Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

[Haftanın Albümleri] Oya-Bora, çocuklara yardım için geri döndü

$
0
0
Uzun süredir yeni bir albüm çalışması yapmayan Türk popunun sevilen ikilisi Oya-Bora, Zihinsel Engelliler Vakfı (ZEREV) yararına hazırlanan özel bir albüm hazırladı.İkili, ‘Bana Bir Masal Anlat Baba’ adlı bu mini albümde Süper Baba ve Baba Evi dizilerinin unutulmaz tema şarkılarının yanı sıra, 1990’lı yıllarda dillerden düşmeyen Saraylı ve Ara Beni adlı şarkılarını yeniden seslendirmiş. Hakan Eren’in yapımcılığında Ossi Müzik etiketiyle çıkan albüm her ne kadar zihinsel engelli çocuklara yardım amacıyla çıkmış olsa da, Oya-Bora’nın yeniden müziğe dönmesi açısından önemli bir çalışma. Albümü dinleyince onları ne kadar özlediğimizin bir kere daha farkına varıyoruz. Ayrıca onca geçen seneye rağmen seslerinin ve yorumlarının hâlâ genç kaldığını anlıyoruz. Anladığımız diğer şey ise 1990’lı yılların pop şarkılarının günümüzde yapılan şarkılardan çok daha kaliteli olduğu. Umarız Oya-Bora burada kalmaz, yeni albümler yapmaya devam eder.Borusan Quartet, Saygun ve Erkin ile geldiBorusan Quartet, kurulduğu 2005 yılından bu yana, Borusan Kültür Sanat’ın çatısı altında düzenli konserler veriyor. Dünyadaki birçok prestijli konser salonunda konser veren ve yine birçok ödülün sahibi olan grup klasik müzik adına uluslararası arenada ülkemizi başarı ile temsil ediyor.Onları ilgi ile takip eden müzikseverler yıllardır topluluktan bir albüm bekliyordu. Sevindirici haber geçtiğimiz günlerde geldi. Prof. Gürer Aykal öncülüğünde kurulan, Esen Kıvrak, Olgu Kızılay, Efdal Altun ve Çağ Erçağ’dan oluşan Borusan Quartet’in ilk CD’si Lila Müzik etiketiyle yayınlandı. Borusan Quartet uzun zamandır merakla beklenen bu CD’sinde, Türk Beşleri’nin iki önemli bestecisi Ulvi Cemal Erkin’in Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nü, Ahmed Adnan Saygun’un 1. Yaylı Çalgılar Dörtlüsü, Op. 27 başlıklı eserini ve şef Gürer Aykal’ın 1967’de bestelediği, ilk kez kaydedilen Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nü yorumluyor.Kerem Görsev’den Evans’a vefa albümü Caz müziğin ülkemizdeki önemli temsilcilerinden Kerem Görsev, To Bill Evans adlı yeni albümünü müzikseverlerle buluşturdu. Görsev bu çalışmasının kayıtlarını Prag Senfoni Orkestrası eşliğinde gerçekleştirmiş. Tüm bestelerin Kerem Görsev’e ait olduğu albümde parçaların orkestra düzenlemelerini Grammy ödüllü piyanist ve besteci Alan Broabent gerçekleştirmiş. Bill Evans, Kerem Görsev’i derinden etkileyen ve onun klasik müzikten caz müziğine yönelmesinde büyük etkisi olan bir sanatçı. Kendi deyimi ile akıl hocası ve hayallerine nasıl gidebileceğine yön veren bir kişilik. Görsev’e senfoni ile birlikte çalışma fikri veren de Evans’tan başkası değil. Çünkü Bill Evans’ın büyük orkestra ile kaydedilmiş üç albümü var. Albümde özellikle yaylılar ile Kerem Görsev’in tuşelerinin ne kadar uyumlu bir şekilde yol aldığını fark ediyorsunuz. Kısacası Kerem Görsev bu albümde hem Evans’a vefa borcunu ödüyor, hem de ülkemizdeki caz müziği çıtasını bir derece daha yukarı taşıyor.

Parayla şampiyonluk satın alınır

$
0
0
Futbol giderek zenginlerin oyuncağı haline dönüşürken, şampiyonluk rüyasını bile göremeyen takımlar arkalarına aldıkları maddi güç sayesinde ligin zirvesine demir atacak. Simon Kuper’in ünlü ‘Futbol asla sadece futbol değildir.’ sözü zenginler sayesinde ‘Futbol sadece bir oyuncak.’ olarak değişecek. ‘Parayı verenin şampiyon olduğu’ dönemleri yaşamaya başladık.Liglerin bitmesiyle takımların yeni sezonun kadrosunu oluşturmak için harekete geçtiği bugünlerde Fransa Ligue 1’e iki yıl aradan sonra yeniden yükselen Monaco, sansasyonel transferlere imza attı. Fransa’nın içinden geçtiği ekonomik kriz ve Monaco’nun 2. ligden yeni çıkmış olması ister istemez “Değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusunu akıllara getirdi. Sorunun cevabı ise Roman Abramovich’in 2003 yılında Chelsea’yi satın almasıyla başlayan süreçte yatıyor. Rus milyarder Dimitri Rybolovlev tarafından satın alınan Monaco, şimdiden transferde 70 milyon Euro harcadı.Futbol giderek zenginlerin oyuncağı haline dönüşürken, şampiyonluk rüyasını bile göremeyen takımlar arkalarına aldıkları maddi güç sayesinde ligin zirvesine demir atacak. Simon Kuper’in ünlü ‘Futbol asla sadece futbol değildir.’ sözü zenginler sayesinde ‘Futbol sadece bir oyuncak.’ olarak değişecek.Avrupa’nın bir numaralı ligi olarak kabul edilen İngiltere Premier Lig takımlarının yarıdan fazlası Rus, Malezyalı, ABD’li, Hindistanlı ve Abu Dabili işadamları tarafından satın alınmış bulunuyor. Rus milyarder Roman Abramovich’in 2003’te Chelsea’yi satın almasıyla başlayan süreçte Manchester United, Arsenal, Liverpool ve Manchester City gibi ülke futbolunun temel taşı kulüpleri birer birer yabancılara satıldı.Zenginlerin İngiliz kulüplerini alması hem yatırım hem de reklam amaçlıydı. Arsenal ve M. United ‘para kazanma’ amacıyla satın alınırken, M. City, Abu Dabi Emiri Şeyh Mansur bin Zayed al Nahya tarafından ‘reklam’ amaçlı alınıyordu. Zengin sahipleriyle transfer borsasını altüst eden Chelsea ve M.City, uzun yıllar sonra paranın gücüyle şampiyonluk sevincini yaşamanın tadını çıkarıyordu.Para eşittir şampiyonlukRoman Abramovich’in gücünü arkasına alan Chelsea, 11 yılda 1,2 milyar Euro’luk transfer yaptı. Bu rakamın sadece bonservis ücreti olduğunu hatırlatmakta fayda var. Chelsea paranın gücüyle bu dönemde 2 Premier Lig ve 1 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşadı. Para gücü olmadan bu başarı hayalden öteye gitmiyordu. Keza Arap sermayesi tarafından satın alınan M.City, 2007-08 sezonunda bugüne kadar toplam 722 milyon Euro’luk transfer yaptı. Karşılığı ise geçen yıl kazanılan lig şampiyonluğu oldu. Para eşittir şampiyonluk zihniyetiyle hareket edildiği için bu yıl ligde alınan ikincilik başarısızlık sayıldı. Teknik patron Roberto Mancini 33 milyon Euro tazminatla kovuldu. M.City, Arap sermayesi tarafından satın alınmadan bir yıl önce transferde sadece 7,5 milyon Euro harcamıştı.İngiltere’den sonra zenginlerin adresi Fransa oldu. 2022’de Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olan Katar, ülkesinin reklamını en iyi yapmanın yolunu futbol kulübü satın almada buldu. 1994’te şampiyon olduktan sonra kayıplara karışan Fransa’nın köklü kulüplerinden Paris Saint Germain (PSG), 31 Mayıs 2011’de Qatar Investment Authority adlı grup tarafından satın alındı.İlk kez bir Fransız kulübü yabancıya satılırken, PSG transfer borsasında gündemi belirliyordu. PSG transfere 106 milyon Euro harcayıp tek hedef olarak lig şampiyonluğunu belirlemesine karşılık transfere sadece 2 milyon Euro harcayan Montpellier mütevazı kadrosuyla ligi şampiyon olarak tamamlıyordu. Takım ruhunun paranın gücüne boyun eğdirmesini hazmedemeyen PSG, Zlatan İbrahimoviç, Thiago Silva, Ezequiel Lavezzi, Lucas ve Marco Verratti gibi yıldızlara toplamda 147 milyon Euro bonservis ödeyerek, 2012-13 sezonunun transfer lideri oldu. En güçlü rakibi Marsilya’nın 3 katı değerinde bir kadro kuran PSG, sezonu 12 puan farkla şampiyon tamamlarken bu başarının mimarları geçen sezon milyonlarca Euro ödenerek kadroya katılan isimler oldu.1. lige çıkmanın duygusal yolu!PSG’nin izinden giden takım ise Monaco oldu. İki yıl önce Ligue 2’ye düşen Monaco’nun şansı Aralık 2011’de Rus milyarder Dimitri Rybolovlev tarafından satın alınmasıyla değişti. Rybolovlev, ilk sezonunda 25 milyon Euro harcayarak, takımını yeniden Ligue 1’e yükseltti. Rybolovlev için asıl amacın Monaco’nun yeniden ait olduğu Ligue 1’e yükselmesi olmadığı transfere hızlı girmesinden belli oldu. Daha transfer sezonu başlamadan Porto’dan James Rodriguez’i 45 milyon Euro ve Joao Moutinho’yu 25 milyon Euro karşılığında renklerine bağladı.Real Madrid’den savunma oyuncusu Ricardo Carvalho’yu bedelsiz kadrosuna katan Monaco’nun almak istediği oyuncular arasında Arda Turan’ın takım arkadaşı A.Madrid’den Radamel Falcao ve Barcelona’nın kalecisi Victor Valdes’in adı geçiyor. Fransız basının uzun günler ’bitti’ diye yazdığı Falcao transferi kulübün resmi açıklamasıyla ’gerçekten bitti’. Bonservis ücreti 60 milyon Euro olurken, Falcao’ya yıllık ödenecek rakamın 14 milyon Euro olduğu belirtildi.Alex Ferguson’un emekliye ayrılmasıyla İngiltere’de şampiyonlukta belirleyici etken artık para olacak. Chelsea ve M.City arkalarındaki milyar Euro’luk sermayenin gücüyle istediği oyuncuyu kadrosuna katarak şampiyonluk yolunda ilerleyecek. Benzer durum PSG ve Monaco için de geçerli. İtalya’da zaten yıllarca kulüpler zengin ailelerin kontrolünde bulunuyordu. Futbol ruhunu kaybedip bir ticari metaya hızla dönerken ‘parayı verenin şampiyon olduğu’ dönemleri yaşamaya çoktan başladık bile.

Kitaplarda ‘akıllı işaret’ olmalı mı olmamalı mı?

$
0
0
Akıllı işaretlere artık aşinayız. Zira yedi senedir hayatımızda. Peki, söz konusu ibareler kitaplar için de geçerli olabilir mi? Bu soruyu yayın dünyasından bazı editörlere yönelttik. Kimine göre bu işaretler gerekli, kimine göre ise bir faydası yok.İzleyici, 23 Nisan 2006’da TV’lerde ‘Akıllı İşaretler’ ile karşılaştı. Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından geliştirilen bu sistemin amacı ise çocukları ve gençleri televizyon yayınlarının olumsuz etkilerinden korumak. Haberimize mevzu bahis olan konu ise geçtiğimiz haftalarda Yitik Hazine Yayınları tarafından basılan ‘Balkan Harbi’ kitabında 13+ işaretinin olmasıydı. Buradan yola çıkarak, kitap editörlerine televizyondaki uygulamanın kitaplarda da olabilme ihtimalini sorduk. Mezkûr yayınevinin editörü Salih Gülen, yayın dünyasında çok tuhaf ilişkileri, sapkınlığa varacak konuları, fantastik edebiyat altında insanların inanç dünyasını derinden sarsacak konuların işlendiğini hatırlatıyor ve ekliyor: “Bu tür kitapların da üzerinde akıllı işaretlerin olması gerektiğini düşünüyorum.” İletişim Yayınları’ndan Levent Cantek ise bu uygulamayı okura ve savcılığa karşı yapılmış bir iyi niyet işareti sayıyor. TİMAŞ’tan Gökçen Göksel, konuya çocuk özelinden bakıyor: “Çocuklara ve gençlere yönelik kitap hazırlarken birtakım kriterlere bağlı kalmamız gerekir. Bunlardan en önemlisi pedagojik kriterlerdir.” Son söz Nesil Yayın Grubu Editörü Ömer Faruk Paksu’nun: “Kitaplar, hangi yaşa hitap ediyorsa o yaşa uygun bir konu seçimi, dil ve anlatım biçimi, çizim ve tasarım uygulaması gerekiyor. Ve bunu da kitabın üzerinde belirtmek özellikle ebeveynler için kolaylık sağlıyor.” Bu tartışmadan geriye ise bir Bülent Ortaçgil şarkısı kalıyor galiba: “Olmalı mı olmamalı mı/Yoksa hiç değişmemeli mi…”Çocuk ve gençler için konulmalıSalih Gülen: (Yitik Hazine Yayınları) 13+ akıllı işaretini ‘Unutulmasınlar Diye Balkan Harbi’ kitabının kapağına koyduk. Maksadımız savaşın en acımasız yüzünü çocukların görmemesiydi. Bu tür kitaplarda aynı hassasiyetimiz devam edecek. Genelde çocuk kitaplarında hangi yaş grubuna hitap ettiği kapakta bahsediliyor, ancak en az kaç yaşındaki insanların okuması gerektiğine dair ibare bulunmuyor. Oysa yayın dünyasında çok tuhaf ilişkileri, sapkınlığa varacak konuları, fantastik edebiyat altında insanların inanç dünyasını derinden sarsacak konuları işleyen, görseller yayınlayan kitaplar var. Bu tür kitapların da üzerine akıllı işaretlerin olması gerektiğini düşünüyorum. Aileler çocuklarının ne yiyip ne içtiği konusunda titizlik gösterirken maalesef çocukların okuduğu kitaplar konusunda gereken titizliği göstermiyor. Karakteri tam oturmamış, kendine hayatta bir yol çizmek isteyen çocuk ve gençlerin yönlendirilmesi konusunda bu tür ibarelerin konulması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda devlet kurumlarına da görevler düştüğü kanaatindeyim. Bundan sonra da kitaplarımızda gerektiğinde akıllı işaretler koymaya devam edeceğiz. Ayrıca çok satmak adına çeşitli küfürleri kitap isimleri olarak yazan yayıncı arkadaşlar var ki eskilerin tabiriyle “edep ya hu” diyorum. Yayıncılık sadece kitap satmak olmamalı.Her kitapta uygulanmasına gerek yokLevent Cantek: (İletişim Yayınları) Çıkan her türlü kitap mevcut yasalar gereği savcılar tarafından inceleniyor ve “yasa dışı” sayılırlarsa ağır yaptırımları olan cezalar alabiliyorlar. Editörü olduğum bir çizgi roman kitabı için benzer bir ibareyi ben de koymuştum. Türkiye’de çizgi roman çocuklara yönelik sayıldığından velileri içerikteki şiddet öğelerinden dolayı uyarmak istemiştim. Bu tür ibarelerin genişletilmesine, her kitapta uygulanmasına bence gerek yok. Üstelik MEB onaylı olmak türünden okuru yönlendiren ibareler, poşet içinde +18 vurgusuyla satılan yayınlar da var. Durumdan vazife çıkartmayı gerektirecek bir durum yok.Kitapları hedef kitleye uygun hazırlamak gerekGökçen Yüksel: (TİMAŞ Yayınları) Pedagojik kriterler, kitapların hedef yaş grubuna uygun olup olmadığıyla alakalı. Çocuk ve genç kitapları dediğimiz aralığı 0-15 olarak düşünürsek bunun çok geniş bir aralık olduğu ve kitapların genele değil, ancak belirli bir yaş grubuna göre hazırlanması gerektiği aşikâr. Örneğin 8-10 yaş arası bir çocuğa hazırlayacağınız kitabın içeriği, sayfa sayısı, kullanılan kelimeleri, hatta verdiği mesajı; 13-15 yaş arası bir genç için farklılaşır ve farklılaşması gerekir. Ve bu farkın kapağa taşınması okurun, ebeveynin ve eğitimcinin hedef kitleye uygun kitabı seçmesi açısından önemli. Yani, öncelikli olarak çocuk ve genç kitaplarını hedef kitleye uygun hazırlamak gerekli. Sonrasında da yaş grubunu belirterek bunu karşı tarafa anlatmak kitapların doğru okurlara ulaşmasını sağlar. Tabii aynı yaş grubundaki okurlar arasında okuma farklılıkları var. Ebeveyn ve eğitimcinin de kitapları inceleyerek seçmesi gerekiyor.İşaretler bazı çocuklara basit gelebilirÖmer Faruk Paksu: (Nesil Yayın Grubu) Çocuk pedagojik gelişim açısından her yaşta farklı bir zihin yapısına, bilinç düzeyine ve algıya sahiptir. Ancak bu konuda yayıncılar arasında ortak bir dil olmadığı gibi, kitabın ön kapağına mı arka kapağına mı ya da (7-9 yaş) şeklinde yaş aralığını mı yoksa (7+) işaretiyle bir alt sınır belirleyip yukarısını serbest bırakmak şeklinde mi yazma konusunda bir birlik yok. Her yayınevi kendi belirlediği bir sistemle kitaplarının hitap ettiği yaş grubunu belirtiyor. Hiç yazmayan yayınevleri de mevcut tabii ki… Bu sadece Türkiye’de değil, yurtdışındaki çocuk yayıncıları arasında da böyle… Ailenin kültür düzeyi, çocukla ilgi seviyesi, ailede kitaba verilen önem ve kitap okuma alışkanlığının olup olmaması gibi çeşitli faktörler çocuğun dünyasında kitabın ne oranda yer edindiğini belirliyor. Dolayısıyla yayıncılar her ne kadar yaş grubunu belirtseler de bir kitap, aynı yaştaki bir çocuğa basit gelebildiği gibi diğer bir çocuğa ağır gelebiliyor. Burada biraz da anne-babaya iş düşüyor.

Gençler tarih öğrensin diye Yusuf Güney başrolde

$
0
0
Zaferinin yüzüncü yıl kutlamalarına erken başlayan sinema, hâlâ Çanakkale’den geçemiyor. Serinin son filmi ‘Sarı Siyah’, cephede 3 gün savaşıp şehit düşen İstanbul Sultanisi öğrencilerinin hikâyelerini anlatıyor. Başrolde ise popçu Yusuf Güney var.Onlarca film çıkartabilecek sayıda kahramana ve hikâyeye sahip Çanakkale Savaşı, sadece son bir yılda 5 projeye ilham verdi. Bunların sonuncusu, yönetmenliğini Levent Akçay’ın yaptığı ‘Sarı Siyah’. Filmde, İstanbul Sultanisi’nin (Lisesi), tüfek tutmayı bile bilmeden savaşa katılan ve 3 günde şehit düşen öğrencilerinin son günleri anlatılıyor. Filmin merkezinde ise sultani öğrencisi Mehmet (Yusuf Güney), savaş gazisi ağabeyi Hasan (Levent Akçay) ve yavuklusu Leyla’nın (Burcu Binici) hikâyesi var.Filmin hem yönetmeni hem de oyuncusu olan Levent Akçay, 15 yıldır bu filmi beyazperdede görmenin hayalini kurduğunu söylüyor. Proje hazırlıkları da yıllar öncesinden başlamış aslında. Ancak ilk iş olduğundan tamamlanması biraz uzun sürmüş. Filmin yapımcılığını da kendisi üstlenen Akçay, kazançtan ziyade ilgi beklentisinde. Hatta Yusuf Güney isminde de bu yüzden karar kılmış. Gününün büyük bölümünü sosyal paylaşım sitelerinde harcayan, eğitimin önemini kavrayamayan, flört dışında uğraşı olmayan gençlere, vatan için böylesi özverilerde bulunan, canını vermeyi göze alan gençleri tanıtabilmek için popüler kültürden yararlanmaya ihtiyaç olduğu fikrinde. Nitekim tahmini tutmuş da… Yusuf Güney’i izleyebilmek için filmi haftalardır sabırsızlıkla bekleyen bir kitle oluşmuş çoktan. Sosyal medyada ‘Yarın filmin montajına başlıyoruz.’ bilgisini paylaştığında, soyadı ‘Güney’ olan onlarca genç kızdan ‘Yusuf da orada olacak mı?’ diye mesajlar alıyormuş. Ortada tezat teşkil eden bir durum olduğunun farkında olan yönetmen, Yusuf Güney aşkıyla filme gelen gençlerin, vatan aşkıyla salondan çıkacaklarını düşünmese de, izlediklerinde tarihe karşı ilgi duyacaklarına inanmak istediğini söylüyor ve ekliyor: “Yusuf’un 350 bin hayranı var. Gelsinler, filmi bedava da seyrettiririm. Yeter ki bir şeyler öğrensinler. Şimdi farkına varmasalar da ileride işlerine yarar.”Akçay’ın kendisinden önce gösterime giren Çanakkale filmlerine eleştirisi de var. “Hepsinde tarihler darmadağın, isimler yanlış yazılmış, kontrolden geçmemiş. Biz saati saatine, her şeyin yerli yerinde olduğu bir iş çıkardık.” diyerek en gerçekçi Çanakkale filminin ‘Sarı Siyah’ olduğunu iddia ediyor. Bu yüzden oyuncuları da özellikle 17-18 yaşlarındaki gençler arasından seçmiş. “Hayatlarında ellerine tüfek almamış acemi çocuklar hepsi. Yusuf da dâhil her biri, çocuksu tavırları, kamera karşısında ne yapacağını bilmez halleriyle, tam aradığımız karakterlerdi.” ifadelerini kullanıyor. Filmin çekimleri 5 ayrı şehirde gerçekleştirilmiş. Ancak diğer Çanakkale filmleri gibi (biri hariç), ‘Sarı Siyah’ın da çekimlerinin yapıldığı yerler arasında, gereken izin çıkmadığı için, Çanakkale yok.Sarı-siyahın hikâyesi…Harp ilan edildiğinde Osmanlı, mekteplerin kapılarına kilit vurup öğrencilerini cepheye yollamaktadır. İstanbul Sultanisi’nden de Çanakkale’de savaşmak için yanıp tutuşan 50 gönüllü öğrenci çıkar. Enver Paşa’nın Beyazıt Meydanı’nda yaptığı ateşli konuşmadan etkilenen henüz 17’sindeki gençler, dönemin müdürü Hüseyin Nazım Bey’den helallik alarak, Sultanahmet Meydanı’ndan alkışlar eşliğinde Çanakkale’ye uğurlanırlar. Bu durumu gören okulun müdürü Hüseyin Nazım Bey, her okulda olduğu gibi okulun bir kısmını hastaneye dönüştürerek (hastane olduğu belli olsun diye) duvarlarını sarıya boyatır. Ancak öğrencilerin cephede verdikleri mücadele yalnız 3 gün sürer. 3’üncü günün sonunda Arıburnu’nda, adı sonradan Kanlısırt olan Kabatepe bölgesinde, şehit düşerler. Büyüklerinin ölüm haberini alan İstanbul Sultanisi öğrencileri de, sarı olan okul binasının kapı ve pencerelerini siyaha boyarlar. İki yıl boyunca mezun veremeyen okulun renkleri, o günden beri şehit öğrenciler anısına sarı-siyah kabul edilir.

Bir bienal acemisinin notları

$
0
0
Dünyanın en önemli ve eski bienallerinden birine katılmak için Yıldız Holding’in konuğu olarak Venedik’teyiz.Yıldız Holding 20 yıl boyunca bienalin Türkiye katılımına destek veren sponsorlardan olacak. Turistik kent, resmi açılış öncesi ön gösterim için gelen sanatseverlerle dolmuş. 1895 yılından beri yapılan Venedik Bienali, Arsenale ve Giardini adı verilen iki geniş mekanda (Toplam 96 milyon m² kapalı ve açık alan) ziyaretçilerini ağırlıyor. Her iki alanda da ana sergi salonu ve ülkelerin pavyonları mevcut. Ülkelerin, pavyon pavyon ayrılmış olmaları Soğuk Savaş döneminden kalma izlenimi verse de İzmir Fuarı’nı hatırlatması sebebiyle çocukluk günlerine dair sıcak bir his de uyandırıyor.Adından anlaşılacağı gibi iki yılda bir gerçekleşen bienalin bu seneki ana teması, İtalyan asıllı Amerikalı sanatçı Marino Auritti’nin ütopyasını anlattığı II Palazzo Enciclopedico (Ansiklopedi Sarayı) adlı eserinden ilham almış. 1955 yılında Amerikan Patent Ofisi’ne başvuran Auritti’nin eseri 136 kattan oluşan 700 metre yüksekliğinde bir müzenin modeli. Dünyadaki tüm ansiklopedik bilgilerin içerisinde yer almasını planlamış. Her ne kadar bütün medeniyetleri kucaklamayı düşünse de ütopik binanın dört tarafında sadece ABD, İspanya, İtalya ve Fransa bayraklarının yer alması çelişkili bir durum. Eserin ilk halinde olmayan bu bayraklar ne zaman konmuş bilinmiyor. Auritti’nin, Washington DC’nin sembollerinden ulusal park The Mall’a konmasını istediği eseri, uzun yıllar depolarda tutulmuş. Şimdi büyük bir sanat etkinliğinin onur konuğu olarak geç de olsa bir iade-i itibar görüyor. Kişisel açmazlar ve arayışlar sanatı 10 tanesinin ilk kez katıldığı toplam 88 ülkenin pavyonlarında genellikle kişisel açmazlar ve arayış çabaları göze çarpıyor. Bazı ülkelerin girişlerinde uzun kuyruklar dikkat çekiyor. Bunda hem o ülkelerin özellikle merak ediliyor olmasının payı büyük hem de bazı performansların seyri için sınırlı sayıda insana yer olması etkili. Sıralarda yerli yabancı birçok ünlü simayı görünce, kuyruklarda beklemeyi sanatın insanları eşitleyen yönünü vurgulayan bir performans olarak görmeye başlıyoruz. İşin şakası bir yana İtalyanların ve diğer ülkelerden bienali önceden görmek için gelenlerin kalabalıklığı ve ilgisi gerçekten etkileyici. Hele hele kucağında bebeği ya da çocuk arabası ile gelenler ve zaman zaman yağan şiddetli yağmura rağmen insanların modern sanat sevgisi şaşırtıyor. Venedik Bienali’ni, beraber gezdiğimiz ressam ve akademisyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan, oldukça başarılı ve tutarlı bulduğunu, mekân arayışlarını beğendiğini söylüyor. Koçan, bienalin başarısını kenti ile özdeşleşmiş olmasına bağlıyor. “Darısı İstanbul Bienali için.” diyoruz ve Türk pavyonuna gelmeden denizin ortasına kendi adasını yapan insanın anlatıldığı Finlandiya pavyonuyla; bir alandan toplanan taş, kum, çakıl ve camdan yaptığı tepeciklerle görsel açıdan ilginç bir sunumun yer aldığı İspanyol pavyonun da görülmeye değer olduğunu belirtelim. Yine ‘Sıfır’ın hikâyesinin anlatıldığı Yunan salonu ve bienal alanın dışında denizde bir teknenin içerisinde karanlık bir oda oluşturularak, ziyaretçisine deniz altındaymış hissi veren Portekiz pavyonu da etkileyiciydi.Ülke pavyonlarının birbirinden bağımsız olarak bir temaya ve bir sanat dalına bağlı kalmadan sundukları eser ve performanslar sanatsal zenginliği yansıtsa da Arsenele ve Giardini ana bienal binalarındaki çalışmalar sanatseverler tarafından daha çok beğeniliyor. Bu da küratörlerin başarılı bir iş çıkardığı anlamına geliyor.Türkiye pavyonu en etkileyicilerdenTürkiye, bienale küratörlüğünü Emre Baykal’ın yaptığı Ömer Ali Kazma’nın ‘Rezistans’ adını verdiği video serisi ile katılıyor. Farklı mekânlar ve insanlarla yapılan çekimlerde film seti, okul, ameliyathane, bir dövme dükkânı, laboratuvar yer alıyor. İnsan bedenini merkeze alan videolarda kişilerin gönüllü ya da mecburiyetten bedenine yaptığı/yapılan müdahalelerle izleyicileri düşünmeye sevk ediyor. Açılışının oldukça kalabalık gerçekleştiği Türk pavyonu bienali gezenler üzerinde çok etkileyici oldu. Bienali var AVM’si yok! Bienali gezmek için en uygun zaman, açılış ve ilk hafta yoğunluğunun geçmesiyle başlıyor. 24 Kasım’a kadar açık olacak organizasyonu, Venedik’i gezmeye gelenler mutlaka ziyaret etmeli.Gezinin güzel bir ayrıntısı da grupta güzel sanatlar fakültelerinin başarılı öğrencilerinin de yer alması idi. Öğrenci iken bu bienali görme fırsatı elde etmeleri onlar için şüphesiz büyük bir kazanç. Yıldız Holding’in bu anlamlı desteği diğer kurumların da katkısı ile gelenekselleşebilir. Çünkü bu tür önemli etkinliklere katılım şeklinde ödüller verilirse daha çok öğrenci vizyonunu geliştirme imkânı elde edebilir.Bienalle bütünleşmiş Venedik’te en çok bir AVM olmayışının eksikliğini hissettik. Giardini’de bienalin yanında yer alan park bu eksikliği gidermek için oldukça ideal. Bu tavsiyemiz de Venedikli yetkililere bizden bir kıyak olsun!

Yavuz 40 bin Alevi’yi katlettirdi mi?

$
0
0
Üçüncü köprünün isminin Yavuz Sultan Selim olacağı duyurulur duyurulmaz Hüseyin Aygün’ün “cellat” dediği Yavuz’a saldırılar başladı. Tarih ile siyasetin izleri birbirine karışıverdi. Velhasıl tarihteki Yavuz ile bir kesimin Yavuz algısı kavga etmeye başladı.Siyasî ve ideolojik yaklaşımlar sebebiyle iyice içinden çıkılmaz hale gelen bu meseleyi aydınlatabilmek için analitik yaklaşımdan başka çaremiz yok. Tarihi silah olarak kullanma alışkanlığımızı yenmenin başka yolu bulunmuyor çünkü.İddia şu: Yavuz Sultan Selim 40 bin Alevi’yi katlettirdi.Kaynak ise ‘tek’: Yavuz’un emri üzerine Sünni Kürtleri Osmanlı’ya bağlamayı başarmış olan İdris-i Bitlisî’nin (oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi tarafından düzenlenen ve aslı Farsça olan) “Selim Şah-nâme” adlı kitabında geçen iki paragraftır bütün tartışmanın kaynağı (Çev: H. Kırlangıç, Ank. 2001, s. 130 ve 136).Önce bu iki cümleyi beraberce okuyalım:“Padişahın şu hükmü yöneticiler adına gönderildi: ‘Hiç beklemeden, her yörede Kızılbaş taifesinden kim varsa ve nerede bulunuyorsa, üç atasına dek bu Safeviye şeyhlerinin üç tabakasına inanan müritlerden iseler köklerinin kazınmasını ve tebdil [sürgün] ile cezalandırılmayı hak etmişlerdir; kaçınılmaz olarak Rum beldelerinde oturan ve yolculuk halinde bulunan bu [göçer] taifenin yediden yetmişe hepsini yazsınlar ve yüce divanın naiplerine arz etsinler’.”Bitlisî’nin metni şöyle devam ediyor:“Onlardan büyük bir kitle öldürüldü. Bu katliamdan ve İslam sultanının o alçak topluluğa karşı gerçekleştirilen bu siyaset intikamının duyurulması konusundaki düşüncesinden sonra sapık Şah tarafından durumun gidişini araştırmak için casus olarak gönderilen bu taifeden birinin tutuklanarak hapsedilmesi gerekti.”Sonra aynı hikâyenin manzum şekli geliyor. Oradaki ifadeler de şöyle:“Bilgin tabiatlı Sultan bu (Kızılbaş) topluluğa katılanları kısım kısım, isim isim kaydetmeleri için her yöreye bilgili kâtipler gönderdi. Yediden yetmişe herkesin adının yüce makamlı divana getirilmesini istedi. Kâtipler isimleri deftere kaydedince yaşlı ve gençlerden oluşan kayıtlıların sayısı kırk bin oldu. Ulaklar yazılan defterleri her yörenin hakimine ulaştırdıktan sonra her yörede keskin kılıç, adım adım yazılanlara yöneldi. Bu öldürülenlerin sayısı hesaplanan kırk bini de aştı.”“Kırk bini de aştı” ifadesinden de anlaşılıyor ki, tarihlerde geçen rakamlara ihtiyatla yaklaşılmalı. Bu noktaya dikkatimizi çeken tarihçi Feridun Emecen şöyle diyor:“40 bin rakamının abartılı olduğu veya bir hacmi belirtmek üzere yuvarlak bir sayıyı işaret ettiği söylenebilir. Bu gibi rakamları gerçek addedip ona göre yorumlarda bulunmak doğru bir yaklaşım olmaz.”Emecen’e göre bu rakamlar doğru bile olsa o devrin imkânlarıyla bir yıl gibi kısa bir sürede ve geniş bir alanda 40 bin küsur kişinin sayımının yapılıp merkeze gönderilmesi, yargılanmaları, ardından da suçlu bulunanların defterlerinin tekrar ilgililere (hakimlere) yollanarak isimleri yazılı olanların katlinin gerçekleştirilmesi pek mümkün görünmemektedir.Kaldı ki, 40 bin nüfus demek, o tarihler Anadolu’sunda yaklaşık 4 büyük şehrin nüfusu demekti. Aynı tarihte Trabzon’un nüfusu 10 bindir. İmparatorluğun tartışmasız en büyük şehri İstanbul’un nüfusu 160 bin. Çaldıran’da Osmanlı ordusunun toplamı ise 50-60 bin civarında.Dört şehri dolduracak bir nüfusun sessiz sedasız katledilmesi mümkün değildir. Ardında folklora kadar yansıyan ağıtlar, hatıralar vs. bırakması gerekirdi. Öte yandan bu kadar geniş bir bölgeye yayılan kanıtların bir şekilde elimize geçmesi beklenirdi ama Bitlisî’nin iddiasını kanıtlayacak hiçbir belge yok. Tek kanıt olan Tokat, Amasya, Çorum gibi yerde yapılan 1513 tahkikat defterinde sadece ve sadece 70 tutuklunun isminin geçmesi çok anlamlıdır.Öte yandan Anadolu’daki pek çok ayaklanmadaki feci olayları sözünü sakınmadan aktaran Mustafa Akdağ’ın şu sözleri üzerinde durmakta yarar vardır:“Yavuz Selim’in o zaman, Kızılbaş mezhepli 40 bin kişi öldürttüğü hakkında tarihlere geçmiş bir rivayet vardır. (Bak. Hammer, IV, s. 121.) Ancak, biz bunu pek şişirilmiş bir sayı bulmaktayız. Çünkü, bu Padişah devrine ait pek çok mahkeme defterleri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunlu idi.”Bacque-Grammont’un şu tespitine de kulak vermek gerekmez mi:“Anadolu’da, geçmiş yıllar boyunca, sapkın inançlı ayaklanmacıların kendilerine uygun bir ortam bulabildikleri bölgeler sıkı bir gözetlemeye alınarak, iç dinginlik yeniden kuruldu. Göründüğü kadarıyla, bu “büyücü avı”, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşıları öldürmekten ibaret kaldı. 1513 ya da 1514’te olan 40 bin sapkının kırılması efsanesini destekleyen hiçbir kanıt yok elimizde; sayılar karşısında Doğulu baş dönmesiyle alabildiğine damgalı görünüyor bu.”Öte yandan Trabzon’daki Çepniler, Çaldıran Savaşı öncesinde kalkıp Şah İsmail’in saflarına katılmışlardı. Osmanlı Devleti intikam mı almıştı? Ne gezer! Düşmanın saflarına katılmalarına rağmen Çepnilerden intikam almak yerine köylerine geri çağırmış, hatta gelenlere vergi muafiyeti tanıyacağına dair güvence vermişti.Peki İdris-i Bitlisî’nin kitabında rastladığımız “40 bin kişi katledildi” ifadesini nereye koymak gerekir? Feridun Emecen’in ulaştığı sonuç şu: “Şah İsmail’in mektuplarıyla yakalanan Safevi halifeleri, bunlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde temas kurdukları tarikat şeyhlerinin bazıları ve âsi elebaşıları şiddet uygulanarak katledilmiştir, fakat bunun sistemli bir “Kızılbaş temizliğine” dönüştüğünü söylemek büyük bir yanılgıdır.” (Yavuz Sultan Selim, Yitik Hazine Yay., 2010, s. 100.)Anadolu’da dört şehrin halkı yok edilir de bunun bir kaydı olmaz mı?

Kentsel dönüşüm kitap oldu

$
0
0
Şehrin örtüsüne işlenecek her yapının maneviyatımız üzerinde bir oynama olduğunu söylerdi bilge mimar Turgut Cansever. Bugün taşlar, ağaçlar, toprak oynuyor yerinden. Mahalleler, parklar ‘dönüştükçe’, şehrin ruhu da değişiyor…Geçtiğimiz hafta İstanbul Zeytinburnu’ndaki üç gökdelene tarihi silüete zarar verdiği sebebiyle yıkım kararı çıktı. Kararın ardından uzun süredir tartışılan kentsel dönüşüm projeleri ve şehrin mimari dokusunu bozan yapılar tekrar gündeme geldi. Bu kararı olumlu karşılayanlar da var, ‘Silüeti bozan diğer yapılar ne olacak?’ diyenler de... Tüm bunların yanı sıra yapıldığı bölgedeki ağaçlara zarar vereceği gerekçesiyle büyük infiale sebep olan 3. köprü projesi de geçtiğimiz hafta başladı. Ve tabii ki Taksim Gezi Parkı ‘nda günlerdir süregelen trajedi... Parkın yıkılıp yerine alışveriş merkezi yapılacak olmasına yönelik öfke giderek artıyor. Türkiye’nin soğumayan yoğun politik gündemine rağmen; kentsel dönüşüm, sürekli yenisi eklenen dev bloklar ve AVM’ler konusu başlı başına büyük bir gündem oluşturuyor. Bu sıcak gündemin güncesi diyebileceğimiz nitelikte bir kitap çalışması İletişim Yayınları’ndan çıktı. Fotoğrafçıların, gazetecilerin, mimarların, edebiyatçıların ve akademisyenlerin katkı sağladığı ‘Milyonluk Manzara’ kitabı kentsel dönüşüm hikâyemizi çarpıcı metinlerin ve fotoğrafların eşliğinde resmediyor.“Kente yapılacak her müdahale, kentin hücrelerine tutunarak yaşayan tek tek insanların maddi/manevi hayatlarına müdahaledir.” diyor Prof. Dr. İhsan Bilgin. Vurulan her kazma, eklenen her taş şehrin kimliğini şekillendirirken, bu durumun da o şehirde yaşayan insanların ruhuna sirayet etmesi kaçınılmaz. Dev blokların içine sıkıştırılmış hayatların, gecekondu mahalleleri ile rezidansların dev sütunlarla ayrıldığı semtlerin, gittikçe betonlaşan, betonlaştıkça hırçınlaşan şehrin öyküsünü okuyoruz kitapta. Kitaba katkı sağlayan gazeteci yazar Tanıl Bora, Pınar Öğünç, Cihan Aktaş ve şair Haydar Ergülen’le kentsel dönüşümü ve dönüşen şehrin ruhu üzerine konuştuk… Kitabın ismi gecekondu semtlerinin yamaçlarına kurulu olan yeni lüks rezidansların öyküsünden mülhem. Pınar Öğünç şöyle anlatıyor hikayeyi: “Bomonti civarında yükselen rezidanslardan birinin satış ofisinde görevli demişti ki, ‘Takdir edersiniz ki bir milyon dolar veren kimse bu manzaraya bakmak istemez.’ Tam karşıda semtin dönüşmemiş kısmını, eski mahalleyi gösteriyordu. Artık bu kuleler dikildiğine göre karşıyı da ona göre düzenlemek lazımdı. Bunun lüzumunu takdir etmeliydik.”Yapılandıkça geri dönüşü imkansız bir yola girildiğini ekliyor Öğünç: “Türkiye’nin büyük şehirleri böyle zincirleme biçimde, yoksulları ufalayarak, eşitsizliği katlayarak dönüşüyor. Kent sakininin söz hakkını gasp ederek, sermayenin çıkarları ne yanaysa, o tarafa doğru değişiyor. Ya kent el koyacaktır bu işe ya da sakini. Ama geri döndürülemez olana acıyor insan.”Benim de bir kentsel dönüşümüm oldu!Yitirilen bir diğer önemli unsursa yılların büyüttüğü komşuluk ilişkileri. Yıkılan mahallelerin yerine kurulacak olan bloklar bu ruhu da alıp götürecek. Cihan Aktaş, belediyelerin özellikle ileriki yıllarda sosyal bir meseleye dönüşecek olan bu durumu görmezden geldiğini ifade ediyor: “Şehircilik faaliyetleri çevreyle ilgili ince bağlantıları hesaba katmayan bir plansızlık, programsızlıkla yürüyor maalesef. Bu yeni bir olgu da değil. 1950’lerden itibaren iç göç yaşayan bir ülke Türkiye. Şehirlerin etrafında kurulan gecekondu mahalleleri geçen yıllar içinde oturmuş dokuya dahil oldu. Beni rahatsız eden şimdilerde yükseltileri emsal hesaplarıyla kararsızlık gösteren beton kondular. Kentsel dönüşümle düzene sokulmak istenen mahallelere dönük muameleler çok rastgele, hesapsız kitapsız yürüyor. Kimi belediyeler sanki ‘benim de bir kentsel dönüşümüm olsun’ diye bir yıkım faaliyeti başlatıyor. Bu yapılırken mahallenin oturmuş dokusu, bahçeleri, gelişmiş komşuluk ilişkileri, ortak hafızanın sağladığı iyimser bakış açısına ilişkin sorumluluk gibi başlıklar hiç hesaba katılmıyor.”Cumhuriyet kurulduğundan beri bir imar karmaşasının içine giren İstanbul, gerek belli semtlerin gecekondularla dolması gerekse tarihi yapılarını yitirmesiyle imtihan oldu. Aktaş, kalkınma planlarının içine sıkışan bu kadim şehrin imar sorunlarına değiniyor: “Modernist bir bakışla ‘konut makinesi’ gibi algılanan siteleri yaygınlaştırarak mekân ve şehircilik sorunlarının üstesinden gelebileceğimizi düşünmüyorum. Yaşanmışlığın izleri çok değerli, insan ilişkilerini canlı tutan bağlantıları ayakta tutacak şekilde organik projeler tasarlandığı takdirde bu izleri korumayı hesaba katacaktır mutlaka. Biz, darbelerle sarsılarak var olmaya çalışan bir toplumuz. Sadece betonlaşmada kendini gösteren kaba modernist yaklaşım yüzünden değil, Derrida’nın ‘Harf darbesi’ diye tanımladığı alfabe değişimi nedeniyle de kültürel birikimlerimizden kısıtlı olarak yararlanabiliyoruz. Mimarlık alanında yaşadığımız sorunlar, tüm bu darbelerden bağımsız değil. Şehirlerimizin oturmuş dokularını korumak hem geçmişe dönük okumaları sürdürmek hem de bugünün canlı şehirli hayatının imkanlarını ayakta tutmak açısından çok önemli.”‘İç göç sıkıntısı başlayacak’Yeni mimari yapılanmanın sınıflar arası fark oluşturacağını ifade eden Haydar Ergülen bunun ‘iç göçü’ beraberinde getireceğini söylüyor. Bu göçle beraber kentleri 50’lerden sonra olduğu gibi sosyokültürel açıdan büyük bir değişim bekliyor ve İstanbul bu değişime hazırlıksız yakalanacak gibi gözüküyor: “Şehrin merkezi büyük girişimlerin elleriyle yoksullardan arındırılmaya çalışılıyor. Tarlabaşı, Galata, Haydarpaşa örneklerini görüyoruz. Bu bölgeler soylulara, beyazlara tahsis ediliyor. Kentsel dönüşüm aslında bir nevi rantsal dönüşüm. Mesela şehrin merkezindeki Gezi Parkı Projesini görüyoruz. Buraya AVM, rezidans yapılacak olması kabul edilemez bir şey. Dünyanın bütün büyük metropollerinde özellikle şehir merkezlerinde yeşil alanlar var. İç göç meselesi bu şehir içi savaşlarının sebebiyet verdiği bir durum. İnsanların yaşadıkları alanlardan zorla göç ettirilmesi sözkonusu. Bu insanlar daha önceden yaşadıkları bu yerlere geri dönemeyecekler.”Kitabı yayın aşamasına hazırlayan Tanıl Bora da toplumda oluşacak uçuruma ve eklenecek beton taşların toplumun yüreğine oturacağına dikkat çekiyor: “Şu anki durum şehirlerde bir tür örtülü iç savaş manzarasının kurumlaşması. Yoksulların dışarıda tutulmaya çalışıldığı bir yapılanma. Tabii abartarak kara ütopya tarzında söylüyorum bunu. Yoksulluk ile zenginlik arasındaki uçurumun derinleşmesine sebebiyet verecek bir sıkıntı. İnşaat, Türkiye’deki en büyük rant jeneratörü. Sadece İstanbul’a mahsus bir işleyiş değil bu. Her yerde ilerliyor, Anadolu şehirlerinde de.”

Yoksa siz de telefonla mı uyuyorsunuz?

$
0
0
Toplantıda, derste, işte, yemekte ve hatta yatakta yanımızdan bir an bile ayıramadığımız akıllı telefonlarımız... Sadece iletişim vasıtamız değil, elimiz ayağımız, velinimetimiz. Ama bir o kadar da enerjimizi, zamanımızı alan, ruh sağlığımızı olumsuz etkileyen fazla akıllı cihazlar... Eğer siz de onlardan ayrılamıyorsanız işte yaranıza merhem öneriler.Bir aile düşünün. Anne-baba çalışıyor. Bütün hafta çocuklar, ebeveynleriyle vakit geçirmek için sabırsızlanıyor. Güzel bir pazar günü toplanıp pikniğe gidiliyor. Ama anne-babanın gözü çocukları görmüyor. Çünkü gözlerini de zihinlerini de akıllı telefonlarından bir türlü alamıyorlar.Ya da akşam yemeğine çıkan genç bir çifti hayal edin. Baş başa keyifle geçirilecek bir zaman dilimi, ama onlar akıllı telefonlara tutsak olmaktan kurtulamıyor.Sessiz sakin bir yere kafa dinlemeye giden birine ne demeli? Sahil kenarında uzanmış elinde iPad’i gelen e-maillerine bakıyor. Buna tam anlamıyla tatil demek ne kadar mümkün?İster modern dünya ve iş koşulları, ister teknoloji deyin ama sürekli iletişim ve bağlantı halindeyiz. Parmaklarımız sürekli çalışır haldeyken, telefonlar kulağımıza yapışacak gibi yaşıyoruz. Sokakta, hastanede, tatilde, evde, işte ve uyumak için girdiğimiz yataklarımızda dahi çalışma modundan kendimizi alamıyoruz. Şüphesiz çoğu insan ve çevresi bu görüntüden muzdarip. Kimisi de artık bağlantıda olmadığında yaşam damarlarından biri kopmuş gibi hissediyor.Amerikalı yazar Leslie A. Perlow da bu konuyu ele alan, “Akıllı telefonla uyuma: 7/24 çalışmaya nasıl ara verilir ve çalışma alışkanlıkları nasıl değiştirilir?” (Sleeping with Your Smartphone: How to Break the 24/7 Habit and Change the Way You Work) adıyla bir kitap yazdı. Ailenin ve dostların yerini akıllı telefonlar alıyorPerlow, bireyin kendini aşırı bunalmış ve yoğun hissetmesine rağmen, iş hayatının prangalarından bir türlü kurtulamadığını düşünüyor. Ona göre, iş yaşamına fazlasıyla kapılan ya da akıllı telefonu/cihazı olmadan duramayan insanlar iş ortamından ayrılsa bile, aklını işten, gözlerini ve ellerini akıllı cihazından alamıyor. Bu durumda aile, dost-arkadaş gibi nefes alma duraklarının yerini akıllı telefon ya da cihazlar alıyor. Bu aslında, teknolojinin hızına fazlasıyla tutulan biz insanoğlunun kimliğinin nasıl dönüştüğünü gösteriyor.Perlow, çevremizdeki profesyonel insanlara sorduğumuzda akıllı telefonlarını hem sevdikleri hem de nefret ettiklerine dair cevaplar alacağımız kanaatinde. Çünkü bu kadar hız, erişebilirlik insana çok fazla güç verirken seviliyor. Ama aynı zamanda birey üzerinde fazla hakimiyet gösterip, kontrol altında tuttuğu için de nefret ediliyor.Telefonu kapatamıyorsan, sessize al ya da kaldırYoğun iş temposunda olan insanlara kaç saat çalıştıklarını ve eve gittiklerinde de çalışmaya devam etmelerinin sebeplerini hiç sordunuz mu? Ya da bununla mutlu olup olmadıklarını. Cevapları şüphesiz olumsuz. Ama unutulan bir şey var ki, insanın işinde ve kişisel hayatında daha başarılı olmasının önündeki en büyük engel aslında çalışma tarzı.Birçok rapora göre insanlar zorunda olmadıkça telefon ya da akıllı cihazlarını kapatmıyor. Leslie Perlow, çözümün zannettiğimizden daha kolay olduğuna inanıyor. Yapılması gereken şey ilk etapta telefondan birkaç saat uzak kalmayı denemek. Ya da sessiz moda almak. Bu etabı deneyip, sonraki aşamalarda daha iradeli ve istikrarlı olup da eve gittiğinde kapatanlar mevcut.Tek başına olmuyorsa, grup desteği alLeslie Perlow’un tespitlerine göre tek başına kendini, akıllı telefon ya da cihazından alıkoyamayanlar da mevcut. Tam da bu noktada aile bireyleri ve iş arkadaşlarına büyük iş düşüyor. Grup olarak bir yardımlaşma yoluna gidebileceğinden söz ediyor. Mesela yemekteyken hep beraber telefona bakmama kararı alınabilir. Aile ortamında teknolojik cihazlar belli bir süre için kapatılabilir. Ya da uzaklaştırılabilir. Sürekli el altında olması kullanım sıklığını artırıyor. Perlow’a göre bu yöntemi eşiniz, çocuğunuz ya da arkadaşlarınızla birlikte yapmak ilerleyen günler için işinizin daha da kolaylaşmasını sağlayacak. Diğer türlü hep beraber teknolojiyle yatıp kalkan, sohbet ve diyaloğun kesintiye uğradığı bireyler olma gibi bir sonuç ortaya çıkabilir.Elbette maksat teknolojiden el etek çektirmek değil. Sadece daha düzenli ve başarılı bir yaşam adına, teknoloji ile kontrollü şekilde ilgilenmek. Mesela bir işadamı ya da profesör, yoğun iş hayatını aile desteği ve işyerindeki ekiple daha düzenli ve başarılı hale getirebilir. Her gün aynı kısır döngü içinde olmaktan kolaylıkla sıyrılabilir. Böylece az zamanda çok iş ve olumlu sonuçlar alabilir. Çünkü ekip halinde çalışma, organize olma ya da aile içi destek alma yoğunluğu ve yorgunluğu azaltacağı gibi, zaman tanzimini de öğretir. Böylece insan bütün dünyanın iş yükü üzerindeymiş gibi çalışma psikolojisinden kurtulabilir.Akıllı telefonla uyumamak için-Aşırı e-mail yükünüzü azaltmak için e-mailinizde önemli, önemsiz spam kategorileri açıp önceliğinizi belirleyebilirsiniz.-Her zaman, her yerde iletişim ve bağlantı halinde olmak sizi yorar. Fiziksel ve ruhsal anlamda zarar verebilir. Beraber olduğunuz insanları da bunaltabilir.-Kontrollü bir şekilde işinizi yapıp, cihazı elinizden bırakmaya çalışın. O zaman kendinizi daha dinlenmiş, enerjik ve işinizde daha pozitif hissedebilirsiniz.-Düzenli bir aile, ev ya da arkadaş ortamında bulunmanız bunu olumlu yönde etkiler.-İşyerinde aşırı iletişim halinde olmamaya çalışın.-Aşırı iletişim, performansı düşürür. Daha çok zaman harcayıp hiç iş yapmamaya sebep olur, yorgunluğu artırır.-Kişisel yaşamları iş ortamına taşıyıp sohbet ortamı oluşturmayın. Akşam evinize gittiğinizde bu sohbeti akıllı telefonlarınızla devam ettireceğinizi siz de biliyorsunuz.Aklıyla, zamanımızı ve enerjimizi alıyor!Hızla gelişen teknolojiye inat akıllı telefonu olmayan ve almamak için direnen insanların sayısı azımsanamayacak kadar fazla. Hatta bunun için sözlüklerde, bloglarda açılan gruplar dikkat çekiyor. İnatla almayacaklarını, akıllı telefonun oyununa gelmeyeceklerini yazıyor. Bir de yalnızken işe yaradığını düşünen ama toplu ortamlarda telefonuyla uğraşanlardan haz etmeyenler var. Karar kullanıcıların olsa da, akıllı telefon ve cihazların dünyamızı kolaylaştırdığı kadar, aklımızı ve zamanımızı aldığı da bir gerçek.

Benim de teklifim bu deyin o zaman!

$
0
0
Hülya Koçyiğit geçtiğimiz günlerde bir hayli yoğundu. İki aydır Akîl Adamlar Heyeti’yle Marmara Bölgesi’ni köy kasaba gezip açılım sürecini halka anlattı.Usta oyuncu sanatçı dostlarından destek görmemekten şikâyetçi: “Bir tek eşimden destek gördüm. Beklentim de yok. Biliyorum ki onlar da barış istiyor. Bizde böyledir. Biri çıksın, yürüsün, biz de arkalarından gidelim. Olumluysa gelecekler.”Çözüm sürecinde hükümetin direksiyonda olduğu bir araçta bulunmak, halka mal olmuş sanatçı olarak kaygı oluşturdu mu sizde?Yo, hayır öyle bakmıyorum. Beni davet eden, bu ülkenin başbakanı. Zaten konjonktür gereği içinde bulunmadığın müzakereler yapılmış. Bugünün işi de değil. Senelerce süren görüşmenin neticesinde bir noktaya gelinmiş. Adam öldürmekle, bombalamakla, koskoca bir orduyla mücadele ederek varabilecekleri hiçbir nokta yok. Ancak can acıtırlar, nitekim 30 yıldır çok canımız acıdı. Bu şekilde istekleri hiçbir şekilde gerçekleşmez. Siyasetle varlığımızı, tekliflerimizi götürebiliriz, dediler. Silahı bırakma fikri zaten PKK’dan kaynaklanıyor. Bu durum bir umut. Evet, terör bitiyor. Bitti de nitekim. İnşallah bir daha asla olmayacak.Bitti demek için erken değil mi?Bu demek değildir ki Türkiye bahar dalları içinde yaşayan bir ülke oldu. Çevremizde neler oluyor, bize de sıçratmak için her türlü oyunları deniyorlar. Bu sorun gerçekten bıçak sırtı bir mevzu. Bir kaza kurşunuyla her şey değişebilir. Umarız böyle bir şey olmaz.Süreçte en çok tartışılan konu PKK’nın samimiyeti. Sizce ne kadar samimi?Umutlu olmak, inanmak zorundayım. Başka türlü yürüyemem, dik duramam, yaşayamam. Umut olması gerekiyor. 1999’da da denendi. Bugünkü gibi silahları bıraktılar, giderken dört yüz küsur kişi öldürüldü. Onlar da devlete güven konusunda sarsıldılar, daha çok korkuyorlar. Devlet bizi yolda yeniden öldürecek mi korkusu yaşıyorlar. Her iki tarafta da o kuşku var. Dileğimiz herhangi bir provokasyonun olmaması, temizlenmesi.Orhan Gencebay, Akil Adamlar Heyeti’ne dâhil olduğu için üzerine çok gidildi, rahatsızlandı. Sizde durum nasıl?Bahçeli’nin çok şiddetle yaptığı hakaretler vardı. Psikolojik olarak etkileniyor insan. Şahsıma yönelik hakaretler olarak görmüyorum. Kendi tabanına sesleniyor, onun için hoş görmeye çalışıyorum. Gayet nazik biçimde Hülya Koçyiğit Hanımefendi’yi sen alet mi ediyorsun, kendi ideolojine, fikrine, tarzında söyledi. 63 kişiyi kastederek ‘Akıllarını kiraya vermişler.’ dedi. Kırılıyorsunuz, o kadar..CHP ve MHP, sürece tamamen karşı...Kendi siyasetlerini korumak için böyle davranıyorlar. Sorduğunuz zaman onlar da barış istiyorlar. O zaman sürece neden itiraz ediyorsunuz? Tayyip Erdoğan’ın girişimi diye. Başarı AK Parti’ye mal olacak. Sadece onu görüyorsunuz. Hükümetin çözüm yoluna karşı ben de bunu teklif ediyorum, deyin o zaman. İnsanlar ona göre düşünsün, diğeri daha akla yakın desin. Bir şeye bu kadar itiraz edersen alternatif sunmak zorundasın ama yok. Bu AK Parti’nin meselesi değil ki, şu an belki tesadüfen AK Parti yönetiyor bizi. Başka partinin yönetimi ve projesi de olabilirdi. Bu belli bir grubun değil, Türkiye’nin meselesi.Size en büyük desteği hangi sanatçı verdi?Yanımda olup bana destek veren kimse olmadı. Öyle bir beklentim de yok. Biliyorum ki onlar da barış istiyorlar. Bizde böyledir. Biri çıksın, yürüsün, biz de arkalarından gidelim. Olumluysa gelecekler, bozulursa onun için biz katılmadık diyecekler. Kendilerini korumaya alıyorlar.Dostlar böyle yapınca üzülür insan...Kendim için yaptığım bir şey olsa üzülürüm. Ülkemin geleceği için yapıyorum. Böyle büyük bir cesaret göstermek herhalde her babayiğidin harcı değil.Eşiniz ne diyor bu işe?Her zaman olduğu gibi en büyük destekçim o. Beni çok saydığını, bu süreç içinde saygısının çok daha arttığını söyledi. “Gözümde büyüdün. Sadece sinemanın değil, bu ülkenin kahramanısın.” dedi. Kaç haftadır evde yokum, buna katlanıyor.Gördüğünüz en ilginç tepki neydi?Bursa’da bir anne söz almak istedi. “Ben Türkçe bilmiyorum.” dedi. Kızı ya da gelini onun yerine tercüme etti. Ağlayarak anlatmaya başladı: “Üç evladımı şehit verdim. Bir tanesi askerdi, ikisi dağda kayboldu, cenazeleri gelmedi. Kocam emniyet müdürlüğünün dördüncü katından atlayıp intihar etti. Atladı mı, attılar mı onu da bilmiyorum. Bu terör yüzünden dört erkek verdim; ben affediyorum, helal ediyorum, benim gibi başka analar ağlamasın, barış istiyorum.” Sırf bunu söylemek için gelmiş. Bu ne yüce bir gönüllülük, nasıl bir düşünce. Çok çarpıcı, etkileyici.Şehit aileleri nasıl karşılıyorlar?Acılarınızı yalnızca paylaşabilirim, teselli edemem diyorum: Bilin ki ben de büyük acı duyuyorum. Evladınız boş yere ölmedi. Bir kere şehit. Ulaşılabilecek en kutsal mertebeye erişmiş. Onun yeri cennet. O Kürt anne gibi, o da çıkıp ben hakkımı helal ediyorum, başka bir annenin yüreği yanmasın diye. Nitekim onlar da söylüyor.Halkın en büyük kaygısı?‘Ne karşılığında bu barış yapılıyor? Başbakan ne tür vaatlerde bulundu? Federasyon sistemine geçilip ülke bölünecek mi?’ diye soruluyor. Şiddetli korku buydu. ‘Bugüne kadar Öcalan’ın ve Kandil’in açıklamalarını, taleplerini duyduk. Hepsine peki mi dedi Başbakan? İkna etmek için mi karşımıza geldiniz?’ diyorlar.Öyle mi?Yok öyle bir şey. Başlangıçta neden Akil İnsanlar Heyeti gerekliliği tam olarak halka anlatılmadı. Onlar da bugüne kadar hep arabulucu görevi üstlenmişler. Arabulucu demek bu işe karşı olanlarla, karar verenlerin arasını bulmak. Onları ikna etmek gibi bir görevimiz olduğunu varsaydılar. Öyle olmadığını her daim izah etmek zorunda kaldık. Görevimiz ülkede silahların susması ve kanın durması. Böyle bir ortamda 30 yıldır adeta kamplara bölünmüş, kutuplara ayrılmış, ötekileştirilmiş, siz-biz olmuş toplumsal ruh yapımız var. Bu yapıyla hazır mı bünyemiz terörü bu şekilde sonuçlandırmasına ve sözle siyaset yapılmasına?.. Kürtlerin bugüne kadar ellerinden alınmış hakları ülkenin demokratikleşmesi adına eşit seviyeye getirilecek. Mesele budur. Bunun için herhangi bir ikna söz konusu olamaz. Çünkü bunu yapacak olan biz değil, TBMM’dir.Yobaz din adamı Cumhuriyet projesi olabilirVurun Kahpeye’de birçok Yeşilçam filminde olduğu gibi din adamı yobaz, üçkâğıtçı gösteriliyor. Bugün çekilse içinde yer alır mısınız?Aynı yaklaşırım filme. O dönemi anlatıyor. Bundan 90 yıl önce bazı din adamlarının din adamı gibi değil, yobaz davrandığını görüyorsunuz. Çalıkuşu, Sinekli Bakkal’da da aynı şeyle karşılaşırsınız. Bugünün din adamlarını düşünün ilahiyat fakültesi mezunu, 21. yy’ın bilgisi, donanımıyla geliyorlar. Onlarla oturup dininizi konuştuğunuz zaman yüreğinize su serpiliyor.Yeni bir toplum inşa edilirken çekilen stratejik bir film gibi görülüyor...Bu görüş de olacaktır. Ona da saygı duyarım. Koskoca bir imparatorluk düşünün; her türlü din, dil var içinde. Herkes kendi hakkını bulmuş, onun içinde var olmaya çalışıyor. Bir de temel dini var: İslamiyet. Onu da doğru ve güzel yaşamış. O büyük imparatorluk parçalanırken Atatürk ve silah arkadaşları kurtuluş savaşı vererek bir ulus devlet oluşturmuş. Yeni kurulan Cumhuriyet’in de temelleri var. Dinim ‘İslamiyet değildir’ demiyor, ‘bilimsel yaklaşalım, doğru öğrenelim’ diyor. Bunun için de bilim adamlarını eğitelim, diyor. Bu bakış ne kadar güzel.Neden hiçbir filmde ‘rol model olacak iyi bir din adamı figürü’ne yer verilmedi o zaman?Korkulan şuydu herhalde: Din devleti haline getirilmekten her zaman korktuk. Cumhuriyet’in modern hukuk devleti temellerine dayanmasını istedik. Dolayısıyla daha önce fark edilen olumsuzlukları insanlara gösterip bunun olumlusu nedir arayışına itmek istendi. Bu, benim varsayımım. Din adamlarımız böyle olmamalı diye konmuştur.Ali Sürmeli ile yaptığımız röportajda ‘üçkâğıtçı din adamı’ profilinin Cumhuriyet’in projesi olduğunu söylemişti. Ne dersiniz?Olabilir. Şu bir gerçek ki Cumhuriyet kendi modelini yaratmak için bir alternatif sundu. Modern kadın, erkek budur dendi. Var olandan yepyeni bir ulus oluşturuyorsun, tabii ki kendi modelini sunman doğal.Türk sineması en parlak dönemini yaşamıyor‘Sinema artık star yetiştirmiyor.’ demişsiniz. Neden?Sinema bugünlerde popüler günlerini yaşamıyor. Çok fazla seyircinin talep ettiği bir sanat dalı değilmiş gibi geliyor. İnsanlar entelektüel tarafıyla ilgilenmiyor, zaman geçirip eğlendikleri bir araç olarak görüyorlar. Ya maça gidip küfredip deşarj oluyorlar ya da sinemaya gidip gülüp geliyorlar. Hak ettiği işlev açısından kimse bakmıyor.En parlak dönemini yaşadığı söyleniyor...Kim diyor? Uluslararası festivallerden ödüller alıyor ama halka mal oluyor mu? Önemli olan bu. Seyirci diyor mu bu benim kültürüm, insanım, hikâyem?.. Demiyor. İzlenme oranları belli. O yüzden çok parlak bir dönem diyemiyorum.Seyirci ile sinema arasındaki makas aralığının genişlemesinin sebebi nedir?Yeşilçam’ın hataları, kendini çok tekrar etmesi, alternatif getirememesi, fikir adamlarının yetişmemesi, sansüre uğraması, ticarî bir sanat gibi görüp para kazanmaya niyetli yapımcıların sayılarının artması vb. Seyirci ödül kazanıp gelen, bir daha gösterime giren filme ilgi gösterirdi, büyük hasılatlar elde ederdi. Bu kadar göz ardı edilmezdi. Dünyanın en önemli festivalinden en önemli ödülü alan film taş çatlasın yüz bin izleniyor. Tam tersini bekliyorsun, olmuyor. Enteresan…

Huqqa herkesin mekânı

$
0
0
Atasay Grup Yönetim Kurulu Başkanı Cihan Kamer ile boğazda açtığı yeni mekânı Huqqa’yı konuştuk. Kendisini yakalamışken bir dönem yöneticilik yaptığı Fenerbahçe’den bahsetmemek de olmazdı...Altın, havacılık, enerji derken yeme-içme sektörüne girmek nereden aklınıza geldi?Aniden çıkan bir fikir değil bu. Senelerdir aklımızdaydı. Sadece bütün koşulların bir araya gelmesi için bekledik. Sonuçta bir heves üzerine açılmış bir mekân değil Huqqa. Bir amacı var. İleride ülkemizin markası olmasını arzu ediyoruz.Huqqa ne demek?Kökeni hokkadan geliyor, şişe demek. Arabistan, Ortadoğu ve Asya’da nargileye şişe deniyor. Hindistan’da da halk dilinde huqqa nargile demekmiş. Telaffuzu çok hoşumuza gitti o yüzden bu ismi tercih ettik.Bu konseptte bir mekân açma fikri nasıl oluştu peki?27 yaşında bir oğlum, 22 yaşında bir kızım var. Oturduğumuz yerin çevresinde alkolsüz bir mekân var. 5-6 yıldır oraya giderler. Ebeveyn olarak gönül rahatlığıyla gönderdiğimiz bir yer. Hemen yakınında çok lüks alkollü bir mekân daha açıldı ama hiç itibar görmedi. ‘Demek ki bir zümre var ve alkolsüz mekânda vakit geçirmek istiyor’u düşündürdü bu bana. Alkolsüz mekânlar yok değil ama baktığınızda dekoru, konsepti ve lokasyonu açısından bu kadar para harcanan, tasarlanan başka bir mekân daha yok İstanbul’da.Mekânı görünce masraftan kaçınmadığınız anlaşılıyor zaten. Acısını müşterilerden çıkarmıyorsunuz inşallah?(Gülüyor) Menü ve sunduğumuz hizmet karşılığında talep ettiğimiz ücret olması gerekenin çok altında. Lüksü en uygun fiyata herkese sunmak istedik.Yeni açıldığınız için mi böyle fiyatlar. İlerleyen zamanlarda 20 liralık bir şey 50 lira olmasın?(Gülüyor) Hayır, zamanla dengeyi bulacağız ama.Tam da alkol düzenlemesinin gündeme geldiği bir dönemde açıldı Huqqa. Başbakan ile yakınlığınız da biliniyor. Bu anlamda eleştiri aldınız mı?Hiç almadım. Kaldı ki açılış zamanı tesadüfi oldu. Burası Türkiye Deniz İşletmeleri’nin mülkü. Bir arkadaşım ihaleye giriyor ve kazanıyor fakat kirası çok yüksek olduğundan altı ay bir şey yapamıyor. Ben ondan devraldım. Alkol yasasıyla birlikte nargilenin de sigarayla aynı yasağın içine girmesi gündeme geldi. Bu mekânda nargile de var. Hayat felsefemde zaten alkollü bir mekân açma prensibim olmaz. Yasanın bize ne artısı ne de eksisi olur. Zaten Huqqa’nın çevresinde alkollü birçok mekân alternatifi var. Alkol yasası hiç çıkmamış olsaydı bile zaten bu güzergah üzerinde alkolsüz mekân neredeyse yoktu. Boğaz, herkesin gelip keyifli zaman geçirmeyi arzu ettiği bir yer. O yüzden böyle bir mekân talebi yeni oluşmadı.Boğaz denince bazılarının aklına sadece rakı balık geliyor...Doğru. Birçok arkadaşım var alkol kullanıyor fakat alkolsüz mekânlarda vakit geçirmek, eğlenmek istiyor. Ya da hem kendileri hem de çocukları alkol kullanıyor ama çocukları akşamları alkolsüz mekânda eğlendiğinde aile güvende olduğunu hissediyor. Boğaz’da alkolsüz mekânlara da ihtiyaç var.Bu yüzden basında muhafazakârların üssü olarak anıldı mekânınız.Böyle algılanmasını arzu etmiyorum çünkü öyle değil. Burası, gittiğim yerde alkol kullanmayayım, diyen herkese açık bir yer.Mescidinin olması da böyle bir algıyı oluşturmuş olabilir.Buraya gelenler 15 dakika kalmıyor, iki üç saat oturabiliyor. Bu zaman diliminde ibadet ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir alanın sağlanmış olması çok önemliydi. Yalnızca mescit değil onların her türlü konforu düşünüldü. Örneğin, mutfak ekibimiz gıdaya yönelik tüm alımlarda İslami kriterleri gözönünde bulunduruyor. Bu da tabii muhafazakar kesimi mekânımıza ayrı bir teveccüh göstermesine neden oldu. Ama dediğim gibi burası sadece muhafazakarların değil herkesin rahat edebileceği bir ortam.Geri dönüşümler nasıl?Gayet olumlu ama elbette toplumun her kesimi yüzde yüz memnun kalacak diye bir şey yok. Ben sadece bugün gidip eğlenebileceğim yüzlerce alkollü mekân var, neden alkolsüzü de olmasın düşüncesinden hareket ettim.Risk alıyorsun diyen olmadı mı?Eşim istemedi. Matematiksel olarak çok riskli iş yapıyorum sonuçta. Restoran başlı başına riskli bir iş. Bu sektörde öğrendiğim ilk şey ‘Allah affeder, müşteri affetmez!’ oldu. Ayrıca yüzlerce mekân açılıp kapanıyor günümüzde. Ciddi paralar yatırdık ama işin para kısmı şu an için bizi ilgilendirmiyor. Yaptığım her işte iddialıyım. Dünyaca konuşulacak bir mekân yapmak istedim.Menü konusunda belli bir tarzınız yok gibi. Risotto’lar, nachos’lar, pizzalar, minestrone çorbalardan diyet ve glutensiz yemeklere, Çivril muskalı kahvaltıdan smoothie içeceklere kadar sanki ortaya karışık bir menü söz konusu...İnsanlar her geldiğinde farklı bir şeyler yesin istedik. Çevremizde birçok üniversite var. Öğrenciler geldiğinde yalnızca pizza yesin istemedik. Easy food tarzı çok fazla alternatifin bulunduğu bir menü bizimki. Cem Yılmaz’ın dediği gibi: Little little into the middle (gülüşmeler). Ama tabii mekânın bir kişiliği olsun diyebilirsiniz. Buranın da kişiliği zenginliği.İçecek menünüzde mojito da yer alıyor. Mojito normalde alkollü bir içecek. Alkolsüz menüde neden böyle bir isim tercih ettiniz?Böyle özenti isimler olması aslında istediğim bir şey değildi. İşletmeci arkadaşlar öyle takdir etti, saygı duydum. Ben senelerdir Arabistan’a giderim. Orada da Arap şampanyası diye bir şey içirirler bize. Elma ve portakalın kabukları ve suyundan yapılan alkolsüz bir içecek. Çok da lezzetli. Sanırım arkadaşların yaptıkları fikir olarak bundan çok da farklı değil.Bu kadar lüks bir mekânda tavla...İfrat tefrit diye bir şey var. Bu dengeyi korumaya özen gösteriyoruz. Okey ya da iskambil kağıdı yok mesela. Bunları koyduğumda burası kafe değil kahvehaneye dönerdi. O zaman daha fazla nargile içilir vs. Oysa burası nargile kafe de değil. Nargile üçüncü, dördüncü sırada yer alıyor. Keyif olsun diye koyduğumuz bir şey. Tavla neden? Kadın erkek tavla oynarken kısa süreli bir keyif yaşıyor. Bu sebepten koyduk.Galatasaraylıları alıyor musunuz mekânınıza?(Gülüyor) Kızım fanatik Galatasaraylı, siz düşünün artık… Konumumdan ötürü Fenerbahçelilerin daha fazla gelmesine neden olmuş olabilirim ama yalnızca Fenerlilerin mekânı değil burası. Evde yemek yapar mısınız?Pazarları kahvaltıyı ve pazar akşamları terbiyeli şişi ben hazırlarım.Fener’den ben ayrıldım gibi bir durum yok, kimse kal da demediAykut Kocaman’ın kulüpten ayrılmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?Hayırlısı böyleymiş derim en fazla. Olumlu olumsuz. İyi kötü hayırlısı böyleymiş.Kendisi mi ayrıldı gönderildi mi?Futbolla ilgili yöneticiliği bıraktığım günden beri konuşmamaya özen gösteriyorum. Biraz ruhen, bedenen ve zihin olarak uzaklaşmayı arzu ediyorum. Geçtiğimiz sezon içinde iki maça ancak gittim, iki üç maçı da televizyondan izlemişimdir. Biraz kendimi uzak tutmaya, başka şeylerle hayatımı keyiflendirmeye gayret ediyorum.Çok mu yıprandınız?Biliyorsunuz zor bir süreçten geçtik kulüp olarak. Çok yorulduk, yıprandık. Ama Fenerbahçe hâlâ aşkımız, sevdamız, her şeyimiz.Yöneticiliği neden bıraktınız?Sırf ben ayrıldım diye bir şey yok. Kal diye bir teklif de olmadı. Gerçi olsa da kabul etmeyecektim. Başkana bir, iki ay önce yaptığım ziyaretimde yeni yönetimde olmayı arzu etmediğimi söylemiştim ama karşı taraftan da ‘Cihan n’olur kal’ gibi bir yaklaşım da olmadı. Kendimizi şu konuma da almayalım yani ben bıraktım falan…Kal dememelerinin Aziz Yıldırım hapishanedeyken adınızın başkan olma söylentilerine karışmasıyla bir ilgisi var mı?Hayır, başkanla aramızda o konuyla ilgili hiçbir kırgınlık ya da küskünlük olmadı. Başkan içerideydi ve basının konuyu bu şekilde gündeme getirmesinden dolayı haliyle böyle bir şeye içerlemiş olabilir. Benim kendisine bir kırgınlığım olmadı. Onun sayesinde Fenerbahçe’de yöneticilik yaptım.Peki bundan sonra futbol perdesi kapandı mı tamamen, yoksa nadasa mı bıraktınız?Gönlümden ‘tamam artık bir dönem yaptım. İnşallah bundan sonra daha değerli arkadaşlarım var, onlar devam ettirir.’ demek geçiyor. Ama yarınları Rabb’im bilir. Hiçbir konuyla ilgili kesin konuşmayı tercih etmediğim için net bir şey söyleyemiyorum. Yoksa gönlümde şu an b böyle bir şey yok.

Bazı arkadaşlar derin devlet bitti sanıyor

$
0
0
Gazeteci-yazar Şamil Tayyar, AK Parti'den milletvekili seçildikten sonra kitap çalışmalarına ara vermedi. Bugün Timaş Yayınları'ndan çıkan son kitabı ‘Beşinci Darbe’ okurla buluşacak.Kitapta derin devletin 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat'ın ardından hasretini çektiği beşinci darbe için nasıl bir strateji belirlendiği ele alınıyor. Biz de Şamil Tayyar'la meclis bahçesinde yeni kitabını, kritik seçimlerin yapılacağı 2014 yılında yaşanması muhtemel olayları ve AK Parti ile derin-devlet ilişkilerini konuştuk.Derin devletin Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasî yasağını kaldırarak AK Parti'yi bölmek istediğini söylüyorsunuz?Doğru. Önce AK Parti'nin kuruluşunu engellemeye çalıştılar ama mümkün olmadı. Bu kez Recep Tayyip Erdoğan'ın siyaseten önünü kesmeye çalıştılar ve bunu kısmen başardılar. 2002'de Abdullah Gül başbakan oldu. Bu süreçte Gül ile Erdoğan arasında doğabilecek bir siyasi çatışmanın AK Parti'yi böleceğini varsayıyorlardı ama bu mümkün olmadı. Derin devlet istemeseydi Tayyip Bey'in siyaset yasağını asla kaldırmazlardı. Ve CHP Parlamento’da destek vermezdi, ki CHP destek vermese geçmiyordu. Ona rağmen Meclis'ten geçse de Anayasa Mahkemesi'nde iptal edilirdi. Buradan anlıyoruz ki derin devlet konsept değişikliğine gitti. Fakat bu hesap da tutmadı.Derin odaklarla girilen mücadelede 50 kadar derin hücrenin tespit edildiğinden bahsediyorsunuz?Şu anda yargı önüne çıkarılan sanıkların derin yapının yüzde biri bile olduğunu düşünmüyorum. Ergenekon, derin devletin günümüzdeki adıdır. Silivri'de yargı önüne çıkarılan sanıklar burada tarif etmeye çalıştığımız derin devlet bağlamında bir davanın gerçek görüntüsü değildir. Bunlar ağırlıklı olarak derin devletin sivil ayağıdır. İçinde üç-beş askerin olması kimseyi yanıltmasın.Peki 50 hücre ne oldu?Önemli kısmının tespit edilemediğini, yargı önüne çıkarılamadığını düşünüyorum. Derin devletin hâlâ yargı ayağı, ekonomi ayağı duruyor mesela. Bu hücrelerin önemli kısmı operasyonlar sayesinde pasifize olmuş, manevra kabiliyetini yitirmiştir ama yok olmamıştır. Bunların bir kısmı uyuyan yılan şeklinde beklemektedir.AK Parti'nin karşı karşıya olduğu bir riskten söz ediyorsunuz. Nedir o risk?2010 referandumu AK Parti'nin gerçek iktidarının başladığı dönemdir. Fakat şöyle bir riskle karşı karşıya kaldı: Acaba AK Parti, 2002'de yola çıkarken kendisine düşman olarak belirlediği statükoyla, derin devletle mücadelesinin sona erdiğini mi düşünüyor? Bu soruya verilecek cevap çok önemli. Bir süredir AK Parti'de kendi arkadaşlarımız da derin devlete karşı yürütülen mücadelenin sonuçlandığını, artık devletin gerçek manada milletin eline geçtiğini sanmaya başladı. Bu bir yanılsamadır. Biz böyle düşünür ve devlete ait tüm kurumların yanlışını üstlenirsek siyaseten ağır bir yükün altına girmiş oluruz.Kapatma davası sürecini tersine çeviren bir olaydan bahsediyorsunuz kitabınızda.İddia ederek söylüyorum; AK Parti üzerindeki Ergenekon baskısı, 1 Temmuz 2008'de Şener Eruygur ve Hurşit Tolon'un da gözaltına alındığı operasyonla kalkmıştır. Eğer Ergenekon operasyonları, Tolon ve Eruygur'u da içine alacak şekilde genişletilmeseydi bugün AK Parti kapatılmış olurdu. Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Sayın Abdullah Gül de bugün işbaşında olmazdı. Bu operasyonlar sayesinde AK Parti, derin devletle girdiği mücadelede biraz daha yüksek perdeden konuşabilmeye başlamıştır.Uludere'nin üzerine neden gidilemedi?Uludere'de yapılması gerekeni yapamadık. İyi bir sınav veremedik. Bir süredir şöyle bir şey görüyorum; 2010'dan itibaren hem bizim açımızdan hem derin devlet açısından hadiseler farklı gelişmeye başladı. Derin devlet konsept değişikliğine gitti, AK Parti ile çatışmaktan vazgeçti çünkü bu yolla deviremeyeceklerini anladılar. AK Parti direndikçe de millet destek verdi. Bu mücadeleden hep AK Parti kazançlı çıktı. Bunu gören derin yapı, 2010'dan itibaren AK Parti'yi kendine kalkan yaparak, şemsiyesi altına sığınarak kendi varlığını koruma ve uygun bir zamanda sahneye çıkma stratejisine döndü. Şu an bu strateji uygulanıyor. Bizim açımızdan ise durum farklı. Bazı arkadaşlarımız 2010'dan itibaren mücadelenin sonlandığını, devletin gerçek anlamda milletin eline geçtiğini, yeni dönemde bir yerde helalleşerek yola devam etmenin geçerli olduğunu savundu.Bu helalleşme, sözünü ettiğiniz 50 hücreyi de kapsıyor mu?Bunun hücrelerle ilgisi yok. Artık biz bürokrasinin önemli yerlerine atamalar yaptık. Fikri olarak bize yakın olduğunu düşündüğümüz bu atamalarla aslında devletin sahibi olarak da kendimizi görmeye başladık. Bu tarihi bir yanılgıdır. Artık devletin sahibi olarak kendimizi görüyoruz ve kurumlara ait yanlışı da üstleniyoruz. Bir dönem CHP kendini devletin sahibi gördüğü için devletin tüm kurumlarının yanlışını üstleniyordu. Biz Genelkurmay'la kavga ediyorduk CHP sahipleniyordu. Yargıyla kavga ediyorduk, yargıyı sahipleniyordu. Emniyetle kavga ediyorduk emniyete sahip çıkıyordu. Şimdi aynı yanılgıya biz düşüyoruz ve devlete ait tüm kurumların yanlışını üstleniyoruz. ‘Benim Genelkurmay Başkanım’, ‘Benim Yargıtay Başkanım’, ‘Benim Emniyet Genel Müdürüm’ demeye başladık. ‘Benim’ yok.Makas değişikliği denebilir mi buna?Biz 2010'dan bu yana sivil siyaseti boşaltmaya başladık. Bu bizi daha devletçi bir çizgiye savuruyor. Bu çok tehlikeli bir yolculuk. Bunu bilerek ve görerek bizim ciddi bir özeleştiriye ihtiyacımız var. CHP özü itibarıyla AK Parti'nin sivil siyaset alanını boşaltmaya başladığını gördü. Burayı doldurmak istiyor. Fakat CHP'nin bagajı dolu, sabıkalı, eli kanlı bir siyasi parti ve topluma güven veremiyor. O nedenle AK Parti'nin boşaltmaya başladığı bu alana yerleşme ihtimali yok. Onun için bizim bu savrulmamız başka bir parti lehine siyasi başarıya dönüşmüyor. Bu dönüşümün olmayışı da bizim özeleştiriye olan ihtiyacımızın güçlü bir şekilde ortaya çıkmasına izin vermiyor. Ama yarın ne olacağı belli olmaz.AK Parti güçlü muhalefet olmadığı için özeleştiri ihtiyacı duymuyor mu diyorsunuz?Demokrasi çift kanatlı kuş gibidir. Şu anda tek kanatlı. Zayıf bir muhalefet ister istemez iktidar partilerini daha nobran hale getirebilir. Çünkü iktidarın hoyratlığını denetleyebilecek denetim mekanizmaları yok. Güçlü bir CHP, güçlü bir muhalefet bizim kendimizi sorgulamamızı da sağlardı. Bu bizi ve dolayısıyla Türk demokrasisini daha çok güçlendirirdi. Muhalefet güçlenirse iktidara istikamet vermesi açısından önemlidir diye düşünüyorum. Bugün biz, rakibimizin zayıf olması ve düşmanımızı da kaybetmemiz nedeniyle olayları iyi analiz etmekte, kurgulamakta zorlanıyoruz diye düşünüyorum. Biz bu özeleştiriyi yapmazsak siyasi bedeli ağır olur. Buna ne AK Parti'ye gönül verenlerin ne de bu ülkeyi sevenlerin izin vermemesi gerekir. Bu memlekette 10 yılı aşkın sürede devrim niteliğinde işler yaptık. Bunların devam etmesi ve 2023 vizyonunun hayata geçirilmesi gerekir. Bu kitabı yazmamın bir nedeni de uyarı ateşi olsun istiyorum.2010 sonrası süreçte başka ne sıkıntılar görüyorsunuz?2010 sonrası iktidar açısından değerlendirilmesi gereken noktalar var ama şu ana kadar derin devletle mücadelede yer almış bazı sivil toplum kuruluşları, yargı ve emniyetteki bazı odakların da gelinen noktada sahip oldukları gücü hoyratça kullandıklarını görüyoruz. Buranın da yeniden imarına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. MİT operasyonu bunlardan birisidir. Şimdi biz olup bitenleri iyi analiz edemezsek bu savrulma bizi farklı yerlere götürebilir. Son süreçte olup bitenlerden herkesin kendi payına düşeni alması gerekiyor. Ergenekon davasında da Balyoz'da da maksadı aşan bazı gözaltıların olduğunu görüyoruz. Bu mücadelede yer alanlar da bu kutsal mücadeleye kendi özel hesaplarını karıştırmamalıdır. Bir savcı bir anda her şeyi altüst edebiliyor. Bir emniyet görevlisi her şeyi dağıtabiliyor. Bu memleket bunları geçmişte de yaşadı ve bundan ciddi zarar gördü. 2010'dan sonraki süreçte herkes şapkasını önüne koyup nerede hata yaptığını sorgulamalıdır. Hem bizim açımızdan hem bize destek veren unsurlar bakımından. MİT içindeki derin odaklar tasfiye edilebildi mi?Şunu belirteyim. MİT operasyonu yanlıştır ve siyaset alanına müdahaledir. Ama önemli bir boyutu da var. MİT operasyonunun yanlışlığı üzerinden müsteşarı sahiplenirken dolaylı olarak MİT içindeki yanlış adamlara da sahip çıkılmak zorunda kalındı. MİT içindeki tüm unsurlar da bir kurumsal refleksle kenetlendiler. Bu kenetlenme doğru ile yanlışın da kenetlenmesine neden oldu. MİT içindeki yanlış adamları ayıklama ve temizleme imkanını ortadan kaldırdı. Biz bunu yapamadık. MİT içerisinde Hakan Fidan'ın altını oyan veya yukarıya yanlış bilgiler aktararak siyasi iradeyi etkilemeye çalışan ekipler var. Bunların tasfiye edilmesi lazım. MİT içinde böyle bir sıkıntı var. Bizim hiçbir komplekse kapılmadan yetkisini yanlış kullanan MİT olsun, emniyet olsun ya da bir başka kurum olsun her yerde gerekli operasyonu yapmamız lazım. Bu arada Ergenekon sürecinde, Balyoz davasında gerçekten ciddi katkı sunmuş, gece gündüz uyumamış, her şeyinden fedakarlık yapmış çalışan kadroları da korumak gerekir. Hak edeni sahipleneceksin; yanlış yapanı tasfiye edeceksin. Kim yaparsa yapsın.2014 müesses nizam açısından bir varoluş-yok oluş mücadelesi‘Beşinci Darbe’ nedir?Kritik bir evrede olduğumuzu söylüyoruz. 2010 referandumu ile sivil irade kısmi bir mevzi kazandı ama bu tamamlanmış bir süreç değil. Şimdi yeni bir döneme giriyoruz. Bir tarafta 2023 hedeflerini açıklamış bir sivil irade var. Öte tarafta 2010'dan itibaren nadasa yatmış derin devletin dirilme projesi var. Bu yeni ve büyük hesaplaşmanın önümüzdeki bir yılda yaşanacağını düşünüyoruz. 2014'te ilk defa halk cumhurbaşkanını seçecek. Bu çok önemli bir adım. Müesses nizam cumhurbaşkanı seçimlerine etki etme gücünü yitirmiş olacak. Tek söz sahibi halk olacak. Onun için derin yapı var gücüyle mücadele edecek. Diğer taraftan yeni durum hükümet sistemine de etki edecek. Başkanlık modeline doğru bir evrilme olacak. 2014 seçimleri müesses nizam açısından bir varoluş-yok oluş mücadelesi demek. Yaşanacak bu büyük mücadelede beşinci darbeyi sivil otorite mi yapacak, derin yapı mı birlikte göreceğiz.Neleri beraberinde getirecek bu kritik yıl?Birçok uluslararası güç odağının ve derin devletin menfaatinin örtüştüğü bir döneme giriyoruz. Tıpkı Reyhanlı benzeri kitlesel ölümlerin yaşanabileceği eylemler olabilir. Başbakan'a, Genelkurmay Başkanı'na, muhalefet liderlerine, önemli bazı kanaat önderlerine yönelik suikast planları tertiplenebilir. Bu kaotik planlar gerçekleşirse Türkiye 50 yıl daha geriye gider.Devlet içinde hâlâ derin odaklar varlık gösterebiliyor mu?Tabii ki. O kadrolara bizim arzu ettiğimiz isimlerin getirilmesi kimseyi yanıltmasın. Bu güç öyle bir şey ki Abdüllatif Şener örneğinde olduğu gibi, beraber yola çıktığınız arkadaşlarınız bile korku ikliminde başka yöne evrilebilir. Nitekim kendi dönemimizde atanmış birçok bürokratın derin devlete hizmet ettiğini ve ikili oynayanların olduğunu düşünüyorum. Onun için herkesin dikkatli olması gereken bir dönemde olduğumuz kanaatindeyim.Yerel seçimlerden sonra daha gergin günler mi göreceğiz?Süreç şu an başladı. 2014 yerel seçimlerinden sonra ivme kazandırılabilir. Allah korusun AK Parti'nin oylarında yüzde onluk bir azalma olsa; bunu iktidarın zayıflaması gibi gösterip cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyasını aleyhe çevirebilirler. Onun için en ateşli yangın dönemi olarak martla ağustos arasını görüyorum.2014 yolunda gördüğünüz riskleri bertaraf etmek için iktidar olarak neler yapıyorsunuz?Bu yeni dönemde sorgulayıcı olmamız gerekir. Son birkaç yıldır bürokrasinin giderek artan bir etkinliğinin olduğunu gözlemliyorum. Bu bizim devletin sahibi olarak kendimizi görme refleksimizin doğal bir sonucu gibi geliyor bana. Bürokrasinin artan etkinliği siyasi mekanizmanın reflekslerini köreltiyor. Bu da tuzaklar kurulduğunda doğru konumlanmamızı zorlaştırıyor. Aksi olsa Uludere'de daha farklı bir tavır sergileyebiliriz. Yeni dönemde bu riskleri bertaraf edecek mekanizmalar oluşturmamız gerekiyor. Siyaset mekanizmasını bürokrasi üzerinde giderek artan bir etkinliğe kavuşturmamız lazım. Maalesef son birkaç yılda siyaset kurumunun bürokrasi karşısında biraz etkisizleştiğini görüyorum.

Radyodaki ilan sayesinde 37 yıldır saksafon çalıyorum

$
0
0
Volkan Şanda, Türkiye’de saksafon denince akla gelen ilk isimlerden. Öyle ki enstrüman üzerine yazılan ilk Türkçe metot kitabı ona ait. Müzikseverlerin Grup Destan’dan tanıdığı Şanda, “Destan keşke devam etseydi. Hâlâ teklifler geliyor grubu yeniden kuralım diye. Ama kendimi hazır görmüyorum.” diyor.Saksafon çalan nadir Türk sanatçılarındansınız. Bu enstrüman yeterince tanınıyor mu Türkiye’de?Aslında birçok enstrüman tanınmıyor. Ama saksafon Batılı bir alet olduğu için biliniyor. Çünkü parçalarda çok sık kullanılıyor. Görünen bir enstrüman yani.51 yaşındasınız ve 16 yaşından beri sahnedesiniz. Hiç yorulduğunuz oldu mu?Hayır… İlk günkü heyecanım devam ediyor, 37 sene olmuş. Ben onunla besleniyorum bir kere. Piyano da çalıyorum. Ama saksafon benim için çok iyi bir anlatımdır, hikâyedir. Bir ifade şekli yani…Nasıl başladı saksafon ile tanışma?Bakırköy’de oturduğumuz dönemlerdi. Babam vefat etmişti. Esin Engin akrabamızdı. Bize gelip giderdi. O yeteneğim olduğunu anlamış ve anneme ‘konservatuvara ver çocuğu’ demiş. Annem de tesadüfen radyoda ‘konservatuar sınavları açılmıştır’ diye ilan duyuyor. Ben de ilkokuldaydım o zaman. Annem beni, Çemberlitaş’taki Belediye Konservatuarı’na götürdü, sınavlara girdim. Kazandım ve yatılı olarak 9 sene okudum.Anneniz radyodaki ilanı görmese bugün ne yapıyor olurdunuz?Muhtemelen ‘keşke müzikle uğraşsam’ derdim. Bizim ailede herkes bir şey çalardı. Mesela annem hem ud çalar hem de mutfakta şarkılar söylerdi. Beni çok ağlattığı olmuştur. Ben konservatuvara girdiğimde yardımcı enstrüman olarak piyano da çalmaya başlamıştım. Anneciğim el örgüleri yapıp onları satarak bana bir piyano aldı. Sonraki süreçte de öğretim görevlisi olarak kaldım.Akademik bir tarafınız da var yani.Evet… Eski adı İstanbul Belediye Konservatuvarı’ydı. Sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı oldu. 1,5 sene önce de emekli oldum.Neler yaptınız akademik anlamda?Müzik piyasasının içindeydim zaten. Bir dolu aranjman ve besteler yaptım. Bu arada öğrencilerim vardı. Daha çok çalışmak için emekli oldum diyebilirim. Saksafonla ilgili yazılmış ilk Türkçe kitabı yazdım. Geçen bir müzik evinde biriyle tanıştım. Bana, “Giresun’da yaşıyorum. Saksafon çalmayı sizin kitabınızla öğrendim.” dedi. Çok duygulandım.Saksafonu nasıl seçtiniz?Konservatuvarda enstrümanı kişi seçmez. Hocalar, senin parmak, dudak ve vücut yapılarına göre belirler.Grup Destan nasıl kuruldumuştu?Şarkı düzenlemeyi çok seviyordum. O zaman da Cilveloy ile uğraşıyordum. Raks müzikte tanıdığım arkadaşlar vardı. Şarkıyı onlara götürüp, ‘ya şuna bir bakın’ dedim. Onlar da ‘bir çocuk var Ankara’dan geldi, çok güzel şarkı söylüyor’ falan dediler Hakan için. ‘Üç kişi yapalım grubu’ dediler. Grup bir anda ortaya çıktı. Birkaç ayda şarkıların kaydını yaptık. Sonrası malum…Destan keşke dağılmasaydıEpey popüler oldunuz…Her yerde çalınmaya başladı parçalarımız. Bizde bayağı memnun olduk. Mesela Gürcistan’da daha önce Michael Jackson’ın konser verdiği 70 bin kişilik statta konser verdik, 1998’de. Orada epey tanınıyormuşuz Cilveloy’dan dolayı. Bizi limuzinle karşıladılar. Opera temsili verdirdiler bize özel. Ama en ilginci şu oldu: Hemzemin geçiti vardı. Başkan’ın sanatçılara tahsis ettiği arabayla geçide geldi. Uzaktan gelen treni bir şekilde durdurdular ve biz geçtik. Almanya’dan ses düzeni getirtmişler. ‘Acaba biz alt grup muyuz?’ diye sorduk birbirimize. Çimenler falan her yer doldu. Ben böyle bir konser görmedim.Grup neden dağıldı?Ya, ikinci albümü de yaptık. Çünkü epey seviliyorduk. Özellikle Anadolu’da büyük teveccüh vardı. İstanbul’dan çıktığımız anda sevgi gösteriyordu halk bize. İyi de gidiyordu; ama grup içi anlaşmazlıklar ayrılığı getirdi. Destan keşke devam etseydi. Hâlâ teklifler geliyor grubu yeniden kuralım diye. Ama kendimi hazır görmüyorum.Şimdi grubunuz var mı?‘Jazz in the House’ diye bir grubumuz var. Beraber devam ediyoruz. Onun dışında eşlik ettiğim sanatçılar var: Erol Evgin, Edip Akbayram gibi. Bir de ilk solo albümümü yapacağım. Önümüzdeki kışa hazır olur.‘Saksafon; caz, tangoda olduğu gibi Türk sanat müziğinde de gider.’ diyorsunuz?Bu, enstrümanı kullanma yeteneğiniz ile alakalı. Ben Türk sanat müziğinde nağmeleri kullanıyorum şahsen. Çok da güzel oluyor. Yani ille de Batı şarkıları çalalım diye bir durum yok.Evliya filmlerine yaptığım müzikler kötüydüÖzel ders veriyorsunuz. Gençler saksafona yetenekli mi?Yeni nesil çok yetenekli ve çok uğraşıyorlar. Türkiye’de enstrümanist olmak eğer yeteneğin ve arzun da varsa çok kolay. ‘Birkaç tane şarkı öğret’ diyenlerle çalışmıyorum zaten. Talebelerimi yeteneklerine göre seçiyorum.Sizin TGRT’nin evliya filmlerine müzik yapmışlığınız da var.Mehmet Emin Tokadî’nin filmi gibi birçok filme müzik yaptım o dönem. Dinî film furyası oldu. Bende de bir tane org vardı. Filme baka baka yapmıştım müzikleri. Ama beğenmiyorum o müzikleri; çünkü ticarîydi ve çok amatördü. Zaten film müziği başlı başına bir branş.

Hızlı tüket, dijital çöplüğe at!

$
0
0
Teknoloji ile ilişkimiz hayatı kolaylaştırmanın da ötesinde bir bağımlılık haline geldi. Gündelik alışkanlıklarımızın her sahasına etki eden teknolojik ürünlerin gün geçmiyor ki, daha üstün özellikli olduğu söylenen yenileri piyasaya sürülmesin. Hepimizin evinde ömrünü dolduran, beğenmeyip yenisini aldığımız ya da bozulup yer işgal eden cihazlar var. Şimdiye kadar kontrolsüz geri dönüşüme giden bu tür elektronik eşyalar, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı Elektronik Atık Yönetmeliği sayesinde çevresel zararları bertaraf edilerek veya en aza indirilerek ekonomiye geri kazandırılıyor. Türkiye’de yaklaşık yirmi lisanslı, elektronik atık geri dönüşüm tesisi var. Fakat bunların çoğu yetersiz ve tam kapasitede çalışmıyor. Exitcom ve Evciler Kimya gibi yeterli donanıma sahip tesislerin sayısı da bir elin parmağını geçmiyor. Exitcom Genel Müdürü Murat Ilgar, ülkemizin elektronik atık geri dönüşümünde dünya standartlarının çok gerisinde olduğunu söylüyor. Türkiye’de yılda 539 bin ton e-atık ortaya çıkıyor, ancak bunun sadece 20 bini yani yaklaşık yüzde 4’ü gereken şartlara uygun olarak geri dönüştürülüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre en çok televizyon ve bilgisayar monitörü çöpe atılıyor. İstanbul, Kocaeli ve Ankara ise en fazla teknolojik atık üreten şehirler olarak sıralanıyor. Türkiye’de bir kişi ortalama 7 kilogram e-atık üretiyor. 2011 yıl sonu itibarıyla ülkemizde geri kazanımı sağlanan e-atık miktarı da 8 bin 200 kg. Dönüşüme girecek elektronik cihazlar kategorilere ayrılıyor. Her biri için ayrı ekipman ve donanım gerekiyor. Mesela büyük beyaz eşya ve otomatlar kategorisindeki buzdolabı ve soğutucuların içinde bulunan zararlı gazların, havaya karışmaması için dönüştürülmeden önce boşaltılması gerekiyor. Bu gazlar patlayıcı olabiliyor ve atmosfere karıştığında da ozon tabakasına çok ciddi zararlar veriyor. Evciler Kimya mühendislerinden Ozan Kayahan, bir buzdolabının içerisinde bulanan zararlı gaz oranının, yaklaşık bin adet deodorant şişesine eşdeğer olduğunu söylüyor. Diğer kategoriler ise şöyle: TV ve monitörler, bilişim telekomünikasyon ve tüketici ekipmanları, aydınlatma ekipmanları, küçük ev aletleri.

Kitle, bilinç ve kelime

$
0
0
Sözlüğün cömertliğine aldanmamalı, kelimeler seçilmeyi bekliyor. Kitlenin tek parça göründüğüne aldanmamalı, bireysel duyarlılıklar fark edilmeyi bekliyor.Bir hikâyeleri olsun istediler ve ilk defa kişisel hazları dışında bir hazzı tattılar: Sorumluluk hazzı. Bir ağaca her zaman baktıklarından farklı bir gözle bakmaya başladıklarında kendilerini bir meydanda buldular çiçekli elbiseleriyle. Her fırsatta kendilerini attıkları alışveriş merkezleri ağaçların yanında git gide küçülüyordu.Yunus, sarı çiçeğe, “Neden rengin sarıdır?” diye sorar da onlar, kesilen ağaçlara aynı soruyu soramazlar mı? Sorarlar, büyüdüler çünkü. Çocuğunun büyüdüğünü gören anne-babalar sevinir. Komşular annesinin yanında şöyle derler çocuğa: “Allah bağışlasın ne kadar büyümüş!”Çocuklarımızı Allah bağışlasın evet, fakat önce biz bağışlayalım. Sözümüzü dinlemediler diye onlardan vazgeçecek değiliz. Onlar bizim meyvelerimiz. Kurt düştüyse içlerine, çürümelerine izin mi verelim? Onlar bizim dallarımız, hoşlanmadığımız vadilere eğildilerse gölgelerinden vaz mı geçelim!Farz edelim ki yanıldılar. 1997’de İstanbul’a iki yüz bin ağaç diken belediye başkanından kimse söz etmedi onlara. Kampanya dolayısıyla ilköğretim ve liseler arasında açtığı şiir ve öykü yarışmasından. Bu öykü ve şiirlerin İstanbul ve Ağaç adlı bir kitapta toplandığından. Belediye başkanının bu kitabın girişine yazdığı “Yeniden yeşil İstanbul” başlıklı yazıdan. Bu yazıya şu cümlelerle başladığından: “Sahip olduğumuz pek çok şeyin değerini, ancak onları kaybettikten sonra anlayabiliyoruz…”Bir bülbülle bir karganın arkadaşlık ettiğini görüp ne işin var orada, diye feryat etmeyelim bülbüle. İzleyelim onları, bakalım nedir onları yan yana getiren. Bilge, konmalarını beklemiş yere ve dikkatle izlemiş; bakmış ki ikisinin de bir bacağı aksıyor yürüdüğünde. Aksayan bir şey var. O aksaklığı orada görmekle kalmayalım, kendimize de bir pay biçelim bu aksaklıktan.Bir düşünce için gereken nedenlere sahip olmasa da, o düşünceyi savunabilir insan. Adalet duygusuyla yola çıkıp, barbar bir ruha teslim olabilir. Birlikte yaşamanın zenginliğini elinin tersiyle itip, iletişim kapılarını bir bir kapayabilir. İstemek yerine dayatmaya başlar o vakit. Ortega Y. Gasset’in ifadesiyle: Kitleyi kamusal yaşamın her alanına burnunu sokmaya iten ruhsal kapalılık, onu aynı zamanda kaçınılmaz biçimde bir tek yoldan müdahaleye yöneltir: Doğrudan eylem. Zira Gasset’e göre “kitle insanı” tartışmaya yanaşırsa kendini yitmiş hisseder.Oysa insanın yittiği yer, diyalog değil, bizzat kendisidir kitlenin. Doğasına aykırı olarak bilinçli kişiliği kaybolmaya başlayan “kitle insanı” kişisel bakış açısını kalabalıkların uğuldadığı bir kabile töreninde kurban eder. Yalnızken hissettiklerini hissedemez artık. Bir başınayken düşündüklerini düşünemez. Kendiyle baş başa olduğu zamanlarda göstereceği davranışlara benzemeyen tavırlar sergiler. Gelişmiş bir bireyden güdüleriyle hareket eden bir varlığa dönüşür.Peki, neden razı olur böyle bir düşüşe? Cevabı Gustave Le Bon’dan alalım: Kitlenin davranış özellikleri belirli sebeplere bağlıdır. İlk sebep, tek kişinin kalabalığın arasında yenilmez bir güce ulaştığını hissetmesidir. İkinci sebep ruhsal aktarımdır (contagionmentale). Kitlede her duygu, her eylem aktarılabilir. Bu hal öyle yüksek düzeydedir ki kişi, çok kolay bir şekilde kişisel isteklerini topluluğun isteklerine kurban edebilir. Kitle arasındaki kişinin hali, rüzgârın gelişigüzel savurduğu kum yığınının arasındaki tek bir kum tanesine benzer. Üçüncü ve en önemli sebep etkileyebilmedir (sugestibilité).Selin ilacı sel değildir. Selin ilacı bent değil. Bir mecra açmalı ki aksın gitsin usulca vadilerden taşkın su. Tatlı dile ihtiyaç var. İnsan fikre değil fikri aktarırken kullanılan malzemeye direniyor çünkü. Sevgiye ihtiyaç var, kim kapatabilmiş penceresini sevgiye. Bir pehlivandan söz ediyor Sadi Gülistan’da, bir pehlivanın hiddetle köpürmesinden. Onu gören bir bilge sormuş: “Neyi var bunun!” “Filanca küfretmiş” cevabını vermiş oradakilerden biri. Bilge şaşkınlıkla mırıldanmış: “Bu adam, bin batman taşı kaldırıyor da bir sözün ağırlığına dayanamıyor mu?”Pehlivana çok yüklendik sanırım. Molla Camii, Gülistan’dan atılan oklara karşı bir kalkan uzatıyor Baharistan’dan ona: “Bir eşek arısı bir bal arısına saldırdı. Onu yemek istiyordu. Bal arısı feryada başladı. Her tarafta bu kadar bal ve tatlılar varken onları bırakıp da bana niçin musallat oluyorsun? Eşek arısı dedi ki: Eğer o söylediğin şeyler tatlıysa, sen onun hazinesisin; baldan bahsediyorsan sen onun kaynağısın.”

Bir zamanlar Gezi Parkı

$
0
0
Şehrin büyüme ve gelişimine bağlı olarak spor alanlarının konumu ve şekli değişime uğruyor. İstanbul neredeyse yüz yıldır sürekli göç alan, son 20 yılda göçün etkileriyle devasa bir alana yayılan büyük bir metropole dönüştü.Merkezden uzaklaştıkça merkezin ekonomik değeri sürekli yükseliyor, kentleşmenin altyapı yatırımlarının geçmişte planlı bir şekilde yapılamaması merkezde kalan spor alanlarına giriş çıkışı ve süreli ikameti gün geçtikçe zorluyor. Önce Şeref Stadı sonra Ali Sami Yen Stadı tarih oldu. Yerlerine önce İnönü, sonra TT Arena inşa edildi. Kulüpler ile idare arasında arazilerin tahsisi ve kullanımı ve yer değiştirmesi nedeniyle sürekli ihtilaflar yaşandı. Yaşanmaya devam ediyor ve edecek. Çünkü futbol kulüpleri tüm konjonktürlerden bağımsız olarak taraftar üreten ve bağlılığı zamandan bağımsız sivil toplum örgütleridir. Zamanın kendini yenileme hızı yükseldikçe yani hayat ivmelendikçe bağlılık ve sahip olma güdüsü güçleniyor.Ülkenin 10 gündür üzerinde tartışıp uzlaşamadığı Gezi Parkı üzerinde futbolumuzun ilk futbol sahasının olduğunu biliyorsunuzdur. Başbakan ilk konuşmasında kısaca konuya değinmişti. Kendisi de eski bir futbolcu olduğu için sahanın sporcu için taşıdığı değeri iyi bildiğine eminim. Bu konudaki kişisel duygusunu haliyle bilmemekle birlikte 1800’lerin sonunda Topçu Kışlası olan bu alanın sonradan nasıl futbol sahasına dönüştüğünü ve ülke futbolunu nasıl etkilediğini kısaca sizlerle paylaşmak istedim.Mondros Antlaşması’nın ardından Topçu Kışlası düşman eline geçer, adı da Makmahon olur. İstanbul’daki Ruslar, avluda at yarışları, deve güreşleri düzenlenmeye başlar.Futbolun ülkedeki ilk adımlarına denk gelen 20’li yıllarda azınlıkların ve Türklerin kurdukları futbol kulüpleri, şehirde epey bir dikkat toplamaya başlamıştır. Bu takımların aralarında oynadıkları maçlar seyirci çeker, saha etrafında kalabalıklar birikmeye başlar.Bu arada dünyanın her yerinde futbol izlemek için insanlar para veriyor, bilet alıyorlardı. Spor Alemi Mecmuası sahibi Sait Bey, bu ilginin paraya dönüştürülebileceği fikriyle ortaya atılır.Topçu Kışlası’nın yıkıntıları arasında kalan zemindeki toprak, kürekle atılıp üstüne kömür tozu serpilir ve ıslatıldıktan sonra zemin bir güzel dövülür. Sait Bey büyük masraf yapmış, oldukça büyük bir borcun altına girmiştir. Ancak kulüplerden destek bulamaması sonrası Taksim Stadı boş kalır. Bork adındaki, Malta asıllı işletmeci, Sait Çelebi’den işletmeyi devralıp işletmeye koyulur.Bork Efendi, devrine göre renk değiştiren ve tüccar ruhlu biridir. Belki düşmanlık yapmaz ama işgal kuvvetlerinin isteklerini yerine getirmeyi görev bilir. Mesela sahaya kendi elleriyle işgalci bayrağı çekmekten çekinmez. Bork’un işletmeye başlamasıyla 1922’den itibaren sahanın boş kaldığı da görülmez.İstanbul’un tek futbol sahasıAzınlık takımları arasında oynanan kupa maçları İstanbul halkının ilgisini çekmişti. Saha zemini ise hayal edilir gibi değildi... Bu sırada toprak, üstüne basıla basıla betonlaşmıştı. Arada bir tenekelerle kömür getirilip tozu taşınıyor, zemin her maçla birlikte biraz daha sertleşiyordu. Maç sırasında yere düşen futbolcuların her yanı yara bere içinde kalıyordu. Ancak tek futbol sahasıydı, futbolcular ve seyirciler Taksim Stadı’na akın ediyordu.İşgalin bitimiyle, Bork Efendi’yi korku alır, alelacele İstanbul’u terk eder ve giderken sahayı Sait Çelebi’ye bırakır. Ancak bu defa stadın bir yatırımcısı vardır. Futbol meraklısı Menazırzade’lerden Abdülaziz Bey...Manifaturacı Abdülaziz Bey, Sait Çelebi’nin aksine ticareti iyi biliyordu. Kulüpleri ve seyirciyi çekebilmek için ortaya çeşitli hediyeler koyar ve Taksim Stadı artık dolup dolup boşalmaktadır.1923 sonbaharında, dönemin futbol federasyonu, lig maçlarının Taksim Stadı’nda yapılmasına karar verir. Üç yıl sonra stat el değiştirir, Ahmet Şerafettin, Yusuf Ziya Öniş ve Zeki Rıza Sporel’e kiralanır. Hemen her yıl Taksim Stadı’na yeni tahta tribünler ilave edilir ve geçen yıllar içerisinde Taksim Stadı’nın kapasitesi sürekli artırılır.Ancak 1932 yılının başında, ihtiyacı karşılayamaz hale gelir. Betondan daha sert zemini ile futbolcuların işi oldukça zorlaşır. Maçların tarih ve saatlerine artık yağmur ve kar karar vermektedir. Çünkü her sağanak yağış sonrası zemin balçık haline geldiğinden pek çok maç ertelenmek zorunda kalır.Gazetelerin haftada 1 veya 2 kere spora tam sayfa ayırmaya başladığı günlerde Avrupa’dan spor ve özellikle de futbol haberleri fotoğraflarıyla birlikte sayfalarda geniş yer bulmaktadır... 20-25 bin kişilik, o güne göre modern statlarda oynanan Avrupa futbolu haberleri yanında Taksim Stadı’nın en fazla 8 bin kişilik oturma kapasitesi, futbol seyircileri için yetersizdir artık.İngiltere’de, Fransa’da kulüpler 18-19 bin biletli seyirciye oynamaktadır, gazetelerde Avrupa takımlarının maç hasılatları ballandırıla ballandırıla anlatılmaktadır. Oysa Taksim Stadı’nın kapısı dahi yoktur. Dört tarafı açıktır. Maçlar biletlidir ama insanlar bilet almak yerine her yandan ücret vermeden girip maç seyretmektedir. Haliyle stat her maçta zarar yazıyor, kulüpler hasılat kaybediyordu.Gerek spor medyası gerekse spor kulüpleri ve izleyicilerin, İstanbul’a yeni statlar yapılması, Taksim Stadı’nın yetersizliği konusundaki ağır baskısı sonrası dönemin İstanbul Belediyesi yer aramaya başlar.Öyle bir İstanbul hayal edin ki, 1932’de, Mecidiyeköy’ün İstanbul il sınırına dahil edilmesi için Belediye Meclisi toplantısında, bazı üyeler “bu kadar uzak bir beldeyi şehre dahil etmenin akılcı olmadığı” fikrini savunarak karşı çıkarlar.Aynı “uzaklık” Kadıköy için de geçerlidir. Kadıköy’de Kuşdili bölgesindeki saha “çok uzak” olduğu gerekçesiyle kullanılmıyordu. Yeni bir stat yapılması için işaret edilen Edirnekapı’daki arazi için “insanlar bir maç seyretmek için bu kadar uzak mesafeyi kat etmezler” düşüncesiyle geri çevrilir. Yenibahçe’deki (bugün Vatan Caddesi’nin bulunduğu bölgede) bir arazinin stadyum haline getirilmesi konuşulmaya başlanır ancak şehre uzaklığı nedeniyle oluşan eleştiriler sonrası vazgeçilir.1932’de, İsmet İnönü, devletin sportif faaliyetler için ayırdığı bütçeden 5 bin TL’yi Fenerbahçe kulübüne, kullandıkları sahanın stadyum haline getirilmesi için verir. Kısa sürede çalışmalar tamamlanır ve İstanbul’un ilk modern stadı olarak inşa edilir.Fenerbahçe Stadı’nın açılışı, Galatasaray ile Fenerbahçe kulüplerinin sporcuları arasında yapılan müsabakalarla, iki kulüp tarafından birlikte yapılır. Dönemin Olimpiyat Dergisi’nin yaptırdığı, açılışa özel kupa için iki takım arasında oynanan futbol maçını 6 bin biletli seyirci izler. Bu bir rekordur ve İstanbul artık bir futbol şehridir.Türk futbolunun doğduğu yer1939’un 9 Eylül’ünde, bir cumartesi akşamı, saat 21.00’de, Fenerbahçe ile Beyoğluspor, Taksim Stadı’nda karşı karşıya gelir. Silahlı Kuvvetler’den alınan projektörler, kışlanın saçaklarına yerleştirilerek aydınlatılan sahada, Türk futbol tarihinin ilk gece maçı oynanır.Bu olay, Taksim Stadı’nın Türk futboluna kattığı son “ilk” olacaktı. 1940’ta, Beşiktaş’taki Dolmabahçe Sarayı’nın has ahırlarının bulunduğu arazinin futbol stadı haline getirilmesi için çalışmaların başlaması ile birlikte Taksim Stadı’nın yıkılmasına karar verilir.Taksim Stadı, çok kısa sürede Türk spor tarihine imza atmayı başardı. Türk futbolunun doğduğu ve ilk adımlarını attığı yerdi. Ancak zamanı geldiğinde emekli oldu. Özetle eski Topçu Kışlası’nda nice topçular yetişti! Aynı alanda şimdi başka bir tarih yazılıyor.İyi pazarlar

Antakya yemekleri

$
0
0
Güneydoğu Bölgesi, yemeklerine hayranlık duyduğum bir bölgemizdir. Orada hangi ile giderseniz, çoğu bölgeye has yemekler içine konulan otlar, baharatlar ve pişirme teknikleriyle farklılıklar gösterebilir; ama Urfa’sından Mardin’ine, Antep’inden Maraş’ına, Adıyaman’ından Siirt’ine, Diyarbakır’ına kadar hemen hemen her yerde aynı yemeklerle karşılaşırsınız.Her ilde Siirt’te perde pilavı, büryan (Bitlis’le aralarında mücadele olduğu söyleniyor), Urfa’da çiğ köfte, beli kırık; Mardin’de kaburga, dobu; Diyarbakır’da Habanisk, nuriye; Adıyaman’da hığtap, Kürt köftesi; Kilis’te cennet çamuru, oruk; Şırnak’ta tırşik, serbidew; Batman’da hanuhil, heko dims gibi yemekler öne çıksa da bütün yemekler benzer özellikler taşır. Bölge illerinden Gaziantep ise yemek konusunu, uygulamalı bir kültür olayı olarak baklava ve kebapları başta olmak üzere öne çıkarır.Antakya, coğrafi olarak Akdeniz Bölgesi içinde yer alsa da yemek olarak Güneydoğu özellikleri taşır. Geçtiğimiz aylarda çıkan ve tanıtımı İstanbul’da yapılan “Çok Kültürlü Bir Geleneğin Mutfağı Antakya Yemekleri” (www.antakyaturu.com) kitabı, bu özellikleri yansıtan bir eser. Bir grup çalışması olarak göze çarpan kitap Mehmet Tanrıverdi tarafından yazılmış, Erol İğde resimleri ve tasarımını gerçekleştirmiş. Yemeklerin yapımını ise Fatma Kocabaş İğde, Nuray Tanrıverdi ve Suna Karataş üstlenmiş ve ortaya mükemmel bir eser çıkmış.Mehmet Tanrıverdi, girişte şunları söylemekte: “Antakya mutfağı farklı kültürlerin ve besinlerin oluşturduğu bir mutfak; biz Hıristiyan, Yahudi, Ermeni, Alevi komşularımızla ve birbirimizin özel yemekleriyle büyüdük, yaşadık. Yemeğin dini, dili, ırkı olmaz; sevgiyle sunulan bir yemek birleştirici olur; en katı kalbi dahi yumuşatır.” Erol İğde ise, “Antakya’da çeşitli dinlerden, inançlardan insanlar hayatı birlikte yaşar. Cami, kilise, havra işlevini sürdürür. Bu kültürel paylaşım yemeklerde de kendini gösterir.” diyor.Bu söylenenler çok doğru, 1980’li yılların başında Akdeniz Bölgesi Yemekleri kitabım için Antakya’ya gittiğimde ne kadar misafirperver insanlarla karşılaştığımı hatırlıyorum. Başta Dr. İbrahim İnal ve eşi Kadriye İnal, sadece yardımcı olmakla kalmamış, evlerinde birçok yemeği uygulayarak tanıtmışlardı. Buradan kendilerine ve yardımcı olan diğer dostlarımıza bir kez daha teşekkür ediyorum.Kitaba dönersek, Antakya’nın sevgi, saygı, hoşgörü ortamını yemek kültürü ile yansıtan bir çalışma. Açıklamalarla zenginleştirilen tarifeler müthiş bir görsellikle birleştirilmiş, ortaya mükemmel bir eser konulmuş. Künefeden adesiyeye, fellah köftesinden rahip köftesine, eğri kabaktan keşşir (mor havuç) dolmasına, oruk türlerinden kışlık yiyeceklere kadar hepsi kitapta damağa ve göze hitap edecek şekilde yer alıyor.Bunlar arasında öyle bir Antakya ezmesi var ki acı sevenlerin damaklarında çiçekler, çiçekler ve çiçekler açtırır. Tarifesini vereceğim, siz de yapabilirsiniz ama bir Antakyalının elinden yemenizi tavsiye ederim. Çocukluğumda Antakyalı gelinimiz, Suha ağabeyimin eşi Nurten Odabaşı’nın sunduğu cevizli biberin tadı hâlâ damağımdadır. Antakya dışında yapılan cevizli bibere lokantalarda bolca ekmek içi ekliyorlar, tadı katılaşınca da zeytinyağı ilave ediyorlar ki, o aslı gibi olmuyor.Sevgili okuyucularım, bu hafta cevizli biber yapalım. Kuru biber yoksa biber salçasıyla da yapabilirsiniz. Antakya’da sade yenildiği gibi patlıcan ve karnabahar kızartmalarıyla da sunulduğu belirtiliyor. Bana Antakya’da bir tatlı kaşığı bulgur ve sarımsak da konularak dövüldüğü şeklinde verilmişti. Siz dilediğiniz gibi yapabilirsiniz. Ağız tadıyla ve mutlulukla kalın.Cevizli biberMALZEMELER:5 kuru baş biber veya üç yemek kaşığı biber salçası1 çay bardağı ceviz içi1 küçük kuru soğan1 çay kaşığı kimyonYeterince tuzYapılışı:Cevizi havanda çok ezmeden dövün. Biberleri sıcak suda 15 dakika bekletin, tohum ve damarlarını ayıklayın, kimyon ve isterseniz bir tatlı kaşığı bulgur ve sarımsak da koyarak dövün. Dövülmüş cevizi ilave ederek macun haline gelinceye kadar dövmeye devam edin. Tabağa düzenleyin.

Şişli Endüstri Meslek Lisesi’nin varoluş mücadelesini destekliyorum

$
0
0
Hikâye hayli uzun, biraz da karmaşık fakat önemli; içinde ilginç detaylar var. Sabrınızı zorlamak pahasına, esasen basında daha önce yer almasına rağmen layıkınca bilinemeyen bu hikâyenin satırbaşlarını yeniden okumaya davet edeceğim.Yıl 1915. Savaş yılları.Olaylar silsilesi 1915’te bir Osmanlı vatandaşının ölümüyle başlıyor. Bulgar Ortodoks Cemaati Ekzarhı Jozef dünya değiştiriyor.Ekzarh’ın kelime mânâsı şöyle: Bulgar Ortodoks Kilisesi mensubu olarak cemaati temsil eden önder.Ekzarh Josef öldüğünde, kendi adına kayıtlı önemli bir gayrimenkulün de sahibidir. Bugün itibarıyla Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi’nde yer alan (Çağlayan Adliyesi’ne kuş uçuşu 200 metre mesafede) toplamı itibarıyla 60 dönüm civarında gayrimenkulden bahsediyoruz. İddiaya göre arsa, II. Abdülhamid tarafından Bulgar “Evlogi Georgiev Vakfı”na bağışlanmış.Ekzarh Josef’in, ölümüyle ardında aynı tebaadan başka bir mirasçısı görünmediği için bu değerli arsa 1952 yılında Maliye hazinesi adına tapuya tescil ediliyor. Ancak önemli bir ayrıntıyı ihmâl etmeyelim:1936 yılında hükûmet, Lousanne anlaşması hükmüne göre tesis edilmiş azınlık vakıflarına bir çağrıda bulunarak vakıf gayrimenkullerinin tesbiti için müracaatta bulunulmasını istiyor. Bulgar cemaati, 60 dönümlük arazi üzerinde hak iddia ediyorsa da müracaat kayda geçmekle birlikte kabul görmüyor.Bu süre zarfında koca arazinin kimin elinde nasıl değerlendirildiğini bilmiyorum; ne var ki 1958 yılında Maliye Bakanlığı, İstanbul Defterdarlığı’na gönderdiği bir yazıyla 60 dönümlük arazinin, Maarif Vekaleti’yle varılan anlaşma gereğince eğitim hizmetlerine tahsis edilmesi direktifi istiyor ve bu yazıda ilginç bir cümleye yer veriliyor:“İleride siyasi zaruretler ve sair sebeplerle merkezi Bulgaristan’da bulunan Egzarhlık müessesesi veya Bulgar hükûmetine iadesi icab ettiği takdirde, Maarif Vekaleti bütçesinden istimlâk ve satın alınması kaydıyla teknik öğretim ihtiyacında kullanılmak üzere tahsisi uygundur.”Bir nevi vasiyettir bu cümle; altı çizilmeli ama az sonra göreceğiz ki cümlenin altı değil, kendisi çizilecektir. Anlamı şu: Söz konusu arazinin esasen kime ait olduğu konusu ihtilâflıdır; ancak ileride Egzarhlığa devri gerekirse kamulaştırılsın, yine eğitimde kullanılsın denilmekte.Devam ediyoruz.Tapu kaydındaki ifadeye göre 1960 yılında arsa, “amme hizmetine tahsisli olduğundan hazine uhdesinde ipka edil”iyor.Hak haktır ve ondan daha yüce bir şey yokturBu arada küçük bir tarih hatırlatmasında bulunmak iyi olacak: Azınlık vakıflarına ait gayrimenkuller, bir “devlet politikası” olarak uzun yıllar özel bir statüde, daha doğrusu buzdolabında tutulmaktaydı. Hemen herkes, vaktiyle azınlık vakfı gayrimenkullerinin hak sahiplerine iadesi konusunda şahsî ve vicdanî kanaat belirtmesine rağmen mesele bir türlü çözülmedi ve adeta sürüncemede bırakıldı.Mütekabiliyet esası gözetilerek o tarihe kadar askıda bırakılan bu adaletsizliğe, nihayet 2011 yılında 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’na eklenen geçici bir madde ile son verildi ve azınlık vakıflarının talebi yeniden değerlendirilmeye alındı. Bu çerçevede, 1936’de Ekzarhlık tarafından beyanname verilerek hak talebinde bulunulduğu için mevzubahis gayrimenkul Bulgar Vakfı’na devredildi.Türkiye, kendine yakışanı yapıyor: Hak haktır ve ondan daha yüce bir şey yoktur. Böylece, şu anda üzerinde İstanbul Motor Teknik Lisesi, 20’nin üzerine özel sektör laboratuvarı tarafından desteklenen Şişli Endüstri Meslek Lisesi’nin bulunduğu ve toplamda 6 bin öğrenciye her gün eğitim veren kampüsün mülkiyeti el değiştirdi.Peki, ne olacak şimdi? Oraya geliyoruz! *Bulgar vakfı mahkemeye başvurarak geçtiğimiz yılın ağustosunda tapusunu tescil ettirdi.Tapu tescil kaydında şöyle bir not var ama: “Yüzde 50 hissesinde [on yıl süreyle] kat karşılığı inşaat hakkı vardır.” Bu kaydın “malik/lehdar” hizasında ise şu notu görüyoruz: “Taşyapı İnşaat AŞ”Her zamanki Pazar yazılarındaki üslup ve gidişatın aksine şu teknik teferruattan sıkıldığınızı tahmin ediyorum; esasen bu işlerden pek iyi anladığımı da söyleyemem ama şu kadarını ben bile anlayabiliyorum. Bulgar Vakfı, gayrimenkulün mülkiyetini eline geçirir geçirmez tapuya bir şerh koydurmak lüzumu hissederek, 60 dönümlük arsa üzerine kurulacak tesislerdeki hakkının yarısını adı geçen firmaya devretmiştir.Eğitim kurumları işgalci durumuna düştü“Niçin acele ettiler, niçin açık artırmaya çıkarmayıp ille de bir şirkete tapu tahsisinde bulunmak lüzumu hissettiler?” soruları aklımızdan geçebilir fakat kanuni haktır. Olup biten her şey kanuni.Bu durumda arsa üzerindeki eğitim kurumlarının akıbetini merak ediyoruz ister istemez. Acaba eğitim kurumları yıkılmak yerine arazi MEB tarafından kamulaştırılabilir mi diye düşünmeye hacet kalmıyor: Şirketin yöneticisi, “Arazi üzerinde Şişli Belediyesi’nin ek hizmet binası ve Şişli Endüstri Meslek Lisesi’nin işgali var. Temizledikten sonra bu sene içinde inşaata başlayacağız.” diye bir açıklama yapıyor. (Sabah, 15.2.2013) Bu arada önemle belirtelim, arsa üzerinde tesisi bulunan kurumlarından sadece okullar kendine yeni bir yer aramak durumunda. Belediyeye ve bir özel hastaneye ait binalar kapsam dışında kalıverdi!Böylece yarım asırdan beri Şişli ve civarının dar gelirli aile çocuklarına istikbal ve meslek kazandıran eğitim kurumları bir anda işgalci durumuna düştüler.Peki, arsa yeni sahiplerine geçti ama içinde otel, AVM, rezidans ve ofisler yapılması planlanan ve maliyeti milyar dolarların üzerinde gibi görünen proje hemen uygulanabilecek mi? Yeni imar durumu ne olacak?O konuda şaşırtıcı bir kolaylık karşımıza çıkıveriyor hemen. İlgili şirket, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na başvurarak proje için, “kentsel dönüşüm” kanunu çerçevesinde onay istiyor. Arsa içinde imar ruhsatlı pek çok bina yer almasına rağmen proje bakanlık tarafından onaylanıyor.Diyeceksiniz ki, sana ne?Gezi Parkı’ndaki ağaçlar için ortalığı birbirine karıştıran çevrelerin, basının, STK’ların daha duyarlı olmasını bekliyorum. Hak haktır, ticaret de ticaret; itirazım yok fakat içlerinde pek de “beyaz Türk” olmadığı anlaşılan 6 bin genç ve aileleri adına hemen cevaplanması gereken bir soru var: Bu okulların akıbeti onca değerli tesis ne olacak? Şüphesiz okullar için hayli uzak bir yerde yeniden yer gösterilecek ama ana binasını kaybeden okulların, zaman içinde pekiştirdiği kimlik ve kalitesini de kaybedeceğini kim kendine derd edinecek?Mülkiyet haktır, ticaret meşrudur; e, okulu yıkılacak 6 bin öğrenci nedir peki?Şişli Endüstri Meslek Lisesi ve o kampüste yer alan eğitim kurumlarında okuyan 6 bin öğrencinin geleceği hakkında endişeliyim ve eğitim haklarını korumak için gösterdikleri mücadeleyi gönülden destekliyorum.Başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere bütün ilgilileri, özellikle meseleye gerekli duyarlığı göstermeyen basın kuruluşlarını konuya eğilmeye davet ediyorum.

İnönü, Taksim’deki Müslüman mezarlığını yok etmişti

$
0
0
1 Mayıs’tan beri gündemden inmeyen Taksim Meydanı’nın tarihe mal olması şurada 150 yıldır. Hatta bugünkü halinden söz edeceksek hikâyemizi 87 yıl ile de sınırlandırabiliriz.Peki ondan önce ne durumdaydı Taksim? Semte adını veren Sultan I. Mahmud’un eseri olan maksemi 18. yüzyıldan beri oradaydı ama kırlık bir bölgede yer alıyordu ve en önemlisi, Taksim, şehrin en geniş mezarlık bölgelerinden birine ev sahipliği yapmaktaydı.‘Nasıl? Taksim Meydanı eskiden mezarlık mıymış yani?’ dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, yanlış duymadınız, burası çok geniş bir mezarlık bölgesiymiş ve büyüklüğüyle Eyüp Sultan’ın rakiplerindenmiş.Bu mezarlıklar o kadar geniş bir alanı kapsamaktadır ki, yalnız Gezi Parkı’nı değil, Taksim Anıtı’nın bulunduğu mahalden başlıyor, AKM binasından sahile doğru iniyor, Pangaltı’ya kadar göz alabildiğine uzanıyordu. İçinde geniş bir Müslüman mezarlığı olduğu gibi “Frank”, Rum ve Ermeni mezarlıkları da vardı. Zaten burası Bizans devrinden beri mezarlık olarak biliniyordu. İşte bugünlerde tartışılan Topçu Kışlası, mezarlıkların bulunduğu yeşil alana yapılacaktı.Gümüşsuyu’ndaki Alman Konsolosluğu’nun karşısında görülen selvi ağacı kaybolan mezarlığın tanığı gibi...Taksim’deki mezarlıkların, Pervitich haritası üzerindeki görünüşü. En altta ‘Büyük Türk mezarlığı’ (Great Turkish Cemetery) yazısı okunuyor.Yok edilen Taksim’deki Ayaspaşa mezarlığından bir görüntü. Yan yatmış mezar taşları, selvi ağaçları ve arkada Gümüşsuyu Askeri Hastanesi. (Burak Çetintaş Arşivi)Önemli bir ayrıntı da şudur: AKM tarafındaki Müslüman mezarlığı ile meydanı Harbiye’ye doğru kat eden Fransız, Rum ve Ermeni mezarlıkları yan yanaydı. Osmanlı İstanbul’unda semtleri bile ayrılan farklı din mensuplarının son uykularını birbirine yakın mezarlıklarda uyuması ilginçtir ve Osmanlı’nın engin hoşgörüsünü gösterir.Ancak dikkat çekici bir başka nokta var: Ayaspaşa’daki Müslüman mezarlığı 1926 yılına kadar ayaktadır ve mezar taşları ve selviler Taksim’i ‘laikleştirme’ uygulamasının kurbanı olurken korkunç bir rant transferine de kurban gidecektir.Nasıl mı? Görelim beraberce…BİR MEZARLIK NASIL PAYLAŞILIR?1930’lu yıllarda Gümüşsuyu’ndan Mete Caddesi’ne uzanan bölgede pıtrak gibi bitiveren apartmanlar akılları karıştırmıştır. Zira burada apartman yaptıranlar nedense hep Tek Parti devrinin kodamanlarıdır, hatta tapuda Başbakan’ın eşi Mevhibe İnönü’ye ait bir parsel dahi çıkmıştır.Mezarlığın parsellenip satılma hikâyesini cesur gazeteci Arif Oruç anlatır. “Yarın” gazetesiyle Serbest Fırka’yı cansiparane bir şekilde savunmuştu. Partinin kapatılmasının ardından gazetesi de yasaklılar arasına girmiş olan Arif Oruç, Başbakan İnönü’nün yolsuzluklarını yazmak ister; ancak bu, kaçtığı Bulgaristan’da çıkaracağı “Yarın” broşürlerinde mümkün olur.Arif Oruç’un 5 No’lu “Yarın” broşüründeki (Haz: Mete Tunçay, İletişim: 1991) iddiaları yenilir yutulur gibi değildir ve eğer Demokrat Parti 13 Temmuz 1950’de af kanunu çıkartmasa İnönü ailesi ve CHP’nin başını fena halde ağrıtacak mahiyettedir. Aynı iddiaları Bedii Faik 1970 yılında “Dünya” gazetesinde tekrarlayacak ve deliller Ahmet Gürkan tarafından “İsmet Paşa’nın Beytülmali” adlı kitapta toplanacaktır.Arif Oruç’un iddiaları özetle şöyle:Başbakan yetkisini kullanarak mezarlığın tapusunu, Ayas Paşa’nın torunlarından birine verdirmiş, adam da alır almaz “servileri kestirip mezar taşlarını söktür”müş, boşalan arsayı yüzbinlerce liraya hükümetin önde gelenlerine satmış, sonra da Mısır’a savuşmuştur. Bundan sonrasını Arif Oruç’un iğneli kaleminden okumaya değer:MEVHİBE İNÖNÜ’NÜN ARSASI“Kabristanın senedini eline alır almaz dahi İsmet Paşa’nın hanımefendilerine bir apartmanlık “yerceğiz” hediye etmişti. Hanımefendinin apartmanı “beleşten gelen” arsa üzerine kurulmuştu ki, arsanın kıymeti 50 bin lira tahmin ediliyor. Apartman, Başvekil Paşa’nın mahdumları küçük Ömer beyefendinin cep harçlıklarından tasarruf edilen 200 küsur bin lira ile vücuda getirilmiştir. Halk Fırkası erkânı, her gün pederleri tarafından verilen 5-10 kuruşu çabuk 200 bin lira halinde arttırmağa muvaffak olan küçük Ömer Bey’in; mahalle mekteplerinde peynir ekmek bulamayıp da Hilal-i Ahmer (Kızılay) tarafından kendilerine haftada iki defa birer dilim ekmek peynir tevzi edilen Türk çocuklarına “tasarruf nümune-i imtisali (örneği)” olacağı söyleniyor.”Aynı olayı gazeteci Bedii Faik 1970 yılında şöyle anlatmıştır:“Ayaspaşa vaktiyle mezarlıktı ve evkafa (vakıflara) aitti. İnönü’nün müsteşarı olan zat, evkaf işlerine bakmaktaydı. Günün birinde işte bu müsteşar, mezarlığı vakıf olmaktan çıkarmış, parsellemiş ve bahis konusu arsayı da şefine münasip görmüştür. O tarihte görevde bulunan İstanbul Belediye Meclisi bu olup bitti karşısında isyan etmedi değil. Ama olup bittiyi yapan müsteşar beyin “Paşam! İstanbul Valisi, Belediye Meclisi’ni aleyhinize kışkırtıyor” demesi üzerine İnönü, devrin valisine son derece haşin davranmış ve rahmetli de bu muamele üzerine derhal istifa etmiştir.”Burak Çetintaş’ın değerli araştırması Taksim sırtlarındaki Ayaspaşa mezarlığının nasıl parsellenip satıldığını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor:“Önce gömüye kapalı mezarlık sahasını kaplayan selviler birer ikişer kesilmeye başladı. Daha sonra da kimisi çarpılmış, kimisi toprağa iyiden iyiye gömülmüş kavuklu, destarlı, serpuşlu mezar taşları kaldırıldı” (Toplumsal Tarih, Aralık 2004).Bir kurnazlık daha yapılmış ve vakıfların gazetelere verdiği ilanlarda satılacak arazinin mezarlık olduğundan hiç bahsedilmemiştir. Böylece satılan arazi rahatça parsellenip imara açılacak ve dönemin önde gelen ailelerine apartman olarak hizmet verecektir.Peki bazı resimlerde gördüğümüz güzelim mezar taşlarına ne oldu dersiniz? Onlar da hoyratlıktan nasibini aldı. Yok edildi. Öyle ki, bu mezar taşlarının içinde modern edebiyatımızın kurucusu kabul edilen Şinasi’ninki de vardı. (“Şair Evlenmesi” yazarı hakikaten tuhaf bir adamdı; cenazesine yalnız 15 kişinin katılmasını vasiyet etmiş ve vasiyetine riayet edilmişti. Ancak seçimin nasıl yapıldığını bilmiyoruz.)Böylece bazılarınca “Cumhuriyetin altın çağı” olarak kabul edilen 1930’lu yıllarda üstelik Taksim’in Müslümanlığını simgeleyen koca bir mezarlık göz göre göre satılmış, yok edilmiş, imara açılmış ve ustaca gerçekleştirilen bir rant transferine sahne olmuştu.Bu bir şey değil. Daha Sultan Abdülaziz’in yapımını başlattığı Aziziye Camii’nin arsasına İnönü ve çevresindekiler tarafından nasıl el konulduğunu da yazacağız.Ta ki insanlar Taksim’de “yeşil alanı” mezar taşlarıyla birlikte asıl kimlerin temizlediğini öğrenene kadar…

[Bizim Köy] Pizzanızı havada mı alırsınız?

$
0
0
Ergen şarkıcı Justin’i uzaya itelemeyi kim başardı? Pizza siparişleri bundan böyle gökten mi inecek? Uçakta donarak ölen yolcunun başına daha neler geldi?Siparişinin gecikmesi fast food oburlarının kâbusu. Çoğu zaman da gerçek olmuyor değil. Siparişleri 30 dakikanın altında adrese teslim mevzuu pizzacılar arasında namus meselesine dönmüş durumda bu yüzden. Dünyaca ünlü bir pizza şirketi de kolları sıvadı. Motorlu kuryeler yetmemiş olacak ki bir de hava kuryeyi denediler. Üstelik helikopter benzeri hava aracı insansız. İlk teslimat İngiltere’de gerçekleştirildi bile. Pilot uygulama yakın zamanda tüm şubelere yayılacakmış.Justin uzaya ‘hi’ dedi!Dünyaca ünlü ‘ergen’ şarkıcı Justin Bieber’ı tanımayan yok. Türkiye’deki hayranlarını bir ‘hi’ bile demeyerek yasa boğan Bieber, şu sıralar uzay yolunda. Yok, öyle dizinin yeni çekilecek versiyonunda oynamak için teklif filan almış değil. İngiliz ticari uzay yolculuğu şirketi “Virgin Galactic”in sahibi Richard Branson, 19 yaşındaki şarkıcının da düzenleyecekleri uzay yolculuğuna katılacağını duyurdu. Gelecek yıllarda gerçekleşmesi beklenen yolculuk için serveti 110 milyon doları bulan Bieber’ın şimdiden 250 bin dolar ödediği de iddialar arasında.Cesedi dünya turuna çıktıDünyayı dolaşmak hepimizin hayali, ancak hayattayken. Oysa Gürcistan vatandaşı Georgi Abuladze o kadar şanslı değildi. Zira kendisi Rusya’dan kaçak olarak binip saklandığı uçağın teker takımında donarak can verdi. Yetkililer cesedi fark etmeyince olanlar oldu. Uçak şasisinde ölen kaçak yolcunun cesedi Rusya, Mısır ve Türkiye (Antalya) arasında 4 gün boyunca defalarca gidip geldi. Nihayetinde fark edildiğindeyse artık çok geçti.

[Kuş Bakışı] Her uçak bileti alan uçamıyor!

$
0
0
Uluslararası kurallara göre havayolu şirketleri uçaklarda fazladan bilet satışı yapılabiliyor. Gelmeyen yolcular nedeniyle şirketlerin zararını önlemeyi amaçlayan bu uygulamanın mağduru olmak istemiyorsanız havalimanına en az 2 saat önce gidip check-in yaptırmanızda fayda var.Bu hafta sonu okullar kapanıyor ve yaz tatili başlıyor. Bu yüzden, yaz tatiline çıkacaklar nedeniyle hava ulaşımındaki yoğunluk çok daha artacak. Yaşanan yoğunluk, haliyle uçakta yer bulmayı zorlaştırırken, ucuz bilet bulma hayalini de rafa kaldıracak. Ancak, “Biletimi aldım, tatile çıkmaya hazırım.” diyenleri de, üzecek bir haberimiz var. Eğer havalimanında mağduriyet yaşamak istemiyorsanız, havalimanına en az 2 saat önce gidin ve check-in (bilet ve bagaj işlemi) yaptırın. Aksi takdirde, biletiniz olsa da, ‘havayolu şirketlerinin fazladan sattığı biletler’ (overbook) nedeniyle uçağa binemeyebilirsiniz.Bu uyarıya, “Olur mu böyle bir şey. Biletimi aldım, kimse benim uçağa binmemi engelleyemez.” şeklinde karşı çıkanlar olacaktır. Ancak, bu konuda olması gerekenler değil de, uluslararası uygulamalar geçerli olduğundan, biletli olsanız da, eğer havalimanına geç gelirseniz, fazladan satılan biletler nedeniyle sizi uçağa almayabilirler. Böyle bir olayla karşılaştığınızda ise hiçbir kuvvet veya otorite sizin uçağa girmenizi sağlayamaz.Her uçakta fazla bilet satılıyorUluslararası Hava Taşımacılığı Birliği (IATA) kurallarına göre, havayolu şirketleri uçağın kapasitesinden fazla bilet satabiliyor. Uygulama, uçulan güzergahlar ve uçağın koltuk sayısına göre, değişebiliyor. Yani uçaklarda fazladan 10-40 bilet satışı yapılabiliyor. Böylece, son dakikada uçuşunu iptal eden veya uçağa gelmeyen yolcular nedeniyle havayolu şirketlerinin zararı önleniyor. Uygulama ile havayolu şirketleri bir anlamda zarardan kurtuluyor ancak uçamayan yolcuların mağduriyetleri büyük prestij kaybı oluşturuyor.Yolcuların, ‘overbook’ olarak adlandırılan uygulama nedeniyle mağduriyet yaşamaması için mutlaka bazı tedbirler alması gerekiyor. Öncelikle havalimanına en az 2 saat önce gelinmesinde büyük fayda var. Çünkü terminal girişindeki güvenlik noktalarında yaşanan yoğunluk, yolculara ciddi zaman kaybettiriyor. Güvenlik noktalarından geçerek terminale adım atan yolcular da, kontuarlara giderek vakit geçirmeden check-in işlemi yaptırmalı. İşte bu işlemden sonra korkulacak bir şey kalmıyor. Bilet ve bagaj işlemini tamamlayan yolcular, daha sonra gönül rahatlığıyla CIP veya özel yolcu salonları ile cafe ve restoranlarda uçak saatini bekleyebilir.Bilet almasına rağmen havalimanına geç gelenler ise fazla bilet satışı yapılan uçakla seyahat edeceklerse kötü bir sürprizle karşılaşabilir. Büyük bir ihtimalle bu yolcular, uçakta yer olmadığı gerekçesiyle check-in işlemi yapamaz ve seyahat hakkını kaybeder.Uçamayanlar otele yerleştiriliyorHavalimanında büyük kavgalara sahne olan bu durum, her yıl milyonlarca yolcunun mağduriyet yaşamasına neden oluyor. Havayolu şirketleri, fazla bilet satışını özellikle bayramlar, okulların açıldığı ve tatile girdiği haftalar, hac ve umre seyahatleri ile yılbaşı öncesi uçuşlarda gerçekleştiriyor. Uygulama nedeniyle uçağa binemeyen yolcular, ilk etapta bir sonraki sefer ile gönderilmeye çalışılıyor. CIP salonlarında özel olarak ağırlanan mağdur yolcular, daha sonra ekonomi sınıfı biletli olsalar da, business sınıfta uçuş yapıyor. Bilet ücretini kabul etmeyen ve bir gün sonraki uçuşla gitmeyi kabul edenler ise otellere yerleştiriliyor.THY’NİN KOKUSU UÇAKTA SIKILMAYACAKBirçok alanda markalaşmaya giden Türk Hava Yolları (THY), uzun ve titiz bir çalışma sonucu kendi kokusunu üretti. Şirketin kuruluş yılından esinlenerek adı konulan ‘TK 1933’, geçen haftadan itibaren havalimanlarındaki CIP salonlarında kullanılmaya başlandı. THY yönetimi, uluslararası esans şirketi MG Gülçiçek ile işbirliğine giderek tasarladığı kokuyla yolcularına, ‘huzur, mutluluk, güven ve ferahlık hissi’ vermeyi düşünüyor. Ancak alerjisi bulunan yolcu olabileceği endişesiyle uçakta kullanılmayacak bu özel koku, uçuşta sadece tuvaletlerde sıvı sabunlara konulacak. THY yönetimi, şu anda sadece CIP salonları ve şirket ofislerinde yer alan marka kokusunu, parfüm, kolonya ve ıslak mendil gibi farklı ürünler şeklinde de kullanmaya hazırlanıyor. Hatta, bu ürünlerin yolcuya satışı ile yeni bir gelir kapısının da açılması planlanıyor. TK 1933 adlı koku, 5 kıtadaki 25 ülkeden getirilen hammadde ile 15 aylık sürede hazırlandı. THY’nin marka kokusunun yapımında, Kanada’dan köknar, ABD’den virjinya, Yunanistan’dan sakız ağacı, KKTC’den greyfurt, İspanya’dan limon, İtalya’dan bergamot, Pakistan’dan limon otu, Vietnam’dan fesleğen, Çin’den okaliptüs, Türkiye’den defne, kekik, gülyağı gibi ürünler kullanıldı.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live