yönelik devlet mekanizmasında çok büyük bir değişim olmadı. Mursi, yüz gün içinde Mısır’daki müzmin sorunları çözeceğini söyledi. Bunun için bin gün değil, on yıl bile yetmez. Arap ülkeleri çok iyi işbirliği yapmadı hatta bazıları engelledi. Çok zor bir süreç… Güvenlik birimleri, medya, bürokrasi elinde değil, o zaman nasıl iktidar olacaksın? Olamazsın. Bu şekilde valiyi bile değiştiremezsin. Aciz bir hükümet olursun. Tahrir Meydanı’ndakiler olayı böyle görüyor. Mursi’yi destekleyenler ise yapmaya çalıştığımız programları siz engellediniz, derin devletle işbirliği yaptınız, diyor. Bakınca ikisi de doğru. Meydandaki gençler cesur bir başkan görmek istiyor, karşı taraf derin devletle yüzleşmeyi. Şu anda dış ve iç mihraklar, Müslüman Kardeşler silahlansın, iç savaş çıksın istiyor. Beklenen, Müslüman Kardeşler’in temkinli ve akıllı davranıp devlete sahip çıkmaları.2011’deki devrim nasıl olmuştu?Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın ikinci durağı Mısır. Ülkede baş gösteren yolsuzluk, kötü yaşam koşulları, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve Mübarek’in yerine oğlu Cemal’i hazırlamasından rahatsız olan milyonlar sokaklara döküldü, iktidarı istifaya davet etti. Sosyal medyada örgütlenen gençlerin önayak olduğu isyan, 18 gün sürdü. Sonunda Devlet Baş­kanı Hüsnü Mübarek, 30 yıldır kesintisiz sürdürdüğü iktidarını terk edip yetkilerini orduya devretti. Seçim ve yeni bir ana­yasanın hazırlanması sürecinde ülkeyi yönetmek üzere bir geçiş hükümeti oluşturuldu, seçimlerden sonra Müslüman Kardeşler iktidara geldi, Mursi cumhurbaşkanı seçildi.Öne çıkan aktörlerMüslüman Kardeşler:1928’de Hasan el-Benna tarafından Mısır’ın İsmâiliye kentinde kuruldu. Kısa bir süre sonra Suriye, Lübnan, Filistin’de temsilciler göndererek bürolar açtı. 1931-1936 yılları arasında dinî bir cemaatten harekete evrilen Müslüman Kardeşler, günümüzde modern İslami hareketin öncüsü olarak görülüyor. Tarihi boyunca yasaklarla boğuşan Kardeşler, 2005 seçimlerinde bağımsız adaylarla meclise girdi, yüzde 20’lik (88 milletvekili) başarı kazandı. Böylece Mübarek’in otoritesine cılız da olsa muhalefet etme şansı yakaladı. Devrimden sonra kurdukları Hürriyet ve Adalet Partisi’nin iktidara gelirken aldığı oy, yüzde 37.Muhammed Mursi:Darbeyle görevden alınan Mursi, Mısır’ın seçimle başa gelen ilk cumhurbaşkanı. Kahire Üniversitesi’nde mühendislik okuyan Mursi, Müslüman Kardeşler’in yasaklı olduğu yıllarda meclise bağımsız aday olarak giren milletvekillerinden. Mübarek devrildikten sonra Kardeşler’in kurduğu partinin başkanı seçilmiş, geçtiğimiz yıl yapılan seçimlerde yüzde 52 oyla cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştu.Adli Mansur:Ordunun geçici cumhurbaşkanı ilan ettiği Anayasa Mahkemesi Başkanı Mansur, adalet dünyasına yıllarını vermiş bir hâkim. O da Sisi gibi Mursi tarafından atanmıştı. Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren, ardından Fransa’da yüksek lisansını tamamlayan Mansur’un Mursi’ye cumhurbaşkanlığı yolunu açan kanunun yazımında payı var. Daha önce yaptığı görevler; Suudi Arabistan Ticaret Bakanlığı Hukuk Müsteşarlığı ve Bakanlar Kurulu Sekreterliği Müsteşarlığı.Abdülfettah es-Sisi:Mursi göreve geldikten sonra yaptığı ilk iş ordunun başındaki ismi değiştirmek olmuştu. İşin trajikomik tarafı Mursi’nin genelkurmay başkanı ve savunma bakanı yaptığı Sisi tarafından koltuğundan edilmesi. Mısır ordusunun en genç isimlerinden olan Sisi, ılımlı ve seküler ordu geleneğinin aksine dindar bir general olarak biliniyor. Bugüne kadar ordunun komuta, istihbarat ve diplomatik bölümlerinde önemli görevler aldı, Riyad’da askeri ataşelik, Sina, Kuzey askeri bölgesi ve İskenderiye’de komutanlık yaptı. İngiliz Kurmay Okulu’nda eğitim gördüğünü, Amerika Ordu Savaş Akademisi’nde master derecesi aldığını de ekleyelim.Muhammed El Baradey: Nükleer enerjinin askeri amaçlar için kullanımını engellemeye yönelik çabalarından dolayı 2005’de Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Baradey, Sisi’nin en büyük destekçilerinden. Darbe açıklaması sırasında Sisi’nin arkasında durması dikkat çekti. Geçiş hükümeti başkanlığının en favori isimlerinden.Muhammed Badie:1965’den beri İhvan’ın içinde bulunan Badie, 2010’dan bu yana hareketin genel sekreterliğini yürütüyor. Mursi’nin en çok saygı duyduğu liderlerden biriydi. Darbeden sonra hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Hangi siteler takip edilebilir?Ahram Gazetesi: english.ahram.org.egMüslüman Kardeşler: www.ikhwanweb.comEl Cezire: english.aljazeera.netwww.egyptindependent.com***‘Bu kadar geniş çete karşısında pek de şansı yoktu’-Mustafa Özcan (Gazeteci):Ayaklanma nereden çıktı?1- Mısır’daki basın çok taraflı. Eski rejimin kalıntıları ilk günden beri Mursi’yi karaladı, itibarsızlaştırmaya çalıştı. 2- Askeriye, sivil bürokrasi Mursi’nin başarılı olmaması için direndi. Mursi birkaç adım attı ama çok da başarılı olamadı. Karşılaştığı yük, taşıyabileceğinden daha ağırdı. 3- İçeride ve dışarıda ciddi bir destek görmedi. Para muslukları açılmadı, Mısır yıprandı. Karşı taraf da onu başarısız kılmak için her şeyi yaptı ve bir sene dolunca da bunu ilan etti.Mursi’ye karşı ciddi bir direniş ve komplo olduğu söyleniyor. Ben de aynı kanıdayım. Gerek Batı, gerek Körfez ülkeleri, gerek İran, Mursi iktidarı konusunda olumsuz rol oynadı. Bu kadar geniş çete karşısında pek de şansı yoktu. 1952 darbesinden sonra Mısır, 100 yıl geriye gitti. Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy, 1955’te Kahire’ye gidiyor, arkadaşlarına şöyle diyor: “1914 ile 1950 arasında Mısır, Türkiye’den 50 yıl ilerideydi. O günden bugüne Mısır’ın kaybı 100 yıl.” Bunun nedeni oradaki darbeler, tek parti iktidarı. Dolayısıyla Mursi bir enkaz devraldı. Onu başarısız ilan edip enkazın üzerine çöreklendiler. Mursi’nin şartlarının her yönüyle kötü olduğu göz ardı edildi. Müslüman Kardeşler’in devletin yönetici kadrosunda görevlendirilmesinin gerekçe gösterilmesi ise Batı’nın oryantalist bakış açısı. Mursi dışında kimsenin bunu darbe olarak nitelendirmemesi ortada bir muvazaa olduğunu gösteriyor. Meydanlardaki kalabalıklar darbeye zemin hazırlamak için indirildi.***‘Elektrikler kesildi, su kıtlığı yaşandı’-Ahmed Abou Hussein (Mısırlı siyasi gözlemci):Taraflar kim ve ne istiyorlar?Taraflar ikiye ayrılıyor. Bir tarafta İhvan var. Başta İhvan’ın yanında olan Cemaatü’l-İslamiye de erken seçim talebinin yerine getirilmemesi üzerine desteğini çekti. İhvan’a karşı grupta ise sosyalistler, ılımlı İslamcılar, Selefilerin bir kısmı ve milliyetçiler var. Selefilerin siyasi alandaki en büyük temsilcisi Nur Partisi de İhvan’a karşı erken seçim istiyordu. Müslüman Kardeşler’e gösterilen tepkinin sebebi insanların hayatına direkt dokunan sorunların çözülememesi oldu. Mesela saatler süren elektrik kesintileri yaşandı, su kıtlığı oldu, doğalgaz dağıtımında problemler yaşandı. Mursi ‘yüz günde tamamlayacağım’ dediği sözleri tutamadı. Devrimden sonra oluşan kaotik ortamı Mursi ortadan kaldıracağına söz vermişti fakat suç oranları artış gösterdi. Trafik sorunu da insanları hayattan bezdirmeye devam etti. İnsanların günlük hayatına dair bir iyileştirme olmadığı gibi bazı noktalarda kötüye gidiş başlamıştı. Mursi’nin meşruiyetini sözlerini tutmaması sarstı.Mısır’ın düzlüğe çıkmasını kimler istemiyor? Amerika ve AB müdahaleyi neden darbe olarak görmüyor?Amerika, Mısır’a yıllık 1,25 milyar dolar yardım yapıyor. Bu da Mısır’ın istikrarı için hayati bir destek. Eğer bunu darbe olarak tanımlarsa Amerikan anayasasına karşı çıkmış olur. Çünkü Amerikan anayasasına göre darbeyle başa gelmiş bir hükümete ABD yardım sağlayamaz. Yardım etmesinin sebebi İsrail’in güvenliği açısından Mısır’ın çok stratejik bir konuma sahip olması. Eğer Ortadoğu’da barış yapmak istiyorsan Suriye’ye ihtiyacın var, savaşmak istiyorsan Mısır’a. Mısır’da zaten kaotik bir ortam var, bu hayati yardım kesilirse işler daha kötüye gider. Yaşananları Avrupa Birliği ülkeleri umursamıyor.***Mısır’da belirleyici olan nedir?Cumali Önal (Zaman Gazetesi Mısır TEMSİLCİSİ):Mısır’da belirleyici olan nedir? Ordu-ekonomi-yargı-geleneksel bürokrasi?Mısır’da saydığınız tüm güç odakları birbiri ile irtibatlı olduğu için hangisi daha güçlü anlamak çok kolay değil. Görünürde ordu en güçlü kurum olarak karşımızda duruyor. Fakat aradan geçen sürede Mursi’nin de ifade ettiği Mısır’ı idare eden 30 ailenin Mursi karşıtı gösterdiği direnişi, ekonomik çevrelerin de gücünü inkar edilemez boyutlara taşıyor. Mursi’nin devrilmesinde en önemli unsur ise yerleşik bürokrasi oldu. Ancak bu iki gücün tersine Mursi’nin devrilmesinde en önemli unsur bürokrasi ve yargı oldu. Başta polis, istihbarat ve önemli bakanlıklar olmak üzere kritik noktalardaki bürokratik engeller Mursi ve kabinesinin iş yapma kabiliyetini neredeyse imkânsız hale getirdi. Ülkedeki güvenlik boşluğu polis ve istihbaratın yönetim ile işbirliği yapmamasından dolayı halk üzerinde büyük bir caydırıcılık oluşturdu. Halkın sokaklara dökülmesinde önemli bir unsur olan benzin kuyruklarının da, Mursi’nin gitmesiyle birlikte sona ermesi bürokrasinin gücünü ortaya koyuyor. Yargı ise diğer tüm unsurların tersine açık bir şekilde Mursi ile mücadele etti. Seçimlerin yapılmasını engelledi hatta cumhurbaşkanlığı seçimlerinin geçersiz sayılabileceği yönünde mesajlar verdi. Yargının aktif engellemeleriyle siyaset adeta kilitlendi.Bugün meydanda olanlarla Mübarek’i indirenler aynı kişi mi?Bugün Mursi’yi indirenlerle, dün Mübarek’e karşı ayaklananların önemli bir kısmı aynı kesim. Sadece Müslüman Kardeşler karşı cephede kaldı. Sloganların hemen tamamı aynıydı. Dün Mübarek’e irhal (çek git) deniyordu, bugün de aynısı Mursi için kullanıldı. Sloganlar arasında belki tek fark Cumhurbaşkanı Mursi’den daha fazla perde arkasından ülkeyi yönettiklerini iddia ettikleri Müslüman Kardeşler’in hedef seçilmesiydi. Ayrıca Mübarek’e karşı ağırlıklı olarak sokaklara dökülenler gençler ve daha çok orta tabaka iken, Mursi’ye karşı harekete geçen kitleler arasında fakirlerin de önemli bir rol oynaması dikkat çekti. Fakirlerin özellikle sokaklarda belirmesi, halkın neredeyse yüzde 80’inin faydalandığı sübvansiyonların yani devlet yardımlarının kaldırılacağı yönündeki hazırlıklardan kaynaklandı. Hem muhalifler hem de Mursi taraftarları örgütlenmede yine sosyal medyayı çok etkin olarak kullandı. Ancak bu kez tek fark, Mübarek dönemine oranla daha örgütlü hale gelen muhalif partilerin de denklemin içinde yer almaları oldu. Mübarek karşıtı gösterilerde neredeyse tek bir siyasi parti dahi ön plana çıkamamış, hatta isimleri zikredilmemişti. Ancak Mursi’ye karşı tüm partiler kimlikleriyle sokaklarda yer aldı.Mısır elitleri İhvan’a karşı vesayet sistemi kuracakDoç. Dr. Gökhan Bacık (Uluslararası İlişkiler Uzmanı):Darbe Arap Baharı’na karşı bir devrim mi? Arap Baharı gerçekten bahar değil miydi?Eğer Arap Baharı’nı diktatörlerin gitmesi değil, halkın katılımıyla daha demokratik bir topluma gidiş olarak kabul edersek, bu darbe Arap Baharı’nın ruhuna elbette aykırı. Baharı demokratikleşme sürecinin başlangıcı olarak görenler için büyük bir geriye gidiş ve endişe verici. Arap Baharı’nın gerçek bahar olup olmadığıyla ilgili üç farklı görüş var: 1- Optimist (iyi) bakış: Demokrasi gelir. 2- Negatif bakış: Kendimizi kandırmayalım, bu Amerika’nın oyunudur. 3- Orta yol görüşü: Buradan iyi şeyler çıkabilir ama demokrasiyi istemek yetmiyor, altyapı gerekiyor.Ben üçüncü görüşte olduğu gibi daha temkinli yaklaşıyorum. Amerika oyunu olarak görmüyorum ama buradan iki günde demokrasi çıkmaz. Arap Baharı’nın en önemli sonuçlarından biri Ortadoğu toplumlarının (Türkiye dâhil) iç bölünmüşlüklerini büyüttü. Hiç olmadığı kadar Şii-Sünnilerden bahsediyoruz, Türkiye’de muhafazakârlar ile sekülerlerin arasının ne kadar sertleştiğini görüyoruz. Ülkeleri temsil eden bir görüş kalmadı. ‘Türk, Mısır kamuoyu ne der?’ sorusu artık anlamsız. Hangi Mısır, hangi Türkiye demek gerekiyor. Darbeye içeriden bakarsan sekülerler ve liberaller “Mübarek’e karşı İhvan’ı (Müslüman Kardeşler) destekledik ama bu fırsatı değerlendiremedi, işimize karıştı o yüzden oh olsun.” diyor. Selefiler kendilerine göre her tarafı eleştiriyor. Burada mühim olan şudur: Darbeye maruz kalanları darbe dönüştürür. Muhtemelen İhvan kendi içinde bir sorgulamaya gidecektir. İki seçenek ağırlık basıyor: “Ya halk arkamızda direniyoruz.” ya da “Karşımızdaki adamlar Mısır’ı yakalım diyorlar. Üçüncü bir yol mu denesek?” diyeceklerdir.Bundan sonra Mısır’ı ne bekliyor?Darbe geri püskürtülürse püskürtülür yoksa Mısır’ın elitleri ‘Biz çok iyi bir vesayet sistemi kurgulamamız gerekiyor.’ diyecek. Kendi mantıklarına göre anayasa düzenleyecekler ki İhvan bile gelse bunu kolay kolay değiştiremesin. Vesayet araçlarını Türkiye’den biliyoruz, yargı vb. İhvan’ı ancak bu şartlar altında oyuna alacak, şu şekilde oynayabilirsin diyecekler. İhvan şunu düşünmeli; haklıyım ve mağdurum ama işe yarar bir yol haritası bulmam lazım. Ortadoğu siyasetinin trajedisi budur: Zayıf durumda zulme uğrayandan medet umabilirsin. Diğerinden umudun yoktur çünkü. Biz zulme uğradık, hadi bakalım, demezler. İhvan’ın içinde farklı fikirler olacaktır. 28 Şubat sürecinde Refah Partisi’nin içindekiler nasıl tepki verdi? Askeri müdahaleyi takip eden dönemde Refah Partisi’nin dönüşümü önemli bir örnek olaydır. Böyle yapabilirler. Bence İhvan’ın içinde orta ve uzun vadede sonuçlar oluşturacak bir çatlama olacak. Mısır için zamana, yeni bir jenerasyona, beşeri altyapıya ihtiyaç var. Yeni seçimlerde İhvan gelirse yeniden ordu müdahale eder. Ya da başa gelecek, ordunun fabrikaları ordunun olsun, yargıçlar keyfini sürsün diyecek. Seçilmiş bir adam görevden alındı, bunun gölgesi Mısır’ın üzerinden iki yüz yıl ayrılmaz.

[Kuş Bakışı] ABD’li ajan havalimanında nasıl ağırlanıyor?

$
0
0
Amerikalı ajan Edward Snowden’ın Moskova Havalimanı’ndaki bekleyişi devam ediyor. ABD’nin sırlarını sızdıran Snowden’in özel durumu, akıllara çeşitli senaryolar getiriyor.ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA), ‘dünyada milyonlarca kişinin telefon ve internet kayıtlarını izlediği’ bilgisini basına sızdıran Edward Snowden’ın, Moskova Şeremetyevo Havalimanı’ndaki ‘transit bölgede’ bekleyişi devam ediyor. Şu ana kadar iltica başvuruları reddedilen ve ABD tarafından pasaportu iptal edilen Snowden, yeni bir gelişme yaşanmadığı takdirde havalimanında bir süre daha konaklamak zorunda kalacak. Ajan Snowden, kendisini ABD’ye teslim etmeyecek iltica başvurusu sonuçlanıncaya kadar, havalimanındaki ‘transit bölge’ olarak adlandırılan özel alanda bekleyecek. Tüm ihtiyaçlarını Moskova’daki havalimanından karşılamak zorunda kalacak Snowden, vizesi bulunmadığından Rusya’ya da giriş yapamayacak.Ancak Amerikalı ajanın özel durumu akıllara tamamen farklı senaryoları da getiriyor. Snowden, her ne kadar Terminal filminin kahramanı Viktor gibi çaresiz bir görüntü verse de, bir iltica cevabına kadar adeta el üstünde tutularak ağırlanacak. ABD’nin sırlarını sızdıran Snowden’ın ülkesine teslim edilmesine yanaşmayan Rusya’nın, aksi bir tavır sergilemesi de beklenmiyor. Bu yüzden Snowden, ‘can güvenliği’ nedeniyle büyük ihtimalle havalimanında korunaklı bir bölgede misafir ediliyordur. Hatta, ‘sağlık sorunları’ gerekçe gösterilerek tedavi amaçlı ülkeye girişi dahi yapılmış olabilir. ‘TRANSİT YOLCU’ KİME DENİR?Havalimanlarında, dış hatlar terminalindeki pasaport polisi ile körüğe yanaşan uçağın kapısı arasında bulunan alana, ‘transit bölge’, uçak değiştirerek seyahat edenlere de ‘transit yolcu’ deniyor. İşte bu yüzden, uçak değiştiren yolcular, gidecekleri yere kadar aktarma yaptıkları her havalimanında, ‘transit yolcu’ olarak adlandırılıyor. Daha geniş anlamda yolcuların ‘transit’ unvanı ise çıkış yaptığı ülkedeki havalimanında bulunan pasaport polisinden geçtikten sonra başlıyor. Son giriş yapılan ülke havalimanında bulunan pasaport polisinden geçildikten sonra da, transit unvanı sona eriyor. Ancak vize ve pasaporttaki eksiklikler gibi sebeplerle ülkeye girişte sorun yaşayan transit yolcular, seyahat ettiği havayolu şirketine ait uçakla geldiği yere geri gönderiliyor.Havalimanı işletmecileri transit yolcuların rahat etmesi amacıyla çeşitli alternatifler sunuyor. Özellikle sık seyahat eden işadamları için son derece modern oteller yaptıran işletmeciler, burada spor, yüzme, masaj ve kuaför hizmeti de sunuyor. Transit yolcular uçaklarını beklerken havalimanında (transit bölgedeki) yer alan tüm hizmetlerden de faydalanabiliyor. Diğer yolcular gibi duty free (gümrüksüz satış) mağazalarından alışveriş yapmanın yanı sıra havayolu ve bankalara ait özel salonlardan hizmet alabiliyor, restoranlarda vakit geçirebiliyor, ibadethanelerde dinî vazifelerini yerine getirebiliyor.Bir yolcu, pasaport polisindeki işlemlerini yaptırdıktan sonra uçağına binmese de, ülkeden çıkmış sayılıyor. Diğer ifadeyle transit bölge, uluslararası alan şeklinde kabul ediliyor. Bu yüzden pasaport işlemlerini tamamladıktan sonra herhangi bir sebepten uçağına binemeyen yolcuların yeniden yurda giriş işlemlerinin yapılması gerekiyor. Havayolu şirketi görevlileri, uçağına binemeyen yolcuları, ilk önce dış hatlar geliş katına indiriyor. Burada pasaport polisine getirilen yolcular, işlemlerinin ardından yeniden yurda giriş yapabiliyor.ÇUVALLA PARA TAŞINABİLİYORTransit bölgedeki yolcular uçağa binmeden önce bazı ülkelerde güvenlik uygulamasından geçiriliyor. Denetimlerde, silah, patlayıcı veya uyuşturucu gibi maddelerle yakalanan yolcular hakkında işlem yapılıyor. Aynı şekilde yaralamalı veya ölümlü olaylara karışan yolcular için de yasal işlem gerçekleştiriliyor. Daha sonra da, yolcuların ülkeye girişi yapılarak savcılığa sevki gerçekleştiriliyor. Ancak yanında çuvalla para taşıyan transit yolcular konusunda herhangi bir işlem yapılmıyor. Çuvalla taşınan paraya, ülkeye girişte gümrük veya polis ekipleri tarafından el konulabiliyor.‘Terminal’ filmi gerçek olduTom Hanks’in başrolünü oynadığı ‘Terminal’ filmi, Amerikalı ajanın, sıkıntılı günlerine ışık tutuyor. Filmde, Doğu Avrupa vatandaşı Viktor, savaş sonucu evsiz kalır. Yeni evine gitmek üzere New York’ta havalimanında beklerken ülkesi haritadan silinir. Pasaportu ve kimliği geçersiz hale gelen Viktor’un, havalimanında yaşamaktan başka çaresi kalmaz.

Terk edilmiş arabalar

$
0
0
İstanbul’da her gün 750 yeni araç trafiğe çıkıyor. Emektar arabalara ise ya hurdacının yolu gözüküyor ya da sessiz sedasız bir köşeye çekilmek kalıyor. Çünkü zamana ve teknolojiye yeniliyorlar.Terk edilmiş arabalar, mahalle arasında, eski bir elektrik direğinin sönmüş lambasının altında ya da boş bir arazide üzerine örtülmüş brandasıyla eski şaşaalı günlerini özlüyor gibiler. O günlerden geriye kalan patlak tekerlek ve çürümüş kaportalar. Yeşilçam filmleriyle tanıyoruz aslında onları. Zengin ve yakışıklı jön oyuncular kadar kullandıkları arabalar da dilden dile konuşulurdu bir zamanlar. Ford Mustang, Chevrolet, Buick ve daha nicesi. Şimdi zaman zaman üzerlerine çıkıp tepinen çocuklar ya da gecenin karanlığında onları yalnız bırakmayan evsizlerle tesselli olmaya çalışıyorlar.Türkiye’nin son yıllarda gelişen ekonomisi ve insanların satın alma güçlerinin artması yeniye olan rağbeti artırıyor. 2023 yılına kadar yerli otomobil üretmek hedeflenirken, kişi başına düşen araç sayısı da hızla artıyor. Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu’nun yaptığı çalışmaya göre her gün trafiğe 3 bin 600 yeni araç katılıyor. Türkiye genelinde trafiğe kayıtlı olan araç sayısı ise 18 milyona ulaşmış durumda. Bu verilere göre her on iki kişiden birine bir araç düşüyor.

Haftanın albümleri

$
0
0
İşte haftanın albümleri:Ahmet Şahin ve Mehmet Kemiksiz’den Zikr halkasıAhmet Şahin ve Mehmet Kemiksiz, tasavvuf müziğinin ülkemizdeki en önemli temsilcilerinden. İki sanatçı da bu büyük ve derin geleneğin günümüze ve gelecek kuşaklara taşınması için önemli çalışmalar yapıyor. Son olarak Enderun Teravihi ve Cumhur Müezzinliği projeleri ile unutulmuş bir geleneği yeniden gündeme getiren sanatçılar, Zikr adlı yeni bir seri albümle karşımızda. TFM Müzik etiketiyle yayınlanan Zikr serisi 4 CD’den oluşuyor. Besmele ve salavat ile başlayan ilk albümde, gülbank, perde kaldırma, neşide gibi tasavvuf musikisinin en nadide örnekleri yer alıyor. Tevhid Halkası adı verilen ikinci albümde çok özel bir ney, kanun, kemençe ve tambur taksimlerinin yanı sıra Gönül Bahçesi ve Rabbim Allah gibi ilahiler yorumlanıyor. Serinin üçüncü albümü Gülşen, besmele ve uşşak selamlama ile başlıyor. Bu albümde bir aşr-ı şerif ile kasideler de var. Serinin son albümü Gülzar’da da yine birbirinden güzel kaside ve ilahi yorumları var. Kısacası Zikr serisi tasavvuf müziğine gönül verenler için çok önemli arşivlik bir kaynak. Yeni başlayanlar için de özel ve doğru bir kılavuz.Kara Güneş’ten Mevsimler GeçtiKara Güneş, ülkemizdeki en özgün müzik gruplarından biri. Kara Güneş ismi bir şarkıdan doğmuş. Grubun yeni çalışması Mevsimler Geçti, Kalan Müzik etiketiyle yayınlandı. Müzik yolculuğuna 1997’de Ankara’da başlayan topluluk, o yıllarda Anadolu motiflerini rock, reggae tarzı bestelerle harmanlamıştı. Ekip daha sonra santur, ney, kemençe gibi enstrümanları da kullanarak geleneksel tarzla farklı tarzları harmanlayan besteler yapmaya başladı. 1997’den bu yana birçok film ve belgesele müzik yapmış olan Kara Güneş, aynı zamanda sokak müziğinin öncülerinden. Mevsimler Geçti albümünde Kara Güneş’in Doğu yüzünün, âşık geleneğinin etkisiyle yazılmış sevda türkülerinin farklı yorumları yer alıyor. Albümde hem Doğu hem Batı’ya ait enstrümanlar kullanılmış. Mevsimler Geçti’de yer alan anonim ve yeni bestelenmiş eserleri topluluğun farklı ve özgün yorumuyla dinliyoruz. Alışılmışın dışında farklı müzikal bir yolculuğa çıkmak isteyenler için iyi bir durak.Buniatishvili’den arşivlik Franz Liszt albümüGünümüzün yetenekli piyanistlerinden Khatia Buniatishvili, Franz Liszt Albümü ile dinleyicileri selamlıyor. Piyanisti Türk müzikseverler, son olarak İstanbul Müzik Festivali’nde izleme şansı bulmuşlardı. Khatia Buniatishvili Chopin ve Rachmaninoff, performansları ile uluslararası çapta büyük övgü topladı. İMM ve Sony Müzik etiketiyle ülkemizde yayınlanan Franz Liszt albümü, sanatçının, 2010 yılında yayınladığı Hymns and Prayers ve Chopin albümlerinden sonraki üçüncü çalışması. Gürcü piyanistin Liszt’in eşsiz eserlerini yorumladığı bu albüm, klasik müzikseverler için arşivlik albüm olma özelliği taşıyor. Müzikal kariyerinde Carnegie Hall, Theatre Des Champs-Elysees, Salle Gaveau ve Auditorium Du Louvre gibi önemli konser mekânlarında performanslar sergileyen Buniatishvili, albümde eserleri solo icra ediyor. Daha önce BBC Raido 3’ün New Generation Artist Scheme oluşumunda piyanist olan piyanist, Frankfurt Radio Symphony Orchestra, Basel Chamber Orchestra, San Francisco Symphony ile birçok ülkede konserler verdi.

Bizim köy

$
0
0
Hayırlı bebek evlat, babasına araba aldı hem de internetten… Belediye başkanının esprisine neden kimse gülmedi? Macera tutkunu hayvanın başına neler geldi?Esprisine gülünmeyen adamOkuma yazma oranı arttıkça medeniyet seviyesi de artar sanırdık, yanılmışız. İspatıysa, İngiltere’de başkent Londra’nın Belediye Başkanı Boris Johnson’ın “Kadınlar üniversiteye koca bulmak için gidiyor. “ minvalindeki sözleri… Geçen hafta Oxford Üniversitesi’nde düzenlenen Dünya İslami Ekonomi Forumu’na giden Johnson’ın, Malezya Başbakanı Necip Rezak’ın katıldığı bir etkinlikteki sözleri kadınları hayli kızdırdı. Etkinlikte soruları yanıtlayan Başbakan Rezak, “Buraya gelmeden önce yetkililer bana Malezya’da son açılan üniversiteye yeni başvuran öğrencilerin yüzde 68’inin kadın olduğunu söyledi” deyince araya giren Johnson da, “Evlenmek zorundalar.” yorumunda bulundu ve güldü. Ancak onun bu esprisi feministleri pek güldürmedi. Başkan Johnson internet fenomeni ‘fıkrasına gülünmeyen adam’ın tahtına aday!Bebek, babasına araba alırsa…Çocuğunuzun markette, bakkalda ‘Anne baba alalııııım!” tarzı haykırışlarından yakınıyorsanız halinize şükretmelisiniz! Zira ABD’nin Oregon eyaletinde Sorella Stoute adlı bebek, babasının akıllı telefonundan internete bağlandı. Online açık artırma sitesi eBay’e giriş yapan 14 aylık Stoute, 1962 model bir otomobilin açık artırmasına katıldı. Baba Paul Stoute e-maillerini açtığında eBay sitesinden otomobili satın aldığına dair bilgi mesajını gördü. Neyse ki otomobil sadece 225 dolardı. Ne diyelim hayırlı evlat dedikleri böyle olur.‘Öndeki hayvanı takip et!’Macera meraklılarının safari tutkusu ayağına geldi! Güney Afrika’daki Kruger Milli Parkı’nda çitalar tarafından kovalanan bir Afrika impalası, çareyi camları açık olan bir cipe sığınmakta buldu. Yol kenarına park etmiş aracın arka koltuğuna atlayan impala, çitalara yem olmaktan kurtuldu. Lakin çitaların da içeri atlayıp filmlerdeki gibi aceleci bir tavırla ‘Öndeki hayvanı takip et!’ demesinden korkan araç sahipleri, impalayı aceleyle dışarı çıkardı. m.tuncel@zaman.com.tr

Ramazan’da Ruhunuzu doyurun

$
0
0
Hazreti Muhammed'in Veysel Karani'ye bıraktığı Hırka-i Şerif, Ramazan ayı dolayısıyla yapılan açılışın ardından sergilendiği Hırka-i Şerif Camii'de ziyaretçi akınına uğradı. Hırka-i Şerif'i salavatlar eşliğinde ilk kez ziyaret eden vatandaşlar duygusal anlar yaşadı.Mübarek Ramazan ayını bir kez daha idrak etmenin tatlı huzurunu yaşıyoruz. Hepimizin bu ayla ilgili en büyük arzusu, Ramazan’ın manevi atmosferinden yararlanıp midemiz aç kalırken ruhumuzu bu ayın bereketinden ziyadesiyle doyurabilmek. Ne yazık ki Ramazan’la ilgili tavsiyeler, genelde açlık, iftar ve sahur üçgeninde oluyor. Midemize ve bedenimize hitap eden bu tavsiyelerin elbette dikkate alınacak yönleri var. Ama Ramazan sadece aç kalmak ya da yeme-içme arasında sıkıştırılabilecek bir zaman dilimi değil. Ruhumuzu oruç, namaz, Kur’an, ibadet ve tefekkürle doyurmak gerek. Bize bu yolculukta ruhun gıdası olan müzik de iyi bir yol arkadaşı olabilir. “Ramazan’da müzik dinlenir mi?” diye soracak olursanız; bize bu ayın manevi iklimini hissettirecek o kadar özel tınılar var ki, bu tınılar sayesinde yıl boyunca kirlenen kulaklarımız belki bu ayda gönlümüz gibi temizlenecek. Ramazan’da müzikal anlamda farklı keşifler de yapmak isteyenler için küçük bir seçki hazırladık. Hem kulağınıza hem de ruhunuza iyi geleceğini umuyoruz.Kur’an’sız Ramazan olmazRamazan, oruç ayı olduğu kadar Kur’an ayıdır. Mukabele ve hatimlerle Kur’an ikliminin yaşandığı bu ayda seçkimize elbette Kur’an ile başladık. Bu ayda Yüce Kitab’ımızı okuyup anlamak ve O’nun iklimine girmek için gayret sarf etmeliyiz. Kur’an’ı okumanın yanında dinlemek de gönlümüze büyük huzur verecek. Yüce Kitab’ımızı mukabelede güzel sesli bir hafızın sesinden dinleyip takip edebilirsiniz. Bunun dışında gün boyu mp3 çalarınızdan ya da bilgisayarınızdan dinleyebilirsiniz. Mustafa İsmail’den Abdülbasid Abdussamed’e, dünyaca ünlü hafızlarımıza kadar...Sami Özer ve Ahmet Özhan’dan sürprizBu Ramazan’ın hemen öncesinde iki büyük sanatçıdan, iki güzel albüm geldi. Tasavvuf müziğinin usta isimleri Ahmet Özhan ve Sami Özer, bu ayın iklimine uygun çalışmalarıyla selamladı bizleri. Ahmet Özhan, Son Nebi isimli çalışmasında daha önce hiçbir kayıtta yer almamış tasavvuf eserlerini yorumluyor. Son Nebi ile birlikte Özhan’ın daha önceki yıllarda yapmış olduğu çalışmaları da dinlemenizi öneririz. Özellikle Güldeste ve Ateş-i Aşk serisini. Uzun yıllardır tasavvuf musikisini geniş kitlelere sevdirmek için gayret gösteren Sami Özer ise Feryad-ı Gam ile bu Ramazan’a ‘merhaba’ dedi. Ülkemizdeki en güçlü seslerden biri olan Özer, bu albümde yeni eserlerle çıktı karşımıza. Çalışmada doğaçlama kaside de okuyan Özer’in bu arşivlik çalışmasında gözyaşlarınızı tutmanız biraz zor olacak. Eğer Özer’le bu albümüyle tanışacaksanız, Ey Allah’ım 1-2-3 albümlerini de mutlaka dinlemenizi tavsiye ederiz.Enderun teravihi ve cumhur müezzinliğiBundan 70-80 yıl öncesinin Ramazanlarında İstanbul’un bütün camilerinde ve konaklarda kılınan teravih namazlarında uygulanan ancak daha sonra unutulan bir gelenek Enderun teravihi ve cumhur müezzinliği. Anadolu’da da benzer şekillerde kılınan teravih namazının her dört rekatının, Türk mûsikîsinin değişik makamlarında eda edilmesini ve bu makamlarda bestelenmiş ilahilerle süslenmesini içeren ve adına ‘Enderûn usûlü’ denilen gelenek Ahmet Şahin ve Mehmet Kemiksiz’in gayretleriyle geçtiğimiz yıllarda yeniden canlandırıldı. Geleneğin devamı için bir albüm hazırlandı. Bu albüm, geçtiğimiz günlerde TFM Müzik etiketiyle raflardaki yerini aldı. Siz de bu köklü geleneği Şahin-Kemiksiz ve ekibinin sesinden dinleyip keşfedebilirsiniz.Ramazan’da Ramazaniye dinlenirRamazan’la birlikte toplumun ortak hafızasında yer etmiş birçok gelenek de yeniden diriliyor. Fakat eski Ramazanların kimi gelenekleri de unutulup gidiyor. Bunlardan biri de Ramazaniyeler. Teravih namazının rekat aralarında okunan ilahilere, namaz sonrasında çekilen aminler ve besteli kasidelere Ramazaniye deniyor. Maalesef elinizi attığınız her yerde bu türden çalışmaları bulmak kolay değil. Ramazan kültürünün vazgeçilmezleri arasında yer alan ‘Ramazaniye’lerin en güzel örneklerini, İBB Kültür AŞ tarafından hazırlanan albümde dinleyebilirsiniz.Karaca ve Kutbay’ı tanıyalımBu Ramazan sizin için büyük üstadlar Neyzen Aka Gündüz Kutbay ve Kani Karaca’yı tanımak için bir vesile olabilir. Kısacık bir ömre upuzun bir müzik hayatı sığdıran ve ‘müziğe adanmış bir hayatın neyde vücut bulan sesi’ olan Aka Gündüz Kutbay ve Kani Karaca’nın bazı kayıtlarını Kalan Müzik yayınlamıştı. Neyzen Aziz Şenol Filiz tarafından hazırlanan ‘Aşk’ albümünde Kutbay’ın bugüne kadar yayınlanmamış icraları, ‘Meşk’ albümünde ise usta hanende Kani Karaca ile yaptığı yine yayınlanmamış icraları yer alıyor.Yansımalar ve Ömer Faruk TekbilekSon dönemde Türk musikisinin genç kuşaklar tarafından sevilmesine vesile olan Yansımalar, Ramazan ayında dinlemeyi tercih edebileceğiniz bir topluluk. Aziz Şenol Filiz’in nefesinden ve Birol Yayla’nın yüreğinden dökülen nağmeler, bu ayda sizi tefekküre sevk edecek. Bab-ı Esrar, Serzeniş ve Pervane albümlerini şiddetle tavsiye ederiz. Dünyaca ünlü sanatçılarımızdan Ömer Faruk Tekbilek’in ritmi düşük, maneviyatı yüksek besteleri size farklı duygular yaşatacak. Best Of albümünü bu vesileyle dinleyebilirsiniz.Hafızları yâd etmek gerekTürk musikisinin büyük seslerinden Hafız Kemal ve Hafız Burhan’ı bugüne kadar hâlâ keşfetmediyseniz Ramazan güzel bir fırsat olabilir. Hafız Kemal, yüksek kabiliyeti ve mütevazı şahsiyetini aynı potada eritmiş ve sanat tarihimize adını altın harflerle kazımış bir sanatkâr. Geç kalmış da olsanız onun sesinden Mevlid-i Şerif’i dinlemek sizin için farklı bir deneyim olacak. Büyük üstad, Hafız Burhan’ın okuduğu gazelleri dinlemek gönül dünyanıza farklı bir pencere açacak. Nereden bulurum diye soracak olursanız; Kalan Müzik büyük bir kültür hizmeti yaparak geçtiğimiz yıllarda iki ismin de arşivlik albümlerini yayınladı. Bu albümler piyasada hâlâ mevcut. Elbette daha çok isim var burada zikredilecek. Ahmet Özhan, Hafız Celal Yılmaz, Mustafa Demirci, Mehmet Emin Ay gibi sesleri de mutlaka gönül dünyanıza davet edin. Niyazi Sayın, Kudsi Erguner, Sadrettin Özçimi’den ney dinlemeyi de tavsiye ederiz. a.pektas@zaman.com.tr

Son kaza hosteslere itibar kazandırdı

$
0
0
Hosteslerin, ‘bir garson gibi’ ikram yapmak üzere uçaklarda görev aldığı düşünülür. Ancak onların en temel görevi, uçuş emniyeti ve acil durumlarda yolcu tahliyesini gerçekleştirmektir. ABD’de yaşanan kaza sonrası tüm hostesler, soğukkanlı bir şekilde yolcuları yanan uçaktan çıkararak büyük bir başarıya imza attı.ABD’nin San Francisco Havalimanı, geçen hafta sonu büyük bir uçak kazasına sahne oldu. Koreli Asiana Havayolları’nın, Seul-San Francisco seferini gerçekleştiren Boeing 777-200 tipi uçağı, havalimanına inişi sırasında düştü ve gövdesi üç parçaya ayrılarak alev aldı. Büyük bir korku ve paniğin yaşandığı kazada, kabin memurlarının (hostes) başarılı tahliye çalışması sayesinde olayda ölenlerin sayısı iki ile sınırlı kaldı. Ölenlerden birinin uçaktan çıkarıldığı ancak daha sonra yardıma gelen kurtarma aracının çarpması sonucu hayatını kaybettiği açıklandı.Yolcular genel olarak hosteslerin, ‘bir garson gibi’ ikram yapmak üzere uçaklarda görev aldığını düşünür. Aslında bir yönüyle haksız da sayılmazlar. Özellikle kısa uçuşlar, ikram servisini yetiştirmeye çalışan hostesler için tam bir koşuşturmacaya dönüşür. Ancak uçaktaki hosteslerin en temel görevi, uçuş emniyeti ve acil durumlarda yolcu tahliyesini gerçekleştirmektir. İşte son derece ağır ve disiplinli bir eğitimin ardından uçmaya başlayan hosteslerin ana görevlerini nasıl yerine getirdiklerine geçen cumartesi yaşanan kazada bir kez daha şahit olduk. Hostesler, canlarını tehlikeye atarak enkaza dönen uçaktaki yolcuları tahliye etmeyi başardı ve destansı bir kahramanlık sergiledi.HOSTESLER KAZAZEDELERİ SIRTINDA TAŞIDIABD’de yaşanan kaza sonrası tüm hostesler, soğukkanlı bir şekilde yolcuların, yanan uçaktan bir an önce dışarı çıkarılması için tahliye işlemlerine başladı. Enkaz haline dönüşen uçaktan yolcuları sırtında taşıyarak tahliye eden hostes Ji Yeon Kim ise can kaybının artmasını engelleyen isimlerin başında yer aldı. Görgü tanığı Eugene Rah adlı yolcu, hostes Kim’in, küçük bedenine rağmen yolcuları gözyaşları arasında sırtına alarak taşımaya çalıştığını anlattı. 12 kişilik ekibi yöneten kabin amiri Lee Yoon Hye de, yolcuların tahliyesi konusunda tüm arkadaşlarının inanılmaz bir çaba sarf ettiğini söyledi. Hostesler, şişme tahliye kaydırağının altında kalan bir yolcuyu da, acil durum çekiçleriyle tahliye botunu patlatarak kurtardıklarını anlattı.Enkazda gerçekleştirilen inceleme sonrası kazada ölü sayısının artmasını engelleyen birçok faktör belirlendi. Hosteslerin, yolcuları en hızlı ve emniyetli şekilde tahliye etmesinin yanı sıra uçağın yanmaz döşemeleri ve son teknolojiyle daha emniyetli hale dönüştürülen koltukların da, can kaybının önlenmesinde etkili olduğu ifade edildi. Ayrıca, yolcuların emniyet kemeri bağlamaları da, olası bir faciayı önledi.Yapılan araştırmalar, uçak kazalarındaki ölüm ve yaralanmaların büyük çoğunluğunun emniyet kemeri kaynaklı olduğunu gösteriyor. Emniyet kemerinin bağlı olması, yolcuların kaza anında savrularak çarpma sonucu ciddi darbe almalarını engelliyor. Ancak bu kazada emniyet kemerinin bağlanma şekli de sorgulandı. Çünkü kazadan kurtulan yolcuların bir kısmının belinde ciddi hasar meydana gelmişti. Koltuk üreticilerinin de, daha emniyetli koltuk tasarımları konusunda yeni teknolojiler üzerinde bir dizi çalışma yürüttüğü biliniyor. Ancak, bazı tasarımların yüksek maliyet nedeniyle rafa kaldırıldığı, bazılarının da çarpma anında bazı hayati riskleri ortaya çıkaracağı endişesiyle arzu edilen koltuk üretimine onay verilmediği ifade ediliyor.UÇAK NEDEN DÜŞTÜ?ABD’de düşen B 777-200 tipi uçak, uzun menzilli teknoloji harikası bir hava aracı. Ancak, Seul’den San Francisco’ya kadar sorunsuz şekilde gelen uçakta, ne yazık ki, iniş sırasında yaşanan bir arıza sonucu kazanın yaşandığı ifade edildi. ABD Ulusal Ulaşım Güvenliği Kurulu (NTSB) Başkanı Deborah Hersman’ın, çarpmadan önce piste yaklaşırken uçağın hızının saatte 254 kilometreden az olduğunu ve çarpmadan 7 saniye öncesine kadar herhangi bir sorun belirtisi yaşanmadığını açıklaması ortaya atılan tezi doğruladı. Buna göre pilotlar, otomatik gaz verilerine güvenerek alçalmaya başladı. Ancak sistemdeki arıza nedeniyle uçak hedeflenenden yüzde 25 daha az hızla alçalmaya başladı. Kokpit ses kaydedici CVR ve uçuş veri kaydedici FDR cihazlarından alınan verilere göre çarpmadan iki saniye önce uçağın hızının artması için ikaz yapıldığı da ortaya çıktı. Pilotlar, bu uyarıyı dikkate alarak pisti pas geçmek istedi ancak bunda başarılı olamadı ve kaza meydana geldi. m.gun@zaman.com.tr

Almanya’yı Türkiye’ye getiriyorlar

$
0
0
Türk-Alman Üniversitesi, 2008 yılında iki ülke arasında imzalanan milletler arası anlaşma ile kurulan bir devlet üniversitesi. Alman ekolünde eğitim yapacak üniversite Beykoz’da, şehrin ortasında saklı kalmış bir vadide kurulu. Üniversitenin rektörü Prof. Dr. Halil Akkanat, mühendislik bölümleri için “Türkiye’de 6 bin Alman şirketi var, onların altyapısından istifade edeceğiz.” diyor.Beykoz’da saklı bir bahçedeyiz. Daha doğrusu saklı bir vadi. E-80 bağlantı yoluyla sahil arasında kalmış yemyeşil bir vadi. Ortasındaki düzlüğün bir köşesine yapılmış tek katlı üç yapıdan birine giriyoruz. Rektörlük binasına… Türk-Alman Üniversitesi’nin hukukçu rektörü Prof. Dr. Halil Akkanat ile görüşeceğiz. Üniversite, 2008 yılında milletlerarası bir anlaşmayla kurulmuş. Türkiye maddi imkânları sağlayacak, Almanya ise bilimsel destekte bulunacak.Türk-Alman Üniversitesi bir devlet üniversitesi. Zaten Akkanat da söze, “Herkes özel üniversite olduğumuzu düşünüyor, ama devlet üniversitesiyiz.” diye başlıyor. Bu yıl ilk öğrencilerini alacaklar. Almanya deyince akla mühendislikler gelir. Üniversitenin birinci önceliği de mühendislikler. Eğitime ilk olarak makatronik sistemler mühendisliği bölümü başlayacak. Makine, elektronik ve bilgisayar dallarının etkileşiminden hareketle kurulmuş bir bölüm. Kampüsün 3 yıl içinde tamamlanması düşünülüyor. Laboratuvar dersleri kampüs bitirildikten sonra başlayacak. Akkanat, “20 bin metrekare kapalı alan laboratuvar olacak.” diyor. Türkiye’de bu büyüklükte laboratuvar yokmuş. Akkanat, iktisadi ve idari bilimler ile kültür ve sosyal bilimler fakültelerini de önemsediklerini söylüyor. Hukuk ve işletmede dünyada bir Alman ekolü var. Türk-Alman Üniversitesi Almanya’dan gelecek hocalarla bu ekole dair eğitimler verecek. Almanya’da yaşayan Türk vatandaşları ve halihazırda Türkiye’ye yerleşmiş yaklaşık 400 bin kişilik Alman nüfusunu düşününce sosyal bilimler bölümleri için önemli bir çalışma sahası. Akkanat, “Almanca ders anlatabilecek hukukçu akademisyen Türkiye’de oldukça fazla. Ama işletmede ve sosyal bilimlerde bunu söylemek mümkün değil. Mühendislik için de. Partnerimiz olan Alman üniversiteler hoca gönderecek ama bizim öncelikli hedefimiz kendi akademisyenlerimizi yetiştirmek. Bu çerçevede projeler hazırladık, yetiştirmek üzere Almanya’ya akademisyenler göndereceğiz. 5 yıl içinde Almanca ders anlatabilen hocalarımızı yetiştirmiş olacağız.” diyor.Türkiye-Almanya ilişkileri çok eskilere dayanıyor. Buna rağmen, Amerikan ve Fransız ekolünden köklü üniversiteler varken bu zamana kadar Alman ekolünden bir üniversite kurulmaması ilginç. Nedeni için Akkanat, “Siyasi sebeplerle.” diyor. Nitekim ilk teşebbüs 1907 yılında Abdülhamid döneminde olmuş. Ciddi müzakereler yapılmış. Ama neticelenmemiş. İkinci başarısız teşebbüs 1954 yılında olmuş. Son girişim 1996 yılında yapılmış. Hatta bir vakıf kurulmuş ama olmamış. Nihayet 2008 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın imzasıyla Türk-Alman Üniversitesi kurulmuş. Akkanat, “Baktığınız zaman geç kalındığı söylenebilir.” diyor. Akkanat, Almanca konuşan ülkelerdeki Türklerin de hedef öğrenci kitleleri olduğunu vurguluyor. Artık memleketlerinde Almanca eğitim alabilecekler çünkü.‘29 Alman üniversitesi bize destek veriyor’Türkiye’de Almanca öğreten 37 lise var. En meşhurları Avusturya ve Alman liseleri ile İstanbul Erkek Lisesi. Üniversitenin her bölüm için kontenjanı 40 öğrenci. Bunların 12’si bu liselerden olacak. Akkanat, “Üniversitenin kurulmasına ilişkin yapılan anlaşmaya göre bu liselerden alınacak öğrenciler için özel bir sınav olmayacak, içlerinden en yüksek puan alanlar alınacak.” diyor. Almanca hazırlık sınıfında belli bir seviyeyi geçenler ise, Almanya’ya dil eğitimi için gönderilecekler. Bu öğrencilerin uçak biletinden, konaklamalarına kadar her türlü masraflarını Alman hükümeti karşılayacak. Türk-Alman Üniversitesi’nin 29 partner üniversitesi var. Akkanat bu sebeple, “Sadece Türk-Alman Üniversitesi’nin öğrencisi olmuyor, 30 üniversitenin bir parçası oluyorlar.” diyor. Üniversitenin her bir bölümü için bir Alman üniversitesi görevlendirilmiş.‘Sanayi-üniversite birlikteliği için yasa gerek’Mühendislik eğitimi veren üniversiteler için sanayi ile işbirliği yapmak çok önemli. Yetkililer de bu konuda çağrıda bulunuyor. Sanayici de destekleyeceğini söylüyor ama bunun nasıl olacağı, mühendislik öğrencisi fabrikaya gittiğinde statüsünün ne olacağı belli değil. Almanya’da bu yasayla belirlenmiş. Sanayi kuruluşları stajyerler için özel eğitim mekânları oluşturmuş. Senede üç ay çalışma imkânı veriliyor. Üniversite öğrencisi yani stajyer çalıştıranlara da vergi avantajları yapılıyor. Türkiye’de faaliyet gösteren 6 bin Alman firması var. Akkanat, “Bu firmalar öğrencilere staj imkanı sunacak. Sadece Türkiye’de değil Almanya’da staj imkânları olacak. Hem işletmede hem de mühendislikte bu altyapıdan yararlanacağız.” diyor. Akkanat, Türkiye’nin bu konudaki eksikliğine dikkat çekiyor. Eğitim için önemli olan böyle bir yasayı hazırlamak çok zor olmasa gerek. g.baki@zaman.com.tr

U-20 Dünya Kupası bize ne anlattı?

$
0
0
Bilmiyorum kaç kişi farkına vardı ama Türkiye ilk kez bir FIFA organizasyonuna ev sahipliği yaptı.U-20 Dünya Kupası dün sona erdi. Bir ay boyunca 7 şehirde düzenlenen 24 ülkenin katıldığı şampiyona 1977’de Tunus’ta düzenlenen ilk turnuvadan da daha az seyirci çekerek tarihin en ıssız tribünleriyle tarihe geçti. Ziyaretçilerin bir kısmının takım oyuncularının aileleri, yerel ve ulusal basının akredite olmayan çalışanları, onların aile ve çocukları, yerli-yabancı menajerler ve Irak başta olmak üzere yabancı seyircilerden oluştuğunu düşünürsek ülke içinden ilgi neredeyse sıfıra yakındı. Kabul edelim, çuvalladık ve EURO-2016’yı bize değil ülkesine veren UEFA Başkanı Platini’ye atar yapmanın aleminin olmadığını öğrenmiş olduk.O başka bu başka demeyin ve geçmiş yıllarda Dünya’nın dört bir yanında düzenlenen turnuvaları düzenleyen ülke ve tribüne koşan seyircilere saygı duyun.Küçük işleri iyi yapamazsanız büyük işleri hayal etmeyin!Biz futbol ülkesi, spor ülkesi olamıyoruz. Bakın değiliz demiyorum, olamıyoruz.Bir çocuk, bir gençlik bayramı sahibi ülke olarak hiçbir zaman tören düzenleyici olmaktan öte gidemeyen ilkel bir “çocuklar şu köşede durup sırasını beklesin aymazlığımız” var.Şehirleşme kültürü felaket kötü olan, spor alanları yok edilmiş, varlıklı insanların spor salonlarına tıkılarak kilo vermeye (!) çalıştığı ülkenin çocuklarından zaten fazlasını bekleyemeyiz..Özetle 2014’e gidemeyen ağabeyleri ne ki çocuklar ne olsun sözü onların değil onlara değer, eğitim, terbiye vermeden yetiştiren sistemimizin sonucudur.Ülkede hiçbir yöneticinin eleştiri kabul etmeden her yaptığının doğru olduğunu düşünüp, ısrar ettikçe zaten geçmiş olsun..Utanmamız lazım!İletişim kurmadaki beceriksizliğimiz, birbirimizle girdiğimiz haince ayak kaydırıp koltuk yakalama rekabeti, kulüpçülük fetişizmi üzerine kurduğumuz futbol hayatımıza dönüp bakamadığımız ve hâlâ aynı yerde durduğumuz için utanmalıyız.Fransa’yı izlemeye devam ederizBu yazı cuma günü kaleme alındığından şampiyonun kim olduğunu siz biliyorsunuz. Uruguay şampiyon olduysa kendimize daha büyük dersler çıkarmamız gerekecek.Uruguay, Güney Amerika’nın Arjantin, Brezilya gibi dev ülkeleriyle adı geçmesine, önemli bir tarihî geçmişi olmasına karşın aslında yüzölçümü ve nüfusu açısından küçücük bir ülke..Yarı finalistlerden Gana fakir, Irak 20 yıldır zulüm görüyordu. Onlar da yarı final oynadılar. Fransa şampiyon olduysa diyecek çok şey var.1998’de Dünya Kupası’na ev sahibi yaptıklarında Trezequet ve Henry, 21 yaşında genç çocuklar olarak kadroda yer almış, havayı soluyup geleceğin büyük yıldızları olmuşlardı. Son vuruşçu forveti olmayan takım Zidane ve arkadaşlarının performansı ile şampiyonluğa ulaştı.Sonra yıllarca dünya futbolunu domine ettiler.Bu turnuvada izlediğimiz Fransa ülke futbolunun gelecek mayasını oluşturuyor. Euro-2016’da bu takımdan en az iki kişiyi Trezequet ve Henry gibi Fransa milli takımı kadrosunda göreceğiz ve muhtemelen sonraki 10 yıla damga vuracak takımın içinde olacaklar. Hissiyatım Fransa’nın 2016 yılında bir kez daha ev sahibi olacağı dev bir organizasyonla yeniden Avrupa Futbolu’nda milli takımlar zirvesine yürüyeceğini söylüyor.Fransa 1998’i izlerken bazı dersler almıştık, yenileyecektik herşeyi...Oradaydım ve tüm turnuvayı bu yazı ve yorumları okuyup dinleyerek geçirmiştik. Hiçbir şey değişmedi.15 yıl içerisinde milli takımlar eğitim sistemi, hocaları, kadroları defalarca değişti. Herkes kafasına göre bir sistem hayal etti. Başaramadılar!..Başaramazlar çünkü bu topyekun bir kültürdür.Biz bu yaz zırt pırt başkan, yönetim kurulu, hoca, sistem değiştirerek, dev pahalı tesisler inşa ederek sportif karakteri olan bir nüfus ortaya çıkaramayacağımızı bir kez daha öğrendik.Sakın her şeye sıfırdan başlamaktan sözetmeyin. Olmuyor işte..Ligi kurtararak başlasak!Tek bir alternatif elimizdeki ligi el bebek gül bebek koruyup büyütmekten geçiyor. Ne var ki bu sefer de en büyük kim, en zengin kim, en çok hakkı yenen kim, en büyük lobisi olan kim, en çok taraftar kimin, en iyi topçu kimde, en iyi yorumcu kim, kim adam değil, kim adam gibi adam, kim kaç para kim değil gibi bir sürü kavga başlığıyla o ligi de itibarsızlaştırıyoruz.Sanki bu lig bizim ortak eğlence, yarışma ve büyüme alanımız değil, herşeyi tek başına ele geçirip diğerlerini yok etme oyunu oynadığımız; stratejisi, yöneticisi, teknik adamı, oyuncusu, medyası, taraftarı ile topyekun kavgaya endeksli dünya savaşı gibi..Akdeniz oyunları, U-20 Dünya Kupası, 6-0-4 kaosu, UEFA yargısı derken yoğun bir ay geçirdik... Yaşadıklarımızı iyi tahlil edip yeniden başlamalıyız... Neyse sıfırdan başlamak sözünün modası geçti. İyi pazarlar. o.karacan@zaman.com.tr

Alta düştüm diye üzülme mertlik ölmedi diye sevin!

$
0
0
652. Tarihî Kırkpınar Yağlı Güreşleri geçtiğimiz hafta sona erdi. Başpehlivanlık payesini, oyunları 3. kez üst üste kazanan Ali Gürbüz alırken, biz de şimdiye kadar hep dıştan görülen pehlivanların iç dünyasına konuk olduk.Düm, teke teke... Düm düm tek... Davul sesleri uzuyor. Ağırbaşlı zurna sesinin takıldığı davulların sesleri... Benim ise yüreğim titriyor. İlk defa geldiğim er meydanı önümde bir girdap oluyor. O kendine çekerken kalabalığı, ben içime kapanıyorum. Sabah akşam yaptığım antrenman öncesi dualarımı tekrarlıyorum. Karamürsel’den çıkarken annemin elini öpüşüm, dün Selimiye Camii’nde abdest alırken çektiğim besmele... Ata sporumuz yağlı güreş törenlerinin değişmez geleneği Selimiye mevlidi… Orada ben de vardım. Akşam oldu, bizi misafir etti koca cami. Bizimle beraber gelen eş dost başını sokacak bir göz oda bulamamış. Kendine bir çatı altı bulamayanlar, caminin bahçesindeki kabristanı mesken tutmuşlar.Otobüsler pehlivan taşır. Uzaklardan nasıl geldim Kırkpınar’a anlamadım. Sonra bu soyunma odası dedikleri yer, tam bir araf. Üzerinde sana doğrultulan gözlerin azabı... Gözlerim kapalı derin nefes çekiyorum o nemli odada. Şaşkınlıktan bırakıp gidecek oldum biraz evvel. Yükselen seslerin arasında biri çıktı ve dokundu kulağıma. Birden irkildim. Hızlı nefeslerin dizildiği bir heyecanla soruyor: “Kispetini kontrol ettin mi Halil? Ettim ağbi, kolun nasıl? Bir şey kalmadı sanki. Ağrı mağrı yok ya. Çok şükür iyiyim.” Yükselen anonslar, o cazgır adamın manileri, heyecanımı depreştiriyor. Sözü kesiyor, kelimeleri boğazına diziyor her defasında: “Filanca boy pehlivanlar acil er meydanına!” Bu benimki mi? Hayır, yok. Biraz önceki de değildi zaten. Ne zaman gelecek benim sıram. Şu kulağıma takılan her yankı, kimyevi bir terkibin içine düşen zıt bir madde gibi. Hani karışınca şişerek kabından taşırır da bakarsın, köpüklere dönüşüp gidivermiş. İşte tabir yerindeyse içimi coşturuyor bu sesler, kabartıyor ve istemediğim bu heyecanı köpük köpük alıyor içimden.Er meydanı, cenk meydanı mı?Meydanın önüne dizilen her pehlivan gibi ben de açık vermeme peşindeyim. Sırtımı duvara dayamışım. Dışarıda vuran davulları sırtımda hissediyorum. Bu uzayıp giden karınca yuvası koridorun sonunda bir cenk var sanki. Başımı tünelden çıkarınca, zurnaların delici sesine karışmış yağ kokusu burnuma hücum ediyor. İki muhafızın beklediği o kapıdan geçip meydana çıkarken pişkinliğe bulaşmış bir heyecan var hepimizde. Ama şu aynada cengaver tavrı takınan, o koca gülleleri, giryaları kaldırıp indiren, masa genişliği omuzlarıyla sanki kafası vücuduna kaynamış benim gibi bir adamın korkmadığına eminim.Şimdi salavatçının (cazgır) sesi çalınıyor kulağıma: “Korkma pehlivan korkma meydan senindir/ Allah Allah illallah/ Alkışlarla diyelim pehlivanlara maşallah.” İlk defa çıktığım meydanda buradan geçmiş nice er yiğitler, kispetli fotoğrafındaki gibi dedemin pehlivan ruhu bulur beni. Çimlerin ortasına gelince yeri öpüp alnımıza koymaklığımızı şimdi bildim ya ben. Varsın devirsinler şu koca cüsseyi, çimleri yolayım hırsımdan. Bu meydanın şerefi yeter bana o vakit.“Hazreti Hamza’dır üstadımız, pirimiz!”Türkiye’nin dört bir yanından gelen 32 pehlivan, Sarayiçi Er Meydanı’nda dizildi. Cazgır dellallık ederken, kendi diyarına nam salmış her bir pehlivanı lakabıyla ilan ediyor. Bir nefes var ki hak getire, göğsü kabarıp, boğazındaki damarlar şişiyor, pala bıyıkları gerilip kendinden geçiyor. Nereden bulur bu manileri? Hepimize bir yakıştırma yapıyor: “Karşıdaki dağdan aldım rengini/ Araya araya buldum hepinizin dengini.” Türk bayrakları ile bezeli kalabalık, hınca hınç doldurmuş oturakları. Dürbün yardımıyla bizleri izleyenler, üç-beş ağızdan başlayan tezahüratlar meydanı inletiyor.İsmim söylenince karşıdan bir çığlık kopuyor. Dostlar, mahalleden arkadaşlarım toplanıp gelmişler bu pazar günü. Diğer yanda efsane güreşçi Hamza Yerlikaya, Kırkpınar ağası ve nice yerli eşraf bizleri alkışlıyor. Uzaktan işareti alınca rakibimle gidip tanışıyorum. Benden kısa, tıknaz bir delikanlı verdiler karşıma. Elini sıkıp sırtını sıvazladım. İçimin yankılarına hakim olamıyorum. Kara kuru bu çocuğu ne çıkardılar karşıma. Halbuki, “Allah’ın yardımı üzerine olsun!” demeyi ihmal etmiyorum dışımdan. Çünkü böyledir er meydanı, rakibin alt edilecek bir hasım değil, kendi nefsinin ete kemiğe bürünmüş halidir.İşaret gelince, yağcılar bitiverdiler yanımızda. Güneş, başımızda halelenmiş gibi yakmaya başladı beni. Testilerden dökülen yağa bulandım. Bir iğne ucu kadar yer kalmadı ki kuru kalsın vücudumda. Hak yerini bulsun diye rakibimin sırtını ben yağladım, o da benimkini. İyice yedirmeli pehlivan tenine, yoksa kuru tarafına denk gelir de yakalayıverir güreşçi adam. Sırtını yere getirir de göbeğin yıldızları sayar. İtiraz dinlemez onca göz. Hakem, hakimdir, itiraza mahal bırakmaz.Neyse, deriden kispetimin içinde yağlara bulandım, o yabancılık gitti. İşte şimdi tam pehlivan oldum.Bizi sızma zeytinyağı ile yuğarlar, göz yakmaz, şifadır deriye. Kaliteli olmazsa zeytinyağı, rahatsızlık verir adama. Şimdi, davullar vurunca peşreve başladık. Güreşten evvel yaparız bu işi, kalabalığı selamlar, vücuttaki mahmurluğu atarız. O kibirli yürüyüşte, bir el göğe kalkar, diğeri ise kispeti döver. Cazgır sıranın başına geçmiş baş peşrevi çekiyor. Bir debdebe ile yürür ki tüm pehlivanlar, her biri ona imrenir. Burada peşrev de bir maharettir. En iyi çekene ödül bahşederler. Meydanın orta yerine gelince diz kırıp üç kez yeri öper yiğit pehlivanlar. Bu, ‘karşıma çıkanın bastığı toprağa bile saygım var’ demektir.Saf zeytinyağına bulanan iri kıyım vücutlar sahanın orta yerinde parlıyor. Bu yürüyüş öyle herhangi bir yürüyüş değil. Kibir, gurur, şan, benlik, güç var... Allah yeryüzünde kibirlice yürüyenleri sevmez derler. Ama onun namına savaş meydanında yürüyenler müstesna demiş Muhammed Mustafa (sas). Besmeleler çekildi, salavat gelince davullar başka bir vurmaya başladı şimdi.Bu iş mertlik işidirBir besmele de ben çektim. Artık izleyenler kayboldu önümüzde. Elimizi uzattık, tokalaştık. Hakem elini indirince giriştik er meydanına. Nümayiş bitti, buradan sonra mertlik konuşur. Dövüş boyunca alta düştük, sabrettik üste çıktık. Hırs ile sarılınca tutulmaz adam diyorlar, aşk ile tutacaksın. Karşımdakine, oyun bir türlü işlemiyor bu yiğide. Paçama çivilemiş elini sanki. Nefesi tutup bir kez daha dalıyorum kasnağa. Güneş başımızda dikilmiş, oluk oluk ter boşalıyor alnımdan. Gözlerime giren terler yakıyor ve bir sızı başlıyor gözlerde. Yirmi dakika dayandım. Ayaklarımın altı su topladı. Nereye bassam iğneleniyor ayaklarım. Parmaklarım kasıldı, kollarım kalkmıyor. Nefeslenmeye fırsat kolluyorum. Ağırdan alayım dedim de kündeye geldim. Rakip kıvrak bir manevra ile beni kavradı, arkama geçip yere vurunca bir gürültü kopuverdi. Pehlivan, sevinçle koşuyor. Yağlanan çimlerinde ben şaşkınlıkla etrafa bakıyorum. Yine cazgırın sesi ilişti uzaktan: “Zengin babayı hayırsız evlat/ Haylaz çiftçiyi kuru inat batırır/ Pehlivan sen de hazırlanmamışsan/ Rakibin seni sırt aşağı yatırır.” e.emre@zaman.com.tr

Artık dindarların da bir film rehberi var

$
0
0
‘Hangi filmi izlesek?’ sorusu, işin içine dinî hassasiyetler ve aile faktörü de girince cevaplanması zor bir hal alıyor. ‘Müslümanlar için güvenli film rehberi’ sloganına sahip film değerlendirme sitesi ‘cinemu’, bu sorunu çözmek için geçen hafta hizmete başladı.-Ailenizle sinema keyfi yapmak istiyor ama seçeceğiniz filmin çocuğunuz için uygun olup olmadığı konusunda tereddüt yaşıyorsanız ya da gitmeyi düşündüğünüz filmde dine ve inançlara hakaret, cinsellik, şiddet, ayrımcılık gibi unsurların bulunup bulunmadığını nasıl önceden öğrenebilirim diye düşünüyorsanız artık bu hassasiyetlerinize cevap verecek bir sitenin hizmete girdiğini haber verelim. Merkezi İstanbul’da olan ve Ramazan ayıyla birlikte yayına başlayan uluslararası film değerlendirme ve derecelendirme sitesi www.cinemu.com ‘Müslümanlar için güvenli film rehberi’ adıyla, piyasadaki önemli bir ihtiyacı karşılamayı amaçlıyor.Site yöneticisi Nedim Kaya, gelişen dijital ortam sayesinde İslam âleminin sinema sektörüne her zamankinden daha fazla ilgi göstermeye başladığını ancak buna rağmen insanların ellerinde kumanda olmadan, gönül rahatlığıyla film izlemelerinin mümkün olmadığını gözlemlemiş. Böyle bir çalışma yapılması için çevresinden de talepler geldiğini söyleyen Kaya,“1 milyar 700 milyonluk toplam nüfusunun yarısından fazlası 25 yaş altı gençlerden oluşan İslâm dünyasının kendi ilke, kavram ve değerlerine uygun bir sinema sitesine sahip olmayışı büyük bir eksiklikti.” ifadelerini kullanıyor. Nitekim site, İslami değerleri göz önünde bulunduran ilk site olsa da aslında alanında tek değil. Hıristiyan ve Yahudi sinema izleyicileri için hizmet veren pek çok film değerlendirme sitesi mevcut. Ne var ki Müslümanların hassasiyetleri, Yahudi ve Hıristiyanlarınkiyle çeşitli farklılıklar gösteriyormuş. Benzerlerinden yola çıkan, ancak sadece Müslümanların hassasiyetlerine göre değerlendirme yapan site, çok dilde yayın yaparak mümkün olduğunca fazla sayıda Müslüman’a hizmet vermesi yönünden benzerlerinden ayrılıyor. İlk etapta Türkçe, İngilizce, Arapça, Fransızca, Farsça, Malayca, Endonezya ve Rusça dillerinde hizmete başlayan sitenin, kısa süre içinde Urduca ve Çince olarak da yayın yapması planlanıyor. Dil belirlemede de tahmin edileceği gibi Müslüman nüfusun yoğun olarak kullandığı diller tercih edilmiş.Yalnız müstehcenlik değil, kalite de değerlendiriliyorCinemu uyguladığı ‘güvenlik metre’ cetveli aracılığıyla site ziyaretçilerine ‘en güvenli’den ‘en yüksek puanlı’ya kadar, tüm filmlere kategorize edilmiş bir biçimde ulaşma imkânı sunuyor. Site kullanıcıları, böylelikle her bir filmin konusu, oyuncuları, sanatsal bilgilerinin yanında Cinemu’nun aile kriterleri esas alınarak verdiği derecelendirme puanına da ulaşabiliyor. Sitede ayrımı yapılmaksızın, ‘en güvenli’den, ailece seyredilmesi ‘sakıncalı’ya kadar her film bir derecelendirme puanına da tabi tutuluyor. Vizyondaki filmler de dâhil 5 bine yakın filmin değerlendirilip derecelendirildiği sitede, her filmin bir tanımlayıcı pasaportu var. ‘Pasaport’ bölümünde filmin çıplaklık, şiddet, ensest ilişki, eşcinsellik, alkol ve uyuşturucu tüketimi, küfürlü dil ve herhangi bir dine ve inanca hakaret içerip içermemesi yönünden değerlendirmesi yapılıyor. Ayrıca IMDB gibi dikkate değer sinema sitelerinin filmlere verdiği puanlara da en güncel haliyle yer veriliyor.Projede yıllardır sinema sektöründe yer alan eleştirmenler kadar, psikiyatristler de görev almış. Filmlerin ‘risk’ değerlendirmesiyle psikiyatristler ilgilenirken, eleştirmenler de kalite değerlendirmesini yapıyor. Değerlendirme sonucunda ise filmler 7 ayrı kategoriye ayrılıyor. İlk kategoride yüksek kaliteli ve düşük riskli filmler yer alırken, en alt kategoride ise yüksek riske ve düşük kaliteye sahip ‘seyredilmez’ olarak tanımlanan filmler bulunuyor. Sitenin arşivi şimdilik mayıs ayından bu yana gösterime giren filmlerle sınırlı olsa da, geriye dönük incelemeler yapılarak özellikle yüksek kalite ve düşük riske sahip filmlerin sayılarının artırılması hedefleniyor. ar.kilic@zaman.com.tr

Edebiyatta geçmiş zaman Ramazanları

$
0
0
Şimdilerde eski Ramazanlardan özlemle bahsedilirken geçmişte yaşayanların da aynı özlemi taşıdığına şaşırmazsınız herhalde. İşte edebiyatçıların kalemleriyle kayda geçirdiği Ramazan anıları ve unutulmuş Ramazan geleneklerinden bazıları…Ramazan’ın edebiyata konu olmaması düşünülemez. Özellikle eski dönem Türk edebiyatında çokça işlenen Ramazan hikayeleri sayesinde unutulmuş geleneklere ve anılara ulaşmak mümkün. Edebiyat sayfalarında Hırka-i Şerif ziyaretleri ise her zaman geniş yer kaplıyor.Dinî hayatımızın önemli bir bölümünü teşkil eden Ramazan ayı, kendi kültürünü doğururken divan şiirinden tekke şiirine, deyim, atasözü, mâni, türkü gibi anonim ürünlere kadar pek çok türde yer bulmuş, kendine ait bir edebiyat meydana getirmiş.Ramazan ve oruç, dinî bir konu olarak işlendiği kadar, sosyal bir mesele olarak da edebiyatta ele alınmış. Farklı dönemlerden pek çok edebiyatçı, anılarında, sohbet türünde kaleme aldıkları eserlerde ve köşe yazılarında dönemin Ramazan âdetlerini ve bu âdetlerin geçirdiği değişimi de tarihe not düşmüşler.Döneminin İstanbul hayatını anlattığı yazılarıyla tanınan Ahmet Rasim’in Ramazan’a dair kaleme aldıkları, sonraları ‘Ramazan Sohbetleri’ olarak derlenir. Hatıralarında, Ramazan’ın eskiden gözlemevlerinin tespit ettiği günle değil de ‘rüyet-i hilal’le yani hilali görünce başladığını anlatan Rasim, kadıların ziyafet vererek ayı gözlemleyenlerden gelecek haberi kalabalıkla birlikte beklediğine de bir yazısında yer verir. Ne var ki hem Ramazan’ın hem de Ramazan bayramının gelişini haber veren hilali görmek o kadar da kolay olmaz ve bu güçlük nedeniyle bazen garip durumlarla karşı karşıya kalınır. Ahmet Rasim, çocukluğunda bununla ilgili yaşadığı bir olayı şöyle aktarır: “İlkokul öğrencisi olarak arife günü arkadaşlarla birlikte okula gittik. Üçüncü dersin tam ortasında çalan bir zille bahçeye toplandık. Herkesi bir telaş almıştı. Neden sonra bahçeye toplanan öğrencilere müftülükten haber geldiğini, hilalin görülmüş olduğunu ve okula gelinen o günün bayramın birinci günü kabul edildiğini bildirerek öğrencilerin bayramını tebrik edip okulu da tatil ettiler. Bayramın birinci gününün yarısının geçmiş olduğu üzüntüsü içinde, yeni elbise ve pabuçlarımızı giymek için nefes nefese evlerimize koşmuştuk.”Ramazan’ın on beşi, ‘Hırka-i Saadet’i ziyaret günüEski Ramazan geleneklerinden birisi de Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilen Hırka-i Saadet’in ayın on beşinde gerçekleştirilen ziyaretiydi. Padişahların Topkapı Sarayı’nda oturdukları sırada gelenek halini alan bu ziyaretler, Dolmabahçe ve Yıldız Sarayı’na taşınmalarının ardından da bozulmadan devam etti. Sultan Reşad’ın başkâtipliğini de yapmış olan yazar Halid Ziya Uşaklıgil, ‘Saray ve Ötesi’ adlı hatıralarında bu gelenekten ve halkın gösterdiği büyük ilgiden bahseder ve o manevi atmosferi şöyle anlatır: “Bu hakikaten pek ruhani, pek vecd ve huşu ile yapılan bir merasim idi ve insanın dinî bağları gevşemiş olsa bile asırlardan beri milyonlarca ümmetin üzerinde saltanat hükümran olan Azimüşşan peygamberin hırkasına velev uzaktan, velev örtüleri arasında yüz sürebilmek, ruhu kendinden geçiren bir mest idi.”Ayrıca padişahın, ziyarete gelenlere hırkanın üzerine sürülmüş mendil ve tülbentler dağıtması da âdettendi. Bir diğer yazar Cenap Şahabettin, “İstanbul’da Bir Ramazan”da, Hırka-i Saadet alayının halkta uyandırdığı başka bir heyecana değinir. Ramazan’ın on beşinci günü Şehzadebaşı’nda toplanan kalabalığın nedeni, aynı zamanda yılda bir gün padişahın izniyle İstanbul’u gezmeye çıkan saraylıları görmektir.Hem iftar yemeği hem de ‘diş kirası’…Ahmet Rasim hatıralarında, Ramazan’ın eski âdetlerinden biri olarak diş kirasından da bahseder. Eskiden iftara gidilen yerlerde, misafirlere hediye mahiyetinde verilen ve diş kirası denen bir para olduğunu anlatan Rasim, tanıdık-tanımadık herkesin evine sırf diş kirası alabilmek için giren bir kesimin türediğini anlatır. ar.kilic@zaman.com.tr

Abi, bak kurşunların da rengi var

$
0
0
Bosnalı gazeteci Emine Şeçeroviç Kaşlı, savaş sırasında 7 yaşındaydı. 10 yaşındayken Bosnalılara savaşı kazandıran o gizli tünelden geçip Türkiye’ye gelen Kaşlı, savaş sırasında yaşadığı 3 yılı yazdı. Roman, bir çocuğun gözünden yaşanılanlara tanıklık ediyor.Dünyanın canlı yayında izlediği ilk savaşlardan biriydi Bosna Savaşı. Yıl 1992'ydi ve Avrupa ülkeleri toplantı üstüne toplantı yapıyordu, Türkiye ayaktaydı, yardımlar, gösteriler… Tıpkı bugün Suriye ve Arakan için olduğu gibi. Gazeteci Emine Şeçeroviç Kaşlı, savaşta Bosna'da çocuktu. Bugün Bosna Oslobodjenje gazetesi Türkiye muhabirliğini yapıyor. Kaşlı, savaşa tanıklık ettiği üç yılı anlattığı bir roman yazdı. Bu romanda, Bosnalıların savaş sırasında nasıl yaşadıklarını, çocukların okula nasıl gittiğini, kadınların imkânsızlıklar içinde nasıl yemek yaptıklarını, kendi deyimiyle Boşnakların nasıl ayakta kaldıklarını anlatıyor. Romanın adı ise unutamadığı bir anısından geliyor: Biri şehit olan ağabeyleriyle savaş sırasında bir gece balkonda otururlarken karşı dağlardan şehre doğru ateş edilir. Savaşta çocuk olmak bombalara ve kurşunlara alışkın olmaktır! Ve daha trajik olan ise 7 yaşındaki o kız çocuğunun kurşunların renkli olduğunu fark etmesidir. Gece karanlığında şehre doğru hızla gelen her bir kurşunun rengi farklıdır; kırmızı, yeşil ve sarı. İşte o küçük kız çocuğu havai fişek gösterisi izlermiş gibi bir coşkuyla bağırır: “Abi, bak kurşunların da rengi var...”Bunca yıl sonra neden yazdınız? Bir yüzleşme kitabı mı bu?Kitabı aslında beş yıl önce yazmaya başladım ama, sandığım kadar kolay olmadı yazmak. O günlere geri dönmek, detaylarıyla hatırların derinine inmek, sayısızca kez yazmaktan vazgeçirdiği oldu… Sonra tekrar başlardım, tekrar bırakırdım ve böyle bir döngü gibi. Bir yıl önce kitabı bitirdim. Özellikle Türkçede yazdım, çünkü 10 yıldır Türkiye'deyim ve böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu, bu sorumluluğumu hissettim. Çoğu kez Türk dostlarımın savaşı sorduklarında, anlattıklarımdan şaşırdıklarını, inanamadıklarını, fazlasıyla üzüldüklerini gördüm. Savaşın aslında çocuk gözünden pek de anlatılmadığını anladım. Türkiye insanının Bosna'yı ne kadar sevdiğini ve ne kadar merak ettiğini de görme fırsatım oldu. Kendim de gazeteciyim ve Türkiye'de sayısını bilmediğim kadarıyla insan bugüne kadar Bosna konusunda bana ulaştı. Dolayısıyla, böyle bir kitabı yazmayı vatanıma karşı sorumluluk olarak hissettim. Bugün hâlâ Bosna savaşının gerçeklerinin üstü örtülmeye çalışılıyor, unutturulmaya çalışılıyor, bense unutturmamak adına ufak bir iz bırakmak istedim. Ola ki yarın öbür gün birileri Bosna'da yaşananları araştırmak okumak isterse, benim kitabımdan da yararlansın istedim. Yüzleşme kitabı değildi aslında ama yazarken fazlasıyla yüzleşme kitabı oldu diyebilirim. Yazmaya başlarken bunlar zaten yaşadıklarım olduğu için dökmenin kolay olacağını sandım ama, yazarken anladım ki bazı anıları kendimden de saklıyordum, hatırlamak istemiyordum ve bunca yıl sonra yüzleştiğim anılarım oldu.“Ben savaşı ‘normal' haliyle yaşamış çocuklardan biriyim” diyorsunuz. Savaşın ‘normal'i nedir?Savaşın normal hali dediğimizde çok garip geliyor ama öyle… Maalesef ama benden çok daha zor koşullarda savaşı yaşamış çocuklar da oldu. Esir kampına düşmüş olanlar, bütün ailesini kaybetmiş olanlar, elini kolunu kaybetmiş olanlar, daha belki dünyayı yeni görmeye başlamışken gözlerini kaybetmiş olanlar… İşte tüm bu çocuklar benden daha zor şeyler yaşadıkları için böyle diyorum. Savaşta belki de en büyük şansım olarak gördüğüm şey ailemden kimsenin Sırpların esir kampına düşmemiş olmasıdır. Acı ama savaşta buna şans diyorsunuz.Ben çok hislendim okurken... Ama kitapta çok dikkat çekici bir sözünüz var: “Ajitasyon yapmak istemedim ve Bosna Hersek halkı acınacak bir halk değil.” diyorsunuz. Böyle demenizin sebebini açıklayabilir misiniz?İnsanlar bana sık sık Bosna'yla ilgili sorular soruyor, belgesel çekenler, makale yazanlar vs. Ve hem bu tecrübelerimde hem de okuduğum Bosna haberlerinde, izlediğim Bosna belgesellerinde yoğun olarak acılara yer verildiğini gördüm. Bosna savaşı Saraybosna, kurtuluş tüneli, Mostar köprüsü, Srebrenitsa gibi yerlerle özetleniyor ve bunda bitiyor. Yani daha çok acı tarafından anlatılıyor ki hepimiz biliyoruz, acı daha çok izleniyor ve reyting yapıyor. Ama Bosna savaşı öyle olmamalı, artık sadece Bosna milletinin çektiği acılara değil, o acılarla nasıl kahramanca mücadele ettiğine yer vermek, vurgu yapmak lazım. Silah yapımında neler kullandık, yemeklerde neler ürettik, çamaşırlarımızı nasıl yıkadık, yağmur suyunu nasıl kullandık vs. tüm bunlar aslında bu onurlu mücadeleyi göstermektedir. Kitabımda da bu gibi kısa kısa hikâyeler var ama benim anlattığımda daha fazlası da mevcut. İşte bu yüzden ajitasyon değil, acınacak millet değiliz dedim, diyorum. Sadece bugüne kadar daha çok acımıza yer verildi ama, asıl bence ilgiyi hak eden şey, o acıları nasıl yendiğimizdir.Anne olacaksınız inşallah, bu kitap çocuğunuza annesinin çocukluğunu anlatma kitabı mı?Bir nevi, evet, öyle… Kesinlikle çocuklarımın da neler yaşadığımı, yaşadığımızı bilmelerini istiyorum ve en doğru şekliyle öğrenmeleri için elimden geleni yapacağım. Hiçbir şekilde nefret, kin taşımalarına izin vermem lakin, unutmamaları ve unutturmamaları için ne gerekiyorsa yaparım, çünkü korkarım ki unutursak yarın öbür gün belki de torunlarım aynı benim çocukluğumu yaşayabilirler.Romanınızı okuduğumda Suriye'de, Mısır ve Arakan'daki çocuklar aklıma geldi. Siz oralarda yaşananları izlerken ne düşünüyorsunuz? İçim yanıyor… Bu kitap oradaki çocukların da kitabı. Biliyorum, saydığınız yerlerde bugün bir çocuk benim çocukluğumu yaşıyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum. Bombadan nasıl saklandığını, nasıl korktuğunu ben şu anda da hissedebiliyorum ama o korkusunu azaltmak için elimden gelen büyük bir hiç. O yüzden çoğu zaman savaştaki çocuklara, mülteci kamplarındaki çocuklara dikkat çekmeye çalışıyorum. Unutulmasın, onlar çocuk, ben nasıl kurşunların öldürülmesini değil de renklerini fark ettiysem, onlar da öyle… Belki ekmeği yoktur ama o bir çikolatanın, sakızın hayalini kuruyordur. Diğer tarafta da bir şeyler yapabilecek olanların da seyrediyor olması kızgınlığımı artırıyor. Bosna döneminde de Avrupa sürekli toplantılar yapıyordu, görüşmeler, kararlar alınıyordu, kınama yapılıyordu ama kimse savaşı durdurmak için adım atmıyordu. O kadar yıldan, yaşanmış soykırımdan sonra nasıl savaşı durdurdularsa, en başında da durdurabilirlerdi. İşte aynı şekilde şu an Suriye'yi, Gazze'yi, Arakan'ı izliyorlar.g.baki@zaman.com.tr

Boşnak katliamının filmcesi

$
0
0
Savaş filmlerinde, savaşı tüm çıplaklığı ile görmek zorunda mıyız? Yoksa beyazperdede aslolan, insanın karmaşık yanlarının anlatımı mıdır? Bir de bütçe meselesi var ki, en güçlü senaryoları dahi ezip geçebiliyor… Boşnak katliamı sonrasında savaşı konu edinen birçok yerli ve yabancı film çekildi. Çoğu belgesel tadında amatör filmler olmalarına karşın sanatın göz ardı edilmediği nitelikli yapımlar da vardı aralarında. Bunların yanı sıra çekimleri amatör seviyede olsa bile konusundaki hassasiyetten ötürü ödül alan bir film de oldu. 2010 yapımı ‘Yokmuşum Gibi/As If I Am Not There’ bu filmlerden biri. Film tekniği açısından geçerli not alamamış olsa da, tecavüz bebeğini doğurmak zorunda kalan genç bir Boşnak kadınının öyküsünü anlatıyor olması sebebiyle ses getirdi Yokmuşum Gibi. 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Avrupa Konseyi ödülünü almış olan film, kurgusu ve tekniği açısından kendi türündeki birçok filme göre vasat denilebilecek durumda.Yokmuşum Gibi, beyazperdeye taşıdığı mesaj açısından önemli olmasına rağmen yapımda öne çıkan bazı ayrıntılar tenkide açık. Samira’nın kamptan kurtulabilmek için kamp lideri Sırp askerle görüşmeye başlaması ve komutanın kendisine âşık olarak ona yardımcı olması, savaş mağduru kadınların trajedisini romantikleştiren bir algı oluşturuyor. Birçok kadın bu kamplarda hayatını kaybedip ağır travmalar yaşarken Samira’nınki gibi bir öykünün beyazperdede yer alması düşündürücü sayılabilir.Benzer sebeplerle tenkit alan bir diğer yapım ise Angelina Jolie’nin yönetmenliğini yaptığı ‘Kan ve Aşk / In the Land of Blood and Honey’. Savaştan önce tanıştığı Sırp askeriyle tekrar kamplarda karşılaşan Ajla’nın öyküsünü konu ediniyor. Savaşın korkunç yüzü ile bir aşk hikâyesinin paralel ilerlediği film, Boşnak tecavüz mağdurları tarafından çokça eleştirildi. Her ne kadar savaşın kirli yüzü olabildiğince aksettirilmiş olsa da Ajla ile Sırp askeri Daniel arasındaki ilişki filmde verilen mesajı başkalaştırıyor. Daniel, öncelikle kamplarda Ajla’ya sahip çıkar ve kaçmasına yardımcı olur, daha sonra ise onu himayesi altına alır. Müslüman bir kadınla birlikte olduğu için askerleri ve komutan olan babası, Daniel üzerinde baskı uygular. Film boyunca izleyiciyi meşgul eden tek bir soru vardır; Ajla’nın Daniel’e sadık kalıp kalmayacağı.Film tekniği açısından üstün başarı göstermeyen Kan ve Aşk, Hollywood ahalisi ve Hollywood’un uzanabildiği coğrafyalara Bosna gerçekliğini hatırlatması açısından önemli, fakat Jolie’nin film için tercih ettiği ‘çerçeve aşk hikâyesi’ vasat bir Hollywood filmine eşdeğer denilebilir.Elbette ki Bosna katliamı ile ilgili film çekmek sanatsal kaygıları geri planda bırakarak sadece cephenin fotoğrafını veren filmler yapmak anlamına gelmiyor. Boşnak oyuncu Mirjana Karanovic’in yer aldığı Altın Ayı ödüllü “Grbavica: Esma’nın Sırrı / Grbavica: Esmas Geheimnis” filmi bunlardan birisi. Tecavüz kampında bir bebek dünyaya getiren Esma, çocuğuna, babasının Sırplarla savaşırken şehit olduğunu söyler. Ne var ki bu sırrın gerçek yüzü, kızı Sara’nın katıldığı bir okul gezisinde ortaya çıkacaktır. Hem Esma’nın hem de Sara’nın bu gerçeklikle olan savaşını konu eden film, Karanovic’in güçlü oyunculuğuyla birlikte seyirciyi yormayan eşsiz bir drama. Grbavica, Kan ve Aşk ile Yokmuşum Gibi filmlerinde olduğu gibi tecavüzü ekrana taşımadan; tecavüzün ve işkencenin orada olduğunu güçlü metafor ve çekim teknikleriyle hissettirebilen bir yapıt.Yine Mirjana Karanovic’in başrollerinde oynadığı 2006 yapımı ‘Hanımefendi / Das Fräulein’, savaştan sonra darmadağın olmuş Yugoslavya halklarının ve kadınlarının Almanya’da kesişen öyküsünü konu ediniyor. Filmde savaştan, cepheden ve kamplardan herhangi bir iz yok fakat savaş sonrası Zürih’te hayatını anlamlandırmaya çalışan üç kadının mücadelesi var. Aralarında en genç olan Boşnak asıllı Ana, kanser hastası fakat tüm bunlara rağmen hayat dolu ve orta yaşta olan Sırp Ruza ile Hırvat Mila’ya yaşamayı öğretiyor. Kan ve gözyaşına tanık olmadığımız film boyunca savaşın, kadınların ruhları üzerinde açtığı yaraları görüyoruz. Adeta hayattan gerçek bir kesit sunan film hem çekim tekniğiyle hem de kurgusuyla film eleştirmenlerini ve izleyiciyi tatmin ediyor. s.okcu@zaman.com.tr

Apo’yla kısa kollu maç yaptırmadılar

$
0
0
Tunceli Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ali Kemal Özcan, 26 yıl kaldığı İngiltere’de PKK üzerine akademik araştırmalar yaptı. Bu çerçevede Şam’da bir ay boyunca Abdullah Öcalan ile beraber yaşadı, örgüt üzerine ilk sosyolojik doktorayı da kendisi hazırladı. BDP’nin çözüm süreci için doğru bir seçim olmadığını düşünen Özcan, “İmralı’ya gidenlerin hangisi Öcalan’ın getirdiği bir öneriye karşı eleştiri getirebilir?” diye soruyor.PKK üzerine saha çalışmaları yapan Doç. Dr. Ali Kemal Özcan, çevresindekilerin Öcalan’ı insanlıktan çıkardığı görüşünde. Doğduğu köydeki ağaçlara ip bağlamalarını da buna örnek olarak gösteriyor.Hassas bir dönemden geçilirken KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın görevden alınarak yerine Cemil Bayık’ın getirilmesini nasıl değerlendirdiniz?Bu değişikliğin bana göre yeni bir anlamı yok. Yaklaşık 10 yıllık fiili bir durum resmiyete döküldü o kadar. Örgütün arka plandaki siyasi sorumlusu hep Bayık’tı… Bayık’ın örgütün başına geçmesi, süreci daha da rahatlatabilir.Bayık, İran yanlısı olarak biliniyor…Ben, bu tür tanımlamalara inanmak istemiyorum. Öcalan’dan habersiz ne güvercin olunabilir ne şahin ne de İran yanlısı… PKK, tahmin edildiğinden çok daha fazla merkezi bir örgütlenmedir. Bence bu değişiklikle Öcalan, örgüt üzerindeki kontrolünü daha da sağlamlaştırdı. Doğu’daki provokasyon eylemlerinin tam da Gezi Parkı olaylarının hemen ardından başlaması bir tesadüf mü sizce?Öcalan’ı İmralı’ya gömmeye çalışan milliyetçi bir grup var PKK içerisinde. Bu eylemler işin kötüsü onun ismi kullanılarak yapılıyor. Durumdan vazife çıkarmak isteyenler var. Maalesef Öcalan, bu konuda yeterli bir bilgiye sahip değil. Gezi, başarılı olsaydı, bu provokasyonlara gerek kalmazdı zaten!Öcalan’ın ‘Süreç devam ediyor’ demesine rağmen niçin şiddet tırmandırılmaya çalışılıyor?Bu konuda çok ciddi kaygılar taşıyorum. Öcalan etrafında neler gelişiyor? İki buçuk yıldır Öcalan ile PKK arasında sağlıklı bir bilgi akışı oluyor mu? Bu yüzden kendisi ile görüşmek istedim. Ama hem devlet yetkililerinden hem de BDP kanadından bir ses çıkmadı.Siz görüşseniz ne değişirdi ki?Ben 2005’ten bu yana, örgütün içerisindeki değişen dinamikleri iyi gözlemledim. Çözüm sürecinde, BDP üzerinden Öcalan’a giden bilgiler, çatışma döneminden kalan bir kültürü yansıtıyor. Pirinçten bulgur pilavı yapılmaz! Kürt siyasi elitinde, barış dönemine uygun bir ruhsal yapılanma yok. Aksine, kadrolar, çatışma dinamiklerine göre şekillenmiş. Mesela, Diyarbakır’da yapılan konferansa, ‘Ulusal Kurtuluş’ ismini vermişler. Hani ulus devlete karşıydınız?Başbakan’ın, “PKK’lıların sadece yüzde 15’i sınır dışına çıktı.” açıklaması, Tunceli’de yaşayan biri olarak sizi pek şaşırtmamış olsa gerek…Zaten böyle bir tedirginlik taşıyordum ben. Bir de yollar kesiliyor, aramalar yapılıyor…Bunlar münferit olaylar mı?Sanmıyorum.Örgütün kırsal kadrosu Kandil’e sormadan bu eylemeleri yapamaz diyorsunuz yani…Münferit eylemlerin Kandil’den izinsiz yapılabileceğine hiç ihtimal vermiyorum.Peki, Kandil ne yapmak istiyor o zaman?Tarihte birçok örgüt lideri kendi kadrosu tarafından etkisiz bırakılmıştır. Mao, buna en büyük örnektir mesela.Öcalan’ın tasfiye süreci mi başladı diyorsunuz yani?CHP’nin Mustafa Kemal’e yaptığını bizzat PKK, Abdullah Öcalan’a yapıyor. Süreç başladığında ben Başbakan’a yazdım ve BDP üzerinden yürüyecek olan sürecin sağlıksız olacağını söyledim.Neden?Çünkü BDP, askerî bir örgütlenmedir. Sivil değildir. PKK’nın ovada çalışan elemanı gibidirler. Karar yetkileri yoktur. Öcalan’a doğru bilgi gitmiyor çünkü. BDP, PKK’nın silahlı mücadelesi sonrasında ortaya çıkmış elit bir organizasyondur. BDP, tamamen telefon trafiği ile iş yapıyor. BDP’lilerin hangisi, adada Öcalan’ın söylediği bir söze karşı eleştiri getirebilir?ÖCALAN İLE KISA KOLLU MAÇ YAPMAMA İZİN VERMEDİLER!İlk olarak 1996’da sosyolojik bir araştırma yapmak için bir ay, Şam’da Abdullah Öcalan ile beraber kaldınız. Nasıl bir atmosfer vardı kampta?Master tezimin alan araştırması için gitmiştim. Şam’ın bir kenar mahallesinde parti merkez okulu vardı. Bir askerî garnizon gibiydi. Teorik eğitimden geçiyordu elemanlar. Eğitimi de Öcalan veriyordu. Kütüphaneleri çok sınırlıydı. Neler anlatırdı derslerde?Kürt kimliği üzerinden değil de felsefi bir bakış açısıyla insanları savaşa hazırlıyordu. Kürtlükten çok insanlığa vurgu yapardı. İki buçuk saat konuştuk. Hiç Kürt milliyetçiliği ile ilgili bir kelime kullanmadı.O bir ay içerisinde sizden başka birileri geldi mi Türkiye’den ya da başka bir ülkeden?Rum gazeteciler gelmişlerdi. Gazeteci görünüyorlardı ama aynı zamanda aktivistlerdi.Siz şu an Tunceli Üniversitesi’nde görev yapıyorsunuz ve PKK’yı rahatsız edecek şekilde eleştirmekten hiç çekinmiyorsunuz. Ölüm korkutmuyor mu sizi?Bu soruya ben çok üzülüyorum. Ben korkmayı ayıp bulmam, korkanları da küçümsemem. Benim inancıma göre doğru bilgi aşktır. Sokrates’i dünyaca ünlü bir felsefeci yapan da budur. Siz doğru bilgiyi biliyor ve bunu korkularınızdan dolayı söyleyemiyorsanız insanlıktan çıkmışsınız demektir…Yakında yayınlanacak kitabınzda yer vereceğiniz Öcalan’a yazılmış mektubunuzda, “Öcalan’ı insan çizgisi içerisinde tutmaya çalıştım.” diyorsunuz…Şoke olmuştum. Şam’da Öcalan’la kısa kollu maç yapmama izin vermediler, ‘Olmaz böyle’ dediler. Öcalan’a ‘siz’ dediğim için uyarıldım. ‘Önderlik’ demem gerekiyormuş. Çevresindekiler, Öcalan’ı insanlıktan çıkarmışlardı.Peki, sıkılmadınız mı bir ay boyunca böyle bir yerde kalmaktan?Çok sıkılmıştım ve o gün Öcalan’a, ‘Sizi insanlıktan çıkaracaklar.’ dedim. Şimdi gidin, doğduğu köydeki ağaçlara ip bağlarlar. Oradan toprak alıp Avrupa’ya götürürler. Bunlardan haberi var ve sesini çıkarmıyor. Bu, çok tehlikeli bir durum.KANDİL, SARP KURAY’A GÜVENMEDİSizin 2000’lerden sonra Sarp Kuray ile bir yakınlaşmanız oluyor. Neydi bu yakınlaşmanın sebebi?Beni, Sarp Kuray ile Öcalan’ın avukatı Doğan Erbaş tanıştırdı. Yıl 2005’ti. O dönemde de Öcalan notlarında, ‘Tam Sarp’ın zamanıdır.’ diyor. Çünkü o dönemde Türklerle Kürtlerin kaynaşması üzerine sistematik bir şekilde çalışıyordu. Sarp Kuray, Bekaa’da Öcalan ile birden fazla görüşmüş.Niçin görüşsün ki Öcalan’la Sarp Kuray?Öcalan, 2005 yılındaki görüşme notlarında bir Kuva-yı Milliye ruhu oluşması, Türk ve Kürt birliklerinin harekete geçirilmesi gerektiğini, bunu da Sarp’ın yapabileceğini, Sarp’a güvendiğini söylüyordu. Ancak örgüt buna yanaşmadı. Ben iki kez Kandil’e çıktım. Sarp’ın selamını Cemil Bayık’a götürdüm. Harekete geçmelerini bekledim ama bir telefon bile etmediler.Abdullah Öcalan, özgeçmişi derin devletle anılan Sarp Kuray’ı neden seçmiş olsun?Sarp Kuray’ın evinde 15 gün kaldım, epey bir ilişkim oldu. Derin bir bağlantı göremedim. Sarp’ta Kemalizm var, askerlik var, bunlar doğru.Peki, darbecilik var mı?Darbeciliğe eskiden inanıyormuş. Benim tanıştığım dönemde demokrasiye inanıyordu.Siz 2006 yılında destek istemek için Sarp Kuray ile birlikte bazı gazetecileri ziyarete gittiniz mi?Evet, ziyaret ettik. Mehmet Metiner de bizimleydi. Türk ve sosyalist yeni bir oluşum hedefliyorduk.Öcalan mı istemişti böyle bir oluşumu?Yok, o sadece dışarıdan destek verdi ama PKK desteklemedi.b.koseli@zaman.com.tr

Gazze'de sahur, Aksa'da iftar

$
0
0
Sahurda Gazzeli Akkeela ailesine konuk oluyoruz. Çay, lor, humus ve zeytinden oluşan sahurumuzu yaptıktan sonra iftar için Mescid-i Aksa’ya doğru yol alıyoruz. Erez kapısından geçip Peygamber Efendimiz’i misafir etmiş mekana ilerliyoruz. Bahçede yardım kuruluşları harıl harıl çalışıyor. Her biri kendi sofrasını kurmuş. Bir tanesine dahil olup ezanı bekliyoruz.Bereketiyle gelen Ramazan, sıkıntılı günler yaşayan Gazze’nin sokaklarına bir nebze olsun nefes aldırdı. Buna rağmen sıkıntılar devam ediyor. Dünyayla iletişimini Mısır’a açılan tünellerden sağlayan Gazze, son gelişmelerden olumsuz etkilendi. Kapatılan Refah Sınır Kapısı’ndan sivillerin geçişlerine izin verilmiyor. İsrail de Gazze ile arasında bulunan Kerem Şalom Sınır Kapısı’ndan az miktarda gümrük ürünlerinin geçişine izin veriyor. Bu durum da hayatın ateş pahası olmasına sebep oluyor.Gazze sokaklarına kurulan pazarlar Ramazan’la birlikte hareketlense de insanların alım gücü düşük. Ramazan’ın ilk sahuru için Akkeela ailesine konuk oluyoruz. Mütevazı bir apartmanın dördüncü katındaki evin kapısını 9 yaşındaki Muayyin aralıyor. Ev sahibi Wael Akkeela, sık sık kesilen elektrikler nedeniyle merdivenleri elinde tuttuğu mumla aydınlatmaya çalışıyor. Mum ışığı masa etrafına dizilen ailenin yüzlerine de aksediyor. Odaların pencerelerinde ise cam yok, onun yerine Filistin bayrakları asılmış.Ramazan’ın ilk sahurunda Akkeela ailesinin sofrasında zeytin, humus, lor ve çay var. Önceden tekstil işiyle uğraşan Wael Akkeela, kalp ve şeker hastalıkları neticesinde çalışamaz hale gelmiş. Akrabalarının ve yardım kuruluşlarının verdikleri yardımlarla geçindiklerini söylüyor. Anne Akkeela ise durumlarının düzelmesi için dua ediyor. Dört oğluna Ramazan’da iyi yemekler yapmak istediğini fakat pazara bile çıkamadığını söylüyor. Buna rağmen bütün çocukların oruçlarını tamamladıklarını ekliyor.Gazze’deki sahurdan sonra iftar için yolumuzu Kudüs’e çeviriyoruz. İsrail’e açılan ve özel izinle geçilen Erez kapısından sorunsuz geçiyoruz. Mescid-i Aksa’ya girmek için de güvenlik noktalarından geçmek gerekiyor. İsrailli polis ve askerlerin kontrolündeki kapılarda Müslüman olup olmadığımız soruluyor. Türklerin kimliklerinde İslâm yazısını görünce izin veriyorlar. Mescid-i Aksa’ya turistler için öğlene kadar izin var, sonrasında sadece Müslümanlar geçiyor. Caminin etrafında yardım kuruluşları hummalı bir çalışmanın içine girmiş. Bahçede kendilerine ayrılan bölümlerde iftar sofraları kurmuşlar. Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa’da ezanın okunması ile birlikte oruçlar açılıyor. Yemeğin hemen ardından akşam namazına geçiliyor. Namazın sonunda da eller Filistin halkı için semaya kaldırılıyor.

Yazarlar da transfer olur

$
0
0
Transfer olmak sadece futbolcular için kullanılan bir kavram değil. Hafta içi Orhan Pamuk'un YKY'ye geçmesi edebiyat dünyasındaki yazar transferlerini gündeme getirdi. Biz de hem yazarlara hem de yayınevlerine işin aslını sorduk.Transfer haberleri sporseverlerin genelde sezon kapandığında sıklıkla duydukları bir klişe. Özellikle ‘yıldız futbolcular'ın bir takımdan başka bir takıma gidiş hikâyesi etrafında oluşur bu tür haberler. Ancak transfer, sadece spor dünyasıyla sınırlı değil. Bonservisini elinde bulunduran yazarlar da istediği ya da teklif gelen yayınevine transfer oluyor.Futbol tabiriyle en görkemli transfer, geçtiğimiz günlerde Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un İletişim Yayınları'ndan Yapı Kredi Yayınları'na geçişiyle gerçekleşti. Ünlü yazarın yeni yayıncısından 1 milyon dolar aldığı öne sürülüyor. Pamuk'un kitapları önümüzdeki günlerde tekrar yayımlanmaya başlayacak. Ağustos ayında ise Doğan Kardeş dizisinden Seçmeler adında yeni bir kitabı yayımlanacak. Pamuk'un 2003 senesinde YKY'den ‘İstanbul, Hatıralar ve Şehir' adlı bir eseri yayımlanmıştı. Yazar hakkında o zaman transfer dedikoduları yapılmış fakat çalışmanın özel bir kitap olduğu açıklanmıştı.Genelde yayın, özelde edebiyat dünyasında benzer geçişler söz konusu. Bir başka romancı Hasan Ali Toptaş da Doğan Kitap'tan 2008'de İletişim Yayınları'na geçmişti. Toptaş’ın İletişim'den çıkan ilk çalışması Harfler ve Notalar adlı deneme kitabıyla filme de çekilen Gölgesizler romanı olmuştu. Toptaş'ın son romanı Heba geçtiğimiz nisan ayında raflardaki yerini aldı. Öte yandan popüler tarih yazılarıyla gündem oluşturan Mustafa Armağan da Ufuk Yayınları'ndan TİMAŞ'a geçmişti. Yazarın mezkûr yayınevinde 30'a yakın kitabı yer alıyor. Selim İleri de 2009'da Doğan Kitap'tan Everest'e geçti. Ayşe Kulin de transfer olan yazarlar arasında. Bu arada Kulin, eski yayınevine geri döndü. Kulin’in son romanı Dönüş, geçtiğimiz günlerde Remzi Yayınevi’nden çıktı.Ahmet Ümit de Doğan Kitap'tan Everest'e geçti. Yeri gelmişken hatırlatalım. Yazar transferleri yazar vefat ettikten sonra da devam edebiliyor. Son olarak Sait Faik Abasıyanık, YKY'den İş Bankası Yayınları'na geçti. Peki, bir yazar neden bir başka yayınevine geçme ihtiyacı hisseder? Konuyu hem olayın failleri olan yazarlara hem de onları transfer eden yayınevlerine sorduk. Yazarların ortak görüşü şöyle: Bir yazar farklı bir yayıncıyla anlaştığında bu, onun için bir yenilenme oluyor. Hatta bazen yazma uğraşında üretim zorluğuna giren yazar için söz konusu geçişler yeni ilhamlara da kapı aralıyor.Selim İleri: Yazar için yayınevine geçiş, alın yazısı gibi bir şey“Hayatımda maddî açıdan bir transferim olmadı. Çok yayınevi değiştirdim ama hepsinin ayrı sebepleri var. Doğan Kitap'tan Everest'e geçişim yazarlık hayatımda hiç olmadığı kadar büyük bir dostluk içinde oldu. Bu geçişlerin sebebi çoğu zaman yazar için yeniden doğuş demektir. Her yayınevinin okur alanı farklı. Ayrılıkların sebebiyse telif ödeme problemleri, kırgınlıklar gibi bazı sorunlar. Kendi rızamla kitapların getirdiği ‘sermaye' ile gittim yayınevlerine. Can Yayınları’nda iki kez çalıştım. Bazen eski yayınevine de dönüş olabiliyor. Yazar için yayınevine geçiş alın yazısı gibi bir şey, bilinemez…”Ahmet Ümit: Çok kitabı olan yazar için büyük risk“Bir yazar kolay kolay yayınevi değiştirmez. Değiştiriyorsa şu vardır: Yayınevlerinin kitaplarını tanıtmasından memnun değildir. Yazılanların içeriğine dair bir müdahale olabilir. Bir de yazar, satış anlamında düşüşe geçmiştir ve bunun sorumlusu olarak kendini değil yayınevini görür. Çok kitabı olan yazarların yayınevi değiştirmesi bir risk… Kapaklar değişiyor, önsözler yeniden yazılıyor vs. Bu, inanılmaz vakit kaybı. Ben değiştirdiğim yayınevlerinden hep memnun oldum. Bazen bir tıkanma oluyor yazar için. Bir değişiklikle bu durum açılıyor. Bu da yazar için artı bir durum.”Ayşe Kulin: Harekette bereket vardır“Bir insan neden eşini ya da evini değiştirirse aynı nedenlerden dolayı yayınevini de değiştirir. Yazarlar transfer olmaz çünkü biz futbolcu değiliz. Transfer sözcüğüne sıcak bakmıyor, transfer parası da almıyorum. Kitapların getirisinin bir kısmını önceden alıyorum, bunun da adı avanstır. Benim geçişlerimin nedeni memnuniyetsizlik olmadı. Ben her iki yayıneviyle de dostane ilişkiler içindeyim. Keşke diyorum iki elim olsa da iki yayınevine de kitap versem. Kimsenin kalbini kırmasam... Bir yazar, parasının ödenmemesinden, iyi bir editörünün olmamasından dolayı yayınevine geçer. Ama benim böyle problemlerim olmadı. O zaman niye geçiyorum? Harekette bereket vardır.”Emine Eroğlu (TİMAŞ Genel Yayın Yönetmeni): Yazar, nesne haline getirilmemeli“Yazar transferi bulunduğu yerden memnun olmayan bir yazarın adres değiştirmesi olarak ele alınacaksa, yazarın en tabii hakkıdır. Zira yayınevi-yazar uyumu yayıncılığın en temel esaslarından birini oluşturur. Fakat durum böyle değil de, bir yayınevinin pek çok fedakârlık ve çabayla piyasaya kazandırdığı yazarı başka bir yayınevinin yüksek vaatlerle kendi bünyesine katması şeklindeyse, bu yazarı metalaştırmak, alınıp satılabilir hale getirmek tehlikesini de beraberinde getirir. Yazar her gittiği yerde olmayı başarıyorsa ismi yayınevi kadar, belki daha fazla markalaşmış, yayınevini ‘fark etmez'e dönüştürmüş, kimliği sorgulanmayan bir yazar mıdır, yoksa yayınevi kimlikleri birbirine karışmış da ayırt edilemez hale mi gelmiştir, sorgulanabilir. Bu sorgu ‘transfer' kelimesi üzerine yeniden düşünmeyi gerekli kılıyor. Zira bir süredir aynı isimleri bir orada, bir burada görmeye başladık. Üstelik bu durumdan kimse rahatsız olmuyor. Yeni yazarlar kazanmak/kazandırmak riskine girmeyen/girmek istemeyen yayınevleri çok satan ve gittikleri yayınevine prestij katan yazarları –ki sayıları çok sınırlıdır- alabilmek, belki bu sayede büyük görünebilmek için vaatkâr tekliflerde bulunuyor.”Özgür Akın (Yapı Kredi Yayınları) Transferler, parayla değil marka gücüyle açıklanmalı“Yazar transferlerinin parayla değil, yayınevinin marka gücü, sanatçıya sağladığı hizmetler, kültür-sanat dünyasındaki yeri ve okuyucu kitlesine erişim gibi kriterlerle değerlendirilmesinden yanayız. Yazarlarımızın Yapı Kredi Yayınları’nı tercih etmelerinin ilk ve en önemli sebebinin de bu olduğunu düşünüyoruz. Yazar transferleri, yayıncılığın her döneminde daha çok magazin haberi olarak gündemde olmuş ve olacaktır.” s.altintas@zaman.com.tr

Müslüman Kardeşler nasıl bir örgüttür?

$
0
0
Mısır’da yalnız Mısır halkı ve yöneticileri değil, demokrasi de Batı dünyası da, keza Türk aydınları da sınav veriyor. ‘Gezi Parkı’nı çok iyi anlamalıyız, burada Y kuşağı var, onlar bize benzemez’ diye narı keserken zarına bile zarar vermemek gerektiğini öğütleyenler Mısır’da sokakta sahur yapan ve hatta üzerlerine gaz da değil, düpedüz silah sıkılan milyonlarca insanın dünyasını anlamaya zinhar yanaşmıyorlar.Yılda 80 milyar dolarlık petrol üreten bir ülkenin ve yediği onca darbeye rağmen 85 yıldır ayakta kalabilmeyi başaran bir örgütün daha yakından incelenmesi gerekmez miydi? Oysa Mısır, tarih boyunca kendine özgü taraflarını hiç kaybetmeyen nadir ülkelerden biri. Tolunoğulları’nın yönetimine girdiği 868 yılından sonra yaklaşık bin yıl boyunca –Fatımîler hariç- Türkler veya Türk devlet kültürü içinde yetişenler tarafından idare edilen pırıltılı bir merkez olmuş. Yüzeyini kaplayan mimari eserlerin yüksek niteliği ortada. Öte yandan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun çalışması “Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları” (IRCICA: 2006) ise bize Osmanlı’dan kopuş gibi görünen Kavalalı hanedanı döneminde Osmanlı-Türk etkisinin, üç asırlık Osmanlı dönemine nazaran daha yoğun ve çok yönlü olduğunu söyleyebiliyor.Yine biliyoruz ki, Osmanlı döneminde Mısır, İstanbul’u besleyen anneydi. Gıda deposu olarak, elbette ama musiki ve ilim kaynağı olarak da. Yavuz Sultan Selim’in fetihten sonra Kahire’den sandıklar dolusu kitap yanında ilim adamları da getirdiğini biliyoruz. Bizim Yeşilçam’ın doğuşunun bile dublajları şarkıların cazibesine yenik düşen ve yasaklanan eski hayatı çağrıştırdığı için gişe rekorları kıran Mısır filmlerine borçlu olduğunu söyleyeyim de anlayın ne kadar yakınımızda durduğunu.Bu arada ders kitaplarımıza hâlâ ‘Batı’dan çevrilen ilk roman’ diye yazmaktan bıkmadığımız (kimbilir, üniversiteye giriş sınavında bile soruyorlardır!) Fenelon’un bir tür siyasetnamesi olan “Telemak”ın ne bir roman, ne de Fransızcadan çeviri olduğunu bilmekte fayda vardır. Üstelik bir ara Mısır sarayında memuriyet vazifesini ifa eden (arada Osmanlıca tabirler kullanmak iyidir!) Yusuf Kâmil Paşa’nın aslı Fransızca olan “Telemak”ı, Tahtavî’nin Arapça tercümesinden Türkçeye aktardığını Cemil Meriç uyarmasa belki de hiç bilemeyecektik. Mehmed Akif’in ömrünün son yıllarını gönüllü bir sürgün olarak Mısır topraklarında geçirdiğini eklediğimizde tablo aşağı yukarı tamamlanır:Mısır diyarı filmleriyle, müziğiyle, hafızlarıyla ve 1960’lardan itibaren kitapları dilimize çevrilen alimleriyle dünyamızı şekillendirirken, üst katına sıbyan mektebi tırmanmış narin sebillerimiz Kahire sokaklarını süslüyor, ecdadımızın yaptırdığı camiler, türbeler ve medreseler piramitlerin gölgesine rehavetle yayılıyordu.İhvan nedir?Son olaylarla birlikte sözü çok edilen İhvan-ı Müslimin ya da Türkçesiyle söylersek Müslüman Kardeşler teşkilatı 85 yıl önce Hasan el-Benna ve 6 işçi arkadaşı tarafından kurulmuş, idealleri büyük ama mütevazi bir yapılanma. Temel ilkelerini Hasan el-Benna şöyle ortaya koyuyor:1) İhvan hareketi Kur’an ve Sünnette yer alan saf haldeki İslam’a dönüş çağrısıdır. Bu bakımdan Selefî bir harekettir. 2) Sünnîdir. 3) Tasavvufî bir boyutu daima vardır. 4) Yönetimi ve toplumu dönüştürmeyi amaçlayan siyasî bir teşkilattır. 5) Şaşıracaksınız belki ama beden eğitimine ağırlık veren ciddi anlamda sportif bir cemaattir. 6) İlmin her Müslüman kadın ve erkeğe farz olduğunun bilincinde olan ilmî ve kültürel bir cemiyettir. 7) İslam’ın ekonomik ve ticari kazancı düzenleyen hükümlerini benimsemiş ekonomik bir şirkettir. 8) Sosyal bir fikir sistemidir.Müslüman Kardeşler deyip geçtiğimiz oluşum böylesine geniş bir ağın içinde yer alır ve kesinlikle örgütsüz bir sokak hareketi değildir.Peki İhvan-ı Müslimin’in kurucusu Hasan el-Benna devrim hakkında ne düşünmektedir? Kendi ağzından açıklayalım:“İhvan’a göre devrim, kuvvetin en şiddetli görüntüsüdür. Bu nedenle İhvan, devrim hakkındaki düşüncelerinde daha temkinli olmak durumundadır. Özellikle devrimlerden yeterince pay almış ve bu devrimler sonucunda pek bir şey elde edememiş olan Mısır’da bu konu üzerinde durmak zorunludur. İhvan teşkilatı herhangi bir devrime kalkışmayı düşünmediği gibi böyle bir hareketin olumlu sonuçlar vereceğine de inanmamaktadır.” (S. el-Verdani’den naklen: “Mısır’da İslami Akımlar”, Fecr: 1988, s. 57.)Müslüman Kardeşler ağır baskı altında kaldığı Nasır döneminde olduğu gibi yeraltına çekilmiş ve Filistin direnişini desteklemiştir. Ancak temel doğrultusu, özellikle Mübarek’in gitmesinin ardından partileştikten sonra hedef, demokratik yollarla iktidara gelmek şeklinde belirlenmişti. Bugün milyonlar bir ellerinde Hasan el-Benna’nın risaleleri, öbür ellerinde iftar çıkınlarıyla Rabiatü’l-Adeviye meydanını dolduruyor ve sessiz bir direnişle askeri darbeyi izale etmeyi, demokrasinin ve liderlerinin iadesini bekliyorlarsa bunun arkasında uzun ve sabırla terbiye edilmiş bir eğitim süreci vardır. Liderleri, iş adamları, alimleri, eylemcileri vs. vardır.Bu sabırlı bekleyişi saman alevi gibi söndürebileceklerini düşünenler Mısır’ın yakın tarihini bilmiyorlar demektir. Müslüman Kardeşler, Sünni Mısır’ın temel siyasî varlıklarından biridir ve yaşanılan, mücadelenin sadece bir raundudur.Reşid Rıza Türkler için ne demişti?Suriye doğumlu ama Mısır’da Abduh’un etkisinde kalmış olan 1895 doğumlu ilim adamı Reşid Rıza, Hilafet ve Türkler hakkında ilginç şeyler yazdığı bir kitap neşretmiştir (“Hilafet”, Mana: 2010). Kitapta şöyle sesleniyor 1920’lerin başındaki Türklere:“Ey kahraman Türk halkı! Kuşkusuz bugün insanlık için bu amacı [evrensel bir İslam hükümeti kurmayı] gerçekleştirebilecek en güçlü Müslüman halklardan birisin. Eşsiz bir insanlık tarihi kurmak için bu fırsatı değerlendir ki, burada savaşçı kimliğinin adı bile anılmasın. Hayat tarzı olarak Batı’yı taklit edenler, seni batılılaştırmaya doğru sürüklemesin. Çünkü sen Batı medeniyetinden daha hayırlı bir medeniyetle, onlara liderlik yapacak kapasitedesin.”Dikkat edilsin, yalnız İslam dünyasına liderlik yapmaktan söz etmiyor Reşid Rıza, Batı medeniyetine de liderlik yapacağımızı söylüyor. Sözlerine şöyle devam ediyor sonra:“Ey gönlü tok Türk halkı! İnsanlığa hizmet için dini hidayet ile medeniyet arasını birleştirmek ve İslami hilafet yönetimini yeniden kurmak için ayağa kalk!Ey akıllı Türk halkı! Hilafetin hakikatini (…) ortaya koyan bu kitabımı sana hediye ediyorum.” Yüzyılın başlarında bir Mısırlı alimin Türkiye’ye bakışı bu çerçevedeydi. Bugün nasıl, görüyorsunuz. m.armagan@zaman.com.tr
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live