Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Bir yanım gece, bir yanım gündüz!

$
0
0

Her bir mekanın 24 saat boyunca çektiği bin 500 fotoğrafını harmanlayan fotoğraf sanatçısı Stephen Wilkes hızla akıp giden hayatı tek bir karede topladı.

İşte o fotoğraflar:


Nükleer felaketin ardından Fukushima

$
0
0

Japonya'da meydana gelen deprem ve ardından yaşanan nükleer felaketin sonrasında, adeta terk edilen Fukushima'dan dehşet verici görüntüler geliyor.

Daha önce 1986 yılındaki Çernobil nükleer felaket bölgesini de görüntüleyen Polonyalı fotoğrafçı Arkadiusz Podniesinski, kendi gözleriyle görmek üzere Fukushima nükleer felaketinin olduğu bölgeyi ziyaret etti. Yaklaşık 20 kilometrelik patlama bölgesini gezmek için izin alan fotoğrafçı dehşet verici manzarayla karşılaştı.

Podniesinski, nükleer santraldeki patlamanın sorumlusunun deprem ya da tsunami olmadığını, buna insanların neden olduğunu ifade ediyor.

İşte Fukushima tüyler ürperten kareler:

‘Vur, kır, parçala; bu maçı kazan'

$
0
0

Onlar, futbolun estetiğini, sertliğin vücut bulmuş halleriyle akamete uğratırlardı hep. Yakalarına da ‘cengâver, gladyatör veya mangal yürekli' payeleri iliştirilirdi. Sevenleri de çoktu, nefret edenleri de. Aydın'da top yerine kafaya atılan tekmeyle yeniden hatırlandılar. Yeşil sahaların hırçın çocukları, futbol hayatları boyunca uslanmadı.

Aydın'da oynanan bir amatör futbol karşılaşmasında Nazilli Sanayisporlu Mehmet Değirmenci isimli futbolcu, faul yapıp yere düşürdüğü rakibi Dallıcasporlu Kayhan Karakaş'ın suratına, kırmızı kart görmesine sebep olduğu için tekme attı. Olay, gazete ve televizyonlarda duyulup büyüyünce, kulübü Değirmenci ile yollarını ayırdı. İş büsbütün çıkmaza girmeden de söz konusu kulüp yönetimi, bir çiçekle Dallıcaspor'a giderek Kayhan'dan özür diledi. Ancak iki yıl futboldan men cezası aldı. Konu artık adli yargıda.

Bire bir benzemese de tarihte de bu türde vakalara rastlamak mümkün. Rekabet turnusolünde sınıfta kalanlara çoğu zaman payeler verilir, attığı tekmeler ayakta alkışlanırdı. Sertlikleri sebebiyle Galatasaray'da Bülent Korkmaz ‘Cengâver', Beşiktaş'ta Recep Çetin ‘Takoz' diye anılırdı. ‘Top geçer, adam geçmez.' asilliği (!) iliştirilmişti yakalarına bir de. Yine Siyah-Beyazlılarda Alpay Özalan, karşılaştıkları her derbide Galatasaray'ın efsanesi Hakan Şükür'ü tutmakla mükellefti. Sanki göreviymiş gibi, mütemadiyen Türk futbolunun kralının burnunu kırmakla ün yapmıştı. Şükür, Galatasaray-Beşiktaş derbileri sonrası hastaneye kaldırılır, ardından Özalan ziyaretine giderdi.

İzleyenin nefesini kesen Galatasaraylı Okan Buruk'un sakatlık olayı, Türk futbol tarihinin gri tabloları arasında. Trabzonspor'la oynanan Türkiye Kupası yarı finalinin ilkinde Soner'in sert müdahalesi sonrası bacağı kırılmış, genç olması sebebiyle çabuk sahalara dönmüştü.

‘Kasap' diye adlandırılanlar her dönem vardı. Anneler ve babalar, çocukları onlarla ikili mücadeleden kurtulunca ‘oh' çekerdi. Samsunsporlu Vural'ın, Metin Diyadin'in ayağını kırması tecrübeli ismi tam 216 gün futbola hasret bırakmıştı. İstanbul'un kaptanı Güven Kocabal'ın Fenerbahçeli Mustafa Doğan'ın darbesiyle ayağının kırılması herkesi üzmüştü. Bir sezon sonra Galatasaraylı Mehmet Yozgatlı, 24 yaşındaki yeteneğin hayatını aynı bölgesinde bir kez daha karartmıştı. Kocabal üstüne bir de omuriliğinden sakatlanmasına rağmen futbola dönmeyi başarmıştı. Fenerbahçeli Uche, Beşiktaş derbisinde kendi kalecileri Murat'ın altında kalarak bacağını üç yerden kırmıştı.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Rakibe korku salanlar arasında, Fabio Bilica, Samuel Johnson, Servet Çetin, Antonio Carlos Zago (Terminator), Ayman Abdelaziz, İsmail Güldüren, Egemen Korkmaz, Ali Eren, Hasan Şaş, Kemalettin Şentürk, Felipe Melo gibi sertlik dehaları vardı. Belki birçoğunda kasıt yoktu. Hiçbiri de Aydın'da yaşanan örneğe benzemiyordu. Ancak yeşil sahaya çıktıklarında masum hallerini soyunma odasında bırakıyor, futbolun bütün güzel manzarasını altüst ederek rakiplerine hüzünlü ve meşakkatli gelecek yaşatıyorlardı. Uzun bir tedavi dönemi başlatıyor, meslektaşlarını sükût zinciriyle prangaya vuruyorlardı.

'Bu dönem kesinlikle bir sivil diktadır!'

$
0
0

Ataol Behramoğlu, sanat hayatında ellinci yılını geride bıraktı. Bu dönemin kesinlikle bir sivil dikta olduğunu belirten usta şair, “AKP iktidara geldikten hemen sonra bu teşhisi yapmıştım, yanılmadım!” diyor.

1965'te yayımladığınız ilk şiir kitabınız ‘Bir Ermeni General'den bu zamana 50 yıl geçti. Ve birçok edebî; türde eser verdiniz. O meşhur mısranızdan mülhem sorayım: Yazdıklarınızdan öğrendiğiniz ne var?

Yazma sürecimde öğrendiklerim çok önemli. Somut bir örnek vereyim. Geçen yazdan beri ‘Foça Dörtlükleri' diye şiir toplamına çalışıyorum. Büyükada'nın dışında yazları Foça'da geçiriyorum. Etkileyici bir balıkçı kasabası hâlâ. Tabii yazarken öğrenmeye de çalışıyorum. Foça ile ilgili neler var gibi. Bu, işin pratik yanı. Mesela Mustafa Suphi Destanı'na çalışırken; bütün I. Dünya ve Kurtuluş savaşları üzerine büyük bir okuma yapmıştım. Lenin kitaplığında Türkiye yakın tarihine ne varsa okudum. Ve çok şey öğrendim doğrusu. Epik çalışmalar için ‘öğrenmek' şart. Ama lirik çalışmalarda, duygusal eğitim akla geliyor.

“Necip Fazıl'ın Tabut ile Ömer Bedrettin Uşaklı'nın ‘Aşıkım Dağlara Kurulu Tahtım' şiirlerinden çok etkilendim.” diyorsunuz. Hangi ses çarptı sizi?

Necip Fazıl'ın o şiirini okuduğumda on yaşımdaydım. Ölen kardeşime ithafla yayımlanmış bir şiirdi. Ve beni çok vurmuştu: “Tahtadan yapılmış bir uzun kutu/ Baş tarafı geniş ayak ucu dar/ Çakanlar bilir ki bu boş tabutu/ Yarın kendileri dolduracaklar.” Çok güçlü bir ses. Necip Fazıl'ın bana göre en önemli şiirleri Otel Odaları, Kaldırımlar, Örümcek Ağları gibi şiirleridir. Ömer Bedrettin'de de hece vezni beni etkilemiştir. Bizim şiirimizde lirizm esastır. Bütün halk şiiri bunun üzerine kurulmuştur. Lirizm, şiirin omurgasıdır.

‘Bir Gün Mutlaka' toplumcu şiirin manifestosu addedildi. ‘Bu evler hüzünlendiriyor beni/ Bu derme çatma dünya.' Buradaki duyguyu bugüne getirsek; çok şey değişir mi?

Şu an her şey daha beter! İnsan, şu dünyada, şu ülkede pek de insana yakışır bir durumda değil. İnsandan daha da uzaklaşmış, gökdelenlerin çevrelediği bir dünya var artık!

1969'da İsmet Özel ile karşılıklı ‘Yıkılma Sakın' şiirlerini kaleme alıyorsunuz. Hangi duygular yazdırdı bunu size?

Şöyle sanılır: Ben o şiiri İsmet için yazdım, o da benim için. Doğrusu şudur: Ben Malazgirt'te yedek subaylığımı yaparken; bir ara Ağrı Askerî; Cezaevi'nde kaldım. Üstüme itaatsizlikten dolayı. Ama asıl sebep sosyalist olmamdı. Trabzon'da askerliğimi yaparken; terhisime altı ay kala Malazgirt'e gönderilmemdeki neden siyasetti. İsmet de Muş'ta askerdi, Yılmaz Güney'le birlikte. İlk olarak ben cezaevinde başladım ‘Yıkılma Sakın'a ki kendimle hesaplaşmamdır. Cezam devam ederken Muş'tan Zülküf Şahin diye ortak bir arkadaşımız geldi. Onunla ben İsmet'e yazdığım şiiri gönderdim. Ona da bir ‘merhaba' idi. Çok kısa bir süre sonra İsmet'ten de bana ‘Yıkılma Sakın' geldi ki olağanüstü bir şiirdir. İsmet'le arkadaşlığımız iki şairin, şiir temelinde, duygusunda buluşmasıdır. Birbirimize derin saygımız vardır.

HAYATIM DEVRİMCİ BİR DURUŞTUR

Kurucusu olduğunuz ‘Barış Derneği' 12 Eylül sonrası kapatılıyor. 1982'de de tutuklanıyorsunuz. Bugün de Can Dündar, Hidayet Karaca gibi ‘tutuklu gazeteciler' var. Ne düşünüyorsunuz?

Türkiye, hiçbir zaman demokrasinin egemen olduğu bir ülke olmadı. Hataları olmakla birlikte ancak 27 Mayıs sonrasındaki kısa bir süre özgürlük oldu. 1965'te o da bitti. Zaten arkasından 12 Mart geldi, 12 Eylül geldi falan. Bir de 70'li yıllarda Ecevit iktidarında nefes alınır gibi oldu.

Peki, bütün hayatınız devrimci bir duruş üzerine mi, darbeci bir bekleyiş üzerine mi geçti?

Hayatım devrimci bir duruştur. Darbe de bazen devrimin içinde olur. Yani devrim, darbelerle de yürüyebilir. Ben mücadele adamıyım, dolayısıyla bekleyiş hiç olmaz.

Herhangi bir askerî; müdahaleyi olumluyor musunuz?

Hiç o anlama gelmez. Tarihsel koşullar ne durumdadır, ona bakmak lazım. Faşist Salazar'ı deviren 1974 Portekiz askerî; darbesi kötü müdür? 27 Mayıs bütün hatalarına rağmen, yani idamların olması ki o zaman lise öğrencisiydim, çok üzülmüştüm, Türkiye'yi demokrasiye taşımıştır. Bana göre 1960 darbesi olmasaydı Türkiye kesin olarak ikiye ayrılmıştı, korkunç bir dönemdi. Sivil diktaya doğru gidiliyordu.

Bugün ‘sivil dikta'dan yüksek sesle söz edebilir miyiz?

Bu dönem kesinlikle bir sivil diktadır. AKP iktidara geldikten hemen sonra bu teşhisi yapmıştım. Tayyip Erdoğan'ı belediye başkanlığına aday olduğu ilk dönemlerde televizyonda görmüş ve ürkütücü bir kişilik olduğunu düşünmüştüm. Son derece kendinden emin, nobran, kibirli, sevgisiz ve söylediklerinde tutarsız.

Rus uçağının düşürülmesi tesadüf değil

Türkiye'de demokrasi neden rayına oturmuyor bir türlü?

200 yıllık demokrasi mücadele tarihi hem çok yenidir hem de ciddî; kesintilere uğramıştır, uğratılmıştır. Neden? Çünkü Türkiye jeopolitik konumu bakımından her zaman emperyalizmin etki alanında bir ülke olmuştur. Dolayısıyla emperyalizm, hiçbir zaman Türkiye'nin ayakları üstünde durup yükselmesini istememiştir. Kendi güdümünde tutmak istemiştir. Tabii üzerimize Osmanlı'nın mirası da yıkılmıştır. Ermeni meselesi gibi… Bu sıkıntılı dönemde işbirlikçiler de devreye girer. Mesela Rus uçağının düşürülmesi tesadüfî; değildir. Rusya-Çin ve Amerika arasında bir kamplaşma dönemi başlayacak, Türkiye de Amerika'nın kuyruğuna takılacak gibi duruyor.

Ege'nin bütün körfezlerinde denize girdim

Türkiye'yi otostopla gezdiğiniz söyleniyor, doğru mu?

1960'ta Bursa'dan tek başıma yola çıktım. Hedefim şuydu: Ege'nin bütün körfezlerinde denize girmekti ve girdim. Tren istasyonlarında yattım. Bazen yürüyerek, bazen otostopla bir ay sürdü bu yolculuğum. Şu ilginçtir: Bodrum ve Datça'nın yol ayrımı vardır. Yazı tura attım o esnada, Datça çıktı (Gülüyor). Bir otobüsün üstünde seyahat ettim. O gece Datça'dan dilsiz bir tekneci de Bodrum'a gidecekti. Ona bindim, fırtınalı bir gecenin ardından sabaha karşı Bodrum Kalesi'ni gördüm. Bizim aydınlarımızla yollarımız orada da ayrılmış. Herkes karayoluyla Bodrum'a giderken; ben denizyoluyla gittim. (Gülüyor.)

Müzisyen Haluk Çetin'le şiir-müzik dinletisi fikri nasıl ortaya çıktı, ki bu işin öncülerindensiniz yanılmıyorsam…

Bizim işimizin biricik temsilcisiyim. Bu konuda ilk adımı Almanya'da attım. Bazen bir saat falan şiir okurdum. ‘Aralarda şarkılar olsun.' dedim. Yanlış anlaşılma olmasın. Şiir okunurken; arka fondaki müzikten bahsetmiyorum. Şiirin zaten kendi müziği var, tersine bozar. Ya da saçma sapan sözleri müzik eşliğinde söylersen bu da aldatmadır. Şiirler ve şarkı örgüsü benim bulduğum bir şey oldu. Benim şiirlerimden şarkılar yapılması fikri de Haluk'undur. Yirmi sene oldu bu birliktelik.

Yasak kalksa da izleri silinmiyor

$
0
0

Silvan'ın Tekel, Mescit ve Konak mahallelerinde yasak kalktığı halde tedirginlik had safhada. Yakınlarını kaybeden aileler, hem acılarını yaşıyor hem de eski günlere dönme korkusunu. Bir kısmı göç etmiş, kalan ailelerin her birinde ise ayrı bir acı hikâye saklı.

Diyarbakır'ın Silvan ilçesinde 12 gün süren sokağa çıkma yasağının üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Yasak kalktıktan sonra bölgede hayatın normale dönüp dönmediğini görmek için Silvan'ın Tekel, Mescit ve Konak mahallelerine doğru ilerliyoruz. Yasak kalksa da mahallenin girişleri güvenlik güçleri tarafından kontrol altında tutuluyor. Etrafta sessizlik hâkim. Evlerin aldığı hal karşısında dehşete düşmemek ise imkânsız. Büyük bir çoğunluğu harabeye dönen evlerde oturacak insan da kalmamış. MAZLUMDER'in raporunda belirttiğine göre, Silvan'dan 25 bin kişi göç etmiş. Kimi evlerde yer yer tadilata başlansa da çoğu kullanılmaz halde. İnsanlarla konuşmak istiyoruz ama tedirginlik hâkim. Gazeteci olduğumuzu anlayan 70'li yaşlarda bir vatandaş içinde biriktirdiklerini boşaltmak istercesine usul usul yanaşarak konuşmaya başlıyor.

Reşit Münir, sokağa çıkma yasağını bir alt mahalledeki evinde ailesiyle birlikte geçirmiş. Eşi, yasak esnasında patlayan bombadan korkarak felç geçirmiş. Bizi evinin bulunduğu yere götürüyor. Yürürken eşinin hastanede tedavi altında olduğunu öğreniyoruz. Evinin duvarları, mahalledeki her ev gibi çatışmadan nasibini almış. Örgütten iki gencin evine girdiğinden bahsediyor. Gençlere, bahçesine girmelerini istemediğini, aksi halde onlar yüzünden polisin hedefi haline geldiklerini söylemiş. Yasak sonrasında mahallelerinden komşularının göçmesi sebebiyle bir başına kaldıklarını anlatan Münir, “Hayretler içinde kaldık. Oğlumun dengesi bozuldu. Benim başıma geldi ama başka kimsenin başına gelmesin. Anam yatalak, eşim yatalak oğlum da dengesiz. Ne yapacağımı bilmiyorum. Allah hepimizi ıslah etsin, devletimi muhafaza etsin. Bir barış versin. Türk olsun, Kürt olsun hepsi aynıdır.” diyor.

‘İki ateş arasında kaldık'

Sokakta genç yaşta insanlar bir anda çevremizi sarıyor. Bir devlet yetkilisine derdini anlatır gibi anlatmaya başlıyorlar. Hastaneyi gösteriyor bir tanesi, “Burası karargâh olarak kullanıldı.” diyor. Hastanenin duvarları ve pencereleri de evler gibi kurşun izleriyle dolu. Gençlere, olayların nasıl bu raddeye vardığını soruyoruz. Konuşurken sözlerinin duyulmasından endişe eden biri, “İki tarafın da suçu var.” diyerek başlıyor anlatmaya: “Arkadaşlarımız, akrabalarımız öldürüldü. İki ateş arasında kaldık. Konuşamıyorsun, hangi taraftan konuşsan suçlu oluyorsun. Biz topraklarımızı seviyoruz, bırakıp gidemiyoruz. Bizim çocukluğumuzu, gençliğimizi bitirdiler. Hatıralarımızı bitirdiler.”

Mahalle sakinleriyle birlikte ilerliyoruz. Bize çatışma esnasında insanların vurulduğu yerleri gösteriyorlar. Gençlerden biri, Roman bir vatandaşın evinin önüne götürüyor bizi. Kapının önünü göstererek, “Burada vuruldu.” diyor. Anlatılana göre halası da Roman vatandaşın cesedini evine taşımak isterken vurulmuş. Hala ve yeğenin cesetlerinin üst üste saatlerce yerde kaldığından bahsediyorlar.

Çocuğumun cenazesi üç gün yerde kaldı

Yakup Simba adında bir gencin, kapısının önünde vurulduğunu söylüyor mahalle sakinleri. Bir evin kapısını göstererek ‘ailesi burada' diyorlar. Kapıyı çalarak girdiğimiz bahçede dört kadın karşılıyor bizi. Oğlunu kaybedenin kim olduğunu anlamak hiç zor değil. Zira anne Nazife Simba, biz daha sormadan ağlayarak başlıyor anlatmaya. Türkçe bilmediği için konuşmalarına kızı çevirmenlik yapsa da hal dilinden neler yaşadığını anlamak mümkün. Anne Simba, sokağa çıkma yasağı boyunca evde olduklarını söylüyor: “12 gün boyunca evdeydik, su yoktu, elektrik yoktu, kimse bize yardım etmiyordu. Çoğu insanın evi yakıldı. Çatışma içinde çocuklarımızın psikolojileri bozuldu. Elektrik olmadığı için soba yakmıştık, az kalsın ev yanıyordu. Gece yarısı zehirlenme oldu.”

Oğlu Yakup Simba (27)'nın yasağın kalkmasına iki gün kala kapıya çıktığında vurulduğundan bahsediyor. Cenazenin kanlar içinde yerde kaldığını ama korkudan kimsenin kaldırmaya cesaret edemediğini anlatan acılı anne, “Cenaze gözümüzün önünde kanlar içinde olduğu halde bakıyorduk ama çekemiyorduk. Kolunu uzatanı da vuruyorlardı. 3-4 gün boyunca ortada kaldı.” diyor. “Zaten bu mahalle fakirlerin mahallesi olduğu için kimse bize yardıma da gelmiyordu.” diyen Simba, şöyle devam ediyor: “Çocuklarımı fakirlikten dolayı polislerin ev işlerini yaparak büyüttüm, sırf siyasete girmesin, öldürülmesinler diye. Kendi emeğimle çocuklarımı büyüttüm. Bundan sonra devletten beklentim yok, yeter ki çocuklarımı öldürmesin.”

Bölgede yasak kalksa da mahalle sakinlerinin hayatlarının neden normale dönemediğini soruyoruz. Diyarbakır'daki olayların Silvan'a sıçramasından korktuklarını söylüyor Simba. Yaşadıklarını unutmanın kolay olmadığını ama maddî; durumları kötü olduğu için de mahalleden taşınamadıklarını anlatıyor.

Rüyalarımızda çocuklarımızın öldürüldüğünü görüyoruz

Remziye Sarılı, evinde yalnız yaşıyor. Bize evinin odalarını tek tek dolaştırarak kurşun izlerini gösteriyor. Neden bırakıp gitmedin diye sorduğumuzda, “Yıllardır beraber komşuluk yaptığımız, birlikte yaşadığımız insanları bırakıp gidemedim. Evim merkezi bir yer olduğu için yaşlı insanlar, alışverişe gidenler kurşunlara hedef olduğunda bahçeme sığınsınlar istedim, terk edemedim evimi. Psikolojimiz tümden bozuldu. Ne yemek yiyebiliyoruz ne yatabiliyoruz, şoklardayız. Her gece rüyamızda çocuklarımızın öldürüldüğünü görüyoruz. Bunlar niye başımıza geldi?” diyor.

Daha fazla ısrar etmeyin, Kovuldunuz!

$
0
0

Kısa ve net cümlelerle tribünlere oynuyor. Kibirli konuşmaları ve ilginç saç stiliyle bir televizyon figürü. Aynı zamanda milyarder bir emlak kralı. Hanımlar, beyler, karşımızda Amerikan siyasetinin yeni aktörü Donald Trump.

Salonda kopan çığlıklar, sallanan pankartlardan beliren bir heyecan dalgası… Amerikan bayraklarıyla donatılmış sahne önünde coşkuyla tezahürat yapan bir kalabalık var. Kürsüde, başına sarı peruk iliştirmiş gibi duran, kendinden emin tavır ve keskin el hareketleriyle dikkat çeken bir emlak milyarderi….

Hararetli hitabeti içinde zaman zaman hakaret içeren kelime ve imaları seçmek hiç de güç değil. Siyasetin denge ve itidal gerektiren dilinden hayli uzak bir mizacı olduğu gün gibi açık. Zira onun zorlama izahatlar ile kaybedecek zamanı yok. Bir elini kürsü üzerine koyup diğer eliyle tahakküm gestleri fırlatan bu adamın anlattıkları ne siyaseten ne ahlâken kabul edilebilir. Fakat kalabalıklar, adeta bir rock yıldızı izler gibi hallerinden ziyadesiyle memnun. Belki de kalabalığın tek tek söyleyemediği bir şeyi o, lafını esirgemeden ve pervasızca söyleyebildiği için bu kadar taraftar buluyor. Konuşmalarında dinleyicilerin kendisi için yapılan tezahüratı ve günden güne artan desteği selamladıktan sonra meseleyi siyasetin best-seller meselelerine getirmeyi biliyor. Mevzu, elbette Amerika'daki yasa dışı göç ve Müslümanlar: “Meksika sınırına muazzam bir duvar yapacağım!” Kalabalığın tezahüratı artıyor: “…Ve sizi temin ederim hiç kimse benim gibi duvar yapmayı beceremez.” Bu kelimeleri sarf eden kişi, muazzam inşaat projeleri, lüks oteller ve AVM zinciri sahibi olan Donald Trump.

Çarpıcı demeçleri ve ilginç tavırlarıyla son dönemin popüler isimleri arasına giren Trump, bulunduğu her ortamda dikkatleri kendine çekmeyi başarıyor. Trump, önümüzdeki yıl yapılacak Amerikan başkanlık seçimleri için yarışacak.

You're Fired!*

Trump'ın iyi bir müteahhit zihnine sahip olduğunu bir kenara not etmeli ama inşaat sektöründe gösterdiği maharetleri onu siyaset arenasında ne kadar başarılı kılacak bilinmez. Donald Trump, Amerikan siyasetinin ve dolayısıyla dünya, politik arenasının yeni aktör adaylarından. Siyaset sahnesinde her ne kadar yeni de olsa, ekran karşısında bir hayli iddialı ve uzun soluklu bir tecrübeye sahip. Onu bütün dünya, başrolünü üstlendiği ‘The Apprentice' adlı televizyon programından tanıyor. İtici ve aşağılayıcı tavrı ve muhataplarını ‘*Kovuldun!' diyerek toplantı odasından çıkarması bu programın rağbet gören tarafıydı. Ancak Trump, verdiği mali destek bir kenara, uzaktan temas halinde bulunduğu siyaset ortamında hiçbir zaman bugün olduğu kadar belirgin bir rol almadı. Hatırlatmakta fayda var: Trump, Barack Obama'nın ilk defa seçildiği başkanlık yarışında ve geçen dönemde Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney'i de aynı şekilde desteklemiş, doğrudan olmasa da siyasi temayülünü aşikar etmişti.

Trump, önümüzdeki sene yapılacak Amerikan başkanlık yarışlarında ben de varım diyerek geçtiğimiz haziran ayında meydanlara indi. Fakat sivri dili de çok geçmeden kendini belli etti. Televizyon ekranında takındığı tavrı siyasi arenaya da yansıyınca, ilk tepki Amerikan kamuoyundan geldi. Trump'ın, özellikle terör saldırıları ve yasa dışı göç hakkında sarf ettiği beyanatlar parmak ısırtacak türden. Mesela, ülkedeki Müslümanların kendilerini belli edecek bir rozet takması gerektiğini, Meksikalıların uyuşturucu sattığı, tecavüzcü olduğu ve devamlı suç işlediğini, Amerikalı liderlerin çoğunun ‘aptal' olduğunu her fırsatta söylemekten çekinmiyor.

Onu bu kadar popüler yapan şeylerin başında, karakteri olduğu kadar dünya siyasetindeki hadiselerin kendi ekmeğine yağ sürüyor olması geliyor. Ucuz siyasetle büyük kalabalıkları tavlayan Trump, henüz seçilmedi ama istediği reklamı yapmayı başardı.

İnişli çıkışlı bir kariyer

Aslında her Amerikalı gibi o da bir göçmen çocuğu. Dedesi 19. yüzyıl sonunda Almanya'dan New York'a göçen Trump'ın şaşaalı serüveni 1970'li yıllara kadar uzanıyor. Babasının inşaat firmasında iş hayatına giren sivri dilli CEO, bilhassa Amerika'nın en gözde yerlerine yaptığı projeleriyle tanınıyor. 69 yaşındaki şöhretin, başarıya giden yolları yazdığı on adet kitabı da mevcut. Konuşmalarında ara ara kitaplarına da atıfta bulunuyor. İnişli çıkışlı kariyerindeki, keskin ve cesur kararlara son senelerde kazandığı televizyon şöhretini de katarsak, siyaset gibi zorlu bir lige niçin girdiğini de anlamış olacağız. Mesela Trump, New York'ta atıldığı siyasete ilk olarak şu kartı çekmekte tereddüt göstermedi: “I will be the greatest jobs president that God ever created. “İstihdam sağlamada tanrının şimdiye dek gönderdiği en kudretli başkan olacağım.” Kendinden bu tarz keskin ifadelerle bahseden adamın, kendisini aynı şiddette tenkit eden gazetecilere haliyle pek tahammül göstermediğini de eklemek gerekiyor. Hatta Trump, geçtiğimiz aylarda muhalif fikirli ve engelli bir gazetecinin taklidini yapmaktan çekinmemişti.

Şimdilik ciddiye alan yok ama…

Trump, en çok Müslümanlar aleyhine sarf ettiği ayrımcı açıklamalarıyla gündeme gelmiş ve ülke sınırlarının Müslümanlar için kapanmasını teklif etmişti. İslamiyet'i hedef alan diğer açıklamalarından sonra, Trump'ın yatırımlarının olduğu ve aralarında Türkiye gibi Müslüman ağırlıklı nüfusun yaşadığı ülkelerde ‘demokratik bir halk tepkisinin' görülmemesi de kayda değer gelişmeler arasında. Başta İngiliz Avam Kamarası vekilleri, Avrupa Birliği Parlamentosu'na üye bazı vekiller Trump'ın sözlerine karşı beyanatlarda bulunmuş hatta ünlü belgeselci Michael Moore, Trump otellerinin birinin önüne giderek “Hepimiz Müslüman'ız” pankartı taşımıştı. Başta kendi partisi olmak üzere Trump, pek çok kimse tarafından ciddi bir aday olarak görülmüyor. Ne var ki, yükselen reytingler ve olumsuz hadiseler cereyanında topladığı puanlarla, Donald Trump'ı ucuz siyasetin de CEO'su olmaya aday.

Memleketi karış karış gezdik BİZ'den başka bir şey görmedik

$
0
0

Üç belgesel ustası Coşkun Aral, Can Dündar ve Nebil Özgentürk her durakta yanlarında farklı bir sanatçıyla Anadolu'nun kaybolmaya yüz tutan kültürlerinin izini sürdü. Yolculukları ‘BİZ' ile belgesele dönüştü. Özgentürk ve Aral, belgeseli ve Türkiye'nin kültür coğrafyasını anlatırken Can Dündar ifade veriyordu.

Belgeselin bölümlerinde gezilerinize sanatçılar da eşlik ediyor. Hatıraları sanatçılardan dinlemek yolculuğunuza nasıl bir ayrıcalık kattı?

Coşkun Aral: Kendi topraklarına daha adım atmamış bir müzik dehasını alıp oralara götürdük. Diyarbakır'dan ayrılmış, uzun yıllar Amerika'da çalışmış başka müzik sanatçısını da getirdik memleketine. Doğup büyüdüğü coğrafyadan uzak kalmanın ne olduğunu bilen insanlarla çalışmak istedik. Barışın, huzurun olabileceğini gösteren hikâyeler verdik. Bizimle görüşen hiç kimse ‘Biz onlardan iyiyiz, iyi ki yapıldı.' demedi. Hep o mağduriyeti yaşayan insanları örnek verdi. Geçmişte yapılan yanlışları da onların ağızlarından aktardık.

Gittiğiniz bütün bölgelere ait bir savaş tarihi de var. Ama siz buradaki barış hikâyelerini aktarmayı tercih etmişsiniz…

N.Ö.: Aynen öyle düşündük yola çıkarken, gençler bunu böyle algılarsa çok güzel olur. Burada bir Osmanlı tarihi bile anlatılırken savaşlar üzerine kurulur bilgiler. Biz Yunus Emre'yi, Balkanlar'daki olağanüstü yapıyı, Karadeniz'deki rengârenk kültürü, bizi güzelleştiren unsurları aktarmak istedik.

Bugün ayrışmaların konuşulduğu ortamda ‘BİZ' belgeseliyle çıkmak size de çok manidar geliyor mu?

N.Ö.: Bu belgeseli yapmaya başlarken Türkiye'de kan gövdeyi götürmüyordu. Cizre'de, Nusaybin'de hendekler yoktu. Biz bu belgeseli hakikaten Suruç olmasın, Cizre ve Nusaybin'de canlar yanmasın, cemevleri açılsın, Süryaniler kendilerini özgürce ifade edebilsin diye çektik. BİZ dediğimiz kavram da buydu zaten. Ama ne yazık ki belgesel, Türkiye'nin hızının gerisinde kaldı. Şu anda biçareyiz! Bakın adı ‘BİZ' olan belgesel ortadan yarılmış gibi hissediyorum. Çünkü şu anda iç savaş kaygısı yaşıyoruz. Gerçekten çok acı çekiyor ve acı şeyler yaşıyoruz.

Coşkun Aral: Ve gariptir, üçümüzün de kökenleri, bizi yetiştiren kültürler birbirinden haberdar değildi yıllardan beri. Can, Kırşehir'den gelmiş bir abdal ailesinin çocuğu. Ben Siirt'te büyümüşüm. Arka bahçem Koçerler Kürtler, ön bahçem Kemalist bir aile. Nebil, Adanalı, Nusayri; Aleviliğin bir farklı açılımı. O da ailesi tarafından ‘aman ne olduğunu söyleme'lerle büyütülmüş. Biz böyle bir Türkiye'nin çocuklarıyız; ‘BİZ'iz. Belgeseli çekmemize en büyük gerekçe ‘Biz neyiz'i soralım soruşturalım, anlatmaya çalışalım, hatırlatalım idi.

Yüzlerce farklı hayatı dinlediniz, aktardınız. Bu projede sizin için özel olan ne? Sizi çok şaşırtan bir hikâyeyle karşılaştınız mı?

Nebil Özgentürk: Bizim çıkıştaki hayalimiz vardı ya, barış hayali. Onu belgeselin kendi yolu içinde hissettik. Gittiğimiz her yerde çok mutlu olduk. Bir Süryani kadim kilisesinde kendimi çok iyi hissettim. Ama inanın bir camiye girerken de çok iyi hissettim. Biz Balkanlar'da Bektaşi dergâhına girdik, gözümüzden yaş geldi. 700 yıldır kültürünü koruyan bir Üsküp'ü, Priştina'yı gördük. Döndük Aktamar adasına girdik, nasıl acılar yaşanmış burada 1915'te ama nasıl burada 1100 yıldır yaşayan bir topluluk ibadetini yapmış. Bütün bunları görmek bize çok iyi geldi. Ve biz Diyarbakır'ın orta yerinde, Dicle'nin kıyısında bir dengbejin ülkeye olan sevgilerini anlatan ağıtlarını dinledik. Belgesel bizi heyecanlandırdı tabii ki, mutluluktan mahvolduk! Gökkuşağı gibi bir ülkemiz var diye sevindik. Bu da Can'ın lafıdır: ‘Bu gökkuşağı altında birleşmek ne güzel.'

Can içeri düşmeseydi dünya kardeşliğini çekecektik

Üç usta belgeselcinin kültür yolculuğuna birlikte çıkma serüveni nasıl başladı?

Nebil Özgentürk: Görüyorsun Coşkun buraya, Can'ın davasına gelmek için sabahın yedisinde kalktı. İki gün önce Silivri'deydik. Neden? Dostluk, dayanışma için. Bu 35 yıla dayanan dayanışma, dostluk kendi adıma olağanüstü geçti. Biz birbirimizin hikâyelerini gıptayla, kıskanmadan izledik. Üçümüzün ortalama 500'er belgeseli var. Ben portreciyim, Coşkun, uzak ülkelerin kültürlerini Türkiye'ye getiren insan, Can ise romantizmi ve edebiyatı harmanlayarak siyasinin tam merkezinde. Üçümüz ayrı yiyoruz yoğurdumuzu ama bir yoğurt yapabiliriz dedik.

Belgeselin devamı niteliğinde bir projeniz var mı?

N.Ö.: Üçümüz de farklı ülkelere gidiyoruz, ulaştığımız noktalarda hep aynı sendrom, “Biz” kavgaları yüzünden çıkıyor. Bu belgeselin aslında devamında da Dünya Kardeşliği' için yolculuğa devam edecektik.Yine üçümüz birlikte dünyadaki ötekileştirilen halkların belgeselini çekecektik. Can ve Coşkun ile böyle bir hayalimiz vardı, eğer sakin gidebilseydik ve Can içeri düşmeseydi.

Kazım Güleçyüz: AKP, bütün cemaatleri tehdit olarak görüyor

$
0
0

Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz, Süleyman Demirel ile Köprü Dergisi için yaptığı tarihî; mülâkatları ‘İslam, Demokrasi, Laiklik' adıyla kitaplaştırdı. 30 yıldır gazetecilik mesleğini icra eden Güleçyüz, AK Parti iktidarı döneminde muhalif medyaya tahakkümün zirve yaptığını söylüyor.

Kitap ile başlayacak olursak… “Bütün söylediklerimin arkasındayım” diyen bir Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Kendisi ile yıllar önce Köprü Dergisi için yaptığınız mülakatları kitap haline getirdiniz. Sizde nasıl bir intiba bıraktı 9. Cumhurbaşkanı?

Süleyman Demirel, cumhuriyet ve demokrasi tarihinde önemli yeri olan bir isim. Başbakanlık yapmış, cumhurbaşkanı olmuş, muhalefet yapmış ve siyasetin usta isimlerinden. Bu mülakatların çoğunu 12 Eylül'ün koyduğu yasakların içinde yaptık. Ağırlıklı olarak güncel siyasetin dışında temel meselelerle ilgiliydi. Demirel'in fikri yapısı, dünya görüşü noktasında bizim için aydınlatıcı olmuştu. Mesela temel düşüncelerde devirlere göre değişmesi söz konusu değil. Israrlı, kararlı bir şekilde en zor zamanlarda bile arkasında duran bir yapısı var.

2008 yılında hakkında kapatılma davası açılan AKP'in savunmasında Demirel'in, ‘İslam, Demokrasi, Laiklik' kitabında yer alan sözlerini referans göstererek kapatılmaktan kurtulduğunu söylüyorsunuz. Bu nasıl olmuştu?

AKP, laiklik aleyhtarı faaliyetlerin odağı olmakla suçlanıyordu. Laiklik konusunda Demirel'in yapmış olduğu tarifler, ifadeler AKP için de bir referans idi. Daha evvel Demirel de benzer suçlamalara muhatap olmuştu. ‘Devlet laik olur, kişi laik olmaz' demiş, laikliğin din ve vicdan hürriyeti üzerinde baskı aracı olarak kullanılmaması gerektiğini' söylemişti. Bu minvalde, kitabı da doküman şeklinde savunma dosyasının içine koyup verdiler. AKP kendisini savunurken Demirel'in bu kitaptaki görüşlerine değer verdi kısacası.

O günün AK Parti'si ile bugünkü arasında ne gibi farklar var?

Şu ifade özetliyor meseleyi: Dünün mağduru, bugünün mağruru. İktidar ‘bozar' denir. O gerçeğin bir kez daha tecelli ettiğini görüyoruz. Milli Güvenlik kararıyla, siyaset belgeleriyle hedef olarak gösterilen ve takip altında tutulan bir kadro bugün aynı belgeleri kullanarak kendisine yeni tehdit olarak gördüğü camiaya karşı operasyon yürütüyor. Kabulü imkânsız. Onlardan, muhaliflere operasyon yapmak yerine ABD gibi demokrasinin kemaliyle işlediği ülkelerdeki uygulamaya uyduracak bir demokratik anlayışla hareket etmesi beklenirdi. Maalesef eski rejimle bütünleşip, onun refleksleri sahiplenildi. Şimdi ise camiayı hedefe koydu. Şu anda hukukun en temel prensiplerini ayaklar altına alan bir anlayışla işi cadı avına dönüştürdü. Bu hiçbir şekilde kabul edilemez, buna mutlaka karşı çıkılması, dizginlenmesi lazım.

BALYOZCULARIN DARBECİ OLDUĞUNU KENDİLERİ DE SÖYLÜYOR

O zaman bunun adını ‘derin devlet operasyonu' koyabilir miyiz?

Muhakkak. Ben o işareti çok önce fark ettim. AKP'nin statükoyla bütünleşme işareti vermeye başladığını yazdım, birkaç yıl önce. Önceden, ‘Tek başına iktidarız ama Çankaya bizde değil' diyorlardı. Abdullah Gül geldi, o engel de kalktı. Bu sefer başka kurumlar üzerinden birtakım bahaneler uydurmaya başladılar. Bahanenin kalmadığı yerde de o statükonun reflekslerini sahiplenerek onlar gibi davranmaya başladılar. Ergenekon ve Balyoz gibi darbe davaları için ‘bu davaların savcılarıyız' ifadeleri kullanılırken, ‘Bu da paralelin bir oyunuymuş, aldatılmışız' denildi. Ardından yapılan yasal düzenlemelerle tutukluların tümünün serbest kaldığı bir süreci başlattılar. Bunların içinde darbeci zihniyete sahip birtakım insanların bulunduğunu AKP'nin içinden de çok söyleyenler var. Mesela İnsan Hakları İnceleme Komisyonu eski Başkanı Ayhan Sefer Üstün'ün daha yakınlarda bir beyanı olmuştu: 15-20 tanesi bal gibi darbeciydi. Ama hepsi serbest şu an. Bu operasyon, Fethullah Hoca ve cemaati ile sınırlı değil bence. Bütün cemaatleri tehdit olarak görüyorlar. İmkân ve fırsatını bulurlarsa belli bir strateji çerçevesinde tüm cemaatleri aynı şekilde operasyonlara muhatap kılmayı düşündüklerinden kimsenin şüphesi olmasın. Doğu Perinçek, Silivri'den çıkar çıkmaz, “Bütün cemaatlerin, tarikatların kökünü kazıyacağız.” demişti.

Medyaya baskının zirve yaptığı bir dönemdeyiz

Medyaya baskının arttığı günleri yaşıyoruz. Bu süreçte sizin gazete baskıya maruz kaldı mı?

Başından beri hep dışlanan konumundayız. Kamu reklamları da almadık doğru dürüst. Risale-i Nur'a bandrol engeli getirilerek bize başka bir sıkıntı daha çıkarttılar. Tehditler, sosyal medyadan bize karşı yürütülen psikolojik operasyonlar söz konusu. İçimizi karıştırmaya çalışıyorlar. Bütün cemaatlerde de gördüğüm kadarıyla benzer şeyler yaşanıyor. Kendilerinden yana olanlar ve olmayanlar şeklinde bir fitneyi tüm cemaatlerin içine de atıyorlar. Bizim inancımıza göre zulüm devam etmez. Hadis-i şerifte öyle buyruluyor. Önemli olan, Üstad'ın ‘müspet hareket prensibiyle' mücadeleyi devam ettirmek.

Cezaevinde 30'dan fazla gazeteci var. İktidarın basın özgürlüğü konusundaki tavrını nasıl buluyorsunuz?

İktidar kanalları, RTÜK'ün uyguladığı cezalara tepki gösteriyorlar. Lakin öbür taraftan muhalif olarak gördüklerine ‘ya bendensin ya da düşmanımsın' diye baskı yapıyorlar. Kayyımlar, gasplar, şirketlere el koymalar ve gazetelerin yazı işlerine gidip arama yapmak, hiçbir devirde görülmemiş uygulamalar. Birçok hukuk ihlali maalesef bu dönemde peş peşe yaşandı. Medya özgürlüğünü, sadece benden olanlar özgür, beni eleştirenler özgür değil gibi bir noktaya taşırsanız artık demokrasi olmaktan çıkarsınız.

Fahri Korutürk'ün cumhurbaşkanı olduğu tarihten beri gazetecilik yapıyorsunuz. Yani 7 farklı cumhurbaşkanı gördünüz. Bu dönemlerin geneline bakacak olursak, medyaya en baskıcı dönem hangisi idi?

12 Eylül döneminde 470 gün kapatıldı gazetemiz. Askeri idareyi eleştirdiğimiz için. Başörtüsü ile ilgili Kenan Evren'in beyanlarını eleştirdik, 1 ay kapattılar. Bunlar çok ağır şeylerdi. Bizim açımızdan medya tarihinde de pek örneği olmayan baskı idi. Birçok gazetede de o zaman benzer baskılar oldu. Cumhuriyet Gazetesi de dâhil. Mesela İlhan Selçuk, ‘Türkiye muz cumhuriyeti midir?' diye bir yazı yazmıştı. Ondan dolayı Selimiye Kışlası'na çağrılmıştı. Buna benzer baskılar değişik medya organlarına yapıldı. Şimdi demokrasiden söz ettiğimiz bir dönemde referandum astarıyla operasyonlar yapılıyor. Ekranlar karartılıyor. Bunlar ağır hak ihlalleridir. Genel değerlendirecek olursak, medyaya yapılan baskı bu dönemde zirve yaptı. Eğer normale dönersek, bunların her biri hukuk önünde hesabı sorulacak olan tasarılardır.

Savrulmalar Nur talebesine yakışmaz

Malum Risale-i Nurlara bandrol engeli ve devlet tekeli var. Bu husus ne durumda?

Şu anda devlet tekelini getiren düzenlemeyi Anayasa Mahkemesi iptal etti. Onun ardından Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, iptal edilen bu karar için ‘yasal dayanaktan yoksundur ve bu kararname hukuka aykırıdır' dedi. Kısa bir zaman sonra resmi prosedür tamamlanınca ilgili bürokratlarla görüşerek iptal kararını beklemeden bizden istedikleri muvafakatnameleri sunarak bandrolümüzü alacağız.

Özellikle sosyal medyada, 17-25 Aralık operasyonlarından sonra ‘Hizmet Hareketi' ile birlikte hareket ettiğiniz yönünde görüşler hakim. Gerçekten de böyle mi?

Biz başından beri hak hukuk özgürlük diyoruz. Şimdi de aynı çizgideyiz. Kime haksızlık yapılıyorsa ona karşı çıkıyoruz. Mesela AKP'ye karşı açılan kapatma davasına da karşı çıkmıştık. Eğer demokrasiden, hukuktan söz ediyorsak bunun kurallarının işlemesi lazım. Fethullah Hoca'nın çizgisiyle bizim örtüştüğümüz yerler mevcut. Bunları da her zaman ifade ettik. Ama hiçbir zaman eleştirilerimizi dile getirirken ‘haşhaşi, sahte peygamber' demedik. Daha evvel ‘Fethullah Hoca aldı başını gidiyor, hizmetini dünyanın her tarafına ulaştırdı, siz hâlâ yerinizde sayıyorsunuz' diyen abiler bugün bizi paralelcilikle itham ediyorlar. Asıl değişen onlar. Diğer Nur cemaatindeki ağabeyler önceleri Fethullah Hoca'ya toz kondurmazken, şimdi yerin dibine batırıyorlar. Bu ifrat tefrit savrulması Nur talebesine yakışmaz.


Oğlak burcuna nihavend koç burcuna rast makamı şifa

$
0
0

Müzik, ruhun gıdası derler. Sadece ruha değil bedene de iyi geldiği biliniyor ancak doğru makamı dinleyince. Müziği burcunuza uygun bir makamda dinlerseniz bazı rahatsızlıklarınıza şifa bulabilirsiniz.

Müziğin ruh ve beden sağlığı üzerindeki etkileri birçok araştırmayla kanıtlandı. Ağrıların dindirilmesinden bağışıklık sisteminin güçlendirilmesine kadar birçok yararı var. Tabii zararları da... Modern tıbbın çok sonraları keşfettiği müziğin iyileştirici gücünün uzun yıllar tedavilerde kullanıldığı biliniyor. Hatta burçlara göre müzik makamları bile tespit edildi. Hangi makamın sizin burcunuza uygun olduğunu merak ediyorsanız habere göz atmanızda fayda var. Makamımı öğrendim peki bu müzikleri nereden bulacağım diyorsanız ‘Şifanağme' isimli albümde hepsi yer alıyor. Ayrıca bu konuda önemli çalışmalar yapan Tümata müzik grubunun ve birçok müzisyenin seslendirdiği eserler gerek video sitelerinde gerekse dijital müzik platformlarında bulunuyor.

Oğlak Burcu (Nihavend makamı):Öğleden sonra ve ikindi zamanı etkisi fazla. Kan dolaşımı, karın bölgesi, kalça, uyluk ve bacak bölgelerinde etki gösteriyor. Kulunç, bel ağrısı ve tansiyon rahatsızlıklarına faydalı. Kuvvet ve barış duygusu veriyor. Akıl hastalıklarına etkili olduğu da araştırmalar sonucunda kanıtlanmış durumda.

İkizler Burcu (Isfahan makamı):İkindi ile yatsı arasında etkili olduğu biliniyor. Ateşli hastalıklardan vücudu koruyor. Güven hissi, uyum sağlama, hareket yeteneği, zihin açıklığı, zekâyı açma ve hatıraları tazeleme özelliği bulunuyor.

Koç Burcu (Rast makamı): Gece yarısı ve seher zamanlarında etkili. Düşük nabzın yükselmesine yardımcı olup fazla uyumayı engelliyor. Akıl hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Neşe, iç huzuru ve rahatlık veriyor. Spazmı çözücü özelliği nedeniyle spastik ve otistik hastaların tedavisinde yararlı olduğu belirtiliyor.

Kova Burcu (Neva makamı):‘Gönül okşayan makam' adıyla biliniyor. Böbreklere, omurilik, kalça ve uyluk bölgelerine etki ediyor. Üzüntüyü giderip lezzet veriyor. Kötü fikirleri kovduğu, cesaret ve yiğitlik verdiği, gönül sevinci oluşturduğu ileri sürülüyor. Gece ve kuşluktan ikindiye kadar olan zamanda etkisi daha fazla.

Terazi Burcu (Rehavi makamı): En çok etkili olduğu zamanlar ikindiyle yatsı arası. Baş ağrıları, burun kanamaları, ağız çarpıklığı ve balgamdan gelen hastalıklar ayrıca göğüs, mide için faydalı olduğu biliniyor.

Balık Burcu (Uşşak makamı):Âşıklar makamı. Derin bir aşkın en iyi ifade vasıtalarından biri. Dinleyende gülme, sevinç, kuvvet ve kahramanlık duygularını hareketlendiriyor. Çocukların bütün organlarını etkileyen kuru ve sıcak yellerde, erkeklerde ise ayak ağrılarına faydalı. Fecirden kuşluk vaktine kadar, günbatımında ve perşembe günleri etkisi daha fazla oluyor.

Akrep Burcu (Hüseyni makamı): Rahatlık veren ve ferahlatıcı özelliği olan bir makam. Karaciğer iltihabını geçirdiği gibi mide yanmasını giderici özelliği de bulunuyor. Dinleyene kendine güven ve kararlılık duygusu veriyor. Bundan dolayı otistik ve spastik hastalara faydalı. Özellikle salı günleri etkisi daha da fazla.

Boğa Burcu (Irak makamı): Kuşluk ve ikindi vaktinde etkili olan bu makam menenjit, beyin ve akıl hastalıklarına faydalı. Omuz, kol ve ellere etkili. Korku giderici, saldırganlığı önleyici ve nevrotik hastaları tedavi edici etkisi var.

Yay Burcu (Hicaz makamı): Yatsıdan sabaha kadar olan zamanda dinlenirse daha fazla etki gösteriyor. Kemiklere, beyne ve çocuk hastalıklarına faydalı. Düşük nabız atımını yükseltiyor. Dinleyene alçakgönüllülük duygusu veriyor.

Aslan Burcu (Büzürk makamı): Bu makamın zihni temizlediği, vesvese ve korkuyu def ettiği söyleniyor. Kulunç ve beyin hasarıyla ortaya çıkan şiddetli hastalıklara yararlı oluyor. Dinlemek için en doğru zaman ise fecir ile kuşluk vakti arası.

Yengeç Burcu (Zirefkend makamı):Çarşamba günleri dinlenmesi tavsiye ediliyor. Sırt ağrılarına ve kulunca faydalı. Kişinin neşesini artırıp derin duygu hissi verir.

Başak Burcu (ZengÛle makamı): Kalp hastalıklarına, menenjit ve beyin hastalıklarına faydalı olduğu belirtiliyor. Günbatımından sonra etkili olduğu biliniyor.

Yeni yılda bu moda hatalarından kaçının

$
0
0

Her yeni yılda yeni kararlar alınır ve tabii ki bu kararlara uyulmaz. Gelin bu yıl bir değişiklik yapalım. Yedi ölümcül moda günahını işlememe konusunda söz verip bunu da yerine getirelim.

Hatasız kul olmaz, demişler. Aynısı giyim kuşamda da geçerli. Bazen ne kadar özene bezene giyinsek de kendimizi alabildiğine rüküş hissederiz. Ya hep bir şeyler eksiktir ya da fazla… Bazen de farkında bile olmayız yaptığımız hataların “Olmamış” diyen biri çıkana kadar. Gelin, kırıcı bir sese ihtiyaç duymadan kendi eleştirimizi kendimiz yapalım. Eğri oturup doğru giyinme vakti. Yeni yılda hep kararlar alınır ya, biz de yedi ölümcül moda hatasını yapmamaya ve verdiğimiz sözde durmaya söz verelim. Hadi başlayalım:

İkinci kafamız gibi duran devasa topuzlardan uzak duralım: Tamam biliyoruz, topuz olmayınca bone kayıyor, saçlar görünüyor filan. Ama sizce de biraz abartmıyor muyuz? Genetik mutasyona uğramış da ikinci bir kafası çıkmış gibi duruyor kimileri. Meseleyi biz değil, onlar büyütüyor hem de kelimenin gerçek manasıyla. Topuz yapmayın demiyoruz, hobi olarak yine yapın ama abartmayın.

Streç folyoya sarılmışız gibi duran kıyafetlerimizle vedalaşalım: Aşırı dar kıyafetler hem sağlık hem tesettür açısından sakıncalı. Tamam biliyoruz, belki aldığınızda 36 bedendiniz falan ama o devir geçti. Vücut ölçülerimize uygun giyinelim. Görenleri “Pehlivan gibi zeytinyağına bulanıp da mı giymiş o pantolonu acep?” diye derin düşüncelere gark etmeyelim.

Gardırop detoksuna evet: Vücudumuz gibi gardıropların da detoksa ihtiyacı var. Fazlalıklarınızdan kurtulun. Beş yıl önce “Zayıflayınca giyerim.” diye aldığınız o kırmızı elbiseyle vedalaşmak zor biliyoruz. Ama imkansız değil. Giymediklerinizi vererek hem dolabınızı kargaşadan kurtarırsınız hem de ihtiyaç sahiplerine faydanız dokunur.

“Ben bunu giyerim yeaa” demeyin: Gelin itiraf edelim, alışverişte gözümüz dönebiliyor çoğu zaman. Nefis, gözaltı yapan polis misali “Al bunu al, al, al” diye tutturuyor her gördüğüne. Kendimizi frenlemek zor değil aslında. Beğendiğiniz parçayı nelerle kombinleyebileceğinizi gözden geçirin. Kombin sayısı ne kadar fazlaysa o şeyi alma kararınız o kadar doğru demektir. Dolabınız yıllar önce “Ben bunu giyerim yeaa” deyip de bir türlü giyilemeyen şeylerle dolu. Unutmayın, moda insanın kendine yakışanı…

Aldığınız kıyafetin etiketini kazara(!) üzerinde unutmayın: Bahsettiğimiz durum mecazi tabii. Sürekli aldıklarının etiket fiyatıyla övünenlerden bahsediyoruz. Beğendiğiniz parçayı en uygun nereden ve ne zaman alacağınızı araştırın. Mümkünse indirim sezonunu bekleyin. Herkesin 5'e aldığı şeyi 2'ye almak bir süre sonra bağımlılık yapacaktır. Yine de abartıp her gördüğüne “Aynısı pazarda 10 lira” diyen heves törpüsü tayfadan olmayın.

Makyajı abartıp gelinin kız kardeşine dönmeyin: Kimilerine göre en iyisi doğal güzellik. Lakin yine de makyajdan vazgeçemeyenler var. Ufacık bir eyeliner-rimel ikilisi bile başörtüsüyle hayli dikkat çekiyorken sokağa düğün makyajıyla çıkmayı adet edinenler var. Özellikle de 18-24 yaş arası cildin en taze olduğu döneminde kızlar öyle bir abartıyorlar ki makyajı, yaş haddinden otobüste yer verip ellerini öpesimiz geliyor.

Yürüyemediğin topuklu senin değildir: Topuklu ayakkabıları seviyoruz kabul. Ancak dışarıda hayatımızı öylesine zorlaştırıyor ki… Nice hanım kızlarımız 10 dakikalık yürüme mesafesine “Gelemem ben, topuklularım…” diye diye telef oldu. Yahu ayakkabı niçin var, yürümeyi kolaylaştırmadıktan sonra? Yeni yılda kendimizi tekerlekli sandalyeye mahkum eder gibi topuklulara mahkum etmeyelim. İçinde yürüyemediğimiz ayakkabıları giymeyelim, giydirmeyelim.

Hepimiz bir şeylerin ‘Geek'iyiz!

$
0
0

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren Star Wars'un kendisinden çok hayranlarının yaptığı çılgınlıklar haber oluyor. Filmi izlemekle kalmayıp seri hakkında akla gelebilecek her türlü bilgiyi edinen, her ayrıntıyı eşeleyen kişiler, aslında birer ‘Geek'. Peki nedir bu geek ve başka nelerin geeki var? Buyurun haberi okuyun.

Annelerin ‘oğlum kalk artık şu bilgisayarın başından' derken gözden kaçırdıkları bir şey var. Bilgisayarın başından kalkmak demek, ertesi gün “Abi Game of Thrones'un son bölümü…” diye başlayan, “Leaguea of Legends bozdu yea…” diye devam eden muhabbetler edilirken ortalığa bön bön bakmak demek bir bakıma. Hatta yine diğer insanlar vizyondaki bir filmin ıncığını cıncığını anlatırken senin filmle ilgili yorumunun “Abi film çok iyiydi yea”dan öteye geçememesi demek. Dolayısıyla dünyanın sonu olmasa da epeyce müşkül bir durum olduğu kesin. Çünkü artık internetin de gelmesiyle bilgisayar dünyası eskisi gibi değil.

Yüzde yüz bir doğruluk garantisi vermese de internet sınırsız bir bilgi kaynağı ve nasıl kullandığına bağlı olarak ekran başında geçirilen saatler kişiye inanılmaz bir bilgi akışı sağlıyor. Hatta böyle insanları tanımlamak için konulan bir sıfat bile var: “Geek”. Geek, Türkçe karşılığı tam olarak yapılamasa da belki ‘sanal entelektüellik' olarak tanımlayabileceğimiz bir kavram. Tanımlaması zor olduğundan biz de “Nedir bu geek'lik?” diye sormak üzere Türkiye'deki geekleri buluşturan sitelerin başında gelen ‘geekyapar.com'un kurucuları ile görüştük. Nedir bu geekyapar.com derseniz, içeriklerinden birkaç başlık vermek yardımcı olabilir: ‘2015'in en iyi çizgi romanları', ‘Star Wars'ta fark etmemiş olabileceğiniz 12 meşhur konuk oyuncu', ‘Uzakdoğu Dövüş Hayranları Buyurun'.

Yiğitcan Erdoğan, geekliği “bir konu hakkında tutkulu ve meraklı bir şekilde araştırma yapan, onu eşeleyen, tarihine giden, yetinmeyip onun hakkında yazıp çizen, bilgisini diğer insanlarla paylaşan kişilerin yaptığı” olarak tanımlıyor. Dolayısıyla geniş bir kavram ve altına bir sürü konu giriyor.

Bir örnek vermelerini istiyoruz. Can Türkdoğan “Mesela sporun da geekleri.” var deyip devam ediyor: “Maçların ardından yapılan klasik muhabbetlerden ziyade yerli yabancı oyuncuların yaşamını bilmek, o takım ne zaman ne yaptı, hangi yıllarda ne kupa aldı, bunları eşeleyip çok keyif alan insanlar aslında birer futbol geeki.”

Yiğitcan Erdoğan, araya girip ekliyor: “Mesela Socrates diye bir spor dergisi çıkıyor. Küçük hikâyelerle sporun aktörlerini anlatıyor, eşeliyor, tarihini, istatistiğini araştırıyor, yazıya döküyor. Tam spor geeklerine hitap eden bir dergi.”

Ömercan Güldal ise çizgiyi şöyle çekiyor: “Uğraştığı şeyi hobi olmaktan öteye götüren fakat bunu işe dönüştürmek niyeti ile de yapmayan, herhangi bir konunun ıncığını cıncığını merak eden takip eden herkes geek bence. Konu önemli değil.”

Kesinlikle asosyal değiliz

Geekyapar sitesinin kurucuları, her konunun geeki olabileceği konusunda hemfikir. Ancak belli konuların diğerlerinden biraz daha ön plana çıktığı da kesin. Yiğitcan da katılıyor ve bu alanları şöyle sıralıyor: “Evet geek biraz daha derinlik seviyor. Yani merak edilecek çok yanı olan konular. Filmler, diziler, çizgi romanlar, bilgisayar oyunları... Hakkında konuşabileceği konular. Çünkü gevezelik geekliğin şanındandır. Konuşmadan bilgisini paylaşmadan duramaz.”

Can Türkdoğan tam da burada geeklerin sanıldığı gibi asosyal insanlar olmadığını belirtiyor: “İnsanlar bu tür bir ortama dahil olanların asosyal olacağından korkuyorlar ama biz en azından kendimizin hiç de asosyal olmadığını düşünen bir ekibiz. Konu ne olursa olsun sitede bir tartışma, konuşma dönüyor ve insanlar aktif olarak görüşlerini belirtiyorlar. Böyle bir platforma geleceklerse gelsinler. Hiç kötü bir şey değil.”

Ardından sözü Ömer Can alıyor: “Şöyle bir şey var aslında. Akıllı telefon ve Facebook'la filan asosyalleşme zaten herkese yayıldı, sadece geeklere özgü bir şey değil. Bunun tek farkı bilgisayar başında vakit geçirmeyi ve sıkılmamayı geekler biraz da uzun süredir yapıyor. Bu bir araç sadece ve ne yönde kullandığına biraz bakıyor. Sen herhangi bir konuda kendini geliştiriyorsan bu niye negatif olsun. Ben hep söylüyorum, İngilizceyi büyük oranda bilgisayar oyunları ile öğrendim.”

Bu arada geekyapar'ın üç yöneticisi de sosyal bilimlerden geliyor. Yiğitcan, ODTÜ Uluslararası İlişkiler mezunu. Şu sıralar mesaisinin tamamına yakınını geekyapar.com'a içerik üreterek harcıyor. Can ve Ömer Can da kültürel ilişkiler mezunu. Can'ın bir süre kurumsal hayatı olmuş ama sevmediği için bırakıp geekyapar'a dahil olmuş. Aynı zamanda bir çocuk tiyatrosunda rol alıyor. Ömer Can da aynı şekilde içerik üretimi ve oyunculukla meşgul yani gerçekten hiç de asosyal insanlar değiller.

Geekler söz konusu olunca kadınların adını fazla duymamamızın sebeplerini soruyoruz. Yiğitcan, zaman zaman geekyapar.com'da da karşılaştıkları dilden rahatsızlıklarını dile getiriyor: “Genelde şöyle laflar duyarsınız, ‘beyler son Star Wars filmi şöyleydi böyleydi. Abi filan'. Ben onları anlamlı bulmuyorum. Bu aslında Türkiye'de kadınların genel olarak görünür olmasıyla ilgili bir sıkıntı. Biraz da görünür olmama yönünde yetiştiriliyor kadınlar. Aslında kadın geek sayısı da çok fazla. The Walking Dead, Game of Thrones izleyicilerinin birçoğunu kadınlar oluşturuyor. Biz siteyi yüzde 55 erkek yüzde 45 kadın oranına getirdik.”

Star Wars'ın geekler üzerinde çok emeği var

Peki geek denince neden Star Wars geliyor akıllara? Yiğitcan Erdoğan'a göre bunun sebeplerinden biri Amerikan sinemasının geekliğin bahsettiğimiz özellikleri ile en çok uyuşan, geeklere en çok hitap eden filminin Star Wars olması. Filmin yönetmeni George Lucas, “Benim filmimin arkasında çok derin bir evren var.” diyor. Merak edilecek çok şey var. Zaten film tuttuktan sonra Star Wars'un yüzlerce kitabı çizgi romanı, animasyonu yapıldı. Star Wars'ta bu görülünce Amerikan sineması buraya evrildi. Lucas'ın geekler üzerinde çok emeği vardır.”

Steve Jobbs gerçek bir geektir

Geeklere örnek olarak kitlelerin tanıdığı bir isim vermelerini istiyoruz. Steve Jobbs'tan bahsediyorlar. Apple, Microsoft, Facebook gibi büyük şirketlerin başındaki adamların aslında birer ‘geek' olduğundan bahsediyorlar. Türkiye'den kimler var diye sorduğumuzda futbol alanında iki isim veriyorlar: Güntekin Onay ve Ali Ece. Bunlar tutkulu insanlar. Üçlüye göre son zamanlarda çizgi roman geekliği de aldı başını yürüdü. Hatta üretim de yapılıyormuş artık. Yiğitcan, Devrim Kunter'in Seyfettin Efendi serisi ve İlban Ertem'in Puslu Kıtalar Atlası çizgi romanını örnek gösteriyor. Bir de oyun yazan girişimcilerden bahsediyorlar. Öte yandan az da olsa Türk dizilerinin de geekleri olduğundan da bahsediyorlar ve Behzat Ç. ile Ezel'i örnek vermeden geçmiyorlar.

Hem korkarım, hem geçerim!

$
0
0

Çin, 180 metre yüksekliğindeki dünyanın en uzun cam köprüsünü yaptı. Turistlerin korkmalarına rağmen köprüden geçmeye çalışmalarıyla ilginç görüntüler ortaya çıktı.

Çin'deki korkutucu ahşap köprü cam köprü ile değiştirildi. Dünyanın en uzun cam köprüsü Çin'in Hunan eyaletindeki Shiniuzhai Doğal Parkı'nda bulunuyor. Köprü 300 metre uzunluğunda ve yerden 180 metre yükseklikte yer alıyor. Köprü zemini 24 milimetre kalınlığında çift katlı camdan yapılmış ve sıradan pencere camından 25 kat daha güçlü olduğu belirtiliyor.

Köprü önceleri ahşaptan yapılmıştı, 11 mühendis günde 12 saat çalışarak köprüyü cama çevirdi. Önceleri insanlar karşıya rahatça geçerken, köprünün tabanı cam olunca insanlar köprüden geçmeye cesaret edemiyor ve kahramanlık köprüsü olarak adlandırılıyor.

Sevimli görünüşüne aldanmayın!

$
0
0

Bu karıncanın babacan görüntüsüne aldanıp elinize almaya kalkarsanız pişman olabilirsiniz. Üstelik bu bir karınca değil, teknik olarak bir yaban arısıdır.

Panda görünümlü karınca çok sevimli görünebilir, fakat soktuğunda çok fazla acı verir. Teknik olarak bu karınca değil, yaban arısıdır. Renkleri ve desenleri aposematik sinyaller verirler. Yani kendisine yaklaşan avcıları uyarır. Sadece dişi olanları kanatsızdır. Katil arı denilmesine rağmen, zehiri çok ölümcül değildir. İnek öldürücü karınca lakabı memelileri öldürebilen 6 iğneli 900 gramlık türe aittir. Şili ve Arjantin'de bulunan bu arılar tek başlarınadır, koloni halinde yaşamaz, yuvaları yoktur ve saldırgan değillerdir.

Futbol oynamadan zirveye çıktılar

$
0
0

Chelsea'nin teknik direktörlüğünü yapan Jose Mourinho, görevinden ayrıldı. Portekizli teknik adamın diploması ‘fizik' üzerineydi. Peki, hayatında futbol oynamamış bir kişi teknik direktörlük yapabilir mi? Örnekleri epeyce…

Jose Mourinho, 15 gün öncesine kadar İngilizlerin köklü kulübü Chelsea'nin teknik direktörüydü. 52 yaşındaki Portekizli çalıştırıcı, profesyonel hayatında futbolun vasatlar sınıfında yer almış. Haksız da sayılmayız: 1980-1987 yılları arasında 3. sınıf takımlarda sadece 94 kez çimlere ayak basmış. İskoçya'ya giderek UEFA hocalık kursuna katılıp teknik direktör lisansını alan Portekizli, ilk deneyimini 1992'te Sporting Lizbon'da (yardımcı antrenör) yaşadı. Ardından Benfica, Leiria, Porto, Chelsea, Inter ve Real Madrid'e kadar uzanan bir kariyer…

2004-2005 sezonunda 50 yıllık hasrete son vererek şampiyon yaptığı Chelsea ile 2 yıl önce nikâh tazelemişti, Jose Mourinho. Bu sezon başından itibaren Mavilerde alınan başarısız sonuçların faturası da yine aynı adama kesildi. Şu anda boşta olan Jose Mourinho'nun ‘fizik' eğitiminde diploması da mevcut. Hatta bu konu üzerine Bologna'nın eski teknik direktörlerinden Sinisa Mihajlovic, “Onunla futbol hakkında konuşmak son derece zor, çünkü o hiç futbol oynamadı.” der. Buna karşılık olarak ise Mourinho tarihe geçen şu sözlerle karşılık verir: “Jokey olmak için at mı olmak gerekir?”

21 yaşında başlayan kariyer…

Andre Villas Boas da hayatında hiç futbol oynamamış bir teknik direktör. 33 yaşında Portekiz futbolunun lokomotifi Porto'nun başına geçen genç teknik adam, ilk teknik direktörlük deneyimini 21 yaşındayken Birleşik Krallık Virgin Adaları Millî; Futbol Takımı'nın başına geçerek yaşamış. Porto ile 2010-2011 sezonunda kazanılan UEFA Avrupa Ligi, Portekiz Süper Kupası, Portekiz Süper Ligi şampiyonluklarının ardından Chelsea'nin patronu Roman Abramoviç'in, “taktik zekâsına hayran kaldım” iltifatının sahibi olur. Hem de kendisi için sözleşme fesih bedeli olarak 15 milyon Euro ödenerek. 2012'nin yazında Tottenham Hotspur'un başına geçen 38 yaşındaki Portekizli, şu an Zenit St. Petersburg takımının başında.

Ayakkabı satıcılığından, Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna…

Milan ile fırtına gibi esen ve 1994 Dünya Kupası'nda final oynayan İtalya'nın teknik direktörlüğünü yapan Arrigo Sacchi, küçükken babasının dükkânında ayakkabı satıyordu. Hayatı, amatör kulüplerde futbolcu olmakla geçti. 1977'de Cesena genç takımını çalıştırmaya başladı. 1982'de takımını şampiyon yapınca dikkatleri çekti. Milan ile iki kez Şampiyon Kulüpler Kupası, iki Süper Kupa, iki de Kıtalararası Kupa kazandı.

Şampiyonlar Ligi kupası İstanbul'da nasip oldu

Beden eğitimi öğretmeni olan Rafael Benitez, futbola Real Madrid altyapısında başladı. Ancak sakatlıklar yüzünden 26 yaşında futbolu bırakmak zorunda kalan İspanyol teknik adam, Real Madrid'in altyapısında teknik direktör olarak kendisine yer buldu. Valencia ve Liverpool gibi ünlü kulüpleri de çalıştıran Benitez, Valencia ile UEFA Kupası ve La Liga şampiyonluğu, Kırmızılar ile de 2005 yılında İstanbul'da Şampiyonlar Ligi Kupası'nı havaya kaldırdı. Şu an ise Real Madrid'in başında.

Kalp spazmı bile durduramadı

26 yaşında teknik direktörlüğe başlayan Gerard Houllier de profesyonel olarak yeşil sahalarda top koşturmayan isimlerden biri. 1985'te Paris Saint Germain'in başına geçen Fransız hoca, bir yıl sonra da başkent takımını tarihindeki ilk şampiyonluğa taşıdı. 1992'de Fransa Millî; Takımı'nın başına geçti. 1998'de ise İngiltere'nin yolunu tutarak, Liverpool kariyeri başladı. Bu süre zarfında, Lig Kupası, Federasyon Kupası ve UEFA Kupası zaferlerini CV'sine yazdırdı. Ekim 2001'de kalp spazmı geçirmesi yüzünden tam 5 ay görevinden uzak kalması bile Fransız hocayı bu tutkusundan ayıramadı. 2005-2006 sezonunda Lyon teknik direktörü oldu. En son Aston Villa'yı çalıştıran tecrübeli teknik adam 2011 yılında emekliye ayrıldı.

Psikologluk kesmedi

İlk La Liga deneyimini 1999-2000 sezonunda Real Valladolid ile yaşayan Gregorio Manzano da futbolculuk yapmayan teknik direktörlerden. Esas mesleği psikologluk olan İspanyol teknik adam, futbolculara psikoloji dersleri verirken, teknik direktör olma kararını alır. La Liga'da 8 farklı takım çalıştıran Manzano, 2011'de Atletico Madrid'in başında iken Arda Turan'ın da hocalığını yaptı. 2008'de Don Balon Ödülleri'nde ‘Yılın Teknik Direktörlüğüne' layık görüldü. 2011'de futbola veda etti.

Mourinho'nun yerine tercih edilen adam

Yoksul bir aileden gelen ve futbolculuk geçmişi olmayan Avram Grant, Jose Mourinho ile Chelsea arasında yaşanan sorunlar sonrası Mavilerin başına geçerek ismini dünyaya duyurur. İsrail'in en ünlü hocası olarak bilinen Grant, teknik direktörlük kariyerine 1986 yılında İsrail'in orta sınıf takımlarından Hapoel Petah Tikva ile başlar. Bir yıllık Chelsea macerasında, 2008 yılında Moskova'da düzenlenen UEFA Şampiyonlar Ligi finaline kadar taşır, Mavileri. İngiltere'de görevine devam eden yaşlı kurt, önce Kasım 2009'da Portsmouth'u, ardından 2010-2011 sezonundan itibaren de West Ham United'ı çalıştırdı.

Ersun Yanal, Yılmaz Vural, Hikmet Karaman…

Türkiye'de vasat bir futbolculuk kariyeri olup, teknik direktörlükte başarı yakalayanların başında geliyor, Ersun Yanal. Manisa Spor Akademisi mezunu olan Yanal, teknik direktörlüğe 1990'da Denizli'nin 3. Lig takımı Sarayköyspor'da başladı. 2004'te A Millî; Futbol Takımı'nın kapıları açıldı. 2013'te Fenerbahçe teknik direktörlüğüne getirilen Yanal, 2013-2014 sezonunda Süper Lig şampiyonluğu yaşadı. 54 yaşındaki teknik adam şu an spor yorumculuğu yapıyor. Yılmaz Vural da futbol oynamadan teknik adamlıkla adını duyuranlardan. 633 maça çıkan 62 yaşındaki tecrübeli hoca, geçtiğimiz günlerde Gençlerbirliği ile 1,5 yıllık sözleşme imzalayıp 6 gün sonra takımdan ayrıldı. Hikmet Karaman'ın hikayesi de aynı. Köln Spor Akademisi'nden aldığı lisans ile 1998'de Erzurumspor'da başladığı başladığı meslekte, 14 takımda görev aldı.

Tostla yumurtalı ekmek karışımı: ‘croque monsieur'

$
0
0

Kahvaltıyı poğaça ya da simitle geçiştirmek yerine ekmekle zeytin, peynir yiyip evden çıkan öğrenci şanslı sayılır.

Daha şanslısı uyandığı vakitle ders saati arasında tost veya yumurtalı ekmek yapacak kadar zaman bulandır herhalde. Peki, öğrenci milletinin o ukala şeflerden ne eksiği var canım! Bir sabah da şöyle ‘croque monsieur', nam-ı diğer Fransız tostu yapıp yese fena mı olur? Tabii tarifi biraz kendimize uygun şekilde kırparak…

Malzemeler:

İki dilim ekmek

Bir yumurta

İki çorba kaşığı süt (Olmasa da olur, olursa daha güzel olur)

İki dilim kaşar

Birkaç dilim sucuk

Kızartmak için yağ

Hazırlanışı:

Tavaya biraz yağ dökün ve kızarması için bekleyin. (Patates kızartır gibi değil, ekmekler yanmayacak kadar)

Beklerken bir tabağa yumurtayı kırın ve sütü de ekleyip iyice çırpın.

Küçük bir tavada tostun içine koyacağınız sucukları kızartın. (Bunu kızartma tavasına yağı dökmeden de yapabilirsiniz ama o zaman soğumamaları için biraz acele etmelisiniz.)

Ekmekleri yumurtaya bulayıp kızartın.

İlk ekmeği tabağa alır almaz hazırda bekleyen kaşar ve sucukları üzerine atın.

İkincisini de fazla beklemeden bunların üzerine yerleştirin. Sıcağıyla zaten birbirine yapışıp tost şeklini alacaktır.

Hadi afiyet olsun!


Göremese de başarılarıyla meydan okuyor

$
0
0

Görme engelli Selim Özkan, altı yabancı dil öğrenmiş. Sporseverlerin geçen sezon Beşiktaş-Türk Telekom basketbol maçından tanıdığı Selim, ünlü müzisyenlerle aynı sahneyi de paylaşmış.

Selim Özkan (29), elindekilerinin değerini bilmeyen günümüz insanına güzel bir örnek. İstanbul'da başlayıp İsviçre'nin Lozan kentinde devam eden bir serüven onunki. Görmeyen gözler engel değil onun için. Tahsilini yurtdışında sürdürmesi ve 15 yıla sığdırdığı altı yabancı dil (Fransızca, Almanca, İtalyanca, İngilizce, İspanyolca ve Portekizce) her şeyi kanıtlar nitelikte.

Müzik ve sanata olan tutkusundan vazgeçemiyor. Görüşmemiz esnasında yanında bulunan babası Sühan Bey ile Lozan'da yaşayan İngilizce öğretmeni annesi Lale Hanım en büyük destekçileri. Selim'in dünyaca ünlü Julio Iglesias, Placido Domingo, Jose Carreras, Ccharles Aznavur, Jose Cura, Juan Diego Flores, Salvatire Adamo gibi sanatçılarla aynı sahneyi paylaşmışlığı var. Sicilya asıllı, 1963 doğumlu Fransız tenor Roberto Alagna da düet yaptığı isimlerden. Fransız şarkıcı, söz yazarı ve diplomat Charles Aznavour ile Ermeni sorunu üzerine uzun uzun konuştuklarını da laf arasında söylüyor. Ülkemizde ise Sezen Aksu, Emel Sayın ve Ferhat Göçer sahne aldığı müzisyenlerden. Selim ve babası Sühan Özkan ile müziği, sporu ve günlerini nasıl geçirdiğini konuştuk.

Kalkar kalkmaz, ‘Bugün ne yapıyoruz?' diye sorar

Sühan Özkan (Selim'in babası): Selim çok pozitif biri. Kalkar kalkmaz, ‘Bugün ne yapıyoruz?' diye sorar. O plan yapar, biz takip ederiz. Bizim kılavuzumuzdur. Hayatımın hiçbir döneminde canının sıkkın olduğunu görmedim. Aynı zamanda koleksiyon da yapıyor. 10-15 bin klasik CD'den oluşan bir arşivi var. Onları dinliyor, kritik ediyor. Beyoğlu'ndaki sahaflarda müzik plaklarına bakıyoruz.

Göremeden altı dil öğrendim

“15 yıldır yurtdışında ikamet ediyorum. Bu süreçte altı yabancı dil öğrendim. Görmemiş olmak öğrenmeyi engellemez. Ses vasıtasıyla her şey öğrenilir. Başardıklarım, konuşmayı ve insanlarla iletişim kurmayı sevmemle ilgili. Bir lisan bir insan felsefesiyle hareket ediyorum. Fransızca, Almanca, İtalyanca, İngilizce, İspanyolca ve Portekizceyi akıcı şekilde konuşabiliyorum. Avrupa'nın her yerinde müzik dersleri verebilirim. Ancak öğretmenlikten ziyade şarkı söylemeyi seviyorum. Bütün çalışmalarım dünyaca ünlü tanınan bir müzisyen olmak için. Bunun için çok emek verdim.”

Araba kullanabilmeyi çok isterdim

“Eğer bir gün görme şansım olursa araba ve motosiklet kullanmak isterim. Benim için hayatta bunun dışında zor yok. Araba kullanmak büyük özgürlük. Motor ve araba seslerine bayılıyorum.”

Beşiktaş'ın ilgisine duygulandım

“Geçen yıl Beşiktaş-Türk Telekom maçında Siyah-Beyazlı yetkililer bizi tribünde fark etmiş. 1. periyodun sonunda yanımıza gelip forma verdiler. Güzel bir jestti. O duyarlılık hoşumuza gitti.”

Maç dinlerken eğleniyorum

“Küçüklüğümden bu yana maç dinlerim. Eskiden Radyo 1'de Beşiktaş karşılaşmalarını takip ederdim. Sporla ilgili olmamın sebebi gerek futbol gerek basketboldaki ambiyans, insanların tezahüratları… Müziğin yanında eğlenmek için maç dinlerim. Hareketli müzik olduğu zaman insan spor yapıyormuş izlenimine kapılıyor.”

Türk okçuluğunun ‘Demir' sporcusu

$
0
0

Demir Elmaağaçlı, okçuluk denince ilk akla gelen isimlerden. Geçtiğimiz aylarda Meksika'da düzenlenen Dünya Kupası'nda altın madalya kazanan sporcu, Dünya Okçuluk Federasyonu tarafından yılın sporcusu ödüllerine de aday gösterildi.

Tarihler 25 Ekim'i gösteriyordu. Meksika'nın başkenti Meksiko City'de tertip edilen Okçuluk Dünya Kupası finallerinin startı verilmişti. Finalistlerden biri de Karşıyaka Belediyesi Gençlik ve Spor Kulübü oyuncusu Demir Elmaağaçlı idi. Nefesler tutulmuştu. Çünkü tarihte ilk kez bir Türk sporcu altın madalyaya bu kadar yaklaşmıştı. İlk dört seri başı isim çeyrek finallerde elenmişti. Milli sporcumuzun erkekler makaralı yay kategorisi finalindeki rakibi Hintli Abhishek Verma idi. Karşılaşmanın sonunda rakibini 145-143'lük skorla yenen milli sporcu, tarihteki yerini aldı.

Bu ba­şa­rı, bir an­lam­da Tür­ki­ye'nin son dönem­de amatör branşlara yap­tı­ğı ya­tı­rım­la­rın bir mey­ve­si. Meksika'dan dünya şampiyonluğuyla dö­nen spor­cu­muz Demir Elmaağaçlı'nın hikâyesi de spo­run in­san ha­ya­tı üze­rin­de­ki olum­lu et­ki­si­ne bir ör­nek... 1990 Kayseri doğumlu Elmaağaçlı, okçulukla 10 yaşında iken amcasının yay atmasıyla ta­nış­mış. 2002 yılında ilk lisansı almış ve kı­sa sü­re içerisinde kendini ispatladı. Okçulukta, birçok Türkiye şampiyonasına katılan milli sporcunun toplamda 35 atın, 13 gümüş ve 4 bronz madalyası mevcut.

“Okçuluk, hayatımın her yerinde. Bugün ismim her yerde duyuluyorsa, okçuluğun sayesinde oldu.” diyen Elmaağaçlı, bu sporun kendinde çok derin anlamları olduğunu vurguluyor. ‘Oku ve yayı elinize ilk alığınız o an neler hissetmiştiniz?' sorusuna “Oku elime ilk aldığım an tahminimden çok farklı gelmişti. Hemen hedefi vurmak istiyorsun ancak yay düşündüğünüzden çok sert. O an anlıyorsunuz ki, bu spor göründüğü gibi kolay değil.” cevabını veriyor.

Okçuluk, stresten arındıran

bazen de strese sokan bir dünya ​

12 yaşında okçuluğa başlamış, Demir Elmaağaçlı. “Okçuluğa ilk başladığım yıllarda, hedefe yan yana ok atamaz haldeydim. Hatta siz mi ok atıyorsunuz yoksa yay mı sizi atıyor inanın düşündürücü. Zamanla, iyi atışlar yaptığını fark ediyorsun. İzleyip örnek aldığın sporcuların performanslarına yaklaşınca, içten içe büyük bir güven ve inanç oluşuyor kişide. Okçuluk insana çok farklı hisler tattıran, izlerken belki insana keyifli gelmese de oku atan kişiye bağımlılık yapan, stresten arındıran bazen ise strese sokan bir dünya.” diyen milli sporcu ilk yıllarını böyle hatırlıyor.

Dünya Kupası, dört ayaktan oluşan prestijli bir yarışma. Yarışmaya katılmak ise çok meşakkatli bir iş. Şampiyonaya katılmak isteyen sporcular performansını en üst seviyede tutmak mecburiyetinde. Gerisini isterseniz dünya şampiyonu milli sporcudan dinleyelim: “Yarışmaya nasıl katılacağınız, dört ayaktan en iyi üç eleme derecenize göre karar veriliyor. Bu da şu demek: 8 kişilik kontenjandan ilk 7 sporcu arasında olmanız gerekiyor. Ben de Çin'de beşinci, Antalya'da altıncı ve Polonya'da sekizinci oldum ve toplamda 34 puan topladım. Meksika'daki Dünya Kupası'na da altıncı olarak katıldım.”

Ayrıca, Dünya Kupası Şampiyonası'na katılması da bir hayli ilginç olmuş, Demir Elmaağaçlı'nın. Nasıl mı? Cevabı için Elmaağaçlı'ya kulak verelim: “Dünya Kupası finallerinin son ayağı Kolombiya'da düzenlenmişti. Arkadaşım Yeşim Bostan ve benim yerim çok kritikti. Finallere katılmak için biri ev sahibi ülkeden olmak üzere 8 sporcu katılabiliyor. Ben altıncı, Yeşim ise sekizinci sıradaydı, Kolombiya'daki yarışma öncesi. Ben ilk 16'da, Yeşim ise çeyrek finalde elendi ve artık diğer sporcuların alacağı puanlara bakarak dua ediyorduk. Beni geçme ihtimali olan 3 sporcu yoluna devam ediyordu. Yeşim'in kendi kategorisinde bir kişi dışında herkes elenmişti. Hesaplarımıza göre Yeşim'in finallere gitmesi kesindi. Ancak bilmediğimiz bir şey vardı. Dünya Kupası'na gitmek için dört ayaktan en iyi 3 yarışma baz alınıyormuş. Davetiye de bana gönderildi. Ben şoke olmuş bir haldeydim. Ancak aynı kural yüzünden Yeşim, sıralamada 9.lukta kaldı ve finallere katılamadı.”

Elmaağaçlı, Okçuluk Dünya Kupası'nda makaralı yay kategorisinde altın madalya kazanarak, Dünya Okçuluk Federasyonu tarafından yılın sporcusu ödüllerine aday gösterildi. 31 Aralık günü sona eren oylamanın sonuçları, 2016 yılı içerisinde açıklanacak.

Türkiye'ye bi ‘startup' lazım

$
0
0

Amerika'daki girişimciliğin ilkokullar seviyesine kadar indirilmesi düşünülürken, Türkiye'nin hâlâ bu kulvarda emekliyor olması düşündürücü. Mehmet Şen'in bahsettiği startup girişimciliğin burada da yeşermesi için bazı tohumların şimdiden serpilmesi gerekiyor.

Dünyadaki yaygın temayüller içinde ve batılı ülkelerin kıyasıya teşvik ettiği girişim mecralarının başında “start-up” geliyor. Dilimizde bu İngilizce tabire tam karşılık gelecek bir kelime henüz türetilebilmiş değil. Ancak Başkan Obama'nın “Gençler, teknolojiyi sadece kullanmakla yetinmeyin, kendiniz de bir şeyler bulmanın peşinde olun.” diyerek teşvik ettiği girişimcilik dallarından biri. Amerika'da yaşayan Mehmet Şen de bu girişimcilik metodu üzerine kafa yoranlardan. Yüksek lisans öğrenimini ABD'de tamamladıktan sonra bilgi işlem teknolojileri alanında çalışmalarını devam ettiren Şen, start-up girişimcilik üzerine yazılar kaleme almış. Silikon Vadisi merkez olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde gözlemlediği bu tarz teşebbüsleri Türkiye merceğinde toplamış ve tespitlerini 2kere2beseder.com adlı bloğuyla internet okuyucusuna sunmuş. Bu makaleler, Level Kitap tarafından “Nasıl Başardılar? Yeni Ekonominin Yapı Taşları” adıyla kitaplaştırıldı.

Yurtdışında ve Türkiye'deki bazı girişimcilerin kurdukları şirketler için tıklayınız..

İşe girişmek değil, Start-up

Mehmet Şen'in “Her start-up bir girişim sayılabilir ama her girişim bir start-up değildir” diyerek tanıtmaya çalıştığı bu metodunun ana vatanı Amerika Birleşik Devletleri. Dünyada son on senede ismini duyurmuş Facebook, Twitter, Instagram, YouTube, WhatsApp ve Uber, hep bu girişimciliğin ürünü. Bu tarzda teşebbüsler büyük pazarı ve normal şirketlerden farklı olarak iş planını değil iş modelini hedefliyor. Mustafa Şen'in tabiriyle “yeni girişim” veya “özgirişimcilik”in yapılabilmesi için bazı şartların oluşması gerekli. Startup iki veya üç girişimci ile başlatılıyor ve “early adapters” denilen erken benimseyici kitle sayesinde ortaya atılan fikirler hemen yön alabiliyor. Bu aşamada müşteriyle doğrudan etkileşime geçilerek minimum ürün hasılatı meydana çıkıyor. Onlardan gelecek geri dönüşler sayesinde girişimin ileride yaşayacağı muhtemel kazalar engellenebiliyor.

Startup'ın ortaya çıkabilmesi için mevcut şartların iyi gözlenmesi ve insan odaklı bir ihtiyacın giderilmesi gerekiyor. Yoksa buna tam anlamıyla dereyi görmeden paçayı sıvamak demek lazım. Mehmet Şen'in ifadesiyle startup'ın daha çok ortaya çıktığı yerler metropoller gibi büyük yerleşim birimleri.

Ancak henüz neşvünema bulan startup girişimi de diğer birçok girişim tarzı gibi sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Bunun için yalnızca büyük silikon vadileri gerekmiyor. Startup atılımları kuluçka ortamını bulabildiği fikir ortamlarında, beyin fırtınası yapabilecek insanların yetiştirilmesi ve onlara müsait hareket alanı temini edilmesiyle ortaya çıkıyor. Mehmet Şen'e göre mayanın tutabilmesi için fikir sahiplerinin önce kendisi gibi birini ikna edebilmesi gerekiyormuş. Ondan sonra sermaye sahiplerine gitmek, hem kişinin kendisi hem de fikrin selameti için iyi olacaktır. Hemen beyan etmede fayda var ki, bazı fikirler bazen ilk aklına gelenin değil başkalarının elinde de vücut bularak insanlığa hizmet edebiliyor. Bu da kaderin bir cilvesi…

Üç senelik bilgi bütün insanlık tarihine denk

Mehmet Şen, bu işin Amerika'da ilkokul talebelerine dahi aşılanmasının hedeflendiğini söylerken, Türkiye'deki fikir sahiplerine de rakibi iyi tanıma ve yeni eğilimleri yakından takip etme tavsiyesinde bulunuyor. Tabii, bu sadece fikir sahipleriyle sınırlı bir durum değil, elinde sermayesi bulunanların da geek diye tabir edilen dâhilerle daha sıkı temas halinde bulunması lazım. Mehmet Şen'in dikkati çektiği noktalar arasında “drone”, “3D Yazıcılar” “Bulut depolama” ve “Big Data” alanları geliyor. Mesela Amerika'daki bazı şirketler “drone”ları pervaneli posta dağıtıcıları, helikopterli halk otobüsü ve oyuncaklar üzerine çalışıyorlarmış. Üç boyutlu yazıcılar ise her evde bir fabrika kurma imkanı sunduğundan bazı sınırlamalara maruz kalmış. Teksas eyaletinde kendine silah yapan bir gencin haber olması, Amerikan mecralarını bu teknoloji alanında bazı tedbirler almaya itmiş. İnternete girilen bilgileri tasnif ve işleme üzerine geliştirilen Big Data araştırmacıları da bu noktada büyük önem arz ediyor. Örneğin, IBM'nin 2012 senesinde yaptığı araştırmaya göre son iki yılda internete girilen bilgi miktarı tüm insanlık tarihindeki hesaplanabilir bilgi akışından fazla. Bu noktada şirketlerin bilgi değerlerini eşleştirerek insanların neleri, nerede ve nasıl sevdiği hesaplanabiliyor ve buna göre projeler geliştirilebiliyor.

İşin Türkiye tarafı da biraz ilginç: Mehmet Şen, startup alanında özel girişimcilerin sağlam işler yaptıklarını ancak medyanın buna gerekli alâkayı göstermediğini ifade ediyor. Rastladığı bazı girişimcilerin şubat ayında Antalya'da yapılacak “Very Best of Eurasia's Startups & Investors”tan habersiz olmalarını dahi şaşırtıcı buluyor.

Tazminat yok, konaklama var

$
0
0

Yurdu etkisi altına alan elverişsiz hava şartları, uçak seferlerini de engelledi. Hafta içindeki başta THY olmak üzere yerli ve yabancı havayolu şirketlerinin 400'ün üzerinde uçuşu iptal edilirken, düzenlenen seferler ise uzun süreli rötarlarla gerçekleştirilebildi.

Yolcular, otellerde yer bulunmayınca havalimanlarındaki salonlarda yatmak zorunda kaldı. Bank, sandalye veya yerde yatarak uçuş saatini bekleyenlerin yanı sıra en büyük sıkıntıyı çocuklu aileler, yaşlılar ve hastalar yaşadı.

Mağduriyetlerinin karşılanması amacıyla tazminat almak için şikayette bulunanlar ise bir kez daha hayal kırıklığı yaşadı. Çünkü havayolu şirketleri, ‘mücbir sebep' olarak gösterilen kar yağışında yaşanan iptal ve gecikmeler nedeniyle tazminat ödemekten muaf tutuluyor. Şirketler, bu gibi durumlarda yolculara ‘ikram, transfer ve konaklama' gibi hizmetler sunuyor.

Havayolu şirketleri, “elverişsiz hava koşulları (sis, kar, fırtına, buzlanma gibi), değişken politik durumlar, beklenmedik güvenlik ve emniyet zaafları ile sınırlamaları, grevler, havalimanı sorunları, hava trafiği sınırlamaları, bagaj, yolcu, uçak ve havalimanını içeren istisnai güvenlik tedbirleri” gibi gerekçelerle uçuşların iptal edilmesi veya geciktirilmesinde yolculara tazminat ödemiyor. Ancak şirketler bu gibi durumlarda da mağduriyetin giderilmesi amacıyla yolcuların yiyecek, transfer ve konaklama ihtiyaçlarını karşılıyor. Yolcular, iptal edilen uçuşlarını ise sunulan alternatif günlerde herhangi bir ücret ödemeksizin gerçekleştirebiliyor. Hatta bazı şirketler, yolcuları yine ek ücret almadan diğer havayolları ile uçuruyor.

KIŞ ÇİLESİ MARTA KADAR

Yetkililer kar, şiddetli fırtına ve sis gibi olumsuz hava şartlarının mart sonuna kadar yaşanacağı uyarısında bulunuyor. Bu yüzden, yolcuların havalimanına gelmeden önce mutlaka şirketlerin internet sitelerinden uçuş iptalleri konusundaki duyurularını takip etmeleri isteniyor. Ayrıca, fazladan satılan biletler konusunda mağduriyet yaşanmaması için internet üzerinden on line check-in yaptırılması ve havalimanına mümkün olduğunca erken gidilmesi tavsiye ediliyor.

HAKKINIZI ARAYIN!

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM) de, mağduriyet yaşayan yolcuların haklarını aramaları konusunda sık sık uyarıyor. Kurum son yayınladığı genelgeyle, uçaklardaki teknik arıza ve operasyonel nedenlerin olağanüstü hal (mücbir sebep) olarak kabul edilmeyeceğini duyurdu. Genelgeye göre uçakta 2 saat ve üzeri bekletilen yolculara hizmet sunulması gerekiyor. Yolcuların, tarife değişikliğinden 2 haftadan daha az sürede haberdar edilmesi halinde ise bu durum uçuş iptali başlığı altında değerlendiriliyor ve iptal hükümleri uygulanarak yolcu mağduriyetinin havayolu şirketleri tarafından karşılanması gerekiyor. Ayrıca uçuş iptali halinde yolculara önerilen güzergâh değişikliğinin, gün kısıtlaması olmadan, boş koltuk durumu dikkate alınarak, yolcunun uygun göreceği tarihe ücret tahsil edilmeksizin yapılacağına dikkat çekiliyor.

İnşaata bakış açınız değişecek

$
0
0

Autodesk, her yıl düzenlenen ‘Autodesk University' etkinliğinde üretim ve tasarımın geleceğine dair gelişmeleri masaya yatırıyor. Bu yıl Dubai'de gerçekleşen programı yerinde takip ettik.

Üç boyutlu tasarım, mühendislik ve eğlence alanlarında dünyanın önde gelen yazılım şirketi Autodesk, her yıl ‘Autodesk University' adında uluslararası bir etkinlik düzenliyor. Firmanın 2015 yılı için seçtiği yer Dubai. Dev gökdelenler ve çölün ortasına kurulan büyülü bir yer Dubai. Autodesk'in inşaat sektörüne getirdiği yenilikleri tanıtmak için burayı seçmesi iyi bir tercih. Her yıl düzenlenen uluslararası kullanıcı etkinliğinde nesnelerin internete odaklı yeni bulut hizmetleri, inşaat doküman yönetimi ve yeni abonelik modelinin sunduğu avantajlar, bulut servisleri için geliştirici ekosistemini geliştirmeye yönelik yeni inisiyatifler yer aldı.

Dünyanın en büyük 3D baskılı uçak kabini

Etkinlikte en çok dikkat çeken ürün, dünyaca ünlü uçak üreticisi Airbus ve Autodesk'in birlikte geliştirdiği 3D baskıyla basılmış uçak kabini oldu. İki şirket, uçakta oturma alanı ile yemeklerin hazırlandığı bölümü birbirinden ayırıp 3D baskıyla yeniden üretti. ‘Biyonik bölme' adı verilen bu duvar özel algoritmalarla oluşturuldu.

Oynadıkça fener olan top

Oynadıkça kendi elektriğini biriktiren top, sonrasında fener halini alıyor. Afrika'nın elektrik ihtiyacı olan köylerinde kullanılmaya başlandı bile. Bu buluş Autodesk'in binalar dışında alternatif enerji kaynaklarına yeni soluklar vereceğinin habercisi olduğunu ispatlıyor.

arızayı önceden tespit ediyor

Azınlık Raporu, Star Wars, Geleceğe Dönüş gibi filmlerde gördüğümüz ‘artırılmış gerçeklik' ve ‘karma gerçeklik' hayatımıza hızla girmeye başlıyor. Artırılmış gerçeklik; reel dünya ile sanal dünya arasındaki ince çizgiyi ortadan kaldırmak diye tanımlanabilir.

Bir haber de Microsoft'un ocak ayında duyurduğu gerçek ortam ve iş ortamındaki 2 ve 3 boyutlu cisimleri üst üste getirmeye olanak tanıyan Microsoft HoloLens'den. Bu teknoloji 3D mühendislik ve endüstriyel tasarım dünyasında büyük fırsatları beraberinde getiriyor. Ancak 3 boyutlu cisimleri gerçek çalışma ortamına göre daha küçük, yassı bir ekranda görüntülemek şu an için oldukça sınırlayıcı.

Autodesk SeeControl; ürün ve nesnelerin verilerini analiz edip yönetme imkânı sağlıyor. Şirketler böylece mevcut ürünlerini iyileştirip müşterilerine yeni servisler sunabiliyor. Böylelikle markaların geliştirdikleri ürünün nasıl performans göstereceğini kontrol etmelerini ve gelecek versiyonlarını iyileştirmeyi sağlanıyor. Üreticiler olası bir arızayı gerçekleşmeden önce tespit edebiliyor. En az zarar verecek şekilde bakım zamanını belirleyip onarımını yapıyor. Müşterilerine ürünlerin performans ve tüketimine dair gelişmiş servisler sunabiliyor.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live