Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

[Haftanın Albümleri] En iyileriyle Esmeray

$
0
0
Hakan Eren, uzun yıllardır geçmiş müzik mirasımız üzerine çalışmalar yapıyor. Bir kuyumcu titizliğinde çalışıp tozlanan cızırtılı plaklarda kalmış güzelim şarkıları günümüze taşıyor.Bu şekilde birçok şarkıyı yeniden dilimize düşüren Eren, son olarak unutulmaz ses Esmeray’ın en iyi şarkılarından oluşan bir albüm hazırladı. Esmeray’ın 1974-1980 yılları arasında yayınlanmış on üç şarkının yanı sıra sanatçının kendi sesinden şarkılarının hikâyelerini anlattığı bu albümün en büyük sürprizi Banu Kırbağ ile yapılan düeti. Unutama Beni ve Gel Tezkere şarkılarının yanı sıra çok sevilen Oylum Oylum, 13,5 ve Büyümsün gibi hit şarkılarla da başından sonuna dek dinlemeye doyulamayacak bir albüm. 2002’de hayata gözlerini yuman Esmeray’ın müzik kariyerinin ilk yıllarını gün ışığına çıkaran albümdeki şarkıların tamamı orijinal plak kayıtlarından oluşuyor. Yavuz Hakan Tok’un kartonet yazısını yazdığı şarkıları plaklardan dijital ortama Bora Ebeoğlu aktarmış.Fatih Kısaparmak’la Sonsuza KadarFatih Kısaparmak, Türk Halk Müziği’nin önemli seslerinden. Besteleri, sesi, kendine özgü yorumu ve duruşuyla müzikseverlerin takip ettiği bir isim. İlk albümü Kilim ile milyonluk satış yakalayıp büyük kitlelere ulaştı. Müzisyen, bugüne dek, derlemelerinin yanı sıra değişik tarzlarda 300’e yakın besteye ve 18 albüme imza attı. Sanatçı uzun süredir albüm çalışması yapmıyordu. Kısaparmak, sevenlerinin özlemle beklediği albümü geçtiğimiz günlerde müzikseverlerle buluşturdu. Bayar Müzik etiketiyle yayınlanan çalışmanın adı, Sonsuza Kadar. Söz, müzik ve şiirlerin tümü Şebnem ve Fatih Kısaparmak’a ait olan albümde Kısaparmak’a Canım Benim şarkısında Şebnem Kısaparmak eşlik ediyor. Albüm, tümüyle akustik bir çalışma. Repertuvarı ise romantik sevda şarkıları ve türkü formunda. Kısaparmak’ın bu albümde kendine özgü yorumunu daha da derinleştirdiğini görüyoruz.Kenan Vural’dan ilk albüm Müzikseverler Kenan Vural ismini Yüksek Sadakat grubundan tanıyor. 2012’de Yüksek Sadakat grubuyla yollarını ayıran Vural, ardından önceki grubunu tekrar toplayıp Tuncer Tunceli, Mert Topel, Serkan Aşanel ve davulda Bülent Ay’ı kadroya dahil etti. Grubu toparlar toparlamaz da ilk solo albüm için çalışmalara başladı. Müzisyen, yaklaşık bir yıl süren çalışmaların ardından müzik kariyeri boyunca ürettiği ilk solo albümü Alem Dünya’yı Ada Müzik etiketiyle yayınladı. Albüm, Kenan Vural’ın son on sene içinde yazdığı şarkılardan oluşuyor. Jehan Barbur, Yahya Dai, Ozan Musluoğlu, Mert Önal, Orhan Deniz, Akın Eldes, Yavuz Akyazıcı ve Gülnur Gökçe Alem Dünya’da Kenan Vural’a eşlik ediyor. Albüm, sanatçının uzun yıllara dayanan müzik kariyerinin bir özeti gibi. Sanatçının Alem Dünya’da, tamamen kendi istediği ve sakladığı müziği yaptığını söylemek mümkün. Şarkıların bir yerinden sizi de yakalayacağını söyleyebiliriz.

Festivalde kaçırılmayacak konserler

$
0
0
41. İstanbul Müzik Festivali bu yıl ‘Zaman ve Değişim’ temasıyla müzikseverleri bekliyor. Dünyaca ünlü birçok ismi ağırlayacak etkinlikte kaçırılmaması gereken konserlerden meraklıları için bir seçki hazırladık.İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen ülkemizdeki en eski ve en büyük müzik etkinliği İstanbul Müzik Festivali, bu yıl 41. kez müzikseverleri ağırlıyor. Özellikle son yıllardaki festival direktörü Yeşim Gürer Oymak tarafından hazırlanan renkli programları, temalarıyla sipariş edilen eserler ve bu eserlerin dünya prömiyerlerinin yapılması, festivale dünya ölçeğinde önemli bir saygınlık kazandırdı. İstanbul Müzik Festivali bu yıl ‘Zaman ve Değişim’ temasına odaklanıyor. Festivalin renkli programında, bu değişimin izlerini hep birlikte takip edeceğiz. Gezi Parkı eylemleri sebebiyle açılış programı ertelense de, gerek tema çerçevesinde yapılacak etkinlikler, gerekse dünyaca ünlü yıldızların vereceği konserler yine müzikle dolu bir ay yaşatacak. Bu yıl her zamankinden daha renkli, daha çok-kültürlü, daha İstanbullu olan festivalin programından küçük bir seçki hazırladık.Savall’dan hayatın evreleri11 Haziran akşamı Aya İrini Müzesi’nde düzenlenecek Jordi Savall konseri festivalin en dikkat çekici etkinliklerinden. Katalan müzisyen, otuz yılı aşkın bir süredir Avrupa’nın müzikal mirası üstüne araştırmalar yapıyor. Ağırlıklı olarak barok ve ‘erken dönem’ müzikleri üzerinde çalışan müzisyen, yine Barok dönemlerine ait bir enstrüman olan viola de gambanın günümüzdeki sayılı icracılarından. Ayrıca Kudüs’ten Japonya’ya, Osmanlı’dan Kelt diyarlarına kadar birçok geçmiş dönem müziğini araştırıp günümüze taşıyor. Festivalin bu yılki teması ‘Zaman ve Değişim’ çerçevesinde kurucusu olduğu Hespèrion XXI ile Hayatın Evreleri adlı bir konser verecek Savall. Her projesinde müzikseverleri geçmişin farklı bir coğrafyasında seyahate çıkaran müzisyen, bu kez Balkanlar’da. Hayat döngüsünün farklı evrelerine dair şarkılar, kutlamalar ve ağıtları ele alan, Balkanlar’ın zengin müzikal ve sözel mozaiğinden beslenerek kurgulanan konser, festivalin kaçırılmaması gereken etkinliklerinden.Roby Lakatos-Cihat Aşkın Buluşması13 Haziran’da gerçekleşecek Roby Lakatos-Cihat Aşkın buluşması 41. İstanbul Müzik Festivali’nin en büyük sürprizlerinden. Türk ve Çigan müziklerine iki özgün sanatçının yaklaşımlarının şaşırtıcı, zarif ve heyecanlı bir buluşması olacak. Ülkemizin en önemli keman sanatçılarından Cihat Aşkın ile müzik çevrelerince ‘şeytanın kemancısı’ olarak anılan Macar sanatçı Roby Lakatos, birbirlerinin müzik dünyalarını ziyaret edecek. Roby Lakatos güçlü virtüözitesi ve farklı tarzları birleştiren çok yönlü repertuarıyla klasik tanımlamalara meydan okuyan evrensel bir sanatçı. Cihat Aşkın Amerika, Asya, Avrupa ve Afrika’da sayısız konser veren, Shlomo Mintz ve Ida Haendel gibi efsanelerle aynı sahneyi paylaştı. Konserde Lakatos’un son albümünden, Aşkın’ın İstanbulin adlı çalışmasından eserlerin yanı sıra Paganini 24. Kapris’in klasik ve Çigan versiyonu seslendirilecek. Tabii ki Çigan müziğinin olmazsa olmazları ve Türk müziğinden örnekler de olacak.Bir orkestra, üç dev isim14 ve 15 Haziran’da Deutsche Kammerphilharmonie Bremen’in vereceği iki konser, festival takipçilerini en çok heyecanlandıran etkinliklerin başında geliyor. Topluluk ‘benzersiz müzikal stiliyle’ dünyanın sayılı orkestraları arasında anılıyor. Orkestra ilk konserinde Portekizli büyük piyanist Maria João Pires’in yanı sıra uluslararası üne sahip Türk şef Alpaslan Ertüngealp’i de Türkiye’ye getirecek. Piyanist Maria João Pires, zarafet ile duyarlılığın arasında mükemmel dengeyi kurması ve yaptığı her şeyde bir kendiliğindenlik hissi uyandırabilmesiyle tanınıyor. Uluslararası üne sahip olan Alpaslan Ertüngealp, bugüne kadar dünyanın birinci sınıf orkestralarını yönetti. Orkestra ikinci konserinde kusursuz tekniğiyle birleşen, şairaneliği ve duyarlılığı alamet-i farikası sayılan keman virtüözü Vadim Repin ile bir araya geliyor. Dünyanın en büyük orkestralarıyla birlikte konser veren Repn, konser salonlarında olduğu kadar kayıt dünyasında da başarılarını tescilleyen Repin’in albümleri birçok ödüle layık görüldü.Shlomo Mintz ile nadir bir an...Müzikalitesi, stil çeşitliliği ve güçlü tekniğiyle tanınan şef ve keman sanatçısı Shlomo Mintz ve Cameristi della Scala bu yılın ‘Zaman ve Değişim’ temasına gönderme yapan bir programla festivalde. “Müzik gerçeğe dokunmaktır, pek nadiren olsa da…” diyen Mintz, 18 Haziran akşamı festival takipçileri için o pek nadir anlardan birini vaat ediyor. Dünyanın en iyi orkestraları ve şefleriyle düzenli olarak konser veren sanatçı, yirmiden fazla albümle aralarında üç Grand Prix du Disque ile Edison ve Gramophone’un da bulunduğu pek çok ödüle layık görüldü. Cameristi della Scala ise sanatçının düzenli işbirliği yaptığı seçkin topluluklardan.Kapanış Vengerov ileFestival, kapanışını büyük bir isimle yapıyor. Uzun yıllardır müzik dünyasının zirvesindeki Maxim Vengerov, 29 Haziran akşamı müzikseverlerle buluşacak. Birkaç yıllığına ara verdiği solistlik kariyerine geçen yıl döndüğünde büyük sevinçle karşılandı. Sanatçı, festivalin konuğu olarak karizmatik şef Sascha Goetzel yönetiminde Türkiye’nin en iyi senfonik topluluğu Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın eşliğinde kapanış konserine imzasını atacak. Keman çalmaya beş yaşında başlayan ve Grammy dahil pek çok prestijli ödül kazanan Maxim Vengerov, dünyanın en önemli orkestraları eşliğinde önemli müzik merkezlerinde çaldı ve keman repertuarının en büyük eserlerini kaydetti. Vengerov konseri, öncesi onu dinleme şansı elde edenler için de, ilk kez dinleyecekler için de yeni bir deneyim anlamına gelecek. Çünkü her konserinde sürprizler yapmaya bayılıyor.

Türk oyuncular Amerikan sinema sektörüne açılacak

$
0
0
Actedcity oyunculuk stüdyosunun kurucusu Betül Alganatay, Hollywood aktör ve koçlarını Türkiye’ye getirerek Amerikan sinema sektörüyle Türk oyuncuları tanıştırmayı istiyor. Actedcity, ilk workshop’unu The Actor’s Studio’nun eğitmenlerinden Tom Brangle ile yaptı.ABD’de sinema eğitimi almak, Hollywood’a kapı aralamak hemen her Türk oyuncunun en büyük hayali. Actedcity oyunculuk stüdyosunun kurucusu Betül Alganatay, bu hayali gerçekleştirenlerden biri. Amerika’da Eric Morris tekniği alan ve iki ay önce kurduğu stüdyoyla oyunculuk sektörüne yeni bir soluk getirmeyi hedefleyen Alganatay, Hollywood aktör ve koçlarını Türkiye’ye getirerek Amerikan sinema sektörüyle Türk oyuncuları buluşturmayı amaçlıyor. Ona göre Hollywood’a açılan kapıya girebilmek ve o kapıyı çalabilmek için yetkin oyuncu koçlarından eğitim almak gerekiyor. Alganatay, “Hollywood sektöründe başarı sağlayabilmek için kapasiteli oyuncu olmalı ve eğitim almalı.” diyor. Star oluşturan enstitülerdeki hocalarla çalışmayı amaçlayan stüdyo, ilk atölye çalışmasını The Actor’s Studio’nun eğitmenlerinden Tom Brangle ile yaptı. Al Pacino, Arthur Pen, Harvey Keitel gibi profesyonel isimlerle çalışan Brangle, Hollywood’a açılmak isteyen oyuncunun disiplinli çalışması gerektiğini söylüyor. Betül Alganatay, 14 yıl boyunca New York’ta çeşitli tiyatrolarda oyuncu ve oyuncu koçu olarak çalışmış. Elde ettiği birikimi Türkiye’deki profesyonel oyuncu ve oyuncu adaylarıyla paylaşan Alganatay, ‘olmak’ eylemiyle oyunculuğa yeni teknikler getiriyor: “Meditasyon haline geçen bir oyuncu ancak ‘olma’ haline geçebilir. Oyunculara sahneye çıkarken ceketini çıkartmayı öğretiyorum. Yani bedensel anlamda başka bir karakterin özelliklerini nasıl yükleyeceğimi oluşturuyorum. Çünkü yaşadığımız baskılardan kurtulup sahneye sıfır kilometreyle çıkmalıyız.” Actedcity İstanbul, bir sonraki atölye çalışmasına Nicole Kidman’ın oyuncu koçlarından Susan Batson’u getirmeyi hedefliyor.‘Türkler, hayata bakış açılarıyla İtalyanlara benziyor’Al Pacino ile ‘Salome’, The Last Godfather’ filminden Harvey Keitel ile aynı sahneyi paylaşan Tom Brangle, ilk defa Türkiye’ye gelmiş. Türkiye’yi tarihi kültürel anlamda harika bulan Brangle, İstanbul’u New York’a benzetiyor. İstanbul’daki camileri, Mısır Çarşısı’nı çok beğendiğini söylüyor. Türkleri, sanat ve hayata bakış açılarıyla İtalyanlara benzeten Brangle, “Türkiye’deki öğrencilere bir şeyi söylediğin zaman hemen yapabilme kapasitesine sahipler. Onlara bir yöntem gösterdiğimde çabuk adapte oluyorlar. Ciddi bir dramatik durumdan komediye hemen geçebiliyorlar. Bazen bunu New York’taki aktörler yapamıyor.” diyor. Oyunculardaki bu durumu, ülkedeki politik ve sosyal yapısının etkileyebileceğini düşünüyor. Brangle, iyi bir oyuncuda olması gereken performansı ise şöyle sıralıyor: “Oyuncu, sergilediği karakterin gerçekliğini, sadeliğini, gerilimini seyirciye aktarabilmeli. Yani senaryoyu yaşamsal hale getirebilmeli. Oyuncu, kameranın önünde ve sahnede nasıl duracağını bilmeli. Gözünü nerede kırpıp kırpamayacağını dahi ayarlayabilmeli. Oyuncunun kamera farkındalığı geliştikçe daha başarılı olur. Kameranın önünde rahat olmak, karakteri devam ettirmek, karizmatik olmak, karakteri hayata geçirmek çok önemli.” Vapur tiyatrosu ile Doğu-Batı sahnesi birleşecekActedcity İstanbul, 17-21 Eylül’de vapur tiyatrosu yapacak. Tiyatroyu vapura taşımak istediklerini söyleyen Alganatay, Beşiktaş-Kadıköy seferleriyle Doğu-Batı kültür sentezi yapmayı hedefliyor. Vapur tiyatrosu 20.15-21.15 saatleri arasında ücretsiz izlenecek. Görsel yönetmenliğini Tom Brangle’nin üstlendiği vapur tiyatrosunun dramaturgluğunu ise Gizem Kurt üstleniyor.

Yarım kalmış devrimlerin umut panayırı

$
0
0
Taksim Gezi Parkı’nda çevreci bir duyarlılıkla başladı her şey. ‘Gezi Parkı Nöbeti’, 28 Mayıs’ın ilk saatlerinde polisin ve zabıtaların ilk müdahalesi ile sona erdi.Parktan çadırlar kaldırıldı, bazıları yakıldı. İnsanlar alandan çıkarıldı. Divan Oteli önünden geçen yolun genişletilmesi için 3 ağacın kesilmesine ve 15 ağacın sökülecek olmasına tepki olarak parkta sabahlayan grubu dağıtmak için yapılan müdahalenin dozunun fazla kaçırılması bir kıvılcımı yangına dönüştürdü. Hükümet karşıtı bütün memnuniyetsizler önce parkı, sonra Taksim’i işgal etti. ‘Çarşı’ başta olmak üzere taraftar grupları ilk kez bu kadar siyasileşti. Normal zamanlarda bir kahvehanede bile yan yana maç izlemeyi beceremeyen Fenerbahçeli ve Galatasaraylı fanatiklerin bazıları da Çarşı’nın yanında yer aldı. Çevrecilerden emekten yana ‘İslamcılar’a kadar eteğinde taş olan herkes vardı Taksim cangılında. Ne olduysa araya silahlı mücadele yanlısı sol grupların ve provokatörlerin girmesiyle oldu. Hedef Başbakanlık Dolmabahçe ofisiydi. Bir anda örgütlenen ve ele geçirdikleri iş makineleriyle saldırıya geçen gruplar polisin karşı koymasıyla amacına ulaşamadı. Polis otolarından belediye otobüslerine, kamu binalarından banka şubelerine kadar Taksim’e çıkan yollarda yakılmadık yıkılmadık yer kalmadı. Bazı konsolosluk binaları taşlandı. Diğer ilçe ve semtlerde organize olan memnuniyetsizler ise tava ve tencerelerle pencerelerden efekt yaptı. Bu kadar ‘pratik’ yaşayan fraksiyonel sol ise ‘tamam’ diyordu, bu sefer ‘devrim’ geliyor galiba. Fakat bu teorik saptamalarını alanlardan meydanlardan ziyade konforlu evlerinde, ‘pis kapitalistler’in hayatımıza soktuğu iPad’larden ve akıllı telefonlardan yapıyordu. Devrim arabalarına bakılırsa devrim yakındı!Arada zahmet edip sokağa çıkanlar ise çocuğunu ve torununu yanmış-yıkılmış arabaların içine bindirip fotoğraf çektirmekle meşguldü.

Şiir oturduk, şiir konuştuk

$
0
0
Haziran, yazın kapısını şiirle aralıyor. Alayköşkü, Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi’nde bir araya gelecek şair ve şiirseverler, Şiir Meydanı’na çıkıyor. Orada şiir okunup, şiir dinlenecek.“Türkiye’de her üç kişiden dördü şairdir”, “Al eline kalemi, yaz aklına geleni” vesair birçok sloganlaşmış söylemle üstü çizilen, itelenen ve ötelenen şairlik mesleği hak ettiği payeyi nihayet kazanmaya başladı. Anadolu’daki kadim âşıklık geleneği bu sefer kabuk değiştirerek, yurtiçinden ve dışından gelen onlarca şairi cezbederek küllerinden doğuyor.Şiir Derneği muhiplerince bir edebiyat etkinliği olarak tertip edilen Şiir Meydanı, şiiri tekrar canlandıracak önemli organizasyonlardan. Bu sene üçüncüsü düzenlenecek ve Alayköşkü, Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi’nde düzenlenecek geceye, şair ve şiir insanları iştirak ediyor. 10 Haziran Pazartesi günü saat 18.30’da başlayan programın katılımcıları arasında halen Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Amerikalı şair Mel Kenne, Mevlânâ İdris, 2013 Metin Altıok Şiir Ödülü’nün sahibi Cenk Gündoğdu; ‘Kötü Şair Şerafettin’ mahlasıyla tanınan, ‘güncel edebiyat’ akımının temsilcisi Şerafettin Kaya bulunuyor. Konuklar beğenilen şiirlerden oluşan bir seçkiyi şiirseverlere sunacak.Şiir Meydanı, bu seneki toplanışını 3 Haziran 1963 tarihinde hayatını kaybeden şair Nazım Hikmet’e ithaf ediyor. Programda ana tema olarak ise Nazım Hikmet ile Pablo Neruda arkadaşlığı. Yazar ve çevirmen Serdar Çelik, 20. yüzyılın bir başka büyük şairi olan Şilili Pablo Neruda’nın Nazım Hikmet’e yazdığı, bilinmeyen bir şiirini sunacak. Tüm bunlarla beraber, şiirseverler şiirin dünyada atan nabzını da takip edecek. İstanbul Şiir Festivali organizatörlerinden Adnan Özer, ayrıca katılımcılara mayıs ayının ilk haftasında Irak Babil Kültür ve Sanat Festivali’nden izlenimlerini bir sunumla aktaracak. Bir şiir gecesi daha Behçet Necatigil’in “Kurşuna dizilir ölürler, şiire dizilir dururlar” sözünü gerçek çıkaracak mı?

‘Anadolu-Rock bitti’ diyenlere müziğimizle cevap veriyoruz

$
0
0
Yırtık Uçurtma, üçüncü albümleri ‘Yeni Nefes’ ile yola devam ediyor. Grup, yaptığı türkü cover’larıyla dikkat çekiyor.‘Türküler bozuluyor.’ diyenlere ise şu cevabı veriyorlar: “Biz kimiz ki yüzlerce yıllık türküleri bozacağız. Bilakis aslına sadık kalmak için elimizden geleni yapıyoruz.”17 senedir grup olarak müziğin içindesiniz. Nedir hayaliniz?Yaren Karahasan (Gitarist): Kendi açımızdan baktığımızda yeterince bilinmiyoruz. Ama bu, ‘Biz yaptığımız şarkılarda istediğimiz yere gelemedik.’ demek değil. Bunun en basit göstergesi de bizim başka meslek sahibi oluşumuz. Oysa Yırtık Uçurtma’yı sadece müzikle uğraşan bir grup haline getirmek istiyoruz. Biz her zaman için aklıselim içinde iyi işler yapmaya devam edeceğiz.Şenel Aytaş (Davulcu): Grup olarak şunun ispatı içindeyiz: Mevcut sektörde kişisel gayretlerle doğru şekilde müzik yapılabildiğini göstermek.Siz de vokal değişikliğine giden gruplardansınız. Nasıl karşılandı dinleyici tarafından?Y.K.: Biz biraz daha sert müzik yapıyoruz. Alper, bunun için daha uygun bir isim oldu. Bu arada solist değişikliği her grupta olabilen doğal hallerden zaten...Ş.A.: Alper, gruba sonradan katılmasına rağmen büyük bir açığı kapattı. Bunu diğer arkadaşımız ‘Mutlu Arı boşluk oluşturdu’ anlamında söylemiyorum. Fakat Alper ile birlikte istediğimiz seviyeye çıktığımızı düşünüyoruz. Yaren’in de dediği gibi istediğimiz seviyeye geldiğimizde Alper, Türkiye’nin sayılı vokallerinden biri olacak.Alper Yazıcı: (Solist): Çekince yaşamama rağmen yoğun bir tepkiyle karşılaşmadım. 2006’dan beri gruptayım. Bir de damdan düşer gibi gruba solist olmadım. Öncesinde Yırtık Uçurtma’nın iyi bir takipçisi ve dinleyicisiydim.‘Anadolu-Rock bitti’ deniyor. Ama siz bu müziği yaptığınızı söylüyorsunuz?Y.K.: Hep söylüyorum, yineleyeyim: Müziğe isim koymanın tek bir sebebi var: O da pazar dinamikleri. Biz buna Anadolu-Rock demeyip de Folk-Rock ya da Etnik-Rock desek algı değişecek. Biz isimlere takılıp kalmıyoruz. Israrla ve inatla diyoruz ki, Anadolu-Rock bitmedi. Bitti diyenler, zahmet edip Yırtık Uçurtma’yı dinlesin.A.Y.: Alternatif ya da Modern Rock yaptığını söyleyen birçok isim, grup yeri geliyor bizden daha fazla Anadolu-Rock yapıyor. Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray, Moğollar, Üç Hürel gibi isimlerin yansıttığı işi mütevazı bir şekilde devam ettirmeye çalışıyoruz. ‘Anadolu-Rock bitti’ diyenlere müziğimizle cevap veriyoruz. Bu arada biz 70’lerdeki müziği kes-kopyala-yapıştır yapmıyoruz.Ş.A.: Anadolu ismi, insanlara nedense avam geliyor. ‘Türkü dinliyor musunuz?’ diyoruz, ‘A, türküler besin kaynağımız. Dinlenmez mi?’ diye cevap veriyorlar. ‘Ya, Anadolu-Rock?’ ‘O, avam’ deniyor. ‘Arabesk dinliyor musun kardeşim?’ diyoruz. ‘Arabesk de müzik mi?’ diye konuşuyorlar. ‘E Müslüm Baba?’ Cevap: ‘O ayrı, o süper.’ İşte Anadolu-Rock’a bakış da böyle maalesef. Fakat biz, nefesimizi bu coğrafyadan alan bir grubuz. Bu müziğe büyük emekler geçmiştir ama basit bir şey olarak görülüyor. Bu da bizi üzüyor açıkçası.Yaptığınız Çanakkale Türküsü cover’ı epey dinlendi. Ama kimileri beğenirken kimileri de ‘türküleri bozuyorsunuz’ diye konuşuyor. Siz ne diyorsunuz?Ş.A.: Bu aslında bir beğeni meselesi. Türkülerimizi unutmamak, üstüne ekleyerek çoğaltmamız lazım diye düşünüyorum. Konserlerimizin liste başı şarkısı Çanakkale Türküsü’dür. Ki dinleyicilerin büyük bir sevinçle bize eşlik ettiklerine şahit oluyoruz.Y.K.: Grup olarak türkü cover’ına sıcak bakıyoruz ama ‘insanlar bizim sayemizde türküleri öğreniyor.’ demek de çok iddialı olur. Bu arada biz kimiz ki yüzlerce yıllık türküleri bozacağız. Bilakis aslına sadık kalmak için elimizden geleni yapıyoruz.Alper Akın (Basgitar): Türkü cover’larken türkünün dışına çıkmadığın sürece sorun yok. Mesela ben Pentagram’ın ‘Uzun İnce Bir Yoldayım’ cover’ını dinlerken aslında Âşık Veysel’i dinliyorum.Her albümünüzde cover şarkı yer alıyor. Yeni Nefes’te bir Edip Akbayram şarkısı var: Hava Nasıl Oralarda?Ş.A.: Şarkıları ortak seçiyoruz, ticarî bir kaygı olmadan. Bu şarkıyı alabileceğimizi pek zannetmiyorduk. Kayıt bitip şarkıyı Adnan Ergil’e dinlettiğimizde ‘Düzenlemeler bizden daha güzel olmuş.’ diye övgü aldık. Konserlerde çok istek alıyor bu şarkılar.Y.K.: Her albümde böyle bir şarkı koymak için uğraş veriyoruz. Biz sevdiğimiz gibi dinleyici de seviyor.Israrla dinlediğiniz üç kişi kimdir diye sorsak…Ş.A.: Cem Karaca, Barış Manço, Kıraç.A.A.: Yavuz Çetin, Cem Karaca, Haluk Levent.Y.K.: Cahit Berkay, Cem Karaca, Yüksek Sadakat.A.Y.: Cem Karaca, Barış Manço, Haluk Levent.Farklı meslek gruplarındasınız. Bir araya gelip de nasıl müzik yapıyorsunuz?Y.K.: Gemiyi yürütmek için hayatımızdan fedakârlık yapıyoruz.Ş.A.: Bizim grup niteliğimiz ikinci sırada. Yırtık Uçurtma bir aile çünkü.Barış süreci samimî olmalıGrubun ismi nereden geliyor? Y.K.: Taksim’de bir yerde sahneye çıkacağız. İsim üzerinde düşünüyoruz. O sırada eski solistimiz Mutlu telefonda işletmeciyle konuşuyor. Onu yazdır, bunu yazdır olmadı. ‘O zaman Yırtık Uçurtma’ yaz dedi ve öyle kaldı. Ama bu tesadüf eseri çıkmış bir isim değil tabii ki. Yırtık uçurtmanın uçmaması lazım ama biz uçurmaya çalışıyoruz. Zaten uçurtma, rüzgârdan faydalandığı için değil, rüzgâra karşı durduğu için uçar. O da bir duruşu sergiliyor.A.A.: Çocukluktan kalma bir nostaljik tarafı da var ismin.‘Barış’ şarkınızda ‘Zeytin dalı vermez oldun/Güvercinin tekellerde’ diye söylüyorsunuz. Barış sürecine bakışınız nedir?A.Y.: İçinde insanlığı barındıran herkes barışı ister. Siyasete girmeye gerek bile yok o yüzden. Her şeyden arınarak barışı düşünmeliyiz.Y.K.: 2006’da yazmıştık o şarkıyı. Günlük dinamiklerden epey uzaktaydık yani. Keşke diyorum hayvanlar kadar aptal olabilseydik de bu kadar savaş olmasaydı.Ş.A.: Barış, siyaset üstü bir şeydir. Bizim bakışımız bu süreçte samimiyetin olması. Birileri birileriyle el sıkışırken arkada başka dolaplar dönmesin.

İşitme engelli bir ailenin beş dil bilen çocuğu

$
0
0
Mustafa Özdemir’in annesi Rus, babası Türk, ikisi de işitme engelli. Mustafa, babasıyla cuma namazına gittiği bir gün Türk öğretmenlerle karşılaşır. Bu karşılaşma ona yepyeni kapılar aralar. Önce anadili olan Türkçeyi öğrenir, sonra da Türkçe Olimpiyatları’na katılır.Türkçe Olimpiyat-ları tüm Tür-kiye’ye bayram havası yaşatırken içinde birbirinden güzel hikâyeleri de barındırıyor. Bunlardan biri 15 yaşındaki Mustafa Özdemir’in hikâyesi. Mustafa Estonya’da yaşıyor. Annesi Rus, babası Türk. Rus Devlet Okulu’nda sekizinci sınıfta okuyan Mustafa’nın Türkçe Olimpiyatları ile buluşma hikâyesi oldukça ilginç. Bir gün babasıyla Estonya’nın başkenti Tallinn’e cuma namazı kılmak için gider. Camide Eestürk Diyalog Merkezi’nden Türk öğretmenlerle tanışır. İşitme engelli anne ve babasından bahseder. Öğretmenler Mustafa’yı diyalog merkezine davet eder. İlerleyen süreçte onlarla bağını devam ettirir. Böylelikle anadili olan Türkçeyi yeniden öğrenme şansı bulur.Türkçeyi öğrenmesi onu Türkçe Olimpiyatları’na taşır. Mustafa, anadil kategorisinde Fethullah Gülen’in Genç Adam şiirini okuyacak. Olimpiyatlarda olmanın kendisi için büyük fırsat olduğunu söyleyen Mustafa, “Türkiye’den çok uzakta anadilimi öğrenme şansı yakaladım. Kendimi çok şanslı hissediyorum burada olduğum için. Fethullah Gülen’e ait Türkçe bir şiiri okumak beni çok mutlu ediyor. Bu aynı zamanda benim için büyük bir fırsat.” diyor.Mustafa Türkçe haricinde dört dil daha biliyor. Gürcüce, Rusça, İngilizce, Estonca bildiği diğer diller. Gürcüceyi 97 yaşındaki ninesinden, Estonca ve Rusçayı ise okulda öğrenmiş. Bir de işaret dilini biliyor Mustafa. Anne ve babasıyla rahat anlaşabilmek için kursa gitmiş. Arkadaşları onun beş dil bilmesine şaşırıyor: “Kimse inanamıyor engelli bir anne-babanın oğlu olduğuma. Bu kadar dili nasıl öğrendiğimi de merak ediyorlar. Bu bana Allah’ın sunduğu en büyük lütuflardan biri. Diğeri de Türk öğretmenlerle karşılaşmam.”‘Türkçe Olimpiyatları sayesinde anadilimi öğrendim’Mustafa’nın babası Cem Özdemir, Rize’nin Pazarlı ilçesinden. Annesi Ekaterine ise Rus. Babası Gürcistan’a futbolcu olarak gider. Burada işitme engelliler futbol kulübünde futbolcudur. Aynı zamanda babası işitme engellilerin eğitim gördüğü bir okulda öğrencidir. Burada Ekaterine Hanım ile tanışır ve evlenir. Anne ve babası işitme engelli olduğu için Mustafa Türkçeyi bir türlü öğrenemez. Yedi yaşındayken ailesiyle İzmir’e taşınır. Burada halasından Türkçeyi öğrenmeye başlar ancak annesi ve babası boşanınca babasıyla Estonya’ya gider ve Türkçeyi unutur. Daha sonra Rus Devlet Okulu’ndaki Türkçe öğretmeni ve Eestürk Diyalog Merkezi üyesi Mehmet Gülle ile tanışır. Türkçe Olimpiyatları için Mustafa’yla birlikte Türkiye’ye gelen Gülle, “Onunla karşılaşmamız bir tevafuktu. Daha sonra diyalog merkezimize gidip geldi. Bu süreçte ailesiyle de tanıştık. Anne ve babası işitme engelli olduğu için aramızdaki diyaloğu Mustafa sağladı. Onunla tanıştığımız ve anadilini yeniden öğrenme imkânı sunabildiğimiz için mutluyuz.” diyor.

Fenerbahçe, kocamın yakasını bırak

$
0
0
Gazeteci Yasemin Candemir, fanatik Fenerbahçe taraftarı eşini konu alan bir kitap kaleme aldı. Geçtiğimiz hafta yayımlanan kitapta Fenerbahçe’nin köleliğinde, ezik, büzük bir kadının eşinin hastalık derecesine gelen tutkusuyla başa çıkma maceraları mizahi bir dille anlatılıyor.“Herkes kendini kraliçe gibi göstermeye çalışır, benim evde en ufak otoritem bile yok. Ama itiraf edeyim yaşadıklarımız komik.” diyen Candemir’le eşini ve kitabını konuştuk.“Bizim evin başköşesinde bazen Aziz Yıldırım oturuyor, bazen Aykut Kocaman. Zaman zaman Ali Koç, Alex de Souza ve Emre Belözoğlu’nu ağırladığım da oldu. Aziz Bey cezaevinde hastalandığında kocam yüksek tansiyon hastası oldu. Fenerbahçe’nin her maç kaybedişinde biz de ailecek kaybedenler kulübüne yazıldık. Alex de Souza ülkesine dönerken havalimanında ağlaşanlardan biri de eşimdi. Cem Yılmaz, ‘Fenerbahçeliysen hayata 1-0 önde başlarsın arkadaşım.’ diyor ya, ben hep 1-0 yenik durumdayım. Bu yüzden savaşmayı çoktan bıraktım. Hayatımın özeti de işte bu!” diyor Yasemin Candemir, kocasının bağımlılık derecesine gelmiş Fenerbahçe tutkusunu anlattığı kitabında. ‘Fenerbahçe kocamın yakasını bırak!’ diyen yazarla eşini ve kitabını konuştuk. Kitapta bu kadarı da fazla dedirten olayları okuyunca feministlik damarlarınız kabarabilir, futboldan sonsuza dek soğuyabilirsiniz.Kitabı okuyunca ‘Yok artık bu kadarı da abartı!’ diyor insan. İlgi çeksin, çok sattınız diye mi bu kadar abartarak yazdınız?Hayır. Çevremde o kadar çok kadın aynı durumu yaşıyor ki… Bir dertleşme kitabı oldu. Hiç okunmasa, satılmasa bile bize güzel bir anı olarak kalacak. Bu kitap bizim eve röntgendi. Anlatılanlarda hiç abartı yok. Hepsini bire bir yaşadım. Fenerbahçeli eşi olmayan bunu bilemez. Bunları başkasından duysam ben de katiyen inanmazdım. Ama Fenerbahçe evimin tam göbeğinde. Kitapta azı var fazlası yok inanın.Daha fazlasını tahayyül etmek zor zaten…Örnek vereyim. Oğlum için Galatasaray İlkokulu’nun kurasına gittim. Eşim hiç hoşlanmadı tabii. Sarı kırmızı bir tişörtüm vardı. Baba oğul birlik olmuş paramparça etmişler tişörtü. İbret olsun diye de duvara yapıştırmışlar. Sonra da ikisi birden dua etmişler inşaallah kabul almaz diye.Apandisitiniz patladığı sırada bile bir şey yoktur deyip ciddiye almayan ve maç seyretmeye devam eden bir eşten bahsediyorsunuz. Bu ve buna benzer onlarca hikâyeniz var üstelik. Böyle bir adama nasıl tahammül ediyorsunuz?Aşk… Bu kadar sevmesem katlanabilir miyim? Ama tüm bunların yanı sıra çok eğlenceli bir adam. Bunları tolare eden birçok yönü var. Üslubuna alıştım.Sadece futbol karşılaşmalarında mı böyle peki?Fenerbahçe’nin masa tenisi maçında da aynı muamele… Bu yüzden yalnızca futbol değil, Fenerbahçe kocamın yakasını bırak diyorum.Aziz Yıldırım hapishaneye girdiğinde, Alex de Souza takımdan gönderildiğinde eşinizin yataklara düştüğünden bahsediyorsunuz. Pek inandırıcı gelmiyor kulağa...Her gün tansiyon hapı kullanıyor. O dönem komadan komaya girdi. Şu an bile sakinleştirici ilaç almadan dışarı çıkamıyor.‘Kimle evlendim Allah’ım?’ dediğiniz oldu mu?(Gülüyor) Olmaz mı? En çok da oğlum Kuzey doğduğu zaman… Bebekle tek başına ilgilenmek zordu. Çok yoğun çalışıyordum. Eşim neredeyse hiç yardımcı olmuyordu. Varsa yoksa Fenerbahçe...Eşinizle ilgili örnekleri okurken ‘göbeğini kaşıyan erkek profili’ canlanıyor okuyucunun zihninde. Bu şekilde anlattığınız için kızmadı mı size? Ee öyle ama… Bundan rahatsız değil. Kendisini biliyor sonuçta. ‘Böyleyim napayım, ne gerek vardı bunları anlatmaya?’ dedi sadece.Fazlasıyla abartılmış bir hobi değil mi?Tedavi görmek istemez, çünkü bunun bir hastalık olduğunu düşünmüyor. Koskoca müdürler, yöneticiler böyle. Ayşe Arman’ın kocasını bilmiyor musunuz? Bana da normal geliyor artık. Mesela ben eşime asla ‘Fenerbahçe mi ben mi?’ gibi bir soru soramam. Cevabını biliyorum çünkü.Evlenmeden önce hiç mi fark etmediniz?Biraz fark etmiştim, ama cicim aylarında pek yansıtmadı.Bilseydiniz yine de evlenir miydiniz?Hakikaten düşünürdüm.(gülüşmeler)Evde 7/24 Fenerbahçe TV açıkmış. İşkence değil de ne?Aynen! Bu yüzden Fener ile ilgili her gelişmeden haberdarım. Bütün programlarımı fiksüre göre yapıyorum. Maçın olduğu gün evlilik yıldönümü, doğum günü kutlamak falan hayal… Eşime göre bunlar ertesi gün de kutlanabilir ama maçın telafisi olamaz.Sindirildim diyorsunuz yani…Evet, biraz öyle oldu. Alıştım. Fenerbahçe’nin köleliğinde yaşadığımı kabul ediyorum. Ama öte yandan da o benim hayattaki en iyi arkadaşım. Öyle olmasa bu evlilik devam etmez, böylesine mutlu olmazdık.Ev ve çocuğunuza dair her türlü sorumluluğun kendinizin üstesinden geldiğinizden dert yanıyorsunuz. Bu durum rahatsız etmiyor mu?Oğlum doğana kadar rahatsız ediyordu. Dişe diş savaşıyordum, hem Fenerbahçe hem de eşimle. Ama annelik hayata ve evliliğe bakış açımı çok değiştirdi. Zaten bir fedakarlık yapıyorum hayatımda bunun yanına Fenerbahçe, Ergun de eklenmiş bir önemi kalmadı. Yine bir savaşım var ama bu savaş biraz daha yumuşak, daha anlayışlı, geçiyor.Evinizin kahvehane gibi kullanılmasına ne diyorsunuz?Eskiden çok umursuyordum. Eve bir geliyordum her yer göçüyordu. Minderlerin üzerinde tepinilmiş, her yer leş gibi... Fenerbahçe insanı çok iyi eğitiyor. Buna da alıştım. Mülkiyetçi değilim artık. Hiçbir şeyim olmasa da olur.Sen neymişsin be Fenerbahçe! Hayata dair ne derin sorgulamalar yaptırmış size...(Gülüşmeler) Aynen öyle…Aziz Yıldırım’a da veryansın ediyorsunuz. Kitabınızdan haberdar mı?Etmez miyim? Hem de nasıl… Kendisi her dakika evimizin içinde. Haberi var mıdır bilemiyorum.Aykut Kocaman gitsin kurban keseceğim diye yazmışsınız. Kestiniz mi? (Gülüyor) Kesmedim daha…Nasıl karar verdiniz yazmaya?Oğlum doğduğunda neredeyse bütün sorumluluk benim üzerimdeydi. Çok önemli bir şey olmadığı takdirde eşim kılını kıpırdatmıyordu. Yaşadıklarımı paylaşmam gerektiğini düşündüm.Fenerbahçeli kadın taraftarları da yerden yere vuruyorsunuz...Kıskançlıktan başka bir şey değil.Fenerbahçeli erkeklerle ilgili tespitler yapmışsınız. Birçoğu diğer takım taraftarları için de geçerli değil mi?Diğer takım taraftarları daha entelektüel daha temiz daha düzgün geliyor bana. En azından takımlarını hayatlarının yüzde yüzüne dahil etmiyorlar gibi.Eşinizin bu durumundan dolayı tırnaklarımı yiyorum, saçlarım döküldü diyorsunuz...Saçımın şurasında (gösteriyor) bir saç kıran çıktı, dışarı çıkamıyordum. Çok büyük bir stres yaşamışsın dedi doktor. Kitapta gayet eğlenceli anlatıyorum ama o dönem aslında hiç de anlattığım gibi geçmedi.Önceden hangi takımlıydınız?Hiç söylemeyeyim.Galatarasay?Evet. Eşim beni çok güzel dönüştürdü sağ olsun.Biliyor muydu Galatasaraylı olduğunuzu?Evet, aynı işyerinde çalışıyorduk. Ara sıra gelir bilgisayarımın üzerine Fenerbahçe resimleri çizerdi.Eşinizin babası daha da betermiş...Kayınvalidem, 80 yaşında hâlâ bu çileyi çekiyor.Annenizin evinde sarı kırmızı halı var diye eşinizin ziyaretine gitmediği doğru mu?O halı kaldırılana kadar adımını bile atmadı eve. Mecbur kaldırdılar.

Bakırköylük anılar

$
0
0
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi eski doktorlarından Latif Ruhşat Alpkan, anılarını kitaplaştırdı. Cahili sayıldığımız ve deli, kaçık, meczup ve divane diye yaftaladığımız dünyadan bize haber veriyor. Sahi dışarıda birbirini yiyen bizler daha mı akıllıyız?Deli dedik, deli. Tabii ki yaftaladık. Bize yıllar önce çizilen o katı, sert kalıpların, kolayca sığıverdiğimiz gömleğin bütün ruhlara da uygun düşeceğini zannettik. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren bize altın tepsilerde ikram edilen o şerbeti içiverdik de, her kim teklifi reddederse deli oldular gözümüzde. Biz nasıl ve nedendir bilinmez bu ritüele herkesin itaat etmesini bekledik. Terbiyecilerin bir parmak işaretine kaldı her şey. Deli ile devletli bildiğini işler dedik ama bir bildiği var mıdır aklımıza getirmedik. O kalıplara doğru itelendik durduk. Yaka paça olduk bizimle gelmeyenlerle. Ve yerli yerine koymayı beceremeyince, hep şu nida yer buldu aramızda: “Yemin ediyorum bu adam deli.” Halbuki, Hollandalı seyyah ve filozof Erasmus neden övgüye layık görüyor onu, neden “Kendi doğal halinde bulunan hiçbir varlık bahtsız bir meczup olamaz.” diyordu? Nerede yanlış yaptığımızı kimse söylemesin. Uzatmaya gerek yok sözü, Peygamber’e (sas) de mecnun demediler mi? Biz Fuzuli’den kimleri dinledik? Akla sığıştıramadığımız her türlü muhayyile deli olduğundan, pek çok suiistimale uğramadı mı bu kelime? Nerede öyleyse bu deliler? Bu huniyi de kim koydu kafamıza?Hatıralar sarmış dört bir yanımıUzun yıllar Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde görev yapan psikiyatrist Dr. Latif Ruhşat Alpkan, yazdığı yeni kitabıyla kapalı kapılar ardındaki bu dünyadan manzaralar sunuyor. Küçük hikâyecikler ve anılardan oluşan kitap, Bakırköy Akıl Hastanesi’nden Anılar ismini taşıyor. Dr. Latif Ruhşat’ın günlük sohbet tadında kaleme aldığı öyküler, anılar, tarihe not düşecek anekdotlar, deli diyerek yaftalanan hastaların dünyasından neşeli ve nükteli kesitler sunuyor. 1983 yılında adım attığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde dile kolay tam 32 yıl geçirmiş ve 2011’de başhekim yardımcısı olarak ayrılmış. Hastane’de çalışan doktorlarca çıkarılan Aura adlı dergi için kaleme alınan anılar, tarihi araştırmalar ve izlenimlerini yazan uzman psikiyatrist, filmler, karikatür ve fıkralarda çizilen deli portresinden çok öte bir dünyaya götürüyor okuyucuları. Hikâyenin seyrine ve dalınca onlar mı deli diyebileceğimiz onlarca tatlı anının toplandığı bu kitap, aralarında hastanenin tanınmış konuklarından Neyzen Tevfik, Afife Jale’nin de bulunduğu ve aslında her mahallenin bir ferdi olan divaneleri konu almış.Yarım kalan o heykelBakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, dil müktesebatımıza girmiş büyük bir müessese. Öyle ki “Bakırköy’e yatırmışlar.” dendiği vakit, kişinin hangi hastalıktan muzdarip olduğu bu edebi kelamla anlaşılır. Yeşilçam filmlerinden de aşina olduğumuz gibi Bakırköy denince akla gelen ilk obje elbette hastanenin bahçesindeki havuza nazır Düşünen Adam heykeli. Ünlü heykeltıraş François-Auguste-René Rodin tarafından 1878-79 yıllarında yapılan eserin bir benzeri hastane bahçesine de yapılmış. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi bahçesine düşünen adam heykeli inşa etmek ne kadar iğreti ise, akıllara kazınan o heykelin yapılış hikâyesi de acaip. 1951 yılında hastanenin misafirleri arasında bulunan Bakırköylü heykeltıraş Kemal Künmat tarafından başlanılan heykel, heykeltıraşın inadı yüzünden tamamlanamamış. Askeri taş ocağından binbir güçlükle getirilerek bahçeye konulan mermeri yontmaya başlayan sanatçı, yarıya gelince ben paramı isterim, deyip işini yarıda bırakmış. Ödenek ayrılmadığı için vereceği parası da bulunmayan hastane yönetimi ne yapıp ettiyse ikna edememiş Künmat’ı. Başhekim, bu işin böylece heba olmaması için hastalar arasına haber salmış, ‘İçinizde heykeltıraş var mı?’ diye. Altı ay geçtikten sonra hastaneye psikotik depresyon içindeki bir subay getirilmiş. Yarıda kalan heykelin sağ kolu bu şekilde yapılmış.Binbir halet-i ruhiyeOkuyan Us Yayınları’ndan çıkan Bakırköy Hastanesi’nden Anılar kitabı ayrıca bir doktorun hastalarla nasıl bir ilişki kurduğu noktasında örnek bir portre çiziyor. Öyle ki Dr. Latif Alpkan muayenesi bitmiş ve taburcu ettiği hastalarıyla muhaveresini hiç bitirmemiş. Tedavi süresi bittikten sonra dahi onları kendi ofisine çağırıp dertleşiyor, nabızlarını yokluyormuş. Çekmeceleri hastalarından aldığı kartpostal ve mektuplarla dolu. Kitabın içinde dikkat çeken bir bölüm var ki, neşeli üslubu bir kenara bırakırsak gerçekten düşündürüyor. Girişte yaptığımız teşbihte bir hata olmasın, fakat insanların en ufak bir insani ihtiyacında dahi başkalarına muhtaç olmasının ne büyük bir nimet olduğu ortaya çıkıyor. Bununla beraber kendindeki garip durumları fark edip doktora liste ile sunan, mutat bir şekilde uğrayıp arzularını ileten, neşeli hareketleri ile hastaneye gelip tedaviden sonra somurtan ve taburcu olmayı amaç edinen şairlere kadar onlarca kişi gelmiş geçmiş oradan. Kapsayıcı bir nazar ile bakıldığında İstanbul’un başka bir mahallesi diyebileceğimiz hastaneye, özellikle yazar ve senaristler de gözlem yapmak üzere geliyormuş.Şiir yarışması ve hastanenin şairiHastanenin en kıymetli konukları arasında bir zümre var ki elbette ilk bakışta hemen fark ediliyor: Şairler. Onlar ile dışarıdakiler arasında göz ucu kadar bir mesafe olsa da o mahalle teşrif edip gelmişler. Dr. Latif R. Alpkan’ın onlara karşı hep ayrı bir ilgisi ve düşkünlüğü olmuş. Söz üstatları karşısında önünü iliklemek, boyun bükmek ve saygı göstermek elbette bir erdem. Başta hastane yönetimi olarak, şair hastalar için çeşitli etkinlikler düzenlenmiş. Bunların en başında her baharda düzenlenen şiir yarışmaları. Dertleri, şiire nazıma ayrı usulle döküldüğünü fark eden doktorlar öyle ki onların şiirlerini içeren bir dergi çıkarmış. İçerdeki bu rekabet öylesine artmış ki doktorların isimlerinden akrostiş yapan hastalar çıkmış içlerinden. En güzel şiirleri besteleyip “Düşünen Şarkılar” adında bir müzik albümü bile çıkarmışlar. Hastaneye ait anılar ve çeşitli tarihi vesikalar, bugün hastanenin bahçesindeki müzede sergileniyor.‘Çöpçüler’in sözleri alıntı mı?Erkin Koray’ın 70’li yılları kasıp kavuran ve şimdi bile ilk günkü tazeliğiyle dinlenen kült şarkısı Çöpçüler’i kim bilmez ki? Melodisi ve güftesiyle akıllara yer etmiştir. Dr. Latif Ruhşat Alpkan, kitabın ‘Körolası Çöpçüler’ bölümünde, bu sözlerinin vakti zamanında hastanede kalmış eski bir hastaya ait olabileceğini dile getirmiş. Her bahar hastaların marifetlerini sergiledikleri şiir yarışmalarının düzenlendiğini hatırlatan Dr. Alpkan’ın eline, bu şiirlerin derlenip yayınlandığı ‘İnilti’ adlı bir kitap geçer. Şiirler yayınlanmıştır yayınlanmasına fakat; ne ilginçtir ki şairlerin isimleri yazılmamıştır. Meçhul şairler isimlerinin sadece baş harflerini yazmaya tenezzül etmişlerdir. Çöpçüler şarkısının sözlerini kaleme alan Ali Toprak, bu şarkıyı 1970 yılında yazdığını ifade etmiş. Halbuki kitapta 1963 yılında yazılan bir şiir şöyledir:Aşkımı DüşürmüşümŞarkı söyledim hece hece,Fazla içtim de dün geceCaka yaparken sokaklardaAşkımı düşürmüşümSabahleyin adım adımYolları hep aradımKörolası çöpçüler Aşkımı süpürmüşlerFakat ne zararı varBir kopyası, o kızda varHakkımı ararım yineGider belediye reisineDerim, senin işgüzar çöpçülerAşkımı süpürmüşler.33 B Servisi’nden N.C.Osmanlı devrinde Toptaşı Bimarhanesi avlusundan bir kare. Hastalar gramofon eşliğinde dans ediyorDikiş atölyesinde çalışan hastalar...Hastanenin montaj atölyesinde rehabilitasyon...1980 yılına kadar şartlar oldukça kötüdür. Aşırı yoğunluk nedeniyle hastalar, demir parmaklıklı bakımsız koğuşlarda kalmaktadır.

Nazım’ın ‘sağ’dan görünüşü

$
0
0
Ölümünün üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen Nazım Hikmet, hâlâ Türkiye’deki komünizm düşüncesinin sembol ismi. Edebî şahsiyeti ve politik duruşu; onu, çoklarının kahramanı kıldı. Peki her fırsatta Necip Fazıl’ın karşısına temsilen konan şair, sağ cenahta nasıl yorumlanıyor?Ölümünün 50. yılı olan Nazım Hikmet sadece sol düşünce için değil, Türkiye şiiri için de önemli bir isimdi. Yıldızlaşmasının tek sebebi Türkçeye ve diğer dünya dillerine kazandırılmış olan lirik ve içten dizeleri değildi sadece. Sosyalizm akdi ve kendisini davasına adamışlığıyla sol kökenli grupların idolü haline geldi. Döneminde ve vefatı sonrasında edebiyatını ideolojisine kurban ettiğine dair çok fazla tenkit de aldı. Hatta gereğinden fazla tabulaştırıldığına dair de.. Hal böyleyken Türk sağına göre Nazım nerede duruyor demeden olmazdı. Onun poetikası ve politikası hakkındaki mülahazalarını sağ görüşlü mütefekkirlere sorduk…Hiçbir sanatçı fikirleri nedeniyle yasaklı olmamalıProf. Dr. Alaattin Karaca: “Nazım’ın egemen dil biçimi ve sesi değiştirdiğine kuşku yoktur. Egemen poetik arkın dışında yeni bir şiir getirmiştir. Bu şiir sosyalist ideolojiden beslenir ancak döneminin iktidarının uygarlık anlayışı ve felsefesi göz önüne alındığında Nazım’ın egemen iktidarının felsefesine aykırı, muhalif bir politika izlediğini düşünmüyorum. Onun şiiri Ece Ayhan’ın deyişiyle Kemalistler arasındaki bir iktidar kavgasından başka bir şey değildir. Temelde Nazım da Batıcı, seküler, pozitivist poetika ve politikanın izindedir. Ancak Nazım’ın politik ve poetik tercihler doğrultusunda uzun süre Türk akademilerinin uzağında tutulduğu da bir gerçektir. Gerek yüceltme, gerekse yasaklama nedeniyle Nazım’ın eserlerinin ıskalandığını eser yerine efsanevi bir hayat hikâyesinin dillerde dolaştığını belirtmek isterim. Sonuçta sanatçıların politik ve poetik tercihleri nedeniyle yasaklanmasını da doğru bulmuyorum.”Bugün de edebiyat ideolojik dengeye dayanırAli Ünal: “Türkiye’de sol, sağın değerlerini kabul etmemiştir. Ne Yahya Kemal, ne Sezai Karakoç ne de Necip Fazıl sol cenah tarafından kabul edilmemiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar dahi kabul görmemiştir. Mümin olan aydınların hiçbiri dikkate alınmamıştır. Bugünse Nazım Hikmet’e karşı Müslümanlar itibar ederler. Sol cenah İsmet Özel’i göklere çıkarırken, inancı değiştiğinde silmişlerdir. Necip Fazıl bohem bir hayat sürerken solcular onu anarlardı. Cahit Zarifoğlu sol cenahta anılmaz, Yahya Kemal yahut Peyami Safa’nın da adına rastlamadım. Nazım’ın şiiri çok kuvvetli değildi fakat solun tesirinde yazdığı için kabul görmüştür. Bugün de hâlâ edebiyat ideolojik dengeye dayanır.”Nazım son yüzyılın en önemli Türk şairlerindendirCahit Koytak: “Nazım Hikmet Türk şiirinin son yüzyıldaki en büyük şairlerinden biridir. İnsanlar bunun kıymetini bilsin bilmesin hissedilir bir tesiri var. Elbette başka büyük şairler de var, Nazım da bunlardan biri. Tabii belli bir kesimde tapılma düzeyinde yüceltilmekte ve tapılan her şey anlaşılmadan tapılır hale geliyor. Bazı kesimlerde ise Nazım’dan etkilenildiği ve sevildiği halde görüşler iki kampa ayrıldığı için bu sevgi ifşa edilmiyor. Fakat bu durum sağdaki şairler açısından daha farklı. Onlardan yararlanıldığı halde kıymetleri bilinmezlikten gelinebiliyor, yok sayılabiliyorlar. Ben Nazım Hikmet’i seviyor ve değer veriyorum. Kanatlı Tabut şiirim kendisinin nasıl algılanması gerektiğini, neleri hak ettiğini ifade ediyor.”İdeoloji şiirin lirik muhtevasına zarar verebilirMehmed Niyazi: “Nazım o dönemde Türkiye’yi tehdit eden bir ideolojinin emrindeydi. Nazım binlerce şiir yazmıştır. Tiyatroları vardır. Fakat şiiri ve tiyatrosu ideolojik bir havaya bürünene kadar çok daha kuvvetliydi. Karıma Mektup, Bugün Pazar, Salkım Söğüt gibi şiirleri çok daha lirik bir havada yazılmış olan güzel eserlerindendir. Kendisi bizim cenahtan Necip Fazıl’la kıyaslanır. Fakat fersah fersah farklıdırlar. İki şairi de farklı ele almak gerekir. Nazım şiirini ideolojisinin propagandası yapmıştır. Poetikasını komünizm propagandası yapmak üzere belirlemiştir. Bu durum da şiirini etkilemiştir. Nazım, ‘Das Kapital’in hafızı olmak istiyorum’ diyen bir şairdi. Necip Fazıl da ideolojik şiirler yazmadan evvel daha kuvvetli şiirler yazmıştır. İdeoloji şiirine karıştığında eski şiir havasından ayrılmıştır.”Nazım Türkiye’de komünist, Azerbaycan’da TürkçüydüBeşir Ayvazoğlu: “Nazım Hikmet, hiç şüphesiz büyük bir şair ve cesur bir aydındır; ne itibarının iade edilmesine, ne de naşının Türkiye’ye getirilmesine karşıyım. Ancak onun benimsediği ideolojiye her zaman muhalif olduğumu ifade etmek isterim. Samimi inanmışlığının Sovyetler Birliği’nde sonuna kadar istismar edildiği kanaatindeyim.Rusya’ya ayak basar basmaz peşine takılan eski bir parti arkadaşının kendisini izlemekle görevli olduğunu, diğer Türk arkadaşlarının ya öldürüldüğünü yahut Sibirya’ya sürüldüğünü öğrendikten sonra neler hissettiğini şiirlerinde ne yazık ki anlat(a)mayan Nazım, herkesin birbirini denetlediği, hatta çocukların babalarını, babaların çocuklarını ihbar ettikleri devâsâ bir mahpese düşmüştü. Her şeye rağmen iyi niyetini kaybetmedi. Esasen yapabileceği bir şey yoktu; ‘ideal’ ülke olarak görüp yıllarca türküsünü söylediği, uğrunda hapislerde çürüdüğü Sovyetler Birliği batağından artık çıkması mümkün değildi. Stalin devrinde Türk cumhuriyetlerinde Türk kelimesini kullanmak, Türkiye’yle herhangi bir şekilde ilişki kurmak, Türk dilinin ve tarihinin ortak kaynaklarını araştırmak kesinlikle yasaktı. Fakat Nazım Hikmet doğrusu cesurdu; Bakü’de en yüksek kürsülerden ‘Ben Türküm, siz de Türksünüz! Dilimiz bir, geleneklerimiz bir, milletimiz kardeştir!’ demekten çekinmiyordu. Anar, Nazım’ın bu cesur çıkışlarından söz ederken, ‘O yıllarda Nazım Türkiye için nasıl komünizmin sembolüyse, Azerbaycan için de Türkiye’nin, Türklüğün, Türk kardeşliğinin ve dil birliğimizin sembolüydü.’ diyordu. Azerbaycan halkı ve Azeri aydınları onu sırf bu anlamda kavrıyor, karşılıyor ve bağrına basıyordu. Açıkçası, Türkiye’de komünistlik eden Nazım, Azerbaycan’da Türkçüydü. Bakü’ye ilk defa 1957 yılında Fuzuli için yapılan büyük toplantıya katılmak üzere gitmiş ve istasyonda büyük bir kalabalık tarafından coşkun bir sevgiyle karşılanmıştı.”

Kim bu gençler?

$
0
0
Gezi Parkı’ndaki ağaçlar, apolitik denilen neslin politikaya el atmasına sebep oldu. Aslında iktidar, muhalefet, eski toprak provokatörler, tetikte bekleyen dış güçler, kapitalistler, dostlar eylemde görsün sosyetesi ve tabiî ki Türkiye, yeni bir seçmen kitlesiyle tanıştı. Onların psikolojik sorunları, internet bağımlılığı, tüketim çılgınlığı, Twitter’ı hep konuşuldu, ama siyasi duruşları konuşulmadı.Her şey Taksim’deki Gezi Parkı’nın ağaçlarının sökülmesiyle başladı. Twitter’da ‘Ağaçlar kesiliyor, engel olalım!’ diye konuşulmaya başlamış, üç-beş genç buna engel olmak için parka gitmişti. İnternetten iş makinelerinin görüntüleri paylaşıldıkça, üç-beş katlanarak artmaya başladı. Yüzler bin oldu. Sosyal medyada gündem Gezi Parkı’ndaki ağaçların akıbeti üzerinde yoğunlaştı. “Kıyamet kopsa bile ağaç dikiniz.” hadisi, postmodern çevrecilerin tweetlerine karıştı. Şehir yöneticilerinin, geleneksel basının ve hatta ülke siyasetinde söz sahibi olanların tahmin edemediği bir şey yaşanmaya başladı.Gezi Parkı’ndaki ağaçlar apolitik denilen neslin bir kısmının politikaya el atmasına sebep oldu, “Durun, biz bu ağaçların kesilmesini, buraya AVM yapılmasını istemiyoruz.” İki gün-üç gün, tazyikli sular, biber gazları ve Başbakan’ın yılmaz tavrı, muhalefetin protestolardan nemalanma çalışmaları ve hatta provokatörlere rağmen tavır değişmedi.Aslında iktidar, muhalefet, eski toprak provokatörler, tetikte bekleyen dış güçler, kapitalistler, dostlar eylemde görsün sosyetesi ve tabiî ki Türkiye, yeni bir seçmen kitlesiyle tanıştı. Literatürde bu kitleye Y-Z kuşağı deniyor. Yani 80’lerden sonra doğmuş olanlar. Özellikle de önümüzdeki seçimlerde ilk kez oy kullanacak olan Z kuşağı olarak adlandırılan 1995’ten sonra doğanlar. Hani şu siyaset bilmeyen, siyasetle ilgilenmeyen apolitik olarak görülen kitle, yani gençler. Onların psikolojik sorunları, internet bağımlılığı, tüketim çılgınlığı, doğaya yabancılaşması, kitap okumamaları, Facebook’u, Twitter’ı hep konuşuldu ama siyasi duruşları konuşulmadı. Aslında hep apolitik oldukları söylendi. Ama son olaylar yeni neslin tahmin edildiği gibi olmadığını ortaya koydu.Yeni nesil siyasiler, alışıldık siyasetçi profilinden oldukça farklı.Dijital vatandaş ve seçmenSosyal medya uzmanı ve Linkedin sitesinin Türkiye şefi Ali Rıza Babaoğlan bu kitleyi, ‘dijital vatandaş ve seçmen’ diye adlandırıyor. Bu konuda siyasilere seminerler veren Babaoğlan’ın seminer başlığı olayı özetler nitelikte: “Dijital vatandaş memnuniyeti.” Bu kitle dünyayı televizyondan değil internetten, Android telefonundan takip ediyor. Ulusa seslenişler, grup toplantıları, köşe yazıları değil 140 karakterlik mesajlar, 3 dakikalık videolar, dikkat çekici, güzel veya esprili fotoğraflara itibar ediyorlar. Aslında her şeyi aforizmalarla dolu bir bakış açısıyla değil müstehzi bir yaklaşımla yorumluyor. Kendisine biber gazı sıkan polise, “Biber gazı cildi güzelleştirir.” diye pankart açabiliyor mesela.Fütürist Ufuk Tarhan, onlar için dijital çağın ilk genç mahsulleri diyor. İnternet ekonomisinin üreten ve tüketenleri… Tarhan, bu yeni nesil seçmenin geleneksel kodlarla dijital kodlar arasında sıkıştığını söylüyor. Yeni bir insan modeli, yeni iş, eğitim ve yaşamsal model arayışları içinde olan bu bireyler dünya ile iletişimini daha çok dijital kanallardan yapan “ekran nesli-screenagers” olarak da tanımlanıyor. Tarhan’a göre yeni nesil seçmenin temel düsturları ise şöyle; bireyselliği seven, kendisine müdahaleden hoşlanmayan, fiziksel hareketten pek haz etmeyen, doğa mahrumiyeti çeken bir transformasyon nesli.Siyaset bilimci Savaş Genç, ömürlerinin büyük bir bölümünü dijital ortamlarda geçiren yeni nesil seçmenin siyasi mücadelelerini bile sosyal medya üzerinde verdiğini söylüyor. Peki, bu yeni nesil seçmenin ideolojik bir duruşu veya aidiyet duyduğu bir yapı-düşünce var mı? Çünkü Gezi Parkı protestolarında farklı ekonomik ve sosyal gruptan insan vardı. Sonradan marjinal sol fraksiyondan yapılar ve anamuhalefet partisi protestoları sahiplenmeye çalışsa da başta daha siyaset üstü bir yapı vardı.Doç. Dr. Savaş Genç’in bu soruya cevabı şöyle oluyor: “Kendilerini klasik verilerimizle sınıflandırdığımız ideolojilere ait hissetmiyorlar. En azından büyük çoğunluğu hissetmiyor. Birçoğu hayatında bir kere olsun siyasi bir eser okumamış olabilir. Temel dayanakları bireysel ve toplumsal özgürlükler. Dolayısı ile bu siyasi söylem en azından söylemsel olarak hayatı soldan okuyan akımlara daha yakın bir hareket gibi algılanabilir. Lakin biraz daha yakından baktığınızda ve ekonomik tercihlerini irdelediğinizde en az liberaller kadar piyasaya yakın olduklarını görebilirsiniz.” Gezi Parkı eylemcilerini eleştirenlerin de argümanları bunlar aslında.Avrupa’da yeni nesil seçmenin sloganı ‘kontrolü durdur’Parlamentoların yeni nesil siyasetçileri: korsan vekilYeni nesil seçmeni eski ideolojik düşünce yapılarına, siyasi yaklaşımlara ve hatta sosyal bilim bakış açısına göre okumamak gerekiyor. Nitekim Savaş hocanın anlattığı ve Almanya’da yaşanan bir olay, bu kitlenin mantalitesini ortaya koyuyor ve ileride parlamentoda sıra dışı vekiller göreceğimizin haberini veriyor. Almanya’da mevcut siyasi yapıyı benzer şekilde protesto eden yeni nesil seçmen, Korsan Parti (Piratenpartie) adıyla bir hareket başlattı. Hatta eyalet seçimlerine katıldı, hareketin lideri parlamentoya girdi. Alman basını büyük başarı elde eden gence, “Koalisyon teklifi gelirse sözleşmeye hangi maddeleri koyduracaksınız?” diye sordu. Yanıtı “Hayatımda hiç koalisyon sözleşmesi görmedim, gelsin bakarız!” oldu. Savaş Genç, bu cevabı “Korsan Parti hareketini özetler mahiyette.” diye değerlendiriyor. Yeni nesil seçmenin Avrupa’da geniş bir tabana sahip olduğunu söyleyen Genç, online örgütlenen bu kitlenin son 3 sene içinde farklı ülkelerde yapılan yerel ve genel seçimlerde Korsan Parti fenomeni ile siyasete girdiklerini anlatıyor.Almanya’da yeni seçmenin başlattığı Korsan Parti hareketi parlemantoda.Önceki protest gruplarla mukayese etmemek gerekPeki nedir Korsan Parti? “Hareketin ortak özelliği siyasetçilerinin siyasetten hiç anlamamaları.” diyen Genç, bu soruya şu cevabı veriyor: “Öncelikle online hakları savunan, dijital özgürlüklerin arkasında duran, devlet bürokrasisine ve aşırı dayatmacı, hatta belirleyici devlete karşı çıkan bir hareket.”Aslında Gezi Parkı protestocularının Başbakan’ın üslubundan dolayı daha çok kenetlenmesinin ardında da işte bu “dayatmacı hatta belirleyici devlete karşı çıkan bir hareket” olmaları yatıyor. Muhtemeldir ki bu gençler üzerinde ailelerinin de yaptırım gücü yok. Yani babalarının da sözünü dinlemiyorlar. Zaten Gezi Parkı eylemlerinin temelinde yatan da üç-beş ağacın sökülmesi değil, açıklama yapılmaması, ciddiye alınmamak ve “ben karar verdim, yaptım olacak anlayışı.” Yeni nesil bunları asla kabul etmiyor.İşin ilginç yanı iktidarla böylesi restleşen bu kitlenin muhalefete de papuç bırakmaması. Genç, burada siyasilerle ilgili çarpıcı bir detaya dikkat çekiyor: “İnterneti ve Twitter’ı aktif kullanmayan siyasiler bu kitleyi ezberlerindeki ve geçmişte kalan farklı gruplarla özdeşleştirmeye çalışıyor. Bu yanlış. Kitle yeni bir kitle ve daha önceki protest gruplarla mukayese edilerek politik tercihlerinin okunması çok zor.”Avrupalı gençler Korsan Parti’yi göreve çağırıyor!‘Muhalefetten umudumuz yok, AK Parti bu sorunu sen çözeceksin’Geleneksel siyasi yapı ve siyasetçiler yeni nesil seçmene nasıl ulaşacak? Kadın kolları ve gençlik kolları gibi sosyal medya kolları filan mı kurması gerekecek? Ali Rıza Babaoğlan, her liderin sosyal medya uzmanı danışmanı ve partilerin birimleri olması gerektiğini düşünüyor. Savaş Genç ise web sitesi yapmanın, Twitter hesabı açmanın market karşısına bakkal dükkanı açıp müşteri beklemek gibi bir şey olacağını söylüyor. Hocanın bu tespiti aklımıza “Bu kitle mevcut siyasi yapıdan bağımsız kendilerine has bir oluşum içinde mi olurlar?” sorusunu getiriyor. Genç, Türkiye’de bunun için henüz erken olduğunu ama kaçınılmaz bir tecrübe olacağını söylüyor. Gezi Parkı protestolarının Avrupa’daki benzer protestolardan çok daha fazla ses getirmesini ise şuna bağlıyor: “Türkiye’de hâlâ seküler hassasiyetler ile cuntacılardan endişe duyan iki farklı akımın güçlü bir polarizasyonu içinde hareket ediyoruz. Liderler de her salı grup toplantısında bu korkuları körükleyerek kitlelerini tekrar partisinin etrafında konsolide ediyorlar. Toplum bu oyundan çok sıkıldı. Gezi Parkı bu anlamda bir patlamadır. Muhalefetten umutlu olmayan gençlik dikkatinizi çektiyse sandık talep etmiyor. Dedikleri özetle şu: Muhalif partilerden umudumuzu kestik, AK Parti sorunumuzu sen çözeceksin ve seçmenin olmamamıza rağmen bizden kaçamazsın.”Yeni kanaat önderleri Twitter’da yaşıyorSon olaylarda görüldü ki bu yeni nesil seçmenin kanaat önderleri, alıştığımız kanaat önderlerinden farklı. Yani bir yazar, ünlü bir düşünür veya siyasetçi, kim olduğu tam olarak bilinmeyen Twitter’daki bir fenomen hesap kadar etkili değil insanların üzerinde. Doç. Dr. Savaş Genç, yeni nesil kanaat önderleri için şunları söylüyor: Dijital fenomen haline gelmiş bir Twitter hesabının etkinliği, uzun konuşup didaktik söylemlerle bu nesle kendisini dinletemeyen aktörlerden çok daha fazla. Yazılı basın sürekli tiraj kaybederken onların Twitter’ı etkin kullanabilen genç yazarları, gazetelerin tirajlarının 3-4 katı takipçi sayısına ulaşıyor.

Olayların büyüyeceği tahmin edilmedi

$
0
0
Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Teyfur Erdoğdu, Taksim Gezi Parkı olaylarıyla ilgili çarpıcı tespitlerde bulundu.Eylemin ilk başta samimi olduğunu düşünen Erdoğdu, Başbakan ile ilgili şunları söylüyor: “Birincisi kendisini destekleyen kitle ne kadar, bunu gördü. İkincisi oyların kemikleşmesini sağladı. Üçüncüsü karşı tarafın gücünü görmek istedi. Çünkü bu anketlerle yapılacak bir ölçüm değil. Bu olay kesinlikle AK Parti’ye yarayacak. Eğer Tayyip Erdoğan bu işi planlı yaptıysa…”‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ diyordu eylemciler. Sonra ne oldu Taksim’de?Orada samimiyetle bulunanlar topluluk oluşturdu ama üçüncü gün bu kalabalığın profili değişmeye başladı. Eko-denge ve biyo-politik konusunda hassas insanlardı bunlar. Burada şöyle bir ironi var: Birkaç ağacın korunması için mücadele verilirken aslında insanların doğaya ihaneti olan parkı savunuyorlar. Tabiata ihanetin bir diğer simgesi de AVM’ler. Burada iki kötüden birini seçmek zorundaydı insanlar. Ya park, ya AVM.Fıtrî olan park…Ama biz insanca yaşamayı seçmek zorundayız. Yani her ikisini de değil. İstanbul bugün insanca yaşamanın imkânsız hale geldiği bir şehir. Ormanlar, millî parka, millî parklar şehir parklarına, ağaçlar saksı çiçeklerine dönüştü ve Gezi Parkı bardağı taşıran son damlaydı.Kim vardı Taksim’de?Taksim’de orta burjuva vardı. Çoğu üniversite öğrencisi. En yaşlısı 33 yaşında. Yani 1980 darbesi olduğu zaman doğanlar. İstikrarlı bir dönemden geçen nesil buradaki insanlar.Bu olay Türkiye’de niye bu kadar gündem oldu?Bu olayı tek faille açıklamak zor. Yaşananların aktörleri: Hükümet, halk ama hepsi değil ve uluslararası dengeler. ‘Biz artık kendimizi ifade edebiliriz’ diyen gençlik için aransa bulunmaz bir platform oldu. AK Parti’nin yaptığı, mühendislikten rahatsız olanlar için ses oldu. Dış ve iç kaynaklı provokatörlük yapan gruplar girdi işin içine. Taksim’de öyle abartıldığı kadar kalabalık yoktu ayrıca. En kalabalık 20 bin. Türkiye’de 150 bin kişi vardır en fazla.Polisle çatışmaya giren kimler peki?Çok ilginç tipler var. Özellikle saha tabirini kullanan futbol taraftarları, polisle arası olmayan komünist, anarşist ve sosyalistler. Başbakan’ın politikalarından rahatsız olan mütedeyyin insanlar da vardı ama bunlar hep iç bölgedeydiler. Sıcak temasın olmadığı yerlerde yani.Başbakan’ın üslubu çok tartışıldı. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?Sayın Başbakan böyle bir şeyi denemek istedi. Bunun iç siyaset ve uluslararası boyutları var.Ne elde etmek istedi Başbakan?Birincisi kendisini destekleyen kitle ne kadar, bunu gördü. İkincisi oyların kemikleşmesini sağladı. Üçüncüsü karşı tarafın gücünü görmek istedi. Çünkü bu anketlerle yapılacak bir ölçüm değil. Bu olay kesinlikle AK Parti’ye yarayacak. Eğer Tayyip Erdoğan bu işi planlı yaptıysa, buna kontrollü gerilim stratejisi diyoruz. Bu şudur: Kontrollü bir yangın çıkarırsınız. O yangın karşısında bir tatbikat yaparsınız. İnsanlar ne kadar tepki gösteriyor, onu görürsünüz. Ama hesaplanamayan sonuçlar da oldu.Mesela?II. Abdülhamid ülkeyi modern hale getirdi ama bu dönemde yetişen nesil padişahın karşısında oldu. Türkiye, Özal’dan beri modernizasyona sahne oldu. Son 10 yıldır da AK Parti döneminde bu yenilikler çoğaltıldı. İktidar, Taksim’deki olayın bu kadar büyüyeceğini tahmin etmedi.Nereden biliyorsunuz Başbakan’ın böyle bir politika uyguladığını?Çünkü bu kadar sağduyudan yoksun, analizden uzak, halkın psikolojisini anlamayan bir Başbakan değil. Bu arada Başbakan’a kızılıyor. Ama toplumun geneli otokrat. Yüzyıllardır militer bir eğitimden geçiyoruz toplum olarak. Millî Eğitim 10 senedir bu işi çözemedi. Artık bu meselenin kökten hallolması lazım.Hareket sivil mi?Başta evet… Sonrasında faşistçe uygulamalarda bulundu eylemciler. Polis de olayları kanırttı. Bunu es geçmemek gerek. İktidarın ‘ben bilirim’ci tavrı, insanları sokağa dökmüştür ilk anda. Halka fikri sorulmuyor bu tarz konularda.Köprünün adının Yavuz Sultan Selim olması da tartışıldı.Yine aynı konu… Tayyip Erdoğan’ın bu tavrı dış siyasetle ilgili. Başbakan, Türkiye’yi Ortadoğu’da sesi çıkan bir devlet haline getirdi. Suriye’de değişim olacaksa benim de rolüm olacak dedi Türkiye. Ancak Cenevre Konferansı’nda Suriye’de ne olacağına uluslararası konferans karar verecek. Bu, Türkiye’nin rolünün zayıflaması anlamına geliyor. İran da Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Üçüncü köprünün isminin bu minvalde Yavuz olması kesinlikle rastlantı değil. Çünkü Yavuz, Mısır’a giderken Suriye’yi fetheden, aynı zamanda Şah İsmail’i yenen padişah. Başbakan şu mesajı verdi: Ben hâlâ İslam dünyasının merkeziyim.‘Çapulcu hakaret değil’ diyorsunuz.Aslında Başbakan, bunu hakaret maksadıyla söyledi ama çapul, Moğolca-Tatarca koşan demek. Çapulcu da akıncı demektir.Taksim, Tahrir’e benziyor mu?Alakası yok çünkü Mısır’da sadece başkentte değil ülkenin her yerinde günlerce süren kanlı eylemler oldu. Taksim olsa olsa ABD’deki Wall Street isyanına benzer.

Başbakan, Erbakan’ın hatasını yapmamalı

$
0
0
Gezi Parkı eylemleri evlerde ışıkları yakıp söndürme, sokaklarda tencere tava çalma evresine geçince avukat Ergin Cinmen’i hatırladım. Susurluk’u sorgulama amacıyla düzenlenen “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eyleminin mucidi ve sözcüsüydü.Bu son derece barışcı protestonun enerjisi daha sonra asker tarafından manüple edilmiş ve Refahyol Hükümetinin düşürülmesine zemin olarak kullanılmıştı. Merak ediyordum, hayatını demokrasi mücadelesine adayan Cinmen acaba bugün benzer bir endişe taşıyor muydu? Evet taşıyordu ve bunun panzehiri de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın vaktiyle rahmetli Erbakan’ın yaptığı hataya düşmemesiydi. Erbakan gulu gulu dansı yapıyorlar demişti, Erdoğan da direnişçileri çapulcu olarak görüyordu. Başbakan bir an önce içindeki çocuğu büyütmeliydi.-Sizi 1997’deki “1 dakika karanlık” eylemi sebebiyle hatırladım. Malum Gezi Parkı direnişi sırasında sizin buluşunuz olan bu protesto biçimi tekrarlandı. Kaç yıl sonra yeniden ışıklar yanıp söndü, tencere tavalar çalındı. Bunu tahmin eder miydiniz?-Bu eylem Susurluk’a ilişkin olarak başlamıştı. Sonrasında daha değişik mecralara gitti ama bu ışıkların yanıp sönmesi bir demokrasimetre gibi, daha sonra da devam edebilecek, toplumun belli bir duygu ve düşünceyi ortaya koymak için kullanabileceği bir araç olarak düşünmüştüm.-On altı yıl sonra siz de ışıklarınızı yakıp söndürdünüz mü?-Biz de halkımızı bakıyoruz ve onlar öyle yaptığı için yapıyoruz tabii. Ben halkın reflekslerine inanıyorum. Bütün karar verme merciinde olan insanların da eğer katılımcı demokrasiyi özümsüyorlarsa bu reflekslere dikkat etmesi lazım.-1997’deki eylemleri sonradan Genelkurmay manüple etmişti. Şu anda da öyle bir korkunuz var mı? -Evet, halkın başlattığı, karar verme merciinin olmadığı böylesi geniş eylemlerde bu riskler her zaman vardır. Bu iradi olarak, bir insanın, bir grubun talimatıyla başlamadı. Susurluk’la başlayan “Aydınlık için 1 dakika karanlık” eylemi de böyleydi. Bunlar halk eylemleri. Başında herhangi bir siyasi yapı yok. Bu Türkiye’ye mahsus, Türk halkının bir icadı oldu. Susurluk döneminde başlayıp da arkasından 28 Şubat’a güç veren olaylardan biri olarak değerlendirilmesinin nedeni şu: O sırada biliyorsunuz Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi vardı. Susurluk’un aktörleri Doğru Yol Partisi’nin içinde bulunuyordu. Mehmet Ağar, Sedat Bucak ve diğerleri... Susurluk Refah’a yönelik bir şey değildi. Ama öylesi bir siyasi atmosferde hükümeti bozmamak açısından, Refah Partisi de Doğru Yol Partisi ile beraber haraket edip gulu gulu dansı yapıyorlar diye yaklaştı olaylara. Ne oluyor o zaman? Bu tip eylemlere karşı çıkanlar, karşı eylemlere yöneliyor. Bu arada ordu bunu gerçekten de manipüle etmeye çalıştı.-Güven Erkaya açıkça “1 dakika karanlık eylemini Refahyol’a tepki olarak kullandık” demişti. Sonuçta masum ve haklı istekler postmodern bir darbeye altyapı hazırladı. Günlerdir çalınan tencere tavaların akibeti de böyle bir şeye evrilmek olursa ya?-Sizinle aynı endişeler içindeyim. Ancak bunları gidermenin yolları var. Bunların başında Sayın Başbakanın tavrı var. Eğer gerçekten de olayların istenmeyen yerlere gitmesini önlemek istiyorsanız, üslubunuza dikkat etmeniz lazım. Erbakan’ın vaktiyle yaptığı o hatayı Başbakanın tekrarlamaması lazım. Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Sayın Bülent Arınç’ın, Sayın Nabi Avcı’nın açıklamaları var. Bu eylemleri okumalıyız, anlamalıyız, diyorlar. Sayın Başbakan gibi bunlar dış mihrakların, provakatörlerin, çapulcuların işi demiyorlar. Böyle olduğu düşünülse bile bunun dillendirilmemesi lazım zaten. Bütün aklı başında insanların uyarılarına arğmen Sayın Başbakan bu üsluba devam ediyorsa, insanın aklına bunun kötü yola gitmesini istiyor gibi gelir. Çünkü benim buradan gördüğüm şeyi, o oradan nasıl göremiyor? Çok şaşarım ben buna.-Şu anda 1997 yılının Genelkurmayı yok karşımızda. Olaylar yatışmazsa neler olur?-Çok daha kötü şeyler olabilir diye düşünüyorum ben. Büyük bir vandalizm başlar.Ulusalcı akım tamamen güçlenir. Şu anda bir darbe tehlikesi filan yok. Böylesi bir şey bu hükümet döneminde bertaraf edildi. Çok hayırlı bir iş yapıldı tabii ki. Ama bir sokak faşizmine kayabilir bu iş. Herkes parmağını sokabilir bu işe. Reyhanlı’da yaşadık bunu. O kadar basit ki bu iş. Bu kadar büyük kalabalık. Bir taş atılınca neler oluyor gördük.Şiddetin hiç bir türü kabul edilemez. Ben de kızımla birlikte gittim oraya. Arkadaşlarıyla beraber oturmuşlar, kocaman bir pankart yapmışlar. Vurmadan, kırmadan, yakmadan direneceğiz, diye. Böylesi insanlar da var içlerinde.-Evet ama kurunun yanında yaş da yanıyor. -Kendi içlerinde bir tartışma da var bunların. Yöneten olmadığı için, yukarıda belli bir yapı olmadığı için bunlar yaşanıyor. Bakın, başbakanın onayından geçen akil insanlar topluluğu var, bence önemli şeyler yaptı bu yapı. Bu insanlar birleşip bir çağrıda bulunabilir. Hem başbakana, hem de bu çocuklara. Çok gençler çünkü. Durumu anlatır, herkesi bir itidale çağırırlar. Bu akil insanlar bir deklerasyon yayınlasınlar. Akilliğin zamanı şu anda çünkü. Yoksa nereye gideceği hiçbir şekilde belli olmayacak bir yere geliriz.-Liseliler siyahlar giyinip “Biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye bağrışarak” yürüyor sokaklardan. Aklıma Mussolini’nin siyah gömleklileri geliyor. Bu da büyük bir tehlike değil mi? -Bu kötü bir slogan. Hiçbir şekilde benimsenmemesi gereken bu slogan hep vardı. Şimdi tabii ki bu ajite durum içerisinde, hem de bir üniforma şeklinde baştan söylediğim bu sokak faşizmine doğru gidiyor. Bunun mümkün olduğu kadar kısa süre içerisinde bitirilmesi lazım artık. Amaç hasıl oldu. Gerçekten de bir ses duyuldu. Bir vicdan herkesin duyabileceği şekilde ortaya kondu. Tayyip Erdoğan çok önemli işler yaptı bu memlekette. Ama insanlar kendilerini yeterince ifade edemediler. Medyanın hali ortada, otosansür uygulattırdı onlara. Bir şeyler eksik kaldı. Alkolle ilgili düzenlemeler çok kışkırtıcı tarzda verildi. Biz dindar nesil yaratacağız dendi. Bu toplum bunlara tahammül etmiyor. Tek elbise giymek istemiyor yani.-Gezi Parkı eylemlerinde cumhuriyet mitinglerinin havasını da gördünüz mü?-Ben cumhuriyet mitinglerinin semtine uğramadım. Ama insanların cumhuriyet mitingleri yapma hakları vardır. Bunun bir suçlama olarak getirilmesine son derece karşıyım. Ben Ergenekon’la ilgili soruşturmanın mutlaka yapılması gerektiğini söyleyen, hayatım boyunca militarizm ile kavga eden bir insanım. Cumhuriyet mitinglerine hiç bulaşmam. Ama cumhuriyet mitingleri diye bir suçlamanın Ergenekon’a getirilmesi, bu davaların meşruiyetini bana göre azalttı. Hangi nedenle olursa olsun insanları mitinge çağırabilir. Önemli olan yasalara uymak, kırıp dökmemek, insanları şiddete çağırmamaktır. Yasal olan şeyleri benim düşünceme aykırıdır diye, iktidar da elimdedir diye yasaklamak, insanların seslerini çıkarmasını engellemeler yanlış şeylerdir.-Türk gladyosu son on yılda nasıl evrildi? -Şu anda gladyosal bir faaliyet görünmüyor ama şu var ortada. Yüzde 50 oy almış bir hükümetin Başbakanı diyor ki, benim çalışma ofisim dinlendi. Demek ki gladio tasfiye olmadı. Fakat kimin nasıl dinlediğini kendileri bilecekler. Onlara sormak lazım. Nasıl halledemiyorsunuz? Milli İstihbarat Teşkilatı Taraf yazarlarını sahte isimlerle dinlemiş. Ama başbakan o dinleyenlerin yargılanmasına izin vermiyor. Çok ilginç şeyler yaşıyoruz. Hala Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmadı. Neden bağlanmadı merak ediyorum. Bunları yapmazsak biz, bütün uygar ülkelerde olduğu gibi düzenlemeleri getirmezsek, bu gladyodur şudur budur, derin devleti çözemeyiz.-Aksi takdirde Gezi parkındaki gibi haklı bir talebi de rahatça yönlendirebilir diyorsunuz. -Çok rahat yapabilir o manipülasyonu. Bünye zayıfsa, militarizm ve derin devlet gibi adlarla anılan bu hastalıkla gereği gibi mücadele etmezseniz, her zaman bir tehdit altında kalırsınız zaten. Başbakanın ofisinin dinlenmesi büyük bir olay. Her şey onun emrindeyken hem de. Her iki kişiden birisi ona oy vermiş hem de. Kimse elini tutmuyor.-Polisin uyguladığı şiddetin kaynağı ne? -Bilmiyorum. Sabaha karşı polis parkta oturan çocukların üzerine gaz atıyorsa bir nedeni olması lazım. Birisinin o polise sen git sabah beşte bunların çadırlarını yak, yık demesi lazım. Kim der bunu? Ya başbakan valiye söyler, ya vali emniyet müdürüne söyler. Hiçbir polis bunu kafadan yapmaz. Asıl bunun araştırılması lazım.-Gladyo emniyetin içine sızmış da hükümete rağmen bir şeyler mi oluyor yani?-Çok basit. İstanbul emniyet müdürü ben böyle bir emir vermedim diyecek. İstediği anda bu emri kimin verdiğini bulamaz mı? Bulur. Biz sokaklarda bu işin müsebbiplerini arayacağımıza bu olayı kim başlattı diye bakmamız lazım bizim. Kim yaptı? Polis kendi kafasından mı yaptı? O emri kim verdi? Bunu gazeteciler de soramıyor.-Soran da azarlanıyor. -Herkes haşlanıyor. Birisinin kalkıp haşlama demesi lazım. Bir psikiyatrik durum da yaşanıyor bence. Sayın başbakan sanki olayların onunla alakası yokmuş gibi konuşuyor. Sanki tek başına birileri ona saldırıyormuş gibi hissediyor. Ve devamlı bir savunmada. Çok ilginç bir şey. Ak Parti’nin buna dur demesi lazım. Çünkü kitle psikolojisi bu. Bunun nereye gideceği belli olmaz. Bugün bir bölümüne bakarsınız ne güzel oluyor bu çocuklar dersiniz. Öbür bölümüne bakarsınız ne yapıyor bu çocuklar dersiniz. Öbür tarafa bakarsınız vandalizmin dibine inmiş dersiniz.-Kitlenin bir kenara çekilip ne olduğunu sakince değerlendirmesi mi lazım?-Kim diyecek bunu? Kitlenin başı yok ki. Kitlenin böyle bir organizasyonu yok ki. Kendiliğinden bir olay bu. Onun için akil insanlar belki direksiyonu ellerine alırlar da herkese bir sükunet telkin ederler.-Sizinle 96’daki söyleşimizde mafyayı konuşmuşuz. Mafya kayıp mı oldu, ne oldu? -Bakın bu hükümet bunu da halletti. Çok ilginç bir şey bu. Halletti polis meselesini. Yani mafyadan polisi uzaklaştırdı. Çok iyi bir kadroyu getirdi mafya ile mücadele açısından. Bunların siyasetle arasını kesti. Ve bu iş bitti. Orada ne demiştik biz mafyanın üç tane ayağı vardır. Siyaset vardır, para vardır, kurşun vardır. Siyasi ayağını kestiği anda mafya da bitti. Herhangi bir suç örgütü haline geldi. Rahatlıkla o da hallediliyor. En büyük başarılarından bir tanesi budur. Bildiğimiz o mafya bitti. Onu bunu kurşunlayan, o bu ihalelerine giren, şu anda olsa o ihalelerin biz farkına varmayabiliriz. Ama mutlaka sesi bir yerlerden çıkardı bu işin. Bakın artık bunlar konuşulmuyor Türkiye’de. Bu kadar güzel şeyleri yapan bir yapının, bu kadar basit bir krizi yönetememesi, beni çok şaşırtıyor.-Barış süreci eğer olumlu sonuçlanırsa, “artık Tayyip’i kimse tutamaz” deyip, kendi kirli savaşlarını devam ettirmek isteyenler, bugünkü eylemleri fırsat bilmiş olabilir mi?-Tabii ki olabilir. Zaten şu anda sokakta yürüyenlerin önemli bir bölümü bu Kürt meselesinde bu şekilde olayı çözemezsiniz diyen, barışta istemeyen insanlar var bunların içerisinde. Akil insanların Türkiye’yi dolaşırken bu insanların konferanslarını, konuşmalarını sabote etmek isteyen birçok yapı bugünde sokaklarda. Dediğim gibi koskocaman bir yapı var önümüzde. Bunun içerisinde bilmeyerek bu işlerin içine girenler var. Alet olanlar var. Dikkat etmek lazım. Evde tencere tava dövenler var ya, onların seslerine dikkat etmek lazım. Onlar evdeki insanlar, sokağa çıkmayan insanlar aslında.-Sokağa da çıkıyorlar aslına.-Çıkıyorlar, geliyorlar evlerine. Samimiyetlerinden bahsediyorum ben. Samimiyetlerininkullanılabileceği korkusunu yüreklerinde taşıyorlardır bence. Sayın Başbakanın son basın toplantısı olmasa belki tamam diyeceklerdi. Belki bitmişti. Bu kadar basit bir jestle bitebilir bu iş. Yine bunu sömürmek isteyenler dışarıda kalabilir ama onlar artık çok küçük bir miktar olurlar. Bakın idare mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Biraz hukuktan nasibini alanlar der ki, karara saygı gösteriyoruz. Arınç gösterdi saygıyı. Sayın Başbakan biz orayı Topçu kışlası yapacağız dedi inadına. Mahkeme kararına tahammül edemiyor. Olmaz böyle şey.-Sayın Başbakanın inatçılığını neye bağlıyorsunuz?-Bazı insanlar büyürken içlerinde bir bölüm çocuk kalıyor. O çocuğu büyütemiyorlar. Kendisi büyüyor o çocuk öyle kalıyor. Ben bu durumu başbakanın halinde görüyorum. O Kasımpaşa’nın delikanlısı bir yerde duruyor. O mesela One Minute şeklinde gösteriyor bazen kendini. Kasımpaşa’nın delikanlısı, hiç düşünmeden onu büyük bir safiyet içerisinde söyledi. Ama bu çocuk kalmış kısım, bazen olumsuzlukları da getiriyor. O çocuklar bazen hata da yapıyor.-Sayın Başbakan içindeki o çocuğu büyütemez artık değil mi?-Büyütmesi lazım. Ama o çocuğun farkında olması lazım ilk önce. Benim içimde büyümemiş bir bölüm kalmış diye düşündüğü zaman o çocukla konuşabilir, onu ikna edebilir, yavaş yavaş onu birazcık olsun büyütebilir.-Son söz?-Bu eylem amacına tamamen ulaştı. Bundan sonra devam ettirilirse bu ulaşılan amaç ortadan kalkacak. Çünkü son derecede kötü sonuçlara da neden olabilir. İstenmeyen olaylar meydana gelebilir. Ve insanlar şunu düşünebilir. Ya bunların derdi gezi parkı filan değilmiş. Başka bir şeymiş demeye başlarlar. Bundan sonra zararın neresinden dönülürse kardır.

Muhafazakâr biri aniden ulusalcı oluyorsa orada Bal Tuzağı vardır

$
0
0
Geçmişten bugüne istihbarat örgütlerinin vazgeçilmez unsurunun kadın olduğu biliniyor. Gazeteci Cevheri Güven, Timaş Yayınları’ndan çıkan Bal Tuzağı kitabında siyasî ve ekonomik güce sahip olan kişilerin oyuna nasıl getirildiğini yaşanmış örnekler üzerinden inceliyor.Tarih kitaplarında saraya Çinli prenseslerin alınması ya da Arapların İngiliz kızlarıyla evlendirilmesi tanıdık bir bilgi. Bal Tuzağı bunun çağımızdaki versiyonu mu?Cinsellik kullanılarak istihbarat operasyonları yapılmasına günümüzde Bal Tuzağı deniyor. Bu terim, yöntemin en iyi kullanıcısı olan İsrail istihbaratı tarafından oturtulmuş. Birinci Dünya Savaşı’nda istihbarat örgütlerinde bu işin eğitiminin verildiği merkezler kurulmasıyla temel istihbarat yöntemlerinden biri oldu cinsellik. İkinci Dünya Savaşı sonrasında teknoloji de işin içine girdi. ABD Başkanı, CIA Başkanı, IMF Başkanı gibi en iyi korunan kişilerin bile çökertilebildiği en etkili istihbarat silahı halini aldı.Bal Tuzağı hangi yöntemler doğrultusunda kullanılıyor?Bilgi sızdırmak, kişiyi yönetmek ya da yok etmek için kullanılıyor. Evlilik dışı ilişkileri gizli kameraya alma, yöntemin en kolayı. Hedefin çarpık bir ilişkisi yoksa iş biraz zorlaşıyor. Dikkatini çekme, göz göze gelme, tesadüf görünümlü karşılaşmalar ve ilerleyen samimiyet gibi birkaç aya yayılan farklı yöntemlerden söz edebiliriz. Yasak ilişki görüntülendikten sonra amaç doğrultusunda kullanılıyor. Deşifre ederek kamuoyu gözünde bitirme, şantaj yaparak kişiyi yönetme ya da bilgi sızdırma gibi.Türkiye’de bel altı istihbaratla ilgili geçmiş ve yakın tarihten olaylar neler?Osmanlı’nın duraklama döneminden sonraki yıllarında Acem (İran) güzellerinin paşazadelerin etrafında görülmeye başlaması ilk örneklerden. İsrail’in kuruluşunda eşsiz rolü olan ve tamamen kadınlardan oluşup Bal Tuzağı yöntemini kullanan NİLİ Teşkilatı’nın (Yahudilerin Osmanlı coğrafyasında kurduğu 500’e yakın kadından oluşan ilk istihbarat teşkilatlarından) lideri Sarah Aranson’un Cemal Paşa’yı ele geçirmesi. Ortadoğu’yu karıştıran ünlü İngiliz ajan Lawrance’ın Filistin’e gidebilmesi için gerekli belgeyi Osmanlı yönetiminden almayı başaran kişi Sarah. Cumhuriyet döneminde ise pek çok bakan metresleri üzerinden kurulan tuzaklarla alaşağı edildi. Deniz Baykal ve MHP’nin yönetim kadrosu da benzer Bal Tuzağı operasyonlarıyla tasfiye edildi.28 Şubat sürecinde Fadime Şahin’in kullanılması da böyle bir örnek mi?Kitapta Fadime Şahin olayını ‘Yeşil Lens Operasyonu’ başlığı altında inceledim. 28 Şubat’ın gerilim odağına ‘türban’ oturtulmuştu. Muhafazakâr kesim dâhil toplumu Refah Partisi’nden uzaklaştıran operasyon da türbanlı Fadime Şahin üzerinden yapıldı. Yeşil lens takılı gözlerinden akan yaşlarla tarikat şeyhlerinin kendisini istismar hikâyelerini ekranlarda anlatırken, Çevik Bir’in, Karadayı’nın darbe kokan sert sözlerinden daha derin kamuoyu etkisi oluşturdu o dönem. Yeşil Lens Operasyonu, Aczimendi liderinin Bal Tuzağı’na düşürülmesi değildi sadece. Öncesi ve sonrasına ait medya planlaması yapılmış dev bir projeydi. İstihbaratta kadın kullanımının eşsiz örneğidir.Askerî Casusluk, Türk ordusuna sızma girişimidirDevam eden Askerî Casusluk soruşturmasındaki iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz? İddianamede sizin dikkatinizi çeken farklı ne var?Bölgesel etkisi düşünüldüğünde Türk ordusuna sızma girişimleri olabileceği öngörülebilir bir durum. Lakin İstihbarata Karşı Koyma faaliyetleri kapsamında ne askerî istihbaratın ne de MİT’in yıllar boyu devam eden bu durumdan haberdar olmamaları beni şaşırttı. TSK kadınların yoğun kullanıldığı bir ağ tarafından kevgire dönüştürülmüş. Yakın komşularımızın elinde TSK Kaset Arşivi olduğunu söylesem abartmış olmam.Soruşturmada ele geçirilen 165 bin 386 gizli belge sizce neden toplatıldı? Belgelerin içeriğine dair tahminleriniz neler?İfade ettiğiniz rakam Askerî Casusluk Çetesi’nin ele geçirilen TSK’ya ait gizli içerikli dokümanların sayfa sayısı. Korkunç bir rakam. TSK’dan çıkartabildikleri kadar belge çıkartmışlar. Devletin en mahrem belgeleri Genelkurmay arşivlerinde bulunuyor. Bunlardan bazıları yakın coğrafyamızdaki ülkelere ait, Türkiye’nin o ülkelerdeki örtülü faaliyetlerine ait çok gizli bilgiler içeriyor. Savaş sebebi sayılacak kadar hassas belgeler bunlar. Genelkurmay bu belgelerin iddianamenin ek klasörlerine girmesini istemedi. Devlet aklı bunu gerektiriyordu ve savcılık yargı sürecini etkilemeyecek nitelikte bu tip hatırı sayılır miktarda belgeyi ek klasörlere koymadı.Türkiye’de kimler Bal Tuzağı’nın hedefinde?Siyasi, ekonomik ya da kitleleri yönlendirme gücüne sahipseniz, bir kurumda önemli konumdaysanız, büyük adam olma potansiyeliniz varsa Bal Tuzağı’nın hedefisinizdir. Türkiye’de Özal döneminden beri yükselen muhafazakâr bir kesim var. Anadolu’dan gelen, çevrede yaşarken şimdi merkeze yerleşmekte olan, konumları da ekonomik güçleri de yükselen bir kesim. ABD Başkanı Clinton, CIA Başkanı Petraeus, IMF Başkanı Kahn gibi dünya çapında isimler Bal Tuzağı’ndan korunamıyorken, Türkiye’deki önemli kişilerin kendilerini emniyette hissetmesi büyük hata olur. Türkiye güçleniyor ve bu ivme sürdükçe en temel istihbarat yöntemi olan Bal Tuzağı örneklerinin de ülkemizde artacağını düşünüyorum. Hayatı boyunca muhafazakâr çizgide siyaset yapan biri, aniden ulusalcı çizgiye kayıyorsa orada Bal Tuzağı’nın izi çıkar.Bu tuzaktan korunmak mümkün mü?Evlilik dışı ilişki yaşayan ya da bu tip ilişkiye açık olanların Bal Tuzağı’ndan kurtulma ihtimali sıfır. Hedef haline geldikleri an işleri biter. Bal Tuzağı’ndan korunmanın, yüzde 100 eşe sadakatten başka yolu yok. Suriye krizinden sonra İran istihbaratı Mut’a taktiğini kullanmaya başladıBel altı istihbaratta İran neden üs konumunda?Haham Ari Schavat, Bal Tuzağı’nın Museviliğe aykırı olmadığı hatta Kitab-ı Mukaddes’e dayandığı şeklinde fetva yayınladıktan sonra İsrail istihbaratı elini çok güçlendirdi. Pek çok elemanını bu işte kullanmaya başladı. İran da benzer biçimde mut’a nikâhı üzerinden aynı şeyi yine aynı kolaylıkla yapıyor. Bel altı istihbarat tekniklerinde İsrail’le İran arasında çok güçlü paralellikler var. Arap coğrafyası ve hatta Türkiye’den İran’a gidenler, çeşitli yöntemlerle yaklaşılarak mut’a nikâhına özendiriliyor. İran’ın elinde çok geniş bir kaset arşivi var. Yolu öğrencilik, dil öğrenme ya da ziyaret için İran’a düşenler, İran istihbaratı tarafından asla affedilmez. Hele geleceği parlaksa. İran, ve Suriye’deki oteller, İran istihbaratına çalışır. Suriye istihbaratını tepeden tırnağa İran kurmuş ve organize etmiştir. İran Bal Tuzağı yöntemlerini Suriye’de de çok uzun zamandır uyguluyor. Savaşın başlamasıyla Arap ülkelerinde Suriye direnişine destek vermeyi planlayan güç sahibi kişilerin bu kasetlerle tehdit edildiğini biliyoruz.Mut’a nikâhı hangi koşullarda kılınıyor?Mut’a’nın üç şartı var. Ücretin ve sürenin belirlenmesi, kadının ücretin tamamını peşin alma hakkı, şahit gerektirmeden ikilinin kendi aralarındaki beyanlarıyla kıyılabilmesi şeklinde. İran’ı ziyaret eden bürokratlar ya da siyasiler daha genel anlamda güç sahibi olan ya da olma potansiyeli olan kişilerin yanına İran devlet görevlileri bir şekilde yaklaşır. Birbirinden çok farklı yöntem ve masum görünümlerle mut’a ortamları oluşturulur. İran istihbaratı çok uzun süre Arap liderlere karşı bu yöntemi kullandı. İran istihbaratının bu konuda istihdam ettiği bir kadrosu var.Mut’a nikâhının Türkiye’ye yansımaları oldu mu geçmişte?Türkiye’nin bu anlamda hedef olduğunu ilişkilerimiz ters gitmeye başlayınca fark ettik. Zaten son birkaç aydır İran istihbaratı adına faaliyet gösteren ve ‘mut’a çetesi’ olarak anılan gruplara operasyonlar yaptı emniyet. İran’ın, Türkiye’deki temel istihbarat operasyonu, Sünni kesimi provoke edip devletle karşı karşıya getirmekti. Böylece Türkiye’de muhafazakârların yükselişini engelleyip yanı başındaki Türkiye gibi bir devi kısır çekişmelerin içinde bırakmak. Kritik zamanlarda muhafazakâr kesimin içinden çıkıp ‘Anıtkabir’i yıkacağız, Kemalistleri keseceğiz’ gibi açıklamalar yapıp vesayet rejiminin eline koz verenlerin mut’a kasetleri olduğundan şüphem yok. Suriye krizinden sonra İran istihbaratı taktik değiştirdi. Artık Türkiye’den bilgi sızdırma daha önemli hale geldi. Bal Tuzağı ise en kolay yöntem oldu. Mut’a nikâhını kullanmaya başladı. mut’a Çetesi’ne yapılan son operasyonda ele geçirilen İranlı bir kadınla Türk vatandaşının Mut’a nikâhı görüntüleri çok şeyi izah ediyor.

Cahit Zarifoğlu: Yürek safında bir şair

$
0
0
Türk şiirinin uç beyi Cahit Zarifoğlu’nun aramızdan ayrılalı 26 yıl oluyor. Şiir sesi gün geçtikçe çağlayan Zarifoğlu, eserleriyle yaşamaya devam ediyor. Vefatının sene-i devriyesi vesilesiyle günümüz şairlerine sorduk: “Cahit Zarifoğlu okumaya hangi kitaplarla başlanmalı?”İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu’nun vefatından üç gün sonra kaleme aldığı ‘Şair Öldüren Rejim’ adlı gazete yazısında, “Kendinden sonra yazmaya başlayan genç Müslüman şairlere hangi özellikleriyle yol göstermiş olursa olsun, ondan sonrakiler onda ders alınacak bir taraf bulacaklardır. Hem şiirin kendine mahsus kaliteleri bakımından hem de Müslüman bir şairin dünya hayatındaki temayülleri bakımından.” ifadelerini kullanır. ‘Türk şiirinin uç beyi’ olarak adlandırılan Zarifoğlu, 47 senelik hayatına çok şey sığdırır. Sergüzeşt-i ömrüne şu sözlerle giriş yapar: “1940’ta Ankara’da doğdum. Rahmetli babam hakimdi. Bu vesile ile çocukluğum Güneydoğu’da geçti. İlkokula Siverek’te başladım. Maraş ve Ankara’da bitirdim. Ortaokula ise Kızılcahamam’da başladım, liseyi Maraş’ta tamamladım. Aslen Maraşlıyım.”Cahit Zarifoğlu, edebiyata, özelde şiire -her Türk genci gibi- lise yıllarında ilgi duyar. Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören ve Erdem Bayazıt ile liseden sınıf arkadaşıdır. Bu ekip, daha sonra aylık edebiyat dergisi Mavera’nın da kurucuları arasında yer alacaktır. Hatta ‘Yedi Güzel Adam’, şairin, şiir kitabının da ismi olur ileride. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü zor da olsa bitiren Zarifoğlu’nun şiir sesi bu zamanlarda ortaya çıkmaya başlar. Onu özgün kılansa öykündüğü şairlerin hemen hemen hiç olmamasıdır. Bu iç yolculuğunu şöyle açıklar: “En çok okuduğum şair Cahit Zarifoğlu’dur. Hani etkisinde kaldığım Rilke’den okuduğum şiir sayısı da onu geçmez. Sistemli bir edebiyat okuyucusu olmadım.”Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinde şiirleri yayımlanmaya başlayan Zarifoğlu için şiir bir hayattır. Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisinde de yazı ve şiirleri görülür. 1976’dan sonra ise az önce zikrettiğimiz Mavera dergisi ortaya çıkar. Çeşitli zamanlarda ilkokul öğretmen vekilliği ve Almanca öğretmenliği yapan Zarifoğlu, 1976’dan itibaren TRT Genel Müdürlüğü’nde mütercim sekreter olarak görev yapar. Mavera ve Zaman Gazetesi’nde ‘Okuyucularla’ başlığıyla adeta bir okul vazifesi gören sohbet köşeleri yazar. 1983’te TRT İstanbul Radyosu’nda çalışan Zarifoğlu, bu sıralarda radyo oyunları yazmaya önem verir. “Ne çok acı var” diyen şair, 7 Haziran 1987 senesinde Hakk’ın rahmetine kavuşur.26. vefat yıldönümünde günümüz şairlerinden birkaçına Cahit Zarifoğlu nasıl okunur diye sorduk. Hepsinin cevabı şairin günlüğü ‘Yaşamak’ oldu. Zarifoğlu, edebiyatın hemen her alanında eser vermiş bir yazar. İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller ve Korku ve Yakarış, şiir kitapları. İns adını verdiği hikâye kitabı bulunan şairin çocuklar için yazdığı yedi hikâye kitabı da bulunuyor. Savaş Ritimleri ve Ana adlı iki de romanı bulunan Zarifoğlu’nun deneme kitapları Bir Değirmendir Bu Dünya, Zengin Hayaller Peşinde. Zarifoğlu’nun tek tiyatro eseri ise Sütçü İmam.Rasim Özdenören:Okuyucularla: Yeni çıkan bir kitabıdır. Ben bu eserle Cahit Zarifoğlu okumasına başlanmasını uygun görüyorum. Sebebi de şu: Şiir eleştirisi var. Bu da genel olarak edebiyata bakışını özetler. Bu kitap vasıtasıyla Zarifoğlu’nun zor metinlerine kapı açar.Yaşamak: Hararetle okunmasını tavsiye ettiğim kitabıdır. Yaşamak, Alaaddin Özdenören’in Açılı/Yorum kitabı ile beraber Türkçenin en özgün eserlerinden biridir.Bütün Şiirleri: Cahit Zarifoğlu’nun şiirleri kapalıdır. Okuyucuya zor açılır. Ama ısrarla okunduğunda şiirler, kendini anlatacaktır.Çocuk Kitapları: Yürek Dede ile Padişah, Küçük Şehzade gibi kitapları da mühimdir. Hatta o zaman söylediğimiz söz daha sonra anonim hale geldi: Bunlar, sadece küçük çocuklar için değil, büyük çocuklar için de yazılmış kitaplardır.İhsan Deniz:Yaşamak: Pek âlâ bir ‘şiir kitabı’! Zarifoğlu dünyasının (şiirinin) eşyaya bakışının kapalılığını yer yer koyultan, yer yer açan bir eser. Günlük mü? Evet. Ama şair dikkatinin, hassasiyetinin, hayat algısının, anlam kümelenmelerinin vasat bir ‘günlük’ haznesine sığmayacak denli aştığı/taştığı bir sergilenme biçimi. Şairin gücü.İşaret Çocukları: Bir şairin şiire ‘zirve’den (ya da zirveye yakın bir irtifadan) nasıl başlayabileceğini de gösteren önemli bir şiir toplamı. Zarifoğlu’nun o ‘özel’ dili ve yeteneği bu kitapla parlamıştır. Parmak ısırtacak denli albenilidir.Yedi Güzel Adam: Benim için ‘harika’ bir eser. Daha önce de yazdım: 80’li yılların bir bölümünde söz konusu kitapla yatıp kalkmıştım. Kitabın dokusuna nüfuz etmiş metafizik yönelimi, kapalılıktaki beğeniyi az-çok algılayabilirseniz, “‘Yedi Güzel Adam’ kimdi, kimlerdi, o muydu, bu muydu?” şeklindeki şiirin estetik/ontolojik varlığını hiç ilgilendirmeyen abuk-sabuk sorularla algı dünyanızı yormamış, zihninizi karalamamış olursunuz.Menziller: Metafiziğin, anlam kapalılığının, dile müdahalelerin, sentaks kırılışlarının çoğalan imkânını bulduğumuz bir kitap. Zarifoğlu şiirinin derin yatakları zorladığı bir serüven.Korku ve Yakarış: Şairin uyarılışının sürdüğü ve fakat kimi şiirlerde şairin şiiri uyaramadığı; belki şiir yorgunluğundan, belki bilmediğimiz başka sebeplerden dolayı sarkmaların, firelerin oluştuğu bir son kitap. Yine de sürprizli mısraların ayağa kalkışına tanık olmak, Zarifoğlu okurunu serinletmeye yetecektir.Bünyamin K:Yaşamak: Cahit Zarifoğlu’nun kitaplarını şöyle bir sıralamayla dört beş yıl önce yeniden okumuştum. Birinci sırada Yaşamak adlı kitabı vardı. Günlüklerinden oluşan bir kitap ve Zarifoğlu’nun benim için giriş kapısıdır. Günlük, anı okumayı seviyor olmamın yanı sıra özgün bir anlatımı orada gördüm. Ara sıra açıp okurum; bana çok iyi hitap ettiğini düşünürüm.İns: Bu kitabı çok genç yaşta okumuştum ilkin. Bu kitapla da öykünün farklı bir boyutunu görmüş oldum. Öykü okumaya bu kitapla başlamıştım çünkü.İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam: Şiirlerinin her zaman şiirler arasında özel bir yeri olmuştur. Buna bazı şiirleri için “çok özel bir yer” diyebilirim. Benim şiirlerimin de büyük ölçüde çıkış yeri oldu. Zarifoğlu şiiri benim için temel oluşturdu uzun dönem.Savaş Ritimleri: Arkadaşsız bir lise öğrencisiyken okumaya başlamıştım bunları. Ama esas Bütün Şiirleri’ni ise başucu kitabı yapanlardanım.Ali Ayçil:Yaşamak: Zarifoğlu’nun deneme kitabı ‘Yaşamak’ı okumak, şairin bir insan olarak ruh dünyasını tanımamıza yardım eder. ‘Yaşamak’ Zarifoğlu şiirine açılan düzyazıdan çatılmış bir kapı gibidir. Sonra şiir kitapları yayınlanış sırasıyla okumak en iyisi. Çünkü Zarifoğlu şiirinin zaman içinde hem insanın yeryüzündeki ürperişleri ile kültür ve geleneği meczedişini hem de şairin şiir dilini sarihleştirme arzusunu bu yolla daha iyi kavrayabiliyoruz.İşaret Çocukları: Zarifoğlu’nun kurduğu kendine özgü şiir dilinin ilk örneğidir bu kitap. Çocukluk ve çocuğun evreni bu kitapta önemli bir yer tutar. Hayret makamında konuşur.Yedi Güzel Adam: Cahit Zarifoğlu’nun ‘üst insan’larını resmeder. İşaret Çocukları bir anlamda büyümüş, Yedi Güzel Adam’a dönüşmüştür. Ancak okur bildik bir insan tarifi beklememeli bu kitaptan. Yedi Güzel Adam, belli bir kültürün giysisiyle giydirilmemiş, ademoğlunun şiir yoluyla ideale yakın bir tasviridir.Menziller: Şiirde çıktığı seyr-u sülukun üçüncü aşamasıdır. Menziller’de şair, ilk kitapta anlattığı kendi çocukluğundan çıkıp, ‘çocuğa’ bakmaya başlar.Korku ve Yakarış: Müslüman bir şairin adı konmamış “divanı” gibidir. İlk kitapta başlayan ürpertili dünya yolculuğu bu son kitapta bir hakikat kamaşmasıyla neticelenir. Ki bu yeni bir ürperiş ve başka türden bir korku eşiğidir de.

Bize göre ırkçılık nedir?

$
0
0
Türkiye’de ırkçılık denince akla Batı’da siyahilere uygulanan ayrımcı hareketler geliyor. Oysa Ermeni, Rum ve Yahudilere karşı hakaretler içeren tavırlar, bugün hâlâ hayatımızın bir parçası. Hal böyleyken ırkçılığın tanımının tekrar yapılması şart.Geçtiğimiz hafta gündemin en çok tartışılan konularından biri de milli güreşçi Rıza Kayaalp’in ırkçı ifadeler içeren tweetleriydi. Kayaalp’in Gezi Parkı eylemcileri ve Ermenilere yönelik nefret suçu içeren sözleri çok fazla tepki çekti. Kayaalp, attığı tweetlere rağmen hâlâ Milli Takım’da yer alıyor. Akdeniz müsabakalarında da kafileyi temsilen flamayı taşıyan sporcuydu.Maalesef ırkçılığı hâlâ üzerinden atamamış bir toplumda yaşıyoruz. Birçok kişinin aklına ırkçılık denince sadece siyahîlere karşı uygulanan ayrımcılık gelebiliyor. Çünkü her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ‘Irkçılık nedir?’ sorusunun cevabı sosyo-kültürel kodlarımızla ilgili. Bir Ermeni’ye, Rum’a, Yahudi’ye, Arap’a karşı sarf edilen ırkçı ifadeler birçok yerde olağan hatta takınılması gereken haklı bir tavır olarak algılanabiliyor.Amerika’daki insan hakları hareketi ve Avrupa sömürgelerinin bağımsızlıklarını kazanmasının sonrasında siyahî halkların gösterdiği pasif direniş, tüm dünyanın dikkatlerini ırkçılık sorunsalına çekmişti. Batı’nın gözlüğüyle bakmaya alışık olduğumuz için bugün maalesef ırkçılık denince zihnimizde sadece Batı’da siyahîlere uygulanan ayrımcı uygulamalar canlanıyor. Kendi içimizde farklı olana uygulanan ayrımcılık, hor görme yahut aşağılama ise gerekli bir milli duruş olarak algılanabiliyor. Bu sebeple siyahî bir futbolcuya muz atılması ırkçılık olarak tanımlanabilirken, bir Ermeni’ye hakaret etmek gayet sıradan.Buna rağmen ülkemizde siyahîlere karşı ırkçı bir bakış açısı yok diyemeyiz. Bugün artık çok az sayıda olan siyahî vatandaşların ruhen tecrit altında olması, Osmanlı döneminde bu topraklarda yaşamış olan birçok siyahînin Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra göç etmesi yahut ‘Yalan söylüyorsam Arap olayım.’ deyişinde siyahîlerin hedef alındığı bir aşağılama ifadesinin oluşu, meselenin aslında paspasın altına gizlendiği gösteriyor. Yani bugün siyahîler sayıca fazla olsaydı, Türk asıllı olmayan birçok Türkiyelinin gördüğü ayrılıkçı muamele onlar için de çok daha hissedilir düzeyde olacaktı. Prof. Dr. Bekir Berat Özipek, konuyla ilgili olarak, Türkiye’de ırkçılığa karşı yeterince yaptırım uygulanmadığını ifade ediyor: “Irkçılık, elbette sadece siyahlara yönelik utanç verici ifadelerden veya ayrımcı pratiklerden ibaret değil. Türkiye’de ayrımcılık yasağının gereği gibi uygulandığı da söylenemez. Ama meselenin hukukun ötesinde bir boyutu da var. Bu tür tutumların hukuktan önce ciddi bir ahlaki kınamaya ve yaptırıma tabi tutulması gerek. Özellikle futbolda kulüplerin bu utanç verici ırkçı ifadeleri sergileyen sporcuları korumaması beklenirken onlarda daha çok görmezden gelme eğilimi var. Bu çok üzücü ve düşündürücü.”Prof. Dr. Ferhat Kentel ise Türkiyeli siyahîlere karşı da ayrımcılığın söz konusu olduğunu söylüyor. Dalamanlı siyahî bir öğrencisinin küçük yaşlarda renginin açılması için çamaşır suyu içtiğini anlatan Kentel, bir kız çocuğunun bu raddeye gelmesinde toplumda farklı olana karşı uygulanan tahammülsüzlüğün sebep olduğunu anlatıyor. “Bu memleketten Ermeniler, Rumlar kovuldu, kalanların ağızlarını açmamaları gerektiği dayak-sopa ile öğretildi. İnşa edilen ortalama makbul Türk vatandaş gömleğine herkesi sokabilmek için uygulanmadık baskı kalmadı. İnsanların başörtüleri, dilleri, isimleri, köy, kasaba, dağ, bayır isimleri silindi... Ve yaratılan sonuç ortada: Adında ‘milli’ olan bir kişi ‘ırkçı’ olmayı meziyet sanıyor.”Irkçılık meselesinin travmatik bir durum olduğunu söyleyen Kentel, sözlerine şöyle devam ediyor: “Aslında belki buradaki psikolojik, psikanalitik süreçleri de düşünmek ve bu ‘milli’yi anlamak gerekiyor. Bu makbul ‘millilik’ herkeste o kadar çok nefret edilecek unsur buldu ki, bir müddet sonra, herkes hem kendisinden hem de başkasından nefret etti. Bu ‘milli’ kişilik inşasından, annesi başörtülü olmasına rağmen başörtülülerden nefret edenler; annesi Ermeni olmasına rağmen Ermenilerden nefret edenler; annesinin (ya da babasının, dedesinin) dili Kürtçe ya da Çerkesçe olmasına rağmen anadil talebinde bulunanlardan nefret eden travmatik insancıklar çıktı. Yani tam da kendi içinde var olan ve çok korktuğu ‘ötekiliği’ saklamak için başkasından nefret etmeyi öğrendi bu insanlar.” Günümüzde ırkçılık algısı ile ilgili olarak ezber bozan gelişmeler yaşanıyor olsa da, neredeyse patolojik olarak nitelenebilecek durumları hâlâ gözlemleyebiliyoruz. Milli güreşçinin işlediği nefret suçu bu duruma örnek sayılabilir.Halk deyişlerimize yerleşmişSon yıllarda azınlıklara karşı güdülen önyargı her ne kadar geçmişe nispeten azalmış olsa da ‘öteki’ olan hâlâ dışarıdan, hâlâ buraya ait değil, hâlâ dış mihrak. Taksi şoförlerinin ‘Ben Ermeni’yim’ diyen kişilere ‘Aman abi estağfurullah’ diyerek cevap verdiği, değil sadece Türkçe konuşmak, farklı yörelerin ağzıyla konuşan insanlara karşı dahi ayrımcılığın yapıldığı bir ülke burası. Öyle ki halk deyişlerine kadar yerleşmiş birçok ırkçı ifade bugün hâlâ normal deyişlermişçesine kullanılabiliyor. ‘Ermeni dölü/Ermeni tohumu, Rum dölü/Rum tohumu, Ermeni gelini gibi (kırıtmak), Erindiğinden Ermeni’ye dayı demek, Arap olayım, Çıfıt (Yahudileri aşağılamak için kullanılan bir kelime) çarşısı gibi, gavur ölüsü gibi’ deyişler dilimize yerleşmiş ayrımcı deyişlerden sadece birkaçı.

Radyoyu arayıp ‘çalmayacaksınız o şarkıyı’ diyorlar

$
0
0
Sekiz yıldır müzik piyasasında olan Özgün, yeni single’ı ‘Tatil’le yaza merhaba dedi. Bir enstrümanı çalabiliyorum demek için ona hakim olmak gerektiğini söyleyen sanatçıyla müzik kariyerini ve evliliğini konuştuk.İlk albümünüz ‘Elveda’yla büyük bir çıkış yakaladınız. Sizin için sürpriz miydi?Çok sevilmişti o albüm. En iyi çıkış, en iyi video gibi 40’tan fazla ödül aldım. Daha güzeli, o albümdeki şarkılar, aradan yedi yıl geçmesine rağmen o dönem yeni doğmuş çocukların dilinde şimdi.Pop’un kalıcılığı da mümkün yani…Tabii. Dönemin popüler sözcüklerini içeren şarkılar çabuk tüketilse de sanıyorum günceli barındırmayan slow şarkıların kalıcılığı yakalama şansı daha fazla.‘Elveda’yla kazandığınız dinleyici kitlesini sonraki albümlerde koruyabildiğinizi düşünüyor musunuz? İnternette pek çok şarkınıza ‘Neden bu kadar az dinleniyor?’ gibi yorumlar var.O rakamların hepsi gerçekçi değil, çok rahat yükseltilebiliyor. Diğer taraftan her şarkımın milyonlarca kez dinlenmesi de mümkün değil tabii ama bugüne kadar klip çektiğim şarkıların hemen hepsi radyo ve televizyonlarda ilk üçü gördü. Hak ettiğim ilgiyi gördüğümü düşünüyorum. Benim asıl üzüldüğüm, o dinlenmelerin telifini alamıyor olmam.Üçüncü single’ını çıkaran biri olarak albüm kültürünün yerini artık tek parçalık dijital işlere bıraktığını düşünüyor musunuz?Teknoloji pek çok kültürü yok ediyor ama CD zaten kötü bir format. Dünyanın parasını verip müzik yapıyoruz, insanlar müzik diye kötü kalitede şeyler dinliyor. Plaklara dönülmesi taraftarıyım aslında. Yeni nesil karar verecek tabii ne olacağına. Arz-talep meselesi sonuçta.Cumhuriyet Senfoni Orkestrası’nda kadro açılmadığı için pop müziğe yöneldiğiniz doğru mu?Doğru. 4-5 sene kadar kadro sınavı açılsın diye bekledim ama açılmadı. Gece çalışmalarım da hızlanmıştı o sıralar ve önüme albüm yapma fırsatı çıkınca değerlendirmek istedim. O yıllarda kadro açılsa, pop müzik yapıyor olmazdım şimdi.Senfoni orkestralarıyla pop konserleri de veriyorsunuz ama bir taraftan…Ülkede ve dünyada pek çok örneği var bu konserlerin ama bunu en çok hak eden adam benim diye düşündüm. Konservatuvar eğitimi aldım. Yıllardır pop müzikle ilgileniyorum. TRT’den teklif gelince de Eskişehir Senfoni Orkestrası’yla öyle bir konser verme fırsatım oldu. Sonrasında da Bursa Senfoni Orkestrası’yla…İlgi nasıldı?Çok iyiydi… 4-5 saatte bin 800 bilet sattık. Bu konserlerin DVD’sini çıkarmayı düşünüyorum hatta ileride.Müziğinizde Yunan tınıları var. Bilinçli bir tercih mi?Üç şarkımın bestesi Yunan müzisyenlere ait. Ama buzukiyi sevdiğim için sık kullanıyorum şarkılarımda, onun da etkisi olabilir. Balkanlar’da da dinleniyorum ayrıca. İki şarkımın Bulgarca versiyonu yapıldı. Öyle bir alışverişimiz var. Ortak işlere de imza atabiliriz.Enstrümanlarla aranız nasıl?Bir enstrümanı çalabiliyorum demek için ona hâkim olmak lazım. Viyolacıyım ben, onu çok iyi çalabiliyorum. Piyano ve gitar da çalarım. Nota bilmeden müzikten ekmek yiyenler çok ama. Okumuş müzisyenleri parmakla gösteriyorlar üstelik. Ameliyat yapan birinin tıp eğitimi almasına şaşırmak kadar saçma bir şey bu.Şarkılarınızın tribünlere seslenen bir yanı var. ‘İstiklal’i milli takıma uyarladınız mesela.Evet ama milli takım bir şey yapamadı o dönem, elendi. Biz de yaptığımız şarkıyla kaldık.Hem Fenerliler hem Galatasaraylılar kızdıSon albümdeki ‘şike’ şarkısı da Fenerlileri gücendirdi galiba.Şike herkesi gücendirdi. Radyoları arayıp ‘çalmayacaksınız o şarkıyı’ diyenler bile oluyormuş. Fenerliler üzerlerine alındı. Şarkıda ‘1, 2, 3 yetmez 4, 5, 6 olsun’ lafına da Galatasaraylılar gücendi ‘6-0’ olayından dolayı. Ama ben Beşiktaş’ın ‘Metin, Ali, Feyyaz’ tezahüratından esinlenerek yapmıştım, beklediğim sempatiyi görmedi. Bahsettiğim, gündeme bağlı, kolay tüketilebilir şarkılardandı.Bazı kliplerinizde ciddi ciddi rol kesiyorsunuz. Oyunculuk teklifi aldınız mı?Bir dönem geldi ama tüm popçulara gidiyordu zaten. Öyle bir trend vardı. Kamera karşısında rahat olamadığım için geri çevirdim. Klip sayısı arttıkça kameraya da alıştım. Dizi zor olur belki ama bir filmde oynamak isterim. Kalıcı bir iş olur. Evlilik, kariyeri öldürür sanıyorlarGeçen yıl evlendiniz. Bir pop şarkıcısının genç yaşta evlenmesi pek alışık olduğumuz bir durum değil.Hiçbir zaman magazin programlarıyla gündeme gelmemiştim. Ama yine de beklenmeyen bir durum.Şarkılarınızdan alınan elektrik yüzünden insanlar evliliği konduramıyor olabilir mi size?Olabilir. Bir de insanlarda evlilik müzik kariyerini bitirecek ya da insan evlenince inzivaya çekilecek gibi bir algı var ama kendi mutluluğum en önemlisiydi. Sevdiğim insanla ailelerden habersiz yaşamak istemedim. Bazen plak şirketleri evlenmek isteyen şarkıcılara sorun çıkarıyor, öyle bir şey de gelmedi başıma. Bekar popçu arkadaşlara da tavsiye ediyorum hatta, hayatları düzene girer. Dinleyicilerinin azalacağı gibi bir kaygıları da olmasın bence.Son klipte yüzük çıkmış ama parmaktan…(Gülüyor) Tatil şarkısındaki adam daha evlenmemiş, düğünü yapıp tatile çıkmayı planlayan bir adam diye çıkardım yüzüğü. Başka bir niyetle değil.

Issız istasyonların, yalnız bekçileri

$
0
0
Dağların arasında ilerleyen uzun ince tren yollarının yalnız adamları onlar. Bir zamanlar sevinçlere, hasretliklere tanık olan ara istasyonlar, artık sessiz. Ne geleni var ne de gideni...Son yıllarda ekonomik kaygılarla boşalan köyler, trenlerin ara istasyonlarını da yalnızlığın kollarına bırakmış. Bazılarının kapısına kilit vurulmuş, bazılarında sadece bir memur var. Sinyalizasyon sistemlerinin gelişmesiyle insanların yerini teknolojik aletler almış. Daha önce yüzlerce yolcuya bilet kesen gişeler kepenklerini indirmiş. Yalnız duraklarda çalışan hareket memurları, artık özleyenleri değil, trenleri buluşturuyor.Yalnızlıktan bunalan istasyon memurları, trenlerin gelişlerini iple çekiyor. Her şey tren saatine göre ayarlanıyor. Duran trenlerden makinistler iniyor. Belki bir çift laf edilir diye çaylar demleniyor, lakin sohbetin tadına varamadan hareket saati gelip çatıyor. Sohbet gibi çaylar da yarım kalıyor. Yolcu yolunda gerek... İyi temennilerle makinistler uğurlanıyor. Sonrası yine yalnızlık. İstasyonlarda onları terk etmeyen sadık yoldaşları da var elbette. Kediler, köpekler memurların can yoldaşı olmuş. Gün içinde şehirden gelen trenlerden nevale istenince onlarınki ayrı oluyor. İstasyon memurları, gözü gibi bakıyor can yoldaşlarına. Kolay değil, kalabalıkların arasında yalnızlık onlarınki. Her gün gelip geçen yüzlerce yolcunun arasında bir başınalar. Kâğıt kaleme sarılıp, dertlerini kâğıda anlatanlar da var. Çoğu kendine göre bir uğraş buluyor nöbet bitene kadar.

Kimse bağımlı olmak istemez ama...

$
0
0
İnsanın en tuhaf davranışlarından biri, kendisine zarar veren şeyi yapmaktaki ısrarıdır ve her türden uyuşturucu madde kullanımı da bunun başında gelir.Türkiye'de alkol ve madde bağımlılığı konusunda saygın psikiyatristlerden olan değerli dostum Prof. İlhan Yargıç ile uzun bir söyleşi yaptım ve şu sorunun cevabını aradım: İnsan nasıl oluyor da kendine zarar verdiğini bildiği halde alkol ve madde kullanımını sürdürebiliyor? Bu sorunun cevabını hep önemsedim, çünkü bu cevap bir açıdan insanı tanımaya götürüyor bizi.Muhtemelen çok sık duyduğun bir soruyla başlasam: Madde kullanımının sebepleri nelerdir?Bir maddeyi ilk denemek, zaman zaman kullanmak ve kullanmayı sıklaştırıp vazgeçemez hale gelmek farklı evrelerdir ve hepsinin nedenleri ayrıdır. Sebepler ve kolaylaştırıcı faktörler genellikle birbirine karıştırılır. Örneğin kötü bir çocukluk geçirmek uyuşturucu kullanmanın sebebi değildir, sadece uyuşturucu kullanma riskini artıran bir faktördür.Nedenler ile kolaylaştırıcı faktörleri ayırmak hangi açıdan önemli?Risk faktörlerini “sebep” zannetmek determinist bir bakış açısıdır ve çaresizlik duygusuna neden olur. Belli sebepler hep aynı sonucu doğurmaz, çünkü her zaman sonucu etkileyen pek çok faktör vardır. Bu nedenle sebeplerden söz etmek yerine kolaylaştırıcı faktörlerden söz etmek daha doğrudur.Ben yine de sebep istiyorum senden.Aslında bağımlılığın tek sebebi, maddeyi kullanmaktır. Bunun dışında kalanların hepsi kolaylaştırıcı faktördür. Bir maddeyi kullanmazsanız bağımlı olmazsınız. Ama kullanmaya devam ederseniz ve belli kolaylaştırıcı faktörlere de sahipseniz bağımlı olursunuz.Örneğin verem hastalığının sebebi tüberküloz mikrobudur. Ama bu mikrobu her alanda verem hastalığı gelişmez. Vücut direnci, beslenme durumu, hijyen koşulları vb çeşitli faktörler, sonucu belirlemede etkilidir. Bağımlılık hastalığının tek sebebi de alkol ve maddelerdir. İlk denemeden başlasak, ne dersin?İlk deneme hemen her zaman meraktan kaynaklanır. Pozitif bir şeyler hissetme beklentisiyle yapılır. Hiç kimse herhangi bir maddeyi bağımlı olmak için denemez. İleriyi çok fazla düşünmeden dürtüsel olarak bunu yapar. Bunu yaparken “bana bir şey olmaz” diye düşünür. Kişi, kendisi farkında olmasa da şöyle bir varsayım içindedir: Şimdiye kadar bunu kullanıp bağımlı olanlar benden daha düşük zekaya, akla, bilgiye, iradeye vs sahipti ve ben onların hepsinden üstünüm. Oysa ki bu varsayımın doğru olmadığı ortadadır.Maddeye ulaşabilir olmak da önemlidir. Eğer bir uyuşturucu o sosyal çevrede kullanılıyorsa, o çevrede yetişen kişi için bu maddenin kullanılması makul ve mümkün gözükür. Örneğin ilkokula giden bir çocuğun kendi okulunda sigara içen çocukların olması kendisinin de sigara içebileceği düşüncesini uyandırır. Bir şeyi mümkün telakki etmek onu yapmaya giden ön adımdır. Maddenin ilk denenmesi…İlk deneme genellikle gençlikte gerçekleşir. Doğumundan itibaren anne ve babaya bağımlı olan çocuk, ergenlikte özerkleşmeye çalışır, arkadaşlarına bağlanır ve onların baskısına açık hale gelir. Çok önemi bir nokta, gençlikte risklerin daha kolay alınmasıdır. Çevreyi etkileme ve kendini ispatlama çabasının yanında hormonal değişiklikler de bunda etkilidir. Gelecek ve gelecekte olabilecek riskler çok uzak görülür.Her genç kendine zarar verici maddeyi denemiyor amaİlk denemenin gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi kişinin sahip olduğu değerlere, bu da yetmez, bu değerlere bağlılığının gücüne de bağlıdır. Özellikle bir çocuk ya da gençte, erişkinden farklı olarak, bu hususların kolayca erozyona uğrayabileceğini ya da değişebileceğini de unutmamak gerekir. Sosyal etkileşim ve baskı da bunu kolaylaştırır. Akranlarının sigara içtiği bir ortamda sigara içmediği için “süt çocuğu” diye dalga geçilmek, bir genç için ileride kanser olmaktan çok daha korkunçtur. Ellili yaşlar 15 yaşındaki bir genç için çok uzaktır. Gençler ve olgunlaşamayan erişkinler genellikle ileriden çok o anı önemserler.Madde kullanımını kolaylaştırıcı başka nelerden bahsedebiliriz?Aile ile ilişkili bazı olumsuzluklar gencin madde kullanmasını kolaylaştırır. Ebeveyn desteğinin az olması, ebeveynin alkol ya da madde kullanımı, gencin alkol kullanımına izin veren fazla toleranslı bir tutum içinde olmaları, ebeveyn çocuk ilişkisinin kalitesi, tutarsız disiplin (anne ve babadan birinin yasakladığına diğerinin izin vermesi) ya da ebeveynin çocuğun aktivitelerine ilgisizliği, başarının ödüllendirilmeyişi, suçluluk duygusu uyandırmanın eğitim metodu olarak kullanılması, çevrenin gerçekçi olmayan beklentileri (çok başarı beklenmesi ve bu nedenle mevcut başarının takdir edilmeyişi gibi), çocuğun okuldan sonra kendine bakması gibi faktörler bunlardandır.Yaşam stresleri, madde kullanan arkadaş grupları içinde olmak, okul döneminde çalışmak zorunda kalmak, göç yaşamak, cinsel ya da fiziksel taciz yaşamak da madde kullanmayı kolaylaştıran sosyal faktörlerdendir. Kaybedecek fazla bir şeyi olmadığını hisseden bir insan daha kolay madde kullanabilir. Bu nedenle okulda başarısız olmak, işsizlik, düşük sosyoekonomik düzey gibi faktörler de önemlidir.Çeşitli kişilik özellikleri de madde kullanmayı kolaylaştırıyor diyebilir miyiz?İçe dönük ya da çekingen kişiler kendilerini rahat ifade edebilmek için kullanabilirler. Fazla dışa dönük ve kolay risk alan, hayatta her şeyi bir kere deneme felsefesiyle yaşayan kişiler de buna yatkındır. Kendine hakim olmakta zorluk çeken, stresle baş etmede zorlanan, başkalarının fikirlerine fazla değer veren, agresif yapıda, heyecanlı, dürtüsel ya da kötümser kişilik yapıları da risk oluşturur. Sosyal değerlere yabancı ve asi kişiler de buna yatkındır.Peki, ilk kullanımdan sonraki süreç nasıl işliyor?İlk kullanım gerçekleştiğinde iki ihtimal vardır. Ya kişi o maddenin etkisini beğenmez ya da çok hoşuna gider. Bunu belirleyen en önemli faktör kişinin bünyesi yani biyolojik faktörlerdir. Kişi beğenmemişse genellikle tekrar kullanmaz. Bazen sosyal etki ya da kişinin beklentileri sonucu tekrar deneme olabilir. Ancak etki olumsuzsa kullanma davranışı bir süre sonra söner. Risk faktörlerine sahip kişiler farklı maddeleri deneyebilir ve bunlardan biri ya da birkaçı o kişide pozitif etkiler uyandırabilir.Pozitif etki derken sanırım maddeden keyif almayı kastediyorsun?Evet, doğru. Denediği maddeden keyif alan kişi doğal olarak bu keyfi tekrar yaşamak ister. Bağımlılık yapıcı bütün maddeler aynı zamanda keyif vericidir.Madde bağımlılığı demek bir bakıma keyif, haz bağımlılığı demek desek, sanırım yanlış bir şey söylemiş olmayızBaşlangıç itibarıyla bu tamamen doğru. Kişi, keyif aldığı için kullanma arzusu duyar ve isteyerek yaptığı için de bunu kendi tercihi olarak görür. Ama aynı hazzı almak için bir süre sonra miktarı ve sıklığı artırır. Bu kişiler hazzın ya da argo tabiriyle kafanın peşinde koşar hale gelirler. Zaten baştan itibaren hazzın peşinde koşmaya eğilimli kişiler daha kolay bağımlı olurlar. Keyif verici maddelerin beyni etkileme biçimleri nasıl oluyor peki?Bu maddeler, biyolojik olarak beyindeki ödül sisteminde aktivite artışına neden olurlar. Ödül sistemi, orta beyin bölgesinde yer alan çeşitli merkezler arasında uzanan ve dopamin salgılayan sinir hücrelerinden oluşur. Bu sistem, hayatımızı ve neslimizi devam ettirmeye yarayan şeyleri yapmamız için dürtü ve motivasyon verir. Yemek, içmek ve cinsellik doğal ödüllerdir. Canlılar bu davranışları yaptıklarında doyum ve keyif alırlar. Bu nedenle de bu davranışları tekrarlamak için doğal bir istek hissederler. Bu davranışların içine keyif ve doyum şeklinde adeta küçük birer ücret konmuştur. Sevdiğimiz bir yemeğe duyduğumuz istek, açlık duygusundan farklı bir şeydir. Sevdiğimiz, lezzetiyle bize haz veren bir yiyeceği tok olsak da arzulayabilir ve yiyebiliriz.Aç olduğumuzda yemeğe duyduğumuz arzuyla tok olduğumuz halde sevdiğimiz bir yiyeceğe -ki buna bilişsel terapilerde yalancı iştah deniyor- duyduğumuz arzunun beyindeki karşılığında bir fark var mı?Evet bu iki şey beyinde farklı sistemlerle idare ediliyorlar. Birincisi yani gerçek fiziksel açlık mecburi bir durum, ikincisiyse yani arzulama yönetilebilir bir dürtü. Yani kişi hiç yemek yemeden yaşayamaz ama karnı tok olsa da yemeye karşı duyduğu arzuyu geri çevirebilir çünkü zararlı olduğunu bilir. İnsanla hayvan arasında bu beyin bölgesinin işleyişi arasında nasıl bir fark var?Yumuşakçalardan insanlara kadar bütün canlılarda var olan bu beyin bölgesi aynı zamanda hayvani duygu ve dürtülerimizi temsil eder. Haz prensibiyle çalışan bu beyin bölgesi, daha üst kısımda yer alan ve sadece insanda gelişmiş olan frontal korteks dediğimiz beyin bölgeleri tarafından baskılanır. Hayvanlar haz prensibiyle hareket ederken, insanlar sonuçlarını değerlendirerek bu dürtüleri doyuma ulaştırmayı geciktirebilir ve bunu uygun şekillerde yapabilirler. Bağımlılık yapabilen her madde, bu beyin bölgesini uyararak kendisini oraya kodlar ve bir bilgisayar virüsünün bilgisayarın programını değiştirmesi gibi bazı biyolojik değişikliklere neden olur. Bundan sonra kişi kendisine keyif veren maddeyi, yemek ya da cinsellik gibi arzulamaya başlar.Kişinin keyif veren maddeye duyduğu istek ve arzuyla yemek ve cinselliğe duyduğu istek ve arzu arasındaki en temel fark nedir diye sorsam?En büyük fark, keyif verici maddelere duyulan arzu ve isteğin doğuştan gelen doğal bir istek olmaması, bir ihtiyaçtan kaynaklanmamasıdır. Mesela, hiç sigara içmeyen bir insanda sigaraya karşı arzu olamaz, çünkü sigara içmek bir ihtiyaç değildir. Burada arzu ile özenmeyi karıştırmamak gerekir. Sigara tiryakisindeki sigara arzusu, en başta olmayan ama sigara içmenin sonucu bu ödül sisteminin suiistimal edilmesiyle ortaya çıkan bir duygudur.Dolayısıyla “Ben bağımlı değilim, canım istediği için içiyorum” söylemi manasızdır.Kesinlikle öyle. Zaten bağımlılık kişinin, kendisine zarar vereceğini bildiği bir şeye karşı istek duymasıdır. Bağımlılık yapan bütün maddeler beyinde yer alan ve maddi var oluşun devamı için gerekli bu temel mekanizmayı bozarak etki ederler. Doğal ödüllerden çok daha güçlü bir şekilde bu uyarıyı yaptıkları için çok daha güçlü bir dürtüye yol açarlar. Örneğin Ramazan'da oruç tutan bir kişi yiyeceklere karşı bir arzu duymaktan katbekat daha fazla sigara içmeyi arzulayabilir. Diğer maddelerin yaptığı etki buna kıyas edilebilir.Bu güçlü uyarı, alt beyinden davranışın gerçekleşmesi yönünde bir bombardımana neden olur ve aklı ve muhakemeyi temsil eden üst beyin bunun karşısında yetersiz kalır. Üstelik bu maddeler yine biyolojik yollarla üst beyin işlevlerini de zayıflatırlar. Artık o kişide muhakeme, tercih, sonuçları tartma gibi melekeler bozulur. Bu nedenledir ki bir sigara tiryakisi “Ölümüm bundan olsun, keyif aldığım bir tek bu var.” diyebilmektedir.Bağımlılık yapan bu maddeler beyni o kadar güçlü uyarırlar ki bir süre sonra kişi onlar olmadan başka şeylerden keyif alamaz olur. Örneğin sigara tiryakisi kahvenin yanında mutlaka sigara içmek de ister.Keyif etkisi ilelebet devam etmez elbetteEvet, etmez çünkü beyin uyum gösterme özelliğine sahiptir. Devreye giren birtakım biyolojik mekanizmalar sonucu maddelerin neden olduğu etki bir süre sonra azalır yani etkiye tolerans gelişir ve kişi aynı keyfi alabilmek için miktarı gittikçe artırmak zorunda kalır. Yine bu mekanizmaların etkisiyle maddenin kullanılmadığı zamanlarda kişi kendisini keyifsiz hissetmeye başlar, buna da biz yoksunluk diyoruz.Yoksunluğu biraz daha detaylandırabilir misin?Yoksunluk iki şekilde olur. Birisi fiziksel yoksunluktur. Beyin sapında yer alan ve maddenin kullanımıyla baskılanan bazı merkezlerin, madde bırakıldığı zaman aşırı aktiviteye geçmeleriyle olur, buna rebound etki denir. Fiziksel yoksunluk belirtileri çok uzun sürmez. Kullanılan maddeye göre değişmekle birlikte birkaç günden bir iki haftaya kadar değişen bir sürede azalarak geçerler. Örneğin fiziksel yoksunluğu en şiddetli olan eroin bağımlılığında kişiler eroini bıraktıktan sonra şiddetli ağrılar yaşarlar ama bu durum 3-4 günde önemli ölçüde azalarak ortadan kalkar. Alkol bağımlıları da, şiddetine göre değişmekle birlikte genellikle en geç bir hafta içinde yoksunluk belirtilerinden kurtulurlar. Her madde fiziksel yoksunluğa neden olamayabilir.Diğeri ise uzamış yoksunluk ya da psikolojik yoksunluk diye adlandırabileceğimiz negatif ruhsal durumdur ki en az altı ay ile bir yıl devam eder. Kişi kendini keyifsiz, sinirli hisseder. Bu ikinci yoksunluk şekline bütün maddeler neden olur ve yeniden maddeye başlamanın en önemli nedeni de budur. Böylece kişi artık kendisini normal hissedebilmek için kullanır hale gelmiştir. Örneğin bir sigara tiryakisi günde 20 tane sigara içiyorsa bunun 4-5 tanesi keyif alma dürtüsüyle, geri kalanı ise konsantrasyon bozukluğu, baş ağrısı, sıkıntı vb. nikotin yoksunluğunu çekmemek için içmektedir.Bu çok ilginç değil mi? Kişinin artık keyif almayı bir kenara bırakıp; aslında bağımlısı olduğu maddenin olumsuz etkilerinden kurtulmak için maddeyi kullanmaya devam etmesi sanırım birçok madde kullananın pek de farkında olmadığı bir durum.Aslında bu duruma geldiklerinde bunu fark etmemek mümkün değildir ve çok acı verici bir durumdur. Asıl problem kişilerin hiçbir zaman bu hale gelmeyeceklerini zannetmeleridir. Bağımlılık yapıcı maddeler birlikte yapıldıkları şeylerle birlikte şartlanmaya neden olurlar. O madde ile eşleşen her unsur da bağımlılığın bir parçası haline gelir. Örneğin bazı sigara tiryakileri aslında bağımlı olmadıklarını, sadece dudak ya da el tiryakisi olduklarını iddia ederler. Oysa nikotinin etkisi olmadan böyle bir şey mümkün değildir.İlhan Yargıç ve Mustafa UlusoyDuygularını maddeyle kontrole alışırMadde kullanımı başka nelere sebep olur?Madde kullanan kişi zamanla bunu duygularını kontrol etme aracı haline getirir. Örneğin kişi üzüldüğü zaman alkol aldığı gibi sevindiği zaman bu sevinci daha iyi yaşayabilmek için de alkole ihtiyaç duyabilir.“Alkol almadan eğlenilmez” gibi düşünenler gibi mi?Evet, bu şekilde bir düşünce tarzı bu etki ile ortaya çıkan son derece çarpık düşüncelerdir. Duygularını o maddeyle kontrol etmeye alışan kişi zamanla artık o madde olmadan duygularını kontrol edemez hale gelir. Çünkü duyguları kontrol etmeye yarayan benlik (ego) sistemi kullanılmaya kullanılmaya zayıflar. Tıpkı alçıya alınan ya da kullanılmayan bir uzuvdaki kasların zayıflaması gibi bir süreç yaşanır. Bacak alçıdan çıktığında kişi yürümekte ne kadar zorluk çekerse, bazı kişiler de akşamları birkaç kadeh alkol almadan günün stresini atmayı beceremez hale gelirler. Şartlanmalar sonucu negatif (stres, öfke vs) ve pozitif (sevinç, heyecan vs) bütün duygular ve o madde ile eşleşen nesne ya da durumlar madde isteğini tetikler hale gelir. İşin en kötü yönü ise kişinin bütün bunları kendi doğal isteği ve seçimi zannetmesidir.Peki, kişileri maddeyi bırakmaya zorlayan ne gibi durumlar var?Çok güçlü bir olumsuz sonuç yaşandığında kişinin karar mekanizması değişebilir. Örneğin sigara tiryakisi bir kişi sigaranın sağlığa zararlarını bilir ancak sigara içtiğinde o anda alacağı rahatlama (negatif halin kalkması) ya da keyif (pozitif bir halin oluşması) sigara içmeye bağlı ileride başına gelebilecek olumsuzluklardan ya da içmemenin getireceği olumlu sonuçlardan daha baskın gelir. Sigara isteğini veren hayvani beyin o ana göre karar verir. Bu beyin bölgesi üzerinde etki yapması gereken üst beyin ise bu madde karşısında devre dışı kalmıştır.Olumsuz sonuçla karşılaşıldığında yani risk hakikat olduğunda kişinin karar verme mekanizması değişebilir. Akciğer hastası olma ihtimaline rağmen sigara içen bir kişi akciğer hastası olduktan sonra kararı daha kolay değişebilir. Ailesinin dağılma riskine rağmen alkol kullanan bir kişi yalnız kaldığında alkolü bırakmaya karar verebilir. Ancak olumsuz durum savuşturulduğunda yine ilkel beyin ve dürtüler baskın hale gelebilir. Bu nedenle bağımlı bir kişinin bırakma motivasyonunun sürekli olabilmesi için onu etkileyen olumsuz sonucun hemen giderilmemesi gerekir. Örneğin bir kadın alkol alışkanlığı nedeniyle terk ettiği eşine, sırf içmeme sözü verdiği için geri dönmemelidir. Geri dönmeden önce onun tedavi olmasını ve en az 6 ay ya da bir yıl ayık kalmasını şart koşmalı ve ancak bu şart gerçekleştikten sonra geri dönmelidir. Uyuşturucu kullanan bir gence uyuşturucuyu bırakma sözü karşılığı araba almak onun kullanımını pekiştirir. Çünkü o genç normal bir kişi olsa ailesi ekonomik nedenlerle araba alamayacak idiyse, bu şekilde uyuşturucu kullanması ödüllendirilmiş olmaktadır. O genç daha büyük ödüller alabilmek için tekrar kullanmaya şartlanmaktadır. Yapılması gereken o kişinin en az bir yıl temiz kaldığı takdirde kendisine araba alınacağının söylemesi ve böyle de yapılmasıdır. Bu durumda araba madde kullanmanın değil temiz kalmanın bir sonucu olacak ve şartlanma da buna göre gerçekleşecektir. Madde kullanımı durursa beyindeki etkileri de tümüyle ortadan kalkar mı?Kullanım durdurulursa beyindeki bu etkiler yavaş yavaş düzelir ancak hiçbir zaman tamamen normale dönmez. Beyindeki bu etkileri ve madde kullanma arzusunu bir ateşe benzetecek olursak, her madde kullanımı ateşe benzin dökmek gibi bu ateşi kuvvetlendirmektedir. Eğer ateşe benzin dökmeyi bırakırsak ateş yavaş yavaş söner. Ancak bu, hiçbir zaman tamamen sönmeyen ve sadece küllenen bir ateştir. Uzun bir zaman geçtikten sonra bile tek kullanımla dahi o ateşi yeniden canlandırıp bir anda eski haline getirebilirsiniz. Dolayısıyla bağımlı bir kişinin “nefsini köreltmek için” ara sıra kullanması söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir davranış nefsini köreltmez, daha da azgınlaştırır.

Her rolün adamı Robert de Niro

$
0
0
Robert De Niro, Kirli Oyun filmiyle yeniden sinemaseverlerin karşısında. Bugüne kadar onlarca karakteri canlandıran usta oyuncu, eli kanlı gangsteri de oynadı, yeteneksiz komedyeni de. Karakterleri öyle farklı kıldı ki onu çoğu zaman sağ yanağındaki benden tanıdık.Sanatın içine doğan çocuklar vardır ya, onlardan birisi Robert de Niro. Annesi ressam, babası şair, heykeltıraş. Sıra dışı bir çocuk değil, tam aksine sessiz, sakin; biraz içe kapanık, biraz utangaç. İki yaşında anne-babası ayrılır, sanat çevresinde birçok ünlü isimle ahbaplık eden annesinin yanında büyür. ‘Küçük İtalya’ denecek kadar İtalyanların ağırlıklı olarak yaşadığı Manhattan sokaklarında oynamak yerine annesinin atölyesinde boyalarla bir şeyler karalamayı tercih eder, kitaplarla konuşur… Belirli periyotlarda babasını görür De Niro. Sık sık stüdyosuna gider, yaptığı resimlere modellik yapar. Tahta bir sandalyenin üzerinde kıpırdamadan saatlerce durmak hoşuna gitmez tabii. Anne-babasının elini tutup sinemaya gitmek, Broadway’in ihtişamlı müzikallerini izlemek ister tekrar tekrar. Yanına sadece birini de alsa gider. Dev perdede ölümsüz kahramanları izler, dev sahnede konuşan hayvanları, bulutu, ayı, yıldızı…10 yaşına bastığında gözünü sahnede açar De Niro. İlk oyunu, Oz Büyücüsü. Bohem yaşamak konusunda birbiriyle yarışan anne-babasının ortamlarından sıyrılmış, utangaçlığını üzerinden atmıştır. Pırıl pırıl görünür ışıkların altında. Annesi onu izledikten sonra sanat okuluna yazdırmak ister, şehrin en ünlü sanat merkezlerinin kapısını çalar. Ancak erkendir onun için. Soluk rengi yüzünden arkadaşlarının Süt Bobby (Bobby Milk) diye seslendiği De Niro’nun sokaklarda kirlenmesi gerekiyordur; parmakları çamura bulanmalı, çocuksu kavgaların bir parçası olmalıdır. Böylece sokağın dilinden konuşan, hayatın içinden karakterler çıkaran bir oyuncu olabilir ancak. Aile içindeki bütün itirazlara rağmen (Babası bu dönemde Fransa’ya yerleşince en büyük muhalefet ortadan kalkar) mahalle mektebinde okur, Süt Bobby lakabını zihinlerden silip atar.16 yaşına geldiğinde oyunculuk eğitimi almaya karar verir De Niro. Dramatic Workshop’a yazılır. Oyunculuğa başlayacağı tiyatro, sıradan değildir. Kimler yoktur ki oradan mezun olan: Marlon Brando, Al Pacino, Meryl Streep, Mark Ruffalo… Sonrasında sadece yetenekli olanların eğitim alma fırsatı bulduğu Actor’s Studio’da Stalle Adler’e çıraklık yapar, oyunculuğuna zenginlik katar. Son durağı da burası olur. Okulu bitirir bitirmez sahnelere çıkmak, filmlerde oynamak ister. Broadway’in küçük salonlarında kendini gösterip büyük prodüksiyonların parçası olmaya çalışırken farklı kostümlerle çektirdiği 25 fotoğrafını oyuncu seçmelerinde, yapımcıların dosyalarının arasına sıkıştırır. Kısa bir süre sonra istediği olur, Three Rooms in Manhattan’da küçük bir rol kapar. İsmi geçmese de oyuncular listesinde kurduğu ilişkiler, dikkat çeken oyunculuğu yeni filmlerin kapısını aralar.Robert de Niro’ya ödül getiren ilk film, lenf kanseri bir beyzbolcuyu oynadığı Bang The Drum Slowly. New York Eleştirmenleri En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü, hayatındaki kırılma noktalarından birini oluşturacak rolü getirir ona. Mean Streets’teki performansı beklentilerin altında kalsa da kendi gibi İtalyan kökenli yönetmen Martin Scorsese ile kurduğu sağlam dostluk zirve yolculuğunda büyük bir mesafe kat ettirir.De Niro’yu sinema sektöründe görünür kılan film ise God Father II (Baba). New York’ta yaşayan İtalyan bir mafya ailesinin hikâyesini anlatan filmde De Niro, aynı ekolden gelen arkadaşı Al Pacino ile geçer kamera arkasına. Filmde öyle bir performans sergiler ki başrol oyuncusu kadar iz bırakır zihinlerde. Sonrası malum. Oscar’da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü alır, esas oğlana terfi edip onlarca unutulmaz karaktere can verir. Taksi Şoförü’nün yeri başkaRobert De Niro’nun kariyerinde Martin Scorsese’nin önemli bir yeri var. Mean Streets’te iyi bir diyalog kuran ikilinin beraber imza attığı birçok proje bulunuyor. Taxi Driver (Taksi Şoförü), Mean Streets (Arka Sokaklar), The King of Comedy (Komedyenler Kralı), Raging Bull (Kızgın Boğa), Casino öne çıkan yapımlar. Gerçek hayattan esinlenerek çekilen filmlerin çoğu mafya hikâyeleri üzerine kurulu. Sıkı Dostlar’da Henry Hill adındaki gerçek bir gangsterin yaşamı üzerinden mafya dünyasındaki hiyerarşi anlatılıyor, Casino’da mafyanın dikkatini çeken usta bir spor bahisçisi, Kızgın Boğa’da boksör Jake LaMotta’nın başarı ve hüzün dolu hikâyesi...De Niro, arka sokakları biliyor olmanın avantajını kullanarak vasat bir filmi bile izlenilir kılmayı başarıyor. Komedyenler Kralı’nda canlandırdığı ünlü olmaya çalışan yeteneksiz komedyen rolü oyunculuk yelpazesinin ne kadar geniş olduğunun göstergesi. Hangi filmi daha özel derseniz, Taksi Şoförü ve Kızgın Boğa bir adım önde. Hayata tutunamayan bir taksi şoförünün şizofren bir ruh haline bürünüşünü ete kemiğe büründüren De Niro’nun Taksi Şoförü’ndeki performansı unutulmaz. Filmi izleyen hemen herkesin ayna karşısına geçip ‘Benimle mi konuşuyorsun?’ diyerek kendi kendine konuşmasını normal karşılamak gerek. Bir boksörün zirveye çıkış ve çöküş macerasına değinen Kızgın Boğa’nın sinema tarihine geçmesi için De Niro neler yapmadı ki? Film için 30 kilo aldı, New York’ta amatör boks maçlarına çıktı, bir hayli hırpaladı bedenini. Ortaya neredeyse kusursuz diyebileceğimiz bir performans çıktı.De Niro’nun gişede beklenen ilgiyi görmeyen filmleri de var. Bunlardan biri New York New York (1977). Martin Scorsese’nin Taksi Şoförü’nden sonra çektiği, yönetmenin doğduğu şehirde geçen müzikal, gişede hayal kırıklığı yaşattı. Film orijinalinde 153 dakikaydı, yapımcıların ısrarıyla 136 dakikaya düşürüldü. Sonra Liza Minnelli’nin Happy Endings kısmı eklenip 163 dakikaya çıkarıldı tekrar. Filmi görünür kılmaya yönelik pratik çözümler işe yaramadı, 14 milyon dolarlık bütçesini ancak çıkardı. Scorsese uzun süre bunalımdan çıkamadı.Baba filminde Al Paçino (altta) ile beraber.Kızgın Boğa’da 30 kilo almıştı.Taksi Şoförü’nün setinde dostu ve yönetmeni Martin Scorsese (sağda) ile.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live