Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Geleneksel tiyatronun adı var, kendi yok

$
0
0
Yıllarca yok sayılan geleneksel Türk tiyatrosunun, 1990’da Bakanlar Kurulu kararıyla varlığı kabul edilmiş. Tek bir müdürden oluşan bir topluluk kurulmuş, 16 yıl sonra kadrosu olmadığı gerekçesiyle kapısına kilit vurulmuş. Devlet Tiyatrosu ile ilgili tartışmaların alevlendiği bugünlerde devletin koruma altına aldığı tiyatronun fıkra gibi hikayesine göz atalım.Türkiye’de geleneksel tiyatronun yüzü hiç gülmedi. Muhsin Ertuğrul’la beraber yönünü Batı’ya dönen tiyatromuzda orta oyuncuları, hayaliler küçük görüldü, tiyatronun okullaştırılması sürecinde göz ardı edildi. 1990 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla devlet ile geleneksel tiyatro barışmış. Namık Kemal Zeybek’in kültür bakanı olduğu dönemde Geleneksel Türk Tiyatrosu Topluluğu kurulmuş, ancak üvey evlat muamelesi görmüş. Personeli olmayan topluluğa müdür atanmış, 16 yıl sonra da kadrosu olmadığı, proje üretemediği için kapısına kilit vurulmuş. Traji komik bir bir fıkra…1989 yılının Eylül ayı. Ortaoyunu, kukla ve Karagöz sanatçısı Nevzat Açıkgöz’ün vefatından sonra... Onun gibi Karagöz sanatıyla uğraşan Mevlüt Özhan, geleneksel tiyatronun yarınlara kalması için topluluk kurma düşüncesini Daire Başkanı Kamil Toygar’ın desteğiyle hayata geçirmeye karar verir. İlk önce Devlet Tiyatroları’nın kapısını çalar, yönetmeliklere uygun değil denerek reddedilir projesi. Alternatif üretir, topluluğu Daire Başkanlığı statüsünde olan Halk Kültürünü Araştırma Dairesi Başkanlığı’nda kurma düşüncesiyle bakanlığın onayına sunar. Başbakanlık Devlet Personel Başkanlığı ile Planlama Teşkilatı arasındaki görüş alışverişleri, yazışmalardan sonra Bakanlar Kurulu’nun gündemine gelir konu. Yasada birkaç madde değiştirildikten sonra karar verilir: Sonuç olumludur. 29 Ağustos 1990’da Cumhurbaşkanı Turgut Özal başta olmak üzere bütün bakanların altına imzasını attığı kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla tarihî bir adım atılmış olur. Cumhuriyet tarihinde geleneksel tiyatroyu geliştirmek için ilk defa devlet destek verecektir.Müdür var, personel yokİşin trajikomik tarafı bundan sonra başlıyor. Topluluğun kadrolarının verilmesi ve çalışmalara başlayabilmesi için Maliye ve Gümrük Bakanlığı’ndan kadro istenir. Sanatçılar, sanat yönetmenleri, teknik personel vb. yer alacağı 40 kişilik bir kadro... Ancak topluluk kurma görevinin yalnızca Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü görev alanında olduğu söylenerek talepler reddedilir. Gide gele bakanlıklardaki personelle samimiyetini ilerleten Mevlüt Özhan, kadro sayısını 15’e kadar düşürür ama yine de ikna edemez yetkilileri. Üç yıl sonra beklenmeyen bir olay olur. Topluluğa bir müdür kadrosu verilir. O sırada Özhan, Halk Edebiyatı ve Tiyatrosu Şubesi müdürlüğünü yürütmektedir. Kadrolarla daha yakından ilgilenmek için topluluk müdürlüğüne atamasını ister. Atama gerçekleşir ve Özhan hiç personeli olmayan bir birimin müdürü olarak göreve başlar. Bu görev süresi tamı tamına 12 yıl sürer. UNIMA Türkiye Milli Merkezi Başkanı seçilen, bakanlıkla ortaklaşa kukla ve gölge oyunları festivali düzenleyen Özhan, devletin kurduğu, sonrasında unuttuğu toplulukla projeler üretemez. Ne kadrosu vardır ekibin, ne bütçesi... 2005’te topluluğa başka bir müdür atanır, Geleneksel Türk Tiyatrosu Topluluğu’na, ardı sıra Güzel Sanatlar Müdürlüğü’ne bağlanır. Üç yıl sonra da yeniden eski müdürlüğe aktarılır, kadrolar alınmadığı ve hiçbir etkinlik yapılmadığı için Devlet Halk Ozanları Derneği’yle beraber Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılır. Çabalarımız yok sayıldıGeleneksel Türk Tiyatrosu Topluluğu’yla beraber birçok yeni grup da kuruldu: Devlet Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği… Milyarlar kazanan tanınmış sanatçıların bu gruplara katılması için kadro açan Maliye Bakanlığı’nın kapatılan gruplara kadro açmamak için ısrarcı davrandığını söylüyor Mevlit Özhan: “Yönetmeliklere ters olan bir uygulama olduğu söylendi ama teklif edilmesine karşı düzeltme yapılmadı. Her iki kültürümüzün yaşatılması adına yapılan bunca uğraş ve çabalar bir kalemde silinip yok sayıldı. Bakanlık, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun yaşatılması, geliştirilmesi, tanıtılması için kurduğu topluluğa sahip çıkamadı ve geri adım atarak kapatılmasını sağladı.” Ne denir? Tiyatrolarla ilgili tartışmalarda bu ayrıntı da göz önünde bulundurulur. Geleneksel tiyatro ile ilgili çalışmalar yapacakyeni bir grup kurulur, destekleniyormuş gibi yapılmaz.‘Sanat kurulla yönetilebilir mi?’Devlet Tiyatroları ve Devlet Opera Balesi ile ilgili tartışmalar yeniden alevlendi. Basına yansıyan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın üzerinde çalıştığı taslaklara göre yeni bir sistem geliyor Bakanlığa bağlı Türkiye Sanat Kurumu kurulacak. Kurumun karar organı ‘Türkiye Sanat Kurulu’ olacak. Kültür Bakanı’nın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla atanacak kurul, 11 üyeden oluşacak. Desteklenecek projelere kurul karar verecek, yüzde 50’yi geçmeyecek vb. Geçtiğimiz yıl Başbakan’ın “Devletin tiyatrosu olmaz.” çıkışından sonra yeni bir yapılanmaya gidileceği belliydi. O gün, bugünmüş. Şimdi tartışılan konu, yasallaşması muhtemel bu taslağın sanata nasıl etki edeceği. Hâkim görüş Türkiye’de tiyatroya büyük bir darbe vuracağı. Kurulun bağımsız sanat üretimine nasıl bir katkı sağlayacağı bilinmez ama ortada su götürmez bir gerçek var: “Uluslararası projeler üreten sanat kurumları inşa etmek yerine, mevcut sistemi lağvedip tiyatroları belediyelere, il kültür müdürlüklerine emanet etmek onu bitirmek demektir. ” Keşke, Kültür Bakanlığı yeni inşa sürecinde sanat icra eden kişilerin temsilcilerini masa etrafına toplayıp sorunlara beraber çözüm arasa.

Arsenal’in efsane defans oyuncusu Tony Adams: Messi’ye önce tekme atardım

$
0
0
Indesit’in başlattığı dünya yıldızları ile amatörleri aynı takımda buluşturan futbol organizasyonlarının ikincisi bu yıl İtalya’da San Siro Stadyumu’nda gerçekleştirildi. Eşlerini desteklemek için stada gelen kadın taraftarların coşkusu ise “Kim demiş kadınlar futbolu sevmez!” dedirtti.Beyaz eşya markası Indesit, geçtiğimiz yıl sponsorluk projesi kapsamında başlattığı futbol organizasyonlarına bu yıl ‘Support Your Hero’ (Kahramanını Destekle) adlı yarışma ile devam etti. Milano’nun San Siro Stadyumu’nda gerçekleştirilen organizasyona AC Milan’dan Daniele Massaro, Alessandro Costacurta ve Franco Baresi, Arsenal’den Robert Pires ve Tony Adams, Paris Saint-Germain’den Giancula Zambrotta ve Daniel Bravo gibi bir döneme damgasını vurmuş efsane isimler öncülük etti.Organizasyonun ilk günü akşam yemeği sonrası usta defans Tony Adams ile konuşma fırsatı buluyoruz. Adams, sempatikliği ve güler yüzüyle masaya pozitif enerji saçıyor. Azerbaycan’da görev yaptığı süre içerisinde öğrendiği birkaç cümle Türkçe ile “Bana istediğinizi sorabilirsiniz, problem yok!” diyor. Kahkahalar eşliğinde başlıyoruz söyleşiye.Dünyanın en başarılı defansları arasında yer alan Tony Adams’a başarısının sırrını soruyoruz. Efsanelere yakışır bir mütevazılıkla cevap veriyor ve, “Bu yalnızca bana ait bir başarı olamaz. Futbol, takım işi. Bana yardımcı olan iyi bir kaleci, savunma oyuncusu olmasa bu kadar iyi olamazdım.” diyor. Aynı mütevazılığı Emirates Stadı’nın önüne dikilen heykeli söz konusu olduğunda da gösteriyor ve ekliyor: “Bunu hak edecek ne yaptım bilemiyorum ama çok mutlu oldum. İnanılmaz onure ediciydi.”“Barcelona’nın yıldız oyuncusu Messi’ye savunma yapabilir miydiniz?” sorusuna muzip bir şekilde cevap veriyor: “Önce tekmeler canına okur, sonra ise kolundan tutup kaldırırdım. Felsefeyi anlıyor musunuz?” (Gülüşmeler)Çocukken nefret ettiği ve yarıda bıraktığı eğitim hayatına kırkına merdiven dayamışken üniversite okuyarak devam eden Adams’a “18’lik gençlerle aynı sınıfta ders almak nasıl bir duyguydu?” sorusunu yöneltiyoruz. Gülüyor ve; “Benim için oldukça ilginç ve aşağılayıcıydı.” açıklamasında bulunuyor.Söz dönüp dolaşıp hayatının dönüm noktası olan alkol bağımlılığa geliyor. Tüm samimiyetiyle anlatıyor nasıl ve neden başladığını: “17 yaşındaydım. Sakatlığım nedeniyle futbol oynayamıyordum. Bir uyuşturucu bağımlısı uyuşturucuya nasıl bağlıysa ben de futbola öyle bağımlıydım. Futboldan uzak kalmak beni derinden etkiledi. O ümitsizlikle alkole sığındım. Dozunu gün geçtikçe artırdım ve yıllarca futbol oynamadığım günlerde hep içtim. Alkollü araç kullandığım için hapse girdim, ilk eşim de uyuşturucu kullanıyordu. Çocuklarımızla bile annem ilgileniyordu. Bir süre sonra boşandık. Hayatım tam bir kaostan ibaretti.” Bir gram dahi içecek halim yoktuNe oldu da bırakmaya karar verdiniz dediğimizde ise: “Artık bir gram dahi içebilecek durumda değildim. Alkol içmeyeyim diye kendimi otel odasına kilitlediğimi biliyorum. Canıma tak etmişti. Hayatımda sahip olduklarımı düşündüm. Hiçbir şey onlardan vazgeçmeye değmezdi. Her şeye rağmen yaşadıklarımdan pişman değilim. Onlar bana sahip olduklarımı ve bu şekilde devam edersem hepsini tek tek kaybedeceğimi fark ettirdi. Alkol bağımlılığını yenmiş biri olarak 2000 yılında bir merkez kurdum. Geçmişte yaşadıklarımı, tecrübelerimi benimle aynı problemden muzdarip kişilerle paylaşıyorum.”İkinci gün programımız oldukça yoğundu. Vakit kaybetmeden Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 15 Avrupa ülkesinden seçilmiş 33 çift ile yola koyuluyoruz. İstikamet 80 bin kapasiteli 5 yıldızlı rüya stat San Siro. Dünyanın en önemli takımlarında forma giymiş efsaneler yarışmaya katılmaya hak kazanmış bu isimlerle birlikte mücadele ettiler. Favorimiz Paris Saint Germain olsa da kıyasıya geçen turnuvanın galibi ev sahibi ekip AC Milan oluyor.Maç sonrası kutlamalar yapılıyor, günün ‘en’lerine ödülleri veriliyor. ‘Kahramanlarını’ desteklemek için gelmiş kadınların coşkusunu görünce ‘Ey futbol sen nelere kadirsin!’ demekten alamıyoruz kendimizi. Kutlamalardan kaytarıp iki arada bir derede Gianluca Zambrotta, veAlessandro Costacurto ile konuşuyoruz. Franco Baresi kişisel bir probleminden ötürü özür diliyor ve alelacele stattan ayrılıyor.Zamanında Barcelona’da da forma giymiş Zambrotta’ya ‘İtalyan bir futbolcu olarak İspanya’da oynamak nasıl bir duygu, üzerinizde baskı oldu mu?’ diyoruz. Zorlandığını, baskı da hissettiğini itiraf ediyor ama bunun İtalyan olmasıyla ilgisi olmadığını, tamamen büyük bir takıma gelmiş ve antremana dair rutinin değişmiş olmasıyla alâkalı olduğunu söylüyor.38 yaşında Milan’da top oynamak cümlesiyle hemhal olmuş ve Şampiyonlar Ligi’nde forma giymiş en yaşlı futbolcu unvanına sahip Costacurta’da sıra.İlk soru tabii ki 40 yaşında yeniden futbola başlamasıyla ilgili oluyor.“Olağanüstü bir duygu. Umarım futbolu bırakacağım gün öldüğüm gün olur. Futbolu çok seviyorum.” diyor.AC Milan’da ilerleyen yaşlarına rağmen futbolu bırakmayan Costacurta dışında da birçok futbolcu bulunuyor. Bunun kulübün futbolcularının fiziksel ve zihinsel sağlıklarını sürekli test ettirdiği Milan Labaratuar ile ilgisi olup olmadığını soruyoruz. Bilemiyorum… Olabilir tabii. Sonuçta düzenli olarak kontrolleriniz yapılıyor. Kan, kas, zihinsel birçok test yapılıyor. Her oyuncunun bireysel antrenman ve diyet programı oluyor.Milan’da çok uzun yıllar forma giyen Costacurta, takımın son yıllarda yaşadığı iniş çıkışlarını ülkedeki ekonomik krize bağlıyor. Krizin, kulüpleri derinden etkilediğini belirtiyor.Terim’e 9 hafta az! Milan’ın efsane forveti Massaro’ya, ‘Sizin efsaneniz kimdi? diye soruyoruz. Hiç düşünmeden Johan Cruyff’ın ismini veriyor. Cruyff’ın portakal renkli formasına, dış görünüşüne ve tarzına tutkunmuş meğer.Şimdilerde AC Milan’ın halkla ilişkiler ve pazarlama işleriyle ilgilenen Massaro teknik direktör olmamasının sebebini ise şu şekilde özetliyor: “Lisansım var ama teşekkürler, ben almayayım. Sürünmek istemem.” Şaşırdığımızı anlayınca açıklama gereği duyuyor: “Hafta sonları arkadaşlarımla golf oynamayı çok seviyorum. Teknik direktör olsam bu mümkün olmazdı.”Konu bir dönem Milan’ı çalıştırmış Teknik Direktör Fatih Terim’e geliyor. Massaro’ya, Terim’in sergilediği agresif tavırlardan ötürü 9 haftalık hak mahrumiyeti cezası hatırlatıyoruz. Dayanamıyor ve patlatıyor espriyi: “9 hafta mı, azmış! Şaşırdım doğrusu!” (Kahkahalar) Zambrotta mı, o da kim?Indesit, bu yıl kadınları organizasyonun merkezine oturtmuş. Zira yarışmaya başvurular, eşleri adına kadınlar tarafından yapılmış. Organizasyon süresince birlikte olduğumuz çiftlerin başvuru hikâyeleri öylesine ilginç ve komik ki. Yarışmaya İstanbul'dan katılan Bora Tulum'un futbol ile hiç ama hiç ilgisi yokmuş mesela. Öyle ki turnuvada Paris Saint Germain için top koşturan Tulum'a "Biraz önce Zambrotta'yla aynı takımdaydınız, hatta size pas verdi, nasıl bir duygu?" diye soruyoruz. Aldığımız cevap, bir hayli şaşırtıcı oluyor: “Doğrusunu söylemek gerekirse Zambrotta'yı bile tanımıyordum. Turnuvaya katılmak için can atmış binlerce kişi eminim bu cevabımdan dolayı bana kızacaktır. Futboldan anlamayan ben bile stadın atmosferinden inanılmaz etkilendim.”

Bosna’nın altın çocukları

$
0
0
Bosna, bu kez kahramanlık hikâyesiyle karşımızda. Savaşı bizzat yaşayan ve uzuvlarını kaybeden insanlardan oluşan Bosna Hersek Paralimpik Milli Erkek Voleybol Takımı, önemli başarılara imza atıyor. 2012 Londra Olimpiyatları’nda paralimpik voleybolda altın madalya alan takım Bosna’nın tarihini yeniden yazmak istiyor.Bosna son yıllarda belgesellere, filmlere, kitaplara savaş dolayısıyla konu oldu. Oysa sadece Mostar Köprüsü, Bosna Hersek Savaşı ya da şehitlikten ibaret değil. Geçmişten bu yana birçok kahramanlık hikâyesine imza atmış bu ülkenin, hâlâ yazılmayı bekleyen hikâyeleri var. Bunlardan biri de Bosna Hersek Paralimpik Milli Erkek Voleybol Takımı. Bosna Hersek Savaşı’nı bizzat yaşamış, savaşmış ve uzuvlarını kaybetmiş kişilerden oluşuyor. Ekip en son 2012 Londra Olimpiyatları’nda paralimpik voleybolda (oturarak oynanıyor) altın madalya almış. Aslına bakarsanız onlar olimpiyatlara ya da farklı müsabakalara katılıp ülkeye sadece madalya kazandıran bir takım değil. 30 yıllık bir geçmişi olan Bosna’nın tarihini yeniden yazan, engellerini aşan, kendilerine güvenen ve inanan bir grup insandan oluşuyor.El Cezire Türk için belgesel çeken yönetmen Ensar Altay, ‘Golden Boys’ (altın çocuklar) ismiyle bu takımın hikâyesinin belgeselini çekti. Ümraniye Belediyesi’nin düzenlediği bir etkinlik vesilesiyle İstanbul’a gelen ekip ve yönetmen Ensar Altay ile bir araya geldik. Takımın koçu Mirza Hrustemoviç 44 yaşında. İki yaşında geçirdiği ateşli hastalık ve yanlış tedavi sonucu sakat kalıyor. Spor yapmaya başlıyor. Teknik okulu bitiriyor ve bir yandan voleybol oynuyor. Yıllar sonra üstüne bir de savaş darbesi alıyor. Mirza, takımı nasıl kurduğunu anlatırken, geçmişe gidemeden edemiyor: “Bosna, farklı kültür ve dinden insanları barındırıyordu. Avrupa’nın göbeğinde canlar yok olurken herkes sessizdi. Anarşik bir savaş vardı. Biz savaşa el yapımı tüfeklerle gidiyorduk. Ancak 6-7 ay sonra ordu kuruldu.” Mirza, savaştan en çok 18-22 yaşlarındaki gençlerin zarar gördüğünü, kiminin öldüğünü, kiminin de sakat kaldığını anlatıyor: “O süreçte sakat kalan gençleri rehabilite amaçlı bir program yapma fikri oluştu. Öyle bir şey yapmalıydım ki, bu insanlar hayata tutunmalıydı. Savaştan önce de paralimpik sporlar başkanıydım. Sonra bu gençleri toplayıp voleybol takımı kurdum. Sdi Spid voleybol kulübü ülkenin ana kulübüydü. Bombaların altında yapılan antrenmanlardan, güzel başarılara imza atacak bir takım, bir kardeşlik ruhu çıktı.”Aliya İzzetbegoviç, ödülünü satıp takıma hibe ettiMirza Hrustemoviç, Bosna Hersek’in ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’i anmadan geçmek istemiyor. Merhum İzzetbegoviç’in savaşa rağmen takımı desteklediğini söylüyor. “Bir anne çocuğuna nasıl davranırsa o da bize öyle davrandı.” diyor ve bir anısını anlatıyor: “Estonya’daki Avrupa Şampiyonası’na katılmamız için İtalya’daki ön elemelere girmemiz gerekiyordu. Maddi olarak buna imkân yoktu. O zaman rahmetli İzzetbegoviç, Birleşik Arap Emirlikleri’nin kendisine verdiği ödülü satıp takıma 20 bin kayme hibe etti. Bir spor kulübü için bu büyük bir paraydı. Sonra onun verdiği hibeyle Avrupa şampiyonu olduk. Yeni bir şey başlattık. İnşallah sonraki nesil de bu sporu devam ettirebilir.”Takıma ekip ruhunu aşılayan bir isim daha var: Kaptan Sabahudin Delaliç. O aynı zamanda Bosna Demokratik Hareket Partisi üyesi. Sabahudin, bu sporla Bosna’yı temsil etmenin ve takımın kaptanı olmanın kendisi için çok özel olduğunu söylüyor. Sabahudin, başarılarını Bosna’ya olan sevgi, inanç ve inatlarına bağlıyor. Her şeyden önce bu sporun artık yaşam tarzı olduğunu şöyle anlatıyor: “Biz sadece oynamıyoruz, inancımızı, hayat felsefemizi ortaya koyuyoruz. Camsız –17 derecede antrenman yaptık. Halı sahada antrenman yapıp çıktıktan 5 dakika sonra oranın bombalandığını bildiğimiz halde pes etmedik. Voleybol filemiz bile yoktu. Ayakkabı bağcıklarıyla file yaparak oynadık.”Mağduriyeti başarıya çevirmiş kahramanlık hikâyeleri var“Bir arkadaşım bahsetmişti takımın varlığından. Savaş gazilerinin kurduğu bir takımdı. Bosna zaten geçmiş ve tarihi itibarıyla kişisel alanıma giren bir ülkeydi. Daha özel bir hikâyeyle orayı anlatmak istiyordum. Kronolojik bir süreci ya da mağduriyeti değil de hikâyesini çekmekti amacım. Biraz araştırdım, mağduriyeti başarıya çevirmiş bir kahramanlık hikâyesi vardı. Bunu anlatırken Bosna’nın yakın tarihine de ışık tutmak istedim. Takımın koçu Mirza ile tanıştım. Çevremizdeki sıradan bir insanın başaramayacağı bir hayat tecrübesine sahipti. Beni çok etkiledi.”

Bugün Tuna Nehri ne diyor?

$
0
0
Osmanlı Devleti 150 yıl Macaristan topraklarında hüküm sürmüş. Estergon, Zigetvar, Mohaç, Budin, Vişegrad ve Gül Baba Türbesi ile bize o kadar tanıdık ki... Başkent Budapeşte'de tarihe ve bugüne küçük bir tur attık. Gördük ki Tuna Nehri'nden çok sular akmış.Macaristan, Orta Avrupa’da 10 milyon nüfusa sahip bir ülke. Başkenti Budapeşte. Şehrin en güzel seyredildiği noktalardan biri Budin Kalesi. Kalenin içinde fetih sonrası cami olarak hizmet veren bir kilise var. Burada Kanuni Sultan Süleyman namaz kılmış. Mimari yapısında İslamî çizgiler hissediliyor. Kalenin olduğu tepeden Tuna Nehri, parlamento binası, Zincirli Köprü, Margit Adası ve daha pek çok yer net olarak görülüyor. Budapeşte, Tuna Nehri etrafına kurulmuş. Boğaziçi Köprüsü’nde olduğu gibi nehrin etrafı tarihi binalarla dolu. Tuna’nın üzerinde başkentin iki yakasını birbirine bağlayan çok sayıda köprü var. Her birinin mimari açıdan ilgi çekici özellikleri bulunuyor. Ercebet Köprüsü bizim Boğaz köprülerimizin küçültülmüş hali gibi. Nehir seviyesinden 140 metre yükseklikteki Gellert Tepesi yine şehrin en güzel manzaralarının seyredildiği mekânlardan. Macaristan, 1999 yılında NATO, 2004’te de Avrupa Birliği üyesi oldu. Euro’yu kullanamayan ülkelerden. Kendi para birimi forint. 285 forint 1 Euro ediyor. Öğretmen maaşları 300-400 Euro arasında değişiyor. Bir profesör aylık 500 Euro civarında para alıyor.Başkent Budapeşte, coğrafi konumu ve tarihi eserleriyle Avrupa’nın en güzel şehirlerinden. Macaristan’ın en büyük ve en gelişmiş şehri. Ülkenin adeta kültür ve sanat merkezi. Yaklaşık 2 milyon nüfuslu şehir, Batı Avrupa şehirleriyle kıyaslanırsa oldukça hareketli. Gece-gündüz caddeler, sokaklar, park ve bahçeler, kafe ve lokantalar sürekli dolu.Macarların ‘Höşökter’ diye adlandırdıkları Kahramanlar Meydanı, şehrin en büyük meydanlarından. Dev heykel ve anıtların bulunduğu meydan, şehrin kalbi mahiyetinde.Salça yerine toz biber kullanılıyorBize gezi boyunca Macaristan Gaziantep fahri konsolosumuz Bahaeddin Nakıboğlu ve Prizma Eğitim Vakfı Başkanı Mahmut Eyüp Günel eşlik ediyor. Hep birlikte Çarnok pazarına geliyoruz. 1884’de faaliyete geçmiş tarihi bir pazar burası. Turistler kadar yerli halk da bu pazara ilgi gösteriyor. Çünkü buradaki ürünlerin fiyatları diğer yerlere göre daha uygun. Macaristan deyince ilk akla gelenlerden biri de biber. Macarlar, biberi çok seviyor. Yemeklerinde salça yerine toz biber kullanıyorlar. Pul biber bizdeki gibi değil. Burada toz biber kullanılıyor.Pazarda dolaşırken meşhur Macar salamlarını görüyoruz. Domuz eti bu ülkede çok tüketildiğinden salamlar da domuz etinden. Macaristan’da kaz ciğeri de çok meşhur. Kazları çok iyi beslediklerinden bir kazdan 700 grama kadar ciğer aldıkları oluyormuş. Hatta kaz iyi beslensin diye yiyecekleri huniyle direkt kazın midesine indiriyorlar!Tuna’yı tekneyle geçmekDünyanın en güzel nehirlerinden Tuna’da tekne turu çok popüler. İnsanlar kuyrukta bekliyor. Turları yaklaşık bir saat sürüyor. Buda ve Peşte’nin ortasından akıp giden Tuna’da tekne seyahati çok keyifli. Yolculuk esnasında birçok farklı dilde şehir anlatılıyor. Kulaklıklarımızı takıyoruz ve Budapeşte’nin tarihi ve doğal güzelliklerini Türkçe dinliyoruz. Eskiden nehrin iki yakası ayrı şehirmiş; Buda ve Peşte. Başkentin Peşte kısmı şehir merkezinin daha yoğunlaştığı yer. Nehrin ortasında bir ada var; Margit. Yemyeşil, muazzam bir ada. İsmini kralın kızı Margit’ten alıyor. Anlatılanlara göre Macar kralı, kızı Moğol saldırılarıyla karşılaşmasın diye Tanrı’ya adar ve Margit Adası’na gönderir. Tek başına yıllarca bu adada yaşar Prenses Margit. İki köprüyle başkente bağlı ada, botanik bahçesi gibi. Şehir sakinleri akşam üzerleri ve hafta sonları spor yapmak, çocuklarıyla gezip dolaşmak ya da piknik yapmak için geliyor. Tuna’nın ortasındaki adanın uzunluğu 2 buçuk kilometre, genişliği ise 500 metre. Adadan şehir merkezine geri dönüyor ve St. Mihail Kilisesi’ne ulaşıyoruz. Bu kilise Osmanlı döneminde cami olarak kullanılmış. Şimdilerde camiden geriye sadece mihrap kalmış. Aslında Osmanlı döneminde çok sayıda cami varmış şehirde. Evliya Çelebi’ye göre Macaristan’da 25 cami, 47 mescit, 12 medrese, 16 mektep, 2 hamam, 8 kaplıca, 9 han, 1 saat kulesi ve bir de bedesten var. Aslına bakarsanız şehir 1686 yılında İtalyan bir ressamın Budin resminden de oldukça farklı.

Seyyahlığın da sanalı çıktı

$
0
0
Teknolojinin nimetleri ilginç bir hobiyi beraberinde getirdi. İnternet üzerindeki sokak görüntüleme uygulamalarıyla şehirleri dolaşan sanal seyyahlar, bir tıkla İsviçre Alpleri’ndeki patikalara tırmanıyor, başka bir hamlede gökdelenlerin arasındaki şehirde kayboluyor.Seyyahların ortak yorumu şöyle: Kimi şehirlerdeki düzen ve tertip Türkiye’deki belediye başkanlarının ufkunu açacak türden.Geçtiğimiz hafta Amerika Birleşik Devletleri’ni ziyaret eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Pasifik Okyanusu tarafındaki teknoloji üssü Silikon Vadisi’ne de uğradı. Bu sırada dünyanın önde gelen firmaları Microsoft ve Google, bu ziyarete has bir jest yapıp, onu tekrardan Türkiye’ye getirdi. Nasıl olduğunu az çok tahmin edebiliyoruz? Uydu kameralarının emrine verildiği Başbakan, dünyanın bir diğer ucundan kendi memleketini ve İstanbul’u canlı bir şekilde seyretti. Dünyayı uydudan anbean seyredebilmek herkese nasip olmasa da bir zamanlar sadece müneccimlere has bu yetenek artık her internet kullanıcısının eli altında. Zira Google Earth, Yandex Harita ve Google Street View (Sokak Görüntüleme Sistemi) gibi uygulamalar bize bir ömrün görmeye yetmeyeceği manzaraları dizimizin dibine getiriyor. Seyahat tutkunları ise bayrağı bir adım öteye daha götürerek internetten seyahat ediyor. Ekran başında saatlerce turlayan sanal gezginler bir tıkla İsviçre’ye inip Alpler’deki patikalarda dolaştıktan sonra Londra’nın geniş bulvarlarında tuğla döşeli binaları inceliyor. İşte sanal âlem seyyahlarının kısa seyahatnamesi:San Francisco’ya gitmedi ama avucunun içi gibi biliyorKerem Miralem, Google Maps’e ilk zamanlar görüntülerin kalitesizliği yüzünden çok rağbet etmemiş. Sonra siteye tekrar göz atan sanal gezgin, gördüğü manzara karşısında şoka uğramış. “Filmlerde geçen sahneleri gördükten sonra o sokaklarda dolaşabilmek ‘sanal da olsa’ çok farklı ve etkileyiciydi.” diyerek özetliyor ilk duygularını. Tasarımcı olmasından gelen bir şevkle şehircilik anlayışını merak etmiş. Her köşede farklı bir güzelliğe denk gelmiş. Kerem Miralem, bu seyahat türünü keşfedince Amerika’nın Oakland kentini iki hafta aralıksız dolaşmış.Abone olduğu mimarlık sitelerinde gördüğü binaları kendi mevkisi ve kalabalıklar arasında görmenin mimariye farklı bir göz kattığını ifade ediyor. “Her ne kadar tam adresi olmasa da fotoğrafın bir kenarındaki detaydan (kule, gökdelen, akarsu vb.) işaret alarak, ulaşmak istediği noktaya rahatlıkla varabiliyorum.” diyor. Miralem, “Londra’daki Royal Akademi’yi, The Guardian gazetesinin binasını ya da tasarımlarını beğendiğim ofislerin mekânlarını da aradım ve buldum. Mesela Tumblr’da yayınlanan bir mekâna denk gelmiştim. Sonra internette epeyce araştırmanın ardından mekânın adını bulabildik. İngiltere’de bir kasabaydı ve oralarda dolaştığımda dilim tutuldu. Yüz yıldır yeni bir yapı eklenmemiş gibiydi. Her yer o kadar özenle düzenlenmişti ki, gerçek olduğuna inanamazdınız.”Ona göre, gerçek mekânlar olmasa da bu kadar çok yeri, bu kadar kısa zamanda, bu kadar ucuza dolaşma imkânı vermesi ‘sanal seyahati’ cazip kılıyor. Rehberlerin güdümünden uzak güzel şehirler, güzel kasabalar ve manzara peşinde saatler su gibi akıyormuş. Düzen, şehircilik, mimari hususlarına her daim öncelik veren çizer Kerem Miralem, ekran başındaki seyahate kendini o kadar kaptırmış ki; “Meksika’nın bir şehrinde dolaşmak pek zevkli değil.” yorumunda bulunabiliyor.Şehir içinde bir aylak adam misali dolaşıp binaların dış yapısına bakmak elbette sanal seyyahı tatmin etmiyor. Şehrin farklı yerlerinde turluyor, kimi zaman bir treni takip edip kentin farklı mahallerine göz gezdiriyorlar. Ayrıca Google Maps ve Google Earth kimi kapalı mekânlara girme olanağı sağlıyor. Miralem, 2012 yazında Londra Olimpiyat Stadı’nın içini ve altında bulunan kafelerin bulunduğu çarşıyı dolaşmış. Tesadüfen bulmuş bu yeri, Kaliforniya’daki Berkeley Üniversitesi’nin kampüsünü gezmiş. Manet’nin resmettiği sahil kasabasına dair yorumu pek manidar. “Kasaba, tuvaldeki gibi aynen duruyor. Kimse apartman dikmemiş!”Sanal bir gezinti olduğu fikri ekrandan yüz çevirince hemen kendini belli etse de müteyakkız gözler için bir şehir ve kültür hakkında güvenilir bir bilgi kaynağı sayılabilir. Seyahati esnasında hayret veren manzaraların yanı sıra tebessüm ettiren görüntüler de yok değil. İskandinav şehrinde tavuk kılığına giren gençler Google aracının peşinden koşmuş. Siteyi yönetenler de buna engel olmamış ve görüntüler öylece kalmış. Tabii seyahat sırasında Avrupa’daki Türklerin de izlerine rastlayabiliyorsunuz. Amsterdam’da bir dükkânın penceresinde Türk bayrağı görebilir, Almanya’daki Türkçe isimlerle donatılmış sokaklara göz atabilirsiniz.Kerem Miralem’in tavsiye ettiği şehirler“Bir numaramda Londra var. Tarihiyle beraber yaşayan bir şehir. Tasarımcı için bir hazine. Sıradan dükkân tabelaları bile tasarlanmış. Şehir her haliyle çok elit duruyor. İkincisi San Francisco. İstanbul’a benzer bir coğrafyası var. Cumbalı üç katlı evler ve inişli çıkışlı yollardan oluşan üslup sahibi bir şehir. Üç numarada Florida var. Sanki burada herkes tatil yapıyor. Ocean Drive yolunda kesinlikle dolaşmalısınız. Gerçeği kadar güzel! Dört numarada Glasgow var. Yağmurlu, taş binalı, karizmatik bir şehir. Dolaşırken yağmurun kokusunun taş binaların manzarasıyla dans ettiğini hissedebilirsiniz. Beş numarada Oakland var. İlk girip de çıkamadığım şehir burası. Şehirde size büyüklük taslayan hiçbir şey yok. Her şey çok insani boyutlarda.”‘Elimdeki fotoğraftan teröristlerin kaçış güzergâhını buluyorum’Mimar Emre Apak, sokak görüntüleme sisteminin sıkı kullanıcılarından. İşi münasebetiyle kendisine gelen projeler için ilk etüdü neredeyse devamlı açık olan Google Earth programı üzerinde yapıyor. ‘Tasarıma geçmeden önce arazinin lokasyonundan dolayı sağladığı avantaj/dezavantajları göz önüne sermek hem benim için hem de müşteri için yol gösterici oluyor.’ Apak, seyahate çıkmadan evvel de güzergâhına yine buradan göz atıyor. Türkiye’de bulunan sokak ve caddelerin panoramik fotoğrafları sadece Yandex’te bulunuyor. Ayrıca bu uygulama üzerinde bulunan sokak fotoğrafları da kendisinin tasarlayacağı çizimler için fayda sağlıyor. Bu tasarlanan binaları Google Earth programına aktarmanın da mümkün olduğu bilgisini veriyor ayrıca.Televizyonda yahut gazetede gördüğü bir mekânı yakından incelemeden rahat edemiyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde Reyhanlı’da meydana gelen patlamanın görüntülerini incelemiş ve ağaç dalı şeklindeki çeşmeyi görüp Google Earth’te yerini tespit emiş. Suriye’ye ne kadar mesafede? Teröristler eylemi yaptıktan sonra Suriye’ye hangi güzergâhtan kaçabilirler diye sorgulamış. Bu çıkarımlar, gündemi yakından takip ettiğini ortaya çıkartıyor. Öyle ki, “PKK’nın geri çekilme güzergâhlarında bile kendi kendime tespitlerde bulunmuştum.” diyerek uygulamanın savunma gibi amaçlarda da kullanılabileceğine işaret ediyor. Mimarlığın getirdiği ince gözle binaları inceleyen Apak, daha çok tarihi binaları ve mekânları dolaşarak yeni oluşturacağı yapılara esin kaynağı arıyor. Bu gibi yerleri tespit ettikten sonra haritada tespit edip araziye yerleşim kararlarında ne gibi kriterleri dikkate aldıklarını öğrenmeye çalışıyor. Apak, sanal dünyada yaptığı gezintilerde, acentelerin kataloglarında olmayan ilginç mekânları da keşfediyor. Çeşme Uzunkuyu mevkiinde ulaşımın olmadığı birçok ufak koy tespit etmiş. Hatta gelecekte bir teknesi olduğu takdirde buralara seyahat etmeyi düşünüyor.Apak’ın tavsiye ettiği mekânlar şöyle: “İşim gereği İstanbul’u, memleketim olduğu için de İzmir’i daha fazla incelerim. Fenerbahçe maçından dolayı Lizbon’u incelemiştim. Çok güzel bir şehir, İstanbul’a da benziyor. Bunun dışında Survivor programını izleyip Galapagos Adaları’nda görülmesi gereken daha onlarca yer bulunuyor. Santorini Adası çevresinde turistik gezilerin olmadığı volkanik dağlar da görülesi manzaralar arasında.İçinde kalan ukdeyi haritalarla dindiriyorÜniversiteyi bitirdikten sonra yüksek lisans yapmak üzere Amerika’nın yolunu tutmuş kimya öğretmeni Fatih Hicran. Bir yıl orada çok yakın arkadaşlıklar kurduktan sonra tatil için Türkiye’ye döndüğünde annesinin ‘gitme’ ısrarlarına dayanamamış. Evlenip çoluk çocuğa da karışınca Amerika hayali içinde bir ukde olup kalmış. Google Maps çıktığı vakit on beş gün ekran karşısından başını kaldırmamış. Eski okulunu, arkadaşlarıyla gezdiği mekânları bir bir gezip hasret gidermiş. Sokaklarında en çok gezdiği şehir, okuduğu ve yarım kalan hayallerinin mekânı Colorado. Eskiden üstü açık araba kiralayarak gezdiği mekânları şimdi tıklaya tıklaya geziyor. Fatih Hicran’ın listesindeki diğer şehirler ise San Francisco, Los Angeles ve Orange Country.Google Earth'te binaları 3 boyutlu görebilmek mümkün. Google Maps'ın oluşturduğu galeri katalogları sayesinde kartpostalların içine girebiliyorsunuz. Yandex Harita'nın avantajı ise Türkiye'deki büyükşehirlerde size tur attırması. Kataloglar için: http://maps.google.com/help/maps/streetview/gallery/index.html

Saç ödüllü İstanbul seyahati

$
0
0
Dış hatlar yolcu karşılama salonunda Şenol Bey’in elindeki kâğıtta yazan isim, ne seyahat ne de iş bağlantısı için İstanbul’a geliyordu.Eşinin ısrarlarıyla saç ektirmeye gelen Iraklı Ashraf El Maadidi, İstanbul’u tercih eden binlerce Arap turistten sadece biri. Son yıllarda sağlık hizmetlerinin gelişmesiyle birlikte, sağlık turizmi de canlılık kazandı. Türkiye’de saç ekiminin diğer ülkelere göre ucuz ve kaliteli olması İstanbul’u saç tedavisinde bir merkez haline getirdi. Çoğunluğunu Arap ve Romanyalı turistlerin oluşturduğu binlerce kişi, saç ektirmek için İstanbul’daki sağlık merkezlerine akın ediyor.İsviçre’de bilgisayar mühendisi olarak çalışan 5 çocuklu 52 yaşındaki Maadidi, eşinin yıllarca başının etini yiyerek dökülmesine neden olduğu saçlarını, şimdi yeniden görmek istediğini söylüyor. İnternet üzerinden araştırma yaptıktan sonra çocukluk arkadaşı Sami’yi de görmek bahanesiyle İstanbul’a karar vermiş.Esteword Hastanesi’nden randevu aldıktan sonra yola çıkan Maadidi’nin saç ektirme serüvenine biz de Atatürk Havalimanı’nda dahil oluyoruz. Hastane yetkilileri, misafirini havalimanında karşılayıp otele götürüyor. Ertesi gün hastanede operasyondan önce fotoğrafları çekiliyor. Bu işlem, ameliyatın sonucunu değerlendirmede kullanılıyor. Doktor Emirali Hamiloğlu, hastasını teknik konularda bilgilendirirken Maadidi, önce hayal kırıklığına uğruyor. Zira, başının arka kısmından alınacak kökler, boş alanı doldurmaya yetmiyor. Doktor, “Kumaşımız sadece cekete yetecek kadar, pantolon çıkmaz.” diyerek hastasını ikna ediyor. Ardından operasyon yapılacak bölge cetvel ile ölçülüp işlem yapılacak alanlar kalemle işaretleniyor. Saç kökleri, lokal anestezi yapılan başın arka kısmından tek tek toplama tekniği ile alınıyor. Bu teknik sayesinde saç köklerinin alındığı bölgede iz kalmıyor.Özel bir solüsyonun içinde 1 saat kadar bekletilen kökler ön tarafa yerleştirilmeye başlanıyor. Operasyonun bu safhası, saçların anatomik yapısına göre şekillendirilebilmesi için oldukça hassasiyet gerektiriyor. Sancılı bir 6 saatin ardından yorgun halde hastaneden ayrılan Maadidi’nin saçları üç ay sonra çıkmaya başlayacak. Saçlarını taramak için ise bir yıl beklemek zorunda kalacak.

Nasıl Uslu oldular?

$
0
0
Eski Hak-İş Başkanı ve AK Parti Çorum Milletvekili Salim Uslu, “Belki de Cumhuriyet tarihinde hanımının soyadını alan ilk erkek benim dedemdir.” diyor gülerek. Dedesi sevdiği kızla evlenince Ahıska olan soyadını değiştirmiş, Uslu olmuş. Dedesi Seyfullah oğlu Mehmet Bey, kendisinden dört yaş büyük teyze kızı Zehra’ya gönlünü kaptırıp evlenmemiş olsaydı, Türkiye onu Salim Ahıska olarak tanıyacaktı. Sendikacılığın duayen ismi şimdi kayıtlarda, eski Hak-İş Başkanı ve AK Parti Çorum Milletvekili Salim Uslu olarak geçiyor.Ahıska’dan Uslu’ya giden yol aslında sadece bir aşk hikâyesi gibi pembe değil. Kafkaslar’dan Çorum’a uzanan aile hikâyesi, aynı zamanda bir Türkiye gerçeği. Stalin zulmünden kaçan diğer Ahıskalı soydaşları gibi bir dram yaşamamışlar Allah’tan. Onların gurbeti, çok daha önce, Kafkaslar’ın yanıp yıkıldığı 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) sonrası, büyük dede Süleyman oğlu Seyfullah’ın Bursa’ya gelmesiyle başlıyor. Türkiye’yi vatan bellemeleri de aynı büyük dedenin imam olarak Çorum’a yerleşmesiyle başlamış. Aynı zamanda el melekeleri de çok gelişmiş biri Seyfullah dede. Hat sanatı icra ediyor, saat yapıyor, bir yandan da cami süslemeleri ile meşgul oluyordu. Çorum merkeze bağlı Çakır köyünde Ayşe isimli bir kızla evlenip üç çocuk sahibi oldu. İki oğlundan biri olan 1913 doğumlu Mehmet, bizim başlığımıza konu olan Salim Uslu’nun dedesiydi.Salim Uslu eşi Nejla, kızı Nagihan, oğlu Yasir ile beraber.Teyze kızının soyadını aldıGenç yaşta annesini kaybeden Mehmet, üvey anneyi kabullenemeyince Alaca ilçesindeki teyzesinin yanına yerleşir. Bu arada 1934 yılında Soyadı Kanunu çıkar. Bütün baba tarafı gibi o da, köklerinden dolayı ‘Ahıska’ soyadını alır. Ancak birkaç yıl sonra teyzesinin kızı Zehra ile evlenince soyadını ‘Uslu’ olarak değiştirir. Salim Uslu, “Belki de cumhuriyet tarihinde hanımının soyadını alan ilk erkek dedemdir.” diyor gülerek. 1983’te babaanne vefat edinceye kadar aralarındaki sevgi, hürmet ve sadakati gıptayla izlemişler. “Babaannem, dedemin beğendiğini bildiği için saçlarını daima uzun ve çift örgülü tutardı. Aralarında müthiş bir sevgi vardı. Çok da hürmet ederlerdi. Eski Anadolu kadını işte, dedem içeri girdiğinde babaannem mutlaka ayağa kalkar onu karşılardı.” diye anlatıyor. Dede Mehmet Uslu, 1987’de, eşinin öldüğü yaşta hayata gözlerini yumana kadar da sürmüş bu sevgi. Salim Bey’in eşi Necla Hanım da bir gelin olarak geldiği bu evde o aile saadetine tanık olmuş. Özellikle Zehra nineye hayran. “Dedeye çok bağlıydı. Ölünceye kadar bir dediğini iki ettiğini görmedim. Eve misafir bile gelse ilkin onun yemeğini verirdi. O yemeden kendisi karnını doyurmazdı.” diye anlatıyor merhumeyi.‘Dede niye biz Ahıska değiliz?’Mehmet-Zehra Uslu çiftinin üç çocukları oluyor ama kız bebekleri daha yaşını bile tamamlayamadan ölüyor. Diğer ikisi erkek, İsmail ve Seyfullah. İsmail Uslu, Salim Bey’in babası. ‘Soyadı’ ailenin gündeminde hep olmuş. Dede hayattayken torunları sürekli sorarmış; “Dede biz niye Ahıska değiliz?” Gerçeği söyleyemezmiş dede, “Çünkü ben çok usluymuşum. Soyadını yazan memurlar benim bu halimi beğenip ‘Uslu’ yazmışlar.” diye geçiştirirmiş. Gerçeği çok sonraları Salim Uslu ortaya çıkarmış. Hem baba hem de anne tarafından soy kütüğünü çıkardığında dedesinin önce ‘Ahıska’ soyadını aldığını, evlendikten sonra değiştirdiğini görür. Bunda, Mehmet Bey’in eşine olan sevgisi kadar, ‘üvey anne’ nedeniyle babasına olan kızgınlığının da rol oynadığını düşünüyor Salim Uslu. Dedesinin kardeşi olan büyük amcaları Ahmet Ahıska, Çorum şivesiyle, “Ya oğlum şu soyadınızı değiştirin heri.” diye takılırmış sık sık. Fakat artık zor gelmiş ‘o saatten sonra’ soyadını değiştirmek. Baba İsmail Uslu hiç düşünmemiş mesela. Ondan sonra da zaten tamamen gündemden çıkmış. “Uslu uslu gidiyoruz işte” diye espriyle özetliyor durumu Salim Uslu.Salim Uslu’nun büyük babası torunlarıyla.Biri başkan diğeri işçi...Salim Uslu'nun babası İsmail Uslu, Milli Görüş geleneğinin unutulmaz siyasetçilerinden, eski Fazilet Partisi (FP) Grup Başkan Vekili Yasin Hatipoğlu'nun arkadaşı. Hatipoğlu, 1963-67 arasında Çorum Alaca Belediye başkanı iken o da belediye işçisi ama bu arkadaşlıklarına engel olmamış. Hatipoğlu'nun ayrılmasından sonra Hacı Ömer Çelik'in belediye başkanı olmasıyla birlikte İsmail Uslu'nun da kaderi değişmiş. Şimdiki Sinpaş Holding'in patronu Avni Çelik'in babası olan belediye başkanı ile kişisel sürtüşmeler yaşanmış. İsmail Bey biraz da dik başlı olunca kendini 'kapının önünde' bulmuş. Bir süre işsiz kaldıktan sonra da ‘ver elini Alamanya...' Beş yıl öncesine kadar orada kalmış. Salim Uslu kısa yaz tatilleri dışında babasının yanına gitmemiş ama diğer iki kardeşi Halim ve Alim Uslu'lar Almanya'ya yerleşmiş.16 yıl maaş almadımSalim Uslu, baba dostu Yasin Hatipoğlu'nun kurucularından olduğu Hak-İş Konfederasyonu'nun 16 yıl başkanlığını yaptı. Lisenin ardından Çorum'dan Ankara'ya gelen Uslu, doğru ‘Yasin amcası'nın yanına gider. İş bulur ve çalışmaya başlar. 1976 yılında sendikacılık faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte kendisi de bu çalışmalarda yer alır. Öz Gıda-İş başkanlığı yapar. Daha sonra Yasin Hatipoğlu, Necati Çelik gibi isimlerin halefi olarak uzun yıllar Hak-İş'in başında bulunur. Uslu, "16 yıl boyunca Hak-İş'ten hiç maaş almadım. Zaten kendi sendikam Öz Gıda-İş'ten alıyordum. Hak-İş bizim için geçim kapısı değil, bir idealdi." diyor.Ahıska filmi yapılmalıSalim Uslu, her ne kadar soyadını Ahıska olarak değiştirmemiş olsa da kökenlerine ilgisi fazla. "Dünyada en mazlum iki millet var; biri Ahıska Türkleri, diğeri de Kırım Türkleri. Sovyetler kuruldu, yıkıldı, hâlâ topraklarına dönemeyen iki millet..." diyor.Özellikle 1944’te Stalin döneminde yaşanan ‘büyük sürgündeki' dramları anlatırken gözleri doluyor. Dışarıdan tahtalarla çivilenmiş hayvan vagonunda hamile kadının sancısı başlar. Yanındaki hanımlar ıkınmasını ister. Fakat genç kadın edebinden ıkınamayınca vagondaki bir adam yanık bir türkü söylemeye başlar. Sonra bütün vagon ona eşlik eder. Sessizlik bozulunca kadın bebeğini dünyaya getirir. Diplomat Fırat Sunel'in, ‘Salkım Söğütlerin Gölgesinde' kitabında da geçen bu anıdan yola çıkarak bir film hayali kuruyor Salim Uslu. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ve TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin'le görüşmüş. Bir çalışmanın yürütüldüğünü söylüyor. "İnanılmaz dramlar var o sürgünde. Mutlaka filmi çekilmeli. Belki bu filmin ‘Schindler'in Listesi (Nazi zulmünden kaçırılan Yahudilerin anlatıldığı Oscar ödüllü film)' gibi sponsoru olmaz ama Ahıska Türklerinin yaşadıklarının da dünyaya anlatılması gerek." diye ekliyor.

Milliyetçi olmayan insan yoktur!

$
0
0
Bir zamanların hızlı edebiyatçısı Sevinç Çokum, şimdi İstanbul’un uzak semtlerinden birinde sakin bir sitede eşi ve oğluyla yaşıyor. Bir zamanlar Beyoğlu’ndaki evini ateşli edebiyat sohbetlerine açan sağın güçlü kadın kalemi Çokum, yeni romanında modern toplum eleştirisi yapıyor.Yazara neden üç kişilik bir hayatın içine kapandığını sorduk, toplumla ve sistemle hesaplaşma halini dinledik.Sevinç Çokum’un son romanı Çok Yapraklı İlişkiler, bir modern zaman eleştirisi. Roman iyi eğitimli kadrolardan oluşan bir kurumu Yeni İnsan Araştırma Merkezi’ni anlatıyor. İnsan psikolojisine yönelik deneyler yapıyor burası. Mesela terlikçilik yapan bir süfliyi topluma lider diye sunuyorlar. Tabii medya buna önayak oluyor, kitleler ardından gidecek mi gitmeyecek mi diye? Gidiyor. Roman işte bu araştırma merkezinin başındaki iki kişinin kendi geçmişleri, insanlığın geleceği ve vicdanları arasında gidiş gelişlerini sorguluyor. Romanın teknik ve felsefi boyutuyla ele alınacak pek çok yönü var. Ama biz ‘Çok Yapraklı İlişkiler’ romanı vesilesiyle Sevinç Çokum’un İstanbul’un biraz dışında kalan evinde geçmişi ve bugününü konuştuk. İşte, “Kendimle, toplumla ve sistemle hesaplaşma halindeyim.” diyen Çokum’un çok yapraklı ilişkileri…Kitabın ismiyle insan ilişkilerinin neticesini mi kastediyorsunuz?Ablam botanikçi. Eşim de bir süredir botanikle uğraşıyor. Dolayısıyla çiçekler, bitkiler, yapraklar hayatımızda hep var. Kitabın isminde botaniğe olan ilgimizin etkisi var ama bunun derin bir anlamı da var. Bunu biraz okuyucuya bırakmak istiyorum. Kahramanımız Yamaç Bey, İnsan Grafikleri bölümünden mezun. Böyle bir bölüm yok henüz. Belki bundan sonra olacak. İnsan Grafikleri, insanları hem karakter hem fizyolojik olarak şekillendirmek, tahlil etmek ve ona göre görev vermek ve hayatın içine güdümlü olarak yerleştirmek için kurulmuştur. Bu modern hayatın, bilgi çağının yöntemlerinden biri olacaktır/olmaktadır. Deneyler yapıyorlar. Toplumsal bir deney olarak, “Bir süfliyi, lider/bir fikrin temsilcisi gibi çıkaralım bakalım ardından insanlar gidecek mi?” diyorlar. O, süfli bir insan da olsa, yanında bulunmakla kazanmaya başladıkları için insanlar onu hoş biri olarak görmeye başlıyor.Bugünün birkaç günlük şöhretleri gibi...Kitap belirsiz bir zamanda geçiyor aslında. Gelecek de olabilir, bugün de. Bunu okuyucuya bıraktım. Çok Yapraklı İlişkiler’in de diğer bütün romanlarınız gibi kalabalık bir kahraman kadrosu var.Benim tarzım böyle. Her zaman iki kişinin romanını yazacağım diye kararlaştırmışımdır ama bu iki kişi asla olamaz, üçüncüler, dördüncüler… Hayatta da böyle misiniz? Kalabalık mıdır dünyanız?Öyle değilim işte ve ilişkilerden de kaçarım. O özel hayatınız yoksa sanatçı veya romancı olamazsınız. Özel hayatta trans halindesinizdir. Sık sık insan içine çıkarım. Çarşıya, pazara gider insanlarla konuşurum. Gazeteciliğimden kalma bir alışkanlık bu.Arkadaş çevreniz nasıldır? Kalabalık mı, sık sık görüşür müsünüz? Çok arkadaşım oldu. Ama artık aile ilişkilerimiz bile uzak. Çok sık gidip gelemiyoruz birbirimize çünkü birbirinden uzak evlerde oturuyoruz. Ama önceden Beyoğlu’nda oturdum, Fransız Sokağı’nda. Sonra Etiler’de. Çok insan içinde yaşadım. Ama yapamıyorum, yani kitle olamıyorum.Yakın dönemde edindiğiniz bir huy mu ya da hep böyle miydiniz?Eskiden de böyleydim ama 90’lara kadar kalabalık bir çevrem vardı. Siyasi hayatım, Türk Edebiyatı dergisi zamanı, üniversite öğrencileri gelirdi, toplu yemekler yenirdi. Ahmet Kabaklı’yla, rahmetliyle ve gençlerle eğlene güle yazıları okuruz. Vakıfta da sohbetler olurdu. Eşimle vakfın kurucuları arasındayız. O açıdan kalabalık bir dünyamız vardı.Ne zaman tenhalaşmaya başladı hayatınız?Herhalde 1985’ten sonra.Neydi sebebi, psikolojik bir yorgunluk mu?Vallahi o hayatın bezdirmesiydi galiba. Yayınevi kurmuştuk devam ettiremedik, maddi kayıplarımız oldu. Dağıtım şirketi meselesi vardı. Orada da çok kayıplarımız oldu. Özal döneminde, insanlar kazanç derdine düştü. Bizse kaybediyorduk. Köşeyi dönmek ifadesi o zaman çıkmıştı mesela. Daha önceden kullanılmazdı. Böyle bir küskünlük oldu.Köşeyi dönemeyenlerdensiniz öyleyse.Evet. Öyleydik ve insanların maddiyata çok düşmeleri, insan ilişkilerinin bozulması... Artık birisi düşmüş, başına bir şey gelmiş insanlar ilgilenmiyordu. Cenazelere gelmek, aramak göstermelik gibiydi. Uzaklaşmaya başladık, tenha arıyorduk. O zaman Çatalca’da bahçe alalım dedik. O bahçeden başladı bizim şehirden kopuşumuz. O sıralarda pek çok insan koptu zannediyorum. İstanbul’dan kopanlar Ege’ye gitti.O kadar radikal karar vermemişsiniz, İstanbul’dan uzaklaşamamışsınız…Kaça kaça ancak buraya kadarmış. Bodrum’da ablam oturur. Bizi de çağırdı, niyetlendik ama Ali’nin okulu için gitmedik.Edebiyat çevresinden koptunuz ama edebiyattan kopmadınız.Edebiyattan kopamam. Romanı bitirdikten sonra bunalıma girer gibi oluyorum. Çünkü gerçek hayatın içine giremiyorum. O sebeple de çok sinirli ve mutsuz oluyorum.Yazarken mi daha dingin ve mutlu oluyorsunuz?Evet. Çok mutluyum, roman yazarken çok sakin, yatışmış halde uyanıyorum.Çalışma disiplininiz nasıl?Her gün mutlaka çalışırım. Sabahları hariç. Yıldızım batıktır sabahleyin. Akşam doğuyor o sebeple. Saat 16.00 oldu mu masama oturmaya çalışıyorum. Ara veririm, molalar, yemek falan. Yani geceleri yazıyorum.Yazarken evinizle, eşinizle, çocuğunuzla ilgilenebiliyor musunuz? Yoksa kapıyı kapatır kendi dünyanıza mı çekilirsiniz?Yok, öyle değildir. Hatta kulaklık takar, müzik dinlerim. Fakat onların seslerini de duyarım. Bana mı seslendiler, ne yapıyorlar diye kulağım hep onların tıkırtılarındadır. Zaten eksik olmasınlar, yemeklerini ben hazırlarım ama onlar kendileri yer. Bir balık günlerinde, asla ayrı olunmaz.Kahvaltıda mı bir arada olursunuz?Kahvaltılarımız da ayrı olur. Gece 3 gibi yattığım için sabah erken kalkamıyorum.Yazarken ne dinliyorsunuz?Klasik Batı müziğini çok dinlerim. Keman çalıyordum biliyorsunuz. Bach ve Vivaldi en çok sevdiklerim. Onun dışında daha başka şeyler de var. Rock filan da dinlerim.Rock’ta kimi dinliyorsunuz?Yabancı grupları daha çok.Oğlunuzdan öğrendiğiniz şeyler mi?Değil. Oğlum halk müziğini daha çok sever. Benden daha fazla alaturkaya ilgi duyar. Bağlama da öğrendi.Artık geçmişime duygusal bakmıyorum o yüzden hesaplaşma halindeyim Romanlarınızda 2000'lerden sonra teknik ve içerik değişti, bu değişim toplumsal ve bireysel olarak hangi etkilere dayanıyor?Annem-babam Menderes'e hayrandı. 1960 sonrası, üniversite öğrencisiyken ben de siyasete girdim. Adalet Partisi'nin Beşiktaş gençlik kollarını kurdum. Darbe sonrasıydı ve bugün bakınca ilginç geliyor; hemen çok partiye, yeniden demokrasiye dönülmesi. Menderes'i seviyorduk ama daha sonradan görmeye başladım bazı hatalarını, basın üzerindeki baskılarını. Niçin? Çünkü iktidarın elinden gitme psikolojisi vardı. 1957'den sonra aşağıya inen çizgisi oldu. O günlere artık daha tarafsız bakıyorum. Duygusallıkla yaklaşmıyorum. Karanlığı Direnen Yıldız (1996) romanımda Menderes dönemini anlatıyorum ama daha duygusalım. Deli Zamanlar romanında (2000) daha bir şeylerin farkına varmış biri vardır.O kitapla mı değişti?Evet. Çünkü ben o zamanda çok daha klasiği zorlayan bir anlatıma geçmeye başladım. Hikâyelerde yaptığım şiirli anlatımı romanda denemeye başladım. İnsanları farklı yönleriyle tanımam da kendimle hesaplaşmama yöneltti beni. Kendimle ve toplamla yüzleşme romanıdır o. Sonradan Gece Rüzgarları, (2004) Özal dönemini anlatıyorum. Orada sosyalizm, Marksizm hareketleri de var. Deniz Gezmiş'leri, Mahir Çayan'ları, o ayrıntıları hiç unutmayız biz. O zamanlar ben o düşüncelere iştirak ediyordum. Sol tarafım da var. Bu hiçbir zaman unutulmasın. Şimdi kapitalist sisteme karşıyım mesela. Çünkü üç kağıtla insanlar zengin oluyor. Bu acayip bir şey. Belli bir zümrenin zenginleşmesi ve halk tabakalarının ezilmesini kabul etmiyorum.Adalet Partisi ile başladınız, sola yakın olduğunuzu söylüyorsunuz ama sizin için her yerde ülkücü yazar deniyor.Ülkücüler beni severdi. Bunu hep sorarlar ama ben ülkücü değildim. Sanat iddiasıyla ortaya çıkan bir yazarım. Soldan da beni sevenler oldu. Mesela Behçet Necatigil çok teşvik etti beni. Sağdan da Tağrık Buğra benim ilk hikâyelerimi okuyan yazar.Tağrık Buğra’nın bu desteğinden dolayı mı size ülkücü dediler?Tağrık Buğra ülkücü değildi. Ülkücülük onun döneminde yoktu ama Tağrık Buğra'ya da faşist dediler. Bunu benim yanımda zikretti, ‘Bana faşist diyorlar.’ dedi. Enteresandır, üzülmüş. Çünkü faşist değildi. Ben de faşist değilim. Sadece yurt ever, vatansever bir insanım. Halkın içinden, Beşiktaş'ın çarşısından gelmiş biriyim.Yazdığınız milliyetçi romanlardan dolayı mı böyle söylendi?Hayır hayır. Romanlarım ülkücülüğü veya herhangi bir ideolojiyi savunan roman değildir. Evet, vatan duygusuyla, milliyetçi duygularla tarihi romanlar yazdım ama milliyetçilikle ırkçılık yan yana tutulmamalı. Milliyetçi olmayan insan yoktur. Fenerbahçe-Galatasaray taraftarlığı da bir çeşit milliyetçiliktir. Burada da sen Türkiye'yi, Türk milliyetini seviyorsun. Bunun neresi ideoloji?O dönemde kutuplar vardı. Siz İslamcı çizgiye girmiyorsunuz, bohem bir hayatınız da yok, Marksist, solcu da değilsiniz... Geriye ülkücülük kalıyor.O da var. Bugün sağ denildiği zaman muhafazakar İslamcı kitleler akla geliyor. 60'lı yıllarda da sağ denildiğinde Demokrat Parti akla gelirdi. Demokrat Partililer de Atatürk'ü seven, Atatürk'e bağlı insanlardı. Adalet Partisi gençliği de her zaman Atatürk günlerinde çelengini götürürdü Taksim'e. O zamanki sağ bu. 70'li yıllar ülkücülüğün ve solculuğun giderek yükseldiği dönem. 70'li yılların solculuk anlayışında sanki hiç vatan millet yok gibi bir anlayış hâkimdi. Tamam, hepimiz insanız ama başka hayalleri vardı. Rusya'ya hayrandılar. Şimdi Amerikan hayranlığı var. O zaman ülkücüler ne Amerika, ne Rusya diyordu. Solcular da o kadar cesur çıkışlar yapıyorlardı ki mesela Amerika protestoları ve İstanbul'da Amerikan askerlerini denize atmaları…Destek veriyor muydunuz?Kötü karşılamıyordum. O cesaretleri hoşuma gidiyordu bizimkilerin… Bizimkiler diyorum…Bugünkü sol da hoşunuza gidiyor mu?Şimdi solcuların hepsi kapitalist ve zengin oldu. Hepsi bir yerlere geldi. Bunu bilelim.

Polisi bu işe karıştırmasak

$
0
0
Mehter marşı ritmi genlerimize işlemiş. İki adım ileri attıksa, muhakkak bir adım geri çekiliyoruz.On yıl önce devletin yükünü azaltalım, polisi olur olmaz her yere sokmayalım, daha verimli kullanalım diye yasalar çıkartıp özel güvenlik sistemini getirdik, şimdi sistemin eksiğini gediğini gidereceğimize olmuyor böyle deyip başa dönüyor, kılığını ve sıfatını değiştirdiğimiz polisi yeniden statlara ve üniversitelere sokuyoruz. Sanki geçmişte denemedik bu usulü, sanki denedik de polis sayesinde asayiş berkemal oldu! Hafızamız nisyanla malul ve korkularımızın esiriyiz. Polis varlığının bu gibi yerlerde nasıl ağır tahrik unsuru olduğunu bilmezden geliyoruz. Cop sallayarak, biber gazı sıkarak halledeceğiz bu işleri, öyle mi?Bir yanımız, şiddeti şiddetle çözemeyeceğimizi anlayıp Türk-Kürt barış sürecini başlatır, öte yanımız Emniyet Hizmetleri Sınıfı’nda, “koruma memuru’’ adıyla 10 bin kişiyi istihdam edip gençlik ve taraftarlık gibi iki ateşin ortasına benzin bidonu etkisi yapacak polisi koymaya hazırlanır! Bu, her şeyden önce polisi yakacaktır. Öğrenciler ve futbolseverler nezdinde, nefret objesi olma potansiyelini artıracaktır. Kimse okulda ve maçta polisle göz göze, diz dize olmak istemez. Ortada polis var diye huzur değil huzursuzluk duyarsınız çünkü. Güvende değil tehlikede hissedersiniz kendinizi. Polis çekiçse, siz çivisinizdir çünkü. Her an başınızdan vurulup olduğunuz yere çakılabilirsiniz.Biz 12 Eylül döneminin öğrencileriyiz, biliriz bu hisleri. Hayır efendim köprülerin altından sular falan akmadı. O günlerin anlayışı mahkemelerde yargılanıyor diye rehavete kapılamayız. Gücün doğası değişmez, bir kere kullanmaya başlayınca durdurmazsınız. Her yer savaş alanına döner. İstihbaratınızı dört dörtlük yapın, örgütsel faaliyetleri kendinizi göstermeden engelleyin. Yoksa sırf siz ortalıkta dolanıyorsunuz diye terörist teröründen vazgeçmez. Polisin görevi olayları daha vuku bulmadan önce engellemek iken, tam tersine eylemlere katalizör oluyor, reaksiyonu hızlandırıp büyütüyor. Yalansa yalan deyin!Futbol kulüpleri, İçişleri Bakanı’nın açıklamasından gayet memnun görünüyorlar. Niye? Bir kere özel güvenliğe ödedikleri paralar ceplerinde kalacak. Bilet fiyatlarından pay ayrılması konuşuluyor ama çok istekli olduklarını sanmıyorum. İki; şiddeti yaratan asıl unsurun yöneticilerin demeç savaşı olduğu, onlar susturulmadan taraftarların sükunet bulmayacağı unutulacak. Polis, sıkıysa copunu kulüp başkanlarına ve yöneticilerine sallasın bakalım! Biberini, alkollü nefesiyle, geçmişteki vukuatlarıyla, küfürle zehirlenmiş diliyle olay çıkaracağı baştan belli olan, oturduğu koltuk bilinen, kendilerini öfkeli başkanlarının, pek hiddetli teknik adamların gönüllü neferleri gibi hisseden, onlar vur dedi diye öldürsek daha iyi olur diye düşünenlere sıksa! Ama saha dışında yapsa bunu, onları içeri baştan almasa, karnesi olsa her taraftarın. Bu eğer polisin görevi değilse, pirincin taşını ayıklama işi kimin göreviyse onun kulağını çekse, ona bas git dese...Şiddeti engellemez yükseltirBiz böyle düşünüyoruz da, bakalım özel güvenlik sektörü ile akademi dünyası nasıl bakıyor meseleye? Üniversitelerin çoğu görüş bildirmekten kaçınıp sessiz kalma haklarını kullandı. Anladım ki polis devleti çoktan otağını kurmuştu zihinlere. Neyse Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi, Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan gibi, lafı eğip bükmeden “Üniversitelerde polisin olmasını doğru bulmuyorum. Üniversitelerin ve polisin simgesel değerleri örtüşmüyor. Sanırım örgütsel istihbaratlar doğrultusunda üniversitelerde çatışma beklentileri ve güvenlik endişesi var. Geçmişte de gördük, üniversite içindeki polis şiddeti engelleyemediği gibi daha da yükselmesine yol açıyor. Devlet tabii ki önlem alacaktır ama bunu üniversitenin içinde değil dışında alması gerekir.” diyebilen ve “Sorun çıkarsa, rektörün talebiyle zaten polis üniversiteye girebiliyor.” hatırlatmasını yapabilen akademisyenler de vardı.Dicle Üniversitesi Genel Sekreteri Prof. Dr. Sabri Eyigen, sorunun konuşulan ve özellikle taşrayı ilgilendiren yönüne işaret etti. Özel güvenlik elemanlarının tümü çalıştıkları bölgelerin insanlarından oluşuyordu. Eylemci veya saldırganla güvenlik elemanı akraba veya komşu olabiliyor, aynı serviste işyerine gelebiliyor, aynı kahvede oturabiliyorlardı. Bu durumda bazen kendi can güvenliğini tehlikede gördüğü için, bazen de akrabalık ve yakınlık baskısından dolayı eylemcilere müdahale edemiyor, hatta kendisini darp eden, yaralayan bir saldırgana karşı şikâyetçi olamıyor, mahkemede şahitlik yapmaktan kaçınıyordu. “Bazen de bu yakınlıktan dolayı, eylemcilere destek verdikleri, işbirliği içinde oldukları veya pasif kaldıklarına da şahit oluyoruz.” diyordu Eyigen ve özel güvenlik elemanlarının gerekli formasyona tam sahip olamadığına işaret ederek şöyle devam ediyordu: “Güvenlik gibi zor bir işi asgari ücretle, gece-gündüz nöbet sistemiyle yapmak öncelikleri olmadığından, başka bir iş bulduklarında hemen ayrılmak üzere bu işi yapıyorlar. Kendilerini ve çevrelerindeki kişileri koruyacak hiçbir teknik ve caydırıcı donanıma sahip olmadıklarından işlevsiz kalıyorlar. Güvenlik, yalnızca öğrenci eylemleri ile ilişkili değil. Üniversitelere her gün, farklı amaçlarla binlerce kişi geliyor, kapkaç başta olmak üzere, hırsızlık, darp gibi olaylar yaşanıyor. Bu nedenle İçişleri Bakanlığı’na bağlı koruma görevlilerinin üniversitelerde istihdam edilmesi yararlı olacaktır.”Fatih Üniversitesi Rektörü Şerif Ali Tekalan, üniversitelerdeki tepkisel öğrenci hareketleri ile ideolojik amaçlı eylem ve saldırılara karşı, suç önleme hizmetlerini sadece genel kolluk kuvvetleri ya da genel kollukla birlikte özel güvenlik görevlilerinin sürdürmesini kamu düzeninin devamı için yeterli bulmuyordu. Tekalan’a göre sivil yapının ve toplumun bütün katmanlarını suç ve suç örgütlerine karşı tedbirli olması, kurumların ve bireylerin kendi güvenliğini sağlamak veya en azından katkıda bulunmak bilinci taşıması gerekirdi. Öte yandan güvenliğin küreselleştiği, stratejik düşüncelerin, askeri ittifakların, ekonomik ve siyasi ilişkilerin değiştiği, suç ve suçluluğun organize olduğu günümüzde özel güvenliği istisnai, önemsiz, değersiz bir uygulama olarak görmek de yanlış olacaktı. Özel güvenliğin olmadığı bir kamu güvenliği sistemini düşünerek güvende kalmaya çalışmak mümkün değildi.Rektörlerin kapısı açık olsa..Şark Özel Güvenlik Şirketi Başkanı Mehmet Ali Bal’a göre, devlet özel güvenlik teşkilatı yasasını çıkarırken güttüğü, “kim bundan fayda görüyorsa güvenliği o sağlar” mantığını şimdi çöpe atıyor ve kendisine yeni bir yük alıyordu. Üniversitelerde sorun özel güvenlikçilerle öğrenci arasında değil, öğrencilerle rektörler arasındaydı. Eğer rektörler kapılarını öğrencilere açık tutar da onları dinlerse, mesele kalmazdı. UEFA’nın belirlediği “Ev sahibi kendi güvenliğini sağlamakla sorumludur.” ilkesini hiçe sayarak, statlardaki güvenliği koruma personeline vermek doğru olmazdı. Her maç döneminde, özel güvenlikçilerin yarısı kadar bir takviye koruma memuru kullanılabilir veya var olan tüm özel güvenlik personeli kamu personeli yapılabilirdi. On yıl önce “Polisi gereksiz alanlarda istihdam etmeyelim.” denirken şimdi karar değiştirmek, hükümeti siyasi olarak da yaralayacaktı.Akademi Danışmanlık ve Eğitim Merkezi ile Güvenlik Eğitimcileri Derneği Ynt. Krl. Bşk. Cem Orçun’a göre, kolluğun ve özel güvenliğin yanı sıra güvenlik hizmeti gören üçüncü bir grubun ortaya çıkması sistemi daha karmaşık hale getirecekti. Özel güvenlik görevlilerinin istihdam alanını daraltacak böyle bir düzenleme yerine, görev yaptıkları alanın özelliklerine göre özel güvenlik görevlilerinin ilave eğitim verilerek ve ek yetki için de 5188 sayılı yasada değişiklik yaparak değerlendirilmesi daha doğru olurdu. Özel güvenlik sektörü bugün çok ciddi bir noktaya gelmiş iken, bu çapta yapısal bir düzenleme öncesinde sektör taraflarının görüşlerinin alınmaması şaşırtıcıydı.Özel Güvenlik Federasyonu Bşk. Oryal Ünver, devlet kamu güvenliğinin sağlanmasındaki tercihini, kendi bünyesindeki güvenlik güçlerinden yana kullandığı takdirde, kısıtlı kamu kaynaklarının boşa harcanacağını ve devletin asıl odaklanması gereken alanlarda zafiyet olacağını düşünüyordu. Bu uygulama ile özel güvenlik personeline olan güven azalacak, sektör küçülecek, üniversitelerde ve futbol stadyumlarında arzu edilmeyen ‘Polis/Devlet’ baskısı hissedilecekti. Bu karar, Avrupa Birliği uyum sürecine olumsuz yansıyacak, uluslararası anlaşmalar ve normlar gereği Türkiye “ofsayta” düşecek, UEFA ve Dünya Spor Federasyonları gereklerini yerine getirmiş olmayacaktı.Ünver, özel güvenliğin uzmanlık eğitimlerinin yaygın olmadığı, eğitimin henüz ihalelerde aranan bir kriter haline gelmediğine de dikkat çekiyordu. Ona göre fanatik taraftarların kontrol edilmesi için stadyumlara teknolojik yatırım gerekiyordu. Öncelikle suça meyillileri ayırt edebilen, cezalıları stada sokmayan teknolojiler kullanılmalıydı.

‘Karadeniz’in ağlayan yüzünü anlatmak istedim’

$
0
0
Yönetmenliğini Orhan Tekeoğlu'nun yaptığı ‘Öyle Sevdim ki Seni' filminin çekimleri, geçen hafta başladı. Film, Rus kadınların göçüyle Karadeniz'de yaşanan aile dramlarını ve yabancı bir kadının bu topraklarda, normal yollardan geçinebilmesinin zorluğunu anlatıyor.“1900'lerin başında Rusya'ya taş ustası olarak göç eden bir Türk'ün torunu Olga… Rusya dağıldıktan sonra bir iş bulup para kazanabilmek için dedesinin memleketi olan Trabzon'a gelir. Ancak aynı dönemde (1997) burada zuhur eden ‘nataşa' nüfusu nedeniyle, bölge halkı kendisine pek de iyi gözle bakmaz. Genç kadını maruz kaldığı saldırılardan koruyan ise Cemal adındaki evli ve çocuklu bir adam olur. Başta Olga'ya koruma içgüdüsüyle yaklaşan Cemal, eşi Ayşe’yi çok sevmesine rağmen, zamanla Olga'ya âşık olur ve olaylar gelişir…”Trabzon'daki denize nazır setine konuk olduğumuz ‘Öyle Sevdim ki Seni'nin yönetmeni Orhan Tekeoğlu, çekimlerine geçtiğimiz hafta başlanan filmin konusunu böyle özetliyor. Karadeniz'in köylerinde kadın olmanın zorluklarını anlatan ve pek çok ülkede beğeniyle karşılanan ‘İfakat' belgeselinden tanıdığımız yönetmen, 3 yıl aradan sonra, başrollerini Alma Terzic ve Oktay Gürsoy'a verdiği bir filmle yeniden seyirci karşısına çıkma kararı almış. Hikâye yine Karadeniz'de geçiyor ancak bu kez parmak basılan yaralar daha başka: Yıkılan yuvalar ve oluşan intiba sonucu yabancı bir kadın olarak bölgede normal bir işte çalışıp ekmeğini kazanabilmenin imkânsızlığı… "Karadeniz, fıkralarıyla anılıyor hep ancak buraların pek hatırlanmayan, trajik bir yönü de var. Trabzon'da Ayşe ve Cemal gibi o kadar çok çift var ki, insanların düştükleri bu çaresiz durumun filmini çekmek istedim. Mesele basit bir et ticaretinden ibaret değil aslında." diyor yönetmen ve soruyor “hayatlarında hiç görmedikleri kadar bakımlı Yurtdışından gelen, kadınlara gönüllerini kaptıran erkeklerin sayısı tahmin edemeyeceğiniz kadar fazla. Bundan ötürü kimi suçlayabilirsiniz?' Hatta aldatılan Karadeniz kadını Ayşe'yi canlandıran oyuncu Duygu Yıldız'dan da bir süreliğine köylü kadınlarla yaşamasını istemiş Tekeoğlu. Bu süre içerisinde de kadınların çoğunun benzeri olayları yaşadıklarını, aldatıldıklarını, bazen eşlerinden ayrıldıklarını, ama çoğu kez duruma göz yummak zorunda kaldıklarını bir kez daha görmüş.‘Erkekler, Rus kadınlara vicdanıyla yaklaşıyor'Memleketi Trabzon'un bu yüzünü ele alma cesareti gösteren yönetmene, buradaki aldatma hikâyelerinin ne kadarının koruma içgüdüsüyle başladığını sorduğumuzda oldukça iyimser bir cevap alıyoruz: "Ben Anadolu erkeğinin vicdanına güveniyorum. Buradaki hikâyelerin çoğunun da bu şekilde başladığını düşünüyorum. Erkekler, bu kadınların çoğuna acıma duygusuyla yaklaşıyorlar. Cemal karakteri, belediye otobüsünde tacize uğrayan, sesini çıkaramayan kadına yardımcı olan vicdanı temsil ediyor aslında. Cemal, Olga'ya herhangi bir beklentiyle yaklaşmıyor, ancak aşk da bir kaza gibi gelebiliyor bazen." Erkeklerin güzel bir kadınla, onun kadar güzel sayılmayacak başka bir kadına karşı eşit derecede yardımsever olup olmadıklarını sorduğumuzda ise verdiği cevap daha da iyimser: "Arada fark olduğunu zannetmiyorum."Filmin başrolündeki isimlerden biri ise Angelina Jolie'nin Bosna'da çektiği ‘Kan ve Bal' filmiyle yüzünü dünyaya tanıtan Bosnalı oyuncu Alma Terzic. Onun hikâyeye bakışı ise daha başka. Trabzon'un sosyolojik yapısı hakkında pek bilgisi olmasa da İstanbul'da iki ay yaşamak, konuyla ilgili tecrübe kazanmasına yetmiş. Filmin mesele edindiği ‘Yabancı bir kadın -özellikle Rus kanına sahipse- Türkiye'de nelerle karşılaşır?' sorusunun cevabını çok iyi biliyor. Genç oyuncu, İstanbul'da kaldığı süre içerisinde, defalarca insanların yanında ‘Nataşa mı?' diye fısıldaştığına şahit olmuş. "Bosnalıyım, Müslüman'ım ama derdimi anlatamıyorum. Hep bir önyargı var. Türk kadınları, yabancı bir kadını daha tanımadan ondan nefret ediyorlar. Erkekler ise sadece yabancı diye kötü gözle bakıyor. Kadınların hem bu önyargıyı kırabilmeleri hem de erkeklere bağımlı olmamaları için eğitimin çok önemli olduğunu düşünüyorum." diyor. Nitekim kadın mağduriyeti, Bosna'da da buradakinden farklı değilmiş. Sonbaharda gösterime girmesi planlanan filmin, özellikle bölge izleyicisinden ne kadar ilgi göreceği ise merak konusu.

Evde tarzını arayanlara ipuçları

$
0
0
Ev dekorasyonunda parkeden halıya, mobilyadan boyaya kadar her detay ayrı bir özen ister. Yeni ev kuran ya da evini taşıyanlara stil sahibi dekorasyon önerileri…Yeni evlenen ya da ev taşıyanların kafalarını kurcalar durur “Evi nasıl döşesem?” sorusu. Klasik mi modern mi? Ya duvarlar? Tabii parkeyi de unutmamak gerek… İç mimar Hande Tözün’den evinizde konfor ve estetiği birleştirerek kendi tarzını oluşturmanın püf noktaları…Hayalimdeki ev panosu:Evinizi ilk kez kurarken ya da var olan evde değişiklikler yaparken karar vermek için acele etmeyin. Evdeki düzenlemeleri ister kendiniz yapın ister bir iç mimarla çalışın ama beğendiğiniz parçaların birbiriyle uyum sağlayacağından emin olmak için hayalinizdeki evde bulunmasını istediğiniz her şeyi bir mantar panoda toplamaya başlayın. Gazete ve dergilerden kestiğiniz fotoğrafları, mağazadan aldığınız broşürleri bu panoda birleştirebilirsiniz. Panonuzu düzenlemeye başladıkça hangi ürünlerin gerçekten işinize yarayacağına, hangilerinin gereksiz olduğuna daha kolay karar verecek ve kendi tarzınızı oluşturabileceksiniz.İhtiyaçlarınızı göz ardı etmeyin:Evinizde değişiklik yaparken evin büyüklüğü, evde kaç kişinin yaşayacağı, gün ışığı alıp almadığı, ısınma-serinleme çözümleri ve hayat tarzınız gibi unsurları dikkate alarak dekorasyonu şekillendirmek önemli.Küçük evler için İskandinav tarzı:Küçük alanlar için mobilya seçiminde işlevsellik en önemli unsur. Tıpkı İskandinav ülkelerindeki gibi sade, yalın çizgiler ve işlevsel mobilyalar küçük evler için uygun. Küçük bir eviniz varsa katlanabilir mobilyalar, masanızı sandalyenizi işiniz bittiğinde ortadan kaldırmanıza imkan verir. Çok desenli ve renkli objeler, küçük alanlarda tam bir kaos oluşturacağından kaçınmakta fayda var. Pastel renklerle aydınlık alanlar oluşturmak evi daha ferah gösterecektir. Küçük salonu büyütmek ve daha pratik hale getirmek için açık mutfak tercih edilebilir.Büyük evlerin klasiği: Geniş alanlarda klasik tarzdan hoşlananlar için görkemli mobilyalar veya modern çizgiler taşıyan yalın tasarımlar tercih edilebilir. Geometrik desenli geniş parçalar da yine büyük evler için uygun. Salonunuz genişse dekoratif paravanlar kullanarak iki ayrı bölüm olarak değerlendirebilirsiniz. Ya da bir duvar ile ayırarak çalışma odası olarak kullanmak da mümkün.Mobilyaları seçerkenEski bir koltuğu biraz hayal gücü ve şık kumaş seçimleriyle evin en dikkat çeken parçası haline getirebilirsiniz. Yeni bir koltuk alırken kullanacağınız odanın genişliğine uyumlu seçimler yapın. Kolay temizlenebilir ve sağlam olması ve evin stiliyle uyumu diğer önemli noktalar. Geçmiş yıllarda çok kullanılan kahve tonlarının yerini artık gri tonlarının aldığını da söyleyebiliriz. Gri rengi, kırmızı, pembe, mavi, sarı gibi canlı tonlarla kombine edilebildiğinden tercih edilebilir.Çocuklu evler:Yeni ev kuran çiftler yakın zamanda çocuk planlıyorlarsa evdeki mobilyalardan dekoratif öğelerin seçimine kadar tüm düzenlemelerde bunu dikkate almaları kazaları önler. Minik bir çocuğun koşuşturduğu evde sivri köşeli mobilyalar, kayan halılar, kapaksız prizler hayli tehlikeli olabilir. Çocuğunuz biraz büyüyene kadar bayıldığınız kristal vazolardan, seramik süslemelerden uzak durmanızda fayda var.Ekonomik bir değişim için duvarları renklendirin:Düşük maliyetli ve pratik bir değişim istiyorsanız duvarlarınızı boyatarak üzerine desenli duvar kâğıdı kaplayabilirsiniz. Modern dekore edilmiş evlerde yapışkanlı kâğıtlar (sticker) kullanmak da bir alternatif. Şehir tasvirleri, kedi figürleri ya da çiçekli stickerları duvara veya kapılara uygulayarak evin havasını değiştirmek mümkün.Yenilik ayak altında: Halılar gibi laminat parkelerde de alternatif çok. Eskiden sadece ağaç parke desenli olanlar kullanılırdı. Şimdi taşlı hatta kot görünümlüleri bile var. Klasik dekore evler için deri görünümlü laminat parke çok şık seçenek. m.tuncel@zaman.com.tr

Hâlâ çim gördüm mü atlayasım var!

$
0
0
Rasim Kara, Türk futbolunun yaşayan çınarlarından. 63 yaşındaki Kara, TFF’nin Beylerbeyi şubesinde eğitimcilik yaparak gençlere tecrübelerini aktarıyor. Kara ile dünü, bugünü ve yarını konuştuk.Usta sporcunun içinde ukde kalan tek şey ise kaleciyken çim sahada doya doya antrenman yapamamakmış.Teknik direktör olarak sizi en son Azerbaycan’da gördük… Neden gittiniz?Kendisi hasta bir Beşiktaşlı olan Azeri işadamı Mübariz Mansimov, beni Hazar Lankaran’a davet etmişti. Ben de ‘olur’ deyip gittim. Şimdi Toshack var. Takım yeni kurulmuştu. Öyle bir oluşum içine girdik. Tabii gittiğimizde tesis imkânı yoktu. Mesela oyuncuların birer tane formaları vardı. Antrenman sonrası yıkayıp evde, geri getiriyorlardı. Ama şimdi inanılmaz bir gelişim içerisinde Azeri futbolu. Birkaç seneye Türk futbolunu yakalar.2009’da tekrar Türkiye’ye döndünüz...Evet… Bülent Bayraktar, Millî Takım doktoruydu. ‘Ben futbol gelişim direktörü oldum, gel beraber çalışalım’ dedi. Epeydir gurbetteydim. ‘Peki, geliyorum’ dedim. 2009’da TFF’nin direktör yardımcısı olarak başladım. Ersun Yanal gelince eğitimciliğe başladım. B, A, Pro Lisans bütün kurslara gidiyoruz. Fatih Terim ile çalışırken Türkiye’de ciddî kaleci sıkıntısı olduğunu gördük.Kaleci antrenörlüğü kavramını Türkiye’de uygulayan isimsiniz bu arada...İlk kursları 1994’te açtık. Avrupa’da 2-3 günlük seminer yapıldığı bir dönemde, biz 33 gün kurs açtık.Nasıl bir katkısı oldu bu kursların?Bugün Rüştü, Volkan, Onur Kıvrak, Tolga, Mert hepsi bu tezgâhtan geçme isimler. Artık UEFA ile standart bir eğitim verilmesini kararlaştırdık. Çünkü teknik çok önemli… Oyunsal formlar içinde kaleciyi kullanmak çok önemli. Eğitimlerimiz bu yönde.Eskiden nasıldı?Bize öğretilen; merkezde antrenör vardı. Şimdi merkezde oyuncu ve kaleci var. Çağa uygun futbolcular yetiştirmek gibi bir derdimiz var.Beğendiğiniz yerli kaleciler kimler peki?Rüştü, benim için önemlidir. Erken bıraktı futbolu, şu an bile oynayabilirdi. Onun haricinde Volkan, Onur, Tolga ilk aklıma gelenler. Bundan sonra Türk futbolunda sıkıntı çekilmez. Bir örnek vereyim: İtalya’da Buffon var, hâlâ var. İngiltere futbolun beşiği; ama büyük takımlarında hep yabancı kaleci var. Dünyada kolay kolay kaleci yetişmiyor. Kalecinin artık sorumluluk alanı değişti.Ne oldu?Eskiden 1-0 galipken, topu alıp; basketçi gibi ceza sahasında sektirirdik. Şimdi 6 saniyede çıkarman lazım topu elinden. Son 20 senede en fazla değişiklik kaleciler üzerinde oldu. UEFA kurslarına soruyoruz: Futbolda en önemli oyuncu kimdir diye? Cevap: Kaleci.Peki, iyi bir kaleci nasıl olur?Fizik olarak iyi olacak bir kere. 1.90 cm ile 2 metre arasında olmalı. Çabuk, cesaretli ve akıllı olacak. Eskiden kaleci yer tutar, top tutardı. Bugün top tutması yetmiyor. Ayaklarını da elleri gibi kullanması gerekiyor. Oyun kurmayı başlatacak bir kabiliyeti olmalı. Çünkü takımı geriden gören tek oyuncu o.O zaman kaleciden daha iyi bir teknik direktör olur mu?Neden olmasın? İlla bir ayrım yapılmaması gerekiyor; ama kaleciden daha iyi antrenör olur bana göre…Sizin teknik direktörlüğünüzde 1996-97 sezonu Beşiktaş olarak çok iyi geçmişti mesela...Kırılmayan rekorlar vardı: 88 gol, +62 averaj, 26 gol yedik o sezon. Ki bana göre fazlaydı. UEFA Kupası’na gitmiştik. O zamana kadar bir tur geçemeyen Beşiktaş, 4. tura kadar çıktı, Valencia’ya elendik. Hiç derbi kaybetmedik. Kendi sahamızda Avrupa kupaları da dâhil hiç mağlup olmadık. Beşiktaş, en parlak sezonunu bizim zamanımızda geçirdi.Bütün bunlar tesadüf müydü? Başarı da, başarısızlık da tesadüf değildir. Benim futbol felsefem şöyle: Bizim oynadığımız bir oyun. Futbolcu, tiyatrocudur. Biz iyi performans göstermek zorundayız. Futbolun da meyvesi goldür. Gol atan takım olmalıyız. Benim takımımın repertuarı geniş olmalı. Beşiktaş’ta bunu gerçekleştirdik.Sonra Vanspor maçında olanlar oldu. Siz şampiyonluk yarışından geri kaldınız...Biz hakem hataları ile puanlar kaybettik, GS puanlar kazandı. Bu hatalar da bilinçli olmuştur demiyorum. Sonunda ikinci olduk. Beşiktaş, o sene fair-play’in de şampiyonu oldu. Ve Şampiyonlar Ligi’ne Türkiye’den ilk defa iki takım gitti o sene. Sebebi de Avrupa’da elde ettiğimiz başarılardır.Teknik direktörlüğü bırakmayı düşündünüz mü ikincilikten sonra?Hayır… Bunlar futbolda olağan şeyler. Ben Bursaspor’u çalıştırdım 1997-98 sezonunda. Futbolcuyken Bursa’dan Beşiktaş’a geldim. Antrenörken Beşiktaş’tan Bursa’ya gittim. Bursa, o dönem iyiydi.Ne oldu da ayrıldınız?Son maçta Şekerspor’a 0-6 mağlup olduk. Böyle bir mağlubiyetten sonra bir teknik adam takımın başında kalmaz dedim, istifa ettim. Devam etseydik çok iyi şeyler olurdu.Mesela şampiyon olur muydu?Olabilirdi. Ben Bursa’da 1972-1976 senelerinde kalecilik de yaptım. Bursa’nın şampiyon olacağı o zamandan belliydi. Şehrin potansiyeli var çünkü. Bursa’nınki gecikmiş bir şampiyonluktu. Ondan önce de Eskişehirspor olmalıydı.Anadolu’dan başka şampiyon çıkar mı?Çıkar… Mesela Bursa, bu sezon şampiyon olduğu seneki gibi oynasaydı açık ara şampiyon olurdu.Türk futbolunun ahvalini nasıl görüyorsunuz?Türk futbolu geçiş döneminde, gelecekte çok güzel şeyler olacak. Biz Beylerbeyi’nde antrenörleri eğitiyoruz. Avrupa’dakinden daha iyi eğitim veriyoruz, inanın. Bunlar başarı olarak geri dönecek birkaç sene içinde.Ama Millî Takım’ın hali çok kötü…2010’da Avrupa’da oynanan maçların istatistiğini çıkardım. İlk 11’lerde forvette hep yabancı topçular. Yabancı oyuncu sayısını kademeli olarak azaltmak lazım... Bence bu bir geçiş süreci, bu zor dönemler tez zamanda atlatılacak. Yoksa altyapılarda muazzam oyuncularımız var. Ben ümitliyim her şeye rağmen.1975 yılında Milli Takım’ın kalecisi Rasim Kara, Beckenbauer’in penaltısını kurtarırken...Teksas’la Çarşı’yı ben barıştırırımİki kulüpte de gerek kalecilik gerekse teknik adamlık yaptınız. İki tarafı da tanıyor, iki taraftar arasında da seviliyorsunuz. Teksas-Çarşı arasındaki husumet nasıl biter?Ortada fol yok yumurta yok, ama anlamsız bir kavga var. Samanlık yanmaya başlamış. Yangını kimin çıkardığını araştırmak yerine alevleri söndürmek gerekir. Herkes birbirini affedecek. Bir akil adamlar heyeti falan mı kurulmalı yani? (Gülüyor) Ki öyle bir şey olursa ben seve seve öncülük eder, iki grubu barıştırırım. Benim sözümü Teksas da dinler, Çarşı da…Metin Oktay’ın size “İleride büyük kaleci olacaksın” dediği doğru mu?Doğru. 23 yaşındaydım o zaman. Bursaspor’da oynarken Metin abi de menajerdi kulüpte. Bana çok güveniyordu. Benim iyi bir kaleci olmamda o sözün çok etkisi vardı.Unutamadığınız maç var mı? Kaleciyken, teknik adamken...Millî Takım’dayken 1975’te SSCB’yi İzmir’de 1-0 yenmiştik. Maçtan önce de Ruslarla aynı otelde kamptaydık. Brokin’le benim resmimizi çektiler. Gazeteler şunu yazacaktı: Gol yiyenle atan diyeceklerdi; ama öyle bir şey olmadı tabii. Teknik adamlıkta ise Valencia’ya elenmiştik, o maçı unutamıyorum.“Rasim Kara bulunmaz eşin/ Yak bir sigara taraftar için” tezahüratı ne anlam ifade ediyor sizin için?Çok özeldi tabii. Onu “Beşiktaş’ı şampiyon yap taraftar için” diye değiştirdiler. Bu arada sigarayı da bıraktım, üç sene önce. Sizin paltolarınız da epey popülerdi...Konfeksiyoncu arkadaşlar, giydiğim pardösülerin modelini aldılar. Ne giysek olay oluyordu çünkü. Piyasada ‘Rasim Kara paltoları’ diye satan tanıdıklarım oldu.63 yaşınızdasınız. İçinizde ukde kalan bir şey oldu mu?Mezar taşıma şunu yazın demiştim çevreme: ‘20 sene futbolculuk yaptı. Çim sahada doya doya antrenman yapamadan futbolu bıraktı’. Hâlâ bir çim gördüm mü şuraya atlasam diye geçiyor içimden.Asıl FEDA, bizim zamanımızdaydıBeşiktaş’a bu sene ‘FEDA’ dedi. Siz ne diyorsunuz?Beşiktaş, bu sene riske girdi. Her şeye rağmen 3. sırada. Eh, fena değil diyebiliriz. Daha iyisi de olabilirdi. 4 tane sağlam futbolcu alınsaydı. Şampiyonluğu da zorlardı.Samet Aybaba’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?Bu kadar olumsuzluklara rağmen baktığınızda başarılı...Fikret Orman, “Biz yeni sezonda Rasim Kara’yı istiyoruz” dese cevabınız ne olur?Teklif gelmeden konuşmak bize yakışmaz. Beşiktaş’ta her zaman her türlü görevi yaparım o ayrı mesele. Benim transferimde ‘Bir Kibrit de Sen Çak’ kampanyası vardı. Kulüpte o zaman da para yoktu. Asıl FEDA o zamandı. “Beşiktaş’tan kaç para alacağız, şunu vermezseniz gelmem” falan demedik. Zaten kaptan oldum ben o sene. Hayatta pazarlık yapmadım. Biz zor zamanların Beşiktaşlısıyız.

Sakarca Kayganası Fırıncı Tabağı

$
0
0
"Maydanoz biter oldu, Canıma yeter oldu, El kızı neyim idi, Gözümde tüter oldu” Hatice Baykal Bu sene leyleği havada gördüm, sevgili okuyucularım, gezme sezonunu kapatamadım, bir türlü. Ne var ki, Evliya Çelebi gibi bu durumdan hiç de şikâyetçi değilim. Peygamber Efendimiz ‘Tebdil-i mekânda ferahlık var.’ buyurmuş, çok doğru… Haftaya Konya Günleri için Ankara’dayım. Haziranın ortalarında ise Konya’da ekmek israfı için yapılan bir programda olacağım. Ondan sonra Erdemli’de tatile giriyorum. Sıcaklarda gezmek bana göre değil. Ekimden itibaren tekrar düşünürüz, Allah izin verirse… Başlıktan anladığınız gibi yeşillikler arasında kaybolabileceğiniz Ordu’daydım. Bahar şölenleri programları arasında yemek yarışması vardı, jüri üyesi idim. Birbirinden nefis yemeklerin değerlendirildiği yarışmada güçlük çektik. Hoşuranla balabandan yapılan kavurma, Sakarca (çiğdem) kayganası, çeşitli ot ve sebzelerden yapılan dibleler, düğün yemeği olan keşkek, yoğurtlamalar, Laz böreği, yufka börekleri ve onlarca yemek ve tatlı arasından derece alanlara, programı ekibiyle hazırlayan Gonca-Der Başkanı Dr. Nalan Şen tarafından ödülleri takdim edildi. Yöresel yemeklerde keşkek, tatlılarda gül tatlısı, böreklerde peynirli katlı börek birinci oldu. Yarışma yemekleri arasında yazılı kaynaklarda yer almayan, dört bölgeyi kapsayan araştırmalarımda, Ordu dışında, hiçbir yerde rastlamadığım öyle bir yemek vardı ki dereceye giremese de programa mührünü vurdu. Gençler tarafından bilinmeyen, şekerli bulgur pilavı, Ordu’nun en özgün yemeklerinden biri olarak bu yazıda kayda geçti, bundan ötürü çok mutluyum. Ordu’nun diğer yemeklerinin tadına Aktaşlar Restaurant’ta baktık. Her türlü turşu kavurmaları, balık ızgara ve kızartmaları yanında domates soslu deniz levreği müthiş lezzetteydi. Ertesi gün, Padya Otel’de sabah kahvaltısı aldık. Ordu’nun kuzinede pişirilen, ortası açılarak tereyağı konulan ve balla sunulan sıcacık ekmeği damaklarda çiçekler açtırıyordu; pişirilmiş yufkadan yapılan böreğinin tadı da nefisti. Ordu’da maydanoz çorbası da yapılıyor. Nalan Hanım, akşam verdiği yemekte bu çorbanın yeni yeni Ordu mutfağında görüldüğünü söyledi. Bunun üzerine anneannesi yukarıdaki maydanozlu dörtlüğü söyledi. Karadeniz’in ünlü Laz böreği de Ordu’da değişik, hafif şekilde yapılıyor… Yemekte sunulan, kestirme yerine üzerine un şeker serpilen tatlı gerçekten çok güzeldi. Ordu’da enteresan bir sucuklu tost bulunmakta. Şamata Kafe’den iyi bir örneğini tattığımız bu tostun ara malzemesi için et sucuk şeklinde hazırlanıyor. Bağırsaklara doldurulmadan tostun içine konarak pişiriliyor, et kurumadığı için de ekmeğe ayrı bir lezzet veriyor. Hep yemekten bahsediyorum ama Ordu’da yirmi dört saat de kalsam yemek programı olduğu için bütün yemekler önüme geldi, diyebilirim. Sizlere geçen hafta aşçı tabağından bahsetmiştim. Ordu’da ise adeta ‘biz de varız’ diyen fırıncıların naziresiyle karşılaştım. Aktaşlar’da, Anadolu’da ve Karadeniz’de hiç rastlamadığım fırıncı tabağı ya da pidesi diyebileceğim bir pideyle karşılaştım. Tek pide üzerinde kıyma, pastırma, sucuk, kavurma, peynir, yumurta yer alıyordu. Lezzet ve görünüş olarak muhteşem olan bu pideyi elle kopararak yerken Gonca–Der Başkan Yardımcısı Oya Demir, koparılan lokmaların yumurtaya batırılarak yeneceğini söyledi. Durulur mu, pideler hemen yumurtaya batırılmaya başlandı. 2009 yılında kurulan ve ihtiyacı olan herkese bütün üyelerinin canla başla yardıma koştuğu Gonca-Der üyelerine, benimle özel olarak ilgilenen Zübeyde Özcanlı, Gönül Maskar’a, her an yanımda olan Ordulu okuyucularıma ve bütün Ordululara teşekkür ediyorum. Ağız tadıyla ve mutlulukla kalın.Şekerli Bulgur PilavıMALZEMELER:1 su bar­da­ğı bul­gur ¼ su bardağı te­re­yağı ve­ya sa­de­yağ1,5 su bar­da­ğı su1 yemek kaşığı toz şeker (zevke göre daha fazla)1 çay ka­şı­ğı tuzYAPILIŞI: Yağı ten­ce­re­ye koy, kız­dır. Bul­gu­ru at, 4 da­ki­ka ka­vur. Tuzu at. Kay­nar hal­de su­yu­nu ila­ve et. Su­yu­nu çe­kip göz göz olun­ca yağ­lı kâ­ğıt koy, ka­pa­ğı­nı ört, 20 da­ki­ka demlendir. Tabağa düzenle. Üzerine toz şekeri serp.Not: Bu pilavı Ordulular yukarıda verdiğim şekilde, Gürcüler ise şekerini tuzla beraber pilav pişerken ilave ederek yapıyor.

Bursa’daki saklı bahçe

$
0
0
"Dejavu” kelimesini daha önce duymuş olabilirsiniz ama yine de açıklamakta fayda var; daha önce başınıza geldiğini, yaşadığınızı düşündüğünüz bir hadiseyle yeniden karşılaşınca kapıldığınız duygu anlamına geliyor.İşte o büyük kanatlı kapıdan içeri adım atınca o hisse kapıldım. İlki, bundan yaklaşık otuz sene kadar önceydi. Şehrin kenarındaki mahallelerden birinde, eski bir evin bahçe kapısından girip daracık avluyu iki adımda geçtikten sonra sıradışı bir özellik taşımayan ahşap merdivenlerden çıktığımda, zaman içinde tayy-ı mekân ederek birkaç yüzyıl geriye gittiğim hissine kapılmıştım. Ev, belki sekiz-on kuşaktan beri şehrin yerlilerinden köklü bir ailenin mülkiyetindeydi. İçinde artık kimse oturmuyordu ve tam ortasından ikiye bölünmüş, daha doğrusu muhtemelen miras anlaşmazlığı sebebiyle yarısı yıkılmıştı ama kalan kısmı hâlâ mazbut durumdaydı.O KADAR TAZE VE ESKİ!İçinde artık eşya namına pek bir şey kalmayan o evde iki asırdan beri hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu görebiliyordum. Büyük divan odasında selâmlıktaydık. Tavanda eski ince marangozluğun eseri harika çıta ve oyma işleri dipdiri duruyordu. Geçmiş zamanın rengini kızarttığı ahşap dokuda, ustanın keskisinden nasılsa artakalmış küçük yonga izleri bile yerli yerindeydi. O kadar taze ve eski!Odanın bir duvarı olduğu gibi dolaptı ve dolabın bir kapağı döner tabla teşkilatı ile mutfağa açılıyordu. Çok ince, çok zekîce ve insâni bir çözüm!Ev hâlâ çok güzeldi ama asıl sürpriz mutfak kısmında, bir köşede duran irice bir ahşap sandığın içinde bekliyordu. Bir Osmanlı tekkesinin neredeyse bütün evrâkı o sandığın içindeydi. Çoğunluğu evkaf idaresiyle tekkenin yazışmalarından mürekkep o birkaç yüzyıllık evrâkı, evin sahibi durumundaki arkadaşım incelenmek üzere bana emânet etti. Bu evrak daha sonra esaslı bir doktora tezinin belkemiğini teşkil edecek ama tezin sahibi, evrakın sorumluluğunu taşıyan ve neticede birkaç yıl sonra sahibine teslim eden bu fakire çalışmasında teşekkür etmeye bile lüzûm göstermeyecekti! Ayrı fasıl; konudan ayrılmayalım: Bu sandık, o ânâ kadar gördüğüm ve şahid olduğum en fantastik şeydi, Ali Baba ve Haramiler masalındaki meşhur hazine mağarasında bulunan bir hazineydi âdeta.Yirmi gün kadar önce Bursa’da tevâfuken bir geçmiş zaman efendisi ile tanışmak bahtiyarlığına erdim. Uzun boylu, ince yapılı, ak saçlı ve ak sakallı, eben an ced Bursalı bir beyefendi. Safiyüddin Erhan.LOKMA ETMEKTanışma faslından sonra bir yerde oturup sohbet etmek, iki yudum çay içmek fikriyle yürümeye başladık; derken bu fikir “birkaç şeyler lokma edelim” şekline dönüştü. İbârenin mânâsı kendiliğinden çıkıyor ama bu tasarrufla ilk defa karşılaşıyorum. “Lokma etmek” yemek yiyelim’in daha zarif ve edepli bir tekke tâbiri. Kelimelerin seçimi önemlidir ve tercih eden insanı da büyük nisbetle tarif eder. Safiyüddin Bey belli ki, “Kadîm Bursalı” olmaktan daha öte biriydi.Lokma faslından sonra kahve teklifi ile hemen çok yakınlardaki evine davet etmek inceliğini gösterdi. Bursa’da şehir merkezinde, trafiğin ve aceleci kalabalık kesafetinin tam orta yerinde, birkaç dönemeçli sokak içine gizlenmiş bir 17. yüzyıl yapısıyla karşılaşınca Dejavu kelimesini yeniden hatırladım. Kültür şoku diye bir şey varsa, onu Bursa’nın orta yerinde yaşamak garip bir duygu ve galiba bize mahsus bir şey...Evet, her şehrin kalbinde birkaç eski evin bulunduğu sokak mevcut hâlâ; ne var ki onlar deridir, bilemediniz köhne ve kadidi çıkmış bir paltodur ayakta duran; içindeki hayat çoktan kurumuş ve boşalmıştır. “Etnografik” bir heyecanla sağdan soldan toparlanmış ve birbiriyle ahenk teşkil edip etmediğine bakmadan sağa sola serpiştirilmiş eşyalarla canlandırılmaya çalışılan “müze ev”ler vardır hani, bazen odalarından birkaçına folklorik kıyafetler geçirilmiş alçı mankenler bile yerleştirirler... Bilirsiniz ki gördüğünüz kifâyetsiz ve kötü bir geçmiş zaman tasviridir; bütün heyecan ve gayrete rağmen evin ruhu göçüp gitmiştir. Bir manada evden çok evin mezar taşını andırırlar.BURSA’DA ESKİ BİR EV AVLUSU...Mecazi mânâda nefesimin kesilmesine sebep olan, neredeyse bir kilo ağırlığındaki iri ve eski usul demir anahtarla açılan kanatlı kapının, bir anda en azından 3 asırlık tayy-ı mekân çizgisini temsil etmesiydi. Kanatlı kapının hemen ardındaki aile haziresi (kabristan) ile ziyaretçilerini daha ilk adımda sarsan 1,5 dönümlük avlu, çok binalı, küçük çaplı bir külliyeyi kucağına alan ve modern şehrin patırtısına kulak asmayan bir yeşillikli kucak gibi. Taş döşeli avlu, ortada hâlâ suları dinlendiren eski tarz bir havuz ve üstünde giderek artan bir iştiha ile avluyu gölgelemeye azmetmiş asma çardağı; bir saklı bahçe, saklı bahçe içinde saklı bir mekân ve mekân içinde saklı bir hayat. Öyle ki, birkaç adım ötede sokağın telâşesiyle duvarların ötesinde yürüyüp geçen Bursalıların bir ömür boyunca hiç farkında olamayacakları bir iklim.Vaktiyle doğup içinde büyüdüğümüz mekânların çok daha geniş ve yeşil bir numûnesi. Dejavu hissi vermesi bu yüzden. Kalbimizde sızlayan çizik ise, böyle numûnelerin artık çok büyük tesadüflerin eseriyle ayakta durabilmesi.MÂBED BEKÇİSİ AMA NASIL?Safiyüddin Bey’i tavsif edecek en iyi tabir, “Bir mâbed bekçisi” olsa gerektir; hayır, mescid veya tapınağı bekleyen mânâsındaki bir bekçilik, kayyumluk değil bu elbette. Ecdâdın ve ecdâdının hâtırasını muhafazaya, ihyâya hasredilmiş bir hayat onunki. Kendi tâbiriyle “Aile ve Bursa tarihine dair mazi şuurunu ve tedkiklerini kendine zevk etmek, ahşap mimari eserler üzerindeki görgü ve icra melekesini artırmak” vazifesi. Hayatına mânâ veren ve dik tutan gaye, Bursa’da hâlâ ayakta kalabilmiş eski ve ahşap tarih yadigârlarını aslına uygun malzemeyle ve usûlle onarıp ihyâ etmek.Bursa Çarşısı’nın ortasındaki saklı bahçe içindeki saklı ev, onun için derûnunda yeniden tâzelenerek hayat bulduğu bir mütevazı hisar, bir kale hükmünde.Safiyüddin Bey, Eşrefoğlu Rûmî’nin hayattaki son torunu. Saklı bahçe içindeki ev ise esasen bütün müştemilâtı ile bir Eşrefoğlu dergâhı. Evin her köşesi, her ayrıntısı, tabandaki yaygıdan tavan döşemesine, duvarları coşkun bir heyecanla ziynetlendiren hüsn-i hat levhalarından, pencere doğramalarındaki ince işçilik ayrıntılarına kadar “Türk evi nedir ve neye benzer?” sorusuna verilmiş şâheser bir cevap.BİR NUH GEMİSİMâbed bekçisi demiştim ya, sadece mânevî hâtıraların, sadece Eşrefoğlu yadigârlarının değil, Bursa’da yokluğa ve nisyana terk edilmiş her nevi maddî kültür unsurunun da bekçisi mevkiinde Safiyüddin Bey. Saklı bahçe içindeki müştemilât, mahvolmaktan son anda kurtarılmış kitap, levha, tavan kaplaması, oluklu kiremit, dolap kapağı, kapı vb. gibi malzemeyi hayata bağlayan bir tahlisiye (cankurtaran) sandalı, bir Nuh gemisi gibi. Şairin “Hayretler içinde kaldım evvel/ Hayrette karar kıldım âhir” beyti, saklı bahçe derûnunda yaşadığım hissiyatı bir nebze olsun anlatabilir belki. “BURSA’YI GÖRDÜM” DEMEK İÇİN…Evin üst katı ise boydan boya mescid şeklinde inşâ olunmuş; her türlü müştemilâtı (hatta daha fazlası ile) bir mescid. Duvarlarını süsleyen hüsn-i hat levhalarının her biri çürümeye, çöp olmaya terk edilmiş iken kurtarılmış ecdâd hatıraları. Sadece bu mekânın teşkil ettiği küçücük misâl bile “Eski Bursa âhengi”nin nasıl dayanılmaz bir güzellik iklimi teşkil ettiğini hatırlatmaya kâfi geliyor. Safiyüddin Bey’le daha sonra, onarımına meccânen ve hasseten iştirak ettiği, Bursa’nın en tanınmış erenlerinden Üftâde Hazretleri’nin mescid ve dergahını ziyaret ettik. Bu dergâhı ve üzerine kartal gibi konduğu tepeyi görmeyen “Bursa’yı gördüm” dememelidir. Bu yılın Ramazan’ına yetiştirilmeye çalışılan bu dergâh külliyesi, Bursa’nın en değerli incisi sayılsa yeridir. Dergâhın onarımında ve aslına uygun hale getirilmesinde, gözle görünür bir dinî vecîbe ve sanat aşkı ile çalışan Safiyüddin Bey’in en büyük üzüntüsü, yıllarca biriktirdiği onarım tecrübesinin bürokratik ve akademik merciler önünde yeterince anlayış ve alâka görmemesi.Çok şey midir?Vaktiyle her şehrimizde birkaç Safiyüddin’imiz olabilse ne iyi olurdu!Bursa’nın kalbindeki saklı bahçede birkaç saatliğine bir masal iklimimi yaşadım; bu saadeti bana yeniden hatırlattığı için Safiyüddin Bey’e ve onun Bursalı dostlarına çok teşekkür ediyorum. Temennî ederim ki “Saklı Bahçe”ler hep olsun ve sayıları çoğalsın.

Magazin kazanında pişer bize de bir tabak düşer

$
0
0
Muhteşem Yüzyıl’ın Hürrem’i Meryem Uzerli yorgunluktan tükenip Berlin’de bir kliniğe yatırılmış. Kimine göre Kanuni ile aynı parayı almadığına kızıyormuş, kimine göre katıldığı bir tekne partisinde sevgilisiyle bozuştuğundan bitmiş pili.Yapımcı, set koşullarının gayet iyi olduğunu savunup ‘Tedavini biz üstlenelim.’ demiş de Hürremcik muhatap bile olmamış. Bu durumda blöfü görmekten başka çare kalmamış. Gelecek sezon Hürrem yaşlanacakmış. Yeni sultan Vahide Gördüm olacakmış.Sebepler muhtelifse de, sonuç pek hayırlı olmuş, gökten üç elma düşmüştür:1-Dikkat! Üstlendiğimiz rol bizi usul usul ele geçirip gerçeğimiz olabilir. Misal, ekranda sultansam, kameralar stop etse bile sultanımdır. Üzülmeye gelemem. Arzularım behemehal yerine gelmelidir. Yoksa kızıl saçlarımdan mahrum bırakırım herkesi. Maviş gözlerimi koyarım valizime, çekip giderim Manisa’ya, şehzademin yanına, pardon baba ocağıma. Zatım olmadan ne halt edecekler diye bakınırken dünyanın merkezi kayar gider benden. Alnıma ‘güvenilmez’ damgası vurulduğunda uyanırım rüyadan. 2-Daha önce “batsın bu düzen” diyen oyuncuların hiçbiri Hürrem’in peşinden kazan kaldırmamıştır. Gayet iyi bilinmektedir ki, birinin sinirleri harap oldu diye dizi saatleri kısalmayacak, çalışma koşulları iyileştirilmeyecektir. Arenada sergilenen gösteri ne kadar vahşi olursa o kadar seyirci çeker. Aslanlara meydan okuyan cengaver eksiğimiz yoktur. Aslolan şovdur ve daima devam edecektir. 21’inci yüzyıl işte böylesine muhteşemdir.3-Diziye en baştan karşı olanlar, “oh olsun” diye sevinmesinler. Şimdi kimleri nasıl tükettiklerini sorgulamak düşer herkese. Tabii bir de hayatta talip oldukları rollerin hakimiyetini görmek. Malum, ünsüz mağduriyeti haber değeri taşımaz, veballe yıkılan sahnelerden fazla toz duman çıkmaz. Sadece kölelerimizin hakkından sorumlu değiliz. Kendi nefsimize de zulmedemeyiz.Survivor güzellerinden Fatmagül Fakı, Brezilyalı süpermodel Adriana Lima’ya çok benziyormuş. Hosteslik yaptığı dönemde uçakta Victoria’s Secret için verdiği pozlarla ünlü modeli uyuyor görünce pek heyecanlanmış. Lima uyanınca hostes arkadaşıyla yanına gidip benzerliği onaylatmak istemiş. Lima ise “birazcık!” diyerek benzemezliğe hükmetmiş. Aman ne bozulmuş buna Fatmagül. Haliyle fotoğraf çektirmekten vazgeçmiş.Halbuki Lima, “Aaa aynı bensiniz!” dese hatta “benden bile güzelsiniz” diye hızını alamasa, o da “Estağfirullah Victoria’nın eşsiz meleği, en güzel sizsiniz, başka güzel yok” sözleriyle iade-i iltifatta bulunsa, diğer yolcular “Hem güzeller, hem de mütevazı. Olacak şey değil!” diye hayranlıkla baksalar, ne kadar mutlu olacaktı Fatmagül ve hepimizin gözlerini nasıl da yaşartacaktı. 30 yaşından sonra yakaladığı şöhretin keyfini süren Sharen Stone, fiziğiyle yarı yaşındaki kadınlara taş çıkartıyormuş. Göz kenarlarındaki kırışıklıklara rağmen yüzüne abartılı bir estetik müdahale yaptırmadığı dikkat çekiyor ve formda görüntüsüyle hayranlarından tam not alıyormuş. Sharen’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Ona baktığımızda gözlerimize bıçak saplanmadığı için gerçekten bahtiyarız. Keşke Keanu Reeves de onu örnek alsaydı! Maalesef Matrix’in yakışıklı Neo’su 48’inci yaşını olduğu gibi gösteriyormuş. “Yıllara yenildi” başlığıyla verilen habere göre eski halinin yerinde yeller esiyormuş. Oklarla da işaret edildiği gibi göbeği ve gıdısı çıkmış. Hiç olacak şey mi Allahaşkına? Bize bunu nasıl yaparsın Neo? Gençlere böyle kötü örnek olmaya ne hakkın var senin bakayım!Filiz Akın, babasının kendisini hiç sevmediğini söylemiş. Annesi, babasının sevgi açığını kapatmak için küçük Filiz’e tapmış. Çok soylu, çok varlıklı birilerinin çocuğu olmamasına rağmen, ucuz malzemelerle onu süsler, saçlarını maşayla kıvırır, bir prensese çevirirmiş. Ama bir babanın prensesi olmak nedir bilmiyormuş. Kemanını kızına tercih ettiğinden babasını hiç affetmemiş. İnsan düşünmeden edemiyor. Küçük kızlara prensesmiş gibi davranmak onları ebedi bir mutsuzluğa mahkûm etmek midir acaba? Bu algı erkenden benliğe yerleşince, hayat boyu herkesin prensesi olmak için mi uğraşılır ve bu mümkün olamayacağından daima hüsrana mı uğranılır?Avrupa, ikinci Prenses Diana vakasıyla çalkalanıyormuş. Bu kez olay Monaco’da geçiyormuş. Prens Albert iki yıl önce evlendiği Charlene Wittstock tarafından aldatılmış. Daha doğrusu böyle bir dedikodu varmış. Çünkü prenses ‘Kermese gidiyorum’ dediği gün bir rugby oyuncusuyla tenis maçında görüntülenmiş.Haber doğruysa da vah vah, yanlışsa da vah vah Prenses’e... Dünya, bir prensesin seçimlerine daima saygı göstermesi gerektiğini öğrenemediği için kim bilir ne kadar üzgündür. Prenses olmanın zorluklarını anlatan bir kitap yazsa da neler çektiğini anlasak diyeceğim ama kraliyet geleneklerine uymaz. Ne zaman ki istifa eder prenseslikten... Yok o da mümkün değil. Bir köşede kıstırırlar o vakit de, müphem ölümlere gark ederler. En iyisi taç başına konmadan uzaklaşmak olay mahallinden. Saray’dan kız kaçıran bir yakışıklı bulunur elbet...Uğradığı silahlı saldırının ardından hayata tutunan İbrahim Tatlıses, Twitter aracılığı ile hayranlarına demiş ki, “İnanın çok iyiyim. Düşünsene arkadaş, nefes alıyorsun. Ayaktasın. Konuşuyorsun. Yemek yiyorsun... Ve yaşıyorum. Bu yüce Allah’ın bir lütfu değil mi? Daha ne olsun? İlk 20 gün pipetle su içtim ya şimdi lıkır lıkır içiyorum. Çekmeyenler bilemez. İlk 3 ay yatakta oturamadım. Kaslarım güçsüzdü. Sağa sola yıkılıyordum. Sol bacağımı kaldırdığım gün bayram ettik. Allah’ıma şükür.” Lıkır lıkır su içmenin, sağa sola kaykılmadan ayakta durabilme ve adım atabilmenin şükrü için onları bir süreliğine kaybetmek mi gerekiyor acaba? Bir ünlünün şahsında milyonlara ne güçlü bir hatırlatmadır? Bu İlahi denklem, nasıl da çok bilinmeyenli düzenlenmiştir; ne çok x’i, y’si ve z’si vardır. Çözümünü kolaylaştır ya Rab! *Oya Aydoğan “Müslüm bana çok âşıktı, sette peşimden ayrılmıyordu.” demiş, Muhterem Nur buna çok içerlemiş, “34 sene önce olan bir macera Müslüm öldükten sonra mı çıkıyor? Hayret bir şey! Reklam yapmak için eşimin ölümünü mü beklediler?” diye isyan etmiş... E yani, haksız mı diyerek Muhterem Hanım’ın acısını daha da büyütmeyelim. Müslüm Baba’nın değerli eşine diyelim ki Oya Aydoğan’ınki gibi densiz bir kalp taşımadığınıza şükredin lütfen. Ya onun dili sizde, sizinki onda olsaydı? Siz o güzel susuşlarla koruyageldiğiniz gönlünüzü ferah tutun. Gazeteciler “O bunu demiş, ya siz?” dediğinde kapatın yüzlerine telefonu, mikrofonlara boş boş bakın. Eşinizin “Bırak bu pis dünyayı, gel benim haracımı ye.” dediği günün hatırası yeter size. Aman Muhterem Hanım, aman! Petek Dinçöz, umreye gidip döndükten sonra haftada 7 gün spor yapmaya başlamış, hayatında tembelliğe yer yokmuş. Uyku bile zaman kaybı gibi geliyormuş. Enerji patlaması yaşadığından “Hayatıma girecek erkeğe kolaylıklar diliyorum” diyormuş. Merak ediyormuş o muhayyel sevgili kendisine nasıl yetişecekmiş? “Sanatçıların” kendilerini pazarlama yöntemlerine bayılıyorum! Bu meydan okumaların bir bedeli olduğunu öğrenmeye zamanı olmamış Petek’in. Dünyanın en tembel, en miskin adamını hayatına alırsa hiç şaşırmasın. Sporu yakında bırakırsa, bin mumdan gözleri yanıp da bir mumla yetinmek zorunda kalırsa... Hayatın neresine saldırırsan, oradan darbe alırsın Petek Hanım. Demedi deme sakın!

Düşünen köprü

$
0
0
Hep biz köprüyü düşünecek değiliz ya, köprü de bizi düşünsün. Üzerinden geçen insanların ayak seslerinden nereye gittiklerini tahmin etsin.Ellerini korkuluğa yaslayış şekillerinden dünyaya nasıl baktıklarını, oltayı denize atışlarından beklentilerini… Böyle zamanlarda ihtiyacımız var onlara. Ne güne duruyor şairler! Alışkanlıklarımızı ters yüz edip, “İnsanlar köprüden geçmediği zaman/Acaba köprü düşünür mü?” deyiversinler de Sait Faik gibi, güller gibi açsın içimizde dürbünler ve biz o dürbünlerle seyredelim koskocaman oklavalarla -içlerindeki hamurdan- şeffaf ve titrek memleket rüyalarını açan yufkacıları.Her kelime bir köprüdür şairlerin elinde. Bir ayağı sözlükte diğer ayağı havada. Bir ayağı havada köprü olur mu demeyin. Olur. Hayal hayal gezer o pergel ayak. Yorulmaz mı? Yorulur. Nerede dinlendirirse ayağını işte orada inşa edilir özge köprü, yeter ki geçilmeye değer olsun. Geçilmeye değmeyecek köprü mü var! Var ya. Sen nereye ulaştırdığına bak köprünün. Mektup köprü olup nazlı yârin yad ellere gittiğini haber veriyorsa Karacaoğlan’a, bak nerede dinlendirir ayağını ozan: “Karac’oğlan der ki konmadan göçmem/Her olur olmaza sırrımı açmam/Kötüler köprü olsa üstünden geçmem/Taşık suya uğradırım yolumu”Kâh gözden köprü kurar şairler, “Ruhun bir ırmaktır,” diye yola çıkıp, dağların arasından ovalara, söğütlerin uykusuna, sazlıklara, yeşil başlı ördeklere inebilmek için “geniş köprü gözler”den geçerler Nazım gibi, kâh üzerine köprü kuramadıkları gözyaşlarını Kızılırmak’a benzetip, Seyrani gibi bir geçit yeri ararlar can havliyle: “Can havfından geçit yere varılmaz/Selâmet geçmeye köprü kurulmaz/Kızılırmak gibi asla durulmaz/Hasret ile akan gözden nem benim” Kimi şairlerin köprüsü ise ne gözdür ne gözle görülür. Göklerin yükünü taşımaya kalktığından herkesin koştuğu yerde yürümekte güçlük çeker o. Kâh Necip Fazıl olur ve “Ey akıl, nasıl delinmez küfen?/Ebedi oluşun urbası kefen!/Kursa da boşluğa asma köprü, fen,/Allah derim, başka hiçbir şey demem!” diye döner dili Hakk’a, kâh Pir Sultan olur, “Ulu yol üstünde köprü çatmadım/Hatırlar hoş edip gönül yapmadım/Hakk’ın emrettiği yola gitmedim/Ben nice varayım Hak divanına” diyerek üflemesine rağmen yandıramadığı çerağına hayıflanır.O zaman ömrünü köprüye benzetir şair. “Korkulu” bir köprüdür bu korkulukları olmayan. Üzerinden insan geçmediğinde düşünen köprünün gamı ona geçer bu kez. O zaman ağırlık çöker şairin üstüne, o zaman kurşundan ayaklarını sürümeye başlar, o zaman korkar köprüden geçmeye. Yaşı otuz beşe gelmese de Cahit Sıtkı olur. Yolun yarısı mıdır, sonu mu hesap edemez. Bir ayağı beşik gibi sallanan, diğer ayağı servi gibi kök salan o korkulu köprüden seslenir bize: “Beşikten başlayıp mezara uzanan,/Tenha ve korkulu bir köprüdür ömrüm./Ağır varlığımı aynı hızla her an/Bir baştan bir başa beyhude sürürüm.”Adı bir köprüye verilsin istenmiş, Yunus zaten bir köprü, dervişlere ünleyip, cevap geldiğinde sesine koşan. Sesten bir köprü, “Ben dervişim diyene, bir ün edesim gelir/Seğirdüben sesine, varıp yetesim gelir,” yankısını dudaklarıyla kulaklarımız arasında götürüp getiren. Sadece köprü değil, aynı zamanda mimar. “Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir,” mısraının ardından, “Varıp anın üstüne evler yapasım gelir,” diyebilecek kudret ve cesarette bir mimar.Sırat köprüsünün üzerine yapılan evler müşterilerini arıyor. Evsafları mı? Kaç odalı olduğunu açıklamasa da manzarası hakkında bilgi veriyor Yunus. Lebiderya yalıların lafı mı olur: “Altında gayya vardır, içi nar ile pürdür…” Bu sözü işitip bir uğultu koparınca dünya, korkmasın müşterileri diye ekliyor hemen; “Varuben ol gölgede, biraz yatasım gelir” Şaire bak, cehennemde gölgeleniyor. Sıratta ev yapan mimar, cehennemde neden gölgelenmesin! Cehennemin gölgesi mi olur diye itiraz edeceklere de hazır cevabı Yunus’un, “Oda gölgedir deyu, ta’n eylemen hocalar/Hatırınız hoş olsun, biraz yanasım gelir”Yanmaktan yanmaya fark var. Şair yandığında böyle sözler söylüyor işte: “Ben günahımca yanam, rahmet suyunda yunam/İki kanat takınam, biraz uçasım gelir.” Günahkarlıkla masumiyet arasında bir köprü var demek. Ne kadar kansa da dünyaya insan, kanadı hazır, yeter ki uçmak istesin. Kendini cennette hayal edenlerin cehennemini ateşlerken, rahmetten ümidini kesenlerin cehennemini söndürüyor Yunus. Korkulu bir köprüden geçiyoruz madem, elimizi köprü yapalım Allah’a istiyor. “Aldı beni ince yola/İltdi sırat köprüsine/Amelime yok mededüm/Allah sana sundum elim…”Allah’ın eliyle buluşan elden ihtişamlı bir köprü yok dünyada.

Yaprak dökümü

$
0
0
1995-1996 sezonu İngiltere Premier Ligi’nde Manchester United, ilk maçını Aston Villa’ya karşı oynuyordu.Sir Alex Ferguson’un maç kadrosunda Peter Schmeichel, Paul Parker, Denis Joseph Irwin, Gary Pallister, Brian Mcclair gibi tecrübeli isimlerin yanı sıra o tarihte henüz 20’sine yeni basmış Nicky Butt, Gary Neville, David Beckham; 21 yaşındaki Paul Scholes, John O’Kane ve sadece 18 yaşındaki Phil Neville vardı. Bir de 24 yaşındaki Roy Keane…O Manchester United, Aston Villa karşısında daha henüz 37. dakikada 3-0 yenik duruma düştü ve maçı 3-1 kaybetti. Liverpool efsanelerinden Alan Hansen, maç sonrası BBC mikrofonlarından şu yorumu yapacaktı: “Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsın.”İngiltere futbol tarihinin en unutulmaz yanılgılarından birine imza attığının farkında bile değildi o anda… Çünkü sezon sonunda, “Ferguson’un Çaylakları” adı takılan bu takım, hem Premier Lig şampiyonluğuna hem de kupaya uzanacaktı…Manchester United’ın iki kupalı zaferinin üzerinden 17 yıl geçti. Kırmızı Şeytanlar’ın kadrosunda onlarca büyük yıldız esti… Kimi henüz “çaylak”tı ilk geldiğinde, kimi kendisini kanıtlamış büyük isimlerdi. Kendileri için doğru zamanın geldiğine inanan isimler bir bir United formalarını üzerlerinden çıkardılar. Kimi başka kulüplere transfer oldu, kimi ise futbol hayatına nokta koydu.Manchester United’ın dirilişine ve Avrupa futboluna hükmetmeye başladığı ilk günleri yaşayanlar bugün bir devrin kapanmasına tanıklık ediyorlar.2006’da Roy Keane, 2010’da Nicky Butt, 2011’de Gary Neville emekliliğini açıklamıştı. Onlar dökülen ilk yapraklardı. Daha büyük bir fırtına, bu dev çınardan daha çok yaprak alacaktı.2013 Mayıs’ında önce Alex Ferguson’un emeklilik haberi geldi ki sezonun en büyük şokuydu. Manchester United’ın başında ölümsüz olduğuna inanılan adam, asla bırakmayacağı düşünülen Sir Alex, koltuğuna veda edecekti. Ferguson’un, futbol kural kitapçığında bir madde olduğuna inanmış bir nesil, onsuz bir Avrupa futboluna tanıklık etmeye kendisini hazırlamak zorunda kalıyordu. Bu, öyle kolay atlatılacak bir şok değildi.Birkaç gün sonra ise Paul Scholes’un futbolu bıraktığı haberi duyuldu.Futbolu bıraktı da reklamı bırakacak mı?İlk kez 2011’de futbola veda etmişti, ancak Manchester United sakatlıklar yüzünden kadro sıkıntısına düşünce, Sir Alex Ferguson’un bir telefonu ile formasını yeniden giymekten çekinmemişti. 1991’de altyapıdan başladığı Manchester United kariyerine bu kez, kaldırılmayacak gibi görünen bir nokta koyuyordu.Hemen ardından bu kez Beckham’dan ayrılık haberi geldi. Hem yeşil sahalarda hem de magazin dünyasında unutulmaz bir etki bırakan İngilizlerin süper starı, futbolu bıraktığını açıkladı. Müthiş serbest vuruşları, harika top tekniği ile Beckham, reklam dünyasının vazgeçemeyeceği ikonlardan biriydi ve futbolu bıraksa da reklam dünyasının onu bırakabilmesi pek mümkün görünmüyor. Bu arada Beckham’ın yeni kariyerinde sinemaya Hollywood bulvarından giriş yapacağına kesin gözüyle bakanlar da var... Bir başka deyişle, futbol David Beckham’sız kalsa da o hayatın bir başka köşesinde parlamaya devam edecektir. Aston Villa’ya 3-1 yenilen takımdan geriye tek bir “çaylak” kaldı; o da o maçta sadece 18 yaşında olan Phil Neville… 2005’te Manchester United’dan ayrılıp Everton’a transfer olan, Gary Neville’in küçük kardeşi Phil’in 2012-2013 sezon sonu itibarıyla sözleşmesi sonra eriyor. Bugün artık 36 yaşında ve birkaç sezon daha futbol oynamak niyetinde… Elbette öncelikle kendisine kulüp bulması gerekiyor. Aksi takdirde 1995’ten kalan son adam da futbola zorunlu bir nokta koyma mecburiyetinde kalabilir…İngiltere futbolunda yaprak dökümü M.United kadrosuyla sınırlı da kalmadı…Jamie Carragher’ın futbolu bıraktığı haberi Liverpool’u adeta yıktı. Taraftarların “bir sezon daha” kalması yönünde yaptığı baskı Carra’yı kararından döndüremediler. Kramponlarını çıkartıp assa da, Liverpool forması Jamie Carragher’ın omuzlarında yaşamaya devam edecek. Ne de olsa o, tarihin gördüğü en sıkı Liverpool taraftarından biri...Emekliliğini açıklayan bir başka isim, Michael Owen, Liverpool’da başladığı futbol kariyerini Real Madrid, Newcastle United ve Manchester United’da sürdürdü ve son durağı Stoke City oldu. Büyük bir futbolcu, müthiş bir yetenek, gerçek bir gol makinesi… Elbette bu sıfatlarının arasına bir de “bitmeyen sakatlıkları” eklemek zorundayız… 17 yıllık futbol kariyerinin 2 yıl ve 3 aylık bölümünü sakat olarak geçirmiş olması, yalnızca Owen’ın değil, dünyanın her yerindeki futbolseverlerin en büyük talihsizliği oldu. Kariyerine, başarılarına baktıkça, insan düşünmeden edemiyor; yaşadığı uzun süreli sakatlıklar olmasaydı, bugün Michael Owen arkasında nasıl bir kariyer bırakacaktı?Bu adaya yeni yıldızlar gerek 20 yıldır Newcastle forması giyen, “yaşlı kedi” lakaplı Stewe Harper da taraftarına ve yeşil sahalara veda etti. Elbette ki gözyaşları arasında… Harper’ın İngiltere Futbol Federasyonu’ndan hakemlik lisansı bulunan az sayıda futbolculardan biri olması, kariyerine hakem olarak devam etme ihtimalini de doğuruyor.Üst üste gelen ayrılık haberleri ile İngiltere futbolunda bir devir kapanıyor… Bir yanda Beckham ve Owen gibi süper yıldızlar; diğer yanda Paul Scholes, Steve Harper, Jamie Carragher gibi bayrak adamlar…Evet, paranın satın alamayacağı futbolcu yoktur ve o yıldız isimlerle kazanılamayacak kupa da… Daha zor olan, bayrak adam haline gelecek, ülkesi ve takımıyla birlikte yükselecek, kendi çocuklarını yetiştirmektir…Ada futbolu için yeni efsanelerin doğma vakti geldi...

[Bizim Köy] Hastalığı hayatını kurtardı

$
0
0
Öğrenciler kurşun geçirmez çantayı ne yapacak? Askerlikten yırtmanın bedeli böbreğini vermek mi? İngiliz çocuğun hayatını hangi hastalık kurtardı?Allah hastalık vermesin, ama o bile bir nimet. Tıpkı İngiltere’nin Essex kentinde yaşayan Jayden Channell için olduğu gibi. 5 yaşındaki çocuğa saatte 48 km hızla giden bir araba çarptı, lakin ölmedi. Sebebiyse çocuğun eklemlerin aşırı oynak olmasına yol açan ‘hipermobilite sendromu’ndan mustarip oluşu. Küçük Jayden’in kemikleri çarpmanın etkisini emdi ve yara almadan yere indi. Çocukcağız bu hastalığı olmasa belki de çoktan parçalara ayrılmıştı!Böbrek bedelli askerlik!İran’dan bir haber var sırada. Ülkede bedelli askerlik yapmak isteyenler için yeni bir uygulama başlatıldı. Ama asker adaylarının buna pek sevindiği söylenemez. İran Silahlı Kuvvetleri Askeri Baş Komiser Yardımcısı Musa Kemali, bir böbreğini bağışlayacak erkeklerin, askerlikten muaf tutulacaklarını açıkladı. Zorunlu askerlikten böbreğini bağışlayarak yırtma fikri pek de benimsenmedi tahmin ettiğiniz üzere. Üstelik uygulama görev yapan askerleri de kapsıyor. Buna göre görevini yerine getiren askerler böbrek bağışı yaparak terhis olabilecek. Böbreğini vermeye gözü kesmeyenlere çarşı izni için kan bağışı zorunluluğu getirilir mi, bekleyip göreceğiz!Kurşun geçirmez okul çantasıOkullarda artan şiddet olayları kurşun geçirmez kıyafet üreten Kolombiyalı bir şirketin kafasında ampulü yaktı bile! Yıllardır devlet başkanları, emniyet müdürleri ve zengin petrol şeyhleri için modaya uygun kurşun geçirmez elbiseler üreten Caballero, şimdilerde Amerikalı öğrenciler için kurşun geçirmez sırt çantaları tasarlıyor. Üretilen çanta ve giysiler, sıradan çocuk kıyafetlerinden farksız dursa da sıkılan kurşunları durduracak zırha sahip. Öğrenci dostu kurşun geçirmez kıyafet ve aksesuarların fiyatlarıysa pek de öğrenci dostu sayılmaz. Zira 300 dolara yakın kendileri.

Hikâyesiyle farkını ortaya koydu

$
0
0
Sabancı Vakfı’nın, kısıtlı imkânlarla büyük başarılar yakalayan kişileri gündeme getirdiği ‘Fark Yaratanlar’ adlı program dördüncü yılında birbirinden şaşırtıcı ve gıpta ettiren 100 hayat öyküsüne ulaştı. Lütfiye Kelleci’ninki ise bunlardan yalnızca biri…Türkiye’de toplumsal gelişmeye katkıda bulunanların öykülerini ve çalışmalarını gündeme getirerek, onları teşvik etmek ve topluma ilham vermek amacıyla Sabancı Vakfı tarafından hayata gerçekleştirilen ‘Fark Yaratanlar’ programı dördüncü yılını geride bıraktı. Program kapsamında 100 kişinin gıpta ettiren başarı öyküsüne yer verildi. Bunlardan yalnızca biri Lütfiye Kelleci’nin hikayesi. Doğuştan görme engelli… Kelleci’nin Giresun’un küçük bir köyünde başlayan ‘karanlık’ hayatı yıllar içinde elde ettiği başarılarla (hâlâ hiç göremese de) hem kendisini hem de çevresini aydınlatıyor. Dillere pelesenk olan bir cümle vardır, engel bedenlerde değil zihinlerde! Lütfiye Kelleci’nin de engeli onu ideallerine ulaşmaktan alıkoymamış.Dört çocuklu bir ailenin en büyüğü. Diğer iki kardeşi de görme engelli. Aslında küçük yaşlarda hayatını idame ettirecek kadar görebiliyormuş. Ancak gözün arkasında bulunan ve halk arasında karasu olarak bilinen sıvının gittikçe azalmasıyla görme sinirleri kurumuş ve zamanla tamamen göremez olmuş. Lütfiye Kelleci dünyanın çeşitli yerlerinde denemeler yapıldığını lakin bunun için beyin operasyonu geçirmesi gerektiğini söylüyor. Ancak böyle bir operasyonun nasıl sonuçlanacağı belli olmuyor. Yeni engeller doğurabileceği gerekçesiyle tedavi olmayı reddeder Kelleci. Uzun bir tedavi sürecinden dolayı sıkıntılı geçer çocukluğu. Yıllarca sokakta oyun oynadığı arkadaşları okula başlayınca evde oturmasına bir anlam veremez. O zaman idrak eder kendisindeki ‘farklılığı’.Ailesi kızlarının eğitim hayatına başlaması için ellerinden geleni yapar. Lakin Giresun’un küçük bir köyünde, kaynaştırma eğitimi kavramının esamesinin okunmadığı bir dönemde (1976), eğitim imkânlarının görme engelli biri için ne durumda olduğunu varın siz tahmin edin. O dönem Türkiye’de görme engelli çocuklara eğitim veren okul sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Kelleci’nin ailesi Ankara’da yatılı körler okuluna başvurur. Yüzlerce başvuru olduğundan anca 10 yaşında okula başlar. İlköğretim ve lise yıllarını Ankara’da geçiren Kelleci, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünü kazanır. Mezun olduktan sonra memurluk sınavına girer ve Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nde işe başlar. Ancak burada işler hiç de istediği gibi gitmez. “Şimdi sana ne iş yaptıracağım?” tarzında bir yaklaşımdan ve aldığı eğitimle ilgisiz bir iş yaptığından son derece mutsuzdur. Sadece derdi maişetten dolayı memur olur. Bundan olsa gerek “Bugünkü olanaklarımla o günü yaşıyor olsam kamuda çalışma mecburiyeti hissetmezdim. O günün koşullarında bir an önce işe başlamam gerekiyordu.” diyor. Sevmediği işi zoraki yapmanın vermiş olduğu iç huzursuzluğunun ayyuka çıktığı bir dönemde bir arkadaşının aracılığıyla hayatı değişir.Lokman Ayva’nın asistanı olduArkadaşı, Kelleci’nin durumunu kendisi gibi görme engelli milletvekili Lokman Ayva’ya iletir. Ayva, Lütfiye Kelleci’ye asistanı olmasını teklif eder. Sekiz sene boyunca Lokman Ayva ile çalışan Kelleci, “Bu süreçte milyonlar versem böyle bir tecrübe edinemezdim.” diyor. Lokman Ayva milletvekilliğini bıraktığı için şu anda Meclis’te basın halkla ilişkiler biriminde çalışıyor Lütfiye Kelleci. Siyaseti çok sevdiğini ama siyasete atılmanın şu anda gündeminde olmadığını belirtiyor. Aktif siyasetin içinde bulunmasa da Ayva’yla çalıştığı dönemde ara verdiği sivil toplum çalışmalarına devam ediyor. Bunun en somut örneklerinden biri ise kadın arkadaşlarıyla 2011’de kurdukları Engelli Kadın Derneği. Sabancı Vakfı’yla tanışıklığı ve fark yaratanlar listesine seçilmesiyse dernek çalışmalarını yürüttüğü döneme denk gelmiş. Sabancı Vakfı’nın Ankara’da Kadınlar Dayanışma Vakfı ile yürüttüğü projenin ortağı olmuşlar ve kadın örgütlerinde engelli kadınlarla ilgili farkındalığı artırmaya yönelik çalışmayı yürütmüşler. Kelleci’nin hikâyesinden haberdar olan vakıf yetkilileri başarısına kayıtsız kalmamış ve onu da listeye eklemiş. Lütfiye Kelleci şimdilerde deneyim ve başarıya giden yolda yaşadıklarını milyonlarla paylaşıyor ve zor şartlar altında dahi isteyince başarının hiç de uzak olmadığını ispatlıyor. Biz Fark Yaratan 100 isimden yalnızca birini dinleme fırsatı bulduk. Etrafımız yaşam öyküleriyle bize ilham veren nice Lütfiye Kelleci’lerle dolu. Maharetse çevremize biraz daha dikkatlice bakmakta!

[Kuş Bakışı] Dünya şampiyonları side semalarında

$
0
0
Havacılık tutkunları geçen hafta sonu Antalya’nın Side ilçesinde buluştu. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen havacılık şenliği ‘Airshow Side’, yerli ve yabancı hava akrobasi pilotlarının deniz üzerindeki nefes kesen gösterilerine sahne oldu. Sahili dolduran binlerce kişi, semalarda iki gün unutulmaz görsel şova tanıklık etti.Yurtdışında dev bütçeli büyük organizasyonlarla gerçekleştirilen havacılık festivalleri ne yazık ki, ülkemizde yeterince destek görmüyor. Bu yüzden Side Belediye Başkanı Kadir Uçar’ı, tüm imkanları seferber ederek organizasyonu geleneksel hale getirmek için gösterdiği gayret nedeniyle takdir etmek gerekiyor. Havacılığa karşı büyük ilgi duyan Uçar, ilçe belediyesi olmasına rağmen dünyaca ünlü hava akrobasi pilotlarını her yıl Side’de buluşturmayı başarıyor. Festivale katılan hava akrobasi timlerini görünce, böylesine bir organizasyonu gerçekleştirmenin ne kadar zor olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Başkan Uçar’ın her zorluğa rağmen, gelecek yıl düzenlenecek organizasyonda da, dünyaca tanınan hava akrobasi timlerini bizlere izleme fırsatı sunacağına inanıyorum. Bu yüzden son derece eğlenceli gösterilere sahne olan Side Airshow’un şimdiden gelecek yıl hangi sürpriz isimleri ağırlayacağını merak etmeye başladık.Türk yıldızları katılmadıAirshow Side’nin geçen yıl düzenlenen organizasyonu, Türk Hava Kuvvetleri’nin hava akrobasi timi Türk Yıldızları ve Solo Türk’ün gösterileriyle büyük bir şova dönüşmüştü. Türkiye’nin gözbebeği hava akrobasi timlerinin planlanan özel programları nedeniyle bu yılki festivale katılamayacak olması, ‘Airshow Side sönük geçer.’ eleştirilerine hedef oldu. Gözler Türk Yıldızları ve Solo Türk’ü aradı ancak dünya şampiyonu hava akrobasi pilotları da, unutulmaz şovlarıyla oluşan karamsarlığı ortadan kaldırdı.Gösteriler ayakta alkışlandıPanayır havasında geçen havacılık festivalinde, dünyanın sayılı hava akrobasi pilotlarından Ali İsmet Öztürk, dünya şampiyonları Rus kadın Pilot Svetlana Kapanina ve Litvanyalı Jurgis Kaiyrs’in solo gösterilerinin yanı sıra Romanian Yakers ile Fransız Reva ve Air Bandit’in gerçekleştirdiği şovlar adeta nefes kesti. Birbirinden zor hareketleri hatasız şekilde tamamlayan çılgın pilotlar, gösterileri sonunda uçaklarıyla selamladıkları izleyenler tarafından ayakta alkışlandı. Amerika Birleşik Devletleri’nden katılan Patriotic Paraşüt ekibinden Pilot William Wallece de, arkadaşı David ile bin 400 metreden birbirine bağlı paraşütleri havada iple keserek ilginç bir gösteriye imza attı. Türk Hava Kurumu ile Paramotor uçak pilotu Erdoğan Şanlı’nın gösterileri ise Airshow Side’ye ayrı bir renk kattı.Yarışmayı kazananlar da uçtuTürkiye’de düzenli yapılan tek havacılık gösterisi konumundaki Airshow Side’de, sivil havacılık okullarının geçişleri, model uçak ve helikopter gösterileriyle Paramotor etkinlikleri de düzenlendi. Festivali izlemeye gelenler ise uçurtma ve simülatör yarışlarında hünerlerini sergiledi. Yarışmalarda dereceye giren ilk 3 kişi, Side üzerinde uçuş ödülünün sahibi oldu.BALON UÇUŞLARI DENETLENECEKNevşehir’in Ürgüp ilçesinde, geçen hafta sonu üç turistin hayatını kaybettiği balon kazası yaşandı. Bölgede faaliyet gösteren ve son yıllarda sayıları hızla artan balon işletmeleri, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM) tarafından özellikle son iki yıldır yakın takibe alınıyordu. Ancak bir anlık dalgınlık nedeniyle alttaki balon pilotunun, yukarıdaki diğer balonu görmeden yükselmesi üzerine yaşanan kaza, tüm dikkatleri balon işletme sektörüne çevirdi. SHGM, kaza sonrası benzer olayların bir daha yaşanmaması için ciddi yaptırımlar uygulamak üzere harekete geçti. Kurumun, uzun süredir üzerinde çalıştığı ‘seyyar hava trafik kontrol kulesi’ de, bu vesileyle hizmete girmiş olacak. Balonlar, bundan sonra özellikle kalkışta ve seyir halinde adım adım izlenecek. Böylece balonla seyahatteki uçuş emniyeti en üst seviyeye çıkarılacak. Sivil otorite, bölgedeki balon şirketleri ile filodaki balon sayısının gereğinden fazla artış gösterdiğini de düşünüyor. Bu sebeple uçuş izni alan 21 firmadaki 190’a ulaşan balon sayısı gelecek haftalarda azaltılacak. Böylece gökyüzünde daha emniyetli uçuş imkânı sağlanacak. SHGM ayrıca bölgede temsilcilik açarak turistlerden gelen şikâyetleri en kısa sürede çözüme kavuşturmayı planlıyor. Temsilcilikteki görevliler, ‘bilet kesilmeden turist taşınarak vergi kaçırıldığı’ yönündeki iddiaların da üzerine gidecek.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live