Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

NBA yıldızlarının bilinmeyenleri…

0
0

Geçtiğimiz günlerde Ulusal Basketbol Birliği'nin (NBA) takımlarında oynayan basketbolcularla ilginç bir anket gerçekleştirildi.

Bir hayli ilginç yanıtların yer aldığı ankete katılanlar arasında; Oklahoma City Thunder'dan Serge Ibaka, Russell Westbrook, Enes Kanter ve Kevin Durant, 3 şampiyonluk yaşayan Miami Heat takımından Luol Deng, Dwyane Wade ve Chris Bosh, Sacramento Kings'ten Rudy Gay, Atlanta Hawks'tan Dennis Schröder ve Charlotte Hornets'ten Nicolas Batum gibi yıldızlar var. Anket kapsamında oyuncular, basketbola nasıl başladıklarından en sevdiği kitaba, saha dışı yeteneklerinden favori giysilerine kadar tevcih edilen birçok suali cevapladı.

Çocukken hangi oyuncu veya olay basketbola başlamanıza teşvik etti?

Serge Ibaka: Annem ve babamın Kongo'da basketbol oynaması beni çok etkiledi.

Russell Westbrook: Basketbolun eğlencesi diyebilirim. .

Enes Kanter: Sürekli Hakeem Olajuwon'u izlerdim. Basketbola olan tutku ve sevgisi beni çok etkiledi.

Kevın Durant: Çocukken Vince Carter, basketbol oynamaya teşvik etti, beni. Genç yaşlarda ise Gilbert Arenas. En sevdiğim oyuncudur ve şu an da basketbol oynamamın sebebi de odur.

Luol Deng: Erkek kardeşlerim…

Dwyane Wade: Michael Jordan'ın 1990 NBA finallerindeki etkisi…

Chrıs Bosh: Kevin Garnett…

Dennıs Schröder: Rajon Rondo'nun NBA'de oynaması…

Nicolas Batum: 3 yaşında basketbola başladım.

En sevdiğiniz televizyon dizisi, film ve kitap nelerdir?

Serge Ibaka: The Walking Dead. Yaralı Yüz (Scar Face). The Jungle Life.

Russell Westbrook: Scandal. Blue Chips. Missing Since Monday.

Enes Kanter: Sünger Bob. Çok sayıda dizi var. Sonsuz Nur.

Kevın Durant: Narcos. Suç Çetesi.

Luol Deng: The Wire. Kapışma. Sineklerin Tanrısı.

Dwyane Wade: Tom ve Jerry. Amerikan Rüyası. A Father First.

Chrıs Bosh: Taht Oyunları. Şeytanın Avukatı. Outliers.

Rudy Gay: Blackish. Southpole. 40 Laws of Power.

Nicolas Batum: House of Cards. Gladyatör. Robert Greene'nin kitapları.

Saha dışında bir yeteneğiniz var mıdır? Eğer bir NBA oyuncusu olmasaydınız ne olurdunuz?

Serge Ibaka: Mutfakta yemek yapabiliyorum. Orduda asker olmak isterdim.

Russell Westbrook: Tenis oynamak.

Enes Kanter: Futbol oynamak. Futbolcu ya da astronot olabilirdim.

Kevin Durant: Fotoğrafçılık. Sinema yönetmeni olurdum.

Luol Deng: Futbol oynamak.

Dwyane Wade: İyi şarkı söylerim. Radyo-televizyon muhabiri olurdum.

Chrıs Bosh: Yemek pişiririm. Grafik tasarımcısı olabilirdim.

Rudy Gay: Beyzbol.

Dennıs Schröder: Yeteneklerim arasında futbol oynamak var.

Nicolas Batum: İyi yemek pişiririm. Basketbol koçu olmak isterdim.

En sevdiğiniz moda aksesuarı ya da giysi? En iyi giyinen takım arkadaşınız?

Serge Ibaka: Aksesuar olarak saat. Russell Westbrook.

Russell Westbrook: Zenith saatleri. Kevin Durant.

Enes Kanter: Ayakkabı. Russell Westbrook ya da Serge Ibaka.

Kevın Durant: En sevdiğim aksesuar saat. Russell Westbrook.

Dwyane Wade: Fedora şapkaları. Amar'e Stoudemire.

Chrıs Bosh: Kot pantolon. Kendim.

Dennıs Schröder: Flex Gang takıları… Thabo Sefolosha.

Nıcolas Batum: Ayakkabı.

Dinlemekten hem keyif alıp hem kendinizi suçlu hissettiğiniz

3 şarkı?

Serge Ibaka: Afrika şarkıları dinlemeyi seviyorum.

Kevın Duwrant: Teddy Pendergrass'tan, ‘Come Go With Me'.

Chrıs Bosh: Eagles'tan, ‘Life in the Fast Lane', Drake'den ‘Worst Behavior'.

Rudy Gay: Nick Jonas'tan, ‘I Still Get Jealous'.


Hollywood'un yıldızları hangi oyunlarla sahnede?

0
0

Hollywood'un yıldız oyuncuları film yapmaya devam ederken tiyatroyu ihmal etmiyor. Daniel Craig, Shakespeare'in Othello'suyla sahnede; Hugh Jackman Nehir; Nicole Kidman ise Photograph 51 ile…

İki İngiliz'in Amerika rüyası

Shakespeare'in en gözde oyunlarından biri Othello. Kıskançlık, öfke, insan ruhunun gizemleri ve pişmanlık üzerine şahane bir trajedi. İnsanı merkeze aldığı için eskimeyen bir metin. Othello şimdilerde Broadway'de provada. Başrollerinde iki yıldız oyuncu var. Biri Skyfall serisiyle gişede rekorlar kıran Daniel Craig, diğeri Selma-Özgürlüğe Yürüyüş ile Oscar'da altın heykelciğe yürüyen David Oyelowo. Metni bilenlerin ana rolü tahmin etmesi güç değil. Biz yine de hatırlatalım. Kralı Oyelowo oynuyor, karısının kendisini aldattığına inandırıp cinnet haline sokan ise Craig. New Yok Theater Workshop'un projesi, yönetmen ‘Fun Home' müzikaliyle Amerika'nın en prestijli sahne sanatları ödülü Tony'yi alan Sam Gold. Craig en son iki yıl önce ‘Betrayal' oyunda rol almıştı. Uzun süredir gazetelere verdiği röportajlarda Broadway dışında bir sahneye çıkmak istemediğini söylüyordu. Hayali gerçekleşti. İki İngiliz'in bir İngiliz dâhisinin oyununa nasıl hayat vereceğini hep beraber bekleyip görelim diyeceğim ama nerede...

Mark Rylance, İspanya kralı oldu

Mark Rylance / V. Felipe

Sinema yaparken sahnede olan bir diğer oyuncu Mark Rylance. Bu sezon St. James Place ile Prone Gunman filmleriyle karşımıza çıkan üretken İngiliz aktör… Mark Rylance'yi sinemadan tanısak da köklü bir tiyatro geçmişine sahip. Her yıl en az bir oyunla sahneye çıkıyor. 20 yıldır Shakespeare'in kurduğu İngilizlerin en köklü tiyatrosu Globe'ta sahne alıyordu. Hatta geçen yıl dahi yazarın III. Richard'ında rol alıp hayli ödül toplamıştı. Şimdi farklı bir özel tiyatroyla (Duke of York's Theatre) sahnede. Rol aldığı oyun bir dönem projesi, V. Felipe'nin hayat hikâyesi. V. Felipe, Avrupa tarihinde önemli bir isim. 17. yy. başında İspanya'ya krallık yapmış, ülkeyi veraset savaşlarına sokmuş bir lider. Tiyatro için hayli derin, ilginç bir figür. İki evlilik yapmış, son dönemlerinde sinir problemi yaşayıp nöbetler geçiren, trajik bir şekilde hayata gözlerini yuman karakteri, Rylance canlandırıyor. Richard'dan sonra yeni bir kralı oynamak çok da zor olmasa gerek.

Sahnede bir kovboy ve kardeş

Sam Rockwell / Aşk Delisi

Sam Rockwell güçlü bir filmografiye sahip. 10 yaşında televizyon dizisiyle setlere adım attı, o gün bugündür kamera karşısında. Seyirci onu sinemanın kült yapımlarından Yeşil Yol'daki (1999) psikopat mahkûm Bill Wharton olarak hatırlar. Her yıl en az bir filmle seyirciyi selamlayan oyuncu, Sam Shepard'ın Aşk Delisi'yle sahnede. Türkiye'de Aç Sınıfın Laneti, Vahşi Batı oyunlarıyla bilinen yazarın oyunu, terk ettiği kardeşine yıllar sonra dönen bir kovboyun hikâyesini anlatıyor. Dağılan bir aile, hayatları değişen iki çift ve koca bir dram… Sam Rockwell kovboy rolünde. Partneri ise Woody Allen'ın Pariste Gece Yarısı'nda rol alan Nina Arianda. Nina'nında Amerika'nın tiyatro Oscar'ı Tony'yi birkaç defa aldığını ekleyeyim. İkilinin iyi bir sinerji yakaladığı gelen haberler arasında.

Özel bir geceden sonra…

Hugh Jackman'ı tanıtmak için bir film referansı vermeye gerek yok. Hugh Jackman işte. Daha birkaç ay önce Türkiye'deydi. Gelmeden evvel ‘Ben Osmanlı torunuyum' diyerek dikkatleri üzerine çekti, sesi kısıldığı için ertelenen gösterileri kapalı gişe tamamlayıp memleketine döndü. İzlediğimiz performansı ‘Hugh Jackman'la Bir Gece'ydi. X Man'den Sefiller'e popüler filmlerinin arka planını anlattığı, kişisel hikâyesine değindiği müzikli, danslı bir gösteri… Jackman bu gösteriye Broadway'da devam ediyor, şimdilerde ikinci bir oyunla sahnede. Oyunun adı: Nehir. Bu kez dans, müzik yok. Klasik bir drama. Bir kasabada hayatını devam ettiren balıkçının eşiyle yaşadığı ilişkiyi irdeleyen bir hikâye. Partneri İngiliz genç tiyatrocu Cush Jumbo.

Aslan Kral'ın yaşlı sesi

James Earl Jones / The Gin Game

Hollywood'un yıldızlarından James Earl Jones, film yapmaya devam ettiği gibi tiyatro sahnesinden de inmiyor. Yaşı: 84. Ancak maşallahı var. Geçtiğimiz yıl biri seslendirmesini yaptığı iki TV dizisinde yer aldı ama yine de tiyatroya ara vermedi. Bu sezon Broadway'de ‘The Gin Game' adlı bir oyunla sahneye çıkıyor. Birbirine yaslanarak yaşamaya çalışan iki ihtiyarın hikâyesiyle… Broadway'de sahne alan oyun hayli ilgi görüyor. Geçtiğimiz sezon iki Tommy, üç Emmy ödülüne aday gösterilmişti. New York Times'ın izlenmesi gereken oyunlar listesinde ön sıralarda. Hayatının son demlerinde izlemekten ziyade dinlemek için tiyatrosuna gittiğimiz Müşfik Kenter gibi Aslan Kral'ı, Conan'ı ölümsüzleştiren o sesi dinlemek hayli keyifli olabilir. Ancak o şansı yakalamak için okyanusları aşmak şart.

Nicole Kidman, 17 yıl sonra sahnede...

- Nicole Kidman, Photograph 51 adlı oyunda DNA'yı keşfeden ekipten Rosalind Franklin'i canlandırıyor. Oyunun, Kidman'ın kariyerinde özel bir yeri var. 17 yıl sonra yeniden sahneye dönüyor. En son David Hare'in meşhur oyunu Blue Room ile sahneye çıkmıştı. Bilim tarihinde ismi pek zikredilmeyen bilim insanını The Guardian, hayli başarılı canlandırdığını söylüyor. Biz onların yalancısıyız. Not: Oyun Amerika'da değil, Londra'da sahneleniyor. İngiltere'de sahne almak da Hollywood yıldızları için başka bir gurur kaynağı, vitrindir.

Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri Aşk Hikâyesi'nin başrol oyuncuları Ali MacGraw ve Ryan O'Neal, 45 sene sonra yeniden bir araya geldi. Filmin yapımcısı Nelle Nugent'ın, geçtiğimiz yıl oyuncuların Hollywood Reporter'a verdikleri bir röportaj için çekilen fotoğraflarını görmesiyle kurulan hayal gerçek oldu. İki oyuncu aşklarına Broadway sahnesinde devam ediyor. Tony'yi iki kez kazanan Gregory Mosher'in yönettiği oyun hayli ilgi görüyor.

Star Wars'tan Anna Karenina'ya zengin bir filmografisi olan Keira Knightley, Amerika'da Roundabout Theater Company'de sahne almaya başladı. Oyunun adı: Thérèse Raquin. Sahnede teknelerin gerçek suda yüzdüğü, devasa şatoların inşa edildiği hayli büyük bir Broadway yapımı.

Transformers serisinden tanıdığımız Julie White, Matthew Broderick ile Annaleigh Ashford ‘Sylvia' adlı bir komedi oyunuyla ilk defa sahneye çıkıyor.

Hollywood'un popüler simalarından Lindsay Lohan, İngiltere'de David Mamet'in üstlendiği ‘Bağla Şu İşi' adlı satirik oyunla ilk defa sahne alacak. 27 yaşındaki oyuncu, 1988'de Madonna'nın da canlandırmış olduğu Karen adlı sekreter rolünü alacak.

Görüşler farklı, tepkiler ortak

0
0

Ekranların karartıldığı gün 28 Ekim... Saatler 16.34'ü gösterirken Koza-İpek Yayın Grubu'na ait Kanaltürk TV ve Bugün TV'nin yayını kesildi.

O gün muhabirler darp edildi, kameraların kablosu söküldü, personel gözaltına alındı, genel yayın yönetmeni direndi. Ana kumanda son dakikaya kadar terk edilmedi. Türk basın tarihinde bir ilk yaşandı belki de. Haber merkezi, reji odasına sığındı ve kayyuma rağmen yayın yapmaya çalıştı. İçerde yaşananlar anbean takip edilirken bina önünde toplanan vatandaşlar da mücadeleye destek verdi.

Sloganların adresi değişmişti bu sefer. Çağlayan, Vatan ve Yenibosna'dan sonra Mecidiyeköy sokakları da “Özgür basın susturulamaz” sesleriyle inledi. Kalabalığın arasında farklı partilerin seçmenleri de vardı, başka cemaat mensupları da. Herkes demokrasi, özgürlük, hak, hukuk, adalet adına oradaydı. Taşıdıkları “Altın görünce dayanamadın de mi, Ateş olsan Koza'yı kelebek yaparsın, İpek erkeğe haramdır, Her kuruşu helal yani sana yaramaz, O kedi buraya gelecek” yazılı pankartlar da bir hayli ilgi çekiciydi.

Büşra Yılmaz: Yine de gazeteci olacağım

Gazetecilik okuyan 23 yaşındaki Büşra Yılmaz, karartılan ekran karşısında tepkisiz kalan medya gruplarının üç maymunu oynadığını söylüyor. Darp edilen gazetecileri görünce yıkıldığını anlatan, meslektekilerin can güvenliğinin olmadığını kaydeden Yılmaz, “Olanlara rağmen gazeteci olmaktan vazgeçmeyeceğim, kalemimi doğru kullanarak milletime gerçekleri anlatacağım.” şeklinde konuşuyor.

Nuri Karadağ: Yatak odaları para dolu

78 yaşındaki Nuri Karadağ, “Bunca yıllık ömrümde böyle devlet görmedim. Benim cebimde beş kuruş para yok ama onların sarayı var, saltanat sürüyorlar. Allah her şeyi affeder ama kul hakkını affetmez. Bugün bu işyerlerine el koymaları da kul hakkı, haram işliyorlar. Yatak odasını paralarla dolduranlara da, dini sömürenlere de hakkımı helal etmiyorum.” şeklinde konuşuyor.

Saba Şaşmaz: Ne darbeler gördük

Yanına yaklaştığımız 80 yaşındaki Saba Şaşmaz, “Havuzcu musun sen?” diye soruyor önce. Havuzun kıyısından köşesinden geçmediğimizi anlayınca Atatürkçü olduğunu vurguluyor ve “Gün, birlik olma günüdür.” çağrısında bulunuyor. Türk bayrağına sımsıkı sarılan Şaşmaz, “80 yılı geride bıraktım. Senin yaşın küçüktür, bu memleketi benim kadar tanımazsın, bilmezsin. Ne darbeler atlattık, ne siyasetçiler tanıdık. Bu dönem 12 Eylül'den bile beter. Torunlarımıza nasıl bir memleket bırakıyoruz farkında mısınız? Memleketi yediler bitirdiler. Ama o darbe günleri nasıl geçtiyse bugünler de geçip gidecek.” ifadelerini kullanıyor.

Eyüp İlik: Bu gruba aidiyetim yok ama…

Eyüp İlik, “Altın görünce dayanamadın de mi?” pankartıyla alana girince bir alkış kopuyor. İlik, “Bu gruba bir aidiyetim yok. Demokrasi ve hukuk adına buradayım. Ne yazık ki böyle ortamlara alıştık, alıştırıldık. Devletin hukukla bir ilişkisi kalmadı. Hukuk dışı uygulamalara tepki adına buradayım.” diyor.

Züleyha Özen: Doğrunun yanındayız

Kalabalıklar arasında gözü yaşlı bir hanım göze çarpıyor. Bir yandan ağlayan bir yandan dua eden 54 yaşındaki Züleyha Özen, Kur'an'ını okuyup, namazını kılıp evden çıktığını, destek olmak için geldiğini anlatıyor. Ortamın atmosferinden etkilendiğini söyleyen Özen, “Doğrunun yanındayız. Allah vatana millete zeval vermesin.” diyor.

Ziya Türk: Barış istiyorum

“Özgürlük ve barış için geldim.” diye alanda haykırıyor 70 yaşındaki Ziya Türk. “Bu bayrak hepimizin. Bu bayrak altında dimdik duracağız. Haksızlığa, hukuksuzluğa karşıyız. Bunca hükümet geldi geçti, hiçbiri böyle zulmetmedi.” diye bağırmayı sürdürüyor.

Burak Açıkgöz: Medyayı sıfırladılar

Kamu yönetimi bölümünde okuyan 21 yaşındaki Burak Açıkgöz, Atatürkçü olduğunu vurgulayarak söze başlıyor. “Burada olmak bir demokrasi mücadelesidir. Parayı sıfırladılar, medyayı sıfırladılar. Biz de seçimde onları sıfırlayacağız. Yapılan bu darbeye karşı durmak için buradayız!” diyor.

Ünlü olmanın avantajları yararlı işlerde kullanıyorum

0
0

Oyuncu Mert Fırat, ihtiyaç sahipleriyle destek verenleri buluşturan ‘İhtiyaç Haritası' platformunun kurucu üyelerinden.

Kampanyanın yüzü olmadığını dile getiren Fırat, “Ben de kafa patlatıyorum, zaman harcıyorum ama projenin mimarlarından Elif ve Ali Ercan'ın harcadığı maddi olarak ölçülemez. Hepimizin ortaya koyduğu emek var.” diyor. İşitme engelliler, kadın dernekleri, Yeşil Yol, Oy ve Ötesi gibi 30'dan fazla aktivitenin içinde yer alan Fırat, “Bilinen, ünlü birisi olmanın sağladığı faydanın farkındayım. Yetişebildiğim, vaktimin uyduğu, yardımdan başka düşünce içinde olmayan her şeye destek vermeye çalışıyorum.” diye konuşuyor.

İhtiyaç haritası fikrinin çıkış noktası nedir?

Benzer bir sürü yapı var. Bu yapıları buluşturmak ve onları görünür kılmak fikrinden yola çıktı. 30'a yakın dernekte çalışmışım. Keşke hepsini görebileceğimiz platform olsa diye konuşuyorduk. Elif'le birlikte yürüttüğümüz danıştığım çalışmalar oldu. Devamında biz yolu birlikte yürüyelim dedik. Ali Ercan Özgür arkadaşımız, sosyal sorumluluk konusunda çok fazla bilgili, doktora yapmış. O da harita kısmını anlattı. Hâlâ daha beta versiyonu. Gittikçe gelişen bir platform. Haber alma ağını da güçlendirip koordinasyona katkı sağlıyor. Sokağa kadar inebiliyor harita, bu bir avantaj.

Harita neleri kapsıyor?

Van depreminde mesela 1 ton gıda ihtiyacı varken 20 tonun gitmesi, depolanamaması gibi sorunları gideren yapısı var. Çünkü ihtiyacı önceden girip, onun nasıl giderileceği öğreniliyor. Bağış kabul etmiyoruz. Diyelim ki teknolojik sistem satan bir firmaya rica ediyoruz bize kumbara oluşturun diye, destek verenleri de oraya yönlendiriyoruz. 20 bin lira toplanıyor, bizim de 20 tane bilgisayara mı ihtiyacımız var, o kumbarayla o ihtiyacı gideriyoruz.

Sizin isminiz projenin önüne geçiyor mu?

Başından beri kampanyanın yüzü olmayı düşünmedim, o algıdan da rahatsız oluyorum açıkçası. Ben de kafa patlatıyorum, zaman harcıyorum ama Elif'in, Ali Ercan'ın harcadığı maddi olarak ölçülemez. Hepimizin ortaya koyduğu emek var. Yüzü gibi değil de bir parçasıyım. Tanınan simalarla çalışıp onların da taşın altına ellerini sokmalarını sağlayacağız. İlk hedefimiz kendimizi iyi anlatmak. Ev hanımının, öğrencinin, öğretmenin destek vereceği bir ortam oluşturmak derdimiz. Arama motorları gibi. Bir yandan da herkes kendi hesabını oluşturup kendi yardımını yapıyor. Dernekle çalışmak keyifli ama yaşam döngüsü içinde zaman ayıramıyoruz. İhtiyaç haritası o zamanı da doğuruyor aslında.

Bireysel yardımlara da kapı açıyor yani.

Ayda 2 saat yardım yapmak istiyorsan yapıyorsun. Bir yandan da bunun iyilik değil, birlikte bir şey yapmaya dair olduğunu görüyorsun. En önemlisi de o. Yardım, sınıfsal üstünlük sağlamaz. Adı yardım da değildir destektir, birlikte bir şey yapmaktır.

İhtiyaç Haritası, Yeşil Yol, kadına şiddete karşı kampanyalar… Nerede bir sosyal sorumluluk varsa sesi olmuşsunuz.

30'dan fazla çalışmanın içinde bulunup hepsine konsantre olma isteği var ama mümkün değil. Dolayısıyla bunun sürdürülebilir olmasını istediğim için ihtiyaç haritası benim de bir ihtiyacım. İşitme engelliler, kadın dernekleri, kadına şiddete karşı projeler, eğitim, Okuyorum Oynuyorum projeleri, HeForShe, Yeşil Yol, görme engelliler, Lösev, Oy ve Ötesi, hayvan koruma dernekleri, doğumdan hasar görmüş çocuklar… Yetişebildiğim, vaktimin uyduğu, yardımdan öteye niyeti olmayan her şeye destek vermeye çalışıyorum. Bilinen birisi olmanın sağladığı faydanın da farkındayım. Bu yararı oraya da kullanmak istiyorum. Bu vakti birçok merkezin içinde yapılan söyleşilerde kullanıp para kazanmak, o parayı başka şeylere aktarmak da mümkün. Birilerini harekete geçirmek, farkındalığı artırmak için kullanıyorum elimden geldiğince.

Mahalleli bize aşure getirdi

Moda Sahnesi'nin iz düşümü gibi Bursa'da Sanat Mahal'i açtınız. Anadolu'da sanat merkezi kurmaya ne zaman nasıl karar verdiniz?

Bir buçuk yıl oldu. Aslında çok istiyordum. Oyun atölyesinde 2006'dan bu zamana kadar bir şubemiz olsa diyordum. Bir röportajımızda var, ‘10 yıl sonra olmak istediğiniz yer' diye soruyor, ‘Oyun atölyesinin şubeleri' cevabım. Orada olmadı Moda Sahnesi'ni kurduk. Sanat, mahalde bambaşka. Mahal kısmı Nurhan Karadağ hocamızın öğrettiği kısım. Mahalleliyle bir şey yapmak mahalleden bir şey almak, aktarmak. Birlikte paylaşarak yerleri besleyerek yerelden de beslenerek. Ortaklarımızdan 4'ü Bursalı. Kurduğumuz yapıda mahalle çevre ile entegreyiz. 10 yıllık sözleşme yaptık, Bursalı olacağız.

Geri dönüşümler nasıl?

Yüzde 70 doluluk oranıyla oynuyoruz. Mahalleden bize aşure, kek, poğaça, börek geliyor. Burada durmak, çalışmak için geliyor. Gönüllü çalışmak için geliyor. ‘Kitabımı okusam burada' diyor.

Dizilere zaman kalıyor mu?

Bir İngiliz şirketle sinema filmi çekeceğiz. Sürekli dizi teklifleri geliyor. Her hafta aşağı yukarı bir senaryo okuyorum. İçinde kendini iyi hissedeceğim bir teklif, kendimden bir şeyler katacağım iş bulursam ekranda olurum. Seyrettiklerimde de keşke şunun içinde olsam dediğim işler yok. Hikâyeler noktasında da. Oynamak öyle bir şey ya. Bizi oynatan sizi yazdıran, bir şeyler katmak isteği. Öbür türlü sanayi tipi oluyor.

ÜNLÜ OLMAK SAHNEYİ HER ZAMAN KURTARMAZ

Sanat hayatınız da oldukça yoğun. Aynı anda 3 tiyatro oyunu oynamak zor değil mi?

Takvimim birbirine çakışmadığı sürece zor değil keyifli, heyecanlı. 3 tane başka rol çünkü. Yoğunlukla ilgili de bir problemim yok. Hem ihtiyaç haritası hem kutu film hem Kürk Mantolu Madonna. Ocakta 4. oyunum başlayacak. Birini kaldırır ya da süresini azaltırız. Hayat çok kısa. 35 yaşına gelmişim bile. Yapmak istediklerimle hayatın hızı çok farklı, sistem de yardımcı olmuyor. O yüzden acelem yok ama hevesim çok.

Mert Fırat'ı sahnede izlemek için gelenler oluyormuş. Ekranlardan tanınan ünlü oyuncuların tiyatro yapması seyirciyi artırıyor mu?

Dizilerden tanınmış arkadaşlarımızın belirli bir seyirciyi örgütleyip oraya getiriyor oluşunu önemsiyorum. Yüzde 90 doluluk oranıyla oynuyoruz mesela. Diğer tiyatrolarda da benzeri durumlar var. Bu ünlü kişilerin tiyatro sahnesine çıkıyor olmaları sadece 10 gösterim için önemli. İnsanlar Melis Birkan, Onur Ünsal için geliyor. Mert Fırat onun karşılığını vermiyorsa seyirci sayısı 10. oyundan sonra düşüşe geçmeye başlıyor. İlk aşamada önemli ama sonra oyunun kalitesi belirliyor.

İhtiyaç Haritası'nın mimarlarından Elif Kalan: 2 sokak mesafedeki ihtiyaçları harita buluşturdu

Nasıl destekler alıyorsunuz?

‘Uzmanlık alanım tasarım, sitenize baktım şunları yapsanız daha iyi olur, şurada yazım hatası var düzeltin' diyenler var. Bu bizim hoşumuza gidiyor. Sadece şirketler değil herkesin birlikte yürüteceği bir sistem oluşturmaya çalışıyoruz.

İmece usulünü çağrıştırıyor...

Onun teknolojiyle desteklenmiş hali. İnsanlar saatler geçiriyor bilgisayar başında bundan faydalanıyoruz. Sorunlu yerlerde muhtarlar devreye giriyor. Sivil toplum, gönüllülerimiz... Hepsiyle çalışmak istiyoruz. Yaşadığımız bir şey. Gaziantep'te iki sokak yakınlar ancak birbirlerinden haberleri yok. Okul kitap ihtiyacı girmiş, diğeri de kitap bağışlamak istemiş. 2 sokak ötede olduğunu haritada görünce gidip teslim etti. Adana Yüreğir'de karşılaştık benzer bir şeyle. Okul için ihtiyaç girilmiş. Adana'daki bir özel şirket de ‘Ben bu okulun her şeyini karşılayabilirim' dedi. Her yerde kaynaklar var. Bunları da harekete geçirmek istiyoruz.

Şu aşamada hangi alanlarda gönüllüye ihtiyacınız var?

Sistemden gelen ihtiyaçlar bizi yönlendiriyor ama şöyle düşündük; ihtiyaçlar genelde okullarda. Öğretmenlerden bir ekibimiz oluşacak gibi. Gönderilecek eşyaları kontrol etmek için gönüllü ekibimiz olabilir. Kitap ve kıyafetlerin ayrıştırılmasında gönüllülere ihtiyacımız olacak. Muhtarlarla çalışacak gönüllü alanımız olabilir. Siteden üye olanlar da yönlendirebilir bizi, ‘Ben şunu yapmak istiyorum' diye. Seçme alanları var.

Dünyanın en büyük klasik otomobil mezarlığı

0
0

ABD'deki bir otomobil mezarlığında aralarında eski Ford ve Cadillac'ların bulunduğu 1972 model ve öncesine ait 4 binin üzerinde otomobil bulunuyor.

Atlanta'nın kuzeyinde bulunan 80 yıllık otomobil mezarlığında 1972 model ve öncesine ait 4 binin üzerinde otomobil bulunuyor. Bunlar arasında eski Ford'lar, Cadillac'lar ve nadir bulunan 1941 model Mack marka süt kamyonu bile var. Ziyaretçilerin bu araçları görebilmesi için yaklaşık 10 kilometre yürümek gerekiyor.

Eski otomobil şehrinin temeli 1931 yılında Lewis ailesinin White kasabasında mağaza açmasına dayanıyor. Burada giysiden otomobil parçasına, tekerlekten benzine kadar çeşitli eşyalar satan aile 2. Dünya Savaşı'nda Amerika savaşa girince hurda parçalama işine girdi. Hurda otomobiller aldılar, onları söküp parçalarını sattılar. 1940'ların sonunda itibaren mağaza deneyimli bir otomobil mezarlığına döndü. O bölgede doğan eski otomobil şehrinin şu anki sahibi Dean Lewis, tüm çocukluğunu otomobillerle oynayarak geçirdi. Lewis, 1970 yılında kendisine kalan bölgedeki otomobilleri parçalamak yerine korumayı tercih etti.

20-30 yıl boyunca Dean açık artırmalarda, özel partilerde ve geri dönüşüm merkezlerinden binlerce dolar harcayıp hurda otomobiller aldı. Lewis ailesinin en popüler otomobillerinden biri 1983 yılında çekilen ve Johnny Cash ile Andy Griffith'in başrolde oynadığı "Murder in Coweta County" filmde kullanılan 1946 model Ford kamyondur.

Dean orada bulunan otomobilleri satmıyor, orayı giriş ve fotoğraf çekimlerinden daha fazla para kazanıyor. Her yıl yüzlerce insanın ziyaret ettiği bu eski araba mezarlığında dolaşmak 15, fotoğraf çekmek ise 25 dolar.

Yılın her 365 günü için özel Turna kuşu tasarladı

0
0

Japon kağıt katlama sanatı origami tutkunu bir genç, yılın her 365 gününe özel his ve duygularını yansıttığı dekoratif Turna kuşları yaptı.

Origami hayranı Cristian Marianciuc, adlı genç yılın her günü için kağıttan bir Turna kuşu yapmak amacıyla kendini zorladı. Ürettiği her parça Cristian'ın her gün hissettiklerinden etkilenerek kağıdı birçok farklı şekilde katlayıp bu güzel sanatı oluşturdu. Bu ilginç turna kuşları genellikle keşfedilmiş katlama tekniklerinden daha dekoratif. Bu kuşları izlemek çok eğlenceli.

‘Dumandan önce ben ulaşmak istedim'

0
0

Çoğunlukla kültürel, sosyal ve çevre konuları üzerine çalışan fotoğrafçı Kerem Yücel, 2015 Nisan ayı itibarıyla CAN Europe ile birlikte Türkiye'de kömürden doğrudan etkilenen kırsal alanları ziyaret ederek kömürlü yaşam öykülerini belgeledi.

Mevcut termik santraller ile yeni kömür projelerinin doğrudan tehdidi altındaki 7 il ile bu illerin ilçe ve köylerine gerçekleştirilen ziyaretlerden ortaya çıkan fotoğrafik yaşam öyküleri, “İsli Gelecek” sergisinde bir araya toplandı.

Projeyle ilgili konuşan Kerem Yücel, “Her yeni kömür yatırımının benim geleceğimden, çocuklarımın geleceğinden çaldığının farkındayım. Bir adım sonrasını, geleceği görememek acı verici. Kömürlü termik santraller, tıpkı duman gibi, is gibi yavaş yavaş ilerleyerek tüm hücrelerimize sızıyor. Farkına varmadan bizi zehirliyor. Korkunç olan da bu. Hiçbir şeyin farkında olamamak. Bu proje ile buna dur demek istedim. İnsanlara isten, dumandan önce fotoğraflar ile ulaşmak istedim. Farkına varılsın istedim, çok geç olmadan.” diyor.

Fotoğrafların hikâyelenmesi konusunda yıl boyunca Kerem Yücel'le sahada çalışan CAN Europe (Climate Action Network Europe)'tan Elif Gündüzyeli, “Türkiye'de halihazırda mevcut 21 termik santrale eklenecek 75 yeni kömürlü termik santralin 2023 yılına kadar devreye girmesi planlanıyor. Özellikle Çanakkale, İzmir, Manisa, Zonguldak, Adana ve Maraş kentleri ile etraflarında yoğunlaşan yeni termik santral planlarıyla Türkiye, dünyada en fazla yeni termik santral projesi olan ülke konumunda. Kömür, termik santrallerde yakılması sonucu sebep olduğu hava kirliliği dışında beraberinde getirdiği büyük liman inşaatları, açık hava kömür depoları, kül barajları ve madenler ile de kırsalda yaşayan insanların hayatlarını sekteye uğratıyor. Aşırı su kullanımı ve neden olduğu toprak kirliliği yüzünden tarımdaki verimi düşürerek kırsalda gıda güvenliğini tehlikeye atıyor ve tarımsal istihdamın azalmasını doğrudan etkiliyor. Linyit çıkarılan bölgelerde tarımsal istihdamın, iş ve yevmiye güvenliği olmayan madenciliğe yönelmesine neden oluyor. Salgıladığı sera gazı emisyonlarıyla küresel iklim değişikliğinin de baş tetikleyicilerinden olan termik santraller, geleceğimizin ne kadar sürdürülebilir olduğu konusunda ciddi soru işaretleri oluşturuyor.” şeklinde konuşuyor.

(İsli Gelecek sergisi, 11-12 Kasım 2015 tarihlerinde İstanbul Tophane'deki Tütün Deposu'nda ziyaretçilerini ağırlayacak.)

Haftanın Albümleri - 7 Kasım 2015

0
0

Cengiz Özkan'dan Hayalmest

Cengiz Özkan, Anadolu müziğinin en önemli temsilcilerinden biri. Yorumu ve duruşuyla sadece müzikseverlerin değil sanatçıların da dikkatle takip ettiği bir isim. Büyük usta Neşet Ertaş onun için ‘dinlediğim tek sanatçı' diye söz etmişti. Cengiz Özkan'ın merakla beklenen albümü ‘Hayalmest' yayınlandı. Sanatçı, önceki albümlerinde olduğu gibi bunda da farklı yörelere ait eserleri ustalıkla yorumluyor. Neşet ustaya ait ‘Kar mı yağmış yüce dağlar başına' adlı eseri yorumlayarak ustasına anlamlı bir selam gönderiyor. ‘O yar gelir' adlı eserle de yakın zamanda kaybettiğimiz Yaşar Kemal'in ruhuna sesleniyor. Ayrıca; Değme Felek, Ferâcemin Ucu Sırma, gibi eserler, sanatçının özgün yorumuyla dinleyici ile buluşuyor.

Usmonova ve Yaşar düeti

Yıldız Usmonova, kariyerinde 20 milyon albüm satışı yapmayı başaran, hem kendi ülkesi Özbekistan'da hem de ülkemizde beğeniyle dinlenen bir isim. Dünya, Yalan, Seni Severdim gibi hitleriyle bildiğimiz müzisyen yeni albümü ‘Hayat Bana Aşk Borcun Var'ı yayınladı. Usmonova'nın yeni çalışmasının sürprizi Yaşar ile yaptığı düet. Bu düet de en az ‘Seni Severdim' düeti kadar güzel olmuş. Bu albümdeki bestelerin neredeyse tamamı kendisine ait. Müzisyenin şarkıları 90'lı yıllardaki pop müzik tadında. Abartılı olmayan, samimi şarkılar söylüyor sanatçı. Bu nedenle son dönem pop albümleri arasında farklı bir yerde duruyor.

Yeni bir yıldız: Leon Bridges

Son günlerde müzik dünyasının en çok konuştuğu isimlerden biri Leon Bridges. Tarzının yanı sıra canlı performanslarıyla da adından çokça söz ettiren müzisyenin yeni albümü ‘Coming Home' yayınlandı. Şarkıcı kimliğinin yanı sıra besteci kimliğiyle de dikkatleri üstüne toplayan Bridges, otoritelerden övgü dolu eleştiriler alıyor. Albümde Smooth Sailin, Lisa Sawyer ve River, sevilen ve dikkat çeken şarkılar arasında yer alıyor. Gospel ve soul tarzında müzik yapan müzisyenin temiz ve dokunan yorumu dikkat çekici. Müziğinin farklılığı ve şarkı sözleri de en az yorumu kadar güçlü.


Cilt dostu argan yağı

0
0

Kozmetik ve güzellik denince son günlerde adından en fazla söz edilen bitki argan.

Argan yağı özellikle şampuanlar ve saç bakım serumlarında kullanılıyor. Nemlendirici ürünlere de girmeye başladı yavaş yavaş. Ancak bu özellikleri dışında başka kullanım alanları da var. Argan yağını elleriniz, ayaklarınız, yüzünüz, cildinizdeki kırışıklıklar, izleri giderme veya bakım amaçlı olarak pek çok bölgede kullanmak mümkün. Argan, boyu 10 metreye kadar ulaşabilen bir ağaç. 150-200 yıl kadar yaşayabilen argan ağacı, Latince Argania spinosa olarak biliniyor. Bu ağacın meyvelerinden de argan yağı elde ediliyor. Ağacın görüldüğü tek alan ise Fas'ın kıyıları. Sadece bu civarda yetişmesi 1998 yılında UNESCO tarafından koruma altına alınmasına neden olmuş. Hatta kıymetini fazlasıyla bilen Faslı kadınlar ona “sıvı altın” diyerek onore bile etmişler. Ortalama 100 kilo olgunlaşmış argan meyvesinden 2 kiloya yakın yağ çıkıyor. En çok da doğal yollardan elde edilen yağı haricen kullanılıyor.

FAYDALARI

Nemlendirici ve canlandırıcı etkisiyle iyi bir cilt bakım ürünüdür.

Saçları besler ve güçlendirir. Çabuk uzamasına yardımcı olur.

Ciltteki leke ve kırışıklıkları giderir.

Ciltte sebum adı verilen yağ salgısını azaltır.

Kepeği önler.

Göz altı kırışıklıklarında etkilidir.

Sivilceleri önler.

Hamilelik çatlaklarına iyi gelir.

Kırılgan tırnak yapısını güçlendirir.

Prostat olmamak için domates yeyin

0
0

“Türkiye'de her beş erkekten biri prostat kanserine yakalanıyor.” Bu cümle ABD'de prostat ve beslenme üzerine birçok çalışma yapan, Atlanta Emory Üniversitesi Üro-Onkoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ömer Küçük'e ait.

ABD'de bu oranın her üç kişiden biri olduğunu söyleyen Küçük, bütün kanser çeşitlerinde beş yıl içinde yüzde 25 civarında artış olacağını düşünüyor. Dünyayı bu gidişe hazırlayan nedenler ise belli: Sağlıksız beslenme, hareketsiz yaşam ve fazla kilolar. Tüm kanserlerde olduğu gibi prostata yakalanmamak için de çözüm olarak doğru beslenme gösteriliyor. Prostatı önlemenin yolu ise ‘domates'ten geçiyor.

Dünyada her yıl bir milyon erkeğe prostat teşhisi konuyor. Bunun dörtte biri ABD'de görülüyor. ABD ve Kuzey Avrupa'da daha yaygın olan prostat kanserine Akdeniz ülkeleri, Çin, Japonya, Hindistan gibi ülkelerde ise çok daha az rastlanıyor. Geçtiğimiz günlerde Anadolu Sağlık Merkezi'nde prostat üzerine sunum yapan Prof. Dr. Ömer Küçük, bunun tamamen ülkelerin beslenme alışkanlıklarıyla ilgili olduğunu düşünüyor: “Amerika ve Kuzey Avrupa'daki beslenme şekli daha çok et ağırlıklı, unlu ve kalorili gıdalardan oluşuyor. Prostat kanserinin az olduğu ülkelerde ise başta domates olmak üzere sebze-meyve, zeytinyağı ve balığın çok fazla tüketildiğini görüyoruz.”

Soya veya köri de

tüketilebilir

Harvard Üniversitesi'nde uzun süreli bir çalışma yapılıyor. 45 bin sağlıklı kişi 30 yıl boyunca takip ediliyor. Bu süre zarfında araştırmaya katılanların bir kısmı prostat kanseri oluyor. Hepsinin beslenme şekilleri incelenmeye tabi tutuluyor ve prostat olmayanların bol bol domates yediği ortaya çıkıyor. Bu sebeple bir insan ne kadar domates yerse, prostat riski o kadar azalıyor. Prof. Dr. Küçük, bunun domatesin içinde bulunan ‘likopen' adlı madde sayesinde olduğunu anlatıyor. Zira bilimsel araştırmalar likopenin prostatı önlemede en güçlü madde olduğunu gösteriyor. Öte yandan domatesin pek tüketilmediği Asya ülkelerinde de prostata az rastlanması, buralardaki soya tüketiminin fazla olmasıyla açıklanıyor. Hindistan gibi ülkelerde çok kullanılan köri de yine içerdiği maddelerle prostatı engelleyici etkiye sahip.

Bunların yanı sıra Akdeniz usulü, yani sebze-meyveye dayalı, kırmızı etten ziyade balık ağırlıklı beslenme de önem arz ediyor. Nitekim Küçük, katkı maddeli hazır gıdalar, abur cuburlar gibi sağlıksız yeme alışkanlıklarının sadece prostat değil, diğer kanser türlerinde de sigara kadar etkisi olduğunu düşünüyor. Kanserlerin yüzde 30'u sigaraya bağlıysa, yüzde 35'i de sağlıksız beslenmeyle alakalı. Örneğin içinde hiçbir vitamin, mineral bulunmayan şekerin, unlu ya da yağlı gıdaların vücuda bir faydası olmadığından, bunlardan uzak durmak gerekiyor.

Ankara'nın 'göl saatleri'

0
0

Yakup Kadri, ‘Ankara' romanında der ki: “Yeni Ankara, o eski Ankara'nın bir mütekâmil şekli olmak lazım gelmez miydi? O millî; ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı?”

Bu sözlerdeki hakikat, bugün hâlâ başkent meselesinin trajedisini doğrulayan bir gerçeklik. Karaosmanoğlu'nun cümlelerini halk ağzına tahvil edersek, sual şöyle kalıp değiştirir: “Ankara'da ne yapılır ki?” 90 yaşını çoktan aşmış bir Cumhuriyet'in başşehri olma hüviyetini gerçekleştiremeyen Ankara'nın resmî; muadil dostlarıyla aynı masaya oturamaması acı bir sonuç. Konumuz, ‘projesiz modernleşme' üzerine atıp tutmak değil. Ama devrim sonrası yeni ülkenin yeni yüzü olamayan bir şehirden bahis açıldığında söz konusu tartışmadan beri olunamıyor. Her neyse… Coğrafya derslerinden de hatırlanacağı üzere Ankara'nın iklimi karasal, bitki örtüsü ise ağırlıklı olarak bozkır. Ki şehre yakışan bir renktir bu, belirtelim. Hal böyle olunca tabiat güzellikleri kısıtlı bir başkentimiz var. Ama şehrin deniz ihtiyacını karşılayan göllermevcut; Mogan gibi, Eymir gibi. Gölbaşı ilçesinin hudutlarında bulunan Mogan'ın da ziyaretçileri epey fazla. Ama başkentlilerin ve şehre dışarıdan gelenlerin tercihi Eymir Gölü şüphesiz. Neden mi? Çünkü sonbaharın son günlerinde burası o kadar romantik oluyor ki gidip görmek icap ediyor. Lakin önce burayı tanıtmakta fayda var: Arazisi Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne, yani ODTÜ'ye ait. ODTÜ Spor Kulübü Kürek Takımı'nın çalışma alanı olarak tasarlanmış. Zaten göl kenarındaki kayıkhane, Eymir'in sahibi gibi çalımlı duruyor. Göl, ormanlık bir alanın ortasında yer alıyor; fakat ağaçların ardındaki kıraçlık dikkatlerden kaçmıyor. Burası da 1930'lara kadar ağaçsız imiş. Ancak söz konusu duruma 1960'ta ODTÜ rektörü olan Mustafa Kemal Kurdaş müdahale eder. Ve özel çabalarıyla araziyi memleketi gibi yeşillendirmek için kolları sıvar. 35 yıl sonra, yani 1995'e gelindiğinde bir rüya gerçekleşmiş olur. Kemal Kurdaş ve ODTÜ Ağaçlandırma Direktörü Alaattin Egemen bu gayretleri ve sonuçtan ötürü Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülür. Bugün bozkırın ortasında yeşil bir vaha gibi duran tablonun mimarı Kurdaş ve Egemen'dir, anmadan geçmeyelim. 160 kuş türünün evi olan Eymir, son zamanlarda çevredeki çarpık kentleşmenin tehdidi altında. Umarım Ankaralılar, kendileri için bir nimet olan göle sahip çıkar. Bu arada gölün kapısı, araç giriş-çıkışına kapalı. Sadece ODTÜ döner sermayeden bir yıl süreli araç giriş kartı çıkarılabiliyor, ‘ille de arabayla gezeceğim' diyenlere. Söz konusu uygulama yerinde olmuş; çünkü motor, egzoz ve korna sesine uzak kalıyorsunuz. Ayrıca göl etrafını turlayan sürekli ring servisleri mevcut. Yorulduğunuzda böyle güzel bir alternatifiniz var, unutmayın.

‘Ne yapılır burada?' diyenler için mini rehber:

Manzaralı bir kahvaltı: Eğer günün erken saatlerinde Eymir'e gelmişseniz martı değil; ama ördek sesleri eşliğinde içindeki işletmelerde mükellef bir kahvaltı yapabilirsiniz.

Bisiklet turu yapın:Şahsî; bisikletiniz ile gelmediyseniz şayet; hemen girişteki bisiklet kiralama noktasından temin edebilirsiniz. Bu arada müşteriye İstanbul Adalar'dakinden daha kaliteli bisikletler veriliyor. Sonrasında ise basın pedala ve ağaçlara selam vere vere yolun keyfini çıkarın.

Yürümeye övgü: Eğer David Le Breton gibi ‘Yürümeye Övgü'de bulunmak ve “Yürümek ruh yetmezliği yaşamaktır. Daha doğrusu ruh yetmezliği yaşayıp kendini kendinden dışarı atmaktır. Kendine katlanamadığın noktada kendinle barışmak için kendini yollara vurmaktır.” diyenlerdenseniz o halde göl kıyısını yavaş yavaş adımlayın.

Bot keyfi: Yine bot kiralamak da mümkün. Sınırları çizilmiş bir alanda sevdiklerinizle su üstünde pedal çevirebilir, kürek çekebilirsiniz.

Başkent'te balık-ekmek: Karnınız acıktıysa ekmek arası çeşitliliği zengin. Ama göz kamaştıranı balık-ekmek kuşkusuz. Hem bir deneyin bakalım, Ankara'da balık-ekmek yemek nasıl oluyormuş.

Bağ evinde çay zamanı: Gölde bir bağ evi bulunuyor. Özel işletmenin sahibi olduğu mekânda güzelliği çayla birleştirin. Ama gölün diğer yakasındaki büfelerin iskemleleri üzerinde de vaktiniz varsa çay yudumlayın, kitabınızı okuyun.

Köye dönmek o kadar kolay değil

0
0

“Olmazsa köyüme dönüp, inek besler, domates yetiştiririm.” Şehirden bunalıp uzaklara kaçmak isteyince hangimiz kurmadık ki bu cümleyi? Hava bedava, su bedava...

Yeşile doyduğun topraklarda hayvan otlatacak, tavuk besleyeceksin. Peki şehir insanının hayallerini süsleyen köylerde hayat gerçekten bu güzellikte mi akıyor?

“Olmazsa köyüme dönerim. İnek besleyip, tarlama birşeyler ekerim.” Şehirden bunalıp uzaklara kaçmak isteyince hangimiz kurmadık ki bu cümleleri? Hava bedava, su bedava... Yeşile doyduğun topraklarda hayvan otlatacak, tavuk besleyeceksin. Şehir insanının hayalindeki kır hayatını yaşayabilenler ise köydeki mutlu azınlık. Zira hayat pahalılığı artık ‘köylü kalmak' için de mücadele etmeyi gerektiriyor. Örneğin yem parası yüzünden ciddi külfete neden olan büyük baş hayvan köylerde zenginlik alameti. Evet, geniş meralar ve tarlalar var ancak buraları ekip biçmek de her babayiğidin harcı değil. Nitekim gübre ve mazot parasıyla başa çıkamayan köylüler çareyi topraklarının sadece bir kısmını ekmekte buluyor. Geri kalan binlerce dönüm arazi ise boş. Görünen o ki şehirden köye dönüp mutlu mesut hayat sürmek bir masalı hayal etmekten farksız.

Köylülerin dünden bugüne nasıl bir mücadele içinde olduğunu Bilecik'in Kurşunlu Köyü'nden Bedriye Berber Engin'den dinliyoruz: “Biz köylü kalmak için çırpınıyoruz. Köylü kalmak artık lüks ve çok zor.” diyerek başlıyor anlatmaya. Çiftçinin omuzlarındaki yük her geçen gün artıyor ve sorunlar kördüğüme dönüşüyor. Yıllar içinde ne siyasetçilerin vaatlerine inançları kalmış ne de köylüler için çalıştığını söyleyen ziraat ve tarım odalarına... Engin'e göre üretim yapan bir köylünün bugün en büyük sorunu hayvan yemi ve mazot fiyatları. Tohumu, gübresi, ilacı da cabası... Olağanüstü bir çabayla üretmek için ‘direnen' Engin'in mısır ve buğday ekiminden arıcılığa kadar birçok uğraşı var. Ancak bu üretimin devamlılığını sağlamak hiç de kolay olmamış. Çocukluktan beri ömrünü geçirdiği köyünün canlı kalması için okuyup araştırmış, projeler geliştirmiş. En sonunda kırsal turizm kapsamında köyün turistlere açılmasına vesile olmuş. Böylece köyde üretilen ürünler direkt tüketiciye satılarak karlı bir alışveriş imkânı yakalanmış. Bu canlılık sayesinde köydeki üretim bir nebze de olsa canlı kalabiliyor.

Ve bankalar köylüyü keşfeder…

Bu çaba onları diğer köylerden ayıran büyük bir başarı olsa da sorunlar Kurşunlu Köyü'nde devam ediyor. Bedriye Engin, komşularının çoğunun mazot ve yem fiyatlarını karşılamak için borca girdiğini anlatıyor. Sonrası ise borcu döndürmek için alınan krediler ve onların geri ödenme macerası... Traktör veya tarla satılıyorsa anlaşılır ki bankalar kapıya dayanmış. Kimse kimseye, ‘Traktör senin elin ayağındı. Neden sattın?' diye sormazmış bile. Bilinir ki artık mazot, yem borçları karşısında yapacak bir şeyi kalmamıştır. İşte bu yüzden Engin'in en çok öfke duyduğu kurumların başında bankalar geliyor. “Öyle bir inek alıp oynattıkları reklamdakiler gibi köylünün, çiftçinin yanında değil bu bankalar.” diye öfkeleniyor. Dağıtılan krediler yüzünden evine haciz gelen, tarlasını, traktörünü satan komşularından söz ediyor: “Ben bir kez aldım, zor attım kendimi bu işin içinden. Ki ben ürünlerimi nispeten daha çok değerlendirebiliyorum. Köyümüzde komşu komşuya kefil oldu ama o evler satıldı, birbirine düşman oldu köylüler. Bir kredi için dört kefil birbirine bağlandı, biri batınca hepsi battı.”

Tohumları kerpiç duvarda saklıyor

Köyünün aşığı Bedriye Berber Engin'in bir tutkusu da doğal tarım. Köyde bu durum mümkün gözükse de gerçekler öyle değil. Tohumundan gübresine her adımda kimyasıyla oynanan ürünleri kullanmak neredeyse mecbur hale getirilmiş. Örneğin ziraat ve kooperatiflerin sattığı ithal tohumdan başkası kullanıldığı takdirde çiftçi mamulünü satacak kurum bulamıyor. “Tohumu ziraattan alıyorsun, yetiştiriyorsun ve ürünü ona veriyorsun. Kendi tohumumuzla yapacak olsak ürün elimizde kalır.” diyen Engin, elindeki yerli tohumları gelecek nesillere aktarmak için çabalıyor. Çiftçilikte yerli tohumla üretim yasaklanınca hazine gibi gördüğü bu tohumları önce pamuklu bezlere sarıyor, sonra poşetleyip kerpiç duvarların arasında yaptığı yuvalara saklıyor. Daha sonra üzerini balmumuyla kapatıp özene bezene bir sonraki seneye aktarıyor. Engin, bu şekilde az da olsa doğal üretim yapmayı başarabiliyor ancak ayçiçek, tahıl gibi sanayi ürünlerinde mecburen ithal tohum kullanıyor. Doğallığındaki şüpheler bir yana, maliyetindeki zorlukları şöyle anlatıyor: “Gelen tohumlar kısır. Bir kerelik kullanabiliyorsun ve her defasında dünyanın parasını ödüyorsun. Bir çuval ayçiçek tohumu 273 lira. Tarlamı ekmek için ise en az üç çuvala ihtiyacım var. Bu maliyetler yüzünden birçok komşum ekim yapamıyor.”

Atını konsül ilan eden imparator

0
0

Büyük şair Mehmed Akif, “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ Tarihi “tekerrür” diye târif ediyorlar/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” diyerek izah etmiş geçmişi.

Yakından bakılırsa, tarih sahnesi, ehli iz'anın idraki adına yazılmış bir ibretnâme sanki. Ne hikmetse zamanın verdiği unutkanlıkla her defasında aynı fasit dairenin içinde kalıveriyoruz. Eskinin biraz tozlansa da bugün kadar yeni köşelerine göz atmakta elzem derecede fayda var.

Her seçim sonrası yaşananlar bin yılların mirası olan bir alışkanlığı yeniden hatırlatıyor. Siyasi hayatında beraberce hareket ettiği kimselere güvenmeyen kimi idareciler, mutlak itaat ve sadakatine inandığı kimselere her daim kol kanat germiş ve çeşitli taltiflerde bulunmuşlar. Kimisi eşine, yakın dostuna bir makam vermiş, kimisi aşçısı, postacısı, şoförüne vekillik yolu açmış. Karşılığında beklediği yegâne ücret ise sorgusuz sualsiz bir itaat olmuş.

Kadim Roma tarihinin meşhur imparatorlarından Caligula'nın hükümdarlık devrinde yaşanan bir olay oldukça dikkat çekici. Asıl ismiyle, Caius Caesar Augustus Germanicus, zalimane icraatlarıyla nâm salmış bir hükümdar. M.S. 12-41 seneleri arasında Roma İmparatorluğu'na hükmetti. İktidara geldiği zaman, selefi Tiberius dönemindeki haksız uygulamaları ve gayri adil düzeni bitirdikten sonra, şahsi kabiliyet ve mahareti sayesinde halkın sevgisini kazandı. Ancak o günler çok uzun sürmedi. Geçirdiği bir hastalık sonrasında müstebit, kibirli ve merhametten yoksun bir hale döndü.

Halk nezdinde şan ve şeref sahibi hükümdarlar arasında görülen Caligula, bir anda bambaşka biri oluvermişti. Gurur ve egosunun peşinden sürüklenirken, kimse ona dur diyemiyordu. Saltanatının son üç senesinde idaresini mutlak bir rejime dönüştürmek için bir dizi hamleye girişti. İmparatorluk Sarayı ile Jupiter Mabedi arasına devasa bir köprü kurdurarak, o dönemin inanç kaidelerine meydan okudu. Ağır vergiler koydu, para toplayamayınca toplumdaki saygın kimseleri sıkıştırdı. İmparator, kendi hakimiyet mücadelesi yüzünden pek çok kimsenin de kanını dökecekti. Bu duruma Roma Senatosu şiddetle karşı çıktı. Pek çok seçkin senatör, Roma kanunlarını çiğneyen imparatora karşı büyük bir muhalefete girişti. Ancak Caligula da iktidarına karşı itiraz eden zümreye karşı boş durmadı. Evvela onları tahfif ederek sonra da tahkir ederek toplum nezdinde küçük düşürmeyi amaç edindi.

Benim atım bile sizin işinizi yapar

Tarih yazıcıları, Caligula'nın Incitatus adını verdiği çok sevdiği cins bir atı olduğunu anlatır. Öyle ki ata mahsus mermer döşeli bir ahır bile inşa ettirmişti. Saray hizmetçileri ona fildişi kaplarda yemini ikram eder, üzerini erguvani renkte kumaşlarla örterdi. Dönemin meşhur tarihçisi Suetonius diyor ki: İmparator Caligula, bir gün Senato'daki seçilmişleri tahkir etmek için ani bir kararla Incitatus adlı atını ‘konsül' ilan etmişti. Yani koskoca Roma İmparatorluğu'nda yöneten sınıfın içinde ilk defa bir at, senatoda görev yapan en üst düzey devlet memurları arasına girdi. İmparator, bu hareketiyle senatörlere ‘siz bir hiçsiniz' mesajını veriyordu.

Uçuş yorgunluğunu uçarak atıyor

0
0

Uçma hayalini uçak veya helikopterle gerçekleştirmeyi yeterli görmeyenler farklı türde hava araçlarıyla gökyüzünde kuşlara eşlik ediyor.

Onlardan biri de kabin memuru Onur Aksak. Yaklaşık 10 yıldır uçuşlarda görev alan Aksak, mesai sonrası ‘paramotor' adlı hava aracı ile evinin önünden havalanıp gökyüzünde süzülüyor. Vakit buldukça arkadaşlarıyla Silivri'ye köfte yemeye de gidiyor, Karadeniz sahillerine de...

Kuşlar gibi özgürce uçma isteği, tarih boyunca insanoğlunun gündeminden hiç düşmedi. Bu hayalini uçak veya helikopterle gerçekleştirmeyi yeterli görmeyenler ise paramator, gyrocopter veya yamaç paraşütü gibi hava araçlarıyla gökyüzünde kuşlara eşlik etti. Daha büyük heyecan arayanlar ise skydiving, base jump ve wingsuit gibi adrenalini oldukça yüksek gökyüzü sporları sayesinde uçmanın keyfini doyasıya yaşadı. THY'nin kabin memurlarından (host/steward) Onur Aksak da, uçma arzusuna yenik düşenlerden. Aksak, mesai sonrası paramotor adlı hava aracıyla evinin önünden havalanıp gökyüzünde süzülüyor.

Genç havacı, yaklaşık 10 yıl önce kabin memuru arkadaşının tavsiyesi sonrası mesleğe adım atmış. Bugüne kadar yurtiçinde havalimanı bulunan her şehre ve 60'ın üzerinde de ülkeye seyahat gerçekleştiren Aksak, başarılı çalışmasıyla kabin amirliğine yükselmiş. Mesleğini çok sevdiğini söyleyen Aksak, kabin memurluğunun en üst mertebesi olan ve kabin amirlerinin amiri konumundaki ‘Purser' olmayı amaçladığını, emekliliği gelinceye kadar da uçuşlarda görev yapmayı istediğini anlatıyor.

Uçaktan inip paramotorla uçuyor

Onur Aksak'ın paramotorla tanışması hayli ilginç. Gezintiye çıktığı sırada gökyüzündeki paramotor dikkatini çekmiş ve takibe başlamış. Paramotorun indiği yere kadar gidip pilotla sohbet eden havacı, o anda bu hava aracıyla uçmaya karar vermiş. Altı aylık araştırmanın ardından paraşütü Fransa'dan, motoru da İspanya'dan 6 bin Euro'ya satın alan Aksak, 15 gün süren eğitimin ardından kendi paramotoruyla uçuşlara başlamış. Mesaisi sona erdikten sonra da vakit geçirmeden İstanbul Büyükçekmece'deki evine gidip hava şartları elverdikçe yakındaki boş araziden gökyüzüne havalanmış.

İlk yolcusu babası

Aksak, geçen yıl ise iki kişiyle (tandem) uçuş yapabilen paramotor satın almış. 8 bin Euro'ya mal olan bu hava aracının motoru Almanya'dan, paraşütü ise Fransa'dan gelmiş. Genç paramotor pilotunun ilk yolcusu ise babası olmuş. “Yıllarca bana yerde eşlik eden babamı gökyüzüne taşımak benim için unutulmazdı.” diyen havacılık tutkunu, bugüne kadar yaklaşık 50 kişiyi gökyüzünde uçurmuş.

Paramotorla 400 saatin üzerinde uçuş gerçekleştiren Aksak'ın hayali ise sportif havacılık okulu kurmak. Başarılı havacı, daha gelişmiş paramotorlarla uçuş gerçekleştirmeyi istediğini ifade ederek, paramotoru açmayı planladığı okul sayesinde daha geniş kitlelere tanıtmayı ve sevdirmeyi amaçlıyor.

Uçarak köfte yemeye gittiler

Aksak, arkadaşlarıyla paramotorla Silivri'ye köfte yemeye de gitmiş. Altı paramotorla Büyükçekmece'den havalanıp Silivri'ye uçtuklarını anlatan Aksak, yemek sonrası tekrar Büyükçekmece'ye dönmüş. Genç paramotor pilotu, özellikle bu tür uçuşların çok keyifli olduğunu ve sık sık tekrarladıklarını ifade ederek, vakit buldukça yemek yemeye Karadeniz sahiline gittiklerini belirtiyor.


Atlasglobal'den kış fırsatı

İstanbul Atatürk Havalimanı merkezli uçuş düzenleyen Atlasglobal Havayolları, 2015-16 kış sezonunda yurtiçi ve yurtdışında 300 bin koltuğu indirimli fiyatlarla satışa sundu. Kampanya kapsamında 20 Kasım'a kadar bilet alanlar, 26 Mart'a kadar yurtiçinde tek yön her şey dahil 49 TL'ye, Kıbrıs'a 69TL'ye, yurtdışına ise çok özel fiyatlarla seyahat etme fırsatı yakalıyor.


Anonslar ‘sessize alındı'

İstanbul Atatürk Havalimanı'nda yapılan anonslarda, sessiz havalimanı projesi kapsamında kısıtlamalar getirildi. Bu amaçla, Dış Hatlar Terminali geliş katında yolcuları bilgilendirme amaçlı yapılan ve uçakların inişinin bildirildiği anonslar kaldırılırken, gidiş katında kapı değişikliği anonslarının ise kara tarafında değil, yalnızca arındırılmış bölgede yapılacağı belirtildi. Uçakla seyahat eden yolcuların giderek artması ve havalimanlarında artan yolcu trafiği sık ve gereksiz birçok anonsun yapılmasına ve gürültü kirliliğinin artmasına neden oluyor. Bu yüzden havalimanlarında gittikçe artan anonslar sebebiyle oluşan gürültü kirliliğine son vermek amacıyla geçen yıl sessiz havalimanı uygulaması başlatılmıştı. Sessiz terminal adı altında pilot uygulama ise Atatürk Havalimanı'nda hayata geçti. İlk olarak uçağa geç kalan yolcuların isimleri anons edilmemeye başlandı.


Pegasus mobil siteyi yeniledi

Pegasus Hava Yolları, kullanım kolaylığı ve yeni yüzüyle daha iyi bir deneyim yaşatacak yeni mobil sitesini hizmete sundu. Bilet alımların yanında ek ürün ve hizmet seçeneklerine daha kolay ulaşım sağlayan yeni mobil site, misafirlerin check-in işlemlerini site üzerinden hızlıca yaparak havalimanında daha az sıra beklemesini sağlıyor. Yeni mobil site üzerinden yemek siparişi verilebiliyor, ek bagaj ve koltuk alımı hızlıca tamamlanabiliyor, uçuşların kalkış ve varış bilgileri takip edilebiliyor.

Hamilelikte solunum yolları enfeksiyonuna dikkat

0
0

Kış kapıda... Havalarsa bir açıp bir kapıyor. Değişken hava şartları nedeniyle üst solunum yolu enfeksiyonlarına yakalanma oranında ciddi bir artış görülüyor.

Özellikle kış ayları, anne adayları ve doğmamış bebekler için her türlü riskten korunmaları ve sağlıklı bir hamilelik dönemi açısından oldukça önem taşıyor. Hamilelik gibi bağışıklık sisteminin korunmasının önemli olduğu bir dönemde, anne adaylarının daha dikkatli olması gerektiğini vurgulayan Central Hospital Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Yaren Tuba Bektaş, üst solunum yolu hastalığına yakalanan anne adayları için önerilerde bulundu.

Grip ile soğuk algınlığını karıştırmayın

Sonbahar ve kış aylarında doğada mikropların görülme sıklığı artar. Özellikle kapalı alanlarda (işyeri, okul, kreş, vb.) uzun süre kalma, havalandırmanın iyi olmaması, soğuk nedeniyle vücudun direncinin düşmesi, sigara dumanı, düzensiz ve yetersiz beslenme gibi etkenler üst solunum yolu enfeksiyonlarının görülme sıklığını artırır. Normal kişilerde bile oldukça rahatsızlık veren bu tür sorunlar, gebelik döneminde daha fazla sıkıntı oluşturabilir. Anne adayları bu dönemde bebekleri için daha fazla endişe duyabilir. Soğuk algınlığı ve grip çoğu zaman birbirinin yerine kullanılsa da aslında farklı durumlar. Bu iki hastalığa da farklı tipte virüsler sebep olur. Soğuk algınlığı daha çok burnu etkiler. Anne adayında burun akıntısı, burun tıkanıklığı, hapşırma, gözlerde kızarıklık, hafif boğaz ağrısı, kulak ağrısı ve hafif öksürük olabilir. Ancak bu şikayetler şiddetli değildir ve sıklıkla ayakta atlatılabilir. Gripte belirtiler daha şiddetli olup vücudun diğer bölgelerinde de farklı şikayetlere neden olabilir. Özellikle ateş, titreme, burun tıkanıklığı, burun akıntısı, soluk almada güçlük, baş ağrısı, tüm vücudu etkileyen kas ağrısı, halsizlik ve iştahsızlık görülebilir.

İlaç kullanımına dikkat!

Soğuk algınlığı ve grip gibi viral enfeksiyonlarda belirli bir ilaç tedavisi yoktur. Bu hastalıklar genel olarak istirahat, bol sıvı alımı, vitamin takviyeleri ve belirtilere göre ağrı kesici, ateş düşürücü ilaçlarla tedavi edilir. Bu ilaçların hiçbiri doktora danışmadan kullanılmamalı. Bunlarla birlikte yine gebeliği etkilemeyen burun spreyleri ve öksürük ilaçları eklenebilir. Antibiyotikler sadece sinüzit, bronşit ya da zatürre gibi bakteriyel enfeksiyonun eşlik ettiği durumlarda kullanılır. Bu hastalıkların anne adayına bulaşması damlacık enfeksiyonu şeklinde olur. Virüslü olan kişinin hapşırması halinde, çok sayıda virüs hava yoluyla diğer kişilerin dış ortama açılan ağız, burun, göz gibi alanlarından enfeksiyonu oluşturur. Virüsün bulaştığı kişiler, 2 gün süreyle kendileri de bulaştırıcı olur. Hastalarda ilk belirtiler olduğunda, bulaşıcılık daha fazladır. Bulaşma temas halinde bile gerçekleşebilir. Bu nedenle gebelerin, özellikle kış aylarında kalabalık ve kapalı ortamlardan uzak durması gerekir. Ayrıca eller sık yıkanmalı. Düzenli uyku, stresten uzak kalma, vitamin içeriği yüksek taze meyve ve sebzelerle beslenme, vücut direncini artırarak korunmayı sağlar.

Yumurta alerjisi olan gebeler aşı yaptırabilir mi?

Grip aşısı, canlı virüs içermeyen, hamilelikte ve emzirme döneminde kullanılabilen güvenli bir aşı. Salgın mevsimlerinde ya da şeker hastalığı, astım gibi yüksek risk faktörü olan gebelere ilk trimester sonunda, iki ya da üçüncü trimesterde aşı yapılabilir. Bununla birlikte annede gelişen antikorlar bebeğe de geçerek hayatının ilk aylarında bebeği de gribe karşı korur. Aşı için en ideal dönem, ekim ya da kasım aylarıdır. Aşı sonrası koruyuculuğun başlaması için 1-2 haftaya ihtiyaç vardır. Grip aşısının enjeksiyon alanında şişlik, lokal hassasiyet, hafif ateş, halsizlik, nadiren alerjik reaksiyon gibi yan etkileri olabilir. Aşı hazırlanırken yumurta kullanıldığı için yumurtaya alerjisi olan gebeler de aşı olmamalı.


Davud'un İnsanları'nın sedası yükseliyor

0
0

Eli kalem tutan arkadaşlarla dergi çıkarma fikri hayalde kalır genelde. Hayalini gerçekleştirenlere rastladığımız da oluyor. “Davud'un İnsanları” edebiyat dünyasının en yeni e-dergisi.

Adından da anlaşıldığı üzere “Sesimiz çıkmazsa olmaz.” diyerek yola çıktılar. Sürekli olarak, “Bu kadar çok e-dergi varken neden yenisini çıkardınız?” sorusuna muhatap oluyorlar. Fakat soruda cevap da gizli. Onlardan farklı olmak için kolları sıvamışlar. Genel Yayın Yönetmeni Nergihan Yeşilyurt, yayın ekibi Ali Berkay ve Gökçe Özder'den söz ediyoruz. Şair, editör ve yazar olarak hayatını idame ettiren üç arkadaş, şimdi “Davud'un İnsanları” olarak karşımızda.

‘Haykırıyoruz, akıl edelim'

Kendilerini aktüel bir edebiyat dergisi olarak tanıtsalar da ilk sayı niyetlerini anlatmaya yetiyor. Gökçe Özder, yazın hayatı boyunca en çok ‘edebiyat klişelerinden' sıkıldığını paylaşıyor. Haksız da sayılmaz. Zira içinde bulunduğumuz zamandan kopuk bir portre çizmek istemediklerini hemen anlıyorsunuz. Özder, edebiyatla zor zamanlarda uyuşmak yerine daha da çok bilinçlenmeyi önemsiyor. Bu sebeple, “Davud'un İnsanları, Türkiye'nin şu zor günlerinde neyi haykırmak istiyor?” sorumuza şöyle cevap veriyor: “Bizim yüksek perdeden girmek istediğimiz en kıymetli mevzu, ‘akletmek'. Aynı zamanda adil bir hükümdar da olan Davud Peygamber'in timsalinin kutsal kitaplarda boşuna anlatılmadığını düşünen insanlarız. Haykırıyoruz, akıl edelim.”

Dünyada ne kadar acı varsa yekûn akılsızlığı, bir avuç kurnazın çekip çevirmesi üzerine dönüyor ona göre. Hal böyle olunca sanat ve edebiyatın da özeleştiriye ihtiyacı var. Özder'in, kendi muhasebelerini yaptıklarını şu cümlelerle fark ediyoruz: “Dünyada ne kadar adaletsiz iş varsa hepsinde biraz payımız var, buna inanıyoruz, kimse yaşadığı topluluktan bağımsız değil. Kimse bir başına değil, o nedenle Davud'un İnsanları dedik kendimize, tek başımıza değiliz ve söyleyeceklerimizi zamanı gelince en yüksek perdeden sakınmadan söyleyeceğiz.”

Sekiz yaşındaki şair...

‘Davud'un İnsanları', şimdiden hedefledikleri okuyucu sayısına ulaşmış durumda. Genel Yayın Yönetmeni Nergihan Yeşilyurt ve ekibin hayali ise herkesin aradığını satır aralarında bulabilmesi. Bu sebeple sanat, felsefe, kitap, edebiyat hemen her konuya e-dergide yer vermişler. Yazıp bir mecrada yayınlanmasını bekleyenler bilir. Bazen haftalar-aylar geçse de sesinizi duyuramazsınız. Davud'un İnsanları buna itiraz ediyor. İlk sayıda sekiz yaşında Ali Bakırcı'nın şiirini yayınlamaları bunun delili. Bakmışlar çocuk yetenekli, hiç komplekse girmeden ekibe eklemişler.

Nazilerin el koyduğu gazetenin ilginç hikayesi

0
0

2015 Türkiye'sinde bir televizyon kanalı canlı yayında kayyum zoruyla karartıldı, gazetelerin baskısı durduruldu, yetmişten fazla gazeteci işten atıldı.

Avrupa'da ise bu görüntüler Nazi ve faşizm döneminde kaldı. Hitler, İkinci Dünya Savaşı'nda (1940-1945) işgal ettiği bütün ülkelerde ilk olarak Nazi rejiminin propaganda makinesini harekete geçirmek için özgür medyayı sansürleyerek yerine yandaş bir medya oluşturdu. Norveç, Danimarka, Belçika ve Hollanda gibi işgal edilen ülkelerde ulusal gazete ve radyolara ya el konuldu ya da kapatıldı. Bu tehditlere rağmen özgür basını yaşatmak için birçok ülkede yüzlerce ‘yasak' gazete ve bildiri yayınlandı. Sadece Danimarka'da direniş hareketleri tarafından 400'den fazla ‘yasak' muhalif yayın basıldı. Ölümü göze alarak bu yayınları halka ulaştırmaya devam eden gazeteciler, Gestapo tarafından infaz edildi ya da Nazi kamplarında hayatlarını kaybetti. Buna rağmen ifade özgürlüğüne gem vurmak isteyen Nazi rejimine karşı çıkarılan gazeteler, İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etti.

Aynı gazeteyi çıkardılar ama...

Bu direnişin en çarpıcı örneklerinden biri Nazi işgali altındaki Belçika'da yaşandı. Nazi rejimini destekleyen birçok propaganda yayını olmasına rağmen, Naziler o dönem 300 bin tirajı olan Le Soir gazetesini ele geçirmek ister. İşgali takip eden günlerde Naziler Le Soir'ı gasp ederek, işbirlikçi iki Belçikalıyı gazetenin başına getirir. O güne kadar aleyhte yayın yapan gazetenin sayfalarında bu kez, Hitler'i öven haberler yer almaya başlar.

Özgür yayınlar yasaklandığı için halka gizlice hazırlanan yasak bültenler ile ulaşılmaya çalışılır. Çok sayıda neşriyat hazırlansa da ulaştırabildikleri kitle bir avuç insandan öteye gitmez. Bağımsızlık Cephesi'nin yayınlardan sorumlu üyesi Marc Aubrion daha geniş bir kitleye ulaşmak için Naziler tarafından ‘çalınan' Le Soir'ın yerine sahte bir Le Soir nüshası yayınlamayı teklif eder. Le Faux (sahte) Soir olarak tarihe geçen bu çalışma, Almanların Birinci Dünya Harbi'ndeki hezimetinin 25. yıldönümü olan 11 Kasım'a denk gelecek şekilde planlanır. Dönemin şartlarında böyle bir girişime teşebbüs etmenin riski çok yüksek olmasına rağmen direnişçiler kısa zamanda gerekli hazırlıkları tamamlar. ‘Çalınan' Le Soir'da çalışan bir kişi gazetenin baskı kalıplarına ulaşır. Bu şekilde gazetenin mizanpajı ile tıpatıp aynı bir gazete hazırlanır. Artık gazetenin Le Soir'den önce bayilere ulaştırılması kalır. Bunun için normal dağıtım ağı sabote edilerek geciktirilir ve 9 Kasım 1943 tarihinde bayilere Le Soir yerine Hitler ile dalga geçen Le ‘Faux' Soir gelir. Toplam 50 bin adet basılan gazetenin yaklaşık 5 bin adedi bayiler aracılığıyla, geri kalanı ise Belçika ve yurtdışında elden okurlara ulaşır.

Hitler'e gönderme

Okurların ilk dikkatini çeken ise gazetenin ilk sayfasıdır. Birinci sayfaya bakıldığında üst köşede İttifak Kuvvetleri'ne ait bir uçağın bomba atarken resmi, aşağıda ise gözleri yukarı bakan Hitler'in üzüntülü bir fotoğrafı ve “Böyle olsun istemezdim.” cümlesi yer alır. Olayı sonradan fark eden Gestapo, gazeteyi basan matbaa sahibi Ferdinand Wellens, baskı kalıplarını çalan Théo Mullier ve Le Faux Soir'in yayın koordinatörü Marc Aubrion'un da aralarında bulunduğu 15 kişiyi tutuklayarak Nazi kamplarına gönderir. Wellens ve Mullier, gönderildikleri kamptan hiçbir zaman geri dönemez.

Merkez medya sussa da 140 Journos susmaz

0
0

Seçimlerden kısa bir süre önce Koza İpek grubuna bağlı medya kuruluşlarına kayyum atanması, Türk basın tarihinde daha önce hiç şahit olmadığımız türden görüntülere yol açtı.

Yönetimin kayyuma geçmesinin ardından içeride yaşanan gelişmeleri bir gerilim filmi izlermişçesine takip ettik. Yayın toplantısında kayyumun kendisine itiraz eden gazetecileri birer birer işten çıkarması da vardı görüntüler arasında, kapıda Kur'an okuyarak alışılmadık bir protesto görüntüsü veren başörtülü kadınlar da. Bu görüntüleri anaakım diye tabir edilen medya grupları çok detaylı bir şekilde vermezken birincil kaynak yine sosyal medya idi. Bizzat el konulan gazetenin elemanı, içeride olup bitenleri yayın toplantısı sırasında çekip Periscope'tan canlı yayınlarken bir nevi yurttaş gazeteciliği yapıyordu. Sesini anaakım medyada duyuramayan binlerce kişinin yaptığı, yapacağı gibi… Medyaya yapılan baskılar yeni dönemde yurttaş gazeteciliğinin ya da sosyal medya odaklı haberciliğin yaygınlaşacağının da göstergesi. Sosyal medya haberciliği denince Türkiye'de ilk akla gelen mecra 140 Journos. Alternatif medya diye de tabir edebileceğimiz bu oluşumu, neler yaptıklarını, anaakım medyanın bir türlü yakalayamadığı çok sesliliği nasıl oluşturduklarını 140 Journos editörlerinden Engin Önder'e sorduk.

Bizi doğuran şey Türkiye'deki gazetecilik

Bilmeyenler için 140 ifadesinin ekibin bu işe Twitter merkezli başlamasından geldiğini söylemekte fayda var. Journos ise journalist (gazeteci) kelimesinin argoda kullanılan hali. Gazetecilik söz konusu değil yani... Engin Önder, tam burada gülerek ekliyor: “Gazeteciler haricinde herkes ekibimizde yer alabiliyor. Aramızda uluslararası ilişkiler, hukuk, siyaset bilimi okuyan arkadaşlar var, reklamcılar var ama gazeteci yok.” Çünkü ortaya çıkış amaçları zaten Türkiye'deki yaygın gazetecilik anlayışı. Önder bunu şu şekilde ifade ediyor: “Bizi doğuran şey zaten Türkiye'deki gazetecilik. Keşke herşey usulünce olsaydı da biz hiç bulaşmasaydık” Türkiye'nin kamplaşmış, kutuplaşmış bir ülke haline geldiğine dikkat çeken Önder, yaygın medya anlayışının insanların birbirinin acısını, mutluluğunu paylaşmasına meydan vermediğini söylüyor: “Bizim bir misyonumuz var, birlikte yaşamak. Herkesin birbirinin acısını ya da mutluluğunu partizanlığa bulaşmadan duyması, istediğimiz bir tablo. Bunun için nötr bir dil gerekiyor. Ve bunu mümkün olduğunca herkesle iletişime geçerek yapabileceğimizi biliyoruz.”

Seçimi kutlayan kişiye de, işten çıkarılan gazeteciye de yer veriyoruz

‘Peki pratikte nasıl oluyor bu?' sorusunun cevabını çok yakın zamanda yaşanan iki gelişme üzerinden veriyor Önder: “AK Parti'nin zaferle çıktığı seçimin ardından Rizeli bir vatandaş arabasıyla çıktığı sevinç turundan görüntü göndermiş. Onu da servis ettik, Koza İpek Medya Grubu'nun Ankara bürosundan 12 gazetecinin iş akdinin feshi ile ilgili gönderilen bildirim belgesinin fotoğrafını da girdik. Aynı zamanda Hakkari'de dağa çıkıp operasyona engel olmaya çalışan canlı kalkandan ve Trakya'da hasadı ölmüş çiftçiden de haber veriyoruz. Yine bilmeyenler için, 140 Journos'un kendilerine içerik üreten kişi ile kurduğu ilişki, kurum-muhabir ilişkisi gibi değil. Sesini duyurmak isteyen kişi sosyal medya kanalları üzerinden 140 Journos editörlerine içerik gönderiyor. Rizeli seçmenin sevinç gösterisi, üçüncü bir kişi tarafından değil bizzat sevinci yaşayan kişi tarafından gönderiliyor. İpek Medya Grubu ile ilgili gelişmelerin bir kısmı da yine Bugün Gazetesi çalışanı tarafından bizzat gönderilmiş. Yani gönderen kişi zaten motive olmuş durumda.”

Canlı yayında baskın görüntüsü okullarda izletilmeli

Bu arada son baskınlar 140 Journos'un son zamanlardaki haber akışında oldukça fazla yer almış. Önder, “Çünkü çok fazla malzeme geliyordu.” deyip ekliyor: “Lokasyon olarak da çok merkezi bir yerde olunca oldukça fazla içerik geldi bize. Ve görüntü hakikaten ilginçti. Tarık Toros'un canlı yayında konuşurken polislerin gelip müdahale etmesi ile seyircinin son olarak kamerayı kapatan bir el ve biiip sesiyle karşılaşması anı inanılmazdı. O anı alın okullarda gösterin. Öyle bir görüntüydü.”

Vurur yüze ifadesi, bu sözler benim bitanesi

0
0

‘Vurur yüze ifadesi... bitanesi.' Merve Özbey'in yorumladığı ‘Yaş Hikâyesi' adlı şarkıda yer alan bu sözler Türkiye'yi adeta sallıyor. Önce sosyal medyada, şimdi hemen her yerde kullanılan bu sözlerin sahibi, söz yazarı ve besteci Deniz Erten. Erten ile bu sözlerin hikâyesini ve söz yazarlığı serüvenini konuştuk.

Sondan başlayalım. Yaş Hikâyesi'ndeki bu sözlerin fenomen olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum sizi şaşırttı mı?

Sözleri bana ait olan ‘Aşk Kaç Beden Giyer' de o senenin en çok sorulan ikinci sorusu olmuştu ama ‘Yaş Hikâyesi'ndeki bu durum beni de şaşırttı. İlginç olan ise olayın bu derece yayıldığından belki de en son haberi olanlardanım. (Gülüyor)

Önce sosyal medyada, sonra Türkiye'de hemen herkesin diline düştü bu sözler. Neden böyle bir durum ortaya çıktı?

‘Helal Ettim' ve ‘Duman'da da tribünlere kadar her yerde sözlerimi gördüğümde inanılmaz mutlu olmuştum. Yaş Hikâyesi'ndeki ‘vurur yüze ifadesi' anlatımı ve ‘bitanesi' ile birleşimi bu sefer esprili bir şekilde halkta yankı buldu sanırım.

Bu şarkıyı hangi hislerle yazdınız? Hikâyesi nedir?

İnsanları tanımasanız bile yüzlerinde gördüğünüz ifadelerle yaşanmışlıklarını anlayabiliyorsunuz ve bu durum size kendi yaşanmışlıklarınızı hatırlatıyor. Bunu fark ettiğimde ruhumdan çıkanlar böyle bir bestenin oluşmasını sağladı.

En son Binali Yıldırım, seçim sonuçları için kullandı bu sözleri. Ne düşündünüz o anda?

Çok güldüm ve hoşuma gitti. Yıldırım, Fatih Altaylı ile çıktığı bir programda da kullanmış. Çok esprili buldum.

Yine önceki gün bir gazete, manşetinde kullandı...

Açıkçası takip edemiyorum artık. Her yerde futbol gazetelerinde dahi maç sonuçlarına ilişkin kullanılıyor.

Yazdığınız çoğu şarkı sözünde slogan olabilecek cümleler var. Bunu özellikle mi yapıyorsunuz, yoksa kendiliğinden mi geliyor?

Elbette ilham gelmezse kalem oynatamazsınız. İlhamımı veren güzel Allah'ıma sonsuz şükürler olsun. İlhamdan yola çıkarım, sonrasında zekâ ve çalışmayı birleştirmeye çalışan ve kelimelerle oynamayı seven biri olarak ‘slogan' hedefim her zaman vardır.

Asıl mesleğiniz avukatlık. Şarkı sözü yazarlığı nasıl başladı?

Önceden amatör bir şekilde müzik yapan biriydim ve hem beste yapıyor hem de söz yazıyordum. Önceleri İngilizce yapıyordum. Sonra bir gün Tarkan ile tevafuken tanışmamla başladı Türk müzik piyasasındaki yolculuğum.

Şu an birçok müzisyen sizinle çalışmak istiyor. Favori söz yazarlarınız kimler?

Sağ olsunlar, pek çok müzisyen arkadaşım benimle çalışmak istiyor ve bundan mutluluk duyuyorum. Sezen Aksu, Aysel Gürel ve Şehrazat ekollerini saymama zaten gerek yok, onlar bizim pirlerimiz. Kendi jenerasyonumdan naçizane beğendiğim söz yazarı arkadaşlarımsa Zeki Güner, Gökhan Şahin, İskender Külekçi ve burada adını saymakla bitiremeyeceğim çok değerli söz yazarı ve besteci arkadaşlarım da var.

Ablam ‘açık bir yara gibisin' der

Müziğin üstüne söz yazmak zor bir iştir. Sizin yönteminiz nasıl?

Genel olarak şarkılar ilhamla, söz ve beste olarak geliyor ruhuma. Yani sadece söz yazarı değilim. Kendi bestelerim de oldukça çok. Dışarıdan yazdıklarımda ise genelde beste üzerine söz yazıyorum ki, dünyanın en zor birkaç işinden biri olarak ifade ediliyor. Sadece müzik üzerine verilen notalara uygun sözler yazmak, buna bir hikâye vermek, açık hece kapalı hece sendromları... Üstüne bunu vurucu kılmak ve slogan eklemek epey meşakkatli bir iş.

Çok farklı konularda ve duygularda şarkılarınız var. Yaşanmışlıklardan ne kadar etkileniyorsunuz?

İnanın bu pek çok cevabı olan bir soru. Bazen hiç yoktan gelen bir ilham, bazen birinin anlattığı hikâyeden çıkan bir ilham. Zaten yapı olarak hassas, empatik, bir taraftan da düşünsel biriyim. Ablam bana hep ‘açık bir yara' gibisin der. Herkesin acısıyla acılanır, sevinciyle sevinirim. O kişiyi tanımam bile gerekmez.

Şarkılarınızı en çok kime yakıştırıyorsunuz?

En duygulu okuyana. Ne ifade ettiğimi, en iyi anlamaya çalışıp duygumu sahiplenene. Bununla beraber Bengü ve Murat Boz benim için özeldir.

Karakter olarak nasıl biridir Deniz Erten?

Herkes gibi biri işte. (Gülüyor) Ne daha az, ne daha fazla.

İşaret ‘canlı' bir kitap

Aynı zamanda bir yazarsınız. İşaret isimli bir kitabınız var. Biraz bu kitaptan ve yazarlık deneyiminizden bahseder misiniz?

Okurlarımın tabiriyle ‘canlı' bir kitap İşaret. 700 küsur sayfada neler anlatılıyor dersek, neler anlatmıyor ki... İçsel bir yolculuk, İslam ve bilim, Cern ve Kur'an ilişkisine kadar giden gizemli bir yol. Hatta dün Kitapyurdu'ndaki yorumları gönderdi ekip arkadaşım, o kadar duygulandım ki. İşaret için şunu söyleyebilirim: Allah'ımızın yarattığı kainatın aslında her birimizle konuştuğunu ve evrensel düzeneğin bu şekilde kurulduğunu fark ettiren ve Allah'ımızın her an bizimle olduğunu birebir çok yoğun hissedebileceğiniz bir kitap. Okur mektuplarını yayınlıyoruz, insanlar kainatın canlı olduğunu ve Allah'ın kuluyla her an işaretlerle konuştuğunu fark etmeye başladıklarında gerçekten muazzam tepkiler veriyor ve müthiş bir yolculuğun içinde olduklarını görüyor.

Seçmen, ‘oyumu al, huzurumu ver' dedi

0
0

Erken seçimlerden önce ülkenin kaos ortamına yuvarlandığının altını çizen yazar Oya Baydar'a göre bu ortam kitleleri sindirmek, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek için iktidar tarafından bilinçli olarak kurgulandı.

“Biz iktidarda olmazsak kaderiniz işte budur, aklınızı başınıza toplayın” propagandasıyla bu gerçeğin karartıldığını söyleyen Baydar, AKP'nin 7 Haziran'dan bu yana yüzde 7'lik oy artışını “AKP'den kopmuş olan seçmen, kaosa karşı can ve mal güvenliğini koruma içgüdüsüyle ‘Alın oyumu, verin bana huzurumu' dedi.” şeklinde yorumluyor. Öte yandan seçimden önce muhalif medyaya yönelik baskıları eleştiren yazar, İpek Medya Grubu'na yapılanların darbe dönemlerinde bile yaşanmadığını söylüyor.

Seçim sonuçları iktidarı bile şaşırtacak kadar AKP lehine çıktı. 7 Haziran sonrasında iktidar partisindeki bu yükselişin nedenini neye bağlıyorsunuz? 7 Haziran'da iktidara dur diyen halk neden fikrini değiştirdi?

Herkesin bildiği gibi, iktidar partisi AKP, daha doğrusu Tayyip Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını beğenmeyip, “milli irade”yi bütünleme sınavına sokmaya karar verdiğinde, B planı çoktan hazırdı. HDP'ye kaymış Kürt oylarının ve MHP'nin denetimindeki milliyetçi oyların AKP'ye gelmesi için savaş, şiddet, terör dahil her türlü araç kullanılacak, siyasî; etik/ahlâk dışı da olsa her çareye başvurulacaktı. 8 Haziran'dan başlayarak bu plan uygulamaya kondu. Planın uygulanmasında yardımcı aktör IŞİD, kolaylaştırıcı da bu oyuna gelen, silahları susturmak yerine şiddet eylemlerine hız veren PKK oldu. Birkaç ay içinde şiddetin, terörün kol gezdiği, insanların kendilerini güvensiz ve tehlikede hissettikleri bir kaos ortamına yuvarlandık. Bu ortam kitleleri sindirmek, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek için iktidar tarafından bilinçli olarak kurgulandı. Ama bu gerçek çeşitli manipülasyonlarla, algı operasyonlarıyla, “Biz iktidarda olmazsak kaderiniz işte budur, aklınızı başınıza toplayın” propagandasıyla karartıldı. AKP'den kopmuş olan seçmen, kaosa karşı can ve mal güvenliğini koruma içgüdüsüyle “Alın oyumu, verin bana huzurumu.” dedi.

7 Haziran'dan sonra terör olaylarındaki artış, gelen şehit haberleri, Suruç ve Ankara katliamlarıyla ülke cenaze evine dönmüş gibiydi. Siz seçim sonuçlarının bu kaosu bitireceğini düşünüyor musunuz?

Evet, haklısınız. Ülke cenaze evine dönmüştü, daha doğrusu döndürülmüştü. Anlatmaya çalıştığım gibi, bu durum planlıydı. Kaos istenen sonuca ulaşmak için planlı yaratıldığına göre seçim sonrasında bir ölçüde durulabilir. Ancak iktidarın koltuğu altında semirmiş olan IŞİD ve benzeri yapılar, artık görevimiz bitti deyip inlerine çekilirler mi, yoksa “nankörlüğe” devam mı ederler kestiremiyorum. IŞİD terörünün şu günlerde Türkiye içinde büyük eylemlere kalkışmayacağını düşünüyorum. Öte yandan Kürt sorununun gerçek çözümü sağlanmadıkça, askerî; yöntemler, yani savaş sürdürüldükçe barış ve huzur ortamı bekleyemeyiz.

MHP ve HDP'nin bu seçimlerde ciddi bir oy kaybı yaşamasının nedeni için neler söylersiniz?

MHP'nin oy kaybı, elindeki faşizan milliyetçilik kozunu AKP'ye kaptırmasından kaynaklanıyor. Öte yandan Bahçeli ve kadrosunun ‘hayır'cı siyasetleri de oy kaybında önemli rol oynadı. MHP tarzındaki devlet tapınçlı katı ideolojik hareketler/partiler, günümüz dünyasında ve Türkiye'sinde tek başına iktidar olacak düzeyde kitleselleşme olanağı bulamazlar. Olsa olsa payanda olurlar. HDP'ye gelince, seçime girdiği koşulları hesaba katacak olursanız 6 milyon oyun 5 milyona inmesi bile çok iyi bir sonuç bence. Bu partinin şeytanlaştırılması, meşruiyet dışına itilmesi, seçmen kitlesinin baskı ve şiddetle yıldırılması iktidarın 7 Haziran sonrası uygulamaya koyduğu B planının omurgasıydı. Düşünün ki IŞİD'in faili olduğu Suruç ve Ankara katliamları bile; istihbaratın, emniyetin, resmî; yetkililerin açıklamalarına rağmen PKK'ye yüklenmek istendi. Seçmen çoğunluğu buna inandırıldı. “HDP eşittir PKK” yanlış/yalan denklemi çerçevesinde sürdürülen yoğun propagandaya, bu partinin miting yapamaz, televizyonlarda konuşamaz hale getirilmesi, partililere ve parti binalarına sürekli saldırılar vb. eklenince başka ne sonuç bekliyordunuz ki!

BİRBİRİNE GÜVENSİZ, MUTSUZ, GADDAR BİR TOPLUM OLDUK

1 Kasım öncesinde herkes toplumdaki kutuplaşmadan şikâyetçiydi. Bu kutuplaşma nasıl biter?

Kutuplaşma sözcüğü bile zayıf kalıyor. İnsanlarımız kin, nefret, düşmanlık duygularıyla dolu. Korkular içinde, birbirine güvensiz, mutsuz, gaddar bir toplum olduk. Bunun sorumluluğunu bütün siyasal kesimler, kültürel-ideolojik çevreler, birey olarak tek tek hepimiz taşıyoruz. Ancak, iktidarın özellikle Tayyip Erdoğan'da simgelenen ötekileştirici, ayrımcı, yer yer hakarete varan, nefret söylemine kapı açan dili düşman kamplara ayrılmamızın ve birbirimizden kopmamızın başlıca sorumlusu. Çünkü kitleler öncelikle “baştaki”ne kulak verir, liderin dilini benimserler. Bu sosyo-psikolojik ortamın kısa sürede düzelebileceğini düşünmüyorum. Karamsarlığım da bu yüzden zaten. Öncelikle iki temel sorunun çözüm yoluna girmesi, çözüm umudunun belirmesi gerek: Kürt meselesi ve yargı bağımsızlığı. Büyük bir siyasal dönüşüm gerçekleşmedikçe, iktidarın bugünkü yapısı, zihniyeti ve üslubuyla bunun mümkün olabileceğini düşünmüyorum. Belki de iş bize düşüyor, biz yurttaşlara… Uzlaşmacı, barışçı, ötekileştirmeyen bir dili içselleştirmemiz, dilde bırakmayıp zihniyetlerimize aktarmamız gerekiyor.

Bu dönemler öğretici olabilir

Seçimlerden önce gazeteciler attıkları tweetler nedeniyle gözaltına alındı, şu an hâlâ yazıları nedeniyle tutuklu olan gazeteciler var. Hürriyet Gazetesi'ne ve Ahmet Hakan'a düzenlenen fiziksel saldırılar, Nokta dergisinin toplatılması olaylarını hatırlarsak sizce muhalifleri susturma girişimi ve bu baskılar artarak devam eder mi yoksa demokrasiye dönüş olur mu?

Örnekleri sıralarken basılmamış kitapların toplatıldığı, suç unsuru sayıldığı, yazarlarının yıllarca hapiste kaldığı yakın geçmişi de hatırlayalım ki sorunun derin köklerini kavrayabilelim. Ahmet Şık'ın başına gelenler yüzlercesi arasından sadece bir örnek. Muhalifleri susturmak için her çeşit antidemokratik yönteme başvurulması, öldürmeye kadar varan kanlı saldırılar bugünün işi değil. Türkiye'de benim kuşağımdan yazdıkları, düşündükleri için hapiste yatmamış, işkence görmemiş, işinden olmamış, ülkesini terk etmek zorunda bırakılmamış pek az insan vardır, hatta hiç yoktur. Mesele şu ki; demokrasiyi kendi kafalarımızda bile yeterince benimseyebilmiş, sindirebilmiş değiliz. Bütün kesimler “kendine demokrat”tır bu ülkede. Bugün baskılardan şikâyet edenlerin büyük bölümü, dün siyasal veya ideolojik hasımlarına uygulanan baskıları görmezden, duymazdan geliyordu. Daha da kötüsü “hak ettiler” diye düşünüyorlardı. AKP iktidarı, herkesi, bütün muhalif kesimleri hedef alınca, o zamana kadar kendileri gibi düşünmeyenlere yönelen baskılar karşısında susmuş olanlarda da, tabiri caizse jeton düştü. Kuyruğuna basılanlar yeni yeni ses çıkarmaya, dayanışma talep etmeye başladı. Bazen böyle dönemler öğretici olabiliyor. Kısa dönem için umutlu değilim ama adaletin, demokrasinin, özgürlüklerin herkese lazım olabileceği, hayatın acımasız deneyleriyle yeni yeni öğreniliyor. Bence Türkiye'deki bütün siyasal-ideolojik kesimlerin kendilerini sorgulamaları gerek. Baskılar bir süre artarak devam edecek, bu da, kısa dönemde acı çekilse de ileride demokratik dayanışma bilincinin güçlenmesine yardım edebilir diye teselli buluyorum.

Böyle pervasızlık ancak Kuzey Kore'de olur

Seçim öncesi İpek Medya Grubu'na bağlı bulunan Bugün TV ve Kanaltürk ile Bugün ve Millet gazetelerinin binasına baskın düzenlendi. Finansal sorunlar bahane edilerek kayyum atandı ama kayyumun ilk işi yayını durdurmak oldu. Gazetede ise kayyumun yayın toplantısına polisle gelmesi, fikrine katılmadığını söyleyen muhabiri işten attığını söylediği görüntüler basına yansımıştı. Bir medya grubuna yapılan bu uygulamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Daha önce, hiçbir dönemde, hatta askerî; darbe ve cunta dönemlerinde bile eşine, benzerine rastlamadığımız bir uygulama. Tümüyle keyfî; ve ürkütücü. Üstelik bununla kalmayacağı, sıranın başka medya kuruluşlarına geleceği, isim verilerek şunların, şunların işten atılacağı, iktidar adına konuşan, gücünü nereden aldığı belirsiz bazı kişilerce açık açık söyleniyor, yazılıyor. Böyle bir pervasızlık ve cezasızlık da Kuzey Kore ve benzeri rejimler dışında, en kötü demokrasilerde bile rastlanabilir bir durum değil.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live