Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Türkiye’nin en pahalı parkı

$
0
0
Bu park, kontratı bittikten sonra yani yıl sonunda, ‘arsa sahibi kiracıdan memnun değilim’ derse boşaltılabilir. Kiracı belediye, ağaçlarını, çocuk oyun alanını, çimlerini ve banklarını toplayıp arsayı terk etmek zorunda kalabilir.Evet, yanlış anlamadınız, burası kiralık bir park. Belediye ayda 32 bin lira kira ödüyor. Vatandaşın burada yürüyüş yapmasının, banklarda oturmasının belediyeye günlük maliyeti bin lirayı geçiyor.Arsa sahibi İstanbul Üniversitesi Dr. Ziya Gün Vakfı, kiracısı ise Zeytinburnu Belediyesi. Kira bedeli olarak ayda 32 bin lira verilen arsa beş yıldır park olarak halkın hizmetinde. Yürüyüş parkuru, çocuk oyun alanı, aralarında ıhlamur, çınar, manolya, atlas sediri, süs kirazı ve vişnenin olduğu 150 yetişkin ağacın ve çok sayıda bankın bulunduğu bir park burası.Kontrat bu yıl bitiyor. Ev sahibi olur ya “Almanya’dan oğlum gelecek, çık” derse! İşte o zaman ne olur; kiracı pılını pırtını yani ağaçlarını, çimlerini, banklarını, çocuk oyun alanını ve yürüyüş yollarını toplayıp taşınır mı? Hayali gülümseten bu durum gerçek. Sorduk soruşturduk ve yüksek ihtimal burası Türkiye’nin tek kiralık parkı. En azından yetkililer ve ilgililer başka bir örnek bilmiyor.Zeytinburnu, İstanbul’da kentsel dönüşüm kapsamında bir belediye. 1980 ve 1990’larda hızlı ve çarpık yapılaşmanın kurbanı olmuş bir ilçe. İğne atsanız yere düşmeyecek sıklıkta binalar yapılmış. Çok az nefes alacak meydanı ve bir kaç tane yeşil alanı var. Burayı belediyenin kiralayıp park yapmasının sebebi de bu. Hele yaz sıcaklarının yaşandığı şu günlerde güneş yakıcı etkisini kaybettiğinde park dolup taşıyor.Arsayı vakıftan ilk olarak 2008’de aylığı 20 bin liraya beş yıllığına kiralamışlar. Kiraya her yıl TEFE-TÜFE oranlarına göre artış yapmışlar. 26 bin metrekarelik arsaya 2013 yılı için kira bedeli olarak toplam 385 bin lira ödeme yapılmış. Yani parkın bu yıl aylık kirası 32 bin lira.Arsa, 2008’e kadar atıl durumdaymış. Çünkü burası için imar yasağı var. Belediye Başkanı Murat Aydın, yapılaşmanın yoğun olduğu Zeytinburnu’nda Telsiz Mahallesi’ndeki bu araziye de konut yapılması durumunda bölgenin altyapısının bunu kaldırmayacağını söylüyor. 2007 yılında dönemin rektörü, başkan Aydın’ı ziyaret etmiş, konut ve hastane yapımı için imara açılmasını istemiş. Başkan, bunun mümkün olmayacağını söylemiş. Bu ziyaretten bir süre sonra bir ortamda rektörle karşılaşmışlar, sohbet ederken Murat Aydın, arsayı park yapmak için kiralama teklifinde bulunmuş.Eski hali: Arsa, belediye kiralamadan önce boştu. Buraya 150 ağaç dikildi. Yürüyüş parkurları, bir de çocuk oyun alanı yapıldı.Yeni hali: Dr. Ziya Gün Parkı, Semiha Şakir Doğum ve Kadın Hastalıkları Hastanesi yanında bulunuyor. Olivium alışveriş merkezine de çok yakın.Kira sözleşmesi yapıldıktan sonra öğreniliyor ki bu arsayı kurduğu vakfa bağışlayan Dr. Ziya Gün’ün vasiyeti de bu yöndeymiş. Başkan Aydın anlatıyor: “Dr. Gün, 1940’larda vefat etmiş bir akademisyen. Tüm mal varlığını da üniversite bünyesinde kurduğu vakfa bağışlamış. Bu arsayı da spor alanı olarak vakfetmiş. Bizim ödediğimiz kira şimdi vakıftan burs alan öğrencilere gidiyor. Ancak vakıf, parkı tahliye ettirmek için dava açtı. Mahkeme ilk aşamada talebi reddetti. Süreç devam ediyor.’’Dava açılmasının sebebi ise kontratta yapılan bir yanlışlık dolayısıyla SAYIŞTAY’ın belediyenin kira ödemesini engellemesi. Birkaç aylık gecikme üzerine tahliye davası açılmış fakat sorun çözülür çözülmez ödeme yapılmış. Hatta kiracı son yılının kirasını toptan ödemiş. Arsa sahibinin kontratı yenileyip yenilemeyeceği belli değil ama yenilememesi durumunda Türk filmlerini aratmayacak bir manzaraya tanık olabiliriz. Ya da yeni bir park protestosuna… Süreç gösterecek.Arsa sahibi Dr. Ziya Gün, Atatürk’ün göz doktoru olarak biliniyor. Bulgaristan’dan 93 Rus Savaşı nedeniyle ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etmiş. İstanbul Askeri Tıbbiye’yi bitirmiş, Almanya’da eğitim görmüş ve İstanbul Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmış. Vefat etmeden önce tüm mal varlığını üniversite vakfına bağışlamış.

Gazeteciden aktivist olur mu?

$
0
0
Geçtiğimiz günlerde Brüksel’de düzenlenen bir toplantıda Sabah gazetesi yazarı Yavuz Baydar, Türkiye’de bazı gazetecilerin meslekleri ile politik aktivizmi birbirlerine karıştırdığını söyledi. Gezi Parkı olaylarında yaşananlar da bu tespitin bir kanıtıydı.Gazetecilerin objektif olması gerektiği iletişim öğrencilerine ilk gösterilen derslerden biridir. Ne var ki bu öğretiler derslerde kalır, hayatta karşılığı olmaz çoğu kez. Gazetecileri birkaç gün takip etmek dahi yeterli, bu kanıya sahip olmak için. Siyasi aktör gibi fanatik duruş sergileyenler, gerçeğin tamamını görmekten ya da göstermekten kaçınanlar, taraf tutanlar… Bu tutum neticesinde haliyle akıllara ‘Gazeteciler birer kanaat önderi midir?’ sorusu geliyor. Biz bu soruya cevap arayaduralım, geçtiğimiz günlerde Brüksel’de “Balkanlar ve Türkiye’de Medyanın Durumu” konulu bir toplantı yapıldı. Sabah Gazetesi yazarı Yavuz Baydar, toplantıda ilginç bir tespitte bulundu: “Türkiye’de bazı gazeteciler meslekleri ile politik aktivizmi birbirlerine karıştırıyor.” Haksız sayılmazdı, zira bunu kanıtlayacak sayısız olay vuku buldu ülkemizde.Haberciliğin siyasi bir eyleme dönüşmesinin hem ülkeye hem de gazeteciliğe zarar verdiği aşikâr. Zira Gezi Parkı olaylarında bazı gazeteciler, neredeyse bir eylemci gibi yabancı basına (özellikle BBC ve CNN International) demeç vermişti. Fakat bu bilgiler gün içinde ya da ilerleyen zamanlarda yalanlandı. Doğruluğu netleşmeyen haberler gerçekmiş gibi sunularak ve taraf tutularak yapılan açıklamalar epey tepki aldı.Kurultayda alkış tutan gazeteciler Benzer bir olay da Mayıs 2010’da CHP’nin 33. kurultayında yaşanmıştı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun salona girişinde kurultayı gazeteci olarak izleyen dönemin Hürriyet Gazetesi yazarları Oktay Ekşi ve Tufan Türenç’in sandalyenin üzerine çıkarak Kılıçdaroğlu’nu alkışladığı konuşulmuştu. Oktay Ekşi, iddiaları kesin bir dille reddederken, Tufan Türenç’in söyledikleri hayli şaşırtmıştı: “Olayın heyecanıyla farkında olmadan bir iki defa el çırpmış olabilirim ama bu kimseyi ilgilendirmez. Alkışladıysam alkışladım, çıktıysam çıktım kime ne? Kime hesap vereceğim?”Oysa ‘Türkiyeli gazeteciler için etik ilkeler’ maddelerinde gazetecilerin ‘kendi başına buyruk’ davranış sergilemeyeceği yazıyor: “Medya çalışanları siyasi bir parti veya özel çıkar çevresinin sözcülüğü rolünü üstlenmemeli, bunlara açık destek vermemelidir. Gazeteci belgeleri toplama, röportaj yapma ve haberi hazırlama esnasında kişisel fikirlerini ve ideolojisini askıya almalı ve tarafsızlığını korumalıdır. Gazeteciler, siyasi ve ideolojik görüşlere sahip olsalar da, bu görüşler habercilik süreçlerine dâhil olmamalıdır. Kişisel fikirlerin veya siyasi inançların haberlerde yeri yoktur.”Gazeteci muhalif değildir, siyasette muhalefet vardırGörünen tablo bu iken, söz konusu hikâyenin kahramanları, yani günümüz gazetecileri ne düşünüyor dersiniz? Gazeteci-yazar Alper Görmüş, ‘muhalif’ pozisyona sahip bir gazetecinin, ‘muhalif’ pozisyona sahip bir siyasetçi gibi hareket edeceğini söylüyor. Yani aslında onaylamadığı, kendisine yakın bulmadığı siyasi iktidarı alaşağı etmek üzerine odaklanabilir. Bu da tıpkı bir siyasi muhalif gibi, hakikatin bu amaca hizmet etmeyeceğini düşündüğü yönleri görmezden gelmesi sonucunu doğurur. Böyle bir pozisyonun, temel görevi kamuoyunu bilgilendirmek olan gazetecilik mesleğiyle bağdaşmayacağı açık. Sabah Gazetesi yazarı Yavuz Baydar da Alper Görmüş ile hemfikir. “Gazeteci muhalif değildir, siyasette muhalefet vardır. Gazeteci eleştireldir, kuşkucudur, aykırı olanı da görmesi gerekir. Aramızdan önemli bir kesimin iktidar veya muhalefet üzerinden kendini hizalamasını, haber ayıklayıcılığı yapmasını, her şeyi ya kapkara ya da bembeyaz göstermesini yadırgıyorum.” diyor. Baydar, Türkiye Gazeteciler Sendikası haricinde meslek sorunlarına odaklı bir gazeteci örgütünün olmamasını da eleştiriyor. Gazetecilerin Kemalist, solcu veya iktidar yanlısı kimlikleri, mesleğe dair kimliklerinden daha çok önemsediklerini, hatta bunu Basın Konseyi denilen kuruluşun yapmasının da manidar olduğunu söylüyor.Aksiyon Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Bülent Korucu ise bu konuda biraz daha esnek. Gazetecinin siyasetten arındırılmasının mesleğin doğasına aykırı olduğunu söylüyor. Yeter ki şeffaf biçimde tarafını açıklasın. Bu anlayıştaki gazeteciden zarar gelmez. Korucu’ya göre, gazetecinin ne yaptığından ziyade nasıl yaptığı önemli. Manipülasyon yapmıyor, gerçeği tahrif etmiyor, sütununu ya da programını kışkırtma amaçlı kullanmıyorsa problem yok.Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu, konuya biraz daha farklı açıdan yaklaşıyor. Merkezde tutulması gereken konuların; gazetecinin nefret söylemi üretmemesi, savaş ve darbe çığırtkanlığı yapmaması ve şiddete özendirmemesi olduğunu savunuyor. İnceoğlu’na göre aktivist gazetecilerden daha zararlı olanlar, siyasal aktivizm yapmayan ama masa başlarından sürekli hedef gösteren, nefret kusan tetikçi gazeteciler.Eleştirel gazetecilik, muhalif gazeteciyi ‘kesmez’Alper Görmüş (Gazeteci-yazar): ‘Muhalif gazetecilik’ kavramı, bütün fiyakasına rağmen ‘dördüncü güç’ün oynaması gereken demokratik rolü karşılayabilecek bir kavram değil. Doğru kavram, gazetecinin ‘eleştirel’ olmasıdır. Bu da, bir durumu, bütün yönleriyle okurun dikkatine sunma sorumluluğuna ve ahlakına tekabül eder. Kamuoyu, ancak böyle bir gazetecilik sayesinde ‘hakikat’in bütün bilgisine sahip olabilir. Ne var ki, kamuoyu adına giriştiği bütün anlama ve anlatma çabalarında olduğu gibi, iktidarlar ve hükümetler söz konusu olduğunda da aynı sorumlulukla davranmayı öneren eleştirel gazetecilik, muhalif gazeteciyi ‘kesmez’... Adı üstünde, o ‘muhalif’tir. Bir de ‘düşmana karşı gazetecilik’ var. Benimsemediği bir siyasi iktidarı ‘imha’ etmeye yönelik bir tavrı ima eder ki, bu da ‘muhalif gazetecilik’e rahmet okutacak bir siyasi pozisyondur. Türkiye o kadar kutuplaşmış bir ülke ki, bu hâl, gazeteciliğine sık sık bu iki anomali biçiminde yansıyabiliyor.Sorun ‘tarafsız’ amigolardaBülent Korucu (Aksiyon Dergisi Genel Yayın Yönetmeni): Bizde politikanın müptezel bir iş olarak algılanması, bazı meslek erbabının kendini ‘siyaset üstü’ olarak konumlandırma çabasına yol açıyor. Gazeteciler de bu algıyı paylaştığı için kendilerini siyaset üstü görme eğiliminde. Katılımcı demokrasi, toplumun bütün kesimlerinin siyasi aktivizmini gerekli kılıyor. Siyasi aktivizmi sadece partiler ve parlamentolardan ibaret görmek de doğru değil. Aktüel bir siyasi gündemle ilgili tavır belirlemek ve bunu kamuoyu ile paylaşmak suç değil, gerekliliktir. Türkiye’de sorun tarafsız görünümlü amigolardan kaynaklanıyor. Mesela bir gazeteci Gezi Parkı’nda çadır kurup eyleme destek verebilir, yeter ki manipülasyon yapmasın. Siyasi tavır ayrıdır, fanatizm ayrıdır. Fanatizm boyutunda sadece siyaset değil, yemek yazarlığı bile zararlıdır, eleştiriyi hak eder. ‘Menemenden başka yemek tanımıyorum’ demekle ‘benim gibi düşünmeyenler yok olsun’ demek arasında fark yoktur bu açıdan.Berbat bir siyasîleşme var!Yavuz Baydar (Sabah Gazetesi): Türkiye’de bazı gazetecilerin meslekleri ile politik aktivizmi birbirine karıştırdığı, Gezi olaylarında iki şekilde tezahür etti. Biri, haberi görmemek ve yayınlamamak şeklinde oldu. Diğerini ise daha çok sosyal medyada gördük. Bazı meslektaşlarımız, siyasi meşreplerine yenik düşerek, sosyal medyada dönen teyit görmemiş veya düpedüz kışkırtma amaçlı mesajların büyüsüne kapıldı. Bunları yaydıkça güvenilirliklerine gölge düştü, umursadılar mı bilmiyorum. Hem bireysel hem de örgütler olarak berbat bir siyasileşme, saflaşma var. Hepsi bir siyasi duruşa göre ve diğerlerine göre kendi safını tutmuş vaziyette. Kemalist, solcu veya iktidar yanlısı kimlikler, mesleğe dair kimliklerden daha çok önemseniyor. Mesela Basın Konseyi dediğimiz kuruluş. Haber eleştirisi yerine, gidip Hatay’da sahte bir fotoğrafın peşine düşüp iktidarı karalamayı vazife edindi. Bunun birçok örneği var.Ülkemizde aktivizm, terörizm gibi algılanıyorProf. Dr. Yasemin İnceoğlu (Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi): Uluslararası gazetecilik kuruluş ve örgütlerinde gazetecilik mesleği ile aktivizm arasında ayırım yapılması öneriliyor. Gazeteciler siyasal aktivist olmamalı derken muhabir ve köşe yazarı ayırımına da dikkat çekiliyor. Ülkemizde aktivizmin terörizm gibi algılanması da başka bir sorun. ‘Aktivist’ değiştiren, dönüştüren kişidir ama bu eylem; devirmek, darbe yapmak gibi algılanma riski taşıyor. Burada gazetecinin uyması gereken ilk şart; kişiselleştirmemek, şiddete özendirici yayın yapmamak ve ‘Etik gazetecilik yöntemi nedir?’ sorusundan kaçınmamaktır. Gezi olaylarında barışçıl eylemlerin polis müdahalesiyle şiddet olaylarına dönmesi sonucunda iktidarın tutumuna karşı çıkan gazeteciler siyasal aktivizm yapmakla eleştirildi. Aynı tartışma akil insanlar gündeme geldiğinde de yapılmıştı. ‘Gazeteciler akil insan olmak suretiyle mesleki rolleri ve bireysel özgürlüklerini askıya almak zorunda kalabilirler’ demiştik.

Erhan Afyoncu: Muhteşem Yüzyıl’da ilk önce ben yoruldum

$
0
0
Erhan Afyoncu, Türkiye’de popüler tarihin yaygınlık kazanmasında önemli isimlerden biri. Televizyon programı yapmasına rağmen ona göre tarih, asıl kitaptan öğrenilir. Afyoncu, son kitabında Sabatay Sevi hadisesini ilk kez Osmanlıca belgeler ışığında inceliyor: “İlgi alanım olmamasına rağmen Osmanlı tarihçiliği namus borcu olduğu için bu konuda araştırma yaptım.”Sabatay Sevi ile ilgili çalışmanızda yeni ne var?17. yüzyılın sonlarında Müslüman olmuş fakat Yahudiliğini de kendi içinde muhafaza etmiş birinin hikâyesi. Kurucusu da Sabatay Sevi’dir. Bu, bütün dünyadaki Yahudileri ‘Ben Mesih’im’ diye ayağa kaldırmış bir insanın hikâyesi. Bugüne kadar Osmanlı arşivlerinde belge bulunamamıştı. Ama 10 senelik araştırma sonucunda ilk defa Sabatay Sevi’ye ait Osmanlı belgeleri buldum.Nasıl geçiyor belgelerde?Bir kere Osmanlı, adını anmıyor. ‘İzmir canibinden bir Yahudi’ diye söz ediyor. Ve enteresandır ‘beyhude sözler söylüyor’ yazıyor kaynaklarda. Bu, Osmanlı’nın bakış açısını da gösteren bir belge.Nevmüslim Mehmet Efendi’nin ismi, Vanî Mehmet Efendi’den mi mülhem?Kayıtlarda bununla alakalı bir bilgi yok ama muhtemel…Sabatay Sevi’ye ait Osmanlıca belgelerin yok edildiğine dair şehir efsaneleri vardı…1984’te İstanbul’a geldiğimde ‘Türkiye’yi dönmeler yönetir’ gibi sözler duymaya başlamıştım. Zaman içinde okudukça bu konuda büyük bir paranoyanın döndüğüne şahit oldum. Bunun en çarpıcı örneği ‘Türkiye’de 1 buçuk milyon dönme vardır’ iddiasıydı. Bunun aslı astarı yok. Dönmeler 19. yüzyılda Selanik’te İngiliz Konsolosluğu’nda raporlarına göre 5 bin kişi. “Sabataycılar o kadar kuvvetli ki Sabatay Sevi ile ilgili arşivlerde belge yok, hepsini yok ettiler.” deniyordu. Bunun böyle olmadığını ortaya çıkarmak bir tarihçinin namus borcuydu. Özellikle benim ilgi alanım olmamasına rağmen Osmanlı tarihçiliği namus borcu olduğu için araştırma yaptım.Türkiye’yi dönmeler yönetmedi mi hiç?Yönetimde, dönme ya da mason gruplarından etkinlik sağlayanlar olmuştur. Fakat ‘Türkiye’yi dönmeler yönetti’ iddiası Türk milletine hakarettir. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük iki devletinden biri olan Osmanlı’yı kurmuş bir millet, kendisini gizli bir gruba yönettiriyorsa bu bir kere bizim için ayıptır.Popüler kitaplara meyilli bir yanınız var. Bu çalışmanızda da olduğu gibi… Bunu bilerek mi yapıyorsunuz?Öğrenciliğim döneminde beş sene Edirnekapı Öğrenci Yurdu’nda kaldım. Her branştan insanla tanıştım. Hepsinin tarihe ilgisi vardı ve aradıkları şuydu: Okuyacak tarih kitabı. Bana ‘Sen tarihçisin, bize kitap tavsiye et’ diyorlardı. Şimdi tarih meraklısı arkadaşıma ‘Uzunçarşılı’yı oku’ desem, o akademik bir kitap. Ben popüler tarihin gerekliliğini yurtta tespit ettim ve akademik altyapılı popüler tarih kitapları yazmaya karar verdim.Sizin için kırılma noktası ‘Sorularla Osmanlı İmparatorluğu’ muydu?Evet, 2000 yılında Popüler Tarih Dergisi’nde soru ve cevaplı olarak tartışmalı tarih ele aldım. Bu da kitabın altyapısını oluşturdu.Akademisyenlerde popüler olana karşı uzak durma tutumu var ama…Kesinlikle… Bizdeki akademisyenlerde böyle bir hassasiyet var ama herkesin de yazması gerekmiyor popüler yazıları. Türkiye’de eksik bir konu bu.Televizyondan tarih öğrenmek?Tarihi her yerden öğrenebilirsiniz ama asıl tarih öğreten yer kitaptır. TV programları sizdeki araştırma ruhunu canlandırır.Tarihin Arka Odası’ndan sonra tarihçilerin program yapması söz konusu...Bizden sonra 5-6 tarih programı yapıldı. Tarihin Arka Odası başladığından beri reytingleri oldukça yüksek. Böyle olunca televizyoncuların ilgisini çekti. ‘Demek ki tarih de seyredilebilen bir şeymiş.’ dediler ve taklitleri başladı.Taklit olarak mı nitelendiriyorsunuz sizin dışınızdakileri?Taklittir tabii. Fakat taklit ille de kötü bir şey demek değildir.Murat Bardakçı ve siz sabit... Kadın sunucular değişiyor. Baskı mı var?Baskı falan yok. Tamamen bireysel tercihleri... Bir de program çok uzun sürüyor. Mesela sekiz buçuk saat süren program oldu. 07.45’te bitmişti. Bu performans kolay değil.Program sonrası işkembeciye gidiyoruzProgram olduğu günün gündüzü uyuyor musunuz?Akademik çalışma tarzımızdan dolayı geceleri çalışıyorum yıllardır. Bünyem alışkın yani...Çıkışta çorbacıya mı gidiyorsunuz?Mecidiyeköy’de gittiğimiz işkembeciler var. Zaman zaman uğruyoruz.Bardakçı’nın tavrı da eleştirilenler arasında, size karşı tutumu vs.O, kendisinin tabii hali. Dışarıda nasılsa programda da öyle. Bize maillerde küfür bile geliyor. Dolayısıyla Murat’ın kızması gayet doğal. Milletin bilgi seviyesi düşmüş ve sizi damgalamaya başlıyorlar hemen.Sizi pasif bulanlar var.Yok… İnsan konuşması gereken yerde konuşur. Birilerine bağırıp çağıracak mıyız biz de? Murat’ın tavrı öyle benimki böyle, hadise budur.İdealize edilmiş bir Osmanlı mı anlatıyorsunuz?Tarihi önce anlamaya çalışıyorum sonra anlatıyorum. Tarihçinin metodolojik yanı ne kadar sağlamsa o kadar gerçeğe yakındır. Biz akademisyen olarak bir kere hiçbir şeyi idealize edemeyiz. Anlattığınız devlet, çok büyük bir devlet. Şimdiki Türkiye Cumhuriyeti’nden Osmanlı’ya baktığınız zaman bir babanın paltosunu giymiş çocuk gibisiniz. Bunu akademik olarak dengeleyemezseniz altında ezilirsiniz.Memleketiniz Tokat’la ilgili hemen hemen her programda birkaç kelam ediyorsunuz. Var mı çalışma?Var. Tokat’ın ilk nüfus defterini yayımlayacağız. İnsanlar soyunu merak ediyor. Nüfus defterleri yeni yeni yayımlanmaya başladı. Meslektaşım Recep Ahıshalı’yla birlikte Tokat’ınkini hazırlıyorum, üstümüze vazife olarak.Televizyonda üstüne başına bakıyorumMuhteşem Yüzyıl ile ilgili ilk teklif ne zaman geldi?Rahmetli Meral Okay çağırdı. ‘Biz tarihçi değiliz, böyle böyle bir şey düşünüyoruz. Yardımcı olur musunuz?’ dedi. Daha önce çevrilen tarih filmlerinde, dizilerde genelde tarihçi danışman yoktu. İlk defa oldu bu olay. Konuyu arkadaşlarımla uzun süre oturdum konuştum. Çünkü dizinin tutacağı belliydi. Benim için en rahatı reddetmekti. Kabul ettim ve eleştirilerin odak noktası haline geldim. Türk toplum yapısını bildiğim için eleştirilerin olacağını bekliyordum. Ama tarihçi olarak toplumsal sorumluluğunuz var. ‘Küfür yerim ama birkaç sahneyi düzeltme şansımız olursa iyi olur.’ diyerek dâhil oldum diziye.Sonra ne oldu?Beklediğimin çok üstünde geldi tepki. Dizi mantığıyla sizin mantığınız uymuyor çünkü. İnsanlara bu sahne şundan böyle diye laf anlatmaktan bıktım. Yorulunca bıraktım.Tükenmişlik sendromunu ilk siz yaşadınız.Yani… Kaldı ki dizi çok vaktimi almaya başladı. Mesela bu kitap çıkmazdı, diziye devam etseydim.Diziyi hâlâ izliyor musunuz?Zaman zaman bakıyorum.Siz eşinizin programını sonuna kadar izliyor musunuz?Fatma Afyoncu: Genelde izliyorum. Benim de mesleğim ama üç çocuk olduğu için biraz zor oluyor. Buna rağmen başlangıçta takip ediyorum. Ayrıca üstüne, başına da bakıyorum.Siz mi karar veriyorsunuz kıyafetlerine?Genellikle...Ev işlerinde size yardım ediyor mu?(Gülüyor) Eskiden ederdi. Pazar alışverişlerini hâlâ Erhan Bey yapıyor, ben bilmem o işleri.Siyasîlerin tarihçi danışmanları olmalıErhan Afyoncu ekolü oluşturma çabanız olduğu söyleniyor?Önem verdiğim hadiselerin başında talebe yetiştirmek geliyor. Bu, her meslek için geçerli aslında. Osmanlı sistemi, usta-çırak üzerine kuruluydu. Bu olay, bizde düştü. Bunu ayakta tutmamanız lazım. Şahsen birinci sınıftan itibaren öğrencileri takip ederim. Meraklı, hevesli öğrenci bulduğum zaman onu yetiştirmeye çalışırım. Sosyal bilimlere gelen öğrencilerin altyapısı zayıf. Kabiliyetli çocukları bulup akademisyenliğe yönlendirmemiz lazım.Kaç talebeniz var?Bu şekilde yaklaşık 10 kişi var, bir kısmı doktoralarını bitirdi.Siz kimi örnek aldınız tarihçi olarak?Halil İnalcık ve rahmetli Cengiz Orhonlu.Velut bir yanınız var. Günde kaç saat çalışıyorsunuz?Estağfurullah… Biz bir Avrupalı gibi standart her gün aynı performansı gösteremiyoruz. Altı ayda yapmam gereken işi altı günde yapıyorum. Ama kitap çıktıktan sonra kolunu kaldıracak halin kalmıyor. Uyku düzenim bozuluyor mesela.Aynı zamanda Atatürk Dil, Tarih ve Kültür Kurumu üyeliğiniz var. Ne yapıyorsunuz orada?Yönetim kurulu toplantılarımız oluyor 15 günde bir. Kurumların kitap basımından, yapacakları kongreye, tarihçi yetiştirmeden Türkiye’nin tarih konusundaki sıkıntılarına kadar birçok konuda kafa yoruyoruz mevzuat içinde. En büyük problemlerden biri de mevzuat zaten.Neden?Belli alana sıkışıp kalıyoruz. Mesela TÜBİTAK’ın mevzuatı olsa daha verimli çalışmalar yapılabilir. TÜBİTAK’ın sosyal bilimler versiyonunun oluşturulması lazım.Tarihin siyaset malzemesi olmasını nasıl karşılıyorsunuz?Buradaki problem şu: Siyasetçilerin tarihçi danışmanları yok. Bu yüzden bir yığın bilgi hatası yapılıyor.3. köprüye siz hangi ismini önerirdiniz?Evliya Çelebi… En az Fatih Sultan Mehmed kadar önemli bir isimdir Türk tarihi açısından.

Verilen sözler tutulmazsa büyük hayal kırıklığı yolda

$
0
0
Bugün Mardin’de bayram var. Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü’nden mezun olan 500 öğrenci yüksek lisans diplomalarını alıyorlar.Bu yıl için ortaokulların ilk iki yılında, yani 5 ve 6’ncı sınıflarında seçimlik olarak okutulacak Kürt dili, edebiyatı ve kültürü dersinin öğretmen adayları bunlar. 2014’te şu anda ders kitapları hazırlanmakta olan 7 ve 8’inci sınıflara girecekler. Bu sıradan bir tören değil, bir devrimin ilanı aslında. Barış sürecinin, silahların susmasından sonraki en önemli aşaması...Geçen yıl üç bin kişi Cumhuriyet tarihinde ilk kez ÖSYM koordinatörlüğünde ve bir devlet üniversitesi çatısı altında, çok ciddi bir Kürtçe sınavından geçmişti. İşte bugün mezun olanlar, bu barajı geçip de Türkiye’nin dört bir yanından Mardin’e gelerek büyük maddi manevi fedakarlıklarla bu programda ter akıtan yaşları 25 ve üstünde, çoğu Türk dili edebiyatı veya sosyal bilgiler öğretmeni olan kişiler. Alkışlanmayı ve desteklenmeyi fazlasıyla hak ediyorlar. Son ders gününde aralarındaydım. Onlarla muhabbet etmek ve gözlerine bakmak imkanı buldum. Kalplerine biraz dokunabildimse, anadilleriyle bağlanmak istiyorlar devlete diyebilirim. Bir ceninken analarının rahmine nasıl tutundularsa aynen öyle. Anadilleri göbek kordonları olsun, kimse onu koparmasın diyorlar sanki lisan-ı hal ile. Bu devletin has tebası olmak, sevgi ile kabullenilmek, hakiki bir aidiyet kesbetmek ihtiyacındalar.Kaygıları ile ümitleri çatışma halinde. Bir yandan Hititolojiye, Sümerolojiye izin verip de Kürtçe diye bir dil yoktur diyen devlet nihayet bir hazinenin anahtarını veriyor onlara. Tertemiz, zengin, el değmemiş, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine bu. Bugüne kadar toprağa gömülüydü ama bırakın kapağını açmayı üzerinde gezmeleri bile yasaktı. Nihayet nesiller sonra bu içinde deyişler, masallar, efsaneler, hikayeler, ninniler, romanlar, şiirler, şarkılar olan kadim sandığın kapağını açıp altınlar, gümüşler, elmaslardan daha değerli olan parçaları görebilecekler ve daha önemlisi biz Türklerle paylaşacaklar.Çoğunun kişisel geçmişinde anadillerini şu veya bu şekilde kullanmaktan en azından Kürtçe seçmeli ders olsun diye dilekçe vermekten dolayı devlet tarafından hırpalanmışlıkları var. Henüz ilkokula giderlerken anadilleri yüzünden öğretmen dayağı yeyip aşağılanmayanı yok aralarında. Geçmiş kuşakların acı hikâyelerini de buna eklersek, içlerinde yüzyıllarca atıl kalmış büyük bir enerji birikmiş. Ve şimdi coşa taşa kullanmaya hazırlanırken, ya verilen sözler tutulmaz da atanamazsak diye endişe ediyorlar.Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü’nde Kürt dili, edebiyatı ve kültürü okuyan yüksek lisans öğrencilerinin son ders gününde aralarına katıldım.Bu endişelerinde de haksız sayılmazlar. Çünkü YÖK, geçen yılki formasyon dilekçelerine olumsuz yanıt vermiş. Bu yaz yeniden talep edilecek ve ne cevap alınacağı belirsiz. Halihazırda sosyal bilgiler veya Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yapan üç yüz kadar mezun, kendi branşlarında öğretmenliğe devam etse de, kalan iki yüz kişi için çok büyük bir yıkım olacak bu. Kaldı ki formasyonu olanlar da artık bu devrimin öncüleri olarak anadillerinden ekmek yemek istiyorlar.Çünkü dilin sınırsız bir okyanus olduğunu burada öğrendiler. Bu programa başlamadan önce Türkçe görüyorlardı rüyalarını. Dilini kaybettiği rüyaları yıllar sonra uykularına geri döndü. Artık kendi anadillerinde rüya görebiliyorlar. “Ben bilgisayar mühendisiyim demektense, Kürt dili edebiyatı öğretmeniyim demeyi, ayda 4 bin lira kazanan fizik öğretmeni olmaktansa ayda 2 bin lira alan Kürtçe öğretmeni olmayı tercih ederim.” diyorlar. İçlerinde “Ya Rab, bu gençliğe kısmet et, ömrümüzün son nefesine kadar bu alanda hizmet edelim, bu alanda varlık gösterelim, ilim alıp ilim vermeye devam edelim.” diyenler var. Bize onları anlamak düşer, kırılmış bir onurun altından dilini öğrenerek kalkmak güdüsü var yüreklerinde.Kürtçenin seçmeli ders olması Kürtleri adeta kendi ülkelerinde göçmen psikolojisine sokuyor aslında. Ama yine de bu bir başlangıç diyerek bu duyguyla baş etmeye hazırlar. Yeter ki eylülde okullar açıldığı zaman atanabilsinler. Başlangıçta hepsine kadro sözü verilmiş ama şimdi yan çiziyor devlet. Diyor ki, mevzuatımızda seçmeli dersler için norm kadromuz yok, size ancak ders ücreti karşılığında öğretmenlik verebiliriz. Ücretler öyle düşük ki üniversite idaresi bile bunu kabul edilemez buluyor. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı ile yapılan görüşmeler sonunda bir ara formül bulunuyor. Buna göre, her ay düzenli maaş ödemesi yapılacak şekilde “ücretli öğretmen” olabilecekler ama teorik olarak. Neden? Çünkü henüz kaç kişinin Kürtçeyi seçtiği belli değil. Geçen yıl çeşitli engellemelerle 24 binde kalmıştı bu rakam. Bu yıl Kürtçe, seçimlik dersler arasında üçüncü sırada görünüyor ama yine de bu 500 kişinin kaçına öğretmenlik yaptırılacak, kimse bilmiyor. Haliyle öğretmen adaylarının kaygı eşikleri çok yüksek. Bu eğitimi 200’ü Dicle’de, 200’ü Bingöl’de, bir miktar da Muş’ta alanların varlığını hesaba katarsak, Mardin’le beraber yaklaşık bin kişinin bu duygular içinde beklediğini bilmemiz lazım.Kendiniz için istediğinizi bizim için de isteyinTezsiz yüksek lisans programına dershane öğretmenleri gelebilsin diye pazartesi, okul öğretmenleri katılabilsin diye cumartesi-pazar günleri seçildi. Haftada üç gün sabahtan akşama kadar Kürtçenin inceliklerini ve güzelliklerini gördüler. İçlerinde İslamcısı da var, Kürt milliyetçisi de. Basiretli ve sevgi dolu bir yönetim sayesinde sorunsuz bir yıl geçirilmiş. Bunda Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Kadri Yıldırım’ın büyük payı var. Yıldırım, hem bilimsel yetkinliği hem de insani özellikleriyle olağanüstü bilge bir insan. Onunla birlikte yurtiçi ve dışından 20 kadrolu ve donanımlı Kürdoloji ekibi harikalar yaratmışlar.Bilimsel açıdan durum böyleyken, işlerini güçlerini, ailelerini bırakıp değişik illerden Mardin’e gelenler açısından büyük zorluklar yaşandı. Mecbur kalıp eşlerini getirebilen de oldu, karnında veya kucağında minicik bebeğiyle derslere giren de. Sırf bu tarihi fırsatı kaçırmamak adına yol, ikamet ve beslenme gibi temel masrafları karşılayabilmek için banka kredisi alanlar, eğer atanamazsak borçlarımızı nasıl öderiz diye panikteler. Ve biz Türklere “Kendiniz için istediğiniz iyilikleri bizim için de isteyin.” diye sesleniyorlar.En çok hoşuma giden anekdot; ilkokula başladıklarında öğretmenleri onlara “Burada Kürtçe konuşmak yasak.” demişlerdi ya, bu eğitime başladıklarında da hocaları yüksek verim alabilmek için “Burada Türkçe konuşmak yasak.” uyarısında bulundular. Ne büyük bedeller ödenerek kavuşulmuş bir saadetti bu onlar için. İlk defa benim hatırıma Türkçe konuşuldu, düşünebiliyor musunuz?Dünyanın dört bir yanından gelen ve her biri Kürdolojinin değişik alanlarında uzmanlaşmış Kırmançi Çalışma Grubu da son gün oradaydı. Düzenlenen panelde saatler boyunca Kürtçenin terminolojisini konuştular ve ben tek kelime anlamadan dinleyip, sıranın bana gelmesini bekledim. Beklerken de ilkokula başladıklarında Kürt çocukları da herhalde benim gibi çaresiz ve kimsesiz hissediyorlardı kendilerini diye düşündüm. Tabii ben daha şanslıydım onlardan, hiç değilse bana dilim yüzünden dayak atan olmamıştı. Kendi anadillerinde ağlayıp gülemeyen insanların psikiyatrik açıdan ciddi sorunlarla karşılaştığını söylüyor bilim. Toplumun en zayıf halka kadar güçlü olduğunu hatırladım orada...Mardin gezimden sonra gerçekten doğrudan Kürtçe yazılan edebi eserleri okumak arzusu doğdu içimde. Doğrusunu söylemek gerekirse hepimizin bir borç öder gibi, bir kefaret duygusuyla Kürtçeyi öğrenmemiz gerekir diye düşünüyorum, ama benim için bu yaştan sonra çok zor. Yayınevlerine düşüyor görev biraz da. Çevirsinler Türkçeye, okuyalım şu eserleri, öteki yarımızla geç kalmış tanışlığımızı kuralım...Ders kitapları 1 yılda hazırGerçi ilk haberler yalanlandı ancak hükümet gerçekten de kısa veya orta vadede özel okullarda anadil eğitimini başlatacaksa, yoksul Kürt çocuklarına devletin belli bir kontenjan ayırması gerekecek. Kürtler kendi dillerini kendi paralarıyla öğreneceklerse devletten böyle bir burs jesti beklemeye hakları var bence.Tabii devletin o aşamaya gelinceye kadar, hem ders materyali hem de donanımlı öğretmen kadrosunu hazır etmesi gerekecek. Prof. Kadri Yıldırım, “Eğer devlet isterse biz tüm sınıfların ders kitaplarını 1 yılda tamamlarız.” diyor. Bu konudaki iddialarını zaten MEB ile yapılan protokol gereği hem Kurmançi hem Zazaki lehçelerinde 5 ve 6’ncı sınıf ders kitaplarını iki ayda tamamlayarak göstermişler. Geçen yıl tatil yapmadıkları gibi, bu yıl da yapmayacaklar ve 7 ile 8’inci sınıf ders kitaplarını hazırlayacaklar.

Kürtlerin nazarında devlet düşman değil

$
0
0
Yaklaşık bir yıldır TRT Şeş’te Siyaseta Rast (Doğru Siyaset) programını sunan Vahdettin İnce, “Kürdinsan” adlı kitabını yayınladı. İnce, Kürtlerin dinle ilişkisini, kimlikle imtihanını, ana dil sorununu içerirden bir gözle değerlendiyor. Yazara göre PKK’yı Kürtler barışa zorladı.Kürtlerle Türkler dindarlıkta hangi noktalarda birbirinden ayrılıyor?Fıkıhta, şeriatta sistematize edilen dinin temel prensipleri bireysel ve toplumsal hayattaki yansımalarında bir ayrışma var. Mezhepsel bir ayrılıktan ziyade sosyolojik bir ayrılık: Bir Hint, Türk mimarisi camiden kopmadan nasıl bir farklılaşma gösteriyorsa namazı kılmada ve orucu tutmada da yine o şartların belirlediği bir durumdur. Türklerde tarihsel kişilikleri itibarıyla düzenli, tertipli bir hayat var. Yoğun yaşadıkları bölgelerin derli toplu olduğu, cemaatin adeta emir komuta zinciri içerisinde oturup kalktığı göze çarpar. Kürtlerde ise bir dağınıklık var. Senenin altı ayı zirvede, altı ayı ovada yaşıyorlar. Çoğu zaman bireysellik ön planda. Sosyal hayatın getirdiği bireysellik dinî hayata da yansıyor. Bir yaz mevsimi kasketini ters çevirip yol kenarında taşın üstünde namaz kılan birine rastlamanız çok doğaldır. Dışarıdan bakıp o derinliğe nüfuz etmeyen biri dindar değiller diye düşünebilir ama sosyal hayatın her karesine sinmiş bir dindarlıkları var.Dindar Kürtlerin şiddetten beslenen PKK’ya destek vermesi bir ironi değil mi?Kürtlerin destek verdiği PKK değil, onların dile getirdiği taleplerdir. Dile getiren örgüt olduğu için sempati duyuluyor. Kürtlerin katılmadığı husus, PKK’nın bunu şiddet kullanarak dile getirmesi. Türk algısı, devlet algısı düşmanlık esasına dayanmıyor. Hatta devlet bile Kürtler nazarında düşman obje değildir. Devlete kızgın değil, kırgındır. Kızgın olduğu zaman düşmanlık esaslı bir algı oluşur. Kırgın olmak beklemediği, kendinden bildiği bir tarafın yanlış yapması demektir. PKK’nın bu talepleri kullanarak bir kızgınlık ifade etmesi Kürtler tarafından uygun görülmez. Türkleri kendi haklarını gasp etmiş bir toplum olarak algılamıyor, kendilerinden görüyor. Aralarında bir farklılık yok. PKK’nın yaklaşımı ise bu kızgınlığı toplumsal tabana dayandırmak, zihinlerde böyle bir ayrıştırmaya sebebiyet vermektir.Ayrışmayı ne kadar sağlayabildi?Kürtler bunu dönüştürdüler. Bir süreç sonunda PKK’yı normalize ettiler. PKK’nın bugün barış sürecini onaylaması, bu taraftan aldığı bir yenilgi. PKK kendi anlayışını, algısını Kürtlere kabul ettirmedi, Kürtler kendi anlayışlarını PKK’ya dayattılar, dönüştürdüler onları. PKK’yı barışa zorladılar.Barış sürecinde iki bin kişinin PKK’ya katılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?PKK savaşı sürdürsün diye mi, yoksa siyasal bir akım olarak varlığını devam etmesi için mi katıldı bunu araştırmak lazım. Silahlı mücadeleyle bir yere gelen bir örgütün silahsızlanmasının bir ödüllendirilmesi belki de. Siz siyasallaşırsanız, şiddeti bırakırsanız o talepler noktasında yanınızdayız demiş olabilirler. PKK’nın liderleri bunu, şiddeti sürdür, daha güçlü bir orduyla kavgaya giriş anlamında okursa toplumu tanımamışlardır.Bölünme korkusu devam ediyor...Cumhuriyet tarihi boyunca bölünme paranoyası oluşturularak Kürtlerin doğal taleplerinin ötelenmesi amaçlandı. Şu örneğin durumu tam anlamıyla izah ettiğini düşünürüm; “Kedi yavrusunu yemeden önce onu fare olarak tasavvur edermiş.” Müslüman bir toplumda Türkleri Kürtlerle bir çatışmaya itmek o kadar kolay değil. Aynısı Kürtler için de geçerli. Bunun için ötekileştirici şeyler icat etmek lazım. Türk toplumu derin bir bölünme fobisi yaşıyor. Bütün parçalarını kaybetmiş, küçük bir Anadolu’ya yerleşmiş bir toplumu ‘bölünüyoruz’ diyerek motive edebilirsiniz.Bu mekanizmayı oluşturan kim?Cumhuriyet’in kurucu kadrosu. Süregelen bir sistem vardı, son dönemde vazgeçildi. Kürtlerin bölünme isteği olmadığı anlaşıldı. Kürtler isteseydi Birinci Dünya Savaşı şartlarında devlet kurabilirdi. O gücü ve kadrosu, yetişmiş elemanı vardı. Müslüman milletlerden farklı bir yapıya sahip olmak gibi bir algısı yoktu. Batılıların dayatmasıyla, sistemleştirilen bir zihniyetle bir şeyler empoze edildi. Allah’ın takdiri, içeride kaldılar. Sovyet Rusya’da toplumun üzerine bir şal serildi, herkes ateist yapılmaya çalışıldı. Yıkımdan sonra baktılar ki hiçbir şey değişmemiş. Müslümanlar hâlâ Müslüman. Seksen senelik Cumhuriyet’te de herkes Türk, Sünni sayıldı, dayatmayla toplumun üzerine bir şal serildi. Özal’la şal aralandı, AKP iktidarıyla tamamen kalkınca görüldü ki. Alevi yine Alevi, Kürt yine Kürt. Değişen hiçbir şey yok.‘Uludere’nin aydınlanması, açılım sürecini hızlandıracaktırUludere katliamı davasının askeri mahkemeye sevk edilmesi bölge insanının devletle olan ilişkisini ne kadar zedeledi?Kur’an-ı Kerim’de şuna vurgu yapılır; “Hayır gördüğünüzde şer, şer gördüğünüzde hayır vardır.” Yürekleri acıtan Uludere olayı da bir şerdir. Ama bu insanların bilerek böyle bir emir verdiklerini, katliama isteyerek katıldığını düşünmüyorum, düşünmek istemiyorum. Orada uluslararası bir şeyler oldu. İyi giden bir şeyleri sabote etme durumu söz konusu olabilir. Tıpkı görüşmeler devam ederken Paris’te öldürülün 3 PKK’lı kadın gibi. Uludere’de yaşananlar (olayın askeri mahkemeye gitmesi bir örtbastır) bence barış sürecini hızlandırdı. Taraflar bu iş sürüncemede kaldığı sürece içeride ve dışarıda korkunç dramatik şeylere sebebiyet verebilir, diye düşünmeye başladı. Şerrin hayır tarafı bu.Selahattin Demirtaş, Uludere olayı aydınlanmadan açılım sürecinin ilerlemeyeceğini söylüyor…Keşke şunu kastederek konuşmuş olsa; Bu devletin içine çöreklenmiş, Uluderelere yol açabilecek kabiliyetleri olan odaklar vardır. Elleri uzundur. Bir daha böyle şeylere yol açmamaları için tasfiye edilmeleri gerekir. Bu olmasa süreç bir şekilde yeniden sabote edilir.Vicdanlar nasıl temizlenecek?Kürtler üniter devlet ilan edildiğinde duygusal sosyal her türlü kırılmayı yaşadılar. Bu yeni bir şey değil. Hep bir ümitle yaklaştılar, gün gelecek hatasını anlayacak bunu tedavi edecek. Bence devlet hatasını anlamış, tedavi istiyor. Bireysel hadiselerde vicdanların temizlenme süreci helalleşme ve tövbedir. Sosyal hadiselerin cezası, mükâfatı ise bu dünyadadır. O da tövbeyle olur. Devlet eski uygulamalardan vazgeçerse Kürtler de helal eder, vicdanlar temizlenir.Türk aydınlar Kürt meselesine ne kadar oryantalist bakıyor?Yanıbaşlarında, beraber yaşadıkları topluluğa Batılı kaynakların edindikleri bilgilerle, oryantalist bakıyorlar. Çok çarpık bir yaklaşım. Milliyetçi bir yazar tanıyorum, Türkiye’nin bölünmemesi için ömrünü adamış biri. O kadar ilgili ki, Kürtlerin Oğuz Kağan’dan geldiğini söylüyor. Bir gün şöyle dedi: “Alman araştırmacıya göre Kürtlerin Türkiye’deki nüfusu 8 milyondur.” Bu meseleyle yatıp kalkan Türkiyeli yazar, bu bilgiyi bile gidip Almanlardan öğreniyor. Türk aydının solcusu, sağcısı da gözünü bu tarafa kapatmış. Batı nasıl bakıyorsa öyle görüyor.Kürt aydınlarının kaçı PKK gölgesinden uzak durarak görüşlerini ifade edebiliyor?Onlar da Türk aydınlar gibi Batılı kaynaklardan faydalanıyor. Toplumlarına o kadar yabancılar ki. Ya Marksist jargon ya Türk milliyetçisinin tersini söyleyerek, oryantalist bir yaklaşımla konuşuyorlar. Eskinin Türk aydınlarının Batılı başkentlerde kendi toplumlarına yabancılaşarak gavurluk yarışlarına girdikleri gibi, şu anda bir kısım Kürt aydınlar da Türk aydınlarla gavurluk yarışına giriyor. Herkes, Batı’dan daha gavuruz, laikiz diyor, bunu ispatlamaya çalışıyor. Batılıların da maşallahları var, bu meseleye kimlerin ilgi duyacaklarını biliyormuşçasına herkes için bol malzeme üretmişler. Kürt milliyetçiliği yapacak biri için de, Türk için de yeterli malzeme var.

Edebiyat dergileri tablet olur mu?

$
0
0
Türkiye’de edebiyat dergilerinin az sattığı herkesin malumu. Neredeyse bir kişinin omuzlarında yaşama savaşı veren bu dergiler, internetin hayatımıza girmesinin ardından iyice can çekişmeye başladı.Yurtdışında birçok edebiyat dergisi basılı versiyonlarının yanında tablet baskılarını da hazırlayarak günümüz okuruna ulaşmaya çalışıyor. Peki bu uygulama ülkemizde mümkün mü?Düşünce dünyamızın önemli isimlerinden Cemil Meriç, “Dergiler hür tefekkürün kalesidir.” diyor. Özelde ülkemizdeki edebiyat dergilerine bakacak olursak bu kalelerin birer birer düştüğünü görüyoruz. Düşmeyenler de adeta sadece bir kişinin omuzlarında ayakta kalma savaşı veriyor. Özellikle internetin dünyamıza girmesinin ardından edebiyat dergilerinin satışı oldukça azaldı. Öyle ki Türkiye’de en çok satan edebiyat dergisinin tirajı beş bin bile değil. Bu durum aslında yurtdışında da farklı değil. Ancak tablet devriminden sonra birçok dergi, kriz gibi görünen dijital dünyayı, lehlerine çevirmek için önemli adımlar attı. Birçok edebiyat dergisi basılı versiyonlarının yanında dijital yayına da geçerek tabletler vasıtasıyla okuruna çoktan ulaşmaya başladı bile. Bu dergiler yıllık abonelik sistemi ile tablet versiyonlarını internet üzerinden satışa sunuyor. Sadece Amazon.com’da yıllık abonelik fiyatı 15-100 dolar arasında değişen yüzlerce edebiyat dergisi mevcut. Özellikle genç okurların tercih ettiği bu yayınlara ilgi hiç de az değil. Kolay ulaşımı ve basılı olana göre daha ekonomik oluşları dijital dergileri daha cazip kılıyor. Ayrıca bazılarının sesli ya da görüntülü söyleşiler, eser seslendirmeleri, gibi interaktif özellikleri de bulunuyor. Ülkemizde de son yıllarda tablet kullanımı oldukça arttı. Çoğu kullanıcı online satış kanallarından kitap ya da dergi satın alıyor. Özellikle FATİH projesi ile önümüzdeki yıllarda milyonlarca öğrencinin tablet kullanacağını düşünürsek, gelecekte dijital yayınlar etkisini daha da artıracak. Ülkemizde farklı konularda yayın yapan bazı haftalık ya da aylık dergiler tablet versiyona geçti. Peki edebiyat dergilerinde bu mümkün mü? Maalesef kısa vadede pek mümkün gibi gözükmüyor. Çünkü her şeyden önce bu bir ekip işi. Ayrıca bilişim ve IT konularında bilgi ve deneyim de gerektiriyor. Ülkemizde edebiyat dergilerinin çoğunun yükünü sadece bir kişinin yüklendiği malum. Böyle bir ekibin ve teknolojik altyapının kurulması için elbette maddi destek gerekiyor. Konuyu ülkemizin önde gelen edebiyat dergilerinin yayın yönetmenleri ile masaya yatırdık. Dijitalin kaçınılmaz olduğunu düşünenler de var, basılı olarak yayın hayatına devam etmek isteyenler de.Kâğıttan olanı tercih ediyorumAli Haydar Haksal (Yedi İklim Genel Yayın Yönetmeni): Kitap ve kâğıdın bizde bir kutsallığı var. Ben bir kitabı okurken satırlarının altını çiziyorum. Kütüphanemin raflarında durunca gezinebiliyorum, yeniden ele alabiliyorum. Dijital yani tablet ortamın böyle bir imkânı var mıdır bilmiyorum. Biz henüz intibak edemedik diyelim. Edebiyat dergileri artan nüfus ve okuma oranına göre geriliyor. Bu, doğru. Dijital ortam olsa artacak mı? Sanal dünya bir gayya kuyusu. Kimse bir yerde mola vermiyor ki. Dergiler, fırından çıkan taze ekmek gibidir. Her ay buğusu tüten bu taze nesneler bizi çekiyor. Elimize alıp kâğıt kokusunu duyumsuyoruz. Tablet olanın böyle bir imkânı var mıdır dersiniz? Dergileri binbir güçlükle çıkarıyoruz. Teknik durumlar da maddi destek gerektiriyor. İnsanlar ellerinde tabletlerle dolaşıyorlar. Geçenlerde tablette kitap okuyan bir arkadaş, “Kitap okumak için açıyorum, biraz okuyunca birden internete giriyorum kitap okumayı unutuyorum.” dedi. Kitap bir tutkudur, elimize aldığımızda sever koklarız. Bir tablet insana aynı duyguyu verir mi dersiniz? Ben bilgisayarı bir daktilo gibi kullanıyorum. Gayyasında yitmek istemiyorum. Ben kâğıttan olan dergi ve kitabı tercih ediyorum.Eninde sonunda dijitale taşınacakBeşir Ayvazoğlu (Türk Edebiyatı Genel Yayın Yönetmeni): Zor zamanlar yaşayan edebiyat dergileri de herhalde eninde sonunda dijital ortama taşınmak zorunda kalacak ve tabii bunun için gerekli altyapıyı kurabilenler yaşayacak. Çok kısıtlı imkânlarla hazırlanan edebiyat dergilerinin bunu nasıl başarabilecekleri konusunda sarih bir fikrim yok. Maliyeti nedir, bu maliyeti karşılamak mümkün müdür, hakikaten bilmiyorum. Bildiğim şu: Dergilerini gazete bayiinden almak, aboneyse postayı dört gözle beklemek, sayfalarını çevire çevire okumak, sayfaları çevirirken kâğıdın dokusunu parmak uçlarında hissetmek isteyenler daha bir süre var olacak. Ama ne zamana kadar? Benim nazarımda, ne kadar cazip olursa olsun, dijital ortamdaki her şey ‘sanal’dır, yani aslında yoktur. Biz kalemle kâğıtla büyüdük; bilgisayarla büyüyen nesilleri anlamakta ve onlara hitap etmekte artık zorlanıyoruz. Belki de yerlerimizi dijital çağın çocuklarına bırakma zamanı gelmiştir.Dergiler dijital olarak da var olmak zorundaSemih Gümüş (Notos Genel Yayın Yönetmeni): İnternet yüzyılın en önemli buluşu mu, bilmiyorum ama en önemli birkaç buluşundan biri. Notos’u altı buçuk yıl önce tasarladığımızda internetin de bizim için önemli bir mecra olduğunu biliyorduk. Önce tanıtım için kullandık. Sonra da Notosoloji.com’u yayına soktuk. Edebiyat, sanat, yayıncılık, kendi ilgi alanımıza dönük teknoloji haberleri Notosoloji’nin içeriğini oluşturuyor. Ama dijital bir dergi de değil Notosoloji. Ben dijital dünyanın getirdiği olanaklara inanıyorum. İnanmasak ne olur? Yeni dünya kendi gerçekliğini aynı zamanda dijital dünya içinde oluşturuyor. Ama bizde edebiyat dergilerinin dijital olarak yayımlanması kolay değil. Her şeyden önce, bir ekip işi bu. Önemli olan, yapamayacaklarımızı bilmek, sonra onları bir yana koymak ama yapılması gerekenin ne olduğunu düşünmek. Bence basılı dergiler dergiciliğin mücevherleri olarak her zaman olacak. Ben hiçbir zaman vazgeçmem ondan. Bu arada dijital olarak da var olmak zorunda kalacak dergiler. Her iki alanda birden yayımlanmak, bir zorunluluk haline gelecek. Bunu yapamayanların etkinliği azalacak.

Tevez’in Juventus’u

$
0
0
Futbol tarihinin taşınması en zor forması, rengi ne olursa olsun, üzerinde 10 yazanlardır… Bir futbolcudan öte olmak gerekir, 10 numaralı formanın hakkını verebilmek için…Futbol zekanız olacak… Takım sahada zor durumdaysa, topu ayağına alıp tüm oyunun gidişatını değiştirebilecek. Bazen bir serbest vuruş, belki bir asist, belki yıllar boyunca defalarca izlenecek eksantrik bir şut…Takımı bir maestro gibi yönetecek bir liderlik vasfı gerektirir… Sahada ya da soyunma odasında, futbolcular (hatta belki bazen kaptan ve teknik direktör bile) ağzınızdan çıkacak kelimelere bakacak… Çorabınızı giyişiniz, kramponlarınızı bağlayışınız, etrafa bakışınız… Soyunma odasında o gün o maçın kazanılacağına dair inanç, 10 numaranın gözlerinde aranır…Önemli olan formayı taşıyabilmekAncak bu kadarı da yeterli değildir… Takımın renklerine en fanatik taraftar kadar bağlı olmalısınız; hani derler ya “damarımı kessen kanım takımımın renklerinde akar” diye… İşte o kıvama yakın bir taraftarlık…10 numaralı formayı giymek değildir önemli olan… Taşıyabilmek daha zordur…Alessandro Del Piero’yu unutulmaz yapanların başında, yukarıda saydığımız tüm özellikleri taşıyor olması geliyordu. Efsane bir teknik, yarışılmaz bir zeka, tartışılmaz bir liderlik ve gerçek Juventus ruhu… Kendisinden önce, Juventus’un 10 numaralı formasını taşımış dev isimler vardı… Liam Brady 1980’de giydiği siyah-beyaz “10’u” 1982’de Michel Platini’ye devretmişti. 1990’da Roberto Baggio’nun üzerindeydi. 1994 Dünya Kupası finalinde Brezilya’ya karşı kaçan o penaltı sonrası bir sezonun hemen hemen tamamını sakat olarak geçirdikten sonra Baggio Juventus’tan ayrılırken 10 numaralı forma genç Alessandro’ya geçiyordu.19 yıllık Juventus kariyerinde, takımın da en kötü günlerine tanıklık edecekti Del Piero…2006’da, şike skandalı sonrası, Juventus küme düşürüldüğünde, kilit isimler Fabio Cannavaro, Emerson, Gianluca Zambrotta, Patrick Vieira, Zlatan Ibrahimoviç ve Lilian Thuram arkalarını dönüp giderlerken, Del Piero formasını çıkartamadı; istemedi… Halbuki Avrupa’nın tüm büyük kulüplerinin kapıları ona ardına kadar açıktı… Öte yandan, Juventus’un ona ihtiyacı vardı… Futbol olarak değil, lider olarak…Del Piero, Juventus’un dört bir yanında kopuk vaziyette kalmış iplerini bir arada tutup, önce ait olduğu Seri A’ya ardından da şampiyonluğa taşıdı. Ve 2012’de, liderin artık gitme zamanı gelmişti… Zor zamanlarda sıkı sıkıya tutunduğu, Zinedine Zidane’ın bile ancak Del Piero’nun üzerindeyken dokunabildiği, üzerinde 10 yazan formasını çıkarttı. O artık bir Juventus taraftarıydı…Juventus, Del Piero’suz ilk sezonunu şampiyon olarak tamamladı. 10 numaralı forma ise yeni sahibini bekliyordu.Takım, onlarca aday arasından, 10 numaralı formayı vermek için, Arjantin’in yaramaz çocuğu Carlos Tevez’i seçti.Bu Carlos Tevez’in ilk kez efsane formayı üzerine geçirişi olmayacak… Henüz 19 yaşındayken, Boca Juniors’ta, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük efsanelerinden biri olarak gösterilen Diego Armando Maradona’nın 10 numaralı formasını taşımıştı. Oynadığı futbolla kendisine pek çok hayran bulmuştu. Tüm otoriteler Tevez’in Avrupa’nın Juventus, Bayern Münih ya da Barcelona gibi dev kulüplerinin takibinde olduğunu söylerken, o, 2004’te Corinthians’a transfer olmuştu.Avrupa’ya giriş kapısı West Ham United’dı. 1 sezon sonra Sir Alex Ferguson, bu muhteşem yeteneği Manchester United’a 2 sezon için kiralık olarak getiriyordu. Ferguson’un Tevez’e güveni tamdı. “Çok önemli gollere imza atacak” diyordu. Öyle de oldu… Tevez belki istikrar abidesi değildi ama sahadaki oyunu değiştirme kabiliyeti kesindi. İkinci sezonun sonuna doğru United tribünlerinden sesler yükseliyordu; “Sign him up Fergie/Satın al Ferguson”. Ancak olmadı, taraflar anlaşamadı. Carlos Tevez, Manchester’da kaldı ama United’da değil, City’de oynayacaktı.Manchester City’de geçen 4 sezonu Tevez ve takım için huzur dolu değildi… Ancak Tevez’in futbol yeteneğine hiç kimsenin bir itirazı olamazdı. O yedek kalmak, oyundan çıkarılmak istemiyordu. Mancini ise işine karışılmasından pek hoşlanmıyordu. Yine de 4 sezonda 74 gol atmış, 2011-2012 hariç, her sezon 40 maç üzerinde forma giymişti. Birlikte çalışılması kolay bir adam değildi ama işini iyi yapıyordu.Eksantrik Güney Amerika futbolu...Juventus’un yeni 10 numarası Carlos Tevez, İngiltere’nin gri havasından ayrılıp İtalya’ya gitti bile… Üstelik Del Piero’nun teriyle ıslanmış formasını bile giydi. Onun eksantrik Güney Amerika futbolu, Juventus’a her şeyden önce, daha sıcak bir saha oyunu katabilir.Belki de hem Juventus’un hem de İtalya futbolunun ihtiyacı olan Tevez’dir.2006’daki şike skandalı sonrası düşen seyirci sayıları ve tarumar olan ülke futbolu imajı, Tevez’in tangosuyla yeniden yükselişe geçebilir. Dahası, Juventus belki de uzun zamandır hasret kaldığı Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna artık daha yakındır.Bazen bir Alessandro Del Piero’ya ihtiyacınız vardır; takımı toparlayacak bir lidere…Ancak bazen ihtiyacınız olan adam, Carlos Tevez’dir… Hırçın, hırslı, eksantrik ve kazanmaya aç bir dinamo…Carlos Tevez, Juventus’un yeni Del Piero’su olmak zorunda değil… Juventus’un ve İtalya’nın bugünkü ihtiyacı, kan… O da Tevez’de fazlasıyla mevcut…İyi pazarlar…

Ramazan’ınız mübarek olsun

$
0
0
"Bu aya hürmet gerek Nimete şükür gerek Mübarek Ramazan’da Hakkka ibadet gerek”. Ramazan manisiŞükürler olsun, bir Ramazan’a daha kavuştuk. Ramazan, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azat olma olarak belirtilen üç ayların sonuncusudur. Peygamber Efendimiz’in “Recep ayı Allah’ın, Şaban ayı benim, Ramazan ayı ümmetimindir” buyurduğu belirtilir. Birçok güzellikler vaat eden üç ayların ikisinden sonra Ramazan’ı yaşama mutluluğuna erişeceğiz. Ne güzel…Ramazan bir sevgi ve paylaşma ayıdır da… Bu ayda yardımlaşma artar, çünkü bir ibadetin binlerle geri dönüşü olduğu müjdelenmiştir. Ayrıca sosyal yaşamda ihmal edilen görüşmeler karşılıklı davetlerle gerçekleştirilir. Kırgınlıklar sona erdirilir, mahallenin yaşlıları ziyaret edilir, ihtiyaç sahipleri gözetilir. Ramazan, şüphesiz bir yemek ayı olarak da öne çıkar. Ev hanımları günlerce önceden Ramazan ibadetlerini aksatmamak için gerekli temizlikleri yapar; erişte, reçel vb. yiyecekleri hazırlar. Bir günlük orucun ardından herkes iftar sofrasına oturacağı için yemek önem kazanır. İftar için en güzel yemekler yapılır, en özenli iftar sofraları hazırlanır. Oruç tutmayanlar için bile iftar sofrasında bulunmak bir zevktir. İftar sofralarında gönüller mutlulukla arınır; sevgiler, güzellikler, paylaşımlar tavan yapar. Direkli oruç tutan çocuklar dahi iftar sofrasını dört gözle bekler.Ramazan’da iftariyelikler de önemlidir. Anadolu’nun çoğu yerinde oruç iftariyeliklerle açılır, sonra yemeğe geçilir. İftariyelik yenildikten sonra akşam namazı kılınıp sonra yemeğe başlandığı da olur ki bu yöntem çok sağlıklıdır. Uzun süre aç kaldıktan sonra mideye fazla yüklenilmemiş olur. Zaten Ramazan’da gündüz öğünlerini geceye uygulayarak yemek uygundur. İftariyelikler kahvaltı, akşam namazından sonra yenilen iftar yemeği öğlen yemeği, sahur da akşam yemeği gibi düşünülmelidir. Bu şekilde sağlıklı bir Ramazan geçirmek mümkün olur. Arife ve Ramazan yemeklerine gelince, Anadolu’nun çoğu yerinde ilk günlerde belirli yemekler yapılır. Sinop’ta arife günü nokul yapılır, ilk iftarda ise tesbih çeksin diye siyah mercimekle çorba yapılır. Bolu’da sahurda eriştik diye erişte pilavı, ilk iftarda tutacağız diye tutmaç yapılır. Gümüşhane’de ilk iftarda otuz gün içimizde tesbih çeksin diye pirinç pilavı yapılır.Sevgili okuyucularım, Ramazan’ın kardeşliğimizi, birlik ve beraberliğimizi artırması dileğiyle tekrar cümleye iyi Ramazan’lar diliyorum. Ramazan’a tatlılıkla girmek için bu sıcaklara da uygun düşecek hafif bir tatlı olan zerde yapalım. Ağız tadıyla kalın.Zerde4 kişilikPişme Süresi: 40-50 dakika½ su bardağı pirinç5 su bardağı su½ su bardağı şekerYüzüne1 yemek kaşığı gül suyu veya tarçınYapılışı: Pirinci ayıkla, yıka,bir tencerede su ile ateşe koy. Kaynamaya başlayınca çok hafif ateşe al, pirinçler iyice yumuşayıncaya kadar pişir. Özleşince şekerin yarısını ilave et, kaynayınca diğer yarısını karıştır, koyulaşınca tabaklara dök. Soğuyunca yüzüne gül suyu veya tarçın serp.

Çocuk, cami, Kur’an

$
0
0
Yaz tatillerinde mahalle mescitlerinde Kur'an kursları açılması âdeti, zannederim yakın zamanların geleneğidir.Âşikâr bir şekilde böbürlenerek söyleyebilirim ki ben eski usûlde işleyen bir aile iklîminde büyüdüm ve İslâm kültürü yaşadığım muhitin her noktasında mevcut bulunan çok tabii bir şeydi. Meselâ aklım erdiğinden beri rahmetli annemi hep namaz kılarken gördüm; gecenin geç vakitlerinde ise onu seccadesinde içine kapanırcasına iki büklüm olmuş, sessiz otururken farkederdim. “Ne yapıyorsun anne?” diye sorduğumda, “Ders çekiyorum oğlum” derdi.“Ders”in ne olduğunu biliyordum; her gün tekrarlanması gereken “vird”i olurdu ihvanların. Gece namazlarının evveline ve sonuna ekledikleri “Zikir”di ders.Seccade, tesbih, takke, namaz başörtüsü, çarşaf, Kur'an, Mevlid ve Evrâd kitabı gibi şeyler tabak, kaşık, sofra örtüsü gibi evin tabii demirbaşlarıydı. Rahmetli halam ise mahallenin hocaannesi gibi bir mevkiideydi. Ebeveynlerinin ricası üzerine mahalleli genç kızlara, çocuklara elifbadan başlayıp cüze geçinceye kadar Kur'an öğretir, namaz dualarını, temel farzları ezberletir, yanık sesiyle mevlid okurdu. İşte böyle bir tabii atmosfer içinde geçti çocukluğum. İslâm kültürüyle temas için ayrıca gayret gerektirmiyordu. Dinî olan ön planda değildi ve özel bir paranteze alınmamıştı; her yerdeydi.Rahmetli annemle, halamla çok defa ev hatimlerine, hanımlar arasında okunan mevlid-i şeriflere katıldım. Cami sadece benim için değil, sair çocuklar için de hayatın hayli kıyısında kalan bir yerdi. Bugün ne yazık ki evlerimiz, istisnâlar dışında çocukların tabii atmosfer içinde dinî eğitim alabildikleri bir yer olmaktan çıktı. Camilerin, geçen yarım asra göre daha fazla cemaati var, cami sayısı eskiyle kıyaslanmayacak kadar arttı; bu çelişkinin bana göre sebebi şudur: Ev ikliminde İslâm kültürünün yaşanabilirliği azalırken bu fonksiyon camilere geçti. Mahalleden biri evlendiğinde akşamla yatsı arasında camide güveyin ve sağdıcın da katıldığı Mevlid törenlerine katıldığımızı hatırlıyorum meselâ. Bu törenlerde hoşumuza giden şey, yatsı kılındıktan sonra cemaate konserve kutularının birer tahta parçasına çakılmasıyla imal edilen birer meşale verilmesi ve tamamı erkeklerden müteşekkil düğün alayının ilâhiler okuyarak damadı evine kadar götürüp “içeri etmesi” esnasında yaşanan neşeli dakikalardı. Konserve kutusunun içine birer paket en ucuzundan tekel tütünü koyup içine bir miktar gazyağı ilâve ettikten sonra tutuştururlardı; çok istememize rağmen çocuklara meşale verilmezdi. Bizim nasibimiz sadece mevlidden sonra dağıtılan bir külah şekerin yanında “damat alayı”nın peşine takılıp eğlenmekten ibaret kalıyordu.*Bu uzun girizgâhın sebebi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bu yıl tertib ettiği, “Gel bu yaz, Kur'an'ı kalbine yaz” kampanyası. Her yıl okullar tatil edildikten sonra camilerde yaz Kur'an kursları düzenlendiğini biliyorsunuz. Bu yılın kampanyası güzel bir isimle başladı.Çocuklar ev ortamında İslâm ve Kur'an kültürüyle doğru, dürüst karşılaşamıyorlar. Evin ağırlığı camilere geçti. Peki, camilerde bu hizmetler yeterince verilebiliyor mu?*Geçen hafta bir sahaf ziyareti için Kadıköy Caferağa Mahallesi'ndeki Moda Camii'ne yolum düştü. Hava sıcak, bahçedeki çocuk cıvıltıları ilk anda dikkat çekiyor. Ezan okundu, ilk sünnet kılınıyor. Cıvıltı içerde de devam ediyor. Başlarında minik takkeleriyle bir yığın şirin çocuk. Çocuklar camiye ne kadar çok yakışıyor; namazdan namaza toplanan cami cemaatinin biraz gamlı, daima ağırbaşlı ve düşünceli edâları, çocukların çocuksuluğu ile insânileşiyor. Güzel bir şey oluyor. Kasvetli bir mekânın içini bahar dallarıyla süsleyip pencereleri sonuna kadar açarak kuş seslerini içeriye davet etmek gibi bir şey...Çocukları cami içinde görünce yüreğim kabardı; hani o esnada imkân olsa, şu mâsum yavruları sevindirmek için bir sandık dolusu çikolata veya dondurma dağıtmak ne güzel olurdu. Evet, namaz esnasında bazıları kikirdeyip duruyor ama olur o kadarcığı, anlayış göstereceğiz, hattâ icab ederse katlanacağız, ama o da ne; cemaatten birisi selâm verilince arkasındaki safta yaramazlık eden birkaç çocuğu azarlıyor. Çocukluğunda camide azar işitmemiş birini hatırlar mısınız; herkesin böyle tatlı-tatsız bir hâtırası illâ ki vardır nedense...Bizim camilerde hakim anlayış çoluk-çocuğun camide uslu-edepli oturması fikri üzerindedir; neyse ki son yıllarda Diyanet görevlileri, çocuklara daha müşfik ve anlayışlı davranmak konusunda daha anlayışlılar. Bir kısmımızın, “Nerede bu gençler, niçin camiye gelmiyorlar” diye sızlanırken öteki kısmımızın gelen çocukları biraz kikirdedikleri için haşlamasına ne buyrulur?Asıl meseleye gelelim; aile ikliminde kazandırılamayan hasletler için camilerin yaz kursları neredeyse tek çaredir. Pek çok insanın din ve İslâm kültürü nâmına bildiği şeyler ne yazık ki kifâyetsiz, zira ailelerde yaşlı barındıramıyoruz artık. Ailenin klasik tarifi şöyle oldu: “Bir sen, bir ben, bir de bebek!” Ee, gerisi. Aile büyükleri “gençleri rahatsız etmeyelim” diye evlatlarının evine neredeyse protokolle girer oldular. Çocukların ev içinde en çok etkilendikleri şey dede veya nine değil, televizyon veya bilgisayar. Yaz Kur'an kursları bu durumda “Yetişkinlikten önceki son fırsat” önemini kazanıyor.Diyanet ilgililerini, çocuklarla her gün saatlerce tek tek ilgilenen din görevlilerini can ü gönülden tebrik ediyorum, büyük hizmet görüyorlar. Mâlumdur, bizim camilerde imam veya müezzinin yaptığı işi geçici süreliğine ikaame edebilecek insan daima bulunur; caminin ibadet fonksiyonu aksaklığa uğramaz yani fakat camide eğitim çok ayrı bir fasıl, başkaca bir hizmet biçimi, üstelik yorucu bir süreç. İşini severek ve liyakatle yerine getiren görevlilerden Allah razı olsun çünkü yarınki cemiyetimizi kurtaracak çok önemli bir iş görüyorlar.*Tam da bu noktada diyorum ki, işi sadece din görevlilerinin sırtına yüklemesek; azdan olur-çoktan olur, Kur'an hizmetine başlamış evlatlarımızı ve onların öğretmenlerini ara sıra ziyaret etsek, gönüllerini alsak; şekerdir, çikolatadır veya meyvedir dondurmadır, gazozdur, ayrandır, gücümüz neye yetiyorsa onlara ikramlarda bulunsak; kursları şenlendirip çocukları şevklendirsek; üstelik önümüz Ramazan. Minik Kur'an hizmetkârlarına iftarlık hediye etmek için mükemmel bir vesile...İşe, caminin hemen yanındaki bakkaldan bir kasa soğuk ayran alıp çocuklara dağıtarak başlayabiliriz. O olmadı, her çocuğa bir şeker de olur; yeter ki onlara iyi, değerli ve önemli bir şey yapmakta olduklarını hissettirebilelim.Bu kurslar bizim geleceğimiz; okullara verdiğimiz önem ve dikkatin yarısını yaz Kur'an kurslarına tahsis etsek geleceğimize çok iyi bir yatırım yapmış oluruz.

Ay olmaya hazır mıyız?

$
0
0
Yılın en güzel perdesi iki gün sonra açılıyor. Kuliste heyecanla bekleyen oyuncular gibiyiz. Sokaklar, meydanlar ve meclislerden uzaklaşıyoruz yavaş yavaş.Repliklerimizi gözden geçirip kendimizi zihnen ve bedenen kendi sahnemize hazırlıyoruz. Geçmiş zamanlar, ister istemez heyecanımıza sızıyor. Ben ki eskiyi hatırlamayı hiç sevmem. Yaşadığım her şeyi silip süpüren beynim götürdüklerinin bir kısmını geri getirdi bu sene. Hayırdır inşallah deyip hayatıma Ramazan’ın penceresinden bakarken buldum kendimi.Onlu yaşlarımda orucumun merkezinde sahur vardı. Hayat sahurla başlar sahurla biterdi. Akşam arada güzel bir molaydı ama yol hep gecenin derinlerine uzanırdı. Ekmek elden su gölden... Baba kazanır, anne pişirir dönemi. Yaşamla ilgili tek sorumluluğun okulun. Sahur demek annemin üflediği sur demek: Haydi kalkın! Orucun ilk şartı uykulardan uyanmak. Kulaklarımıza şefkat şerbeti akar anne sesinden. Üç kez gelir yatağının başucuna, her seferinde uykuların örtüsünü biraz daha açar. Öyle rayihalıdır ki o ses, bir daha duymak istersin, uyuyormuş gibi yapar, hemen kalkmazsın. Orucu adeta annenin hatırı için tutarsın. Ayıp olur yoksa emeklerine; ev ahalisinden en az bir saat önce uyanmış, iftar kadar özenli bir sofra hazırlamıştır. Kompostosuyla, pilavı, makarnası veya böreğiyle her yemek yeni inmiştir ocaktan. Herkesin tabağında bir katı yumurta ve bir bardak süt yanında. Anne suruna mis kokular eşlik eder. Sahur mutlu bir kıyamettir, korkutmaz, sevindirir...Gülüş çığrış cümbüşlenen yemek masasından kalkıp çalışma masasına oturursun. Şunun şurasında sabaha ne kaldı ki diye tekrar yatmaz, ders çalışırsın. Okulda kimseyle oruç muhabbeti yapılmaz, kimin tutup kimin tutmadığı merak bile edilmezdi; gıybet günahtı ve lüzumsuz merak orucu bozardı. İkindi ile akşam arası annem sahurda böldüğü uykularımızı tamamlayalım diye hadi biraz yatın derdi. Oruca uyanmakla oruçla uyanmanın farkını ayırtetme fırsatı sunardı bilmeden. İftar yaklaşırken açlığımızla güzelleşmiş olarak kalkar, pide kuyruğuna girerdik. Pide som altından bir tepsiydi. Bize ne kadar zengin olduğumuzu gösterirdi. Yenilebilen bir mücevhere sahip olmak, Allah’ım ne muhteşemdi. Bağrına basarsın o pideyi, eve gidinceye kadar sıcaklığıyla ve kokusuyla doyarsın. Bir parça koparayım da ağzıma atayım diye geçirmezsin bile aklından. Şaşılacak şeydir; çocuksun ve kaytarmıyorsun.Yirmili yaşlarında hayat iftarla başlayan, bir sonraki iftara doğru koşan bir nehirdir artık. Yaşınla birlikte nefsin de büyümüştür çünkü. Oruç zorlaşmıştır. Çocukluğundaki o saf duruşu taklide çalışırsın. Tam beceremezsin, çünkü eskiden bilmediğin bir kelime eklenmiştir sözlüğüne: Sabır. Çocukken sabrettiğinin farkında bile değilken, her şey anneanneler, babaanneler, dedelerin de dahil olduğu bir oyun neşesi içinde yaşanırken, gençliğin orucu bir sabır imtihanı olarak algılamaktadır. Bu, aslında idrakte bir geri gidiştir ama gözün saatteyken, ne kadar da yavaş geçiyor bu akreple yelkovan derken bunu anlamana imkan yoktur. Toplumsal bir bilinç edinmeye başlamışsındır. Ramazan’ın sosyal yönüne, iftar davetlerine, kardeşliğe, yardımlaşmaya, sadakalara eğilirsin.Tutmak mı, olmak mı?Fakat aynı zamanda bireyselleşme de başladığından, annenle beraber camiye, teravihe gitmezsin. İlkokulun ilk yıllarında erkek kardeşinle beraber camide yaşadığın o cümbüşlü yatıp kalkmalar, o uzun basma etekler ve tülbentlerin hışırtıları, o tesbihlerin şıkırdaması iki yaş küçük kardeşinin ellerini önce göbeğinde birleştirmesi, etrafındaki kadınlara baktığında yanlış yaptığını sanıp ellerini göğsüne götürmesi, komik bir hatıradır. Yirmili yaşlarda ister meal ve tefsir, ister şiir, hikâye, roman ne okunacaksa iftar ile sahur arasında halledilecek bir meseledir. Sahurdan sonra muhakkak yatılır. İşe uykusuz gitmek göze alınmayacak bir tehlikedir.Otuzlu yaşlar, sahur ve iftar sofrası hazırlamak senin sorumluluğundur artık. Çekirdek halindeyken böyledir de, girdiğin ailenin fertleriyle geçirilen günlerde asıl yük kayınvalidenindir, sen sadece yardımcı olur, yarı gelin yarı evlat olmanın görevlerini yerine getirirsin. Mesleğin ağırdır, yedi gün yirmi dört saat yapılan cinstendir, çok okumak, çok dinlemek, çok yazmak, çok seyahat ister senden. O yüzden iftar daveti vermek de davete gitmek de yorar seni. Ramazan nimetleri kadar külfetleriyle de kendini hissettirmektedir. Bir tahterevallinin ortasındasındır, bir o yana bir bu yana iner çıkarsın. Yavaş yavaş teori ile pratik arasındaki farkları görmeye başlamış, kelimelerle oynamaktasındır. “Tutmak” oruca yakışmaz sana göre. Daha uyumlu gördüğün “olmak” sözünü de hayata geçiremezsin. Çünkü oruç olmak boğazdan çok dili mühürlemeyi gerektirir ki içinde bulunduğun şartlarda imkansızdır.Kırklı yaşların Ramazan’ı, içe dönüşün dalgalarıyla arındırmaya başlar seni. Yalnızsındır. Sahura kaldıracağın, uyanırsa sevineceğin, uyanmazsa üzüleceğin çocuğun bile yoktur yanında. Yeyip yatmak istersin fakat davulcular, çocukluğunda ve gençliğinde duymadığın tokmakları kafana kafana indirmektedir. Eski bir âdeti canlandırmak adına, gecelerin o güzelim bağrı delik deşik edilmektedir. Hiç ama hiç hazzetmezsin bu sesten. Sabahlığınla aşağı inip o tokmağı davulcunun başına indirmek istersin. Sana o aptal maniler lazım değildir, sana sükûn lazımdır. O yüzden televizyonu bile çoğu kez açmazsın. Ramazan’ın hikmeti üzerine yapılan hiçbir sohbeti izlemez, hiçbir davete katılmazsın. Sanki orucuna halel getirmektedir o konuşmalar, o koşuşturmalar. Güzel okunmayan ezanlara bile kulağını tıkarsın. Hayat Ramazan’da bütünüyle tatil olsun, herkes içinde bir mağara açsın, oraya kapansın gibi düşlere sürüklenirsin. Ramazan ilkbahar ağaçları gibidir, yel esmesin, nefes alıp verilmesin, çiçekler dallarında kalsın istersin.Yaz ağacına benzeyen RamazanEllili yaşlarda taşlar yerli yerine oturur. Zaten her şey merkezindedir de sen yeni idrak edersin. Ramazan yaz ağaçlarına benzer artık. Çiçekler gitmiş, güzel insanların güzel sözleri meyve vermeye başlamıştır. Büyük kalabalıklar içinde olsan da hayatın tek kişilik bir oyun olduğunu içine sindirmişsindir. Rivayet doğru çıkmıştır; alem sende özetlenmiştir. Ne davul rahatsız eder artık, ne makamsız ve detone ezanlar. Kim hangi telden çalarsa çalsın, umurunda olmaz. Oruçtan hiç etkilenmiyormuş gibi rol yapmana da gerek kalmamıştır. Orucun bir kısmını uykulara bırakır, erken sahurlarla idare edersin. Bedeninden çok zihnin zorlanmaktadır ama bu zorluğu seversin, sevdiğin için de sarsılmaktan utanmazsın. Öyle ki yeme içmeye izin çıktığında elini suya uzatmaya çekinirsin. Bir bardak değil koca bir şelale düşmektedir sofrana. Zeytin tabağı değil zeytin bahçesi kurulmuştur karşına. Sanki suyu içer ve bir zeytin atarsan ağzına, sihir bozulacaktır. O sihri ürpererek bozmak da ayrı bir şereftir.Bu demlerin Ramazan’ı, hilâlin tabiyetine girmektir. Hiç acele etmeden, onun hızıyla büyüyüp dolunay olduğunu ve salına salına küçülüp yeniden hilâle döndüğünü hissetmektir. Dualarını sessiz sedasız yapanlar, mikrofonlarla kameralardan kaçanlar, yardımlarını, fikirlerini, güçlerini ve vazgeçemedikleri her ne varsa onları gizleyenler aylaşmaya sanki daha yakındırlar. Bu vehim sevimli gelir sana. Çünkü niyaza hile karışma ihtimaline baştan tedbir koymak lazımdır. Şahitsindir ki böylesini tercih edenler kimseye alkış tutmadığı gibi, yermezler de. Dinin tadı tuzu biziz demezler de toz olduklarının bilinciyle nazarlarını verirler dünyaya. Onlardan nasiplenenler ay büyürken kazı yaparlar içlerinde, indikçe inerler derinlerine. Kazmaları zikir, kürekleri oruçtur. Ay küçülürken cevap verir bu emeğe. Batık hazine varlığını hissettirir. Ayın ışığını nereden aldığını hatırlarlar. Yüzlerinin neden böyle parladığını. Dolunayın bir cezbe, hilalin bir rükû hali olduğunu... Ay, ortak bir sırrı paylaşmanın neşesiyle gözkırpar böylelerine ve kulaklarına kaynağını en iyi yansıtan ay insanlarını fısıldar. Bu olaya bayram adı verilir, yaşayan ve göçen tüm dostlara şükredilir...

Mısır’ı Lozan’da verdiğimizi biliyor muyuz?

$
0
0
Lozan’ı okur musunuz? Lozan’ı, yani Lozan Barış Antlaşması’nı? Ben konuya özel ilgi duyan birkaç kişiden başka metnini okuyan ve anlayana pek rastlamadım da, onun için soruyorum. Neden acaba? Bu kadar zor mudur 143 maddeyi okumak?Mesela şu 17. maddeyi okuyalım mı beraberce:Türkiye’nin Mısır ve Sudan devletleri üzerindeki bütün hukukundan ve sıfatlarından vazgeçiş hükmü 5 Kasım 1914 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiş olacaktır. Maddenin gerçek anlamını üstteki maddeyi okuyunca anlıyoruz. Şöyle diyor Lozan’ın 16. maddesi:“Türkiye işbu antlaşmada netleştirilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ve bu topraklara ilişkin ve yine işbu antlaşmayla üzerlerinde egemenlik hakkı tanınmış olan adalar üzerindeki –ki bu topraklar ve adaların mukadderatı ilgili taraflarca belirlenmiş veya belirlenecektir- her ne mahiyette olursa olsun sahip olduğu her türlü hukuk ve sıfatlarından feragat ettiğini beyan eyler.”Yani: Türkiye kendisine biçilen sınırlar dışındaki bütün eski topraklarındaki haklarından ve onların getirdiği her türlü sıfat ve avantajlardan vazgeçeceğini açıkça beyan etmiştir. Soru buralara bir yere gizlenmiş gibidir:Ne yani? Mısır 1923’e kadar bizim miymiş?Tolunoğulları Camii yakınından bir Kahire manzarası.Kâğıt üzerinde de olsa bizimmiş ki, Lozan’da anlı şanlı İsmet Paşamız onu gönül rahatlığıyla verebilmiş, üstelik 9 yıl geriye dönüp 1914 yılından itibaren “Mısır bizim değildir” diye borazanla ilan etmiş.Diyeceksiniz ki, Mısır çok önceden işgal edilmişti, alacak gücümüz mü vardı ki?Doğru olabilir. Ancak Kemal Tahir’in bir romanında dediği gibi işgal altında olabilir topraklarınız. Ancak günün birinde geri alabilme umut ve hakkımız korunacaktı imzalamasaydık. Ya da bir başka hususta pazarlık konusu yapabilirdik onu.Sultan Abdülhamid’in binbir manevra çevirerek vermemek için nice terler döktüğü Mısır’ın tapusunun Lozan’daki iki maddede İngiltere’ye terki üzerinde düşünmek, yakın tarihimizin nasıl bir karambol haline getirilerek anlatıldığının çarpıcı bir misalini teşkil eder.Bir Fransız dergisinin “Mısır’da feminist gösteri” başlıklı kapağı.Mısır’da liderler geçidiYakın tarihimizin karambolden gol bulmayı uman tacirleri sanki bağımsızlık mücadelesini bir tek bizim yaptığımızı, Osmanlı’dan kalan diğer halkların pısırık liderleriyle emperyalizmin yedeğine koşulduğu yolunda sanal bir tarih oluştururlar. Oysa yalnız Mısır’ı incelemek bile bu sanal tarihin balonunu patlatmaya yardımcı olabilir.İngilizlerce işgal edilmeden önce Kavalalı ailesinin 80 yıl kadar yarı-bağımsız bir yönetim sürdüğü Mısır’da 1914 yılından sonra İngiliz himayesi başlamış, ancak halkın tepkisinden korkan işgalciler Mısır’ı imparatorluklarına resmen dahil edememişlerdi. Hatta darbenin başkanı Adlî Mansur’un adaşı Adlî Yeğen Paşa, Lloyd George ile pazarlıklara bile girişebilmişti.Daha önce Mustafa Kâmil adlı bir liderin 1874-1908 yıllarında Mısır’da güçlü bir milliyetçilik akımının fitilini ateşlediğini biliyoruz. Sonraki milliyetçi lider Sa’d Zağlul olmuştu. Peter Mansfield’in de belirttiği gibi Zağlul, zamanla şiddetli bir İngiliz aleyhtarı ve bağımsızlığın ateşli bir savunucusu haline geldi. Halkı tepkisini göstermeye çağıran Zağlul, tutuklanarak Malta adasına sürüldü. Hemen arkasından büyük 1919 Ayaklanması patlak verdi. (Demek ki, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919’da İslam dünyası da uyumuyor, emperyalizme karşı mücadele ediyor, hatta ayaklanıyormuş.)Tahrir’dekine pek benzeyen bu ayaklanma, öğrenciler ve memurlarca başlatılmış ve köylere dek yayılmıştı. İngilizlerin hızlı ve sert müdahalesi olmasaydı daha da yayılacaktı. İngilizler şaşkındı. Filistin-Suriye cephesinde içlerinde Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Ali Fuat Cebesoy’un da bulunduğu komutanları müthiş süvari akınlarıyla hezimete uğratan General Allenby, Yüksek Komiser sıfatıyla getirildi iş başına. Allenby, halka kendini sevdirmeyi amaçlıyordu, bu sebeple Zağlul’un sürgün cezasını kaldırttı. İngiltere, Mısır ile anlaşarak onu elinde tutmak istiyordu.Mısır halkını emperyalizme karşı harekete geçiren Sa’d Zağlul PaşaBu defa Sömürgeler Müsteşarı Milner göreve getirildi. O da gördü ki, Mısır halkıyla anlaşmadan burayı İngiliz himayesinde tutmak mümkün değildi. En iyisi herkesin sözünü dinleyeceği bir liderle anlaşmaktı. Bu lider de Sa’d Zağlul’dan başkası değildi.Mısır ile İngiltere arasında sınırlı bir bağımsızlık anlaşması imzalanması gündemdeydi. Anlaşma Zağlul’a teklif edildi ama o kısa bir tereddütten sonra reddetti. Şimdi ne olacaktı? Halk sokaklardaydı. Yakıp yıkmalar, şiddet sokaklardaydı. Suikastlar da…İngilizler çekiliyorAllenby işin içinden çıkamayınca meseleyi tek taraflı bir bağımsızlık bildirisiyle halletmeyi denedi. İngiliz kabinesinin yarısı istemiyordu bunu ama başka çare kalmamıştı. Bir çeşit yarı bağımsızlık tanıyordu. Bazı sorunlar vardı ama karşılıklı anlaşmalarla çözüme kavuşturulacaktı.Mısır halkı tam bağımsızlık istiyordu oysa. Memnun olmadıysa da, ehven-i şerre razı oldu. Fuad kral olmuştu, namı I. Fuad’dı artık. İngiliz memurların çoğu gitmişti ama kuvvetleri duruyordu. Mısır’ın kilit noktaları hâlâ İngilizlerin elindeydi. Allenby de makamını koruyordu. Üstelik Mısır’ın içişlerinde söz sahibiydi. Bağımsızlık şeklen sağlanmıştı; onu tam olarak ele geçirmek biraz daha zaman gerektirecekti.Türkiye’nin bağımsızlığına kavuştuğu, Cumhuriyet’i ilan ettiği ve hilafeti kaldırdığı 1922-1924 aralığında Mısır halkı ateşli bir bağımsızlık mücadelesi yolunda ilerlemekle meşguldü. Grevler, bombalama olayları ve Avrupalılara suikastlar birbirini izliyordu. Sudan da ayaklanmıştı. İngilizlerin Sudan Genel Valisi Kahire’de öldürülünce kriz çıktı. Zağlul 1927’de ölmüş ama geriye Vefd Partisi gibi dinamik bir örgüt bırakmıştı. İktidardayken Kral tarafından görevden alınan parti Mısırlıların umudu olmuştu. General Allenby emekli olmuş, Kral Fuad ölmüştü. Tam bağımsızlık mücadelesi bütün hızıyla sürüyordu.1936 yılında durum değişecek ve İngiltere, bu toprakları İtalya’ya kaptırmamak için bir Mısır-İngiliz Ortak Anlaşması imzalamak zorunda kalacaktı. İngiltere’nin işgali resmen sona ermişti ama bu, İngiliz askerinin Mısır’ı terk etmesi anlamına gelmiyordu. Mısır ordusu kendisini savunabilecek duruma gelinceye kadar kalacak, sonra çekileceklerdi.İngilizlerin görünüşte devreden çıkmasıyla Mısır’ın geleceği artık milliyetçi Sa’d Zağlul’un Vefd Partisi ile Hasan el-Bennâ’nın kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü arasındaki mücadeleyle belirlenecekti. 1952 yılındaki askerî darbeyle Krallık yıkılıncaya kadar süren mücadele, bundan sonra Nasır’la, Sedat’la ve Mübarek’le mücadele şeklini alacak ve Seyyid Kutub’un idamı gibi karanlık olaylara sahne olacaktı.Müslüman Kardeşler Tahrir’den iktidar çıkarmıştı ama darbe yumurtlayan bir başka Tahrir gösterisiyle mağdur edildi. Mısır alışıktır ne de olsa darbelere. Bu badireyi de aşacaklarına inancım tam. Tarihleri öyle söylüyor çünkü.

Cennet oyunu

$
0
0
Ramazan bir hakem gibi çalar düdüğünü ve oyunu durdurur. Herkesin yerinde donup kaldığı an, haritada yerimizin gösterildiği. Irmak mı dere mi olduğumuzu fark ettiğimiz. Geleceği zamanı önceden bildirmesine rağmen hazırlıksız yakalanmışızdır yine. Ellerimiz, ayaklarımız ve gözlerimiz olmaları gereken yerde değildir. Yerinde olmayan her şey gibi aleyhimize çalışmaktadır bedenimiz. Bakmaya korksak da bin boyutlu aynasına, parmaklarımızla saçlarımızı taramaya, elbiselerimizi çekiştirmeye, düğmelerimizi iliklemeye başlarız. Değil arkadaşlık etmek, onu uzaktan görmek bile heyecan verir. Yolda karşılaşmış gibi davranır, yolumuza çıkmış gibi değil. Görüşmeyeli neler yaptığımızı sormaz, kimlerle görüştüğümüzü. Bizi yakından tanıdığını gösterecek şekilde selam verir ve biz selamını alırken başımızı öne eğeriz. Tedirginliğimizi fark etmemiş gibi yaptıkça, her şey yolundaymış gibi davrandıkça bir şeylerden tedirgin olmamız gerektiğinden, bir şeylerin yolunda gitmediğinden kuşkulanırız. Zarafetiyle taşları yerine oturtmaya çalışır. Her şeye yeniden başlamanın mümkün olacağını hissettirir her seferinde, ama yalnızca hissettirir. Her şeye yeniden başla demez. Emirden hoşlanmayan kalbimizi öperek yumuşatır. Emirler yağdırdığını söyleyenler, yağmurlar yağdırdığını görüp mahcup olur. Aç bıraktığını düşünenler, sofralarının sultan sofralarına döndüğünü görürler yüzleri kızararak. Yine de yüzümüze vurmaz çiğliğimizi. Ne asil bir zengindir o. Açamadığı kilit yoktur, yabancı olduğunu sanıp kapıyı açmakta tereddüt edenlerin evlerine bile kılık değiştirerek sıcak bir pide şeklinde girer. Aslında ev sahipleri de tebdili kıyafet içinde tanımışlardır onu. Tanımazlığa gelerek bir pideyle de olsa o büyük şölenden paylarını almak isterler. Bir çocuk şeklinde karşımıza çıktığı da olur; gözleri pırıl pırıl yanan bir çocuk… İnsan olmanın çocuk olmaktan geçtiğini bilir çünkü. Bir çocuk olur ve çocuklaştırır bizi. Oyun arkadaşımızdır eve çağıran pencerelerden. Gelmesek de küsmeyen bir oyun arkadaşı. Oyunun kurallarını tarif eder gülümseyerek; bir kere gün doğmadan yataktan kalkılacaktır; uykunun en tatlı dilimi biletidir oyunun. Bileti olmayan çocukların lunaparkta dönme dolapların önündeki hüznünü hatırlatır. Bir gün geçerlidir yalnız bu bilet. Her gece yeniden edinilmesi gerekir. Oyunun ikinci kuralı aç ve susuz kalıyormuş gibi yapmaktır, yeme ve içmeye ara vererek gün batana kadar. Açlık ve susuzluk olduğunu kim söylemiş, iki zengin öğün arasında bir dinlenme vaktidir oyun aslında. Bir çalışma vakti belki de dinlenerek hazırlanılan. Maçtan önceki antreman. Namazdan önceki abdest. Bir anahtar yalnız, kilitte dönmeyen anahtardan kime fayda var. Oyunun diğer kurallarına gelince. Bir defa sürekli tebessüm etmek gerekiyor. Gün boyu surat asanlar yüzünden oyun sıkıcı sanılabilir. Kim daha güzel tebessüm ederse o kazanıyor. Bir başka kuralsa şöyle: “Kızma!” Oyun boyunca karşına pek çok kızılacak şey çıkıyor ve sen kızmıyorsun. Sen kızmadıkça kızılacak şeylerin sayısı azalıyor. Bir de susmanın yüksek bir konuşma biçimi olduğunu anlıyorsun. Kurallardan biri de: “Ara!” Adres defterlerini, telefon rehberlerini oyun boyunca karıştırabilirsin. Şu cümleyi zihninde bile kurmayacaksın: “Hep ben arıyorum, o arasın beni!” Ararken ses tonu önemli. Yasak savar gibi arayanlara puan verilmiyor. Nitelikli görüşmeler yapmak şartıyla sayının da değeri var: Kim daha çok yakınını ararsa o kazanıyor. Bu kurallar arasında biri var ki çoğaltıyor her şeyi: “Paylaş!” Tabii bunun için önce paylaşılabilecek şeyler listesi yapmak gerekiyor. Liste uzadıkça ne çok ağırlığın olduğunu fark ediyorsun azaltılacak. Rejim yapman gerekmiyor; tüy gibi hafiflemeye ne dersin! En önemli kural: “Sev!” Oyunda kalbini diri tutman gerekiyor. Canlı ve cansız ne varsa evrende sevmen. Sevgiyi gösteren alâmetler var. Bu yüzden sever gibi yapanlara sarı kart gösteriyor Ramazan. “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” diyen bir Peygamber’in müjdesi çünkü. Otuz gün sürüyor bu cennet oyunu. Dereceye giremeseler de bütün katılımcılara “Bayram” madalyası takılıyor. Dereceye girenlerin ödül töreniyse bir başka zamana erteleniyor. Allah’ın arşından başka hiçbir şeyin gölgesi olmadığı zamana.

[Bizim Köy] Ne yiyeceğini köpeğine soruyor

$
0
0
İngiliz kadının ne yiyeceğine neden köpeği karar veriyor? Yol arabayı nasıl yuttu? Bilim adamlarının yeni icadı, ‘can kulağıyla dinlemek’ deyimini tarihe gömecek mi?40 yaşına da gelsek annemizin tatlı-sert sesiyle ‘Bir şeyler ye, sakın aç kalma!’ tavsiyesine uymakla yükümlüyüz. Lakin İngiliz vatandaşı Yasmine Tornblad için durum biraz farklı. Genç kadının ne yiyip içeceğine annesi değil köpeği karar veriyor. Nedeniyse bazı gıdalara olan alerjik rahatsızlığı. Son 8 yıl içinde 15 kez hastanelik olan Tornblad’ın artık yiyeceği her şeye köpeği Nona karar veriyor. Avrupa’nın ilk kuruyemiş alerjisi hastalığına karşı eğitimli köpeği olan 4 yaşındaki Nona, eğer sahibinin yiyeceği yemekte kuruyemiş maddesi varsa hemen havlayarak uyarıda bulunuyor. Gittiği her yere Nano’yu da götüren Tornblad, bir gün diyet yapmaya karar verirse danışmanı yine köpeği mi olacak bekleyip göreceğiz.Bu kulak silikondanBizde eski bir tabir vardır, ‘Can kulağıyla dinle!’ derler, büyükler konuşurken. Ancak bilim adamlarının yeni buluşu bu deyimi de çöpe atacak gibi. Princeton Üniversitesi’nde görevli bilim insanları, silikon, sığır hücreleri ve gümüşü karıştırarak 3 boyutlu yazıcıdan kulak üretti. Bir parça silikonu gümüşle karıştıran araştırmacılar, bunları daha sonra küçük gümüş parçacıklarına katarak silikon bir kulak ve sarmal şeklinde bir anten oluşturdu. 3 boyutlu yazıcıdan çıkarılan antenin aldığı radyo sinyalleri, kulak tarafından sese dönüştürülüyor.Şişman dediğine pişman etti!Özellikle ergenlik çağındaki çocukların okulda birbirleriyle dalga geçip, lakap takmasına alışkınız. Çoğu zaman bu sebepten saç başa kavgalar da yaşanır. Lakin Brezilya’da yaşanan olay arkadaşına lakap takmayı sevenleri bu alışkanlığından vaz geçirecek gibi. Brezilyalı bir öğrenci, şişmanlığı dolayısıyla kendisine hakaret eden arkadaşını okulda silahla vurdu. Hakaret eden öğrenci omzundan yaralanırken, okulun koridorunda gezinen saldırgan soğukkanlılığı dikkat çekti. Üstelik olay, saniye saniye güvenlik kamerasına yansıdı.

[Haftanın Albümleri] Enderûn usûlü teravih

$
0
0
Enderûn Teravihi ve Cumhur Müezzinliği albümü, TFM müzik etiketiyle yayınlandı. Çok değil bundan yüz-yüz elli yıl önce Ramazan ayında minârelerden, gür sesli hâfızların temcidleri, naatleri ve ramazâniyeler duyulurdu.Teravih namazları “enderûn usulü”yle kılınırdı. Başta saray olmak üzere, İstanbul camilerinde, dergâhlarında ve konaklarda iyi eğitim almış hafızlar tarafından kıldırılan, terâvih namazının, her dört rekâtının, Türk musikisinin teamül haline gelmiş makamlarında eda edilmesine “enderûn usulü terâvih” denir. Yine müezzinler topluluğunca müezzinlik yapılmasın da “cumhur müezzinliği” adı verilir. Bu gelenek, günümüze intikâl edememişti. Ancak Mehmet Kemiksiz ve Ahmet Şahin’in gayretleriyle bu kültür mirası yeniden canlandırıldı. 1995 yılından itibaren muhtelif cami ve özel mekânlarda uygulayan sanatçılar, 2010 yılında “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti” projesi çerçevesinde, birçok camide bu programı cemaatle bütünleştirdi. Sanatçılar, şimdi de yayınladıkları albüm ile bu geleneği herkesin ilgisine sundular.Geçmişten geleceğe bir yolculuk: Hijazz 2Bu topraklarda yetişmiş Erkan Oğur, Aziz Şenol Filiz, Birol Yayla, Mehmet Kemiksiz, Ercan Irmak gibi başarılı sanatçıların bir araya gelerek kendilerinden bir şeyler kattıkları, Batı müziği ile bizim makamsal Türk müziğimizi harmanlayıp önümüze sundukları Hijazz projesi çok beğenilmişti. İki CD’den oluşan bu konser kaydında müzikseverler Mozart’tan, Dede Efendi’den, Bach’tan, Tamburi Cemil Bey’den Hasselmans’a, büyük dehaların eserlerini yeni bir yorumla dinlemişti. Şimdi bu özel projenin ikinci albümü Hijazz 2 adıyla ve Sony Müzik etiketiyle müzikseverlerle buluştu. Geleneksel makamlarımızın caz ile bütünleştiği “Hijazz 2” geçmişten geleceğe uzanan bir zaman yolculuğu gibi. Çalışma, Türkiye’nin çok önemli müzik insanlarının besteleri ve icraları ile çok özel bir müzikalite yakalamıştı. “Hijazz 2” kadrosu Alper Berksü, Artun Sürmeli, Birol Yayla, Ercüment Ateş, Eylem Pelit, Erkan Kenç, Şenol Filiz, Şenova Ülker ve Volkan Öktem’den oluşuyor.Ulucan Kardeşler'den bir destan: SagaSanatın her dalının hayata dahil edildiği bir aile içinde büyüyen Özcan ve Birsen Ulucan kardeşlerin yeni albümü “Saga”, Lila Müzik etiketiyle yayınlandı. Albüm, ismini içinde yer alan eserlerin ‘destani bir anlatım tarzı’na sahip olması nedeniyle, pek çok dilde destan anlamına gelen “Saga” kelimesinden alıyor. Ulucanlar, bu çalışmada Ahmed Adnan Saygun, Leos Janacek ve Sergey Prokafiev’in eserlerini yorumluyor. Bulgaristan doğumlu Özcan Ulucan, ilk müzik eğitimini Varna’da aldı. Maxim Vengerov ile keman ve viyola çalıştı. Konzerthaus Berlin, Royal Albert Hall Ludwigsburger Schlossfestspiele Amsterdam Concertgebouw gibi önemli yerlerde konserler verdi. Piyanoya 7 yaşında Bulgaristan’da başlayan Birsen Ulucan da Oxford’da düzenlenen Smith Kline Beecham Müzik Yarışması’nda birincilik ödülünü kazandı, Maxim Vengerov, Marta Gulyas Poltera gibi müzisyenlerle çaldı. Birsen ve Özcan Ulucan’ın, kardeşleri keman sanatçısı Ayşen Ulucan ile birlikte kaydettikleri ‘Bir Ağaç Gibi’ adlı bir albümleri de var.

Yakında ‘internet ticaret odası’ kurulacak

$
0
0
“vefatilanlari.com isminde bir site açacağız yakında. Bazıları anne-babasının mezarına gitmek istiyor ama yoğun. Onun yerine mezarı sulayacağız, bakımını yapacağız.İsteyen de ekrandan görecek.” diyor İnternet Ekonomisi Ajansı Başkanı Ahmet Kökler. Türkiye’nin ilk sanal AVM’sini açan Kökler’e göre insanlar artık bilgisayarla sosyalleşiyor.Ahmet Kökler, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu’nda ders veren bir işadamı. Onu kürsüye çıkaran saik ise kendi deyimiyle ‘tecrübelerini aktarmak.’ Peki derslerde ne anlatıyor? 60’ına merdiven dayamış, 12 yaşından beri babasından para almayan ve ömrünün büyük kısmı Kapalıçarşı’da geçmiş biri, ne anlatırsa onu, yani ticareti. Ama geleneksel ticareti değil, e-ticareti anlatıyor. Ahmet Kökler, İnternet Ekonomisi Ajansı Başkanı… Onu böyle bir oluşum içine iten nedeni şöyle açıklıyor: “1990’larda gelişmeye başlayan internet artık reddedilemeyecek bir raddeye geldi.”“Geleneksel ve bilinen ticaretin dışında bir ekonomi oluştu. Türkiye’de bu gerçeği sahiplenecek ve anlatacak kurumsal bir mecra yoktu. İki kişiden birinde bilgisayar, 35 bin kayıtlı ticarî site var. Bir sektör oluştu. Bunun hukukunu ve maliyesini takip etmeliyiz.” diyen Ahmet Kökler, 2013 başında dokuz arkadaşıyla birlikte söz konusu ajansı kurmuş. Araştırmaya göre, Türkiye’de yüzde 40 civarında internet kullanımı ve ticareti var. Kökler’e göre bu kullanım, 2017’de yüzde 60 civarında olacak. Ajansın amacıyla ilgili olarak da, “Bunu yönetecek, sorunları giderecek bir temsilci olsun diye yola çıktık. İnternet ticaret odası da kurulabilir. Sektörel manada kurumsallaşma olmazsa işler çok iyi yürümüyor. Gelişen ekonomik şartların daha da büyüyeceğini düşünerek bir adım attık. Böyle bir ticareti yapacak insanların bir kurumu olsun istedik.” diyor. Ajans şu an için bilgi depolayıp arşiv çalışması yapıyor.İlk sanal AVM’yi açtıkAVM karşıtlığı ile AVM sayısı doğru orantıda ilerliyor. Çünkü ‘karşı’ olanlar da alışverişlerini geleneksel olarak yapmıyor. Kökler de bu işin böyle olduğunu düşünüyor. Projenin yatırım bütçesi 1 milyon dolar. Müşterilerin gerçek bir AVM’de olduğu gibi mağaza vitrinleri arasında gezerek alışveriş yapabildiğini söylüyor Kökler: “İnsanlar bilgisayarla büyük bir bağ kurdu. Ortalama üç saat bilgisayar başında oturuyorlar. Biraz sörf yapıyor, haber okuyor vs. En sonunda alışveriş yapma ihtiyacı hissediyorlar. Sonuçta ayaklarına kadar gelen bir hizmet var.”Sanal AVM’de 60 mağaza açılmış durumda. Bir sene sonundaysa 250 mağaza hedefleniyor. Tam burada Ahmet Kökler’e soruyoruz, “Bu durum geleneksel ticareti öldürmüyor mu?” Cevaben şunu söylüyor: “Ben elimle görmediğim ürünü satın almam, diyenler var tabii. Bu işin, geleneksel ticareti öldüren bir tarafı var ama şu anki trend bilgisayarla sosyalleşme.”Vefat, taziye üzerine siteler de var. Ahmet Kökler de yakında hizmete girecek ‘vefatilanlari.com’ adlı bir site aldıklarını söylüyor. Kendi sitelerini diğerlerinden ayıran özelliği şöyle açıklıyor: “Adamın annesi ya da babası vefat ediyor. Çok da seviyor ama bir türlü gidemiyor işinden dolayı. 15 günde bir ekranda görsen, sen de bir Fatiha okusan kötü mü? İslamî manada reddedilecek bir şey mi bu? Sulayacak mezarı takip et, temizle vs. Biz bunu yapacağız. İsteyenler de bilgisayarından açıp mezara bakacak.” Kökler, hedef kitlelerinin şehirde yaşayan, moderniteye de iltifat eden ortalama Müslüman olduğunu belirtiyor. “Çünkü” diyor, “Diğer adam zaten anasının-babasının mezarına gidiyor. Biz işinden dolayı mezar ziyaretine gidemeyen insan için düşündük bu siteyi.”İnsanları 60’ından sonra iş sahibi yapacağızModern zamanların en büyük dezavantajı insanların hayatlarının kendi istedikleri gibi yaşamasına engel olması kuşkusuz. Bu yüzden iş sahibi hemen hemen her kişide ‘ah bir emekli olsam’ düşüncesi vardır. Bir tatil kasabasında ihtiyarlamak bu hayallerin başında gelir. Ahmet Kökler’in hayali de Kaz Dağları’nın eteklerindeki Kozak Yaylası’nda bir kasaba kurmak. “İnsanları 60 yaşından sonra iş sahibi yapacağız.” diyen Kökler, emeklilik sonrası boşta kalındığına dikkat çekiyor: “Öncesinde ‘ah bir emekli olsam’ diyen insanlar emekli olduktan sonra yapacak iş bulamıyor. Mesela ‘Ben askerde paşaydım.’ diyenler var. ‘Hayır, sen artık fırıncısın, ekmek yapacaksın biz de yiyeceğiz.’ Herkesin hobisi olacak.”Son olarak şunu soruyoruz Ahmet Kökler’e: “Peki, bütün bu işler, insanları daha da yalnızlaştırmıyor mu?” Bir Sait Faik hikâyesiyle cevap veriyor: “Milyonluk şehirlerde de yaşasa, insanoğlunun içinde yalnızlık, kendi içine çekilme, sinme günleri doludur. Bitişik doğmadığımıza göre içimizdeki sevinçleri, kederleri başkalarıyla her an paylaşmamıza imkân mı vardır? En yakınlarımızdan bile bucak bucak kaçtığımız, derdimizi kimselere söyleyemediğimiz günlerimiz olmaz mı?”

Üç yüz yıl önce de dolmuşlardan şikâyet vardı

$
0
0
İstanbul'un bugün bile çözülemeyen sorunlarının uç vermeye ne zaman başladığı tarihi belgelerden anlaşılıyor. İşte bugünküyle benzerlik gösteren sorunların ilk halleri ve İstanbul kadılığınca alınan tedbirler…İstanbul’da bugünkü manadaki ilk yerel yönetim örneği XIX. yüzyılın ortalarında görülmeye başlandı. Tanzimat Fermanı kapsamında yer almasa dahi, tıpkı devrin birçok kamu kuruluşunda olduğu gibi dönemin zabıta vazifesini gören İhtisap Nezareti, yerini Batılı bir mekanizmaya bıraktı. 13 Haziran 1854 tarihli bir nizamname ile yapının ismi değiştirilerek yeni ismiyle şehremaneti, artık Dersaadet ahalisinin şehrî düzenine memur edildi. Kaba tabirle şehremaneti, bugünküne yakın bir manada, şehirde yaşayanların sokak, cadde gibi umumi kullanım alanlarındaki düzen ve temizliği, ticarethanelerin kısmi denetimi, şehri güzelleştirmek ve umumi vazife görecek imar-tamir işlerine nezaret etmek gibi uygulamaları içeriyordu. Şehremininin (belediye başkanı) başında bulunduğu teşkilat, Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye adlı birime bağlı bulunuyor ve bu kurumun denetimi altında iş görüyordu. Bununla beraber, yerel mahkeme olan kadılıklar ve lonca teşkilatı da sosyal düzenin ana ve yardımcı unsuru olarak işleyişe hayati katkılar sağlıyordu.İstanbul’un bugünkü durumu, maziden aldığı cazibesini mumla aratıyor. Günden güne kalabalıklaşan şehirdeki aşırı nüfus, yüzyılların biriktirdiği tarih ve kültürün altını bir köstebek misali oyuyor. Bugün tarihi yarımada başta olmak üzere, şehirde sayıları günden güne artan seyyar satıcılar, toplu taşıma araçlarında eziyete dönüşen yolculuk, lüzumsuz sayıda aracın çıkardığı gürültü, hileli mal satmak yakın bir tarihte çözülebilecek gibi görünmüyor. Tarihin eski sayfalarını karıştırdığımızda aynı sorunların bundan 300 yıl evvel de var olduğu hemen göze batıyor. Yakından baktığımızda ise bugün genişleyerek bir çığ halini alan kentsel sorunların, eski zamanlarda katı yaptırımlarla önü kesilmek istendiğine şahit oluyoruz. Sadık Albayrak’ın hazırladığı Osmanlı’da Sosyal Yapı ve İstanbul kitabı, meraklılarına ve günümüz şehremini görevini yürütenlere önemli ipuçları sunuyor.Dolmuşçuların ders çıkaracağı fermanDolmuşlara kaç kişinin bineceğine dair o devirde İstanbul ahalisinin ulaşım ihtiyacını karşılayan kayık dolmuşlardaki suistimaller bugünküyle neredeyse aynı. Haddinden fazla yolcu alarak insanları sıkıntıya düşüren dolmuş ve otobüsler için bugün sert bir yaptırım uygulandığı vaki değil. Evlerine saatinde varmak isteyen insanların topluluk psikolojisine kapılıp ses çıkarmadığı ve balık istifi yolculuk yaptığı günümüz insanı, eğer 18. yüzyılda yaşasa şöyle bir fermanı duyabilirdi. “Beşiktaş ve Ortaköy iskelelerinde olan bütün kayıkçılar şeriat meclisine ihzar olunup zikr olunan iskelelerden İstanbul'a (Suriçi), İstanbul'dan bu iskelelere gidip gelen bir çifte kayık (bir kayıkçının çektiği iki kürekli) dolmuş ederse, altı adam alsın ve iki çifte kayık ederse on adam alsın... Lakin kayıkçıların çoğu saray bekçisi olduğundan bu nizama itibar etmedikleri görülüyor. İstanbul Kadılığı 1726.O günün hamalları bugünün kuryeleriTarihi evraka yakından bakarsak, bugünün kuryeleri, 250 yıl evvel yük hayvanı kullanan hamallara denk geliyor. 1766’da İstanbul kadılığına gelen bir şikayet üzerine alınan karar, görenlere hayret veriyor: “İstanbul kadısı faziletli efendi: İstanbul'da at hamalları ve sair yük hayvanları ile hamule nakleden mukuleler, yüklerini mahallelere götürüp avdetlerinde binmemek için semerleri üzere yarım vukuyye (okka) demirden çiviler konulması öteden beri izamlarından iken, az bir müddetten beri bazıları terk ve bazıları üzerine ağaçlar koyup yük hayvanlarının sahipleri, sürücülerine göz yummakla, yük hayvanlarına binip şiddetle sevk ve önlerine gelen çocuk ve kadın ile âmâ, azece melullere dokunup ızrardan hali olmamalarıyla bundan önce defalarca tenbih olunmuşken...” Bu fermandan anlaşılıyor ki; halka rahatsızlık vermekten çekinmeyenlere, adalet ricali göz açtırmıyor ve katı tedbirler uyguluyor.Ekmekçiler, Ramazan'da ekmeklerini iyi pişirsin!Gelmesini büyük bir şevkle beklediğimiz bu ayda en büyük ihtiyacımız belki de dumanı üstünde tüten Ramazan pidesi. Dakikalarca kuyrukta beklememizin sebebi olan bu leziz Ramazan nevalesinde bir kusur görsek hiç de hoş durumlar ortaya çıkmaz. Ramazan evvelinde ferman edilen belgeye kulak verelim. İstanbul kadılığına Temmuz 1726. “Yakında hululü beklenen feyizli Ramazan ayında... bütün gün pişirilen aziz ekmeğin halis buğday unundan ve yenmesi leziz olarak pişirilmek ve yine bunun gibi çörek ve francalanın da zikr olunan evsaf ile pişirilmesi istenmesinden dolayı imdi, halin keyfiyetini ekmekçiler kethüdasına bildirilmesine... bu sınıftan rızaya aykırı harekete cesaret eden olursa, layık olan terbiyenin yapılması...” ibareleri Ramazan'ın geleneklerine ne kadar hassas davranıldığını ve zaten oruç ile sabra memur kılınan kulların omzuna daha fazla yük yüklememek ölçü alınıyor.Seyyar satıcılar, sergi açıp yolu pisletmesin!Sokakta giderayak alışverişin adresi olan seyyar satıcılar, elbette Türk kültürü ve yaşam tarzının vazgeçilmez bir parçası. Ne var ki, zaman zaman belediyelerin gevşek tutumlar sergileyince, esnaf da ister istemez endazeyi kaçırıyor. Bugün özellikle iş çıkış saatlerinde köprü, kaldırım fırsat bilerek kapaklanan satıcılarla birlikte, dükkanlarıyla yetinmeyip bir sergi de yola açan esnaflara Galata kadılığından bir ferman var: Tophane ve Fındıklı Camii yakınında umumun yolunda olan manav taifeleri dükkanlarında alışverişe kanaat etmeyip dükkanlarının önlerindeki sergiler açarak üzüm sepetleri, kavun ve karpuz koymakla gelip geçene büyük zararları olup umumun yolunu pislettiklerinden bakış açısını kesmek caiz olmadığı fetva kitaplarında...” diyerek uzayıp giden fermandaki hassasiyet keşke bugün de olsa...Seyyar lokantalar bugün de olduğu gibi kaldırımları işgal ediyordu.Dükkanın önünü temizlemeyen bir esnaf, belediyeye karşı gelince...Ekmeklerin iyi pişilmesi için esnaf Ramazan evvelinde uyarılırdı.18 yy.’da at, hamala ait değilse, hamalların iş harici atlara binmesi yasaktı.

‘Samba rüzgârı’ tekrar esmeye başladı

$
0
0
Futbolda çöküş dönemine giren Brezilya, FIFA listesinde 22.liğe kadar gerilemişti. Bu duruma dur deme vaktinin geldiğini düşünen futbol ülkesi, takımda revizyona giderek Samba rüzgarının tekrar esmeye başlamasını sağladı.Futbol denince akla gelen ve genelde futbol severlerce kabul gören gerçeklerden biri, İngilizlerin bulduğu, Brezilyalıların oynadığı ve sonunda Almanların kazandığı bir spor dalı olmasıdır. Fakat son yıllarda bu anlayış biraz sekteye uğradı. Futbolu ve yetiştirdiği futbolcularıyla Avrupa'ya nam salan Sambacılar lakaplı Güney Amerika ülkesi, dünya futbolunda pek de başarılı sonuçlar alamayarak uzun süren bir çöküş dönemine girmiş, FIFA listesinde de tarihi bir düşüş yaşayarak 22.liğe kadar gerilemişti. Bu tarihî başarısızlığa dur deme vaktinin geldiğini düşünen futbol ülkesi, takımda revizyona ve yeni yapılanmaya giderek, Samba rüzgarının tekrar esmeye başlamasını sağladı. Özellikle Avrupa üzerinde iyice hissedilmeye başlanan rüzgar, önce hazırlık maçında Fransa'yı, sonrasında da son yıllarda sazı eline alan İspanya'yı vurdu geçti.Brezilya ülkesinde bu yıl düzenlenen Konfederasyon Kupası'na hazırlık amaçlı oynanan maçta Fransa'yı 3-0, daha sonra da 29 maçtır yenilmeyen İspanya'yı Konfederasyon Kupası finalinde aynı sonuçla yenerek tekrar Samba yaptığı günleri Avrupalılara hatırlatmış oldu. Konfederasyon Kupası'nı kazanarak büyük moral bulan ve Dünya FIFA listesinde de 13 basamak birden yukarı sıçrayarak 9. sıraya yerleşen Sambacılarda artık, futbola geri dönmenin keyfi yaşanıyor.Brezilya'nın dünya futboluna kazandırdığı son Neymar'ın şampiyonluk sonrası yaptığı, “Biz artık geri döndük ve ne kadar güçlü bir takım olduğumuzu tüm dünyaya göstermiş olduk.” açıklaması da, artık Sambacıların özgüveninin de geri geldiğini gösteriyor.Takımda Scolari ve Neymar havası varBrezilya'nın dünya şampiyonası öncesi yaptığı en önemli hamle, takımı tekrar tecrübeli teknik adam Luiz Felipe Scolari'ye teslim etmek oldu. Scolari, Sambacıların son başarısında da yine başroldeydi. Türkiye'nin de dünya 3.sü olduğu 2002 FIFA Dünya Kupası'nda Almanları finalde, ünlü golcüleri Ronaldo'nun iki golüyle deviren Sambacılar kupayı havaya kaldırmıştı. Ünlü hoca o dönem oynattığı futbolla rakiplerine kök söktüren ve ezici üstünlük kuran bir takım kurmuştu, tıpkı bugün yeni oyuncularla yapmaya çalıştığı gibi. Göreve gelir gelmez takımda revizyona giden ünlü teknik adam, 2010 Afrika Şampiyonası kadrosundan sadece 2 futbolcu bıraktı kadrosunda. Sambacılara yeni kazandırdığı, baskıcı ve presçi oyun tarzında Scolari'nin en büyük kozu ise Barcelona'ya transfer olan yetenek Neymar'dan başkası değil. Konfederasyonlar Kupası'nda göz kamaştıran ve şampiyonanın en değerli oyuncusu seçilen 21 yaşındaki yıldız oyuncu, Brezilya'da Pele'nin veliahdı olarak gösteriliyor. Santos Futbol Akademisi'nin dünya futboluna kazandırdığı son hediyesi olan genç yetenek aynı zamanda, dünyanın en önde gelen dergilerinden TIME'a kapak olan ilk Brezilyalı sporcu olarak tarihe de geçti.Scolari güvendi, Cesar kendini ispatladıÜnlü teknik adam Scolari'nin attığı her adım Sambacıları daha da başarıya yaklaştırıyor. Son olarak 33 yaşındaki eldiven Julio Cesar'a güvenmesi ve ona forma vermesi ilk başlarda tepki çekse de, şampiyonadaki başarısı ayakta alkışlandı. Hatta Uruguaylı dünyaca ünlü yıldız Diego Forlan, başarılı kaleci için, ‘O ne kadar büyük bir kaleci olduğunu tekrar gösterdi.' açıklamasında bulundu. Daha önceleri İtalya'da İnter Milan'da yedek kalan ve 2012-2013 sezonunda Premier Lig ekiplerinden QPR'a transfer olan milli kaleci, İngiltere'de yaşadığı küme düşme üzüntüsünün etkilerini Scolari ile geride bırakmışa benziyor.Savaşçı golcü FredAsıl adı Frederico Chaves Guedes olan fakat kısaca Fred olarak adlandırılan golcü oyuncu, Sambacıların yeni kahramanı olmaya aday bir futbolcu. Savaşçı kimliğine gollerini de ekleyen futbolcu, Scolari'nin en büyük gol umudu. 29 yaşındaki golcü oyuncu, şampiyonada milli takımı adına 5 gol kaydederken, Scolari ile çıktığı 11 milli karşılaşmada attığı 10 golle Sambacıların yeni kahramanı olmaya aday. Öte yandan geçen sezon, kendi liginde 20 golle gol kralı olan ve takımı Fluminense'yi şampiyonluğa taşıyan oyuncu, Avrupa kulüplerinin de transfer listelerinde ilk sıralarda yer alıyor.

Tercih etmeden önce beş kez düşünün

$
0
0
Lisans Yerleştirme Sınav (LYS) sonuçlarının geçtiğimiz hafta açıklanmasıyla öğrenciler yeni bir maratona girdi. Sınavlara hazırlık için yıllarını harcayan gençlerin, tercih döneminde de cevaplamaları gereken pek çok soru var.1- Bir sene daha hazırlanmalı mı?Tercih yapıp yapmamak, belki de sınav sonrası dönemde alınan en kritik karar. Sınavdan ‘yetmez ama evet’ bir puan alan öğrenci, bir kez daha aynı stresi yaşamayı göze alamadığından hiç bilmediği bir şehirde, adını bile ilk kez duyduğu bir bölümü ‘yeter ki üniversiteye yerleşeyim’ düşüncesiyle yazabiliyor. Fem Dershaneleri Rehberlik Uzmanı Faruk Ardıç, tercihte bulunmakla bir yıl daha beklemek arasında bir seçim yaparken sınavdan alınan puanın ne kadar düşük olduğuna bakılması gerektiğini söylüyor. Ona göre YGS ve LYS puanı, bir sene daha hazırlanarak yükseltilemeyecek kadar düşükse, öğrencinin kendisini zorlamadan iş hayatına atılması daha faydalı. Öğrenci ilk yıl sınava yeterince hazırlanamamışsa ve puanı bir yıl daha çalışarak yükseltilecek düzeydeyse, istemediği bir bölümde okumasındansa bir yıl daha hazırlanması doğru karar olur. Ailenin maddi imkânları elveriyorsa sınavı iyi geçmeyen öğrenciler için yurtdışında eğitim de bir başka çözüm. Ama böyle bir karar vermeden önce, yurtdışındaki üniversitenin YÖK tarafından onay alıp almadığına, yani eğitim sonunda alınacak diplomanın Türkiye’de geçerli olup olmadığına dikkat etmek gerekiyor.2- İyi üniversite mi, iyi bölüm mü?Hangi mesleğe yönelmek istediğini bilen bir öğrencinin tercihleri üniversite sıralaması şeklinde olurken, bazı öğrenciler de tercihlerini tek bir üniversitenin iktisat, sosyoloji, hukuk gibi çok farklı bölümlerinden yana yapabiliyor. Tercihlerin bölümden ziyade üniversite tercihine dönüşmesinde, okulun yaptığı ismin iş bulmada kolaylık sağlayacağı düşüncesi ya da bulunduğu şehir etkili olsa da rehberlik uzmanı Faruk Ardıç bunun yanlış bir karar olduğu görüşünde. Öğrencilerin üniversite aşkı için bölüm aşkından vazgeçebildiklerini söyleyen Ardıç, 4-5 yıllık eğitim sonrasında, istenmeyen bir işte çalışmaya başlamanın kişiyi mutsuzluğa sürükleyebileceği konusunda öğrencileri uyarıyor.3- İstediğim bölüm mü yoksa gelecek vaat eden bir bölüm mü?Sınavda yüksek puan alan öğrencilerin yaygın olarak düştükleri hatalardan biri de istemedikleri halde daha çok rağbet gören bölümlere yönelmek. Pek çok öğrenci ‘puan ziyan olmasın’ mantığıyla matematik gibi bir bölümde okumak istemesine rağmen tıp, psikoloji okumak istemesine rağmen hukuk yazabiliyor. Bu kararı almalarında, genellikle yüksek puanlı bölümlerin önünün daha açık olduğu düşüncesi etkili oluyor. Ancak Türkiye ve hızla değişen dünya şartlarında, öğrencinin yüksek puanlı diye tercih ettiği bölüm, 4-5 yıla kadar değerini kaybedebiliyor ya da o alanda istihdam önemli ölçüde yavaşlamış olabiliyor. Mezuniyet sonrasında maddi getirisi yüksek bir işe başlanılsa bile maddi tatminin, mesleki tatmini sağlayamayacağını da unutmamak gerek.4- Aile yanı mı, şehir dışı mı?Üniversite öğrencilerinin yüzde 70’lik bir bölümü, şehir dışında eğitim görüyor olsa da, ailesinden hiç ayrılmamış olanlar için üniversite seçimi zaman zaman ‘eve en yakın üniversite ve diğerleri’ halini alabiliyor. Özellikle kız öğrencilerinAV tercih dönemlerinde bu sıkıntıyı çok sık yaşadıklarını anlatan Faruk Ardıç, öğrencilerin aile yanında istemedikleri bir bölüm okumalarındansa başka bir şehirde istedikleri bölümü okumalarının daha mantıklı olduğunu söylüyor. Kendi ayakları üzerinde durarak okumanın kişiliğe daha çok şey kazandırdığını belirten Ardıç, aile yanındaki bir üniversitede yer alan bölümle onun muadili sayılabilecek şehir dışındaki bir bölüm arasında tereddüt yaşayanlara bile şehir dışında okumaları tavsiyesinde bulunuyor.5- Vakıf üniversitesi iyi bir seçenek olabilir mi?10 yıl öncesine kadar vakıf üniversiteleri, öğrencilerin ve ailelerin pek düşünmek istemedikleri bir ihtimal olsa da şu an 94 devlet üniversitesine karşın sayıları 46’yı bulmuş durumda. Üstelik sağladıkları burs imkânlarıyla da vasatın üzerindeki devlet üniversitelerini seçebilecek öğrencilerin karşısına iyi bir alternatif olarak çıkabiliyor. Yabancı dil konusunda daha iddialı, öğrenci memnuniyeti konusunda daha dikkatli, sosyal imkânları daha geniş olsa da özellikle burslu öğrencilerin tercih öncesi üniversiteyle irtibata geçerek bursun kesilip kesilmeyeceği ve neleri kapsadığı konusunda detaylı bilgi edinmesinde fayda var. Diğer taraftan, eğitim kalitesi adına, burslu öğrenciler ve diğer öğrenciler arasındaki puan farkının makul olup olmadığına da dikkat etmek gerekiyor. İsim yapmış vakıf üniversitelerinde bu fark göz ardı edilebilecek düzeyde iken, yeni kurulan vakıf üniversitelerinde ise hem akademisyenlere hem de öğrencilere zorluk çıkaracak boyutlara varabiliyor.Öte yandan köklü devlet üniversitelerinde öğrencilere oturmuş eğitim kadrosu, barınma imkânları ve zengin bir kütüphane gibi fırsatlar sunulurken yeni kurulmuş devlet üniversitelerini tercih eden öğrenciler o kadar şanslı olamayabiliyor. Ayrıca şehir dışındaki bir devlet üniversitesinin, aile yanındaki bir vakıf üniversitesi kadar maliyetli olabileceğini de hesaba katmakta fayda var.

Tasavvuf müziği imsakiyeye döndü

$
0
0
Sami Özer, Feryâd-ı Gam isimli arşivlik bir çalışmayla karşımızda. Tasavvuf müziğinin ülkemizde sadece Ramazan ayında gündeme gelmesinin kendisini üzdüğünü söyleyen sanatçı, farklı çalışmaları için yapılan eleştirilere şöyle cevap veriyor: “Peygamber Efendimiz bile eleştirilmiş. Sami Özer kim ki? Ufku açık gönül insanlarına çok ihtiyacımız var.”Geçtiğimiz yıl yaptığınız Âlim Allah isimli albümünü on yıl aradan sonra yayınlamıştınız. Açıkçası sizden bu kadar kısa sürede yeni bir çalışma beklemiyorduk.Albüm projesi tevafuk eseri birdenbire oldu. Polat Yağcı ve ekibi bana bir albüm teklifinde bulundu. Onların kafasında bir ‘best of' vardı. Derken önceden söylemiş olduğum ve internette çok dinlenen eserler gündeme geldi. Bu eserlere olan ilgi beni bile şaşırttı. Unuttuğum o kadar eser varmış ki, ‘best of' albüme gerek kalmadı. Selim Çaldıran ile birlikte çalıştık. Çok güzel ve değişik bir ses ve tarz yakaladık.Daha önceki çalışmalarınız senfonikti genellikle. Bu onlara göre biraz farklı…Yine Batı tarzında bir albüm yaptık. Biraz pop altyapılar var ama tamamıyla pop diyemeyiz. Bu çalışmamda Yücel Arzen'in enstrümantal eserinin üzerine doğaçlama bir dörtlük okudum. Muhteşem sözleri var. Derinine inildiğinde ciltler dolusu kitaplar yazılabilir. Yine sözleri Melami Hazretleri'ne ait emprovize bir kaside var bu albümde. Çok duygulanarak ve baştan sona ağlayarak yaptığım çalışma bu. Müzikseverler bu albümü muhabbetle kalbi olarak dinlesin. Güftelere dikkat kesilsin. Çok derin mesajlar var. On günde oldu ama ardında büyük bir himmet var.Albüm yaptıktan sonra köşenize çekiliyorsunuz. Neredeyse tüm sanatçılar farklı projelerin peşinde koşarken siz hep kendinizi geri planda tutuyorsunuz. Nedir sebebi?Nur içinde yatsın, babam bir işçiydi. Eğer zengin biri olsaydı ve bana bir servet kalmış olsaydı ağzımı bile açmayabilirdim. Ben ağzımı açayım diye demek ki Allah da bunu bilerek yaptı. Ülkemizde gerçek sanata verilen değer malum. Belli bir yaştan sonra maddi manevi yoruluyor insan. Geçen sene yaptığımız albümde 111 canlı enstrüman kullandık. Dünyada böyle bir albüm yok. Ne oldu? Layık olduğu değeri bulamadı. Diğer yandan devir çok değişti. Bir şeyler yapabilmeniz için birilerinin yanında dolaşmanız gerek. Sanatçıysam insanlar beni gelip bulmalı. Sepetçiysem başka. Elinde olmadan bazen dünyaya küsüyorsun. Aslında bu doğru değil ama nefis taşıyorsun sonuçta.Çok güçlü bir sese sahipsiniz. Bu sesle daha popüler işler yapmayı düşünmediniz mi?Bana sürekli ‘sen dünyanın başka bir ülkesinde olsan dünya starı olurdun' diyorlar. Belki olurdum ama şu manevi hayatım olmazdı o zaman. Elhamdülillah manevi hayatım var. Star olsam, çok paralar kazansam belki böyle bir hayatım olmayacaktı. Çok şükür kimseye muhtaç değilim. Her şeyde Kaderullaha teslim olmak lazım.Tasavvuf müziği ülkemizde maalesef bir Ramazan ayında gündeme geliyor. Bu durum sizi üzüyor mu?Tabii ki çok üzüyor. Tasavvuf müziği imsakiye gibi bir şey oldu. Sadece Ramazan'da gündeme geliyor. Oysaki dünyadaki en zengin kültürlerden biridir tasavvuf musikisi. Sadece ilahiden ibaret değil ki, Türk musikisinin temeli. Birçok şey gibi bu kültür de bir dönem engellendi ve insanlarımız bundan mahrum kaldı. Sadece tasavvuf müziği değil, bu ülkede Türk müziği bile yasaklandı. Yeni yeni insanların gündemine geldi ve bu musikinin tadını alan gençler bu yola yöneldi. O yüzden kimseyi suçlayamıyorum.Özellikle sizin "Ey Allah'ım" çalışmalarınızın da gençlerin bu musikiyi tanımalarına ve sevmesine vesile oldu...Çok şükür. Gençlere bayağı bir sevdirdiğimizi düşünüyorum. Klasik tarzında icra edilmeye devam etseydi bu müziği hiç bilmeyen günümüz gençleri bu kadar tanıyamazdı. Senfonik bir ilahi albümüne kimse cesaret edemiyordu. Çünkü bir kesim buna haram gözüyle bakıyor hâlâ. Ne haramı? Ayet mi var, hadis mi var? Müslüman her şeyin en iyisini en güzelini yapmalı. İnsanı günaha sevk etmiyorsa neden haram olsun. Ben Nat King Cole'u dinlerken manevi şeyler hatırlıyorum. O zaman onun müziği bana haram değildir. Müziğin temeli ‘Elesti bi rabbiküm' hitabıdır.Hocaefendi’ye 1 saat konser verdikSenfonik çalışmalarınız epey tenkit edildi. Özellikle de sizin de içinde bulunduğunuz çevreden geldi bu tenkitler…İnsanlar, Peygamber Efendimiz'i bile tenkit etmiş. Sami Özer'i kim takar? Ama tenkit edenden çok sevenimiz var çok şükür. Safer Efendi Hazretleri benim hocam. Biz yaylı orkestra ve akustik gitarı ilk defa Ey Allah'ım 3'te kullandık. Tenkitler başladı içerden. Efendimiz de bunları duyuyordu. Bir meşkten önce benden albümümü teybe koyup sesini iyice açmamı, bittiğinde ritimleri artırmamı ve daha farklı sound'ları eklememi istedi. Gençliği yakalamamızı istiyordu. Maalesef birileri o haram bu haram diyerek hep Allah'ı öcü gibi gösterdi. Allah affetmeyi sever. Rahmetinin gazabını geçtiğini buyuruyor. Bu manada Safer Efendi gibi Fethullah Gülen Hocaefendi gibi ufku açık gönül insanlarına çok ihtiyacımız var.Hocaefendi ile ilgili bir anınız var sanırım...Yıllar önce Amerika'da üç konser verdim. Konserden sonra orkestradaki arkadaşlarla birlikte Hocaefendi'yi ziyarete gittik. Bizi ayakta karşıladı. Bizden bir şeyler söylememizi rica etti. Yaklaşık bir saatlik konser verdik. Konserin başından sonuna kadar ağladı. Hocaefendi hakikaten Allah ve Peygamber âşığı bir insan, bunu gördüm. Ufku geniş bir insan. Allah Hocaefendi gibi insanların sayısını artırsın. Müslümanların böyle insanları örnek alması gerek. Dar bir ufukla Müslümanlık olmaz. O zaman insanlara dinini sevdiremezsin.Ülkemizde ezanın güzel okunmasıyla ilgili bir sıkıntı var. Siz de her platformda bunu dile getiriyorsunuz. Nasıl düzelecek bu sorun?Yıllardır ezan dersi yapılıyor. Ezan dersiyle ezan olmaz. Bir kere ezan okuyan adamın ezana âşık olması lazım. Onun haricinde musiki eğitimi almalı, makam bilmeli. Ses kullanmasını, mikrofon tutmasını bilecek. Önceki Diyanet İşleri başkanına da söylemiştim. Bu işin tek çözümü imam ve müezzin adayı gençleri önce bu işe gönül verdirtip meylettireceksiniz. Uyku dünyanın en tatlı şeylerinden biri. Ondan daha tatlı bir şey sunacaksın ki onu terk edip buna yönelmeli. Güzel bir ezan böyle olmalı.Mariza’yı dinlerken ağlıyorumSami Özer hangi müzisyenleri dinler?Daha çok yabancı dinliyorum. İlk gençliğimde Gönül Akkor, Muazzez Abacı, Mustafa Erses dinlerdim. Sonra İnci Çayırlı ve Melihat Gülses’i çok severim. Ama şimdi yabancıları dinliyorum. Nat King Cole, Mariza, Andrea Bocelli, Sting, Eagles, Cesaria Evora. Bütün bu isimleri dinlerken manevi duygular yaşıyorum. Mariza dinlerken ağlıyorum. İş muhabbette bitiyor.Eşiniz Lübna Hanım, Ortadoğu dilleri uzmanı bir profesör. Ülkemize alışabildi mi?Eşim Lübnanlı. O yüzden kültürlerimiz ve kafalarımız uyuşuyor. Çok mutluyuz elhamdülillah. Eşimin de müzisyen bir tarafı var. Aslında o da arpist ama şu anda çalmıyor, birkaç kitap üzerinde çalışıyor. Ayrıca altı dil bildiği için zaman zaman tercümeler yapıyor. Bu çalışmaların dışında evimizin bahçesine bir sera yaptık. Oradaki bitki ve çiçeklerle ilgilenmeyi çok seviyoruz.Son günlerde ülkemizde istenmeyen olaylar yaşandı. Bir sanatçı olarak nasıl karşılıyorsunuz?Tabii ki bunlar üzücü ama herşey diyalogda bitiyor. Bütün insanlara ‘Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sev’ düsturuyla bakmalı. İnsanlara muhabbetle yaklaşırsak kimse kimseye düşman olmaz. Allah bize bunu nasip etsin.

Sağ mizahın yüzü gülmüyor

$
0
0
Mizah denince akla ilk gelen sol tandanslı dergiler oluyor. Sonraysa ‘Neden sağ mizah dergisi hiç yok?’ diye soruluyor. Bu soru geçmişten bugüne birçok tartışmaya konu olmuş olmasına ama sağ mizah adına pek de bir şeyi değiştirmediği görülüyor. Peki, sağ cenah mizahı neden etkili kullanamıyor, neden yetersiz ve ne kadar başarılı?Geçmişten bugüne İslamî, sağ ya da muhafazakâr kültürden gelen mizahın varlığı ve başarısı hep tartışıldı. Kimisi ‘Vay efendim bu dindarlar mizahtan ne anlar?’ derken, kimisi de ‘Bel altı olmayan mizaha, mizah mı denir?’ sedalarıyla gazetelerde, ekranlarda ve sokaklarda mizah dersi vermeye çalıştı. Diğer taraftan yükselen seda ise bir bahane ürünü gibiydi: ‘Biz ne yapsak beğenilmeyecek, mizahtan sayılmayacak.’ Bunların arasına karışan cılız bir ses daha vardı ki, o tam olarak derdini anlatır gibiydi. ‘İslamî kültür, bel altıyla mizah yapmaz.’ Son derece güçlü ve etkili bir eleştiri ve politika aracı mizah. Peki, mizahın bu boyutu İslamî kültürden gelen, sağ ya da muhafazakâr kesimde neden yeterince bilinmiyor ve kullanılmıyor? Sadece basının bir kısmı tarafından ustalıkla bir siyaset aracı olarak kullanılabiliyor. Yani sol cenah dediğimiz basın organlarında sözlü, yazılı ve görüntülü mizahın etkili bir tarzda kullanıldığına şahit oluyoruz. Sağ-muhafazakâr çizgiyi savunan yayın organlarında mizah boyutu hemen hiç yok. Geçmişle bugünü mukayese edecek örnekler bile bir elin parmaklarını geçmiyor. Çaylak, Ustura, Arıza, Mikrop eski sağ mizah dergilerinden bazıları. “Cafcaf dergisi yok mu?” sorularını duyar gibiyiz. Bu haberi çalışırken Cafcaf dergisi karikatüristlerinden Asım Gültekin’i de aramayı ihmal etmedik. Ne de olsa hâlihazırdaki tek sağ mizah dergisiydi bize göre. Ama dergi olarak ne sağ ne de muhafazakâr olduklarını, dindar bir çizgide durduklarını, böyle bir başlık altında yer almak istemediklerini söyledi. Konuyu ve bazı soruların cevabını işin ehillerinden öğrenmekte fayda var. Mizahı yazılarında ve çizimlerinde etkili şekilde kullanan isimler neden sağ cenahın mizahı etkili kullanamadığı ya da ne kadar başarılı olduğu konusunda değerlendirmelerde bulundu. Bütün değerlendirmeler yine tek bir noktada birleşiyor. İslami kültürden gelen kesim, karakteri gereği bel altı esprilerin olduğu, argo ve cinsellikle dolu bir mizaha uzak. Bu da ne kadar mizah yapılırsa yapılsın, beğenilmeyeceği, yine eleştiriye maruz kalacağı endişesiyle birleşiyor. Ve topyekûn mizahtan uzak, olayları gereğinden fazla ciddiye alan bir algı ve başarısızlığa sebep oluyor.İslamî kültürde mizahın yerini bilmeyecek kadar cahilizAhmet Kesgin (Karikatürist-Star Gazetesi):Sağcı ya da muhafazakâr ayrımı hoş değil. İslami kültürden gelenler diyebiliriz. Türkiye’de Batı yaşam tarzının kodladığı bir mizah algısı var. Mizah kaba haliyle bize benzemeyene gülmek olarak tarif ediliyor. Son 5-10 yıla kadar bütün yazıp çizilen matbuat tek merkezliydi. O süreçte ne yapılabilirdi ki? Muhafazakâr olanların ürününü yapacağı ortam mekân yoktu. Şimdi var ama bugün ise İslami kültür içinde mizahın yerini de bilmeyecek kadar cahiliz maalesef. Kendi adımıza özeleştiri yapmamız gerekiyor. Mizahın İslami kültürde yeri var ama herkesin mizah anlayışı çok farklı. Mesela Gezi’de mizah yoktu. Bu bize yutturulan bir algı. Oradaki mizah diye nitelenen sloganların yüzde 90’ı küfür. Son baskından önce gittim gördüm hep küfür odaklıydı yazılan çizilenler. Kendinden olmayana hakaret ve küfür vardı.Mizahın önceliği ideoloji değil, mizah yapanın zekâsıBehiç Pek (Karikatürist-Leman Dergisi):İnsanları kategorize etmek hoş değil. Mizahta sağ-sol olmaz. Hepsi ideolojileri dışında ele alınmalı. Mizahın amacı her kesimdeki iktidarlara karşı eleştiridir. Mesela Sovyetler döneminde sol iktidarı eleştiren bir tavır vardı. Bunu yapanlar da sol eğilimliydi. Önce mizah var, sonra iktidarlara eleştiri var. Mizahın önceliği ideoloji değil, yapanın zekâsı. Bunun sonucu ancak ideolojiye dayanabilir. Bir insan kendi varoluşuyla ilgili hiç mizah yapmıyor sadece karşısında duranlara yönelik mizah yapıyorsa o zaten yeteneği olmayan biridir, tutucudur. Tutuculuk da bu anlamda daha çok sağdan çıkıyor. Çünkü tek bir şeyi belliyor ve onu kavga unsuru haline getiriyor. Ama bu sol da yok anlamına gelmesin. Dediğim dedik diyenler sol çevrelerde de var. Ama mizahta önemli nokta küfretmemek için yapıldığını unutmamak.Sonbaharda mizah dergisi çıkarıyoruzProf. Dr. Atilla Yayla (İstanbul Ticaret Üniversitesi):Solun egemenliğinde bir mizah anlayışı olduğunu söyleyebilirim. Hatta zaman zaman salt Kemalist mizah olarak da görüldüğünü söylemek mümkün. Muhalefetteyken mizah üretmek her zaman daha kolaydır. Türkiye’de sol siyaset devamlı olarak muhalefette, bu yüzden mizahı sonuna kadar kullanıyorlar. Mizah bazen argo ve cinselliği kullanan bir akışla ilerliyor. Dindar kesim bunu kültürü gereği yapamıyor. Bu sebeple çok da başarılı olamıyor. Geçmişten bu yana da akıllarda kalan İslami kültürde mizah yapıp da başarılı olan bir dergi hatırlamıyorum. Mizahın sağ-sol diye ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta bir felsefeyle yapılıyor. Mesela bugün sol tandanslı mizah dergilerine bakın, Tek Parti dönemi uygulamalarını ti’ye alan bir mizah örneği göremezsiniz. Neden? Çünkü durdukları yer bunu görmeye el vermiyor. Şimdi sonbaharda benim başkanlığımda çıkacak bir mizah dergisi geliyor.Sağda mizaha sınır koyanlar varTan Oral (Karikatürist-Taraf Gazetesi):Ülkemizin kadîm kültüründe ve günümüzde, bu durumlarda kimseyi kırıp dökmeden iğneleyerek ince ince dalgasını geçen, uyaran nice halk nükteleri var, yine fıkralarda ve ozanların dizelerinde nice parlak mizah örnekleri bulunur. Oysa sınır koyan örnekler de var, işte oradan bir alıntı; “…kendisini her şeyden önce Müslüman olarak tanımlayan, muhafazakâr bir isim. Geçen yıl bağımsız bir mizah dergisi çıkarmak isteyip de İslami kesimdeki yayınevlerine, kurumlara destek için başvurduğunda, riskleri var bu işin, şimdi siz her tarafı eleştirip başımıza iş açarsınız.” diyebiliyorlardı. Mizah sınır tanımaz, yasaktan anlamaz. İşte bu nedenledir ki, mizah kendi üstünde büyük sorumluluklar taşır. Yani sebepsiz yere, durup dururken ortaya çıkmaz mizah. Bir nedene bağlı olan, bir tepki biçimidir o.Sağda kırmızı çizgi, soldan çok daha fazladırAhmet Turan Alkan (Gazeteci-yazar):Mizaha bakışımızı çerçeveleyen bazı değerler aydınlatıcı olabilir, mesela gülmeyi ağlamanın habercisi saymak, tebessümü sırıtmakla aynı yere koymak gibi. Din kültürünün biriktirdiği algı ‘ciddi’ olmamızı telkin ediyor. Problem şurada, ciddiyeti beceremediğimiz için mizah yapacak ‘enerji’miz kalmıyor. Türkiye’de ve dünyada sağ eğilimler savunmacı karakter taşır, yüksek değer muhafızlığı yaparlar. Mizah ise eleştiricidir; savunmaktan eleştirmeye zamanımız kalmıyor. Başarılı bir mizah çizgisi hatırlamıyorum sağ kanatta. Küçük ve geçici örnekler var şüphesiz ama bir ekol teşkil edemedi. Mizahı sağ-sol diye ayırmak manasız gibi görünüyor fakat pratikte böyle bir şey var. Sağda kırmızıçizgi, soldan çok daha fazladır, mizah yapacak ‘yer’ kalmıyor pek. Solun da kendine göre kutsalı var ama onlar seküler bir sayfada mizah düşünmeye başlıyor. Sağın, daracık mizah alanında başarılı olamaması tabiidir.Dindar kesim kırıcı, alaycı ve eleştirel olmayı daha az özendiriyorSalih Memecan (Karikatürist-Sabah Gazetesi):Kendini sağ ya da dindar diye tanımlayan yayın organları mizahı belki eskiden daha az veriyorlardı ama şimdi ara gittikçe kapanıyor. Sağ iktidarlara baktığımızda özellikle Demirel ve Özal karikatüre karşı son derece hoşgörülüydü. Son yıllarda çıkan bütün karikatür dergilerinde ise her türlü Erdoğan karikatürü çıkıyor, çıkabiliyor. Seçimle gelmiş iktidarlar (ki genelde sağ partilerden çıkıyor) mizahçıya karşı daha hoşgörülü oluyor, ilk zamanlarındaki acemiliklerini saymazsak. Buna karşın seçimle gelmeyen iktidarlar (ki genelde kendilerini sol, modern ve ilerici diye tanımlayanlar) daha acımasız olabiliyor. Tek Parti döneminde ve 27 Mayıs darbesi sonrasında olduğu gibi. Tabii ayrıca buna ek olarak da dindar kesimin kırıcı, alaycı ve eleştirel olması dindarlığın doğası gereği daha az özendirilen bir durum.Kalıpların dışına çıkan sağ mizaha hayat hakkı tanınmadıİbrahim Özdabak (Karikatürist-Yeni Asya):Cumhuriyet’in ilk yıllarında tek parti rejiminin propagandasını yapmak için mizah kullanılmıştır. Millet değerlerini aşağılamak, toplumda karşılık bulmayan bazı devrimleri dikte ettirmek, Batı’nın ahlak ve geleneklerini yaygınlaştırmak için çaba sarf ettiler. Böylece milleti hem incittiler, hem de mizaha karşı soğuttular. Mizah, millet değerlerinin ve hakkın yanında olmaktır. Bu sebeple yöneticiler mizahı hep kontrolü altına almak isterler. 1950’ye kadar oluşturulan devlet destekli besleme mizah, rejimin savunuculuğunu yapmıştır. 1950’den sonra da bu görevini muhalefetin yanında yer alarak sürdürmüştür. Muhalif bir duruşla mizah üretmek daha kolaydır. Kalıpların dışına çıkan sağ mizaha hayat hakkı tanınmadı. Duyguları bastırılan insanda mizahtan çok öfke yeteneği gelişirNevzat Tarhan (Psikiyatrist): Mizahtan ne anladığımız bu noktada önemli. Mizahtan anlaşılan belden aşağı ya da müstehcen içerikse İslami, sağ muhafazakâr kültürden gelenlerin böyle bir mizah anlayışı yok. Mizah geleneği açısından müstehcenlik konusunda çekince var ama onun dışında mizah yeteneği olmadığını söyleyemeyiz. Türkiye’de yıllardır gelenekler bastırıldı. Duyguları bastırılan insanda mizahtan çok öfke yeteneği gelişir. Böyle bir durumdaki insanın mizah yeteneğinin gelişmesi için daha özgür olması lazım. Türkiye’deki askeri müdahalelere baktığınızda muhafazakâr kesim hep mağdur olmuştur. Böyle durumlarda mizah yeteneğinin gelişmesini beklemek doğru değil. Mağduriyet halinde özgür olamayan ortamda mizah yeteneği devreye giremez.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live