Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

‘Köy yumurtası' alırken bu kriterlere dikkat!

$
0
0

Yumurtanın bir avuç saman üzerinde satışı, ‘doğal' görünümlü olmasının ilk şartı gibi. Lakin organik olup olmadıkları meçhul. Zira samandan ziyade dikkat edilmesi gereken daha önemli kriterler var.

“Ne tavuklar tavuğa benziyor ne yumurtalar yumurtaya” diye söze başlayan eskilere hak vermemek elde değil. Hasbelkader köyde bir tavuk ya da şöyle hakiki sarılı, iri yumurtasını yemedikçe fark etmiyoruz ne kadar doğallıktan uzak yaşadığımızı. Hal böyleyken, markette koli koli satılan yumurtaları değil de birkaç kuruş fazla vererek organik olanını almak da yaygınlaştı. İnternet sitelerinde, pazarlarda, marketlerde, velhasıl her yerde bir organik ya da köy yumurtası furyasıdır gidiyor. Peki, bunların hepsi güvenilir mi?

Atakan Güzel, emekliliğini 250 tavuğu, birkaç kuzusu ve köpeği Herkül ile birlikte bir çiftlikte geçiriyor. Doğal gezen tavuk yumurtası üretimi yapan Güzel'den, yediğimiz yumurtaların hikâyesini dinledik.

Organik yumurta nasıl olur?

Yumurtanın tam organik olabilmesi için iş, tavuğun civciv olarak çıktığı yumurtadan başlıyor. Çıktığı yumurta da organik yetişmiş bir tavuğa ait olmalı. Bundan sonra ise civcivin tavuk olana kadarki yaşamı ve beslenmesi önemli. Güzel, bu şartları şöyle anlatıyor: “Akşamları sadece uyumak için kümese girecek, gündüz dışarıda olacak, dışarıda ne bulursa onu yiyecek. Kuşkusuz dışarıdan alacağı besin yetmez. İlave olarak da buğday, arpa, yulaf, mısır mevsimine ve ihtiyaca göre verilecek.”

Ancak burada mühim bir nokta devreye giriyor. Tavuğa verilenlerin hepsinin kesinlikle organik olması gerekiyor. Yani hibrit olmayan, GDO'suyla oynanmamış, doğal ürünlerle beslenecek tavuklar...

‘Doğal gezen tavuk yumurtası' organik midir?

Tavuğun ya da yumurtanın doğal olabilmesi için beslenmesi çok önem taşıyor. Hibrit ya da GDO'suz yemlerle beslenen ve bahçede dolaşan tavuklar, bulduğu yeşilliği, solucan ve böcekleri yedikleri zaman ‘doğal gezen tavuk yumurtası' elde ediliyor. Organikle arasındaki fark, yumurta üreten tavuğun illa organik bir yumurtadan çıkan civciv olması gerekmemesi. Güzel, doğru beslenmeyle bu şekilde üretilen yumurtaların da organik sayılabileceğini söylüyor. Fakat yine sertifikalı yem kullanıldığının belgelenmesi şartıyla…

Aldığımız yumurtanın doğal olup olmadığını nasıl anlarız?

Kullanılan yemin sertifikalı olması gerekiyor ancak bu işi suiistimal edenler var. Doğal gezen tavuk yumurtası üreten Atakan Güzel, kendi güvenilir pazarını kullanmak isteyenler olduğundan bahsediyor: “Tavukları dışarı çıkmıyor, hazır yem yediriyorlar. Biz üç günde bir yumurta alırken onlar her gün bir yumurta alabiliyor.” Köy yumurtası adıyla da birçok ürün satılıyor. Ülkemizde hazır yemin satışına izin verildiği için tavuklarını bu şekilde besleyen üreticiler kendilerini haklı görüyor. Sertifikasını görmediğiniz bir firma ya da çiftlikten doğal yumurta alacaksanız, suiistimale gelmemenin bir yolu var: Üretim yerini, çiftlik ya da kümeslerin olduğu köyü gezip kendi gözlerinizle görmek.


Finaller bitti mi gelsin sömestr tatili

$
0
0

Üniversite öğrencileri için finaller bitince okulu unutup tatilin derinliklerine inme zamanı geldi demektir. Bu tatilde henüz ne yapacağına karar veremeyenler ve sınavların bitişine motive olmak isteyenler için eğlenceli sömestr değerlendirme rehberi karşınızda…

Hemen her üniversitede final dönemi telaşı var şu aralar. Elbette geyikleriyle, sabahlamalarıyla, kırıklarıyla ve inşallah geçilen derslerle ‘bitmeyen sınav dönemi' de sona erecek. Ardından gelsin yarıyıl tatili! Ders çalışırken öğrencilerin sömestrle ilgili kurduğu sınırsız hayaller buradan köye yol olur tabii ama hepsini yapmaya ömür yetmez. O yüzden ara tatili iyi değerlendirmek lazım. ‘Ders tekrarı, gelecek döneme hazırlık' der demez haberi okumayı bırakacak büyük kitleye saygımızdan, gelin şöyle eğlenceli bir sömestr planı yapalım önerimize ne dersiniz?,

Kışın tadı karla çıkar

Havalar buz kestiğinden denizli, güneşli bir tatil yapamıyoruz tabii. Onun yerine karın tadını çıkarmak için kayak merkezleri ya da kış sporları yapılan yerlere gidebilirsiniz. “Allah'ın yağdırdığı kara para mı vereceğiz bir de canım!” diyenleri ise evlerinin önünde biriken beyazlığa havale ediyoruz. Tabii burada eğlenmek için bir miktar kuzen, göz kararı eklenecek çocukluk arkadaşları da gerekli. Şimdiden randevularınızı ayarlayın. He, penceresinin önündeki karları temizlemek isterken eğlence olsun diye tepenizden fırlatacak komşu teyzeleriniz de varsa, sokakta kartopu savaşı sizi çocukluğunuza uçuracak, hatta -iddia ediyoruz- varsa kaldığınız dersleri unutturacaktır.

‘Battaniyesever' sıcak yuvacılar

“Soğukta dışarıda ne işim var, sınavdan sınava koşarken donmuşum zaten!” diyenler, bu önerimiz sizin için. Anne evinin sıcaklığını, battaniyeyle yaşadığınız aşkı özlemişsinizdir. Dışarıda Orhan Veli'ye eve ekmek almayı unutturan bahar havaları olmadığına göre, sıkı sıkı sarınıp sıcacık yuvanızda oturmak için ideal bir zamandasınız. Şayet son sınıfsanız, belki böyle bir sömestiri bir daha bulamayacaksınız. Peki, evde oturup ne yapacaksınız? Gündüz kuşağı kadın programlarına dalga geçmek için bile bir kere sararsanız kapılabilirsiniz, bizden söylemesi. O zaman yapılacak şey, kitaplarla buluşmak. Küçük bir okuma listesi, battaniye, kupada kahve, buğulu cam, yağmur derken bir bakmışsınız Instagram fenomeni olmuş çıkmışsınız. Siz okurken annenizin odaya getirdiği meyve kokusunun mutluluğunu tarif etmeyelim bile...

O tiyatro senin bu sinema benim

Dönem boyunca derslerden gözünü açamamış, yoğunluktan hiçbir sosyal faaliyete katılamamış arkadaşlara finalleri bittiği gün şöyle derin bir nefes alıp güzel bir plan yapmalarını öneriyoruz. Malum kış, iç mekânlarda sanatsal ortamlara girmenin tam sezonu. Özellikle ikinci döneminiz de yoğun geçecekse sinemaya, tiyatroya, sanat galerilerine daha çok zaman ayırıp hem kendinizi geliştirebilir hem kafanızı boşaltabilirsiniz. Zaten sanatı seviyorsanız şimdiden gitmeyi düşündüğünüz film ya da sergiler bellidir. Değilse de, sosyal medyada bile bu konuda sizi yönlendirebilecek kalitede hesaplar mevcut.

‘Halamın kaynının oğlu nereyi kazanmış?'

Tatili memleketinde geçirenler için başka bir ihtimal de hasret giderme operasyonu. Eski lise arkadaşları, kuzenler, büyük dayılar, nineler, dedeler… Bir kere bunu yaparken sıla-i rahimden kazanacağınız sevap, alacağınız dua cepte. Onun dışında bayramdan bayrama gördüğünüz akrabalarınızı ziyaretin başka amaçları da var. Mesela mühendislik okuyorsanız ‘Şu bizim televizyonun ayarını bir türlü yapamadık, sen anlarsın', psikolojideyseniz ‘Biz anne-babamıza ergenlik nedir göstermedik, bu çocuk niye böyle sinirli?' ya da tıp öğrencisiyseniz ‘Kışın bu bacaklarım çok ağrıyor. Bir merhem yok mu bildiğin?' gibi sorulara sabırla vereceğiniz cevaplar da size yine sevap olarak dönecektir. Hem siz de küçük halanızın kaynının oğlu nereyi kazanmış, alt komşunun kızı ne kadar büyümüş merak ediyorsunuzdur. Bırakın anne-babanız sizinle gururlanmanın, eş dost gezmenin keyfini yaşasın…

2016 ajandası vira bismillah

2016'nın bu ilk günlerinde yeni yıl hedefleri koymak, planlar yapmak da âdetten. Belki alacağınız küçük bir ajanda, önümüzdeki yılı düzenlemenize, daha dolu bir sene geçirmenize vesile olabilir. Hazır okul yok, kafanız dinginken bir yıl boyunca okumak istediğiniz kitapları, katılacağınız seminerleri, gezeceğiniz yerleri, velhasıl yapacağınız tüm işleri sıralayıp önünüze koyabilirsiniz. Kim bilir, her sene niyet edip de olduramadığınız hayaller, bakarsınız bunları bir düzene koyunca birer birer gerçekleşiverir.

Bodrum tatile değil, yardıma çağırıyor

$
0
0

Mültecilerin umut yolculuğunu biraz olsun kolaylaştırmak için doğan bir iyilik hareketi var: ‘Bodrum'da İnsanca Yaşam Derneği.' Bodrum'da yaşayan bir grup yabancının yardım çalışmalarını Facebook'ta paylaşmasıyla dünyaya yayılan hareket sayesinde mültecilerin yemek, kıyafet ve ilaca ulaşabilecekleri bir kapısı var artık.

Mülteci ve sığınmacıların yaşam mücadelesi, yüz binlerce Suriyeli savaş mağdurunun yollara düşmesiyle daha görünür hale geldi. Ege Denizi'nde batan botlar, sokaklarda yaşayan sığınmacı çocuklarla ilgili görüntüler o kadar sıradanlaştı ki adeta hayret ve merhamet duygumuz yok oldu. Neyse ki bu dramatik gidişatı seyretmekle kalmayıp harekete geçenler de var. Bunlardan biri de Bodrum'da İnsanca Yaşam Derneği. Dernek için kısaca birbirini tanımayan insanların bir araya gelerek başlattığı seferberlik de diyebiliriz.

Yardımlar Bodrum'da yaşayan bir grup yabancının sığınmacılara dağıtmak için, temel ihtiyaç maddelerinin bulunduğu paketleri hazırlamasıyla başlar. Sosyal medyada duyulunca insanlar hem kendi hazırladıkları paketleri hem de paketlerin içine konulması için bisküvi, su, meyve suyu, bebek bezi, diş fırçası gibi malzemeleri getirir. Türkiye'ye tatile gelirken bir valiz fazladan taşıyıp mülteciler için kıyafet getirenler bile olur. Bu şekilde başlayan faaliyetler, şimdi bir dernek çatısı altında ve kalıcı çözümler üretmek için sürdürülmeye çalışılıyor.

Bodrum, Avrupa'ya Yunan adalarından giriş yapmayı planlayan mültecilerin duraklarından. Binlerce mülteci belki aylar süren zahmetli bir yolculuğun ardından buraya ulaşıyor. Buradan karşı kıyıya geçmeyi planlayan mültecilerin büyük kısmı açlıkla, hastalıklarla ve türlü mağduriyetlerle savaşıyor. Bodrum'da İnsanca Yaşam Derneği, her sabah belli bir noktada onlara kahvaltı, hijyen malzemesi ve giysi dağıtıyor. Doktora ihtiyacı olanları gönüllü doktorlara ulaştırıyor. Kimi zaman denizden kurtarılan, tüm eşyalarını kaybetmiş, ıslanmış insanlar da oluyor. Onlar için de hemen kuru kıyafet ve diğer ihtiyaçlar temin ediliyor. Faaliyetleri artık disiplinli bir şekilde ilerleyen dernek, Sahil Güvenlik veya polise de çalışmaları sırasında destek verebiliyor.

Yardımın sürmesi için

destek devam etmeli

Ekin Anıl'a derneğin faaliyetlerini yürütmesi için gerekli ihtiyaçları soruyoruz; “Her konuda desteğe ihtiyacımız var. Gıda maddesi dağıtmaya devam edebilmek için maddî; destek gerekiyor. Giyecekler gelmeye devam ediyor. Hâlâ battaniye, ayakkabı ve kışlık giysiye, iç çamaşırına ihtiyacımız var. Kış boyunca da olmaya devam edecek.” diyor. Gönüllüler sahada daha etkin çalışabilmek için eğitim de alacaklar. İlkyardım veya travma sonrası yaklaşım gibi konulardaki eğitimlerle onlara çok daha etkili yardım etmeyi umuyorlar. Zira karşılarında savaştan, imkansızlıktan kaçmış, yakınlarını kaybetmiş, yurdundan olmuş ve en kötüsü de yarını hakkında hiçbir fikri olmayan insanlar var. “Karşılaştığımız manzaralar, dinlediğimiz yaşam öyküleri bizde de yaralar açıyor.” diyen Anıl, bir yandan kendilerini onarıp diğer yandan onlara merhem olmaya çalıştıklarını anlatıyor.

Hayatı pahasına karşı kıyıya ulaşma çabası...

Dernek gönüllülerinden Ekin Anıl, mültecilerle ilgili gözlemlerini bizimle paylaşıyor: “Parası olanlar ucuz pansiyonlarda, olmayanlar ise parklarda, yol kenarlarında kalıyor. Hepsinin tek ortak hedefi, Bodrum üzerinden Yunan adalarına ayak basmak. Ancak Bodrum'da geçirecekleri süreler belli olmuyor. Yanlarındaki para azaldıkça sokakta kalanların sayısı artıyor.”

Mültecilerin kaçakçılara güvenmediğini anlatan Anıl, “Çaresizlikten buna mecbur hissediyorlar, çoğu zaman tüm paralarını kaçakçılara vermiş oluyorlar.” diyor. Karşı kıyıya geçmeyi tüm kayıplara rağmen göze alıyorlar. Ekin Anıl, kamplarda şartlar iyileştirilip insanlara gerçek birer yaşam sunulursa bu göç akının hafifleyeceği görüşünde. Aksi halde eğitim, çalışma ve sosyalleşme gibi temel haklardan mahrum kalan insanlar çareyi göçte buluyor.

Vicdan azabı çektirmeyen makarnalar!

$
0
0

‘Makarna Lütfen', gıda mühendisi bir annenin ardında hoş hikâyesi olan girişimi. Hikâye, Tuğba Bayburtluoğlu'nun sebze yemeyen eşi ve çocuğuna yaptığı ve yüzde 60'a yakın kereviz içeren makarna yedirmesiyle başlamış. Şimdi pancarlısından ıspanaklısına kadar makarna çeşidi var.

Yine aynı şey oldu değil mi? Sağlıklı beslenmeye karar verdiğiniz ilk günün akşamında içinizde koca bir tabak dolusu makarna yeme isteği belirdi. Hatta bir kısmınız ertesi günü beklemeden gecenin bir yarısı kalkıp yaptı bile. Çok değil birkaç dakika sonra ise o tanıdık duygu: Vicdan azabı. Ama ne yaparsınız ki çok seviyorsunuz bu minik hamurları. Yakın zamanda sebze ile ateşkes imzalayacak gibi de durmuyorsunuz. Peki ne yapmalı? Tuğba Bayburtluoğlu, önce ağzına zar zor sebze koyan bir adamın eşi olarak sonra da gıda mühendisi kimliğiyle bu konuya kafa yormuş ve ortaya çok özgün bir fikir çıkmış. Bayburtluoğlu'nun ‘sebze ırkçısı' olarak tanımladığı eşine çaktırmadan sebze yedirmesi aynı zamanda ‘Makarna Lütfen' markasının da çıkış noktası. O işi nasıl yaptığını kendisi anlatsın: “Eşim karnabahara bozuk patates muamelesi yapan bir adam. Kendisine nasıl sebze yedirebilirim diye düşünürken aklıma hamura sebze katma fikri geldi. Kerevizi haşlayıp püre haline getirdim. İrmik ile karıştırıp erişte yaptım. Makarnadaki kereviz oranı yüzde 40 idi. Eşim hiçbir şekilde anlamayarak makarnayı severek yedi.”

Bayburtluoğlu, gıda mühendisi ve uzun yıllar büyük firmalarda mesleğini yapmış. Çocuğu doğunca ise işini bırakmak zorunda kalmış. “Peri biraz büyüdükten sonra yeniden mesleğimi yapmak istedim ama nereden başlayacağımı bilmiyordum.” diyor. Bayburtluoğlu, eşine kerevizli makarna yedirme hikâyesini çevresine anlatınca eşinden dostundan ‘Bir şeyler yapmak istiyordun, neden bu olmasın?' önerileri gelmiş. Türkiye'de özellikle erkeklerin ve çocukların büyük kısmının beslenme eğiliminin sebze dışındaki yiyeceklerde olduğunu fark eden Bayburtluoğlu, bu deneyimini işe dönüştürmeye karar vermiş. Önce kafe tipi bir makine almış ve minik minik üretmeye başlamışlar. ‘Ürünler satar mı?' sorusunun cevabını öğrenmek için internet sitesi kurduklarından bahseden Bayburtluoğlu, “O dönemde fason ürettirdim, talebin iyi olduğunu görünce de kredi garanti fonundan kredi aldık ve kendimiz üretmeye başladık.” diye konuşuyor.

Belki de adımız ‘sebze lütfen' olmalıydı

‘Makarna Lütfen'in üç kişiyle başladığı üretimde şimdi yedi kadın çalışıyor ve Kırklareli'ndeki yerlerinde brokoliden kerevize, ıspanaktan pancara hatta yer elmasına kadar çok çeşitli sebzelerden makarna üretiyorlar. Bu arada talep doğrultusunda ürün çeşitliliği de her geçen yıl artıyor. Makarnalara mantı, tarhana, çorba harçları, karışık sebze harcı, köfte harcı, reçel, sebzeli tel şehriye, pancarlı arpa şehriye gibi çeşitler de eklenmiş. Bayburtluoğlu, geldikleri noktayı, “Aslında adımız ‘makarna lütfen' değil ‘sebze lütfen' olmalıydı belki de.” diyerek anlatıyor. Bu arada sadece satış yapmıyor, tüketicilerin ve ona bir şekilde ulaşan herkesin sağlıklı beslenme konusunda sorduğu soruları büyük bir sabırla dinleyip cevap veriyor. Felsefesini de şu sözlerle anlatıyor: “Bir tüketici olarak masamda ne görmek istiyorsam onu üretiyorum. Bir anne olarak çocuğuma ne yedirmek istiyorsam onları üretiyorum. Masanın üretici tarafından kalkıp tüketici tarafına geçiyorum. Üretirken de soruları cevaplandırırken de...”

Sebze oranı piyasadakilerden yüksek

Tuğba Bayburtluoğlu'nun sebze içerikli makarnalarının piyasadaki benzerlerinden farkı ne? Cevabı çok net: “Besin öğesi temelli olduğu için sebze oranı piyasaya göre çok yüksek. Piyasadaki ürünlerde yaş bazda bile olsa sebze oranı yüzde 3 ile yüzde 10 arasında değişiyor. Bizimkilerde ise yüzde 44'e kadar çıkıyor. Tabii yüzde 10 koymak zorunda olunan şeyler var. Mesela ıspanağı yüzde 10'dan fazla koyarsan acıtır. Ama böyle bir durumda sanayi şunu düşünüyor: ‘Yüzde 10'dan fazla koyarsam acıtır o zaman koymam.' Halbuki brokoli var, yüzde 18 koyulabilir. O zaman toplam sebze oranı yüzde 28'e çıkar.”

Yeşillik sevmeyen adam, kerevizli makarna sordu

Kereviz; ıspanak ya da karnabahar gibi sulu olmadığından makarna için daha uygun bir sebze. Hatta oran yüzde 60'a kadar çıkabiliyor. Tuğba Bayburtluoğlu, “Daha da fazla katılabilir belki ama o zaman da makarna olmaz. İkisinin ortası olması lazım.” diyor.

Tuğba Hanım'ın eşine gelince... Ondaki değişimi Bayburtluoğlu, şöyle anlatıyor: “Geçen gün eve arkadaşlarını çağırmış. Evde yoktum beni arayıp makarnaların yerini sordu. Ben de keçi peynirli makarnanın yerini söyledim. ‘Peynirliyi boş ver sebzeliler nerede?' dedi. Kaldı ki sebzeyi hiç sevmez, peynir de neredeyse en sevdiği şey.”

Özlem Zengin: İşten çıkardıkları için teşekkür ediyorum

$
0
0

Bugün TV'de haber bültenlerinden tanıdığımız Özlem Zengin, şimdi Can Erzincan ekranında izleyicileri ile buluşuyor. Kayyımdan sonra Bugün TV yayınlarının psikolojisini bozduğunu belirten Zengin, “Medya dünyasında herkes korku içinde işini yapmaya çalışıyor.” diyor. Zengin ile gazetecilik sürecini ve medyanın içinde bulunduğu durumu konuştuk.

İstanbul Erkek Lisesi'nden mezunsunuz. Boğaziçi Üniversitesi'nde işletme okudunuz. Neden gazeteciliği seçtiniz?

İstanbul Erkek Lisesi'ndeyken sunuculuk yapıyordum. Sunuculuk tecrübelerimden sonra gazetecilik aklıma girdi. Ekran da istediğim bir şeydi. Sonra Boğaziçi İşletme'ye devam ettim. Son senemde bir diksiyon kursuna gittim. Habertürk diye bir kanalın kurulduğunu söylediler. Deniz Arman, Hakan Aygün hepsi oradaydı ve stajyer olarak işe başladım. Tarık Toros ile de orada tanıştım. Habertürk'te 3 yıl çalıştıktan sonra SKYTürk'te 6 yıllık bir tecrübem oldu. Tarık Toros'un Bugün TV'ye GYY olmasından sonra SKYTürk'ten ayrılıp Bugün TV'de devam ettim. Şimdi de buradayım.

Bugün TV'ye kayyım atandığı günlerde neler yaşadınız?

Üzücü bir süreçti. Son ana kadar hep kayyım gelecek diye konuşuluyordu aslında. Zaten kanal dijital platformlardan çıkartılmıştı. Pek çok yerde izlenme imkânı olmayacak bir konuma gelmişti, neden kayyım atansın ki deniliyordu. 28 Ekim sabahı kayyımın geldiği söylendi. Çok gergin bir hava vardı. İçeriye polislerin arasından güçlükle girdik. Tarık Bey'in rejiden yapmış olduğu yayından sonra kanalda 8 gün yayın olmadı. Sonra 5 gün ekranda bulunmak zorunda oldum. Büyük üzüntü yaşıyorduk ve bu belli oluyordu. Bundan dolayı ekrandan alındım. İzne çıktım. Dönüşte kartımı okuttum ama içeriye giriş yapamadım. Zaten tahmin ediyordum. Çünkü GYY ile aramızda konuşmalar geçmişti. Asıl üzüntüyü şu anlamda duyuyorum, benim seyahate çıktığım gün 125 arkadaşımızın televizyonla ilişkileri kesildi. Belki o gün izne çıkmasam ben de onlarla birlikte gidecektim.

Bugün Televizyonu'nun fişi çekildiğinde ekranda kalan son görüntü Tarık Toros ve Murat Uzun'un rejideki yayın görüntüleriydi. O an neler hissettiniz?

Acı vericiydi çünkü herkes mutlu bir şekilde çalışıyordu. Kayyım geldikten sonra da orada çalışan arkadaşlarımız var, en doğal da hakları. Dünya görüşlerine uygun bir iş yaptıklarını söylüyorlar ve orada çalışıyorlar. Kimsenin kimseye bu noktada söyleyeceği bir şey yok. Türkiye'de kötü olan medyada birbirinin aynısını söyleyen kanalların olması. Bu şekilde Türkiye'deki gerçekleri öğrenmek imkânsız. İpek grubuna kayyım atandığında da ülke adına çok değerli bir renk kaybolmuş oldu. Keşke hep birlikte bütün renkler bir arada olup medya olarak bir arada yaşayabilseydik.

CESARETİN KIRINTISI BİLE DEĞERLİ

Can Erzincan TV'ye geçiş süreciniz nasıl oldu?

Açıkçası medyadan kopmayı bile değerlendirdiğim bir süreç geçirdim. Aslında çok düşünmeden gelişen bir şey oldu, birkaç gün içinde oldu. Burada sevdiğim insanlarla birlikteyim. Doğru bildiğim şeyleri söyleyerek “hak, hukuk, demokrasi” diyorum. O yüzden çok mutluyum. Türkiye'de olmaz denilen şeyler oluyor. Herkes korku içerisinde işini yapmaya çalışıyor. Şu anda cesaretin kırıntısının bile değerli olduğu bir zamanı yaşıyoruz.

Türkiye'de birçok gazeteci cezaevinde. Medya özgürlüğünü ve demokrasiyi nasıl görüyorsunuz?

Can Dündar ve Erdem Gül şu anda cezaevinde. Bütün kavramlar birbirine girmiş durumda. Medya özgür değil. Muhalefetin sesini duyuracağı çok fazla yerin olmadığı bir konjonktürde iş yapmaya çalışıyoruz. Farklı seslerin çıkmasına karşı büyük bir tahammülsüzlük var.

Tahammülsüzlüğü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Değil bir konu hakkında görüş beyan etmek, yorum yapmak, haberlerin olduğu gibi verilmesi bile sıkıntılı hale geldi Türkiye'de. Mesela bir yayın organı “17-25 Aralık”la ilgili “yolsuzluk davası” derken diğer yayın organı “darbe girişimi” diye haber veriyor. Ben buna da bir şey demiyorum. Vatandaş “darbe” diyen medyayı da “yolsuzluk operasyonu” diyeni de takip edebilsin istiyorum. Hangisi belgesini, bilgisini doğru bir şekilde ortaya koyuyorsa ona inansın. Hepsini görme şansı olsun. Ama maalesef o farklı bakış açıları adeta budanıyor. Evet Türkiye'de yüzde 49,5 oy almış bir AK Parti var ama onların da karşılarında yüzde 50-52 bir oy var. Onların kendi seslerini okuyabilecekleri, ekranda izleyebilecekleri bir ortam bulmaları gerekiyor. Ve böyle bir TV'yi veya gazeteyi o kitlenin bulamaması gerçekten onlara yapılan büyük bir haksızlık.

Can Erzincan'da inandığım şeyleri söyleyebiliyorum

“Can Erzincan'a geçince çok olumlu olumlu tepkiler aldım. En önemlisi de benim inandığım şeyleri söylememdi aslında. İstediğim bir yerde olmak, inandığım şeyleri söylemek bana güç veriyor herhalde. Ben Tahir Elçi öldürüldüğü gün ‘Çatışmasının ortasında kaldı ve öldü.' denilerek peşin hüküm veren bir yayıncılığı kabul etmek istemiyorum. Dilek Doğan'ın öldürülüşünün ekrana yansıdığı ve bunun eleştirisinin yapıldığı bir televizyonda çalışıyorum. Basının işi, devlet sırrı diye örtülmeye çalışılan şeyleri kamu yararı varsa yazmaktır. Devletin görevi sırrını korumaktır. Gazetecinin görevi ise kamu yararı varsa onu yazmaktır.”

Ülkede gülünecek ne var Allah aşkına!

“Şehit haberlerini sunmak çok zor. İzleyici açısından izlemek de öyle sanıyorum. Soma faciasını sunmak çok zordu mesela. Orada ailelerin bekleyişini, kendilerini yerden yere atışını anlatmak. Şehit cenazelerinde lastik terlikleriyle yürüyen ana babaları, Ermenek'te madende ölen oğlu için ‘Oğlum yüzme bilmezdi, madende ne yaptı?' diyen gözü yaşlı anneyi görmek çok zor. Biz böyle haberler veriyoruz. Bazen çok somurtuyorum diye eleştiriler geliyor. Ama ülkede gülünecek ne var Allah aşkına!”

İşten çıkarttıkları için teşekkür ediyorum

“İşten çıkarmasalar da kayyımla devam edemezdim. Akın Bey, 14 senelik meslek hayatımda en iyi patrondu. Hiç kimsenin hak kaybı olmayacak şekilde ne yapılması gerekiyorsa o yapılıyordu. Akın Bey'in şirketinde MASAK'ından Maliye'sine kadar bütün denetimler yapıldı. Şirket, son beş senesinde incelendi ve raporlarda suç olarak hiçbir şey bulunmadı. Sonra bilirkişi raporuyla kayyım ataması yapıldı. Akın Bey'in kendi şahit olduğuma göre de suçlu olduğuna inanmıyorum. Kayyım atamasından sonra Akın Bey'in kanalında inanmadığım haberlerin okunması psikolojimi bozuyordu. Çıkarılmamda biraz olsun bunu ifade etmemin etkisi olduğunu düşünüyorum. Kayyımın gelmesini doğru bulmuyorum ama geldikten sonra beni çıkarttıkları için onlara teşekkür ediyorum. Şu anda burada olduğum için çok mutluyum.”

Köprüaltında hayal kurmak

$
0
0

Muhammed Mensun, henüz 17 yaşında. Afganistan'ın Kandahar eyaletinden başladığı zorlu yolculuk babasının isteğiyle olmuş.

Taliban'ın giderek ülkede etkisini artırmasıyla birlikte çareyi en küçük oğlunun İsveç'te yaşayan abisinin yanına gitmesinde bulmuş. Yaklaşık 2 ay önce yola çıktığını anlatan Muhammed'in ilk durağı İran olmuş. Bir çorap atölyesinde çalışıp Türkiye yolculuğu için para biriktirmiş. Şimdi ise arkadaşları gibi Yunanistan'a geçmek için Zeytinburnu sahilinde bir altgeçitte bekliyor. Siz farkında olmayabilirsiniz ama Sirkeci ve Esenler Otogarı'ndaki taksiciler bile burayı biliyor. Umut tacirlerinin volta attığı parkta yüzlerce Suriyeli ve Afgan aile bekliyor. Parkta güvenlik görevlisi olarak çalışan memurlar bir gecede yaklaşık 70 otobüsün kalktığını anlatıyor. Kişi başı fiyat ise bin dolar.

Beyaz yolcu otobüslerindeki şoförler akşam saatlerinde ellerinde siyah poşetlerde can yeleği taşıyan ailelere acele etmelerini söylüyor. İlk durak Kumburgaz, ardından gerekli sayıya ulaşılınca gelen bilgiye göre Çanakkale ya da İzmir'e hareket ediliyor.

Suriye Savaşı ve Ortadoğu'da yaşanan kriz milyonlarca insanı zor bir yolculuğa sürükledi. Evlerini ve akrabalarını doğdukları toprakları geride bırakan babalar anneler çocuklarına iyi bir gelecek ümit ediyordu bu yolculukta. Resmi raporlar Türkiye üzerinden mültecilerin Avrupa'ya açılış kapısı olan Yunanistan'a 1 milyon kişinin geçtiğini söylüyor. İzmir Çeşme ve Çanakkale Ayvacık'tan plastik botlarla yeni bir hayata yelken açan mültecilerin en büyük sınavı ise Ege Denizi ve Umut tacirleri oluyor.

'Çölyaklı' ve mutlu bir hayat mümkün

$
0
0

Bir parça ekmekteki glüten bile yetiyor hasta etmeye. Ancak diyete harfiyen uyulursa herkes kadar sağlıklı olmak mümkün. 15 yıldır rahatsızlığın dünyanın sonu olmadığını anlatan Şef Selin Güneş, “Herkes olumsuz bakıyor ve davranıyor. Buna gerek yok. Un olmadan da şahane şeyler yiyorum.” diyor.

Önüne getirilen çorbayı ‘Çölyaklıyım' diyerek nazikçe geri çevirenler, ‘Orası neresiydi?' sorusuna cevap vermekten bunalmasın da ne yapsın? Un tüketemediklerini aralıksız herkese anlatmak da cabası. Seyahat, misafirlik, davet, tatil... glütene alerjisi olanların korkulu rüyası. Israrla hatırlattıkları halde birinin dikkatsizliği günlerini mahvedebiliyor çünkü. “İçinde sadece Antep fıstığı, süt ve şeker var. Yiyebilirsiniz.” denilen kurabiyenin undan mamul çıkması alışkın oldukları bir durum mesela.

Vaziyetin iç açıcı olmadığını gören Selin Güneş, hayıflanmak ve sosyal hayattan kopmak yerine farkındalık kazandırmaya adamış kendini. Dile kolay on beş senedir hem hastalığıyla hem de çevreyle baş etmeyi başarıyor. O kadar iyimser ki başkalarına da ilham veriyor: “Çölyakdaşlarım! Özellikle yeni teşhis alan arkadaşım, paniğini anlıyorum. Çölyaklı olarak normal ve mutlu bir hayatın anahtarını veriyorum: Rahat olmak. Sen stres içinde ‘uf kimse beni anlamıyor' diye dolaşırsan kimse seni anlamaz. Negatif tavır sergileme lütfen.”

Çölyaklının Günlüğü, Glütensiz Fırın, Güneş'in şahsi gayretlerinin meyvesi. Bloğunu takip edenler kendisine acımaktan vazgeçiyor. Fırınına yolu düşenler leziz pastalar, poğaçaları tadıyor. Kendisi, ‘Pişirip kazanayım' bencilliğine de düşmemiş. Atölye açıyor, ekmek ve pasta pişirmeyi öğretiyor. Uluslararası finans eğitimi, aile şirketinde yöneticiliği mazide bırakıp mis kokuların arasına karışmasını dinleyelim: “Hayalim, dışarıda yiyemediğim her şeyin en güzelini üreten bir yer açmaktı. Öncelikle bu işin profesyonel yanını öğrenebilmek amacıyla, MSA'da restoran işletmeciliği, profesyonel pastacılık ve ekmekçilik bölümlerinde eğitim aldım.”

Unsuz fırın yok, işsiz kaldım!

Bildiğiniz üzere çölyak hastaları glüten içeren besin aldıklarında bağışıklık sistemleri, ince bağırsağa zarar verecek bir tepki veriyor. Sadece arpa, buğday, yulaf yememekle de olmuyor. Unun uçuş uçuş dolaştığı yerlerde bulunmaları da son derece zararlı. Bu bilginin sebebi Selin Güneş'in başına gelenler. İhtisas biter ama ekmek teknesi bulamaz genç şef. Çünkü unsuz fırın henüz ütopiktir. İş başa düşünce kolları sıvar. Hem fırını açar hem de eğitim için atölye kurar.

Kendisinden tavsiye bekleyenlere hiç düşünmeden, “Yanınızda her durumda atıştırmalık bulundurun.” diyor. Azıkla dolaşmak neden bu kadar önemli kulak verelim: “Bu kurala uymadığım birçok anda aç kalmışlığım çok. En fazla pastacılık stajına yeni başladığım dönemde, personel yemeği yüzünden bir süre sıkıntı yaşadım. Her yemekte ya şehriyeli pilav, ya unla terbiye edilmiş bir tencere yemeği, ya da köfte (içindeki ekmek kırıntısı da glüten kaynağı) ve makarna oluyordu.”

Neyse ki zorla da olsa kapris yapmadığını, hassasiyetin rahatsızlıktan kaynaklandığını kabul ettirir. Güzel anıları da heybesine atar tabii. Bir defasında hiç ummadığı bir yakınının buzdolabından glütensiz ekmek çıkması yeter gözyaşı dökmesine. Bir başka sefer ise arkadaşı için harika bir pasta sipariş eden müşteri duygulandırır şef Selin Güneş'i.

Blog değil danışmanlık hizmeti

Şef Selin Güneş, ücretsiz danışmalık yapıyor diyebiliriz. En çok merak edilen konulara göz attığımızda seyahatle ilgili sorular hemen göze çarpıyor. Yurtdışına çıkıp nasıl hastalanmıyorsunuz? “Kalacağım otele önceden e-mail atıp durumumu izah ediyorum ve bana glütensiz ekmek bulup bulamayacaklarını soruyorum. Olumlu cevap almama rağmen valize ekmeklerimi atıyorum.” Neyi zevkle yeriz? “En zor kaldığım anda, salata ve ızgara yiyorum. Sos olmadığı sürece sorun olmuyor. Patates kızartması da kurtarıcı. Burada önemli olan iletişim. Sakin, kararlı ve kibar bir şekilde mekânda derdinizi anlatıp seçenekleri analiz etmelisiniz. Yazın genelde balık, meze restoranlarına gitmeyi severim. Zeytinyağlı, yoğurtlu sebzeler rahatlıkla tüketilebilir. Kızarttığınız iki dilim ekmeği de çantanıza attıysanız, roka salatasıyla hem sağlıklı hem güvenli yemek yemiş olursunuz.

Hem glüten yok hem de poğaça

Selin Güneş, çölyaklının en çok hamur işini özlediğini elbette iyi biliyor. Kendisinden tarif istediğimizde tercihini de dumanı tüten, yumuşacık poğaçadan yana kullanıyor.

Karabuğdayın tam buğdayla alakası yok aman dikkat. Greçka diye de bilinen, Kuzey ülkelerinde daha çok yetişen, kuzukulağıgiller familyasından bir bitki tohumu kullanılıyor.

220 gram glütensiz un

40 gram karabuğday unu

50 gram sıvıyağ

1 yumurta

Bir çimdik tuz

100-150 ml. süt

1 paket hazır maya

Unları, maya ve tuzla harmanlayıp ortasını açın. Yumurta ve yağı ekleyin, hafifçe karıştırın. Sütü yavaş yavaş ekleyip güzelce yoğurun. Hamuru beş parçaya ayırıp, minik yuvarlaklar halinde açın. İstediğiniz iç harcı koyup kapatın. Yaklaşık 20 dakika mayalanması için oda sıcaklığında dinlendirin. Poğaçaların üstüne yumurta sarısı sürüp isteğe göre biraz çörekotu atın.

180 derece önceden ısıtılmış fırında yaklaşık 8-10 dakika pişirin.

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Sevgi Akarçeşme: Gazetecilik aynadır, ülkenin yansıması kötü diye kıramazsınız

$
0
0

Sevgi Akarçeşme, geçtiğimiz haftalar içinde Bülent Keneş'in istifasından sonra Today's Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği'ne atandı. Genç yaşı ve kadın kimliğiyle dikkat çeken Akarçeşme ile buluşup, nasıl bir gazete çıkarmak istediğini ve hedeflerini konuştuk.

Daha önce Cumhurbaşkanlığı'ndaydınız. Buradan gazeteciliğe geçiş serüveniniz nasıl oldu?

Devlet memurluğundan istifa etmem ve medyaya geçme nedenim fikirlerimi ve kendimi özgürce ifade edebileceğim bir alan olmasıydı. Yabancılar buna ‘kendini gerçekleştirmek' der. Kendini gerçekleştirme alanı olarak medyayı, haberi gördüğüm için buradayım.

Gazetecilik geçmişinizin diğer medya yöneticilerine nispeten kısa olması sizin için bir dezavantaj mı?

Medyada genel yayın yönetmenliği en zirve konum ve ben buraya göreceli olarak genç bir yaşta ve kısa bir geçmişten sonra geldim, doğrudur. Başka alanlarda tecrübem var ama medyadaki tecrübem diğer insanlara göre daha sınırlı görülebilir. Bunun aslında bir dezavantaj değil, avantaj olacağını düşünüyorum. Çünkü bazen kendi mesleğinizde çok uzun zaman kaldığınızda ve ona sürekli içeriden baktığınızda körleşebiliyorsunuz. Dışarıdan bakmak daha farklı bakış açılarını kazandırmak adına faydalı olabilir.

Türkiye'de hatta dünya basınında medya yöneticiliğinde kadın görmek pek sıradan bir durum değil. Siz, yöneticiliği kabul ettiğinizde kadınlara dair misyonu da üstlendiniz mi?

Sırf cinsiyete bağlı sebeple farklı bir misyon yüklenmesine karşıyım açıkçası. Kadın olmaktan kaynaklanan değil ama başka bir insan olmaktan kaynaklanan bakış açısı farkı olabilir. Yine de yöneticilik teklifini kabul etmede kadın olarak sorumlu hissettiğimi söyleyebilirim. Çünkü yönetici olma gibi bir hevesim hiç yoktu. Ben yazar, muhabir olarak hayatımdan memnundum, yöneticiliğin çok sevilecek bir tarafı yok, zor ve insanları mutsuz eden kararlar almanız gerekebiliyor. Ama böyle bir ihtimal ortaya çıkınca reddetmenin bütün kadınlar adına negatif bir etkisi olacağını düşündüm. Çünkü bunu reddetseydim, ki beni nisbeten daha dışa dönük, eleştirel görürler, ‘o bile kabul etmedi, bundan sonra kadınlara önermeyiz' diyebilirdi yönetim.

Yeni genel yayın yönetmeniyle ne gibi farklılıklar bekliyor Today's Zaman okurunu?

Web'de daha fazla yenilikler yapmak istiyoruz çünkü bu çağda güçlü olmak zorundasınız. Dilde bazı farklılıklar olabilir. Onun dışında ilkeler anlamında Today's Zaman'ın çizgisi değişmeyecek. Özgürlükçü, demokrat, herkes için adalet isteyen, her kesimdeki haksızlıkları gören bir yayın politikası... Zaten gazeteci olmak da böyle bir şey. Buradan çıkan bütün sesleri dünyaya duyurmak istiyoruz. Aslında Today's Zaman, Zaman Gazetesi'nin çizgisinden çok farklı bir gazete değil. Zaman da ülkenin hassasiyetlerini dile getiriyor ama bu Today's Zaman, Zaman'ın İngilizce versiyonu anlamına gelmiyor. Tercüme bir gazete değiliz. Ayrı yönetimi ve farklı yazar kadrosu, farklı muhabirleri olan bir gazeteyiz. Aynı medya grubundayız, benzer prensipleri paylaşıyoruz. Belki köklerimiz aynı ama dallarımız tamamen farklı.

Bu yönüyle Today's Zaman için Türkiye'nin dışarı açılan pencerelerinden biri de denilebilir. İçinden geçtiğimiz zor dönemleri dünyaya aktardığınızda nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Aslında medya ve gazeteler birer ayna. Buradaki görüntü aynanın kendisinden kaynaklanmaz. Yani görüntü çirkin diye aynayı kıramazsınız. Ya da ‘ayna ah ne kadar güzel gösteriyorsun' diyemezsiniz. Ülkenin yansıması da öyle. Malesef pek iyi haberler veremiyoruz Türkiye'den. Today's Zaman yeni kurulduğunda daha olumlu bir tablo vardı. Türkiye, Avrupa Birliği'ne doğru ilerliyordu. Darbe davaları vardı. Onlara karşı Today's Zaman yine demokrasiyi savundu. Aslında Today's Zaman'ın durduğu yerde o anlamda bir değişiklik yok. Dolayısıyla biz ayna görevini devam ettirmeye çalışacağız. Dünyanın çok farklı yerlerinden okurlarımız var. Birtakım yerlerin duyduğu rahatsızlık da sanırım Today's Zaman'ın çok fazla takip edilmesinden kaynaklanıyor.

Hiç ummadığımız yerlerden okuyucularımız var

Today's Zaman'ın akademik yayıncılığı öne çıkaran, makale tarafı ağır basan ya da öyle olması gereken bir gazete algısı var. Bu doğru mu?

Today's Zaman bir gazete, akademik dergi değil. Akademik camia derinlikli ilerlediği için günlük hayatın dinamizminden uzak kalıyor. Biz günlük bir gazeteyiz ve tarihe not bırakıyoruz. Dolayısıyla haberler editörlerin şahsi fikirlerine göre şekillenmiyor. Mesela anayasa görüşmelerinden bir şey çıkacağını düşünmüyorum. Ama bunu haber olarak görmek zorundayım. Bunu gazeteye koymama lüksüm yok. Gazete dediğimiz zaten bir günlüktür. Bundan kaçış yok.

Uluslararası yayıncılıkta gazetenin görünürlüğü ne durumda?

Haberlerle ilgili çok çeşitli ülkelerden geri dönüşler oluyor. Mesela Somali ile ilgili yaptığımız bir haber hiç dikkat çekmez diye düşünürken ülkedeki iç siyasî; karışıklıklardan dolayı iki gruptan tepki alıyorsunuz; bu haber niye girmiş, neden böyle yazılmış diye. Dolayısıyla hiç ummadığınız yerlerden insanlar okuyor bizi.

Duygusallık değil objektiflik önemli

Çiçeği burnunda bir genel yayın yönetmeni olarak Türkiye'de basın dilini nasıl buluyorsunuz. Today's Zaman bu anlamda nerede duruyor?

Basın dilinden genel olarak şikâyetçiyim çünkü dili evrensel standartlarla uyuşmuyor. Çok fazla ajitasyon veya propaganda var. Haberlere baktığınızda ‘Burada gerçekten topluma ayna olma işlevi var mı?' diye düşünüyorsunuz. Ama İngilizce gazetede yazdığınız zaman evrensel standartlara uymak zorundasınız. Bu anlamda bizim haberlerimiz ve başlıklarımız çok daha az duygusal, daha objektif. Olan ne ise onu verme yönünde. Bu da memnuniyet verici. Çünkü bu sizi bütün manipülasyonlardan, manşetlerinizin duygusallaşmasından ve propaganda aracı olmasından uzaklaştırıyor. Türk medyasındaki haberlerin çoğunu tercüme etseniz bizim yabancı editörlerimizden onay alamaz.

Devir değişince ‘paçavra' demeye başladılar

Türkiye'de yabancı dilde yayın yapanlara, yabancı şirketlere, yabancı irtibatlı kuruluşlara hep şüpheyle bakılır. Today's Zaman'ın da zaman zaman bu ithamlarla karşılaştığına şahit oluyoruz...

Yazdığımız hiçbir şeyde gerçeklik dışı bir şey yok. New York Times ya da Washington Post daha önceden bu hükümeti övdüğünde en büyük referans kaynağı alınıyordu. O zaman hiçbir şekilde paçavra ya da dış güçlerin maşası denmiyordu. Şimdi aynı gazeteler eleştirel olmaya başladığında altında bir komplo aranmaya başlandı. Yabancılara karşı paranoya maalesef Türkiye'nin eski alışkanlıklarından ve o eski devlet reflekslerinden kaynaklanıyor. Sevr paranoyası dediğimiz ‘dört bir tarafımız düşmanlarla çevrili, Türk'ün Türk'ten başka dostu yok' gibi söylemler hep vardı. Böyle bir toplumu kendi siyasal hedefleri için kullanmaya çalışan bir iktidar olunca da kâbus tablosuyla karşı karşıya geldik. Şu an ‘kusursuz' fırtına dedikleri bir şey yaşıyoruz aslında. Ülkeler kendi elçilikleriyle, istihbarat örgütleriyle zaten olan biteni öğreniyor. Burada siz sivil topluma, toplumlara olan biteni anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu yüzden Türkiye'de İngilizce gazete sayısı az bile.


İstanbul'u görmeden Avrupa'ya uçtular

$
0
0

Ara transfer sezonu devam ederken geçtiğimiz hafta içinde Sporting Lizbon, iki sezon önce Elazıspor'dan bedelsiz olarak ayrılan Marevin Zeegelaar'ı transfer etti. Onun transferi, Anadolu'da top koşturup yolu dört büyüklere uğramadan Avrupa'ya düşen futbolcuları akla getirdi.

Değeri 45 milyon Euro…

Ajax, fabrikasının ürünlerinden biri Marvin Zeegelaar. 2008 yılında profesyonel olan Hollandalı futbolcu, 2012-13 sezonu başında Elazığspor ile anlaşmıştı. Ancak 2013-2014 sezonunda alacaklarını tahsis edemediği için sözleşmesini tek taraflı feshederek Elazığspor'dan ayrılan 25 yaşındaki krampon, geçtiğimiz günlerde Sporting Lizbon ile 2020 yılına kadar sözleşme imzaladı. Portekiz ekibi, Zeegelaar'ın sözleşme fesih bedeline 45 milyon Euro bedel biçti.

Ya Chelsea, ya Manchester Unıted…

Profesyonel kariyeri 2008 yılında başlayan Oumar Niasse de Türkiye'de kıymeti bilinmeyenlerden. 1990 doğumlu, Senegalli beş erkek, iki kız kardeşten oluşan Müslüman bir ailenin çocuğu. Top kontrolü, hızı ve tekniği ile birçok kulübün dikkatini çeken Niasse'nin yolu 2013-2014 yaz transfer döneminde Türkiye'ye düştü.. Vatandaşı Ibrahima Sonko'nun önerisiyle, 250 bin Euro gibi komik bonservis ücreti ile Akhisar Belediyespor'un 19 numaralı formasını giydi. Bir sezonda, 12 gol 6 asistlik bir performans ortaya koyan Senegalli, 2014'ün Temmuz'unda, 5 buçuk milyon Euro karşılığında Rusya'nın köklü takımı Lokomotiv Moskova'ya satıldı. 23 maçta 13 gol, 10 asist ile Rusya'da 2015 yılının en iyi futbolcusu seçildi. 25 yaşındaki futbolcunun başarısına kayıtsız kalmayan takım ise İngiliz devi Chelsea. Hatta Oumar Niasse, geçtiğimiz haftalarda oynanan Chelsea-Watford karşılaşmasını Stamford Bridge Stadı'nın locasında izlemişti. Ayrıca Manchester United ve Tottenham'ın Niasse'yi transfer etmek istediği basına sızan haberler arasında. 1.82 metre boyundaki genç yeteneği kadrosuna katmak isteyenler ise en az 15 milyon Pound'u (65 milyon TL) gözden çıkarmak zorunda.

Anadolu'dan, Real Madrid'e direkt uçuş

Geremi Njitap, bilinen ismi ile Geremi, 1995 yılının Temmuz başında profesyonelliğe adım atar. Gençlerbirliği'nin 1997 yılında renklerine bağladığı Kamerunlu o döneme göre astronomik bir ücretle (5 milyon Euro) Avrupa devi Real Madrid'e transfer olmayı başarır. Üç sezonluk İspanya macerasında 45 lig maçına çıkan orta saha oyuncusunun CV'sinde, 2 defa Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu (Real Madrid), 2000 senesinde Kamerun Milli Takımı ile Olimpiyat Oyunları şampiyonluğu mevcut. Ayrıca 4 sezon Chelsea ve 3 sezonda Newcastle United takımlarının formalarını giydi.

18 yaşında, Manchester Cıty'ye

Geçtiğimiz yaz transfer döneminin en çok konuşulan isimlerinden biriydi, Enes Ünal. Çünkü Bursaspor altyapısından yetişip Manchester City'ye transfer olmuştu. 25 Ağustos 2013 tarihinde oynanan Galatasaray maçında Süper Lig kariyerinin ilk golünü atarak, “Türk futbol tarihinde Süper Lig'de gol atan en genç oyuncu” unvanını kazanan yetenekli futbolcu, bu tarihî; anda 16 yıl 3 ay 15 günlük idi. Bu süre zarfında hem kendi kulübünde hem de genç milli takımlar düzeyinde kendini gösteren Enes'i takip eden birileri vardı: Manchester City'nin scout ekibi. Bu süreç 26 Haziran 2015 tarihinde nihayete erdi ve 3 milyon Euro karşılığında Manchester'ın Mavi tarafının yolunu tuttu, Enes Ünal.

Manisa'dan Moskova'ya…

Caner Erkin de 4 büyüklerin formasını terletmeden, Edirne'den öte geçen bir isim. 2004 yılında profesyonelliğe ilk adımını atan 27 yaşındaki yıldız oyuncu, 2005-06 sezonunda Vestel Manisaspor'un Süper Lig'e çıkmasıyla adından sıkça söz ettirdi. Rusların köklü kulüplerinden CSKA Moskova'nın radarına takılan başarılı sol kanat oyuncusu, 2006-07 sezonunun ara transfer döneminde 4 milyon Euro'ya Moskova'nın yolunu tuttu. İki sezon içinde iki kez Rusya Kupası'nı havaya kaldıran milli oyuncu, toplam çıktığı 219 lig maçında 14 gol attı. Şu anki piyasa değeri ise 13 milyon Euro (yaklaşık 45 milyon TL).

İnsanlık için küçük, Real için büyük bir adım

$
0
0

Real Madrid'de Rafael Benitez'den boşalan teknik direktörlük görevine Zinedine Zidane getirildi. Barcelona yıllardır altyapıdan gelen hocalarla yoluna devam ederken Real ısrarla en popüler teknik adamlarla çalışmıştı. Zidane aşısı ne kadar tutar bilinmez ama Las Galacticos ekibi, bu tercihiyle büyük bir sürpriz yaptı.

Yıllardır, ‘dünyanın en iyi teknik direktörleri' diye adlandırılan isimlere takımı emanet eden Real yönetimi, bu kez farklı bir tercihle gündemde. Dünya futbol tarihinin en iyi orta saha oyuncularından biri olarak gösterilen ve Real Madrid Kulübü'nün efsaneleri arasında yer alan Fransız teknik adam Zinedine Zidane, artık Eflatun Beyazlı takımın yeni patronu. Tarihe geçen bu hamle, ‘İnsanlık için küçük, Real Madrid için büyük bir adım' olarak özetlenebilir.

Büyük başarılarla dolu futbol kariyerini Almanya'da düzenlenen 2006 Dünya Kupası Şampiyonluğu ile noktalayan Zidane, Eflatun Beyazlıların 114 yıllık tarihindeki ilk Fransız teknik adam unvanını aldı. 2014 yılında Marsilya hocası Bielsa'dan, geçtiğimiz yıl da Münih'e giderek Pep Guardiola'dan kurs gören Zidane, Real Madrid'in teknik direktörü olarak yaptığı ilk toplantıda diğer teknik adamlarla kıyaslanmasına karşı çıktı: “Kendimi kimse ile karşılaştırmıyorum. Sadece elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

Zizou'nun oyunculuğu ya da karakteri üzerinde tartışmaya gerek yok. ‘Peki, antrenörlüğü nasıl olacak?' sorusuna Barcelona örneği en güzel cevap. 2008 yılında Barcelona, altyapı takımının hocası aynı zamanda eski futbolcusu Pep Guardiola'yı, İbrahimovic, Henry, Iniesta, Messi gibi yıldızların başına getirildiği zaman da homurdanmalar işitilmiş, genç teknik adamın bilgi ve deneyiminin koca kulübe yetmeyeceği iddia edilmişti. Kuşkusuz Barcelona taraftarları o günlerde akıllarından dünyanın en ünlü teknik direktörlerini geçiriyorlardı. Fakat Barcelona Guardiola'nın görev yaptığı 4 yılda tarihinin en başarılı dönemini yaşadı.

Diğer bir konu ise gerçekleştirilen transferler. Barcelona'da bir zamanlar dünyanın parasını harcayarak ünlü ve pahalı futbolculardan kadrolar kurar, yine ünlü ve kariyer sahibi teknik adamları takımın başına getirir, ara sıra maya tutarsa başarılı olurdu. Ancak gelinen noktada Real Madrid ile bu şekilde baş edemeyeceklerini anlayan Katalanlar, 1988'de Johann Cruyff'u takımın başına getirerek uzun soluklu bir çalışma başlattı. Başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere dünyanın muhtelif ülkelerinden çocuk yaşta futbolcuları devşirerek ortaya bir altyapı efsanesi çıkardılar.

Zizou'nun teknik adamlığı nasıl olacak?

Buna karşılık, Real Madrid'in mevcut başkanı Florentino Perez'in mimarı olduğu Los Galacticos projesi ise pahalı ve popüler futbolcuların bir araya gelmesi ile oluşuyordu. Brezilyalı Ronaldo, David Beckham, Luis Figo, Roberto Carlos gibi yıldızlar buna en güzel örnek. Hatta Ronaldinho'yu çirkin olduğu için transfer etmedikleri bile söylenmişti. Çünkü Madrid ekibi için futboldaki başarı kadar pazarlama taktikleri de önemliydi. Bu nedenle onun yerine özellikle kadınların büyük beğenisini toplayacak olan David Beckham'ı tercih ettiler. Ronaldinho'yu ise en büyük rakipleri Barça'ya kaptırdılar. Lakin, Ronaldinho'nun Katalanlar'daki performansı Real yöneticilerini zor durumda bıraktı. Tıpkı Samuel Eto'o da olduğu gibi. Futbola Real Madrid altyapısında başlayan ve 3 yıl A takım kadrosunda da yer alan Kamerunlu forvet, önce tecrübe kazanması için başka takımlara kiralandı. Ardından tapusuyla beraber satıldı. McManaman, Michael Owen, David Beckham gibi milyonları arkasından sürükleyecek fizikî; cazibeye sahip olmayan Eto'o da, yeşil sahalarda büyük bir yetenekti. Nitekim o yeteneğini de Real'in ezeli rakibi Barcelona'ya transfer olduktan sonra bütün dünyaya gösterdi. Böylece, bir zamanlar adından sıkça söz ettiren Los Galacticos, son zamanlarda Barcelona'nın hamlesine karşı bir varlık gösteremedi. Son 11 yılda Barcelona'nın 7 kez La Liga şampiyonluğu bunun en açık göstergesi. Real Madrid'in sayısı ise 3.

Real-Barça rekabeti dünyada sonucu en çok merak edilen derbi. Aralarındaki rekabet ise sadece yeşil saha ile sınırlı değil. 2000'li yıllar öncesinde Real Madrid'in rakibine karşı olan ezici üstünlüğü geride kaldı. Özellikle son 10 yılda Barça'nın rekabette tartışılmaz bir üstünlüğü mevcut. Bunun da en önemli nedeni altyapıya verdiği önem. Elbette Katalanlar da yıldız futbolcu transferi yapıyor, milyonlarca Euro para harcıyor. Ancak oturttukları iskeleti kolay kolay bozmuyorlar. Özellikle de hoca tercihleri konusunda rakiplerine göre son derece mütevazılar. Başkent ekibi, Jose Mourinho, Carlo Ancelotti, Manuel Pellegrini, Rafael Benitez gibi ünlü teknik adamlardan vazgeçmezken, Katalanlar ise altyapı dışında bir takım çalıştırmayan genç isimlere yöneldiler. Ya da yardımcı hocalarla (Guardiola'nın ayrılmasının ardından takımın başına getirilen yardımcısı Tito Vilanova) yollarına devam ettiler. Eflatun-Beyazlıların yıldız hocalarla elde edemedikleri başarıyı onlar sıradan isimlerle kazandı. Real Madrid, Zinedine Zidane'a takımı emanet etmekle, bu rekabette pes ettiğini kabul etti bir anlamda. Fransız hoca Real'in başında ne kadar kalır, sezon sonunu görmeden gönderilir mi ya da Guardiola örneğinde olduğu gibi parlak bir kariyer mi elde eder? Bu soruların şu anda hiçbir önemi yok. Önemli olan Real'in Zidane'ı tercih etmesi.

Zizou'nun teknik adamlık kariyeri…

Real Madrid'in B takımı Castilla'nın da yer aldığı Segunda B Ligi, Zidane için kusursuz bir ortamı barındırıyordu. Üst kademe lig Segunda A'ya göre daha az spot ışıkları vardı ama bir alttaki Tercera gibi tamamen terk edilmiş değildi. Castilla da kadro kalitesi itibarıyla üst lige çıkmak için gerekli donanıma sahipti. Yani Castilla oyuncularını birer birer incelediğinizde ligin en güçlü takımlarından biri olduğunu anlayabiliyordunuz.

Jenerasyonun en önemli orta sahalarından olması beklenen Martin Odegaard, Castilla'daydı mesela. Ama Zidane, playoff mücadelesi vermesi ve hatta üst lige çıkması normal karşılanacak Real Madrid B takımında konulan tek hedefi de gerçekleştiremedi. Castilla, sezonu 5. sırada tamamladı ve Segunda B'de kaldı. Castilla, çıktığı 38 maçta yalnızca 58 puan toplayabildi.

İstanbul'un beton surları

$
0
0

10 bin yıl önce insanlar, henüz şehrin bir adı bile yokken bizim sonradan Yenikapı dediğimiz yere geldi.

Çok sonra, Dor şehri Megara'dan bir kolonici olan kral Byzas, Byzantion'u burada kurdu. İsa'dan sonra 4. yüzyılda imparator Constantin taş binalarıyla bir şehir inşa etti. Ve 1453'te fetih...

İslâm dünyasının en önemli kentlerinden biri olan İstanbul, asırlarca yangınlar, depremler, değişimler gördü. 1912'de başlayan 10 yıllık savaşı da atlattıktan sonra, son yüz yıl içinde daha önce hiç yaşamadığı bir değişim ve dönüşüme uğradı.

Cemil Topuzlu, Lütfi Kırdar, Adnan Menderes, Fahreddin Kerim Gökay, Haşim İşcan ve Bedrettin Dalan... Yıkılan tarihî; eserler, güzelim camiler, hanlar... Yerlerine yapılan Sovyet esintili, dar pencereli ve tek kapılı ucube binalar... Her gelen yeni erk bir öncekinin belli bir noktaya getirdiği imar planını beğenmeyip kendisininkini başlattı. Cumhuriyet kurulduğunda 670 bin olan nüfus, bugün 20 milyona yaklaştı ve son 5 yıldır günde 801 kişi artarak kalabalıklaşmaya devam ediyor. Mega şehir son 10 yılda maruz kaldığı yapılaşmaya daha önce tarihinin hiçbir döneminde tanık olmadı.

İstanbul, konumu itibarıyle şehre denizden baktığımız bir kent. Hal böyle olunca en çok sahillere yapılan binalar göze batıyor. Şehir, kara parçasının içlerine doğru büyümeye devam ederken deniz sınırı, yapıların şekil değiştirmesiyle değişime uğruyor. Manzaranın güzelliği ve varlıklı insanın manzaraya nazır hanelerde yaşamak istemesi, sahil hattındaki binaları değerli kılıyor.

İstanbul'un Marmara sahilindeki Zeytinburnu, Bakırköy ve bunlarla aynı hat üzerinde bulunan ilçeleri de birkaç yıldır büyük bir dönüşüm içinde. Her yeni gün, heyula gibi gökyüzüne uzanan yeni bir bina, şehrin içindeki insanlarla deniz arasında set gibi kurulmaya devam ediliyor. Adeta şehir, binlerce yıllık tarihi surlarından sıyrılıp yeni surlara hapsoluyor. Halkın önüne, fikirleri ve huzurları düşünülmeden, sadece rant uğruna bir bariyer gibi dikilen yapılar, kent manzarasının insanı yönlendiren ve iç dünyasını zenginleştiren inceliklerini yok ediyor, özgürlük hissini ortadan kaldırıyor.

Sadece parası olana geniş pencerelerden izleme lüksünün vaat edildiği manzara, bu binaların arkalarındaki mahallelerde yaşayanlara artık çok uzak.

Toplumun hafızası için referans kaynağıyız!

$
0
0

Aksiyon, Türkiye'nin en uzun soluklu haftalık haber dergisi. Yeni yıla yeniliklerle giren derginin yayın yönetmeni İdris Gürsoy diyor ki; “Siyasetten sinemaya, yakın tarihten sağlığa derinliği olan dosyalar ve analizlerle keyifle okunan bir muhtevaya kavuşacağız.”

Haftalık haber dergisi Aksiyon, 1994'ten bu yana yayımlanıyor. Türk matbuatının eskilerinden addedilen dergi, yeni yıla yenilenen fikirleri ve yeni yayın yönetmeni ile ‘merhaba' dedi. Aksiyon Dergisi Yayın Yönetmeni İdris Gürsoy'un başyazılarını takip edenler, söz konusu ipuçlarını yakalamışlardır. Zaten kendisi de haberin merkezine insanı alacaklarına vurgu yapıyor. Tabii bir de muhabirlerin olay yerinde yani sahada olacaklarını söylüyor. Örneği ise şöyle: “Rusya ile uçak krizi çıktığında arkadaşımız Moskova'ya hareket etmişti. Sur'daki çatışmaların en yoğun olduğu zamanda Diyarbakır'daydık. Kadınların gözünden yaşananları kamuoyuna aktardık. Bütün gazeteler Aksiyon'u takip etti. Günlerdir bir arkadaşımız Irak'ta. Bundan böyle de gündemi belirleyen dosyalarla okurun karşısına çıkacağız. Her hafta merakla beklenen bir dergi için varımızı yoğumuzu ortaya koyacağız. Çok tecrübeli arkadaşlarımız var. Her biri alanında en iyi isimler. Ağırlıklarını koyacaklar.”

İdris Gürsoy, her şeyden önce içeriği daha da zengin hale getireceklerini, bunun için de hayatın her alanına dokunacaklarını belirtiyor: “Siyasetten sinemaya, yakın tarihten sağlığa derinliği olan dosyalar ve analizlerle keyifle okunan bir muhtevaya kavuşacağız. Ahmet Turan Alkan, Savaş Genç, Mahmut Nedim Hazar, Yasin Kesen gibi alanlarında çok iyi yorumcu isimlerimiz var. Adem Güneş, kitapları yüz binlerce okura ulaşan bir yıldız. Melda Bekcan, şiir tadında üslubu ile renk katıyor. Kâğıt baskının yanında dijital medyaya ağırlık vereceğiz. Şubat ayında iPhone ve iPad uygulamalarımızla sosyal medya mecralarında aranan bir yayın olacağız.”

Time Dergisi gibi uzun soluklu olmalıyız!

Artık motto haline gelen bir söz var, ‘Size gazeteler yetmez, Aksiyon da okuyun!' Buradan mülhem peşinen soruyoruz, ‘Sevgili kariye ne vaat ediyorsunuz?' diye. Gürsoy'a göre, Türkiye gibi gündemin saat başı değiştiği bir ülkede konuları derinlikli ve ayrıntılı bir şekilde ele alacak yayın organlarına çok ihtiyaç var. Gazetelerin sayfaları son dakika haberleri ile doluyor neredeyse. Ayrıca habercilik yatırım isteyen ve pahalı bir iş olduğu için çoğu gazete buna yanaşmıyor, ajanslara bağımlı çalışıyorlar.

“Batı'daki örnekleri ile karşılaştırdığımızda iyi gazete çok az, dergi deseniz neredeyse hiç yok.” diyen Gürsoy, “Dünyada ve ülkede nelerin olup bittiğini anlayabilmek gazete okumakla, televizyon seyretmekle mümkün değil. Bu anlamda Aksiyon, büyük bir boşluğu dolduruyor. İnternette kamuoyunca bilinen hangi ismi ararsanız mutlaka Aksiyon'dan bir portre ile karşılaşırsınız. Bu anlamda toplumun bir hafızası ve araştırmacılar için referans kaynağıyız.” ifadelerini kullanıyor.

Laf arasında bir başka suali ise şöyle tevcih ediyoruz: ‘Türkiye şartlarında sizin ve muadil haftalık dergilerin gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz?' Gürsoy, Aksiyon'un 21 yaşında genç bir delikanlı; ama Türkiye'nin en uzun soluklu haftalık haber dergisi olduğunu kaydediyor. Ve tarihten birkaç misalle konunun çeperlerini genişletiyor: “Bir dönem adlarından söz ettiren Akis, Kim, Yankı gibi dergiler bugün hayatta değil. Elinde olmayan sebepler yüzünden Nokta bir yok, bir var. Haber dergisi olarak yola çıkıp magazine evrilen örnekleri de biliyorsunuz. Öte yandan Time, 1923'ten bu yana yayın hayatında. Dünyanın en itibarlı yayın organları arasında sayılıyor. Basın sektöründeki sıkıntıları haftalık dergiler de yaşıyor. Aksiyon, yükseliş ivmesini koruyarak dünyadaki emsallerinin yanına adını yazdırabilir. Bu istidadı bulunuyor. Hayali ise onları da aşmak!”

‘Gazetecilik yapmak istiyorsanız İstanbul'a gitmelisiniz'

İdris Gürsoy, 1966 Erzurum doğumlu, 1988'den beri de gazeteci. 2003'te New York'ta Amerika Zaman temsilciliği görevini deruhte eden Gürsoy'un Aksiyon macerası ise 2009'da derginin Ankara temsilcisi olmasıyla başlıyor. Onun şu cümlesi muhabirliği küçümseyip ‘yüksek makamlar'a gelmeyi hayal edenlere gelsin, “Yöneticilik görevlerimde bile muhabirlikten hiç kopmadım.” Gürsoy, haberin ana kaynakları olan hem Ankara'yı hem İstanbul'u görmüş şanslı gazetecilerden. Hali şöyle açıklıyor: “Bir arkadaşım İstanbul için, ‘Bizans', Ankara için ‘Kahpe Bizans' demişti. İyi bir gazetecinin mutlaka Ankara tecrübesi olmalı. Ege Basın Yayın'da okurken rahmetli Mehmet Ali Birand, ‘Gazetecilik yapmak istiyorsanız İstanbul'a gitmelisiniz' demişti. İki merkezin de kendine göre avantajları bulunuyor. Ancak İstanbul şehir olarak çok zor, büyük şehrin bütün problemleri var.” Meraklısına not: İdris Gürsoy aynı zamanda, Darbenin Şahitleri, 9 Subay Olayı ve Samet Kuşçu, Darbeye 100 Gün Kala gibi yakın dönem tarihine ışık tutan kitapların da yazarı.

Rekora uçtuk...

$
0
0

Uçakla seyahat eden yolcu sayısındaki artış, geçen yıl da sürdü. Son günlerini kar yağışı nedeniyle sefer iptalleri ve rötarlarla geride bıraktığımız 2015'te, bazı günler yolcu sayısında rekor artışlar yaşandı.

Başta Türk Hava Yolları (THY) olmak üzere, Pegasus, Atlasglobal, İZair, Onur Air, Anadolujet, SunExpress ve Borajet Havayolları, hizmet kalitesinin yanı sıra kampanyalı uçuşlarla da havayolu ulaşımının tercih edilmesini sağladı. Kampanyaların rekabeti artırdığını ifade eden şirket yetkilileri, bu tür organizasyonların devam edeceğini müjdesini veriyor.

Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü verilerine göre, geçen yıl yüzde 9,3 artışla 181 milyon 689 bin 522 kişi uçakla seyahat etti. İç hatlarda yüzde 14,1 artışla 97 milyon 485 bin 961, dış hatlarda da yüzde 4,4 artışla 83 milyon 869 bin 800 yolcu geçiş yaptı. Yüzde 8,2 artışla 1 milyon 456 bin 441 uçağın iniş kalkış gerçekleştirdiği havalimanlarından yüzde 5,8 artışla 3 milyon 60 bin 951 ton bagaj, kargo ve posta taşındı.

EN YOĞUN ATATÜRK HAVALİMANI

55 havalimanından 53'ü aktif şekilde kullanıldı. Aydın Çıldır ile Çanakkale Gökçeada Havalimanı'ndan yolcu geçişi olmazken, İstanbul Atatürk Havalimanı yolcu sayısında ilk sırayı aldı. Atatürk Havalimanı'ndan 61 milyon 322 bin 729, Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan 28 milyon 112 bin 438, Antalya Havalimanı'ndan yüzde -2 azalışla 27 milyon 724 bin 249, Ankara Esenboğa Havalimanı'ndan 12 milyon 326 bin 869 ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı'ndan da 12 milyon 139 bin 788 yolcu seyahat etti.

Atatürk ve Sabiha Gökçen havalimanlarında bazı günler uçuş rekoru kırıldı. Ancak yılın son haftasında yağan kar, bu kez aynı havalimanlarında uçuş iptali ve rötar rekorlarına sahne oldu. THY, 30 Aralık 2015 ile 2 Ocak 2016 arasında Atatürk Havalimanı'nda 644, Sabiha Gökçen Havalimanı'nda ise 110 seferini iptal etti. Sabiha Gökçen Havalimanı merkezli uçuş düzenleyen Pegasus Havayolları da, 250 seferini iptal etti. Atatürk Havalimanı merkezli uçuş düzenleyen Atlasglobal Havayolları ise yedek uçaklarla uçuşlarını eksiksiz düzenledi.

Ucuza uçmak istiyorsanız...

Havayolu şirket yetkilileri, bilet kampanyalarının büyük ilgi gördüğünü ifade ederek, 2016'da da ucuza uçmak isteyenlerin kampanyaları yakından takip etmesi ve uçuş planlarını geciktirmemesi uyarısında bulunuyor. Ucuz bilet satın almak için en etkin yol ise erken rezervasyon yaptırmak. Uygun uçak biletlerini yakalamak için 20 hafta öncesinden aramalara başlanması gerektiğine dikkat çeken şirket yetkilileri, son dakikaya kalınması halinde çok yüksek fiyata bilet alınmak zorunda kalınacağını dile getiriyor.

Uçuş saati konusunda esnek davranarak da uygun fiyatlarla seyahat edebilirsiniz. Havayollarının daha az tercih edilen saatleri genellikle daha uygun fiyatlıdır. Uçuş saatleri dışında, gideceğiniz havalimanı destinasyonu konusunda da esnek şekilde davranarak tasarruf edebilirsiniz. Birden fazla havayoluna sahip şehirlerin daha az tercih edilen havalimanlarına uçuşlar, genellikle yoğun havalimanlarına göre daha ucuzdur.

Bir araya gelip bir şeyler yapmak başkaldırı zannediliyor

$
0
0

Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı'nın (TÜSEV) yayınladığı 2013-2014 Sivil Toplum İzleme Raporu'na göre sivil alan giderek daralıyor. Vakıf Genel Sekreteri Başak Ersen ile raporu ve Türkiye'de dernek ve vakıfları konuştuk.

Sivil toplum kuruluşları Türkiye'de insan hakları, yardım faaliyetleri, demokrasinin gelişmesi ya da çevre bilinci gibi alanlarda büyük başarılara imza atıyor. Ancak örgütlenip taleplerini sesli dile getirmeleri durumunda ‘bölücü' muamelesine maruz bırakılıyorlar. Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı'nın (TÜSEV) yayınladığı Sivil Toplum İzleme Raporu da bu tespiti doğrular nitelikte. Rapor, Türkiye'de sivil alanın giderek daraldığı tespitini ortaya koyuyor. STK'ların yasal ve mali olarak daha rahat hareket edebilmesi için çalışan TÜSEV'in iki yıllık bir çalışmanın ardından yayınladığı raporu Vakıf Genel Sekreteri Başak Ersen ile konuştuk.

STK'lara karşı olumsuz algının devletle sınırlı olmadığını anlatan Ersen, toplumun ‘örgütlenme' kelimesine karşı mesafeli duruşuna dikkat çekiyor. Ancak bu algının haksız bir temeli yok; darbelerde ilk dernekler kapatılıyor, üyeleri tutuklanıyor... Aileler hâlâ ‘aman evladım eyleme katılma, dersinden başka şeylerle meşgul olma' uyarılarıyla çocuklarını okula gönderiyor.

Ankara ve Suruç katliamını hatırlatan Başak Ersen, “Bunları göz ardı etmememiz lazım. Aslında ne kadar sivil alanı daraltan ve barışçıl insanların başına neler gelebildiğini gösteren bir örnek. Anne-babalar şimdi bu örnekler üzerinden çocuğunun Güneydoğu için bir şey yapmasını isteyebilir mi?” diyor.

Yabancıdan gelen bağışa şüpheyle bakıyoruz

Toplumun bir türlü iyi niyetle bakamadığı konulardan biri de uluslararası fonlardan destekli dernek faaliyetleri. Oysa STK'ların çeşitli uluslararası fonlardan faydalanması gelişmiş ülkelerde çok yaygın. Başak Ersen, dışarıdan gelen yardımlara kuşkuyla bakılmasını şu sözlerle açıklıyor: “Türkiye'de zaten böyle bir kültür yok ki. ‘Ben neden gidip bir başka ülkeye destek vereyim' zihniyeti var. Baktığımızda yurtdışına yapılan bağışlar da son dönemde devlet büyüklerinin dile getirmesiyle gerçekleşiyor. Kimse kendi kendine örneğin Kenya'da filleri kurtarmak için bağış yapmıyor. Bu bakış açısı bizde olmadığı için ‘Yabancı bir insan neden gelip Türkiye'ye para veriyor, bunun arkasında kesin bir şey vardır' refleksini otomatik olarak veriyoruz.”

STK'ların başarısını görmezden gelemeyiz

Bugün yaşanan zorluklara rağmen STK'lar için toptan olumsuz konuşmak, başarılarını görmezden gelmeye neden olabilir. Zira Türkiye'de çok ses getiren ve önemli adımlar atan STK'lar var. TÜSEV'in bu kuruluşların etkisinin artması, en azından yasal ve finansal anlamda daha elverişli bir ortam oluşması için çalıştığını söyleyen Başak Ersen şöyle devam ediyor: “Devletin işine demokrasi hiçbir yerde gelmez. Gelişmiş ülkelerde de gelmez. Devletin kurulma amacı statükoyu korumaktır zaten. Bunu esnetecek, sivil alandır. O yüzden hak temelli mücadele alanının genişlemesi önemli. Öte yandan Türkiye'de mücadele alanı taşla tüfekle yapılır gibi algılanıyor. Hayır! Bizim yaptığımız da bir mücadeledir. Bireyin haklarının artması için mücadele ediyoruz. Sivil alanın dünya tarihindeki gelişimine de baktığın zaman budur. Bunu beceremeyen ülkelerin ne durumda olduğu ise ortada.”

Denetim, sindirme mekanizması gibi kullanılıyor

Sivil Toplum İzleme Raporu'nda yer alan bilgi notlarından biri de düşünce kuruluşu Freedom House'un Türkiye'yi basın ve internet özgürlüğünde kısmen özgür ülkeler arasında görmesi. Bunun anlamını ve sivil toplum örgütlerine etkisini soruyoruz Başak Ersen'e; “İfade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü... Bunlar birbirine bağlı şeyler. Türkiye, bu konuda maalesef feci şekilde sınıfta kaldı.” diyor.

Twitter'ın kapatılması gibi uygulamaları hatırlatıyor. Kapatılan web sayfalarının çokluğundan örnek veren Ersen, “Bunların da genel olarak hükümeti ve devleti eleştiren kurumlar olduğunu söylemek zor değil. Bütün bunlar sivil toplumun gelişmesine müdahaledir.” görüşünde.

Mali ve diğer yasal denetimler yoluyla cezalandırılan hatta kapatılan birçok dernek olduğu biliniyor. Bunlardan kaçının sindirme amaçlı kapatıldığının tespit edilemeyeceğini söyleyen Ersen, şöyle devam ediyor: “Sayılar önemli değil. Bir tanesini dahi böyle yapsanız sosyal etkisini bilemeyiz. Bunu izleyen toplum ve örgütler otokontrole giderek kendi özgürlüğünü zaten kısıtlıyor.”

Sivil Toplum İzleme Raporu'ndan bazı tespitler:

Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 13'ü dernek üyesi. Türkiye'de her 747 kişiye bir dernek düşüyor.

Derneklerin yüzde 1,5'i, vakıfların ise yüzde 0,5'i insan hakları ve savunuculuk alanında çalışıyor.

2008 ile 2014 yılının Mart ayı arasında yaklaşık 40 binin üzerinde web sitesine Türkiye'den erişim, mahkeme kararları ve TİB'in idari tedbir kararları ile engellendi.

Türkiye'de kamu-STK ilişkilerini geliştirmek ve denetlemekten sorumlu tek bir kamu kurumu bulunmuyor.

Türkiye, vergi teşvikleri gibi tedbirlerle sivil topluma aktarılan yerel özel kaynakları teşvik etmek yerine; çoğunlukla orantısız muhasebe uygulamalarıyla STK'ların mali yönetimini zorlaştırmaya devam ediyor.

Hepimizin dinginliğe ihtiyacı var

$
0
0

Caz müziğinin güçlü seslerinden Şenay Lambaoğlu, yeni albümü Başka Türlü Bir Şey'le sürpriz yaptı. Fark Etmeden, Sensiz Olmaz gibi efsane şarkıları yorumlayan müzisyen, Can Yücel'den Nazım Hikmet'e, Ömer Hayyam'dan Füruğ Ferruhzad'a şairlerin eserlerine yer verdi. Şarkıcı, çalışmanın kendisi için de farklı bir deneyim olduğunu söylüyor.

Siz bir caz sanatçısısınız. Ama şimdi bambaşka bir şekilde karşımıza çıktınız. Bu değişimin sebebi nedir?

Kendimi çok fazla tekrar etmek istemedim. Bir ara durak vermek istedim. O noktada ne yapalım diye düşünürken bir arayışa girdim. Ülkemizde yaşanan toplumsal ve üzücü olayların da bu arayışta büyük payı var. Öte yandan dinleyicilerle daha önce buluşmadığım farklı bir tarzda buluşmak istedim. Çünkü yaklaşık yirmi yıla dayanan bir yorumcu kimliğim var. Bunu da caz dinleyenleri dışındaki müzikseverlere sunmak istedim. Bunu da gelişigüzel bir cover albümü ile değil, içini doldurabileceğim ve bana yakışan bir albümle yapmak istedim.

Albümün adı Başka Türlü Bir Şey. Bu söz sizde neler çağrıştırıyor?

Başka Türlü Bir Şey, ‘an'daki mutsuzluğunun farkına varan herkesi tetikleyebilecek bir cümle. Bende uyandırdığı etki ise bu kadar yalnızlığa ve mutsuzluğa sürüklenen bir toplum haline gelmişken tutunabileceğim tek dalın yine içimde tutuşmaya hazır bekleyen umudun varlığı. Bu yüzdendir ki tüm bildiklerimi unutup, hatta kaybolup tekrar tanışmak istediğim şeyler ve bozmak istediğim ezberler var. Aynı iklimi bir şekilde soluduğum çok kıymetli şairlerin dilinden dökülmüş şiirleri yeni baştan okumak, müziğin içinde tekrar yorumlamak müzikal yolculuğumun içindeki en önemli duraklardan biri. Şiirlere sarılmak, şifa bulmak, yaşamın tüm olumsuzlukları içerisinde tekrar iyileşip yola devam edebilmem için kaçınılmazdı.

Böyle kült şarkıları, bilinen hallerinin dışında yorumlamak bir risktir. Bu konuda oldukça cesur davranmışsınız…

Bu şarkılar daha önce de hem sahipleri hem de başka isimler tarafından yorumlandı. İnsanların bildiği şeklinden farklı olması gerekiyordu. Bilineni tekrarlamanın bir manası yoktu. Biraz dinleyiciyi şaşırtmak istedik. Biz de şaşıralım dedik. Çünkü çalan müzisyenlerin hepsi caz kökenli müzisyenler. Bir beyin fırtınası yaptık ve ortaya böyle bir şey çıktı.

Yine de şarkıların öz kimlikleri bozulmamış ama yeni bir kıyafete bürünmüş…

Değişim, hayatın olmazsa olmazlarından. Bazı dinleyenlerden çok olumlu eleştiriler alıyorum. Bazıları da bunu yadırgıyor. Şarkıları aynı şekilde yorumlamanın bir manası yok bence. Çünkü yeni bir şey yapıyorsunuz. Ben doğru bir şekilde güzel bir iş yaptığımızı düşünüyorum.

Köklerimden kopamam

Müzikal altyapıları dahil tamamen caz dışı bir albüm yapmayı düşünmüyor musunuz?

İnsan, kökenlerinden kopabilir mi? Mesela Anadolu'nun herhangi bir yöresinden geldiğinizde gelenek, görenek ya da şivesinizden ne kadar kopabilirsiniz? Ben müziği böyle tanıdım ve sevdim. Böyle biriktirdim ve böyle geliştirdim. Zaten bu albümün en önemli özelliği kulağımızın bildiği melodileri caz ile birleştirerek bir diyalog kurabilmek. Bunu da insanları olabildiğince ürkütmeden caz müziğinin insanlara soğuk gelen elitist yaklaşımından olabildiğince uzak durmaya çalıştık. Bu albümü kesinlikle bir caz albümü olarak görmüyorum. Caz ekolünden gelen müzisyenlerin ortaklaşa yapmış olduğu bir yeni bir sound diyebiliriz aslında.

Güçlü bir yorumunuz var. Biraz piyasa işi şarkılar yapmayı hiç düşünmediniz mi?

Artık o düşünce pek işlemiyor. Günümüzde insanların ciddi bir aydınlanma yaşadığını düşünüyorum. İnsanlara suni dayatmalarla bir şey sanki talep ediliyormuş gibi algı oluşturuluyor. Ama böyle bir şey yok. Artık herkes elindeki telefonlarla yeni müzikleri takip edebiliyor. İnsanlar farklı şeylere ulaşabiliyor. Bize dayatılan müziklerin dışında çok güzel işler yapılıyor.

İleride farklı müzik tarzlarında da çalışmalar yapacak mısınız?

Etnik müziklere her zaman çok ilgim vardır. Hatta ikinci albümde iki türkü söylemiştim. O çok farklı bir konsept. Çok iyi bir çalışma gerektiriyor. Çünkü daha önce o kadar birbirinin aynısı işler yapıldı. Tekrar eden ve tüketilen şeyler yapıldı. Biraz daha durulması gerek. Şu an ben farklı bir şey yakaladığımızı düşünüyorum. Çünkü ortaya çıkan işin hem caz dinleyicisine hem de farklı müzikler dinleyenlere ulaşacağını düşünüyorum. Buna daha fazla ne katabilirim, farklı neler yapabilirimin peşindeyim.


‘Restorana değil, mutfağın büyüklüğüne bakın'

$
0
0

Gurme Mehmet Karahan'a göre yemeğe hak ettiği önemi vermiyoruz. Araba, ev, cep telefonu alırken bütün ayrıntılarını biliyoruz ama yemek mevzuunda çok da bilinçli değiliz. Karahan, “Ehil mekânlarda sizi bilen işletmeci, şef, garson ahbabınız olsun.” diyor.

Yediğimizin içtiğimizin bünyemizi etkilediğini biliyoruz. Ağırlıklı olarak etle beslenen coğrafyaların insanıyla zeytinyağı tüketenlerin aynı olmadığı muhakkak. Gurme Mehmet Karahan ise biraz esprili bir dille bunu bir adım ileriye taşıyor: “Zor anlayan, trene bakar gibi bakan insan olmamak için büyükbaş hayvanlardan yapılan kebapları, köfteleri az tüketin. Hangi hayvan türünün etlerini yiyorsanız bakışınız da o hayvan türü gibi olur. Cıvıl cıvıl, canlı insan olmak istiyorsanız kuzu eti, oğlak eti, balık yiyin.”

Karahan'ın iddiaları ‘yediğin sensin' felsefesinden ibaret değil tabii. Birçok restorana işletmeden danışmanlığa, müşteri karşılamadan menü hazırlamaya kadar hizmet veriyor. Türk mutfağıyla ilgili birikim ve tespitlerinden faydalandığımız Karahan'dan, Sultan Abdülhamid'in önüne konan 20-30 lüferin sadece kafalarını yediğinden, saray mutfağında kuru erik, vişne yaprağı, kiraz çöpünün et terbiyesinde sıklıkla kullanıldığına kadar birçok ilginç bilgi öğreniyoruz. Keyifli sohbetimiz esnasında, formüllerini devlet sırrı gibi sakladığı lezzetli tariflerden sizler için bir kırtık almayı da ihmal etmiyoruz.

Karahan, uzun yıllardır yaptığı okumalar ve denemelerle biriktirmiş gurmelik kariyerini. Öyle ki, ‘düve lime', ‘mangalda şiş köfte' gibi kendine has tarifler ve sunumlara sahip. Yemeğe hak ettiği önemi vermediğimizi düşünüyor: “Araba, ev, cep telefonu alırken bütün konfigürasyonu bilerek alıyorsunuz. Balığın en iyisini bilmeyebilirsiniz ama iyi bir balıkçınız olsun. Her türlü etten anlayamayabilirsiniz ama iyi bir kasabınız olsun. Her türlü yemekten anlayamayabilirsiniz ama mutfağında ehil mekânlarda sizi bilen işletmeci, şef, garson ahbabınız olsun.”

Mutfağında ehil demişken, Karahan'ın çalıştığı birçok böyle restoran olduğundan, bunu sosyal medyada insanlara yemek ısmarlama jestine de dönüştürmüş. ‘Şanslı konuk' ve ‘Gurmem' adlı hesapları takip ederek, bazen bir retweet'le bazen yazdığı bir yazıyı paylaşarak şık bir restoranda şanslı konuk olarak ağırlanma şansına sahip olabiliyorsunuz.

Dışarıda yemek yerken dikkat!

Gurme Mehmet Karahan, dışarıda kaliteli ve güvenilir bir şekilde yemek yemek isteyenlerin çerçeveletip asabilecekleri bir tavsiye listesi verdi:

Sirkülasyonu çok olan yerlerde yiyin çünkü ürünleri tazeleniyor. İşi zayıf olan yerler ürünleri sonraki güne devrettiği için bazen kalanları, atıkları bile ertesi günkü yemeklerde kullanan işletmeler olabiliyor.

Kebabı ve döneri olan bazı yerler kalan malzemelerini lahmacunun içine yedirebiliyor. Lahmacun hileye katkıya müsait bir ürün. Bu sebeple lahmacunu işinin erbabı olmayan yerlerde yemeyin.

Geniş mekânları tavsiye ederim. Mutfağına da iyi yer ayırdıysa bu gibi yerlere gidebilirsiniz. Kocaman salonu, avuç kadar mutfağı varsa o mutfaktan kaliteli ve temiz ürün çıkmaz.

Restoranların mutfaklarını, depolarını sorun, araştırın, görün. Yemek yiyorsunuz, sağlığınızı, keyfinizi emanet ediyorsunuz. Bunları emanet ettiği bir restoranın deposunu, mutfağını görmek, etini nereden aldığını bilmek her müşterinin hakkı. Eğer bir işletme göğsünü gere gere mutfağını, aldığı malzemeleri gösteremiyorsa oraya gitmeyin.

Şu an büyük tatlı üreticilerinin çoğu -artık şekere de razıyız- maalesef fruktoz, glukoz gibi yapay tatlar kullanıyor. Onun için imalatını bilmediğiniz yerden tatlı yemeyin. Şeker konusunda uyarıyoruz, yapaysa başlı başına bir sorun.

Birçok restoran rafine tuz ve baharatlar kullanıyor. Salatalara ayçiçeği ya da pamuk yağı gibi yağlar katılıyor. Müşteri salata sipariş verdiğinde, ‘Bu zeytinyağı mı, rafine mi, sızma mı?' diye sormalı. Bilinçli müşteri olmalı.

Açık büfeyi tavsiye etmiyoruz. O fiyatlara nitelikli ürün koyabilme şansı yok. Her pahalı kaliteli değil ama ucuza asla güvenmemeli. Açık büfe kahvaltıysa en ucuz malzemeler konuyor demektir. Onun yerine serpme, tabaklı kahvaltıları tercih edebilirsiniz. Devasa uzun büfeler varsa, fiyat da pahalı değilse korkun. Şöyle örnek verelim: 10 litreden fazla sütten ancak 1 kilo kaşar elde ediliyorken bol bol çeşitli kaşar peynirli türler koyan bir yerde de kahvaltı 20-25 liraysa, 30 liranın altında et yokken 10-15 çeşit de sosisler, salamlar varsa orada bir sıkıntıdan bahsedebiliriz.

Çiftlik balığını kesinlikle tavsiye etmiyoruz. Mevsiminde doğal balık yenmeli. İstanbul'da yaşayan bir insan için de en güzeli çinekop, sarıkanat, lüfer diye devam eden lüfergillerdir. Norveç uskumrusu da tavsiye etmiyorum, bizim palamutumuzun suyu mu çıktı? Satılan miktar onun nakliyesine denk gelmiyor. Bu kadar ucuz olması normal değil.

‘Küçük sır'lı demirhindi şerbeti

Malum, her yerde bir Osmanlıcılık furyasıdır aldı başını gidiyor. Saray mutfağının, Osmanlı yemek ve içeceklerinin ayağa düştüğünü söyleyen Mehmet Karahan, geçen günlerde önüne ‘Osmanlı çorbası' adı altında bildiğimiz paça çorbası geldiğini anlatıyor. Fırın ve tencere yemekleri, helvalar, şerbetlerle meşhur saray mutfağında en çok yanlış yayılanlardan birinin de demirhindi şerbeti olduğu iddiasında: “Beş-altı çeşit hammadde bir tülbentle poşetlenip bir kazana atılıyor, saatlerce kaynatılıyor. Bu doğru değil. Bir tür hoşaf olmuş oluyor, sonra saray şerbeti diye servis ediliyor, satılıyor.” Madem öyle, biz de ‘Nasıl yapılır bu mübarek şerbet?' demekten kendimizi alamadık. Buyurun:

Demirhindi hurmasıyla suyu bire on oranında olacak şekilde ve kısık ateşte en az iki saat kaynatın. Bir litre suya 100 gram demirhindi gibi... Demirhindileri tülbende sarıp atmak tembellik olur. Posasının da vücuda girmesi lazım. Asıl bağırsaklara faydalı kısım o zaten.

Püf noktası: Mehmet Karahan, kendi sırrını paylaşmasa da, demirhindi şerbetini güzelleştirecek bir ipucunu alıyoruz: Keçiboynuzunu küçük parçalara kırın ve onu da demirhindi ile birlikte kaynatın.

Yine bire on oranında şeker ve suyu kaynatarak bir şurup hazırlayın. Bunu yaparken bütün bir limonu ortadan ikiye bölüp göbeğine kaya tuzu gömüp şurubun içine atın ve kısık ateşte 20-30 dakika kadar kaynatın.

Bir başka tencerede ise zevke göre toz zencefil, karanfil, tarçın ve bütün karabiber gibi baharatları kaynatın. Bunu çok kısık ateşte ve 10-15 dakikayı geçmeyecek şekilde yapın. Yarım litre suda, baharatların aromasını almak için...

DM'den yürürken dikkat!

$
0
0

Sosyal medyada hiç tanımadığı insanları sinsice takip eden, tanışma teklifiyle rahatsız eden hatta müstehcen fotoğraflar gönderen kullanıcılar var. Şikâyetçi olursanız, tacizciniz hapis veya adlî; para cezası alabilir.

Kendi halinizde sosyal medyada vakit geçiriyorsunuz. Mesaj kutunuza ‘Merhaba, tanışabilir miyiz?' diye bir mesaj düşüyor. Her mesaj bu kadar usturuplu da olmuyor. Hiç tanımadığınız biri, yüz yüze gelseniz kuramayacağı cümleleri orada kurma cüretini gösteriyor. Türkiye'de 39 milyon sosyal medya kullanıcısı var. Tanışma isteğiyle başlayıp tacize varan bu tarz diyalogların istatistiğini tutmak ise bir hayli güç. Ancak araştırma şirketi PEW'in geçen yıl yaptığı ‘Çevrimiçi Taciz' temalı araştırma ipucu veriyor. 2 bin 849 internet kullanıcısı üzerinde yapılan araştırmaya göre her dört kadından biri cinsel tacize uğruyor ve sinsice takip ediliyor. Her iki kadından biri de saldırgan ifadelerle itham ediliyor. Katılımcıların yüzde 44'ü taciz eden kişiyi kullandıkları platformda engellediklerini söylerken, yüzde 22'si bu kişiye cevap verdiğini, yüzde 13'ü ise kullanıcı adını değiştirdiğini ya da hesabını sildiğini ifade ediyor. Hukukî; yollara başvuranların oranı ise yüzde 5.

Sanal taciz, kanunlarda suç olarak tanımlanan bazı fiillerin, bilişim teknolojileri kullanılarak işlenmesini ifade ediyor. Kavram, kanunlarda tanımlanmış olmasa da bu gibi durumlarda uygulanabilecek pek çok düzenleme ve yaptırım mevcut. Sosyal medya üzerinden kişileri rahatsız etme, hakarette bulunma, şantaj yapma, kişinin fotoğrafı ve bilgilerini kullanarak sahte hesap açma vb. fiiller bu kapsama giriyor.

TANIŞABİLİR MİYİZ?' SORUSU DA TACİZE GİRER

Taciz deyince akla fiziksel temas geliyor ancak avukat Tamer Kulaçoğlu, sanal ortamda gönderilen mesajların da taciz kapsamına girdiğini, bu suçu işleyenlerin ceza alacağını söylüyor. ‘Tanışabilir miyiz? Bi kere öpsem? Hepsi senin mi?' vb. söylemlerin cinsel taciz suçu olduğunu kaydeden Kulaçoğlu, Türk Ceza Kanunu'nda tanımlanan suçlardan hangisi oluşmuşsa o suça ilişkin yaptırımlar uygulandığını, şikâyet üzerine tacizcinin üç aydan iki yıla kadar hapis cezası veya adlî; para cezası alabileceğine dikkat çekiyor. Kulaçoğlu'na göre, tacize uğrayanlar buna katlanmak zorunda değil. Kişiler bu tür olaylara maruz kaldığında, cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunmalı, ilgili sitelerle iletişime geçerek kötüye kullanımı bildirmeli ve haklarını sonuna kadar aramalı.

EMSAL DAVALAR VAR

Türkiye'de bu konuda emsal davalar bulunuyor. Örneğin üniversite öğrencisi M.B., Facebook'ta dini nikâhla evlendiklerine dair söylentiler yayan eski kız arkadaşı F.E.'den 10 bin lira tazminat talep etti. Ayrıldığı kız arkadaşını, ‘müstehcen fotoğraflarını yayınlarım' diye tehdit eden E.A. hakkında 12 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. A.K.'nin kendisini terk etmesini hazmedemeyen G.Ö., sevgilisinin çıplak fotoğraflarını yayınlayınca şantaj ve hakaret suçundan sekiz yıla kadar hapsi istendi.

Bir fincan kahve bir yudum kitap

$
0
0

Bir Yudum Kitap, abone olmaları halinde kişilerin e-posta kutusuna her sabah beş dakikada okuyabilecekleri en iyi hikâye ve roman pasajlarını gönderen güzel bir internet girişimi. Amaç, insanları güne iyi başlatmak ve küçük bir pasajını gönderdikleri kitabı okuyucuya merak ettirmek.

Saat 07.30-08.00 civarı. Mesaili bir işte çalışıyorsanız büyük ihtimalle yollardasınızdır ve kafanızı çevirdiğiniz yerde ardı ardına sıralanmış araçlar, adına trafik dediğimiz şeyi meydana getiriyordur. İşe gitmiyorsanız da evdesinizdir ve bir önceki günün tıpatıp aynısı sizi bekliyordur büyük ihtimalle. Her iki durumda da size iyi gelecek, güne iyi başlamanızı sağlayacak bir şeylere kuvvetle ihtiyacınız var. İhtiyaç duyduğunuz şey mail kutunuzda mevcut olabilir! Birileri sizin için güzel bir kitabın beş dakikada okunabilecek en güzel pasajlarından birini seçip yollamıştır, kim bilir? Eğer ‘Bir Yudum Kitap' projesinden haberiniz varsa bu pekâlâ mümkün. Bir Yudum Kitap, abone olmaları halinde kişilerin e-posta kutusuna her sabah beş dakikada okuyabilecekleri en iyi hikâye ve roman pasajlarını gönderen güzel bir internet girişimi. Abonelik dediğimiz de biryudumkitap.com'a girip e-posta adresini bırakmaktan ibaret. Henüz çok yeni olan Bir Yudum Kitap'ı, girişimin kurucularından Alparslan Demir'e sorduk.

Biryudumkitap.com, bir dijital ajans olan FOLX ekibi tarafından Ekim 2015 sonunda kurulmuş. İlk pasajın kullanıcıların posta kutusuna düşme tarihi ise 1 Aralık 2015. Yaptıkları işi bir sosyal girişim olarak nitelendiren Demir, geride çok değerli bir ekip olmakla birlikte fikirlerinden öte birey birey öne çıkmayı tercih etmediklerini belirtiyor. Sitenin amacını ise şu sözlerle anlatıyor: “Her sabah bir yudum kahvenin yanında bir yudum kitap okutmak... Mesele gerçekten bu. Biz iyi markalarla çalışan iyi bir ajansız, başka kaygılar gütmemize lüzum yok. Bütün ekibimiz düzenli kitap okuyan insanlar, herkes işini severek yapıyor.” Bu arada Bir Yudum Kitap'a abone olmak ücretsiz ve hep ücretsiz kalacak.

Amacımız kitabı merak ettirip bütününü okutmak

Peki hangi kitaplardan hangi pasajları seçeceklerini neye göre belirliyorlar? Genellikle Türk edebiyatına yer vermeye çalıştıklarını belirten Demir, “Seçimlerimizde bir saplantımız yok. Zaman zaman dünya edebiyatından da izler taşıyor.” diyor.

Tiyatro da göndermişler bir seferinde ve tiyatro eserlerinin de mutlaka okunması gerektiğini düşünüyorlar. Eser seçiminin çetin bir mesele olduğunu söylüyor Demir: “İşin bütünüyle çoğu zaman Bilal Tayfur ilgileniyor, ara ara önerileri de değerlendiriyoruz ancak nihai karar yine de Bilal'in. Cuma günleri yeni çıkan kitaplardan seçmeye çalışıyoruz. Okurlarımızdan gelen önerilere kıymet veriyoruz, onları da okuyoruz.”

Şimdilik herkese aynı okuma parçası gönderiliyor. Ancak yakında Bir Yudum Kitap akıllı telefon uygulaması olarak da kullanıcılara ulaşacak. Yüksek sayılara ulaşılırsa belki kişinin okuma zevkine göre farklı pasajlar da gönderilebileceğini anlatıyor: “Şimdilik biz okurumuz adına seçiyoruz. Onlar da bundan mutlu.”

Gelelim ekibin Bir Yudum Kitap ile yapmak istediklerine. ‘Hiç okumayacağına, beş dakika da olsa okusun' dedikleri kesim de girişimin hedef kitlelerinden ama asıl amaç farklı. Demir anlatsın: “Asıl amacımız bu pasajı bir yönüyle fragman gibi sunmak ve sonrasında merak ettirip tattırdıktan sonra kitabı satın almasını sağlamak. Kitabı satın alacak ki yazar, yayınevi, editör, redaktör, çevirmen, kapak tasarımcısı, sosyal medyacısı… hepsi kazansın, daha iyi eserler ortaya çıksın. Bizim ticarî; kaygımız yok, başka işlerden ekmek yiyoruz. Ama yazarın, yayınevinin iyi satış yapması lazım ki bize daha iyi eserler sunabilsinler. Meseleye böyle bakıyoruz.”

Bütün para kitaba gidiyor diye kızan kullanıcılar!

Geri dönüşler nasıl diye merak ediyoruz. Alparslan Demir anlatıyor: “Açıldıktan sonra olumsuz yönde bir tenkit almadık açıkçası. Sadece daha fazla kitap almak durumunda bıraktığımız okurların tatlı kızgınlığı var, bütün para kitaba gidiyor diye sitem edenler vesaire.”

Açılış öncesinde popülarite ön plana çıkacak diye kesin yargıya varanlar, sürdüremez diyenler, ne zaman para isteyeceklerini soranlar olmuş. Hepsinin haksız çıktığını ifade ediyor Demir: “Demek ki memlekette güzel bir şey yapıyorsanız ya para isteyeceksiniz ya da sinsi bir mesele peşindesiniz. Başka türlüsü mümkün değil. Başladıktan sonra her gün yüzlerce teşekkür e-postası aldık ve almaya devam ediyoruz.”

Madem öyle haberin anlam ve önemine binaen kapanışı bir yazardan alıntıyla yapalım. Bir Yudum Kitap'ın da slogan cümlelerinden olsun ve Goethe söylesin: “İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemelidir.”

Yalancı su böreği

$
0
0

Durak büfelerinden kol böreklerini ucuza kapatabilirsiniz belki ama canınız su böreği istiyorsa biraz paraya kıymak gerek. Ya da kendi ellerinizle yapacaksınız.

Peki, su böreği yapan ehil elleri bulmak bile çok zorken, bunun öğrenci evi şartlarında mümkünatı var mı? Cevap: Evet, tabii azıcık zahmetle ve böreğin başına ‘yalancı' sıfatını ekleyerek…

Malzemeler:

1 geniş tava

3 adet yufka (Tavanın genişliğine göre daha az ya da çok olabilir)

2 yumurta

100 gram kadar tereyağı (dolu dolu 5 çorba kaşığı da olur)

Sıvı yağ

Su

Peynir

Maydanoz

Hazırlanışı:

Tereyağını eritin ve ılıtıp bir kabın içinde yumurtalarla birlikte çırpın. (Dikkat! Tereyağı sıcak olursa yumurtalar pişer, kötü olur.)

Bir yufkanın tamamına yumurta ve yağlı karışımı sürün.

Ardından peynir ile kıyılmış maydanozu karıştırın ve bu harcı yufkanın üzerine yayın.

Yufkayı karşılıklı iki tarafından da ortasına kadar rulo şeklinde sarın.

Oluşan çiftli ruloyu kıvırarak tavanın ortasına yerleştirin. Tavanın alacağı kadar yufkaya aynı işlemleri yaparak dizmeye devam edin.

Tava kaplandığında böreklerin üzerini çok az geçecek şekilde su doldurun ve yarım saat kadar suyu çekmelerini bekleyin. (Ocağın altını açmayın, bu aşamada ateş yok)

Sonra bir tabak ya da kapak yardımıyla tavada kalan suyu süzün ve böreği kapakta tutun.

Tavaya 1-2 kaşık kadar sıvı yağ döküp kızdırın ve böreği tekrar tavaya bırakın.

Altı kızarınca böreği yine kapakla ters-düz edip aynı işlemi üstüne de yapın. Yalancı su böreğiniz yemeye hazır.

Hadi afiyet olsun...

İstiklal Caddesi'nde şark rüzgârı esiyor

$
0
0

İstiklal Caddesi'nde komşu ülkelerden gelen müzisyenlerin sesi bugünlerde biraz daha gür çıkıyor. İranlı pek çok müzik grubuna gösterilen tezahürata karşılık, Suriyeli Arap ezgilerinin takipçileri hiç de az değil.

Avrupa'nın doğudaki son şubelerinden biri sayılan İstiklal Caddesi'nde birkaç aydan bu yana bir şark rüzgârı esiyor. Anadolu'nun sesleri yanında Romanların neşesi, Rus halk ezgileri ve Kızılderili renklerini görmeye bir nebze alışkındık; oysaki barok güllerle, rokoko kabartmalarla süslü bina gölgelerinin Doğu'nun yanık gazellerine karıştığı bu yerde, şark havası hakimiyetini günden güne hissettiriyor. Suriye'den buraya iltica eden müzisyenler de mevcut. Ancak bunların içinde İran'dan gelen müzisyenlerin yıldızı ve hayran kitlesi her geçen gün artıyor. Alakanın arttığını, caddenin başından sonuna kadar devam eden bir yürüyüşle anlayabilirsiniz. Öyle ki birkaç metre aralıklarla kulağınıza çalınan İran tınıları içinde komşudan gelen müziği tatlı tatlı dinleyen insan öbeklerine rastlayacaksınız. Muhtelif tarzlarda icra edilen parçaların ortak cazibesi ise Farsça söyleniyor olması. Öyle ya ne demiş eski şairler: Farsi şeker est!

Bozuk parayla canlı müzik

Gelenekselden modern müziğe kadar her türlü müziğin icra edildiği Cadde-i Kebir'in, farklı renklerin birbirine kaynadığı bir kazan olduğunu söylemek lazım. Birkaç metre aralıklarla pek çok dilde işitilen ezgilerin cazibesi yalnız heveskar müzisyenlerle sınırlı değil; şöhreti buradan menkul olacak yetenekli sanatçılar furyasına da kucak açmış. Cadde güzerânı da elindeki cep telefonları sayesinde bu güzel alışverişi tüm dünyayla paylaşıyor. Video paylaşım mecrasına aktarılan bu performanslar beğenildiği takdirde şöhrete giden uzun koridorun ilk kapıları açılmış demektir. Öyle ki gerek toplu gerek ferdi teşebbüslerin buradan yola çıkmaları, müzik piyasasının ezici çarklarını kırıp doğrudan dinleyicisiyle temasa geçmek anlamına geliyor. İranlı sanatçılar arasında da gelenekten günümüz müziğine kadar pek çok ismin eserleri okunuyor. İran'ın en tanınmış isimlerinden Mohammad Reza Shajarian, Mohammed Heshmati, Mohsen Namjoo, Siavash, Gogoogsh, Hayedeh, Mohsen Chavoshi, Shahram Nazeri gibi sanatçıların tınılarını duyanlar ister istemez kulak kabartıyor. Canlı sunulan İran ezgilerini, diğer tüm müzisyenler gibi cebinizde kalmış birkaç bozukluk karşılığında dinlemenin hazzı da bir başka.

Her tabakadan müzisyen

İran müziğini İstiklal'e taşıyan ilk isim siyah top sakallarıyla bir santur sanatçısıydı. Uzun süreler Galatasaray Lisesi karşısında elindeki çubuklarla telleri döven sanatçı, belgesellere bile konu oldu. ‘Santur dersleri verilir' ilanıyla sazını tüm avazıyla çalan sanatçı, son dönemlerde pek görünmüyor.

Gençlerden ve orta yaşlı sanatçılardan oluşan gruplar, kendi yaptıkları müzikleri CD olarak hazırlayıp satabiliyor. Müzisyenler arasında öğrenciler de var, hak ettiği alakayı Türkiye'de gördüğünü düşünen saz ustaları da…

Müzisyenlerin dinleyicileri de en az onlar kadar dikkat çekiyor. Gelip geçenlerin içinde yüksek sesle gruba solistlik yapanlar bile var. Turistik amaçla geldiği ülkemizde kendi ezgilerini duyup raks etmeye başlayan da mevcut. İstiklal Caddesi, tüm siyasî; komplolar ve ideolojik tabularını kendi eleğinde eleyip insanlık potasında herkesi beraberce ve barış içinde yaşamaya davet ediyor.

Rüzgâr beni Suriye'ye götür

İstiklal Caddesi'nin son dönem müdavimlerinden biri de Suriyeli sanatçılar. Bitmek bilmeyen savaş neticesinde mesleklerini icra edemeyen pek çok sanatçı gibi onlar da nefesi Türkiye'de aldı. 2 milyon kişinin içinden seçilebilmek kolay değil ama onlar, ellerindeki altın bilezik sayesinde göz önüne çıkmayı başardı. Doğu'dan gelen efsunlu ezgileri buraya yani Anadolu'ya üflemeye devam ediyorlar. Bunlar içinden en meşhuru ‘Domsek' adlı Şamlı fasıl grubu. Altı kişiden müteşekkil saz heyeti içinde kanun, gitar, def, akordeon, kajon, keman bulunuyor. Zaman zaman söyledikleri şarkılarla gurbetin acı tecrübesini de anlatıyorlar: “Rüzgâr üzerime hafifçe esti, Ah rüzgâr beni onlara götür. Yüreğim tedirgin, bu gurbette büyümekten. Vatanım beni tanımıyor. Beni al götür, al götür memleketime, Suriye'ye...”

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live