Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Adi bir suçlu mu yoksa halk kahramanı mı: Pablo Emilio Escobar Gaviria

0
0

Dünya üzerinde binlerce uyuşturucu kaçakçısı var, bu işten çok para kazanan tarihte onlarca isim sayabiliriz. Onlardan biri Pablo Emilio Escobar Gaviria'nın hayatı pek çok film ve belgeselden sonra şimdi de ‘Narcos' adlı diziye konu oldu. Dizi, Pablo'nun adi bir suçlu mu yoksa halk kahramanı mı olduğu tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.

Bir adam düşünün, sadece sahip olduğu para destelerini bir arada tutmak için kullandığı lastiklere ayda bin dolar ödüyor. Kolombiyalı fakir köylü bir ailenin yedi çocuğundan biri olan bu çocuk, bir gün Forbes dergisine döneminin en zengin işadamlarından biri olarak kapak olacaktır. Bu zenginliğin nedeni ise başlarda sadece Miami, zamanla Amerika'nın uyuşturucu pazarının yüzde 80'ini elinde bulundurmasıdır. Ülke içinde yakaladıkları küçük miktarda mallar ve suçlarla oyalanan Amerikalı yetkililerin Pablo Emilio Escobar Gaviria'yı fark etmeleri uzun zaman alır. O zamana kadar Kolombiyalılar için bir bu durum tutku haline gelmiştir. Bu tutku ise karşılıksız değildir. Pablo Escobar, inanılmaz bir aşkla ülkesini ve insanını sever, kazandığı paranın büyük bir kısmını binlerce fakire dağıtır ya da onları ev sahibi yapar. Escobar, bu işi ülkesi için yaptığını iddia eder. Bu çarpıcı hayat öyküsü onlarca belgesele, filme ve şimdilerde ise birinci sezonu yeni biten, kısa sürede büyük bir seyirci kitlesi oluşturan ‘Narcos' adlı diziye konu olur. Hâlâ Kolombiyalıların ‘diziyi çeken Amerikalılara güvenmeyin, gerçekte daha iyi bir adamdı Pablo' yorumlarını sitelerinde görmek mümkün. Kimilerine göre ise bu adam Kolombiya'daki iç savaşın sorumlusu ve binlerce polisle sıradan insanların katilidir. Hâlâ nasıl öldüğü tartışma konusu. Rivayetlerden biri Amerikan hapishanelerinde yatmaktansa intihar ettiği, diğeri ise bindiği uçağın düşürülmesi sonucu ölmesi...

Narcos, ikinci sezona başlıyor. Dizinin en dikkat çeken yanı ise gerçek görüntülerle bezenmiş olması. Bir anda Escobar'ı motorunun üzerinde genç Kolombiyalılarla gülerken görebilir ya da gönderdiği tankların meclise girişini izleyebilirsiniz. Şimdi Narcos, Pablo'ya nasıl bir ölüm yakıştıracak merak konusu. Yıllardır Güney Amerika'nın hatta geçit vermeyen ünlü Meksika sınırının tüm kaybedenlerinin küçücük bir zaferidir Pablo. Asıl hayali okuyup Kolombiya'ya başbakan olmak olan bu adam hedefine başka yollardan ulaşmaya çalışır ve sonunda meclise de girer. Ancak girdiği gün vekilliği elinden alınır. Pablo'nun tüm kini de o gün başlar ve ülkeyi neredeyse iç savaşa sürükler. Sanki Cohen Kardeşler, Tarantino ve daha nice senaristin bir araya gelip hazırladığı bir senaryo gibidir Pablo'nun hayatı. İşte o sıra dışı hayattan kesitler…

Kızının soğuktan üşümemesi için 2 milyon doları yaktı!

1 Aralık 1949'da çiftçi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Uyuşturucu baronluğundan önce hırsızlıklarıyla meşhurdu. Antik mezar taşlarını çalıp turistlere sattı, arabalar çaldı, karaborsa ürünler satarak suç dünyasında ilerledi. Suç kariyerinde adam kaçırma, şantaj gibi işler de vardı. 1970'li yıllarda uyuşturucu kaçakçılığına ve satışına başladı.

En güçlü zamanlarında günde yarım milyon dolar kazanırken bunların yüzde 10'unu farelerin yediği ve paraların nemden çürüdüğü biliniyor. Bir efsaneye göre de polisten kaçarken sığındığı bir evde kızını ısıtmak için 2 milyon dolar yaktı.

1976 yılında Maria Victoria ile evlendi ve eşinden ayrılmadı ve iki çocuğu oldu.

1982 yılında Kolombiya Liberal Partisi'nden seçimlere girdi. Siyasî; güç elde ederek polis ve halk desteğini arkasına aldı. Böylece birçok ülkeyle olan uyuşturucu trafiğini artırdı.

Escobar'ın adamları yargıç, sivil, polis ve devlet yetkilileri gibi binlerce insanın ölümüyle suçlandı.

Cenazesine 25 bin kişi katıldı.

Kolombiya'da kendi şehri olan Medellin'i ülkenin en zengin şehri haline getirdiği söyleniyor. Ayrıca ülkenin ilk metro hattının onun sayesinde açıldığı biliniyor.

Yoksul kesime yaptığı maddî; yardımlar sebebiyle bazıları tarafından ‘Robin Hood' olarak adlandırıldı.


Kişiye özel besteyle tedavi

0
0

Müzik terapisti Yaşar Canözden, garibur adını verdiği enstrümanıyla hastalıkları tedavi ediyor. “Herkesin parmak izi nasıl farklıysa ses izi de farklı.” diyen Canözden, hastanın sesiyle eşleşen frekansı buluyor ve kişiye özel üç dakikalık beste yapıyor.

Müzikle tedavinin tarihi asırlar öncesine dayanıyor. Öyle ki 11. yüzyılda yaşayan İslam bilginlerinden İbn-i Sina, musikinin tıpta oynadığı rolü, “Tedavinin en etkili yollarından biri hastanın akli ve ruhi güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir.” diye tarif ediyor. Asırlar içinde yöntemler geliştiriliyor, bu tedavi şekli Osmanlı döneminde zirveye ulaşıyor. Başta Edirne olmak üzere Kayseri, Bursa, Sivas, Amasya ve Manisa'da şifahaneler kuruluyor.

17. yüzyılın önemli seyyahlarından Evliya Çelebi, Seyahatname'de hastalıkların müzikle tedavi edilmesiyle ilgili şöyle bir şerh düşüyor: “Müziğin insan ruhu üzerindeki olumlu etkisi konusunda yeterli bilgi ve deneyime sahip darüşşifanın hekimbaşısı, hastalarına önce çeşitli müzik makamları dinletiyor, kalp atışlarının hızlanıp ya da yavaşladığına bakıyor, yararlandıkları uygun melodiyi belirliyor, daha sonra da tedaviye başlıyor.”

Şimdi böyle kusursuz akustik yapıya sahip şifahanelerden bahsetmek mümkün olmasa da konuyla ilgili çalışmalar devam ediyor. 1992 yılından bu yana müzik ve ses enerji terapisi çalışmalarını sürdüren Yaşar Canözden'e göre, Edirne Sağlık Müzesi'nde bunun tarihsel sürecini görmek mümkün. “Avrupa'da akıl hastaları, içine şeytan girmiş diye yakılırdı. Bizde ise su sesi, kuş sesi ve Türk sanat musikisinden belli makamlarla tedavi yapılıyordu.” diyen Canözden, bu kadim bilgileri günümüz teknolojisiyle harmanlıyor. Avrupa'da 6-7 bin tane müzik terapi uzmanı olduğunu ifade edip, uzmanların ‘moral eğitim ünitesi' adı altında çalıştığını, Türkiye'de de yeni yeni rağbet gördüğünü anlatıyor.

Sesler yalan söylemez

“Herkesin parmak izi nasıl farklıysa ses izi de farklı.” diyen Canözden, hastanın sesiyle eşleşen frekansı buluyor ve kişiye özel üç dakikalık beste yapıyor. “Örneğin, insan bedeninin doğal titreşim düzeyi saniyede ortalama 300 titreşimdir. Her organ kendine özgü titreşime sahip. Kalbin titreşim hızıyla böbreğinki aynı değildir. Böbreğinizde arıza varsa bu onun titreşimindeki soruna işaret eder. Titreşimlerin frekans değerleri vardır. Titreşimi tespit ederken bu değerlerle ölçüm yaparız.” diyor. Canözden'e göre gözler yalan söylemez derler ama ses hiç yalan söylemez. Sevinmediğiniz bir şeye sevinmiş gibi tepki verirseniz bu durum sesinizden çok rahat anlaşılır.

Enstrüman icat etti

Müzik terapisti Canözden, tar, ud, cümbüş, viyolonsel, kabak kemane, yaylı tambur, cura gibi müzik aletlerinin seslerini bir araya topladığı garibur isimli bir enstrüman geliştirmiş. Gariburle, kişinin rahatsızlığına ve frekansına özel üç dakikalık beste yapıyor. “Bana göre evren bir gitar, bizler de onun telleriyiz. Diğer tellerle birlikte her an titreşiyoruz. Bilim adamları yüzyıllardır bu şarkıyı anlamlandırmaya çalışıyor. Örneğin Nikola Tesla… İcat ettiği deprem makinesini anlatırken ‘Birkaç saniyede binanın titremeye başladığını hissettim. On dakika daha devam etseydim binayı ve sokağı yıkabilirdi.' diyor. O, frekansların yani titreşimlerin sırrını kısmen de olsa çözmüştü. Titreşimlerin ne derece önemli olduğu hâlâ tam olarak çözülebilmiş değil ancak notalar keşfedildi. Evren bir gitar demiştik, şimdi de bu gitarın tellerini koparmadan melodiyi çözmeye çalışıyoruz.” diye konuşuyor. Sigarayı bırakma, kilo verme, kanser tedavisi, otizm gibi hastalıklar müzikle tedavi ediliyor.

Faydası çok

Müzik terapisti Yaşar Canözden, müzikle tedavinin faydalarını saymakla bitiremiyor: “Zihinsel ve fiziksel gerilimi yok eder, stresi azaltır. Duygusal iniş çıkışları yatıştırarak daha dengeli bir ruh hali içinde olmanızı sağlar. Öfke, yorgunluk, tükenmişlik gibi duygular tarafından vücudunuzda oluşturulmuş blokajları çözer. Zihninizdeki gereksiz düşünce diyaloglarını susturur. Depresyonu, korkuları, endişeleri azaltır, enerjik hissettirir. Hamileliğin kolay geçmesini sağlar, doğumu kolaylaştırır.”

İçinden tren geçen kurşun kalem!

0
0

Minyatür Fuarı'nda farklı bir eser yapmaya karar veren sanatçı, 9 saatlik bir uğraşla ve bulabileceği en küçük iğneyle kalemin içinden tren geçirmeyi başardı.

Her yıl düzenlenen Minyatür Fuarı'na katılan Cindy Chinn adında sanatçı, bu yıl diğer minyatürlerinden farklı bir ürünle katılmaya karar verdi. Yontulmuş kalem ve kalem kurşunlarını birkaç yıldır inceleyen sanatçı bu işi ilk kez denedi. Dükkanında bulduğu kalemi ilginç bir sanat eserine dönüştürdü.

İlk projesi olan çalışmayı ölçeklendirmek için yazıcıda bastığı bir örneği kullanan sanatçı, bulabileceği en küçük iğne ve büyüteçli bir lamba eşliğinde 9 saatlik çalışmanın ardından trenini yapabildi.

Yavrularına kol kanat gerdiler

0
0

Annelik böyle bir şey. Yavrularının başına bir şey gelmesin, aç kalmasın, üşümesin diye ellerinden geleni yapmadan edemezler. Tıpkı bu sevimli kuşlar gibi.

Parmak boyutunda kağıttan motor

0
0

YouTube'ta yer alan video serisinde mühendis Aliaksei Zholner, sadece kağıt kullanarak tasarladığı küçücük V8 motorun yapılışını herkese gösterdi.

Motor, Kinder oyuncak yumurtaların içinde bulunan plastik kabın içine sığacak kadar küçük. Videolarda Zholner birkaç ay boyunca uğraştığı motorun yapım aşamalarını gösteriyor ve bu hafta en son yayınlanan videoda sıkıştırılmış hava kullanarak küçük vızıltı cihazınının hızını etkili şekilde kontrol edebilen kağıt valfi birleştirdi. Ayrıca mühendisin geçen yıldan kalma popüler V6 modelini de görebilirsiniz.

Gökkuşağının içinde yıldırım çarptı

0
0

Yıldırım çarpmış bir uçağın fotoğrafını çekme şansı ne kadardır? Her uçağa yılda en az bir kez yıldırım çarpabilir. Fakat gökkuşağının içinden geçerken yıldırım çarpma anının görüntülenmesi çok özel bir durum.

Alman fotoğrafçı Birk Möbius, Frankfurt'tan Leipzig'e uçan Boeing 777 kargo uçağının fotoğrafını çekerken bu ilginç kareyi yakaladı.

Fotoğrafçı bu fotoğrafın şu ana kadar çektiği en benzersiz ve en görkemli fotoğrafı olduğunu söyledi. Merak edenler için, bu tarz yıldırımlar uçaklarda herhangi bir sorun oluşturmuyor, uçaklar fırtınalı havalarda güvenli bir şekilde yere inebiliyorlar.

Sabri, Semih'in rekorunu kırdı!

0
0

Galatasaray, Sabri Sarıoğlu'nun yerine Martin Linnes'i kadrosuna katarak son 14 yılda sağ bek pozisyonuna dokuzuncu transferini yaptı. Bugün, Reis lakaplı futbolcunun yaşadıkları geçmişte Fenerbahçe'nin 'Nöbetçi Golcü'sü Semih Şentürk'ü akıllara getirdi. İşte iki futbolcudan formayı kapamayanlar...

Sempatikliğiyle hem Galatasaray'ın hem de Türk futbol severlerin en çok sevdiği futbolcuların başında gelen Sabri Sarıoğlu'nu bir atasözü ile tanımlayacak olsak, “Yiğidi öldür, hakkını yeme!” olurdu herhalde. Sarı-Kırmızılı camiada geleceği tartışılanların hep en başında yer aldı Sabri. Takıma adım attığı günden bugüne tam 8 tarkadaşı ile forma mücadelesi verdi. Galatasaray'ın bu hafta başında Norveç kulübü Molde'den 2 milyon Euro bonservis bedeli karşılığında kadrosuna kattığı Martin Linnes ise dokuzuncu rakibi oldu.

‘Reis' lakaplı krampon, 2001-2002 sezonunda Romen teknik adam Mircea Lucesu ile A takımla tanıştı. Bu süre zarfında 2 kez kadro dışı kalırken, kaptanlığı elinden alındı. Yıllardır taraftarların birçok protestosuna maruz kaldı, futbol otoriteleri tarafından hep tartışıldı, ancak takımın hâlâ vazgeçilmezi…

Sabri'nin son 14 yılda forma rekabetine girdiği futbolculara göz atarsak; bu sezon Cim Bom'un sağ bek pozisyonunda Jason Denayer, Tarık Çamdal, yer yer Semih Kaya gibi oyuncular mücadele etti. Ancak formayı alan numara ise ‘55' oldu. Geçtiğimiz dönemlerde Arsenal'den 3,5 milyon Euro'ya Emmanuel Eboue alındı. Eboue, 2 sezon sağ bek görevini iyi götürdü ama hocalarıyla kavga halindeydi. Roberto Mancini tarafından gözden çıkarılınca yerine Kayserispor'dan 2 milyon 750 bin Euro'ya Salih Dursun transfer edildi. Sebastian Peres, Cesar Prates, Hamit Altıntop, Aydın Yılmaz, Engin Baytar, Barış Özbek, Lucas Neill, Colin Kazım gibi isimler de Sabri'yle rekabette sınıfı geçemeyen futbolcular olarak tarihte yerini aldı. Linnes'in kadroya dâhil edilmesinden sonra başka takıma gideceği dedikoduları çıkan Sabri'nin bu iddialara cevabı fıtratına yakışacak nitelikteydi: “Galatasaray'dan başka bir takımda oynamak istemiyorum.”

Yetenekleriyle değil de kazanma arzusu ve özverisi ile taraftarın sevgilisi olan Sabri'nin CV'sinde 14 farklı teknik adam mevcut: Mircea Lucescu, Fatih Terim (2 kez), Gheorghe Hagi (2 kez), Eric Gerets, Karl Heinz Feldkamp, Cevat Güler, Michael Skibbe, Bülent Korkmaz, Frank Rijkaard, Bülent Ünder, Roberto Mancini, Cesare Prandelli, Hamza Hamzaoğlu, Mustafa Denizli. Futbolu bırakan Inter'in efsane kaptanı Javier Zanetti de 19 yılda 17 teknik adam eskitmişti.

Sabri'nin kader arkadaşı: Semih

Sabri'nin yaşadığı bu hikâyenin bir benzerini de Fenerbahçe formasını terleten Semih Şentürk yaşamıştı. ‘Genç Semih' olarak anılan futbolcu, 2002'nin aralık ayında kapısından içeriye girdiği Sarı-Lacivertlilerin yıllarca yedek kulübesinde ‘demirbaş' olarak oturdu. Ancak, bu durum onu yıldırmadı. Aksine, sonradan oyuna girerek maçın seyrini değiştiren adam oldu. Neticede ‘Genç Semih' unvanından ‘Nöbetçi Golcü'lüğe terfi etti. Uzun yıllardır kadrosunda bulunduğu Fenerbahçe'de 2007-2008 sezonunda biraz olsun oynama şansı bulunca, gol kralı oldu… Semih ile Sabri'nin kaderi, burada benzeşiyor. Sürekli göz ardı edilen Semih'in yerine hep hücum oyuncusu transferi yaptı, Sarı Lacivertliler. 11 yabancı futbolcuya sahada partnerlik yapan Semih, formayı kapmayı başardı. Hollanda'nın efsanelerinden Pierre Van Hooijdonk, Mert Nobre, Fransız futbolunun unutulmazlarından Nicolas Anelka, Sırp ekolü Mateja Kezman, İspanya gol krallığı yaşamış Daniel Güiza, Senegalli Mamadou Niang, Henri Bienvenu, Emmanuel Emenike, Moussa Sow, Dirk Kuyt ve Pierre Webo. 2014 yılı ocak ayına kadar yıldız futbolcular arasında bir şekilde kadroya girmeyi başaran Semih için nöbet o tarihte bitti. 12 yıl boyunca formasını terlettiği Fenerbahçe'den Antalyaspor'a transfer oldu.

Hangi spor kaç kalori yaktırır?

0
0

Sağlıklı yaşamak ve kiloların kontrolü için beslenme kadar spor yapmak da önemli. Gün içinde yaptığımız hareketler bir miktar kalori yaktırsa bile düzenli yapılan sporun yerini tutmuyor. Peki hangi spor ne kadar kalori harcamamızı sağlıyor?

Egzersizler, sağlıklı yaşamın vazgeçilmezlerinden. Kimisi kilo vermek için, kimisi kaslarını toplamak ve sıkılaştırmak için, kimileri de sağlıklı bir hayat için egzersiz yapıyor. Ruhsal durumu canlandırmadan kronik hastalıklarla mücadeleye kadar birçok konuda spor şart. Her ne kadar yoğun iş temposu ve gündelik telaş imkan bırakmasa da en fazla yarım saat ayırarak vücudumuz için gerekli spor aktivitesini gerçekleştirebiliriz.

Yağmurlu ve soğuk kış aylarını yaşadığımız şu günlerde her sporu yapmak pek mümkün değil. Ancak evde veya salonlarda bazı sporlarla kışın da sağlığı korumanın yolları mevcut. Evde yapılabilecek sporlar kilo almamak, hacim kazanmak, sıkılaşmak, vücut geliştirmek, kardiyo egzersizleri olarak biliniyor. Peki, hangi sporun ne kadar kalori yaktığını biliyor musunuz?

Spor neden önemli?

Günümüzde spor, insanların boş vakitlerini daha eğlenceli kılmak, motivasyon sağlamak, vücut geliştirmek, kilo vermek gibi nedenlerle yapılmakta. Hastalıklardan uzak, sağlıklı bir yaşam için spor yapmanın gerekliliği herkes tarafından kabul edilir bir durum. Ancak tıbbî; açıdan saymakla bitmeyecek faydaları da toplum tarafından bilinmeyenler arasında. İç Hastalıklar Uzmanı Dr. Murat Görgülü, düzenli yapılan sporda kan dolaşım hızının arttığını, birim zamanda dokulara ve organlara daha çok kan gittiğini söylüyor. Dr. Görgülü'ye göre düzenli yapılan sporla kas kitlesinde artış gözlenir. Bu da hem kas gücünü hem de vücut direncini artırır. Böylelikle birim zamanda daha çok enerji harcanıyor ve metabolizma hızı artıyor.

Kilo problemi yaşayan ve bu kilolarından kurtulmak isteyenler, beslenmelerini düzene sokmanın yanında egzersizi de hayatlarının bir parçası yapmak durumunda. “10 dakikada 100 kalori yakmak mümkün.” diyen uzman diyetisyen Serkan Tutar, diyetle kilo verilse bile egzersizle desteklenmediğinde bir süre sonra tekrar kilo alma sürecine girileceğini belirtiyor. Fazla kalori yaktıran egzersizlere parantez açan Tutar, ilk sıraya sprint ve şınavı koyuyor: “Bu iki egzersizi birleştirmeniz, çok daha fazla verim almanızı sağlayacaktır. 1 dakika boyunca sprint atıp daha sonra 1 dakika boyunca şınav çekmeniz yakılan kalori miktarının 10 dakika içerisinde 130 olmasını sağlayacaktır.”

Spor yapmak sadece enerji kaybettirmiyor. Aynı zamanda vücuttaki damarların elastikiyetini koruyor. Bu durum ise ilerleyen yaşlarda kalp damar hastalıklarına karşı korunmada en önemli faktör.

Otururken bile kalori yakmak mümkün!

Çoğumuzun merak ettiği bir konudur, 1 saat yürüyüşün kaç kalori yaktırdığı. Aslında bu sorunun cevabını değiştirebilecek birçok bileşen mevcut. Örneğin kilonuz, metabolizma hızınız, harcadığınız efor gibi. Mesela, televizyon seyrederken ya da akşam koltuğa oturmuş kitap okurken bile normal bir vücut dakikada bir kalori yakıyor. Kadınların rutin işlerinden yemek yapmak da dakikada 3 kalori yaktırıyor. Aynı şekilde, günlük rutin hareketlerden merdiven çıkmak 20-25, bulaşık yıkamak 6-8, on beş dakika araba kullanmak 35-40 kalori yaktırabiliyor. Dr. Murat Görgülü, gündelik işlerin hiçbir zaman düzenli yapılan sporun yerini alamayacağını söylüyor: “Bu tip aktivitelerde o işi yaparken harcadığımız enerji bizim için yararlı oluyor; ancak hareketler belli bir ritim ve süreklilik oluşturmadığı için kas kitlesi ve metabolizma üzerine çok iyi yararı olmuyor.”

Herkes her sporu yapamayabilir

Spor yapmak kadar, tercih edilen sporun vücuda uygun olup olmadığı da önemli. Çünkü bazı spor dalları vücut esnekliği istiyor. Memorial Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji bölümünden Doç. Dr. Bülent Aksoy, evde veya salonda yapılan spor egzersizlerini şöyle sıralıyor: Yoga, aerobik, jimnastik, tae-bo, aikido, modern dans, Latin dans, oryantal, step, spinning, plates… “Bu tür aktiviteler farklı kas ve eklemlere yük bindirir. Bu yüzden kişiye uygunluğu incelenmelidir. Diz sorunu olan kişiler step, spinning gibi egzersizleri; kalça sorunu olanlar tae-bo (savunma sporu) gibi egzersizleri; omuz, dirsek ve el sorunu olanlar da aikido yapmakta zorlanabilir.” diyor, Doç. Aksoy.

Bu çalışmaları yaparken beslenme ve uykuya da dikkat edilmeli. Aç ve tok spor olmadığı gibi uykusuz olarak yapmak da vücuda zarar verebilir. Çalışmadan en az 1,5 saat önce yemek yenmeli. Saat başı 120 ml, spor anında ise 200 ml sıvı alınmalı. Çalışmadan önce mutlaka ısınma, bitince soğuma hareketleri yapılmalı. T-shirt ve eşofman giyilmeli. Giyeceklerin pamuklu, keten gibi teri çeken özellikte olmasına özen gösterilmeli. Ağırlık kaldırırken nefes vermeli, indirirken nefes alınmalı. Setler arasında 45-60 saniye dinlenmeli.

15 dakika temizlik 55 kalori

- 1 saatte ortalama 10 km hızla koşmak: 900 kalori

- 1 saat tekvando yapmak: 700-750 kalori

- 1 saat aerobik yapmak: 400-500 kalori

- 1 saat masa tenisi oynamak: 318 kalori

- 30 dakika orta tempoda yürüyüş yapmak: 110 kalori

- 30 dakika boks yapmak: 325 kalori

- 30 dakika raket topu (badminton): 300 kalori

- 30 dakika tenis oynamak: 250-300 kalori

- 30 dakika basketbol oynamak: 288 kalori

- 30 dakika buz pateni yapmak: 252 kalori

- 20 dakika dans etmek: 140 kalori

- 20 dakika bowling oynamak: 117 kalori

- 15 dakika hızlı pedal çevirmek: 180 kalori

- 15 dakika sırtüstü yüzmek: 135 kalori

- 15 dakika futbol oynamak: 120 kalori

- 15 dakika duş almak: 84 kalori

- 15 dakika temizlik yapmak: 55 kalori


Cihan Genel Müdürü Faruk Akkan: Basına güven dünyaya göre çok geride

0
0

Cihan Haber Ajansı'nın yeni müdürü Faruk Akkan, “Türkiye'de siyaset çok fazla haber oluyor. Siyasetin dışında ülkede çok daha önemli gelişmeler var. Eğitim, sağlık, bilim, teknoloji, ekonomi, çevre, insan ve yaşama dokunan gelişmeler haber olamıyor.” diyor.

Cihan Haber Ajansı 24 yıldır, Türkiye'nin baş döndürücü gündemini en hızlı, doğru ve güvenilir bir biçimde muhataplarına aktarıyor. Yakın zamanda bu köklü ajans da kan değişikliğine gitti. Ve Abdülhamit Bilici'nin Zaman Gazetesi genel yayın müdürü olmasının ardından Cihan'ın başına kurumun uzun süre Moskova temsilciliğini yapan Faruk Akkan geçti. ‘İçeriden biri' olan Akkan'a göre, Cihan öncelikle birikim ve tecrübesi ile Türkiye'nin yüz akı medya kuruluşları arasında yer alıyor: “En sağ kesimden en sol kesime kadar yüzlerce televizyon, gazete, haber portalı ve kuruma hizmet veriyoruz. Ajans olarak tarafsız ve doğru haberi en hızlı şekilde müşterilerimize ulaştırmamız temel ilkemiz. Yurtta ve dünyanın önemli kentlerinde gelişmeleri 7 gün 24 saat takip ediyoruz. Gelişen teknolojileri yakından izleyerek yeni medya alanında aktif olmayı hedefliyoruz.”

Malum, dünyada ‘ajans' denince Reuters, AP, AFP gibi medya kuruluşları akla geliyor. Dünyanın dört bir yanında aktif olan bu ajanslar vazgeçilmez durumdalar. Dolayısıyla hızlı ve güvenilir haber için sıkı bir rekabet içindeler. Bir de Rusya, Çin ve diğer gelişmekte olan ülkelerin haber ajansları var. Örneğin Rusya'nın Ria-Novosti, Interfax ve TASS gibi ajansları Avrasya coğrafyasında etkili. Buradan mülhem Faruk Akkan'a soruyoruz, ‘Türkiye'deki ajans mantığı dünyadaki muadillerinin ne kadar yakınında ya da uzağında?' diye. Cevabı şöyle oluyor: “Bizde ajanslar ülkemizle sınırlı. Türkiye'de faaliyette bulunan ajansların bölgemizde ya da uluslararası alanda etkili olduğunu söyleyemeyiz. Biz yurtdışında aktif çalışan muhabirlerimizle bu sınırları zorluyoruz. Şu an Türkçenin dışında İngilizce, Rusça ve Arapça olarak yayın yapıyoruz. Türkiye'nin yurtdışında tanıtımına ve doğru anlaşılmasına katkı sağlamaya çalışıyoruz.”

Yine ilgililerin malumu Cihan, bilhassa seçim gecelerinin vazgeçilmezi. Öyle ki her türlü engelleme ve manipülasyona rağmen son kertede devletin ‘resmî;' ajansıyla aynı neticeyi halka ulaştırıyor. Akkan'a göre, Cihan'ın geride bıraktığı on seçim takip organizasyonu, halk iradesinin en şeffaf şekilde sandığa yansımasına önemli katkı sağladı. Sandık başından en doğru haberleri abonelerine geçtiklerini ifade eden Akkan, “Hızlı ve güvenilir kaynak olarak Cihan Haber Ajansı, seçimlerin markası haline geldi. Seçim, toplumun bütün katmanlarını ilgilendirdiği için doğal olarak her seçim döneminde Cihan'ın seçim takibi gündemin bir parçası olur. Aslında, ajansların genel olarak gündeme gelmeme gibi bir özelliği vardır. Televizyon ve gazeteler özellikle sıcak gelişmelerde ajanslardan gelen haberleri takip ederler. Vatandaş, ajans yerine televizyonları ve gazeteleri görür. Biz haberin toptancısı gibiyiz. Cihan esas gücünü, doğru ve hızlı haberciliğinden alıyor.” ifadelerini kullanıyor.

Faruk Akkan, Cihan'ın bugüne kadar ortaya koyduğu performansıyla objektif haberciliğini ispatladığı görüşünde. Yüksek Seçim Kurulu'nun her seçim sonrasında açıkladığı kesin rakamların ise bu başarıyı tescillediğini belirtiyor. Devamında ise şöyle konuşuyor: “Siyasî; partiler sandıkların sağlamasını bizim sonuçlarımızdan yapıyor. Bunun ülkemiz demokrasisi açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Cihan, 1 Kasım seçimlerini takip ediyor olmasaydı seçim sonuçları ile ilgili tartışmalar çok uzun süre devam edebilirdi. Uluslararası standartlarda profesyonel habercilik için çaba ortaya koyuyoruz. Seçimlerin şeffaf bir zeminde yapılmasından rahatsız olan çevreler, çirkin karalama kampanyalarıyla bu başarıyı gölgelemek istedi.”

Türkiye-Rus ilişkilerinin yeniden inşası zaman alacak

“1 Kasım 2015 itibarı ile Cihan Haber Ajansı genel müdürü olarak göreve başladım, yani Rusya uçağı düşürülmeden önce. Benim için uçağın düşürülmesi çok üzücü oldu. On yıl boyunca iki ülke ilişkilerinin gelişimi için haberlerimizle katkı sağlamaya çalıştık. Rusya'da Türkiye deyince insanların yüzleri gülümsüyordu. Türk iş dünyasının ve inşaat firmalarının Rusya'da önemli yatırımları var. Türkler işveren konumunda. Türkiye son iki-üç yıllık dönem hariç çok başarılı bir şekilde değerlendiriliyordu. Rus meslektaşlarımız özellikle Arap Baharı ve Suriye krizinin ardından Türk dış politikasında yaşanan gelişmeleri anlamakta zorluk çekiyor. Türkiye'nin ‘dış politikada sıfır sorun' stratejisi ne kadar gücünü artırmışsa, komşuları ile artan sorunlar da o kadar zayıf hale getirdi. Maalesef dış politikada yaşanan sorunların ekonomiye yansımaları da hissediliyor. Son yirmi yılda büyük emeklerle kurumsal hale getirilen ilişkilerin yeniden inşası zaman alacak.”

Yeni İstanbul ve Türkiye'ye alışmak kolay olmayacak

Faruk Akkan, 1971 Konya doğumlu. Konya İmam Hatip Lisesi'ni bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü kazanmış. “Dünyayı tanımamda üniversitemin çok büyük katkısı oldu.” diyor. Onun Cihan Haber Ajansı ile yolu kurumda Dış Haberler Direktörü olmasıyla kesişmiş. Ortadoğu, Avrasya ve Avrupa ülkelerini görmüş ki bir gazeteci için harikulade bir deneyim. 2006 yılında ise Cihan'ın temsilcisi olarak görevlendirilmiş ve on yıllık Rusya tecrübesinin ardından yeniden yuvaya dönüş… Şairden mülhem ‘Bu şehir, o eski İstanbul mudur?' diyoruz. Akkan, bakın ne diyor: “Türkiye'de gündem çok hızlı değişiyor. Birçok ülkenin birkaç yılda yaşayabileceği gelişmeleri bir-iki günde yaşıyoruz. Acı ve sevinçlerde daha az bir araya gelebiliyor olmamız üzüntü verici. Toplumda bir daralma ve sıkışma var. On yıl öncesinde daha az imkâna sahip olan insanlar daha huzurlu idi. Yeni İstanbul ve Türkiye'ye alışmak kolay olmayacak.”

Basına güven dünyaya göre çok geride

Faruk Akkan'a yurtdışındaki haber mantığı ile Türkiye'nin benzerliğini soruyoruz. Şunları anlatıyor: “Basına güven, dünyaya göre çok geride. Bu durumda gazetecilik mesleğini profesyonel anlamda yapabilmek zorlaşıyor. Türkiye'de siyaset çok fazla haber oluyor. Toplum aşırı siyasallaşmış durumda. Siyasetin dışında ülkede çok daha önemli gelişmeler var. Eğitim, sağlık, bilim, teknoloji, ekonomi, çevre, insan ve yaşama dokunan gelişmeler haber olamıyor. Siyasetin kısır döngüsünden kurtulup insana dokunmamız gerekiyor. Yurtdışında medyanın bu konuda daha başarılı olduğunu düşünüyorum.”

Kardeşten de öte

0
0

Dokuz ay anne karnında aynı kaderi paylaşıp, dakika hatta saniye farkıyla dünyaya gelirler. Bebekken birbirini tekmeleyip, yüzlerini tırmalar, aynı kaşıktan mama yer, aynı oyuncakları paylaşır, aynı elbiseleri giyerler. Çünkü onlar ikizdir.

Arkadaşa en çok ihtiyaç duydukları dönemlerde yalnız kalmanın ne demek olduğunu bilmezler, hayata hazır kardeş, arkadaş olarak birlikte başlarlar. Tehlikeleri birlikte savuşturur, sevinçlerine ortak olurlar.

Küçük yaşlarda başlayan bu tatlı birliktelik komik karışıklıklara da sebep olmuyor değil. İsimleri, kişilikleri, zevkleri farklı da olsa onlar hep ikizler olarak anılırlar. Öğretmenler ise alınlarına ya da önlüklerine karıştırmamak için isimlerinin baş harflerini koyar.

Ebeveynleri, öğretmenleri onları kişiliklerinin daha iyi gelişmesi için ayrı sınıflara vermek istediklerinde bunu şiddetle reddederler. Bilinçaltlarında sonsuza kadar birlikte yaşamak istediklerini tahayyül ederler.

Hamza ve Ömer Önal'ın babaları Cumali Bey ikiz babası olmayı, “İkiz demek her türlü mutluluğu bir kat fazlasıyla yaşamak, tatmak demek. İkizler olmadan önce çevremdeki herkes gibi ben de sıradan bir babaydım. Onlar beni özel kıldı, çünkü ikiz babasıydım. Onlar doğduktan sonra her iki kolumun bir anlamı olduğunu kavradım. Her birini bir koluma alıp uyutmanın, uyuturken de saatlerce izlemenin tarifi yok.” diye anlatıyor.

Tarık ve Enver Arda'nın annesi Halide Hanım ise, “Her işi iki tane yapıyorsunuz iki defa uyutuyorsunuz, iki defa alt açıyorsunuz, yardımcısız olacak iş değil. Fakat zahmeti kadar güzellikleri de ikiye katlanıyor ikiz sahibi olanların.” diyor.

Cep telefonu yapan da var mobil ev tasarlayan da

0
0

İnternette yemek tarifi verir gibi cep telefonu yapmayı anlatan siteler var. Dünyada hızla yayılan maker hareketi, isteyene akla gelebilecek her türlü aleti yapma imkânı veriyor. Yeni sanayi devrimi denilen bu hareketi, Makers Türkiye kurucusu Ongun Tan ile konuştuk.

Mehmet Ali, henüz 14 yaşında ama çılgın fikirleri var. Bir gün Türkiye'nin en büyük maker topluluğu olan ‘Makers Türkiye'ye gidip bu projelerinden birini anlatmış. ‘Maker nedir?' sorusunun cevabına birazdan geleceğiz ama şimdi Mehmet Ali'nin fikrine odaklanalım. Zaten sorunun cevabı biraz da bu fikirde yatıyor.

“Geceleri nöbetçi eczanelerden acil hastalara ilaç taşıyacak drone (insansız hava aracı) yapmak istiyorum.” demiş Mehmet Ali. Makers Türkiye kurucusu Ongun Tan da ona daha önce üç boyutlu yazıcı kullanıp kullanmadığını sormuş. Mehmet Ali'nin cevabı hayır. ‘Peki kodlama biliyor musun?' sorusunun cevabı ise ‘çok az.' Ama bunların hiçbir önemi yok çünkü bu atölyede çocuklar da yetişkinler de kodlama, mobil uygulamalar yapma, üç boyutlu yazıcı kullanma, oyun yazma, kısaca akla gelebilecek her türlü mekanik ya da teknolojik ürünü üretmenin yollarını çok kısa bir sürede öğrenebiliyor. Tıpkı Mehmet Ali gibi.

Mehmet Ali 2,5 ay gibi kısa bir sürede drone'unu elektroniği de dış yüzeyi de kendi elinden çıkmış bir şekilde üretmiş. Üstelik öyle yüksek meblağlar filan da yok işin içinde. 200-250 TL civarında bir masrafı var. Zaten maker'lık biraz da bu demek. Yani üretimin dev firmalar tekelinden çıkıp tekrar topluma inmesi. ‘Tekrar' diyoruz çünkü insanoğlu hep üreten bir varlık aslında. Ongun Tan'ın deyişiyle ‘elimiz kolumuz yokmuş' gibi davranmaya başlamamız, sadece tüketen varlıklar haline gelmemiz bir sürecin sonucunda.

Bu, Sanayi Devrimi ile başlayan bir süreç. Maker hareketi dev firmalardan başkasının üretemeyeceğini sandığımız her türlü ürünü sizin benim gibi insanların üretmesi anlamına geliyor. Kimileri dünyada hızla yayılan bu harekete üçüncü sanayi devrimi bile diyor.

Oyun oynayan değil, oyun yazan çocuklar!

Ongun Tan'ın maker tanımı ise şöyle: “Üretim kültürünün, inovasyonun topluma inmesi hareketi. Eskiden kapalı kapılar ardında büyük Ar-Ge firmalarının, dünya devlerinin yaptığı şeyleri üretim araçlarının yaygınlaşması ile beraber artık herkesin yapabiliyor hale gelmesi.”

Maker hareketi ABD ve Avrupa'da hızla yaygınlaşırken Türkiye'de hâlâ çok bilinmiyor. Bilenlerin bir kısmı da sadece üstün yetenekli çocukların dahil olduğu bir hareket sanıyor.Bahsi geçen üretimin üç boyutlu yazıcılardan ibaret olduğunu düşünenler de çok. Ongun Tan'a göre ise maker olmak için üstün yetenekli çocuk olmak hatta çocuk olmak bile gerekmiyor. Makers Türkiye atölyesi, hafta sonları çocukları hafta içi de yetişkinleri ağırlıyor.

Tan'ın ortağı Zeynep Karagöz ise maker olmak için üretilen şeyin elektronik olması da gerekmediğini belirtiyor. Atölyede çocuklar farklı bir oyuncak geliştirmiş mesela. Bu oyuncakları kırıp ortaya çıkan parçalardan yepyeni oyuncaklar yapıyorlarmış. Geri dönüşüm atölyeleri de düzenlediklerini söyleyen Tan, çocukların pet şişelerden yeni ürünler tasarladıklarını anlatıyor.

Peki ABD ve Avrupa ile kıyaslandığında Türkiye'de maker hareketi ne düzeyde? Tan, çok yeni olmakla birlikte gelişmeye açık olduğunu ve ilginin her geçen gün arttığını söylüyor: “ABD'de Obama, bizzat teşvik ettiği için ve hareket de oradan çıktığı için tabii ki çok ilerideler. Obama Beyaz Saray'ın bahçesinde maker atölyesi düzenledi. Çocuklara ‘artık oyun oynayan değil oyun yazan kişiler olun' çağrısı yaptı. Türkiye'de henüz çok yeni ama atölyeler kuruluyor yavaş yavaş. En son Elazığ'da bir atölye kuruldu. www.makersturkiye.com'da atölyelerin listesi de var. Biz, atölye kurulumuna da destek veriyoruz.”

3D yazıcı ile 3D yazıcı basanlar, mobil uygulama yazanlar, park sensörü yapanlar…

‘Türkiye'nin çiçeği burnunda maker'ları neler üretiyor?' diye soruyoruz Ongun Tan'a. Cep telefonunda kullanılabilecek uygulamalar yapanlar da varmış, 3 boyutlu yazıcı ile üç boyutlu yazıcı basanlar da. Elektroniği ve kalıbı ile cep telefonu yapanların varlığı bizim için şaşırtıcı oluyor. Tan bunun düşünüldüğü kadar zor olmadığını söylüyor. İnternette yemek tarifi verir gibi evde nasıl cep telefonu yapıldığını anlatan sitelerin varlığından haber veriyor. Malzemeler başlığı altında 1 adet LCD ekran, hoparlör, mikrofon, üç boyutlu yazıcıdan çıkarılmış kasa, Arduino vs. gibi şeyler sıralanıyor.

Yeri gelmişken Arduino'nun maker hareketinin vazgeçilmez parçalarından biri olduğunu söyleyelim. En basit tabirle, sıradan kişilerin de program yazmasına imkan sağlayan bir kart. Bu kart ile üç boyutlu yazıcıdan kalıbı basılan ürünün elektronik kısmını yapabiliyorsunuz. Dış dünya ile dijital dünyayı buluşturan arayüz.

Tan bir örnek veriyor: “Karta bir sensör takıyorsunuz ve -atıyorum- ışık yandığında tweet atsın diyorsunuz. Ya da kapıyı biri açtığında, hareket olduğunda bana mesaj atsın ya da başka bir alete televizyonumu açsın diyebiliyoruz.” Bu kartlar sayesinde mini akıllı ev sistemi kuranlar var. Atölyeye gelen çocuklar park sensörü bile yapmışlar. Yaklaştığında öten bir sistem…

Hayalleri olan çocuklar da var. Zeynep Karagöz, 4 yaşından beri mobil ev tasarlayan bir çocuktan bahsediyor. Uçacak, hareket edecek, sonra yere konacak bir ev…”

3 boyutlu yazıcıdan protez el çıktı!

Makers Türkiye, sosyal sorumluluk projeleri ile de yakından ilgili. Robohand projesi onlardan biri. Zeynep Karagöz anlatsın: “Elini kaybeden çocukların proteze ulaşılabilirliği kısıtlı. Çünkü hem pahalı hem de çocuklar hızlı büyüdüğü için sürekli yenilenmesi gerekiyor. Üç boyutlu yazıcılarda mekanik el basıyoruz. Üç yıl önce başladık bu projeye, son bir sene içinde çok gelişti. Tamamen mekanik, çocuk bileğini hareket ettirdiğinde parmaklar kasılıp hareket ediyor. Çocuk bu elle kavrama yapıyor, bardak tutabiliyor, bisiklete binebiliyor, top tutuyor. Üstelik mekanik elin değeri binlerce dolar değil sadece 50 lira. Plastik ve tel maliyeti var sadece.” Ancak her çocuğa özel model yapılması gerektiğinden bu işi yapacak gönüllü maker'lara ihtiyaç duyuluyor.

Öte yandan Ongun Tan, şu ana kadar beş şehre gidip maker hareketini anlatmış. Diyarbakır'da çocukların gözlerindeki ışıltıyı görünce imkân verildiğinde onların da Robert öğrencilerinden farklı olmayacağını gözlemlemiş. Bu arada çocuklardan proje başvuruları alıyorlarmış. Gerek hayali olan çocuklara gerek makerlıkta ilerleyen beş çocuğa beş ay boyunca ücretsiz destek vermek üzere… Çocuklar atölyeleri her türlü kullanacaklar. Ayrıca girişimci çocuk diye bir projeleri daha var. Tan şöyle anlatıyor: “Diyelim ürünü yaptı ama nasıl pazarlayacak. Marka haline getirecek, bunun da yolunu göstermek istiyoruz.”

İstanbul kalmasın, ücretleri uzatalım gardaş

0
0

Bengü Gül Yalabıyık, Boeing 737 tipi uçaklarda görev yapan bir pilot. Genç pilotun en dikkat çeken özelliği ise sosyal medyada paylaştığı sıra dışı fotoğraflar ve yorumlar.

Gözde meslekler arasında gösterilen pilotluğa ilgi her geçen gün artıyor. Toplumdaki saygınlığının yanı sıra yüksek maaş, şık üniforma, yurtiçi ve yurtdışı seyahatler bu mesleği daha da cazip hale getiriyor. Ancak pilot olmak hiç de kolay değil. Zor ve disiplinli bir eğitimden sonra gerekli uçuş lisansını alan pilotlar, emekli oluncaya kadar eğitim görmeye devam ediyor. Yolcularını en konforlu ve emniyetli şekilde uçurmaya çalışan kokpit ekibi, aynı zamanda bu zor mesleği tanıtmak ve sevdirmek için çeşitli etkinlikler de gerçekleştiriyor. Bu yüzden uçakta çektiği fotoğraflarla sergi açan, paraşütle atlayış sporunda ülkemizi başarıyla temsil eden, sosyal sorumluluk projelerine öncülük eden veya sosyal medyada aktif yer alan pilotların sayısı her geçen gün artıyor. Boeing 737 tipi uçaklarda görevli Bengü Gül Yalabıyık ise neşeli davranışlarıyla pilotluğun eğlenceli yüzünü göstermeye çalışıyor.

Türk havayolu şirketlerinden birinde ikinci kaptan pilot olarak görev yapan Yalabıyık, sosyal medyada paylaştığı sıra dışı fotoğraf ve yorumlarıyla dikkat çekiyor. Genç pilot, Instagram hesabından paylaştığı ilginç fotoğraflara ‘İstanbul kalmasın. Ücretleri uzatalım gardaş', ‘Abi koyuver 4 ton kurşunsuz' ve ‘Bana arabalarınızla hava atmayın. Aracımdan kafamı bir çıkarırım görürsünüz.' şeklinde yorumlar yapıyor. Uçuşlara başlayalı 5 yıl olan Yalabıyık, gelecekle ilgili düşüncelerini ise “Umarım bu düzensizlik, değişkenlik ve tutku benim için ‘monotonluğa (!)' dönüşmez ise sonuna kadar bu yolda ilerlemeyi kendi adıma görmek isterim. Yoksa herhalde geriye tek seçenek Tibet'e gidip 7 yıl geçirmek kalıyor benim için:)” şeklinde açıklıyor.

ANADOLU KADINIYIZ, YORULMAYIZ!

Pilot Bengü Gül Yalabıyık'ın, uçuş öncesi paylaştığı bir fotoğraf da büyük beğeni gördü. Türk kadınının çalışkanlığına vurgu yapan başarılı pilot, paylaşımında şu ifadelere yer verdi: “Geçenlerde Afrika'dan gelmişiz, alanda çıkışa doğru yürüyorum. Bir kaptan arkadaş gördü. Dedi, ‘Nereye uçuş?”' Saba Tümer kahkahamı atarak cevap verdim: ‘Ayol tüm gece uçtum istersen senin uçuşu da ben yapabilirim. Sen benden yorgun gözüküyorsun.' dedim. ‘Yuh' dedi. ‘Valla hiç belli olmuyor!' dedim, ‘Ey vatandaş! Anadolu kadınıyız biz. Yorulmak nedir bilmeyiz, belli de etmeyiz. Kudretimizi sakın ola sorgulama.' Hadi bol bol kahkahalar herkese.”

MESLEKTAŞLARININ YORUMU ÜZDÜ

Başarılı pilotun sosyal medyadaki paylaşımları ise meslektaşlarını kızdırdı. Yalabıyık'ın paylaştığı fotoğraflar, pilotlar tarafından ‘mesleğe ve üniformaya saygısızlık' şeklinde değerlendirildi.

Hakkındaki yorumlara üzülen genç pilotun sosyal medya aracılığı ile eleştirilere verdiği cevap ise ders verir nitelikteydi: “TIR şoförleri gibi denilmiş. Böyle yorum yapanlar o meslek grubunu küçümsememiş mi? Hangi din, dil, ırk, mezhep, cinsiyet (!) ve meslek grubundan olursak olalım hepimiz insanız. Ne kadar ciddi bir meslek olursa olsun, hiç mi espri yapılmayacak, hiç mi gülünmeyecek. Geçmişteki kazaların hepsi gayrı ciddiyet kaynaklı mı yoksa? Ben aksine pozitif ve baskı yaratmayan ortamın daha başarılı sonuçlar çıkardığına inanırım. Şimdiye kadarki hiçbir kontrol uçuşumda, simülatör ve diğer eğitimlerimde başarısız sonuç almadım. Şimdiye kadar uçtuğum tüm kaptanlarla gülerek ve mutlu bir şekilde çıktık kokpitten. Hiçbir zaman saygıda kusur etmedim. Böyle resimler vermem beni disiplinsiz ve saygısız yapmaz değerli kaptanlarım, saygıdeğer büyüklerim. O resim, harici kontrol yapıldıktan sonra kalan bekleme süresinde çekilmiştir. Neyse, halen olumsuz düşünen kaptanlarım umarım benle uçmazsınız. Zaten uçmak da istemezsiniz. Allah korusun 2 dk gülersiniz, ciddiyetinizi kaybedersiniz.”

Pegasus, Rusya uçuşlarına başladı

Pegasus Hava Yolları, Rusya seferlerinde yaşanan uçuş ekiplerine (pilot ve hostes) ilişkin vize sorununu çözdü. 4 Ocak'ta askıya alınan Rusya uçuşları, uçuş ekiplerine alınan vize sayesinde 15 Ocak'tan itibaren yeniden başlatıldı. Daha önce yapılamayan seferlere ait bileti bulunanlara, iade ve rezervasyon değişikliği ise ücretsiz gerçekleştirildi. Şirket, İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan Rusya'da Moskova ve Krasnodar'a sefer düzenliyor.

Atlasglobal bagaj limitini artırdı

Atlasglobal Havayolları, bagajlarda uygulanan kilo sınırında değişikliğe gitti. Böylece EkonomiPlus yolcuları yurtdışı uçuşlarda 30 kilogram ücretsiz bagaj hakkına sahip olurken yurtiçi ve Kıbrıs seyahatlerinde 20 kilogram bagaj hakkıyla seyahat edecek. Business Class ayrıcalığını tercih eden yolcular ise yurtiçi ve Kıbrıs uçuşlarında 30 kilogram, yurtdışında 40 kilogram ücretsiz bagaj taşıyabilecek. Şirket ayrıca Türkiye-Kıbrıs uçuşlarında öğrenci ve askerlere 5 kilogram ilave bagaj hakkı tanıyor.

Pilotlar rahata alıştı!

ABD Ulaştırma Bakanlığı, hazırladığı yeni raporda, kokpitlerdeki otonom teknolojilerin gelişmesi nedeniyle pilotların manuel uçuş deneyiminden uzaklaştıkları konusunda uyarıda bulundu. Raporda, pilotların uçağın manuel kontrolünü ele alma konusunda yeteneklerinin zayıfladığı belirtiliyor. Asiana Airlines'in 2013 Haziran'ında 214 uçuşta kaza yaşadığı ve bu kazaların sebebi olarak pilotların beklenmedik durumlar karşısında manuel kontrolü sağlayamadıkları ifade ediliyor.

Papara

0
0

Kimine göre bir azar çeşidi, kimine göre babaanne lezzeti. Biz paparanın ikinci anlamıyla meşgul olacağız tabii.

Bu Balkan kökenli bayat ekmek değerlendirme tarifinin bir sürü yapım şekli var. Süte ekmek doğramaktan, kızartıp üzerine salça ve yoğurt dökmeye kadar. Madem öğrenci evinde unutulmaya –ya da küflenmeye mi demeliyim- yüz tutmuş ekmek çok olur, o zaman babaanne tarifleri arasına bir de bizim paparamızı ekleyelim hadi.

Malzemeler:

Küçük bir tepsiyi dolduracak kadar bayat ekmek, simit vs. ne varsa

1 tane kuru soğan

1 yumurta

3 su bardağı su (Bayat ekmeğin miktarına göre değişebilir)

Bir-iki kaşık sıvı yağ

Yoğurt (isteğe bağlı)

Karabiber ve diğer baharatlar

Hazırlanışı:

Bayat ekmeklerinizi bir tepsiye ya da geniş bir kaba doğrayın. (İster bıçakla ister elle)

Soğanları yemeklik, ince ince doğrayıp bir tencerede yağda kavurun.

Bir yanda kettle'da ya da ocakta su kaynatın.

Kaynayan suyu kavrulan soğanların üzerine dökün.

Yumurtayı bir kâsede çırpın ve tencereye hızlı hızlı karıştırarak ekleyin. (Bu aşamada tuz ve baharat katabilirsiniz.)

Tenceredeki karışım hazırsa bir kepçe yardımıyla ekmeklerin üzerine gezdirin.

Üzerini de istediğiniz kadar yoğurtla süsleyin. Soğutmadan yiyin artık. Hadi afiyet olsun…

İçimdeki çocuk hiçbir zaman ölmeyecek

0
0

Pop müziğin önemli isimlerinden Soner Arıca, ‘Saklı' şarkısıyla sevenlerini selamladı. Uzun yıllardır müzik piyasasında olmasına rağmen popülerliğini yitirmeyen müzisyen, kaybolup gitmemesini sürekli üretmesine bağlıyor.

Albüm hazırlığında olduğunuzu biliyorduk ama ‘Saklı' adlı tekliyi çıkardınız. Bu sürprizin sebebi nedir?

Geçtiğimiz senenin nisan ayından itibaren yeni albümü hazırlıyorum. Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Bu süre içinde yaptığım işin sorumluluğunun daha çok farkına vardım. Ticarî; hesaplar yapmıyorum, ince eleyip sık dokumaya çalıştım. Biraz bu sebeple gecikti albüm. Benden yeni albüm bekleyen sevenlerim için bu şarkıyı paylaştım.

Şarkının birden fazla versiyonu var ve sanırım iki versiyonuna klip çekeceksiniz...

Evet, üç versiyonu var. Bir de homemade (ev yapımı) versiyonu bulunuyor. Elimde tek gitarla evde çaldığım versiyonu, ki bunu ilk kez yaptım. Diğer versiyonlarının da klipleri olacak. Bu şarkıya bir albüm gibi çalıştık. Hayatımda ilk defa bir şarkıyla bu kadar uğraştım.

Neden bu kadar uğraştınız? Yıllardır bu piyasanın içindesiniz ve hangi şarkının tutup tutmayacağını çok iyi biliyorsunuz.

Bütün şarkılarımın önce kalbime dokunması gerek. Benim kalbime dokunursa herkese dokunur. Mesela bazen arkadaşlarımla dinliyoruz. Onlar şu şarkıyla çıksan piyasaya daha uygun olur diyor. Aklım onları dinlese de yalnız kaldığımda kalbimi dinliyorum. Bu albüm için de aynısı oldu. Duygusal şarkılar var ama Saklı'da başka bir şey olduğunu fark ettim, kalbim bunu istedi.

Hep kalbinizi mi dinlersiniz?

Genellikle. Daha çok duygularımla hareket ediyorum. Allah'tan duygularım gelişmemiş değil.

Sizin gibi müziğe 90'lı yıllardan başlayıp günümüze kalan çok az isim var. Sizi bugünlere taşıyan güç nedir?

Hep üretim içinde oldum. Bir şarkının oluşma süreci bana çok heyecan veriyor. Bildiğiniz lunapark. Bu süreci hem seviyorum hem de söz ve müzik yazarı olarak katkıda bulunuyorum. O zaman da gider miyim kalır mıyım sorusu devre dışı oluyor. Bir de kazandığım her şeyi şarkılarıma yatırıyorum.

Özel hayatınızla ya da magazinle çok fazla gündeme gelmediniz. Bunun da sizi koruduğunu düşünüyor musunuz?

Bu hesaplı bir şey değil, otomatikman gelişiyor. Bir yandan iktisat okurken, diğer yandan müzikle ilgileniyordum. Bir de modellik yapıyordum. Önce bu yaptıklarıma ailemi alıştırmam gerekiyordu. Bu durumda bir karakter oluşturuyor zamanla. Öte taraftan topluma zarar vereceğimi düşündüğüm konularda hassas davranıyorum. Onun dışında kimseye hesap vermem.

Yaptığınız iş hayatınızı hiç kısıtlamadı o zaman…

Sanatçı, topluma rol model olmalı görüşünü benimsemiyorum. Herkesin anne-babası örnek olsun. Bir de hep kötü örnekler rol model alınıyor. Sahtekar olmamaya, kul hakkı yememeye dikkat ederim. Onun dışında dikkat etmemi gerektiren bir şey yok, neysem oyum. Zaten bütün vaktimi müziğe harcıyorum. 60 klip, 150 şarkı yapmışım.

Klip demişken sayı olarak rekor sizde. Bu hem çok masraflı hem yorucu değil mi?

Evet, büyük emek ve masraf var ama bu konuda çok şanslıyım. Çünkü çalıştığım insanlar bana çok yardımcı oldu.

Film yönetmek istiyorum

Sevmediğiniz bir yönünüz var mı?

Biraz egosantrik olabilir ama kendimle çok mutluyum. Negatif hırslar ve ihtiraslarım azaldıkça daha da mutlu oluyorum. Eskiden her şeyden etkileniyordum. Duyarlılık çok iyi bir şeymiş gibi hissettiğim bir dönem oldu. Ama baktım ki bu çok eziyet verici oluyor. Duyarsızlaşmadım ama biraz daha kendime döndüm.

Yakında bir tiyatro oyununda sizi izleyeceğiz. Bu ilgi nereden geliyor?

Bu altıncı oyunum. En son ‘Kanlı Nigar'da oynamıştım. Tiyatro Bozok'un ‘Burasi Orasi Midur' isimli oyununda rol alacağım. İstanbul'a şarkıcı olmak için gelen Karadenizli biri. Şive de yapacağım. Ocak sonunda başlayacak.

Yıllardır aynı mekânda çıkıyorsunuz. Sahnede çok farklı bir Soner Arıca var.

On yıldır Nanna'da sahneye çıkıyorum. Duygusal şarkılarla anılan adamın zıddı biri var sannede. Hayatta insanların moralini bozan çok şey oluyor. Beni dinlemeye geldiklerinde bunu unutturmak istiyorum.

Yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey var mı?

Bir sinema filmini yönetmek istiyorum. Çünkü sinemanın içinde müzik de var, edebiyat da.

Yeni albüm ne zaman gelecek?

Mayıs gibi düşünüyorduk ama Saklı'nın yolu biraz uzun gibi. Sanırım yaz aylarında çıkar albüm. 2017 benim 25. yılım ve özel bir albüm yapacağım. Bilinen şarkıların dışında, anlaşılmadığını düşündüğüm ve benim için özel olan şarkılar farklı altyapılarla hazırlanacak.

Şöhret beni etkileseydi sinir hastası olurdum

Popülerlik ve şöhreti taşımakta zorlandığınız oldu mu?

İnsanların taşıyabileceği popülerlik var, taşıyamayacağı popülerlik var. Ben bu açıdan şanslı biriyim. Şarkılarım her zaman benden daha popüler olsun istiyorum. Şöhret ve popülerlik karakterimi etkileseydi şu anda sinir hastası olurdum.

Neden?

Mesela bir taksiye biniyorum. Şoför, ‘Abi nerelerdesin?' diye soruyor. Ben de nerede görmek istiyorsun, diyorum. Böyle klişe şeyler var. Mesela sosyal medyada, ‘Yaşıyor mu bu adam?' diye yazanlar var. Hatta biri, ‘Artık yaşını başını aldın, git köşede otur.' diye yazmış. Baban otursun, neden ben oturayım. (Gülüyor) İçimde bir çocuk var ve ben hayatta oldukça o çocuk hiç ölmeyecek. Rahatsız oluyorsan o klibe bakma ya da bunu yazma. Eğer bunlara takarsam ve bu seviyede kalırsam sinir hastası olurum. Eleştirileri dikkate alırım ama işimle ve müziğimle ilgili olursa.

Sürekli farklı şeyler deniyorsunuz. Tutmuş bir tarzı devam ettirmek yerine neden bunu yapıyorsunuz?

Bunu lunaparka benzetiyorum. İçinde korku tünelleri de var, dönme dolaplar da çarpışan arabalar da. Öte yandan içimde farklı insanlar da var. Bazen bunu ben mi yaptım dersiniz ya... Bütün bunlar müziğinize de yansıyor. Birçok farklı şey yaptım ama hâlâ yapmak istediğim çok şey var.

Mesela?

Dans ederek şarkı söylemek istiyorum ama iki figürle değil. Yüzümle, mimiklerimle... Doğuştan gelen bir yetenek olmasını isterdim fakat bu düzeyde yapamıyorum. Sanırım bunu kabullendim, istediğim kalitede başaramıyorum.

Hem hareketli hem de romantik şarkılarla tanınıyorsunuz. Hangisi size daha yakın?

Müzik eğlenceli de olmalı, düşündürücü de, derinlikli de, sanatsal yönü de olmalı. Bunu değişik yüzdelere ayırmalıyım. Herkes beni sevsin diye değil, mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaşmalıyım diye. Yüzde 30 yine eğlenceli şarkılar yapacağım. Ama geri kalan büyük kısmı derinlikli olacak. Mesela ‘Yarın Her Şey Değişebilir' adlı şarkım var. Çok popüler olmadı belki ama bana göre en iyi şarkım. Kitle psikolojisini hiç düşünmeden artan farkındalığımla şarkılar yapacağım.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Bölünmek istemiyorsak Güneydoğu'ya sahip çıkmalıyız

0
0

Güneydoğu'da çatışmaların durdurulmasına katkıda bulunmak için farklı kesimlerden birçok aydın ve yazar, Barış İsteyenler Grubu'nu kurdu. İki hafta önce Diyarbakır'da hem halkla görüşen hem de devlet yetkilileriyle soruna çözüm arayan grubun gözlemlerini Ömer Faruk Gergerlioğlu ile konuştuk.

‘Barışı İstiyoruz Grubu', 10 gün önce Diyarbakır'daydı. Ne gördünüz, neler yaptınız?

106 kişi Diyarbakır'a gidip Sur ilçesinde barikatların önünde bir açıklama yaptık. Çok farklı kesimden insanlar oraya toplanmıştık ve tek taraflı bir çağrı yapmadık. Her iki tarafa hem devletin hem PKK'nın çatışmaları durdurması yönünde bir açıklamaydı.

Güvenlik güçleri zaman zaman hendekleri temizliyoruz, bölgeyi ele geçirdik gibi açıklamalar yapıyor. Sahadaki durum nasıl?

Siz orayı ele geçirdiğinizi zannediyorsunuz, sonrasında bir bakıyorsunuz o hendekler yine oluşmuş. Onların biraz daha arkasında PKK'nın, YDG-H'nin ileri gelenleri var. Ama sokaktaki çocuklar adeta ergenliğin de eşlik ettiği bir isyanla o hendek barikatların karşısında devlete karşı mevzi almış durumda. Orada bir bakıma o sokağın çocuklarıyla çatışılıyor. Orada büyüyen çocukların ruh hali, o barikatların başında durmaya itiyor onları.

Çocuklarla konuşma imkânınız oldu mu?

İki ay önce gittiğimde çevrili alana girebilmiştim. Çok büyük bir trajediyle karşılaştık. 12 yaşındaki Helin Şen, biz gitmeden bir gün önce ölmüştü orada. Fırına ekmek almaya giderken kafasına bir kurşun geliyor. İki-üç saat cenazesi alınamıyor yerden. Bir gün sonra gittiğimizde yerde hâlâ kanı vardı. Sokaktaki çocuklar bunu çok normal bir hadise gibi anlattı bize. Yedi-sekiz yaşlarındaki arkadaşları, ‘Amca bak Helin'i şurada vurdular. Kurşun şöyle geldi, kafasını parçalayıp çıktı ve bak şu elektrik direğine saplandı.' dedi. Şok olmuştum. Batıdaki insanların anlamadığı şeye geliyorum; insanlar diyor ki, ‘Devlettir, vurur, barikatı ezer geçer ve bitirir bu işi.' Ama iş böyle değil. Sen o barikatı ezip geçerken oradaki çocuklar korkunç görüntülere şahit oluyor. Bu tür çatışmacılık formülüyle yola çıkarsanız bir yere varamazsınız. Oradaki çocukları PKK'ya katmaktan, yerdeki cenazeleri de kaldıramayacak kadar otorite zafiyetine düşmekten başka bir şeye yaramaz bu iş. Batıdaki bölünmekten korkanlara da sesleniyorum. Burada halk duygusal olarak zaten bölünüyor, sınırlar bölünse ne olacak. Bölünmek istemiyorsak Güneydoğu'ya sahip çıkmalıyız.

Peki hendek kazanların hiç mi suçu yok?

Tamam, birileri hendek kazmış, bunu devlet kabul edemez. Biz gittiğimizde onları da eleştirdik. Koca devletin ortasında hendek kaz, ‘Ben orayı ele geçirdim.' ne demek? Ama onlara karşı farklı çözüm yolları denenebilirdi. Barikatları yıkarak bir başarı elde edilmiş olmayacak. Çünkü sahada PKK'ya girecek militanları artırmış oluyorsun. O gençler sizinle bir çatışmaya girdiği zaman onların öfkesi daha da artarak PKK'ya gitme ihtimali yükselecek. Orada hendeklerde çocuk çok. Öldürerek mi bitireceksiniz onları?

‘Çocuklar ölmesin' diyerek Beyaz Show'u arayan Ayşe Çelik hakkında suç duyurusu yapıldı. Benzer durumları siz de yaşıyor musunuz?

Bu da benim şahsen önemli bir yaram. Olayın şu anda siyasî; bir yönü olmadığını, insanî; bir durumun bulunduğunu söylüyoruz. Şu anda çok kutuplaşmış bir durumdayız. İnsanî; bir şey söylediğiniz zaman tamamen siyasî; bir mevzi alınıyor. Mesela Taybet Ana, kan revan içinde yerde kaldı, 23 gün sonra toprağa verilen bir anamızı anlatıyorsunuz. Bu kadın çıkmış evinden, birisi ateş etmiş ölmüş yani… Ve bunlar siyasî; tarafı olmayan şeyler. Üç aylık bebek hangi siyasî; taraf? Bak bebek ölmüş diyorsun, ‘Ya kardeşim bak sen devleti eleştiriyorsun.' diyor. Ben sadece diyorum ki ‘bebek ölmüş!' Ayşe Çelik, PKK'lı muamelesi görüyor ama aslında Diyarbakır'ın sesiydi o. Bir siyaset programını aramıyor. En çok izlenen bir program bulmaya çalışmış. ‘Siz orada eğlenirken biz burada ölüyoruz.' diyor. Aslında çok büyük bir fırsattı bize bu telefon konuşması. Bir hamile kadın gecenin yarısında kalkıp bir eğlence programını arıyor, feryadı figan ediyorsa bu toplumda bıçak kemiğe dayanmıştır. Biz bunu görüp toplum olarak izinden gidelim diyebilirdik.

Ayşe Çelik benzeri eleştirilere karşı şehit cenazeleri, yetim kalan asker çocukları hatırlatılıyor. Ya da insanlar devlete karşı taraf olmakla itham ediliyor…

Hepsine bizim içimiz kanıyor. Orada o yetim çocuğun cenaze töreninde babasının fotoğrafına bakıp, ‘Bakın bu benim babam' demesi içimizi acıtıyor. Ama bu, devletin irade göstererek durdurması gereken bir durum. Sen-ben meselesi değil ve orada yaşanan insanî; bir felaket var. Ben kimden isteyeceğim ki ölümleri durdurmasını. Diyarbakır'a gittiğimde örgütün genel karargâhına sormuyorum, ‘Diyarbakır'ın durumu nedir?' diye. Valiye gidiyorum, ‘Ey vali, şehrin durumu nasıl çözeceğiz?' diyorum. İnsanlarımız insaf, merhamet duygusunu kaybetmiş maalesef.

Siyasilerle konuşarak bir adım atılabildiğini gördük

Çok farklı kesimlerden sivil inisiyatifler oluştu bu süreçte. Çatışmanın durmasına yönelik siyasilerle görüşmeleriniz sonuç veriyor mu?

Diyarbakır valisini ziyaret ettikten sonra ‘Barışı İsteyenler' heyetimiz CHP, HDP ve Başbakanlık ziyaretleri gerçekleştirdi. Orada da sivil toplumun olaya müdahilliğinin faydasını gördük. Biz sivil inisiyatifler olarak boğulmakta olan bünyenin ufak nefesleriyiz. Ama o ufak nefeslerin bile gayretinin ne kadar önemli olduğunu fark ettik. Siyasilerle konuşarak bir adım atılabildiğini de gördük. Hükümetin de aslında bir çözüm arayışı içinde olduğunu, çözüme açılacak bir kanal varsa oradan gitme niyetinin olduğunu ama bunu açıkça izhar edemediğini düşünüyorum. Görüşme iyidir, konuşma iyidir… En umutsuz durumda bile ‘Bir yol bulabilir miyiz sayın başbakanım?' diyerek STK'lar daha çok harekete geçmeli. Ne kadar mümkün olacak göreceğiz ama olumlu sinyaller alıyoruz.

Barış için akademisyenler platformunun imza metnini ve sonrasında yaşananları nasıl yorumluyorsunuz?

Barış için akademisyenler belki farklı ve benim katılmadığım bir metnin altına imza attılar. Akademisyen olsam ben imza atmazdım çünkü iki tarafı da hakkaniyetli eleştirmediğini düşünüyorum. Ama onları bu denli şeytanlaştırmaya, hedef göstermeye kimsenin hakkı yok. Bu insanlar sonuçta bilim insanı, yıllarını ilme vermiş kişiler. İfade özgürlüğü zaten katılmadığımız fikirler için gereklidir. Toplumun da bu olgunluğa ulaşması gerekiyor. Tam da ifade özgürlüğünü yakalamamız gereken yerden onu kısıtlamak ve toplumu kutuplaştırmada kullanmak çok tehlikeli. Akademisyenlerin kapılarına yazılar asılması, ölüm tehditleri almaları, hain ilan edilmeleri tam bir cadı avı. Akademisyenlerin gözaltına alınması Mc Carthy dönemini aratmayacak uygulamalar. Kimileri imzasını geri çekti bu süreçte. Onlar hain olmaktan çıktı mı o zaman bu insanlara göre? Burada resmen kutuplaştırma üzerinden güç gösterisi yapılıyor.


Sanatçıların ‘ağır yükü'

0
0

Heavy Burden (Ağır Yük) adlı sergi için gittiğimiz art ON'da; galerinin genç direktörü Gökşen Buğra, bizi sanatın, sanatçının ve galerilerin ağır yüküyle tanıştırdı.

Her çağın ve toplumun kendine özgü bir yükü var. Bu yükü yüzyıllar sonrasında bile bir sanat eserinde bulmak mümkün. Bu bazen ‘salgın hastalığın verdiği acılar' olarak bir resmin içindeki gözlerde ortaya çıkar bazen de kazanılan bir savaşta bağıran kumandanın dudaklarında... Bu yüzyılın payına düşen ise 80'lerde doğan, aynı kuşaktan altı sanatçının, apokaliptik bir yorumla ele aldığı eserleriyle, art ON İstanbul'da açılan ‘Heavy Burden' (Ağır Yük) adlı sergi...

Sergi, art ON Galeri Direktörü Gökşen Buğra'nın iş üretmeyi reddeden ve özgün diline sahip çıkan genç sanatçıların peşine düşmesi sonucu ortaya çıkmış. Bu genç sanatçılar; Ahmet Çerkez, Alper T. İnce, Erman Özbaşaran, Evren Sungur, Olgu Ülkenciler ve Burcu Yağcıoğlu.

Gökşen Buğra'nın, eserleri daha geniş kitlelere ulaştırmak adına ulaşılabilir sanat etkinliklerinden, kafe ve mağazalarda sergi açmaya kadar birçok projesi olmuş. Hatta markete giderken bir galeriye girip çıkmanın olağan olabileceği günlerin özlemini çekiyor. Ancak galerilerin en nihayetinde ticarî; işletmeler olduğunun farkında. Bu sebeple ‘ziyaretçi ve eser' arasındaki hassas dengeyi yakalamaya çalışıyor. Buğra'nın ülkedeki hakim sanat anlayışına dair sıra dışı fikirleri var. Sanatın zamansız olması gerektiğini anlatıyor, gündeme sıkıştırılan eserlerin eleştirel olma niyetiyle yola çıkıp bir nevi karikatürleştiğinden yakınıyor. Bunu aşmanın da sanatın omuzladığı ağır yüklerden biri olduğunu düşünüyor. Hakim estetiğin dışına çıkabilen ve gündem kaygısını kısa bir süreye hapsetmeyen eserlerin yer bulmakta zorlandığını düşünen Buğra, art ON Galeri'de bu eserlerin sahiplerine yer açmış. Şu sözler ona ait: “Bugün ülkemiz koşullarında genç bir sanatçının bağımsız bir şekilde ayakta kalması neredeyse hayal. Bu genç insanlar hem çöküntünün kaynağını eşeliyor hem de umutsuzluğa kapılmadan üretimlerinde ısrar ediyor. Bir galeri temsiliyetleri olmadığı sürece eserlerini izleyiciyle buluşturma şansları az. art ON, sadece temsil ettiği sanatçıların değil, genç sanatçıların da sorumluluğunu üstleniyor. Biz, çizgisi takdir edilen sanatçıların izlenebildiği bir galeri olsun istedik ve onlara bu çağın sanatçısının ağır yükü nedir, diye sorduk.”

Sergiye neden gidilmeli?

Gökşen Buğra'ya yüzyılın sorusunu sorduk: “Klasik sanatla günümüz sanatını karşılaştırdığımızda neden kazanan hep klasik sanat oluyor?” Buğra'nın cevabı şöyle oldu: “Öncelikle, klasik sanatın bir tarihi var, günümüz sanatına ise şimdilik tanıklık ediyoruz. Artık izleyicinin eserle daha fazla ilişki kurması gerekiyor. Zihninizdeki referans dünyasında süratle karşılık bulduğunuz için klasik eserden daha çok zevk alıyorsunuz. Fakat bilinen kodlara milyonlarca yenisi eklendi. Ben de bir müzeye gittiğimde klasik işlerle daha haşır neşir oluyordum. Fakat yine de daha güncel üretimlerin karşısında durup nasıl bir mantıkla yapıldığını anlamaya çalışmak, kodlarını çözmek gerekiyor. Günümüz sanatında bazen teknik o kadar öne çıkıyor ki sanatçının elini göremiyorsunuz. Fikri süreç ne kadar mühim olursa olsun ben hâlâ sanatçının elini kutsal buluyorum ve görmek istiyorum.” Buğra'ya göre sanatçı yalnızca sanat yapmakla yükümlü, eserini pazarlamakla değil kendisini pazarlamakla hiç değil.

Son olarak Buğra'ya, “Bu sergiye neden gelelim?” diye soruyoruz. Şunları söylüyor: “Günümüz genç sanatçısının kendi sanatsal üretimine ve çağının yangınına ilişkin kaygılarını görmek için... 80'lerde doğup apolitik ve kayıp kuşak olmakla eleştirilen kuşağın aslında son derece duyarlı ve bilinçli bir kanalının olduğunu keşfetmek için... Sergide heykel de var resim, video, desen de... ‘Heavy Burden' güncel olduğu kadar zamansız da...”

19 Ocak Salı akşamı, serginin sanatçılarını izleyicilerle buluşturan bir sohbet gerçekleşecek.

Bu arada art ON İstanbul, mart ayından itibaren Akaretler'den Şişhane'ye, Meşrutiyet Caddesi 90/A'daki yeni mekânına taşınıyor.

İstanbul'u dinleten sergi

0
0

Koç Üniversitesi'ne bağlı ANAMED'de açılan ‘Günlük Sesler' sergisi İstanbul'un karakteristik sesleriyle gündelik yaşamda karşımıza çıkan sesleri dinletiyor. Serginin İstanbul'un Sesleri adlı bölümünde, Pınar Çevikayak'ın İstanbul'da kaydettiği seslerden oluşan ses haritası ‘soundsslike' sitesi de tanıtılıyor.

Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Merkezi, şu sıralar ilginç bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Serginin adı ‘Günlük Sesler: Sesi Gündelik Hayat Üzerinden Keşfetmek'. Sesin kaynağı İstanbul olunca içeride sizi bol miktarda trafik, seyyar satıcı, martı, vapur düdüğü ve Akbil sesi karşılıyor. Bunlar kent yaşamına dair çeşitli tınılar. Bir de dikkatten kaçan gündelik hayata dair sesler var. Mesela çamaşır makinesi, saç kurutma makinesi, klavye, mouse hatta buzdolabının o sadece kapattığımızda fark ettiğimiz rahatsız edici sesi...

Sergi üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde günün temposunda duymamaya başladığımız seslerin ayrıştırıldığı etkileşimli bir yerleştirme var. Düğmelere bastığımızda bahsi geçen ağırlıklı elektronik aletlerin çıkardığı sesler geliyor kulağımıza. Bir sonraki bölümde senaryo ve kurgusu Vassilis Danellis'e, hareketli görselleri Hürcan Emre Yılmazer'e ait olan ‘Şehirde Başka Bir Gün Daha' adlı ses yerleştirmesi var. Sokakta kaydedilen ses ve efektlerden oluşan bir hikâye kısa film tadında ziyaretçilerle buluşturuluyor. Sesin üç boyutlu ve dinamik olarak mekânda deneyimlenmesini sağlayan Dolby Atmos teknolojisi, Türkiye'de ilk kez bir sergide kullanılıyor.

Kent seslerinin derlendiği son bölümde ise İstanbul'un Sesleri adlı proje kapsamında bir yıldır semt seslerini kayıt altına alan Pınar Çevikayak Yelmi ile İstanbul'un ses haritası niteliğinde ‘soundsslike' adlı interaktif web sitesini hazırlayan Hüseyin Kuşçu'nun ortak çalışması yer alıyor. Soundsslike'ın en ilgi çekici tarafı kullanıcıların da sisteme girerek etraflarında duydukları sesleri siteye ekleyebilmeleri.

Sergi vesilesiyle hem İstanbul'un seslerini hem de soundsslike sitesini konuşmak üzere Pınar Çevikayak Yelmi ve Hüseyin Kuşçu ile görüştük. İstanbul'un belirgin, kaybolmaya başlayan seslerini ve sessiz yerlerin hâlâ olup olmadığını sorduk.

Çevikayak'ın seslerle ilişkisi 2008'de Milano'da yüksek lisans yaparken başlamış. Orada İstanbul'un sesleriyle ilgili bir proje geliştirmiş. Proje, sesleri kültürel açıdan ele alıp şehri seslerle gezdiren bir rehber tasarımı üzerine. Bu sesleri koruma altına almak amacıyla projeyi geliştirmek istediğini anlatan Çevikayak, İstanbul'un seslerini kaydetmeye başlamış. Elinde oluşan arşiv, daha sonra Hüseyin Kuşçu'nun geliştirdiği soundsslike sitesinin altyapısını oluşturmuş. Arşiv aynı zamanda Koç Üniversitesi kütüphanesinde bulunuyor. Son 50-60 kaydın da eklenmesiyle tamamlanacak. Sesler Avrupa'daki bir projede de kullanılacak.

Soundsslike sitesi, kullanıcıların da sisteme ses yüklemesiyle sürekli gelişiyor. Bölgelere göre dinlenebilen sesler temalara göre de kategorize edilmiş. Mesela harita üzerinde Eminönü'yü tıkladığınızda seyyar satıcılar, balıkçılar gibi sesleri ayrı ayrı dinleyebiliyorsunuz. Zeytinburnu'nu tıkladığınızda karşınıza at yarışı sesleri çıkıyor. Sokaktaki sesler, eğlence-boş zaman, doğa gibi kategoriler de var. Onlara tıkladığınızda da sadece bu temalara uygun sesler çıkıyor. Çevikayak ve Kuşçu proje vesilesiyle TRT ses efektörü Korkmaz Çakar ile tanışmış ve Çakar, projeyi çok beğenince elindeki 60-70'li yıllara ait kayıtları kendilerine vermiş. Böylece site üzerinde 1972 yılına ait balıkçı kayığı sesini de 1968 yılına ait Sirkeci Garı anonsunu dinlemek de mümkün hale gelmiş.

Hüseyin Kuşçu, birden fazla sesin aynı anda dinlenebileceği bir uygulama da ekleyeceklerini ifade ediyor.

Çevikayak'a İstanbul'un en belirgin seslerinin neler olduğunu soruyoruz. Bu sorunun cevabının kişiden kişiye değişeceğini anlatıyor: “Bana sorsanız tramvay, vapur düdüğü ve martı derdim kesin. Çünkü bu bölgelerde çok bulunuyorum. Ama başkası için başka sesler olabilir.” Hüseyin Kuşçu da Çevikayak'a katılıyor ve Eminönü'ne gidildiğinde en belirgin sesin çiçekçiler ve seyyar satıcıların sesleri olacağını söylüyor.

Tüpçüler ve PVC kaplamacı sesleri artık yok

Kaybolan ya da kaybolma riski taşıyan sesler neler peki? Bu sorunun semtlere göre değişeceğini söylüyor Pınar Çevikayak Yelmi: “Mesela ben Sarıyer'de oturuyorum, orada bozacı hiç geçmez. Ama bazı semtlerde hâlâ bozacılar var. O yüzden kayboldu diyemem, benim için kayboldu ama bazı mahallelerde hâlâ var. Tabii çok azalmış, o ayrı.”

Çevikayak ve Hüseyin Kuşçu'nun hemfikir olduğu ses ise araçla dolaşan tüpçüler ve PVC kaplamacılar. İkisi de artık neredeyse yok. Çevikayak ekliyor: “Kumkapı'da eskiden yolun deniz tarafında balık satanlar vardı. Şimdi onları kaldırdılar. Sonra Tophane'de nargileciler vardı. Bir gün bütün aletlerle gittim kayda, hiçbir nargileci kalmamış. Nargile sesi, çay sesi, tavla sesi, buyrun buyrun sesleri, muhabbet edenlerin sesleri vardı. Kaldırdıkları için bu sesler de yok artık.”

Peki trafik, otobüs sesi bizi rahatsız ederken Beyoğlu'ndaki tramvayın sesi neden güzel geliyor? Kuşçu'nun cevabı şöyle: “Nostalji barındırması etkili ama düşününce yüzlerce otobüs varken sadece birkaç tane tramvay var. Sesi o yüzden rahatsız etmiyor. Kitaplar çok eskiden otobüs seslerinden mutlu olan insanların varlığından da haber veriyor.”

8 Ocak'ta açılan sergi, 20 Mart'a kadar ziyaret edilebilir.

Samimiyetle söylenen her söz ‘Kayda Değer'

0
0

Ardı ardına ölüm haberlerini alırken bile siyasetin zehirli dilinden vazgeçemiyoruz. Hangi ölüme ne kadar üzüldüğümüz rengimizi belli ediyor! Ortak Gelecek İçin Diyalog Derneği, en azından gençleri bu dilden korumak için onların samimi, çözümcü konuşmalarını kaydediyor.

Ortak Gelecek İçin Diyalog Derneği, Türkiye'nin içinden geçtiği bu özel dönemi en az hasarla atlatması için çalışanlardan. Ölüm acılarının bile yarıştırıldığı bir ortamda dernek her kesimden genci bir araya getirip düşüncelerini anlatmalarını sağlıyor. Geçtiğimiz yıl hayata geçirdiği ‘Kayda Değer' projesi ise profesyonel bir stüdyo ortamında gençlere insan hakları, çevre, politik süreçler, hukuk ve sosyal haklar konusunda konuşma imkânı veriyor.

Gençlerin çok sesliliğini ve politik farkındalığını artırmak için başlatılan projenin bu yılki teması ‘Bir arada yaşam'. Bu kez Türkiye'nin her yanından gençler Güneydoğu sorununu konuşmak için aynı stüdyoda buluşacak. Onlara ülkenin geldiği noktayla ilgili fikirlerini samimiyetle dile getirme şansı verecek. Katılımcılar, siyasetçiler gibi elinde hazır metinle ve ötekini suçlayıcı ifadelerle konuşmak yerine var olan sorun hakkında gerçekten ne hissettiğini anlatacak.

Ortak Gelecek İçin Diyalog Derneği Başkanı Baybars Örsek, şubatın ikinci haftası Kayda Değer için başvuruların başlayacağını söylüyor. Bir arada yaşam üzerine söyleyecek sözü olan 18-26 yaş arasındaki herkes projeye başvurabiliyor.

Güneydoğu'dan gençleri stüdyomuza bekliyoruz

Türkiye'de bu tür çalışmaların çok fazla olmadığına vurgu yapan Baybars Örsek, “Sadece gençlere mikrofon verip moderasyon olmadan konuşulduğu çok proje yok. Biz biraz daha gençlerden yeni yüzleri, yeni isimleri kamuoyuna tanıtabileceğimiz bir platform olsun istedik.” diyor.

Özellikle Güneydoğu'dan gelecek gençlerin orada yaşadıklarını anlatabilecekleri ve sıkıntılarını dile getirebilecekleri bir platform kurmayı hedefleyen Kayda Değer, bu yönüyle Güneydoğu'dan filtresiz bir haber kaynağı niteliği de taşıyor. Zira sadece ölü sayılarının geldiği bölgede tam olarak neler olup bittiğine dair daha fazla malumata ulaşmak mümkün değil. İnternet ortamında oylanacak videolardan en ilgi görenini ise bir ulusal kanalda canlı yayına çıkarmayı planlayan Örsek, “Geleneksel medyada çok fazla kendine yer bulamayan ama interneti iyi kullanan bir yapıyız. Bunun sayesinde gençlerin sesini daha fazla kişiye ulaştırmaya çalışıyoruz. Derdimiz, mesaj vermek değil. Gençleri çağıralım, gençler kendi mesajlarını kendileri versin.” diyor. Kutuplaşma ortamından en çok gençlerin etkilendiğini anlatan Örsek, onlara konuşma ortamı sağladıkça bir arada yaşamın mümkün olacağına dikkat çekiyor.

Yetişkin taklidi yapmadan samimiyetle…

Okulların kapatılması, yerlerinden edilmiş insanlar ve ölümlerin neden olduğu travmaların nefrete dönüşmemesi için siyasetten uzak bir paylaşım zeminine ihtiyaç duyulduğunu ifade eden Baybars Örsek, şunları söylüyor: “Böyle bir atmosfer bulunduğu zaman bunu bir yetişkin taklidi yapmadan kullanmak lazım. Yani nutuk atmadan, şoven söylemlerden ve sloganlardan kaçınarak bunu değerlendirmek lazım. İçtenlikle yapılmalı. Mesela bazı arkadaşlarımız elinde metin yazmış onları hazırlayıp okudu. Bunların tam tersine kurgudan da öte, doğal ve tutkulu bir şekilde anlatan arkadaşların hikâyeleri beni çok etkilemişti. Burada da geçtiğimiz yıl İstanbul dışından gelen arkadaşlar daha etkileyiciydi. Daha samimilerdi. Genelleme yapmak istemem ama belki fırsatın değerini bilmiyor ya da burada gündemden dolayı çok zehirleniyoruz. Belki de profesyonellik amatör ruhu kaçırıyor bazen.”

Devlet Dersi'nde yok yazılan çocuklar

0
0

Gazeteci-yazar Gökçer Tahincioğlu, ‘Devlet Dersi'nde hak ihlaline uğrayan çocukların hikâyesini anlatıyor. En huzurlu ortamda büyüyenler bile sahillere vuran, çatışmalarda ölen, istismara uğrayan çocukları izleyerek mağdur oluyor.

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür.” der şair Ece Ayhan. ‘Meçhul Öğrenci Anıtı' şiiri kaleme döküldüğü günden beri ne değişti? Hiç. Hâlâ onlarca çocuk can veriyor bu ‘zorunlu ders' uğruna. Sokağa çıkma yasağı olan kentlerde ya da cezaevlerinde ölümle tanışan onlarca çocuk var. İstismara uğrayan, iş cinayetine kurban giden, okuldaki güvenlik şartlarının yetersizliği nedeniyle hayatını kaybeden çocuklar… Aklın sınırlarını zorlayan hak ihlalleriyle karşı karşıyalar.

Tecrübeli gazeteci Gökçer Tahincioğlu, ‘Devlet Dersi'nde yok yazılan çocukların hikâyelerini kaleme aldı. Notabene-Gündem Çocuk dizisinin ilk yayını olan ‘Devlet Dersi' kitabı, bu dersin çocukların hayatında nasıl tezahür ettiğini anlatıyor ve cezasızlık öyküleriyle yüzleşmemizi sağlıyor.

‘Çocuklar için daha iyi bir dünya mümkün' anlayışını benimseyen Gündem Çocuk Derneği'nin 10 yıldır takip ettiği davalar ve cezasız biten yargılama süreçlerinin anlatıldığı bu kitap tüm çocuklara ve çocukların avukatı olan Tahir Elçi'ye adandı.

Gazeteci-yazar Tahincioğlu, kitabın Elçi'ye adanma sürecini şöyle anlatıyor: “Tahir Elçi, tanıma ve arkadaşı olma onuruna eriştiğim, Türkiye'deki en önemli insan hakkı savunucularından biriydi. Çocukların yaşadıkları travmalara hep çare aradı, yargılanan çocukların gönüllü avukatı oldu, o çocukların da arkadaşıydı. Elçi'yi maalesef, kitabın sonuna yaklaştığımız bir aşamada kaybettik. Bu nedenle, Gündem Çocuk Derneği'ndeki arkadaşlarla birlikte kitabın Tahir Elçi ismiyle de birlikte anılmasını istedik. Bu kitaptaki birçok öykünün avukat olarak, aktivist olarak da öznelerinden biriydi zaten.”

POLİTİKALAR MAĞDUR EDİYOR

Tahincioğlu'nun ifadesiyle Devlet Dersi, hak ihlaline uğramış çocukların hikâyesi, belki bir yönüyle hak ihlaline uğrama ihtimali bulunan binlerce çocuğun da hikâyesi. Devletlerin cezasızlık politikaları, dönemlere, iktidarlara göre çok farklılık göstermeden gelişiyor ve büyüyor. Bu politikanın yükseltildiği, alçaltıldığı dönemler olabiliyor. Bu politika, devletin ‘öteki' olarak kodladığı kişilere yönelik failin devlet olduğu konularda gözlerin kapatılmasını, görmezden gelinmesini içeriyor.

Tahincioğlu, “Bu politikaların mağdur ettiği önemli bir kesim var. Çocuklar da burada ayrı bir başlık ve neredeyse merhamet, vicdan vb. duygular dışında sözü edilmiyor. Devlet Dersi, işte o çocukları, başka çocukların hikâyeleri onlara benzemesin diye anlatıyor.” diye konuşuyor.

‘ÖTEKİ' OLARAK KODLANIYORlar

“Türkiye, bir yönüyle çatışmaların ortasında, bir yönüyle çatışmalardan uzak, bir yanıyla gerilimin ortasında, bir yanıyla gerilimden uzak, bir yanıyla müthiş geride, bir yanıyla ileride bir ülke. Karmaşık ve fazlasıyla arada kalmış. Bütün bu çelişkiler arasında büyük uçurumlar var. Çocuklar da bu uçurum diplerinde büyüyor.” diyen Tahincioğlu'na göre iktidarlara göre değişen ve bir başka kesimin asla benimsemediği eğitim politikaları, toplumsal ahlâktan bir adım öteye gidemeyen kanunlarla uyumsuz mahkeme kararları, cezasızlık politikaları çocukları hedef alıyor. ‘Öteki' kimliğiyle doğmamış bir çocuk da başına gelenlerden sonra bir anda ‘öteki' olarak kodlanabiliyor. En huzurlu ortamda büyüyen çocuk, ekranlardan sahillere vuran, çatışmalarda ölen, iş cinayetine kurban giden, istismar mağduru çocukları izleyerek hak ihlaline maruz kalıyor.

ÇOCUK ODAKLI POLİTİKA YOK

Tahincioğlu, çocuk hakları odaklı bir politika yürütüldüğünü düşünmüyor. Zira çocuklar genellikle genel sistemin bir tarafında konumlandırılıyor. Ailenin parçası, ceza hukukunun parçası, medeni hukukun parçası… Fakat bütüncül bir politikadan söz etmek ve çocukların hakları özelinde bir politika geliştirildiğini söylemek mümkün değil.

Peki, hak ihlallerini giderebilmenin yolu ne? Tahincioğlu, “İlk adım bu yönde irade geliştirmektir.” diyor ve ekliyor: “İhlalleri görünmez kılarak, cezasız bırakarak önlemek elbette mümkün değil. Bu sadece sistemin kendisini yeniden üretmesi ve gelecek kuşaklara da bu sistemi nakletmesi anlamına geliyor. Bu yönde bir iradenin gelişmesi sadece çocuklar açısından değil, bütün toplum açısından cezasızlık politikasının minimize edilmesini sağlar. Ancak topyekün bir irade geliştirmek, hele ki böylesine gelenekselleşmiş bir cezasızlık anlayışı varken çok mümkün değil. Burada siyasetin mesaj vermesi ya da yasal düzenleme yapmak yetmiyor. Devletin bütün hücreleriyle bu iradeyi taşıması gerekiyor ki maalesef buradan çok uzağız. Siz ihlalden söz ettiğinizde bütün kesimler sadece ve sadece sizi de farklı biçimde kodluyor. Bırakın ihlallerle mücadele için irade oluşmasını, bugün hâlâ bu noktayı aşabilmiş değiliz.”

Her gün çocuklar ölüyor

Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Berkin Elvan, Mahsum Mızrak, Abdullah Yaşa, Çağdaş Gemik, Ahmet Yıldız, Yasin Akyüz, Lütfullah Tacik ve Roboski Çocukları'nın hikâyeleri ‘Devlet Dersi'nde hikâye edilerek anlatılıyor. Yazar Gökçer Tahincioğlu, “Kitapta en zorlandığımız bölüm, çatışma bölgesinde ölen çocukların isimleri ve nasıl öldürüldükleriyle ilgili son kısımdı. Kitap basılırken geride kalmış, eksik kalmış bir liste söz konusuydu. Her gün çocukların öldüğü bir çatışma ortamı, buna tanıklık eden, okula gidemeyen, sokağa çıkamayan çocuklar... Bütün bunların her biri elbette ki hak ihlali. Telafi eğitimiyle giderilemeyecek bir ihlalden söz ediyoruz. Çocuklar bütün yaşananların en büyük mağduru.” diye konuşuyor.

Uçak, pilotları fıtık ediyor!

0
0

Son teknolojik altyapıya sahip uçaklar, konforlu bir seyahat imkânı sunsa da birçok ciddi rahatsızlığa neden oluyor. Özellikle ayakta düşmemek için vücutlarını gergin tutan, ikram servisine çıkan ve baş üstü dolaplarına ağır valizleri yerleştiren hostesler ile kokpit koltuğunda hareket etmeden oturan pilotlar, ciddi rahatsızlıklara yakalanıyor. Bu yüzden uzun süreli sık uçuşlar pilot ve hostesleri ‘fıtık' ediyor.

Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Opr. Dr. Aybars Akkor, kokpit ekibinin çoğunda bel omurlarındaki eklem sorunları veya bel fıtığı rahatsızlığının gözlendiğine dikkat çekiyor. Akkor, Dr. Akkor, hosteslerin ise en çok ense ve sırt ağrılarından şikâyet ettiğini dile getiriyor.

Yolcular da etkileniyor

Yolcular da bel ve boyun rahatsızlıkları hissedebiliyor. Özellikle ekonomi sınıfı yolcuları, dar koltuk arası mesafesi yüzünden oturuma pozisyonunu değiştirme ve fazlaca koridorda gezinme imkânı bulamıyor. Bu yüzden omurga ağrıları sık görülüyor.

Dr. Aybars Akkor, bel sorunlarının gelişen teknoloji sayesinde kolaylıkla tedavi edilebildiğini dile getiriyor. Pilotların Amerika'da sık sık kyroprakti uzmanları tarafından kontrolden geçirildiğini ve bellerinde bir sorun varsa hemen tedavi edildiğini anlatan Akkor, bizde ise uygulamada bel ameliyatı olanlara getirilen dört aylık uçuş yasağı nedeniyle doktora gitmekten çekinildiğini belirtiyor. Akkor'un anlattığına göre pilotlar, gelişen yeni teknoloji sayesinde yapılan risksiz ameliyatlarla bel veya boyun ameliyatından genelde kısa süre sonra işine dönebiliyor. Ayrıca hastaların yüzde doksanında ağrı ameliyata gerek kalmadan ortadan kaldırılıyor.

Dr. Akkor'a göre ağrılardan kurtulmak için öncelikle sebebini iyi bilmek gerekiyor. Boyun, sırt kasları ya da başka bir rahatsızlık ağrılara neden olabiliyor. Akciğer hastalıkları, safra kesesi ve mide rahatsızlıkları da sırtta ağrı yapabiliyor. Teşhisin ardından sıra sırt kaslarının gevşetilmesine geliyor. Bu gevşetme de en etkili kyroprakti ve manuel terapiyle yapılıyor. Fibrozitlerin de teker teker tespit edilip yok edilmesi gerekiyor. İleri derecede boyun fıtığı rahatsızlıklarında ise genelde yarım saat sürecek basit bir ameliyatla ortalama dört beş gün içinde normal yaşama dönülebiliyor.

EN İYİ EGZERSİZ YÜZME

Tedavi bitiminde ise sırt kaslarını güçlendirecek egzersizlerin ihmal edilmemesi isteniyor. Bu konuda en iyi egzersiz sırtüstü yüzme. Ayrıca soğuktan uzak durulması, güneş, deniz, sıcak kum ve kaplıcaların ihmal edilmemesi isteniyor. Yerden bir şey alırken öne veya yana eğilmek yerine çömelmek, yukarı doğru uzanmak yerine bir şeyin üstüne çıkıp işimizi görmek sırt ağrısı riskini azaltıyor. Ayrıca uzun süre oturmamız gereken bir iş yapıyorsak en geç yarım saatte bir dolaşmak, aynı yerde ayakta durmaktan kaçınmak, televizyon seyrederken veya gazete okurken sırtımızı ve başımızı dayayacak koltukları tercih etmek gerekiyor.

FITIĞA AMELİYATSIZ ÇÖZÜM

Bel ve boyun fıtıklarını ameliyatsız tedavi eden ‘AntalgicTrak' (Omurga Dekopresyonu) adlı cihaz, üretildiği ABD dışında dünyada ilk kez Türkiye'de kullanılmaya başlanmıştı. Mutlak ameliyat gerektirmeyen bel, boyun ve sırt fıtıklarında, tutulma nedeniyle oluşan kas kasılmalarında, skolyoz adı verilen omurga eğriliklerinde ve hafif dereceli bel kaymalarında da faydalı olan cihaz, cerrahi müdahaleye gerek bırakmaksızın kalıcı tedavi etme özelliğine sahip.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live