Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Bizim köy

$
0
0

Milyon dolarlık evsiz

Kolay yoldan zengin olmak isteyen uyanıklara aşinayız. Ancak kolayın da kolayını bulanlar var. ABD'de servet değerindeki malikâneye sahibiymiş gibi yerleşip iki ay yaşayan işgalci, evdeki 300 bin dolarlık tabloları da internette yok pahasına sattı. San Francisco'da satılığa çıkarılan 17 milyon dolarlık (49.3 milyon TL) malikâne, Jeremiah Kaylor tarafından iki aydır işgal altındaydı. Evin boş olmasından faydalanarak içeri giren Kaylor'dan şüphelenen bir komşu, polisi arayınca gerçek ortaya çıktı.

Üç yaşına gelemeden…

Çocuklar hep gülsün isteriz de, Rusya Federasyonu Yakutistan Cumhuriyeti'nde yaşamaları bile mucize bazılarının. Zira bilinmeyen bir genetik hastalığa yakalanan 16 çocuktan 14'ü yaşamını yitirdi. 14 çocuk genlerinde mutasyona yol açan ve daha önce bilinmeyen bir genetik hastalıktan dolayı öldü. Hastalığı tespit eden bilim insanlarına göre bu genetik hastalık çocukların üç yaşını doldurmadan öldürüyor. Genetik sorunlardan kaynaklanan hastalığın tedavisi konusunda herhangi bir ilerleme sağlanamadı.

Olmaz olsun böyle kahraman!

Okullar çocuklar için en güvenli yer diyorsanız bir daha düşünün. İsveç'in batısındaki Trollhattan kentinde bıçaklı bir saldırgan okul bastı. Kronan Okulu'nda gerçekleşen saldırıda iki öğrenci ve bir öğretmen hayatını kaybetti. 21 yaşındaki Anton Lundin P. isimli saldırganın öldüğü olayda üç kişi de yaralandı. Görgü tanıkları Yıldız Savaşları filminin ünlü karakteri Darth Vader maskesi taktığı belirtilen saldırganın okula girdiği anda şaka yaptığını, elindeki bıçağın da bu temaya uygun bir kılıç olduğunu düşündüklerini söyledi.


Torunu, Agatha Christie'yi anlattı

$
0
0

Polisiye edebiyatın kraliçesi Agatha Christie'nin 125. doğum yılı kutlanıyor. Ölümünün ardından 39 sene geçti ancak o, hâlâ dünyanın en çok okunan yazarlarından biri. Polisiye Festivali Kara Hafta dolayısıyla İstanbul'a gelen yazarın torunu Mathew Pritchard'a göre, büyükannesinin hâlâ bu kadar popüler olmasının en büyük sebeplerinden biri, onun insanların ne okumaktan hoşlandığını çok iyi bilmesiydi.

İstanbul, hafta sonu Türkiye'de ilk kez düzenlenen bir festivale ev sahipliği yaptı. Polisiye Edebiyat Festivali olarak bilinen Kara Hafta, bu kez İstanbul'da gerçekleşti. Kara Hafta'nın ana teması, doğumunun 125. yılını kutladığımız Agatha Christie. Festivalin düzenlendiği mekân ise elbette yazarın İstanbul günlerini geçirdiği Pera Palas Oteli. Türkiye'den ve dünyadan kriminal edebiyat temsilcilerinin konuşma yaptığı festivalin çok önemli bir konuğu daha vardı: Ünlü yazarın torunu ve aynı zamanda Agatha Christie Vakfı Başkanı Mathew Pritchard. Pritchard, hayattayken Christie ile en çok vakit geçiren kişilerden. Kitaplarında bir şekilde ona da yer verdiği söyleniyor. Büyükannesiyile tamamı iyilerden oluşan çok fazla anısı var. Christie'ye dair en belirgin özellikleri ise ‘iyi bir dinleyici ve okuyucuydu. Tanıdığım en cömert insandı' sözleriyle sıralıyor. İstanbul'da olduğu sırada görüşme imkânı bulduğumuz Pritchard, büyükannesi hakkında merak edilenleri anlattı.

Agatha Christie, Shakespeare ile beraber kitapları dünyada en çok okunan yazar. Doğumunun ardından 125 yıl geçmesine rağmen hâlâ bu kadar popüler olmasının nedeni ne sizce?

Bunun nedeni büyükannemin insanların nelerden hoşlandığını çok iyi bilmesine sebep olan o güçlü hislere sahip oluşu. İnsanların ancak ve ancak keyif aldıkları şeyleri okuyacağına dair tutkulu bir inancı vardı. Bu onu büyük bir yazar yapıyor.

Peki farklı kültürlere sahip ülkelerden çok çeşitli okuyuculara ulaşmasına ne diyorsunuz?

Kitapları uyarlamalara çok müsaitti. Sadece filmlere ya da TV dizilerine uyarlanmasından bahsetmiyorum. Aynı zamanda farklı dillere de tercüme ediliyor ve çok farklı ülkelerde de popüler olabiliyor. Kendisi çok dindar bir kişi olmasına rağmen farklı dinlerden insanlara da hitap edebilmiş. Çin'den İstanbul'a, Amerika'dan hemen hemen bütün Avrupa ülkelerine kadar çok farklı yerlerde bulundum ve şu ana kadar henüz ‘Agatha Christie kim?' sorusuyla karşılaşmadım. Herkes onun kim olduğunu biliyor.

Agatha Christie kadar tanınan bir başka isim de kitaplarının kahramanı Dedektif Hercule Poirot. Siz aslında büyükannenizin Poirot'yu sevmediğinden bahsetmiştiniz. Bu doğru mu?

Poirot'yu sevmiyor değildi. Farklı türlerde yazmaya çok tutkulu bir kişiydi. Ancak yayıncıları hayatının çok uzun bir kısmında ondan Hercule Poirot romanları yazmasını istedi. Çünkü Poirot serisi çok satıyordu. Hikâye ise tür olarak Poirot'ya uymuyordu ama o hikâye de yazmak istiyordu. Mesela Miss Marple'da olduğu gibi ve başka türler de tabii. Zaten normalde de yaptığı her şeyde çeşitliliğe çok önem verirdi. Bir gün Hercule Poirot'un öldüğü bir roman yazdı ve sonra onu güvenli bir yere sakladı. O kitap ölümünden sonra yayınlandı. Ama onu sevmiyor değildi.

Agatha Christie en çok kimleri okumayı severdi?

Aslında her şeyi okurdu ve sanırım ben hayatım boyunca onun kadar çok kitap okuyan kimseyle karşılaşmadım. Charles Dickens'ı çok severdi. Sherlock Holmes okurdu. Çağdaşı Dorothy L. Sayers severdi. Bu arada sadece dedektiflik romanları değil her şeyi okurdu. Çok iyi bir dinleyici, çok iyi bir okuyucuydu.

Mousetrap adlı oyununu size hediye ettiği biliniyor. Hatırlıyor musunuz o dönemi?

Çok iyi hatırlamıyorum. Çünkü henüz dokuz yaşındaydım ve sanırım kimse de bana o zaman büyükannemin ne yaptığından bahsetmemişti. O dönemler büyükannemin başarısının zirvede olduğu yıllardı ve bence başarısını ailenin diğer üyeleriyle de paylaşmak istedi. Sadece aile üyelerine değil yaşlı ve muhtaç insanlara da çok maddî; yardım yapardı.

Büyükannenizle ilgili unutamadığınız anınız neydi?

Sorun şu ki onunla çok fazla hatıram var ve ‘bu birinci, şu ikinci' diye bir liste yapmadım. Ben çok küçükken Devon'da geçirdiğimiz yazları hatırlıyorum. Birlikte nehir kenarında yürürdük, nehirde kürek çekenleri ve kayıkları izlerdik. Devon'daki evde çok mutlu ve huzurluydu. Biraz daha büyüdüğümde ise müzik festivallerine ve operaya gittiğimizi hatırlıyorum. Her zaman çok iyi bir dinleyiciydi ve kendinden bahsetmekten çok benim ne yaptığımı dinlemekle ilgilenirdi.

Sizin favori Agatha Christie kitabınız hangisi?

Erken dönem Miss Marple hikâyeleri. Özellikle Body in the Library (Kütüphanedeki Ceset), Murder at the Vicarage (Papaz Evinde Cinayet).

Size de kitaplarında yer verdiği söyleniyor…

Evet. Favori hikâyelerinden biri de Endless Night (Bitmeyen Gece). 60'lı yılların sonunda yazmıştı büyükannem onu ve kendisi de 70'li yaşlardaydı. Öykü genç insanlar hakkındaydı. Konu da büyük ihtimalle o sıralarda benimle ve arkadaşlarımla geçirdiği zamanlara dayanıyordu. 70'li yaşlarında biri olarak genç insanların neler hissettiklerini bu kadar iyi anlatmış olmasını çok dikkat çekici buluyorum.

Yazar olma niyeti yoktu

Agatha Christie Vakfı, Kara Hafta için ünlü yazara dair fazla bilinmeyen 125 gerçeği açıkladı. İşte onlardan bazıları:

- Yazar olma niyeti yoktu. Sadece kendisine bir dedektif hikâyesi yazma konusunda meydan okuyan kız kardeşi Madge'e bunu yapabileceğini göstermek istemişti.

- Köpekleri çok severdi ve hayatı boyunca köpek besledi.

- En sevdiği renk yeşildi.

- Nefret ettiği şeyler arasında marmelatlı puding ve hamamböcekleri vardı.

- I. Dünya Savaşı sırasında revirde çalışırken birçok ilaç ve zehrin kimyasal bileşimlerini öğrendi. Bu, bir polisiye kitap yazarı için mükemmel bir eğitimdi.

- Hercule Poirot'yu iki kere ‘gördüğünü' iddia etti: Savoy'da öğle yemeği yerken ve Kanarya Adaları'nda deniz yolculuğunda.

- Çok koyu bir müzikseverdi. En sevdiği besteciler Wagner, Elgar ve Sibelius'tu.

- Bir sörfçüydü ve yüzmek onun ilk aşkıydı. Sörfe, ‘kalasla yüzmek' derdi.

Osmanlı'dan sonraki Cumhuriyet'ten önceki ilk Türk devleti

$
0
0

Bundan 102 sene önce Osmanlı zamanında ilk Türk devletinin Balkanlar'da kurulduğunu biliyor muydunuz?

Kronolojiyi esas tutalım: İmparatorluk, 30 Eylül 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması ile fiilen, 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile hukuken, 29 Ekim 1923 Cumhuriyet'in ilanı ile de resmen tarihe karışır. Haliyle tarih kitaplarında Osmanlı sonrası ilk mukaddime Türkiye Cumhuriyeti addedilir. Ancak Osmanlı'dan sonraki, Cumhuriyet'ten önceki ilk Türk devleti, Batı Trakya Türk Hükümeti'dir, yani Garbî; Trakya Hükümeti Muvakkatesi yahut Müstakilesi. Peki, ne zaman, nerede, kim tarafından kurulmuştur bu devlet? Başkanı kimdir, bayrağı ve millî; marşı nasıldır?

Malum, 1912'de başlayan Balkan Savaşları sonrası, Türklerin Balkanlar'daki nüfuzu azalır. Yeni yeni şekillenen Balkan devletçiklerinin sınırlarına dâhil olur. Osmanlı hükümetini deruhte eden İttihat ve Terakki Partisi, özellikle de Enver Paşa, Türklerin Balkanlar'da kaybolmaması adına birtakım eylemlerde bulunur. 31 Ağustos 1913'te ise devlet-i mezkûr resmen kurulmuş olur. Başkent ise az önce geri alınmış Gümülcine ilan edilir. Hükümetin sınırları; doğuda Meriç, batıda Makedonya, kuzeyde Bulgaristan, güneyde Ege Denizi ile İskeçe, Dedeağaç, Karağaç, Fere, Koşukavak ve Mestanlı ile çevrilidir. Nüfusunun yaklaşık yüzde 80'ini Müslümanların oluşturduğu devletin reis-i cumhuru Hoca Salih Efendi olur. Devletin bayrağı ise son derece orijinaldir: İslamiyet'i temsil eden yeşil-beyaz renk üzerine ay-yıldız işlemeli sancaktır. 6 bini Osmanlı askerlerinden oluşan ve yaklaşık 30 bin kişiden müteşekkil ordusu bulunan devlet bütçesini hazırlar, Yunan ve Bulgar pullarını geçersiz saydığından kendi pulunu bastırır ve pasaport uygulamasına geçer. İmparatorluğun yasa ve tüzüklerini olduğu gibi kabul eden hükümette davalara, Garbî; Trakya Adliyesi bakmaya başlar. Samuel Karasu, devletin resmî; ajansını kurup Türkçe ve Fransızca olmak üzere ‘Müstakil' adında bir de gazete çıkarır. Millî; marşı ise devletin Genelkurmay Başkanı olarak atanan Prizrenli Süleyman Askerî; Bey tarafından Dedeağaç'ta kaleme alınır. Kısacası, yeni bir devlette olması gereken hemen her pratik, ‘Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'nde uygulanır. Ancak Avrupalı devletler, bu yapıdan rahatsız olur ve genç Cumhuriyeti, Osmanlı'ya şikâyet ederler. Her ne kadar İttihatçıların desteğiyle kurulması sağlansa da payitahttaki iktidar kavgasının gölgesi, Balkanlar'daki bu Türk devletinin üstüne de düşer. Netice itibarıyla Osmanlı ile Bulgaristan arasında, 29 Eylül 1913'te II. Balkan Savaşı'nı bitiren İstanbul Anlaşması imza edilir. Bulgar komutan General Lazarof tarafından işgal edilen Türk devleti, bir ay içinde ortadan kalkar. Üç aylık ömrü olan devlet, on sene sonra yeni bir Türk devletinin doğuşunu muştular aslında. Çünkü Millî; Mücadele ateşini yakan kadrolar, Balkan kökenli Türk subaylarıdır. Yine düşman askerine karşı şehir şehir mücadele veren Kuva-yı Millî;ye fikri, Trakya mücadelesi zamanında ortaya çıkar. Son olarak 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması gereğince, Batı Trakya Türkleri, Yunanistan idaresine terk edilir.

Batı Trakya Türk Hükümeti'nin millî; marşı

Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana

Sen hayat verdin kanınla millî; kurtuluş savaşına

Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına

Selam duruyor milletler senin şu millî; bayrağına

Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu

Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.

Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık

Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırı açtık

İlk defa hürriyet meşalesini biz yaktık

Bu bayrak dalgalanacak, bu cumhuriyet yaşayacak

Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak.

Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız

Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız

Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınaları andırır

Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.

Ey şirin Batı Trakya! İşte nihayet esaretten kurtuldun

Ey düşmanlar! Sanmayın ki savaşlardan bu millet yorgun

Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak

Şu bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!

Buram buram kahve kokan festival

$
0
0

İstanbul bu hafta buram buram kahve kokuyor. Dünyanın her yerinden ustalar, baristalar Haydarpaşa Tren Garı'nda kahvenin inceliklerini paylaşıyor.

Kahvenin keyifle bir ilgisi olduğu muhakkak. Son dönemde her köşe başında açılan şık kahve dükkânları bu keyfe ilginin giderek arttığının kanıtı olsa gerek. Bugün kapanışa hazırlanan İstanbul Kahve Festivali de kahve merakını profesyonelliğe dönüştürmek isteyenleri ağırladı. Her standın önünde farklı ülkelerden gelen onlarca çekirdek çeşidi ve kahve sunumları, atölye çalışmaları ve workshoplar… Türk toplumu her ne kadar kahveye düşkünlüğüyle bilinse de 3. nesil diye adlandırılan nitelikli kahve tüketimiyle henüz yeni tanışıyor. Festivalde kahve severlerle işin inceliklerini paylaşan İstanbul Kahve Akademisi'nden Tuğba Munzur'dan dinliyoruz kahvenin dönemlerini: “Önceden hepimizin evinde toz kahve vardı. Nereden geldiğini bilmez, suya atıp içerdik. Bu birinci nesil kahve dönemiydi. İkinci nesil Starbucks'ın Türkiye'ye gelmesiyle başladı. Orijinal ve konforlu mekânlarıyla kahveyi yaygınlaştırdı. Toz kahveden filtreye ve niteliğini bildiğimiz kahvelere geçtik. Üçüncü nesil ise özel tatlar arama dönemi.”

Artık kahveler daha seçkin mağazalarda aranıyor, hangi ülkeden geldiği ve aroması önemli. Bu konularda seçici davranmak ise kahveyi çok daha özel bir keyif haline getiriyor. Bu keyfin kalitesini artırmak da yine markalara düşüyor. Paketlerde hangi ülkeden geldiği, çiftçisi, nasıl işlem gördüğü ve ne kadar yükseklikte yetiştiğine kadar bütün bilgiler paylaşılıyor. Başka bir deyişle gerçek bir kahve sever, üzerinde kimlik bilgilerini görmeden satın almıyor. Endonezya, Etiyopya, Kolombiya, Guatemala'dan gelen çekirdekler en çok tercih edilenler arasında. En sık tüketilen hali ise filtrelemeyle yapılanı.

Evde filtre kahve nasıl yapılır?

İyi filtre kahve için illa ki makineye ihtiyaç yok. Demleme için özel tasarlanan cam sürahilerin yanı sıra french press de kullanabilirsiniz. Hatta porselen bir demliğin üzerine yerleştireceğiniz bir filtre aparatıyla da çok iyi demlenen bir kahve elde etmeniz mümkün. Kahvenin yumuşak içimli olması için filtrenin kalın olması önemli. Kahvenin boğazda acılık bırakması istenmeyen bir durum. Bu demleme esnasında bir sorun olduğunu gösterir. Acılığı önlemek için kaynar su, kahvenin üzerine boca edilmemeli. Su yavaşça ve ince sızıntı halinde kahveye akmalı. Bu esnada uygulayacağınız birkaç detay kahvenizi çok daha güzel içimli hale getirebilir. Örneğin, filtredeki kahvenin suyla ilk buluşmasından sonra 30 saniye bekleyin. Bu sırada kahvedeki karbondioksit uzaklaşır ve yumuşak bir tat alır. Bu beklemeden sonra suyu yavaşça sızdırmaya devam edin.

36 saatte demlenen kahve

Festivalin en çok ilgi gören kahvesi, kocaman cam mekanizmasıyla Cold Brewler oldu. En üst bölümdeki suyun hemen altındaki fanusta buz küpleri ve altında sıkıştırılmış kahve yer alıyor. Buradan sızan kahveyi en alttaki küçük bir damacanaya benzeyen cam kaba kadar uzun ve kıvrımlı bir yol bekliyor. İşte bütün bu süreç tam 36 saatte tamamlanıyor. Ortaya çıkan tat ortalama bir kahveden daha yoğun aromalı. Bunun nedeni, uzun ve soğuk demlenme süresinde kahvenin bütün aromasını salması.

Bizim kahvenin keyfi ayakta çıkmaz

Termos ya da kapaklı devasa bardaklarla sunulan kahveler otobüste, tramvayda hatta koştururken kahve içmeyi öğretti bize. Ancak kadim kültürümüzdeki Türk kahveleri böyle bir içimi kabul etmiyor. Oturmamız ve keyifle içmemiz gerekiyor. İki kahve felsefesi arasındaki fark festival ortamına da yansımış. Filtre kahveler, espresso ve latteler ayaküstü tadılırken, Kuru Kahveci Mehmet Efendi bir vagonda, sarı örtülü masalarda ağırlıyor misafirlerini. Kahveler karton bardak değil, porselen fincanlarda görevliler tarafından sunuluyor. Yani ecnebi icadı kahvelerin stantlarındaki keşmekeşi burada bulamazsınız. Çünkü Türk kahvesi keyif gerektirir.

Uğur Yücel: Şimdi tosbağa gibiyim!

$
0
0

Oğlunun yönettiği ‘Yaktın Beni' filminde rol alan Uğur Yücel, birbirlerini iyi tanıyor olmanın avantajlarını yaşadıklarını söylüyor: “Beni iyi tanıdığı için hatalarımı pervasızca gösteriyor. Bu da hoşuma gidiyor.”

Uğur Yücel, ‘Yaktın Beni' filmiyle seyircinin karşısında. Film, Yücel'in kariyerinde özel yere sahip. Beyazperdede rol aldığı ilk komedi filmi. Yönetmen koltuğunda oğlu Can (30) oturuyor. Baba-oğulun yönetmen ve oyuncu olarak sete indikleri ilk proje.

Yücel ailesinin hikâyesi itfaiyeci üzerine kurulu. Özetle şöyle: Ailesini kaybettikten sonra yalnız yaşamaya başlayan itfaiye eri Selam Kuloğlu'nun (Sarp Apak) hayatı, yıllardır görmediği dayısı Macit ile tesadüf eseri karşılaşmasıyla değişir. Sevdiği kız İpek ile (Sinem Kobal) evlenmek isteyen Selam'ın yanına dayısı taşınır, ikilinin hayatı o günden sonra birbirinden komik olaylara sahne olur. Uğur Yücel, itfaiyecinin babası Macit rolünde.

Baba-oğulun perdeye sunduğu ilk film diyoruz ama hikâyenin köklü bir geçmişi var. Daha önce üç filmin setinde beraber çalışmışlar. Yedi yıldır setteler… Yücel, oğlunun ‘hadi bir şansımı deneyeyim' diyerek birden bire yönetmen olmadığını anlatıyor. Altı yaşında kamera varmış elinde. Babasının yanında yıllarca bir taş gibi işlenmiş. Müziğe sarmış bir dönem, sonra Bilgi Üniversitesi'nde sinema bölümünü yarıda bırakıp alaylı olarak sinema macerasına devam etmiş. Yaktın Beni, ilk göz ağrısı.

İkili, gündelik hayatta iki sıkı dost. Birbirilerini dinleyen, anlayan, yönlendiren arkadaş... Bu uyum doğal olarak sete yansıyor. Sette birbirilerine ‘hocam' diye hitap ettiklerini özellikle vurguluyorlar. Yönetmen-oğul dengesini nasıl kurduklarını şöyle anlatıyor baba: “Set ve yaşam iç içe gidiyor. Uzun zamandır birlikte çalışıyoruz. Setin yöneteni o. Onun peşinden gidiyoruz. Set bitince kolkolayız.” Birbirini iyi tanıyor olmanın artıları kadar eksileri de var: “Sizi her şeyiyle bilen birine kendinizi teslim etmek çok keyifli. O fazla iyi tanıyor. Bu durum zaman zaman olumsuz da çalışabilir. Çünkü kimse farketmese bile o benim huzursuz ya da gergin olduğumu görüyor. Hatalarımı gösteriyor hem de pervasızca. Bu da hoşuma gidiyor. Çok dobra bir adam.”

Uğur Yücel, performans anksiyetesi (başaramama kaygısı) olan bir oyuncu. Onun için bir dönem oyunculuğu bırakmayı bile denemişti. Role hazırlık süreci keyifli olduğu kadar zor da geçiyor. Oğluyla çalışırken bu kaygıları daha rahat aşmış olduğu için mutlu: “Bu anksiyetenin ne boyutta ciddi olduğu konusunda emin değilim. Bazen her şey durabiliyor. Geçen akşam kamera karşısında konuşamadım bir program için. Bunu karşıdakine izah etmek zor. Şaşırıp kaldılar ama konuşamadım işte… Can bunu hafifletiyor tabii ki. Hatta küçümsüyor bu endişeyi. Haklı!”

İşin gerçeği Uğur Yücel'den komediden ziyade Yazı Tura, Soğuk gibi sert, derdi büyük hikâyeler bekliyorduk. Heybeden komedi çıktı. Bu bir soluk araması mı? Bu konuda şunu söylüyor: “Doğrusu bundan sonrasında ne yapmak istediğime birkaç hafta içinde cevap bulacağım. Çünkü her yeni iş yepyeni bakış açısı ve tecrübe getiriyor.”

Kariyerinde Yaktın Beni'yi koyduğu yeri ise film vizyondan kalktıktan sonra belirleyebileceğini aktarıyor: “Ya ders alıp yön değiştiririz, başkalarını deneriz ya da bu yola devam ederiz. Yeni projeler yavaş yavaş masa üstüne yatacak, bakacağız.”

Şimdi bir tosbağa gibiyim

“Dizilerde oynamadan, komediler yapmadan; sadece yazmak ve çekmek isterdim, hiç görünmeden ama beceremedim.” diyordu bir dönem Uğur Yücel. Hâlâ öyle mi düşünüyor? Sektörde görünmeden var olmak ne kadar mümkün? Tercihlerinin onu bu yola ittiğini anlatıyor: “Senaryo yazarı ve edebiyatçı olarak yürüseydim istediğim sükûneti bulabilirdim. Ancak pek şikâyetçi değilim böyle olmaktan. Diğeri tercihimdi tabii ki…” Onda arkalara çekilme isteği uyandıran sebepler, daha içe dönük yaşama arzusundan kaynaklanıyor. Ama bu dönüklük coşkusuz bir kapanma değil. Oradan ruhsal haz duyabileceği esinler bulabilme isteği. Görünür olmaktan haz duymadığını anlatıyor, hissettiyor her daim. Çektiği filmin, yazdığı öykünün, oynadığı karakterin üzerine konuşmayı pek sevmiyor. Ancak konuşmak, görünmek işin bir parçası. Görünür olmaktan mutlu olmadığı, meşhur olmadığı dönemlerde keşfettiğini aktarıyor. “Çocukken sportmendim. Düzgün bir fiziğim vardı. Vücudum dikti, kafam da dikti. Kasıntı dediler. Öyle demesinler diye kamburumu çıkarıp yürüdüm. Şimdi tosbağa gibiyim.”

Sadece denizin üstünde dinleniyorum

‘Dağılmış pazar yerlerine memleket. Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile' diyor Edip Cansever. Bu kanlı pazarda kimsenin içinden yazmak, film çekmek gelmiyor. Uğur Yücel, sanata sığınarak soluk alıp verdiğini söylüyor: “Kendimi bir çığlık tablosu gibi hissediyorum. Sinemaya bu nedenle sığınıyorum belki. Yeni şeyler yazdırıyor her trajedi.” Peki nasıl arınıyor, üzerindeki yükü atıyor? Suyla, dalga sesiyle: “Sadece denizin üstünde dinlenebiliyorum. Boğaz' da doğdum büyüdüm. Yazlarım adalarda, su kenarında geçti. Su adamıyım yani. Bütün boğazlılar uzun uzun akıntılı sulara bakar, iç ferahlatır. Su akar, deli bakar.” Böyle dönemlerde seyircinin yüzünü güldürmek elbette daha zor. Kan kokusu üzerimize bu kadar sinmişken. Bu konuda ümitvar konuşuyor: “İnsan ne kadar karanlıkta olursa olsun bir ışık buluyor.”

Haftanın albümleri

$
0
0

Hüsnü Arkan'dan Kırık Hava

Hüsnü Arkan, ülkemizin en özgün besteci ve yorumcularından biri. Müzik severler onu gerek solo gerekse Ezginin Günlüğü'ndeki çalışmalarıyla tanıyor. Davudi sesiyle söylediği şarkılardan en az birisi belleğimizde olan Arkan'ın yeni albümü Kırık Hava yayınlandı. “Nefes alıp veriyorsak zulme inat/ Şarkılar söylüyorsak barışmak için” diyen müzisyen, dinleyicilerini bir kırık hava eşliğinde dünyayı sorgulamaya davet ediyor. Arkan'a bu albümde Rubato, Cahit Berkay, Cem Adrian gibi müzisyenler eşlik ediyor. Türkiye'deki en iyi şiir bestecilerinden biri olan Arkan; Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Ömer Karayılan şiirleriyle çıkıyor karşımıza. Kırık Hava hem müziği hem de sözleriyle son zamanlardaki en iyi albümlerden.

Burçin Büke ile Bir O Yana Bir Bu Yana

Önemli piyanist ve bestecilerinden Burçin Büke, yeni albümü ‘Bir O Yana Bir Bu Yana' isimli yeni albümüyle karşımızda. Müzikal zamanlar ve türler arasında, keşif dolu yolculuklar yaparak ezberleri bozan müzisyen, yeni albümünde de bizi farklı bir güzergâhta sürprizlerle dolu bir yolculuğa çıkarıyor. Sanatçı; Sergei Rachmaninoff, Eric Satie, Johann Pachelbel, Astor Piazzolla, Dede Efendi, Garo Mafyan, İlhan Şeşen gibi dünyanın ve ülkemizin en iyi bestecilerinin klasik müzik eserlerinin yanı sıra Türkçe pop şarkılarını da yorumluyor. Albümde müzikal zenginlik ön plana çıkıyor. Büke, kendi müzikal belleği ve ilgisinin ne kadar geniş olduğunu bir kere daha ispatlamış oluyor.

Jean Michel Jarre Koleksiyonu

Jean Michel Jarre, günümüz elektronik müziğine yön veren prodüktör- DJ'lerin önde gelenlerinden. Çoklarına göre çığır açıcı bir müziği var. Jarre'ın en sevilen şarkılarından oluşan albümü yeniden ülkemizde de yayınlandı. Albümde 14 parça yer alıyor. Müzisyenin elektronik müzik, synthpop ve New Age tarzında ürettiği müziklerinin en seçkin örnekleri var çalışmada. Oxygene, Bells, Fourth Rendez-Vous, Souvenir de Chine, Equinoxe gibi ustalık eserleri de yer alıyor. Farklı bir müzik arayışındaysanız bu albüm sizin için sıra dışı bir deneyim olabilir.

Dünyayı gezerken kendini arıyor

$
0
0

Hali vakti yerindeyken, her şeyi geride bırakıp dünya turuna çıkan Angela Maxwell'in hikâyesi basit bir maceraperestin hatıratından ibaret değil. O kollarını tabiata dolamış, ruhunu keşfetme peşinde bir Amerikalı seyyah...

Bir buçuk sene evvel evini barkını ve sevdiklerini geride bırakıp yeryüzünü dolaşmaya başlayan Amerikalı Angela Maxwell'in seyahati basit bir gişe filmi macerasından çok öte bir felsefeye dayanıyor. Tüketim mekanizmalarının damarlara zerk edildiği böyle bir devirde, yalnız tekerlekli bir seyahat çantası eşliğinde seyahat etmek elbette harcıalem bir cüret değil. Bu sergüzeşte bir de kadın başına yürüyerek çıkmak da cesaretin cabası. Amerikalı seyyah, dört kıta üzerinde ülke ülke gezdiği yürüyüşüne hayatın sert yüzünden sıyrılmak niyetiyle başlayanlardan değil; bilakis, bu işe huzuru kalp ile insan tabiatını keşfetmek üzere kalkıştığını söylüyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin Oregon Eyaleti'nde bir sağlık danışmanı, fizyoterapist olarak çalışırken, dünyayı dolaşma fikrini kafasına koymuş. Ancak arzın çevresini dolaşma fikrini, hayata tatbik etme işini kolayca halledememiş. Maxwell, uzun bir zaman boyunca, bu gezi için manevî; bir hazırlık dönemi geçirmiş. Nihayet ilk menzilini 40 günde tamamlamış. Bir okyanus kıyısından öbürüne uzanınca, dünyayı dolaşma fikri de şekillenmiş kafasında. Amerikalı Kadın Seyyah, adım adım gezdiği ülkelerde dinlenerek ve oranın atmosferini teneffüs ederek ziyaret ediyor. Kimi zaman büyük şehirlere uğruyor, kimi zaman in cin top oynayan tekinsiz vadilerden geçiyor. Hem şehirli hem dağ köylerindeki insanlarla temas etmenin insana ne denli âli hisler kazandırdığına inanırken, büyük tehlikeler atlattığı da kuşkusuz bir gerçek. Ancak genelde fena hadiselerle duyduğumuz bu tarz yolculukta kendisi, kaza olduğu kadar olağanüstü hadiselere de şahitlik etmiş. Guinness Rekorlar Kitabı'na girmeye de niyeti olmadığını ifade eden Maxwell'i güzergâhı üzerindeki Türkiye'de bulduk ve sorduk: “Nereye gidiyorsunuz?”

Bir çöpü 40 km taşıdım

Sükûnet içinde yeknesak devam eden bir hayat sürmekteyken, kendi ruhunu ve tabiatı keşfetme arzusuyla başlamış her şey. Aklına ilk geldiği zamandan yolculuğa çıkana kadar geçen sürede pek çok defa fikrinden vazgeçecek olmuş. Sonra içindeki müthiş cazibeye kapılarak yollara düşmüş. Onunla Taksim'de buluştuğumuz vakit, çeşitli haz peşinde rüzgâr nereye eserse oraya gidenlerden sanmıştık. Lakin anlattıkları, onun bir belgesel mahiyetinden çok şahsî; bir yolculuğa çıktığını gösteriyordu. Tabii ki müşahede ettiği iklim, coğrafya, insanlar ve hayvanlar geçen bir buçuk senede kendi üzerinde büyük tesir etmiş. Kuzey Amerika kıtasını bir baştan öbür yakasına bağladıktan sonra Avustralya kıtasına geçmiş. Burada uçsuz bucaksız sahraları korku duymadan ve geceleri sığındığı çadırında geçirmiş. Büyük firmalardan sponsor teklifleri gelse de kabul etmemiş. Mali desteğini kendisi ve internet üzerinden yapılan bağışlarla sağlıyor. “İsraf etmiyorum.” diyor ve Yaratıcı'nın insana sunduğu nimetlerle kuvvet bulurken, doğayı incitmemeyi de şiar edindiğini ifade ediyor. “Çöl ortasında yediğim bir yemeğin çöpünü kırk kilometre taşıdığım oldu.” diyor. Talep ettiği vize 30 gün içinde çıkarsa, ülkeyi bir baştan ötekine kadar yürüyormuş. Avustralya, Vietnam, Moğolistan'ı dolaşan gezgin, sonrasında Gürcistan'a geçmiş. Ardından ise tüm Karadeniz kıyılarını geçerek İstanbul'a erişmiş. Beş sene devam edecek yürüyüş kulvarında sırada Güney İtalya, Avrupa içleri ve Grönland var.

Çölün ortasında yoldaş olan köpek

“Bu benim yaşadığım en muazzam imtihan. Ancak bundan ziyade kendi gönlümün sesini dinlemeyi öğreniyorum.” şeklinde bir vecizeyi kendine şiar edinen Amerikalı kadın gezgin, bu yazıyı da şahsî; web adresine levha yapmış. Teknolojinin velinimet olduğu günümüzde, Maxwell gezdiği yerleri gerek kalemle gerek video ile tek tek kayıt altına almış. Shewalkstheearth.com adresi üzerinden hangi bulutun altında gezdiği, hangi ağacın altında dinlendiği, hangi çeşmeden su içtiğini görebilmek mümkün. Yolculuğu esnasında küçük hikâyeler kaleme almış, zihninde hazmettiklerini de zaman zaman konferanslarla paylaşıyor. Buradan kazandıklarını kadın yardımlaşma dernekleriyle paylaşan seyyahın başından elbette istenmeyen hadiseler de geçmiş. Avustralya çölünde, kum fırtınasına tutulmuş, Moğolistan'da kar fırtınası altında kaybolmuş ve elbette yalnız başına gezen bir kadının başına gelecek muhtemel tecavüz vakası. Maxwell, Moğolistan'da çadırını kurduğu ıssız bir vadide saldırıya uğrar. Uzun süren çırpınma ve boğuşmanın ardından kurtularak, yakınlarda bulunan bir aileye sığınır. Çölün ortasında çadırını bulan bir köpeğin kendisine nasıl yoldaş olduğunu, Vietnam'da yakalandığı deng hummasından zayıf düştüğü yağmurlu bir günde, yaşlıca bir kadının kendisini yoldan alıp ağırladığı günü unutamamış. “Beni bir kenara çekip avurtlarıma ve başıma masaj yaptı. Hayatımda o kadar büyük rahatlık hissettiğim başka bir zaman dilimi hatırlamıyorum.” diyor. Maxwell ayrıca Karadeniz'i boydan boya gezdiği günlerde yine orta yaşlı bir teyzenin kendisine avuç dolusu incir vermesini de unutamamış.

Hırsızlar da uçuşa geçti!

$
0
0

Havalimanlarında yolcuları karşılamaya veya uğurlamaya gelenlerin oluşturduğu kalabalık ortamlar hırsızlara yeni fırsatlar sunuyor.

Uçakla seyahat edenlerin sayısındaki artış, havalimanlarında ciddi yoğunluğa neden oluyor. Ancak yolcuları karşılamaya veya uğurlamaya gelenlerin oluşturduğu kalabalık ortamlar ise hırsızlara adeta yeni fırsatlar sunuyor. Yolcuların dalgınlığından faydalanan hırsızlar kalabalıklarda cüzdanları, restoranlarda ise masa ve sandalye üzerindeki çanta ve giysileri alıyor. Geçen hafta sonu benim de montum çalındı. Ancak ümitsizliğe düşmedim ve hemen polise suç duyurusunda bulundum. Kameradan tespit edilen Cezayir asıllı hırsız kısa sürede yakalandı ve montumu teslim aldım. Siz de mağduriyetinize çözüm bulmak istiyorsanız, yaşadığınız hırsızlık olayı karşısında mutlaka şikâyetçi olun. Böylece hem olaylar azalsın hem de hırsızlar yakalanıp adalete teslim edilebilsin.

Yetkililer, havalimanlarını mesken tutan yani terminallerde yatıp kalkan evsizlerin yanı sıra Suriye'deki iç savaş nedeniyle ülkemize sığınan mültecilerle yankesicilik yapmak amacıyla şehir merkezinden gelenlerin de hırsızlık olayına karıştığını ifade ediyor. Hırsızlığa karşı mağduriyet yaşamak istemeyen herkesin tedbir alması gerektiğine dikkat çeken yetkililer, özellikle kalabalık ortamlarda şüpheli davranışlarda bulunan kişilerin yanından uzaklaşılması, terminal içinde çanta ve valizlerin sahipsiz bırakılmaması, restoranlarda ise masadan ayrılırken özel eşyaların unutulmaması konusunda uyarıyor. Yetkililer ayrıca hırsızlık olayı sonrası mutlaka polise şikâyette bulunulmasını isterken, ifade verirken ‘olayın gerçekleştiği yer ve saat konusunda' kesin bilgi verilmesinin de hırsızın kameradan tespit edilmesini kolaylaştıracağını dile getiriyor.

Yasalar yetersiz

Yetkililer, havalimanlarının en büyük sorunlarından biri haline gelen Suriyeli dilenciler ve evsizler konusunda ise yasaların yetersiz kalmasından şikâyetçi. “Bu kişilerin statüleri belli değil.” diyen yetkililer, özellikle Suriyelilerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadığını, geçici izinleri bulunmadığını ve bu yüzden ülkede kaçak yaşadığını dile getiriyor. Yetkililerin verdiği bilgiye göre Suriyeliler, uluslararası sınıflandırmaya da tabi değil. Bu yüzden suç işlemeleri halinde yapılan yasal işlemlerden sonuç alınamıyor. İkametgâhları olmadığından aldıkları cezalar dahi tebliğ edilemiyor. Ayrıca sabahları gruplar halinde havalimanına gelen Suriyeli çocuklar da son zamanlarda ciddi sıkıntı oluşturuyor. Güvenlik kontrolünü aşıp terminale girmeyi başaran çocuklar, dilenerek yerli ve yabancı yolculara ciddi rahatsızlık veriyor. Uzun süredir terminalde yaşayan ‘evsizler' ise havalimanından uzaklaştırılmasına rağmen bir süre sonra yeniden terminalde kalmaya devam ediyor.

Kameradan tespit ediliyor

Havalimanında yaşadığınız hırsızlık olayı sonrası vakit geçirmeden emniyet müdürlüğüne giderek suç duyurusunda bulunmayı ihmal etmeyin. Eğer şikâyetçi olursanız, polise ifade verdikten sonra hırsızın tespiti için kamera odasına yönlendirileceksiniz. Burada da, olayın yaşandığı bölgedeki tüm kamera kayıtlarını polisle izleyerek hırsızlık olayının nasıl gerçekleştiğini görüp zanlıyı tespit edebilirsiniz.

Şikâyetçi olunmuyor!

Yetkililer, dilenenler veya hırsızlık yapanlar hakkında şikayette bulunulmadığından da şikâyet ediyor. Bu yüzden yasal işlem yapılmıyor ve zanlılar yakalanmayınca da olaylarda artış yaşanıyor. Yolcular, olayla ilgili yasal işlemlerin uzayacağı ve bu yüzden uçaklarını kaçıracaklarını düşünerek polise şikâyetten kaçınıyor. Restoran veya işyeri sahipleri ise hırsızlık yaparken suçüstü yakaladıkları kişilerden dahi şikayetçi olmuyor. Bu kişilerin bir süre sonra serbest bırakıldığını ve tekrar havalimanına geldiğini ifade eden işletmeciler, suç işleyenlerin aynı rahatsızlığı vermemeleri için şikayet etmekten vazgeçtiklerini dile getiriyor.

Yedek batarya yasak

Amerika'da Federal Havacılık İdaresi FAA, havalimanlarında yedek lityum bataryaların yolcuların bagajlarında olup olmadığını kontrol etmeye başladı. Yasak, yedek bataryaların, uçağın kargo bölümünde yangın riski çıkarabileceği endişesiyle getirildi. Bu yüzden bundan sonra yolculara, check-in (bilet ve bagaj işlemi) sırasında uçuşu tehlikeye atacağı düşünülen cihazların yanı sıra yedek bataryaların da bulunup bulunmadığı sorulacak. Söz konusu yasak şimdilik Amerika seyahatlerinde geçerli olacak.

New York'a A380 ile uçun

Birleşik Arap Emirlikleri'nin ulusal havayolu şirketi Etihad Airways'in Etihad Rezidans kabinli lüks Airbus A380 uçağı, Abu Dabi-New York uçuşlarına başladı. İstanbul'dan New York'a giden Etihad yolcuları, 23 Kasım'dan itibaren seyahatlerinin Abu Dabi-New York kısmını ise dünyanın en büyük yolcu uçağı A380 ile gerçekleştirebilecek. Uçakta, 9 First Apartment, 70 Business Studio ve 415 akıllı ekonomik koltuğu ile yüksek standartlarda konfor, eğlence ve kabin içi bağlantı sunuluyor.

Pegasus, yaz sezonunu açtı

Pegasus Hava Yolları'nın, 2016 yaz tarifesi biletleri satışa sunuldu. Yurtiçinde 33, yurtdışında 69 olmak üzere 40 ülkede 102 noktaya tarifeli seferler düzenleyen şirket, 1 milyondan fazla koltuğunu iç hatlarda 29,99 TL'den, dış hatlarda da 45,99 dolardan başlayan fiyatlarla satışa sundu.


Haftanın Albümleri - 1 Kasım 2015

$
0
0

Teke yöresinden ezgiler

Antalya Körfezi ile Fethiye Körfezi arasındaki Burdur Gölü havzası ile Dalaman Çayı'nın yukarısı Teke Yöresi olarak bilinir. Bu yörenin türkülerine Teke havaları denir ve bu türküler tamamen Türkmen geleneklerini yansıtır. Can Yeşilyurt Tekelioğlu, Dilinden isimli albümünde bu kültürün zenginliğini sergilemeye çalışıyor. Albümde Zeybek, Boğaz, Teke Zortlatması, Menevşeli ve Gurbet Havaları formlarının en özel eserleri yer alıyor. Müzisyen, bu kültürün önemli örneklerini geleneklere uygun olarak üç telli ve dört telli sazla icra etmiş. Albümdeki kimi havaların öyküleri de var. Can Yeşilyurt bu albümle, doğup büyüdüğü topraklara olan borcunu ödemeye gayret etmiş.

Güliz Ayla'dan ilk albüm

Güliz Ayla, son dönemde adını sıkça duyduğumuz bir isim. Yazın başında Olmazsan Olmaz isimli şarkısı ile müzikseverlere merhaba diyen müzisyen, kendi adını taşıyan albümüyle karşımızda. Çokları onu, tarzı ve sesi ile Sıla'ya benzetse de Güliz Ayla kendi tarzı ve ismiyle iddialı olduğunu göstermekte kararlı. Sıla Gençoğlu ve Efe Bahadır prodüktörlüğünde hazırlanan albümündeki şarkıların üçünde müzisyenin imzası var. Diğer şarkılarda ise Sıla Gençoğlu ve Güliz Ayla ortak imzası bulunmakta. Sanatçı, naif ama güçlü yorumu ve iddialı şarkıları ile kapımızı çalıyor. Müzik piyasasına kalıcı olmak için adım attığını şarkıları ve yorumuyla bize anlatıyor.

Viyana Senfoni'nin tüm eserleri

Viyana Filarmoni Orkestrası'nın tüm eserleri 25 CD'den oluşan bir sette toplandı. 70 seneyi aşmış müzikal geçmişinde dünyanın en ünlü şefleri tarafından yönetilen orkestra, 80'den fazla ülkede televizyon yayınlarıyla milyonlara ulaştı. Cladio Abbado, “Daniel Brandom, Willi Boskowski, Nikalaus Harnoncourt, gibi ünlü şeflerin eserleri bu albümde sizleri bekliyor. Program içeriği, herkesin aşina olduğu sevilen klasikleri ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış güzide eserleri kusursuzca harmanlıyor. Sonuç: Baştan sona oldukça keyifli bir dinleti şöleni.

Ekmek yoksa ağacını yiyin!

$
0
0

Ekmek aslanın ağzında derler eskiler. Peki hiç ağacın tepesinde olabileceği aklınıza gelir miydi? Ekmek ağacı, dutgiller (moraceae) familyasına dahil bir bitki türü.

Nişasta yönünden oldukça zengin bir meyveye sahip. Ana vatanı Hint Okyanusu'nun doğusu ve Büyük Okyanus'un batısındaki adalar olan bitki, yetiştirildiği tropik bölgelerin pek çoğu için başlıca gıda kaynağı. Boyu cinsine göre değişiyor lakin, 10-20 metreyi bulanları bile var. Dalları yatay ve kabukları kurşuni renkte. Yaprakları yıldız şeklinde, 25-50 santim boyunda ve en genç dalların ucunda bulunuyor. Ucuz ve yüksek enerjili bir besin kaynağı olan bu ağacın keşfi on sekizinci yüzyıla uzanıyor. Yılda iki ya da üç kez meyve veriyor. Önceleri yeşil olan meyvesi gittikçe renk değiştirerek kahverengi ve de sarıya dönüşüyor. Meyveler gövdenin her yerinden çıkabilir. Kavun iriliğinde, üzeri pullu bu meyvenin ağırlığı da az buz değil. Bir kilo ile üç kilo arasında değişiyor. Çiğ meyvesinin tadı patatese benziyor. Ağacın odunuysa kâğıt yapımında kullanılmakta. Ağacın iç kabuğunun liflerinden oldukça sağlam kumaşlar da imal ediliyor.

Faydaları:

Bağırsak ve sindirim sistemini dengeler.

Yüksek nişasta oranı ve mineraller bakımından zengin bir besin değerine sahip. Yağı cildin canlı ve parlak görünmesini sağlarken hafif çaplı cilt lekeleri ve cilt problemlerini çözmekte etkili.

Bitkinin meyve ve yaprakları yeniyor. Ekmek ağacı meyvesi, haşlanarak ve pişirilerek yenilebildiği gibi ekmek yapmak için de kullanılıyor. Bu bakımdan tropik bölgeler için önemli bir bitki.

İçerdiği yağlar birçok cilt hastalığını önlemede etkili.

Güneşte kurutulmuş meyvesinin öğütülmesiyle hazırlanan undan ekmeğin yanı sıra muhallebi de yapılabilir.

Bu kitaplar bir tuhaf

$
0
0

Koleksiyonerliğin bir tür tuhaflık olduğu muhakkak. Kafamızda ortak paydada buluşturduğumuz türlü şeyi biriktirmenin ayrı bir hazzı var.

Bir okurun -anlasın anlamasın- dünyada basılan ‘Küçük Prens'leri toplamasının başka bir açıklaması olamaz herhalde. Ya da başka birinin kütüphanesindeki bütün kitapların yazarından imzalı olmasının… Murat Gültekin de bu hazzı tuhaf kitaplar biriktirerek alanlardan. ‘Nasıl tuhaf?' diyecek olursanız, bazen tek basılmış bazen kimsenin ilgisini çekmeyecek bir konudan bahseden, çoğunlukla bitpazarlarında rastlayabileceğiniz kitaplardan bahsediyoruz. Koleksiyoner Gültekin'in arşivi arasından 100 tanesini ise onu yakından tanıyan, kitapların bazılarının toplanma hikâyesine şahitlik eden Ahmet Büke kitaplaştırmış. Öykü yazarı olarak tanıdığımız Büke, Ağaçkakan Yayınları'nın hazır bilgi serisinden olan ‘100 Tuhaf Kitap'ta, varlığından neredeyse kimsenin haberi olmadığı ilginç kitapları anlatıyor.

Yazar Büke, üniversiteden beri tuhaf kitapları toplayan arkadaşı Gültekin'in koleksiyonun parçalarını ayıklarken epey zorlanmış. Zira bazılarının erişim sürecini birlikte yaşamışlar. Bitpazarları, eski kitapçılar, kapıya gelen lancacıların bir miktar sakal karşılığı bıraktıkları kitaplar… Sonunda en sıra dışı olanları seçmeye çalışarak kitabı ‘tuhaf ilişkiler, tuhaf bilgiler ve tuhaf edebiyat' adlarıyla üç ana başlık altında hazırlayan Büke'nin, “Deliliklerinde bir özgünlük var bu kitapların.” dediği eserler arasında neler yok ki…

Çocukluğumuzda bizi çok ağlatan Kemalettin Tuğcu'nun ‘Dişi Kuş-Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz?' adlı kadınlara ders veren kitabını mı ararsınız, Topçu Kıdemli Yüzbaşı rütbesi ile askerî; görevini sürdürürken radyo programları da yapan Mustafa Kepir'in ‘Kore Kahramanlarına Radyodan Seslenişler'ini mi? “Ev hanımlarının en emniyetli dostu, lezzetli yemeğin garantisi, zamandan, gazdan tasarrufun tek şartı” ‘Düdüklü Nur Tencereleri'ni tanıtmak için hazırlanan broşürde veya Tarım Bakanlığı Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü'nün bastığı, en kolay ve doğru şekilde yamamayı anlatan ‘Pantolon Yaması' kitabındaki ‘tuhaf' bilgileri okurken yüzünüzde oluşan tebessümü durdurmakta zorlanabilirsiniz.

Güzel Bayan; size mektup yazmayı…

Kitabın ilk bölümü tuhaf ilişkiler başlığına ayrılmış. Girişte bahsettiğimiz gibi Kemalettin Tuğcu'nun kadınlara tavsiyelerini ya da ‘Şekispir'den veya ‘Viktor Hügo'dan en güzel aşk cümleleri de mevcut. Bizim en çok ilgimizi çekense Nihat Özcan'ın derlediği ‘Yeni En Güzel Aşk Mektupları'. Kitap türlü kategorilerde aşk mektupları örneklerini içeriyor. Büke'nin kitaptan alıntıladığı ‘Kocalı bir kadın' başlığındaki mektubun başından ve sonundan bir kuple şöyle: “Güzel Bayan; Hayli oluyor. Size mektup yazmayı ve bu uzaktan alâkamı daha açık bir surette izah etmeyi kararlaştırmıştım…

… Cevabınızın en yakın bir günde olmasını ve beni bekletmemenizi rica ederek sonsuz saygılarımı ve sevgimi sunarım bayan.”

Cumhuriyet çocuğu için ‘yükümsel bir yurt ödevi'

Tuhaf bilgiler bölümündeki kitaplar için her birinin başına ‘meraklısına' yazsak yeridir. İlginç olan sadece bilgiler değil, yazarların öyle ifadeleri var ki, bu bilgilerin önüne geçiyor. Örneğin yazan A. Kemâl Atilâ'nın ‘Çay Tarımı ve Tekniği' kitabının başından birkaç cümle: “Cumhuriyet devrinde büyük işlere küçük bir ek; yükümsel bir yurt ödevi; Cumhuriyet çocuğu, oku ve aşılan; Çalışkanlığın ve yeni işin kutlu olsun.” Eserin basım tarihinin 1938 olduğunu söyleyince bu üslup herhalde biraz anlam kazanabilir. Bunun gibi Türkiye ve Cihan Muzculuğu'nu okuyarak kitabın yazıldığı 1944 tarihinde onun memleketimiz için nasıl yeni ve heyecan verici bir meyve olduğunu anlayabilirsiniz. Sadece bu kadar mı? Çocuklar için tuhaf bir kitabı da eklemiş seçkiye Ahmet Büke: ‘Okuma Bayramı'. Bir yazma ve okuma alıştırma kitabı olarak hazırlanan kitabın çocuklara uygun gördüğü bir yazı alıştırmasına bakın:

“Canım kuzum

Ne hoş boyun

Olacaksın

Bir koç koyun

Sonra seni

Üzeceğiz

Boğazlayıp

Yüzeceğiz”

Buzdolabından civciv çıkıyor!

$
0
0

Rengi, vücut yapısı, uzun ve güzel ötüşleriyle ünlü Denizli horozları, Türkiye'nin dört bir yanında ilgi görse de tavukları gurk olmuyor.

Denizli horozlarının tavuklarından alınan yumurtalar, başka kuşların altında büyütülen guguk kuşu yumurtaları gibi başka tavuklar altında veya kuluçka makinelerinde yetiştiriliyor. Denizli Horozu Yetiştiricileri Derneği Başkan Yardımcısı Yücel Işık, her zaman gurk bir tavuk bulunamadığı için hurdaya verilen buzdolaplarını toplayarak, tam otomatik kuluçka makineleri yapıyor. Kuluçka makineleri, Denizli horozu ve tavuğunun yumurtadan çıkmasına büyük kolaylık sağlıyor.

Buzdolaplarından yapılan makineler, dayanıklı olduğu tercih ediliyor. Hurdacıdan 25 liraya alınan buzdolapları, ekonomiye kazandırıldığı gibi özelliği değiştirilerek, soğutma yerine ısıtma sistemi ayarlanıyor. Belli aralıklarla çevrilip havalandırılan ve nemi ayarlanan yumurtaların hemen hepsinden zamanında civciv çıkıyor.

Şimdiye kadar 40-50 makine yaptığını, bunlardan 2-3 bin civciv çıkardığını anlatan Işık, “Denizli horozunun tavuğu gurk olmuyor. Bu yüzden yumurtasını biriktirip ya Hint tavuğunun ya köy tavuğunun altına koymak gerekiyor ki çıkaralım ya da makineye koyacaksınız. Herkes istediği zaman gurk tavuğu bulamaz.” diyor.

Buzdolabını ısıtmak için kullanıyorlar

Buzdolabı ebadında bir kuluçka makinesi yapmak için mobilyacıdan sunta veya MDF alınması halinde çok pahalıya mal olacağını belirtiyor Işık: “İçine izolasyon yerleştirseniz, alüminyum veya plastik yapsanız, kapı penceresi derken 400-500 liradan aşağı mal edemezsiniz. Buzdolabı hurdacıda 25 lira, kapısı, izolasyonu, her şeyi mükemmel. Buzdolabı soğutmak için ama biz tersine kullanıyoruz. İzolasyonu güzel olduğu için buzdolabı mükemmel oluyor.”

Bir buzdolabından, hurdacıda demir ve plastik olarak sadece 5-10 liralık malzeme çıktığını ancak kendilerinin bunu değerlendirerek ekonomiye kazandırdığını ifade eden Işık, “Buzdolabı 5-10 sene daha hizmet ediyor. Tam otomatik makineler, 800 ile bin 400 lira arasında değişiyor. Buzdolabından kuluçka makinesi yapmak, el alışkanlığı ve tecrübe oldu. Normalde bir buzdolabı aldığımız zaman iki-üç günde teslim ederiz. Çok meraklısı var. Kuluçka makinesi yapmak için telefonumda kayıtlı 400-500 numara var, yardım istiyorlar. ‘Burası şöyle mi? Şurasını şöyle mi yapacağız?' diye soruyorlar. Erzurum, Van, Kilis, Antalya, Ankara'ya kadar herkes arıyor. Yapacağınız makinenin özelliğine, büyüklüğüne göre maliyet değişiyor. Kuluçka makinesini 300 liraya da mal edersiniz, ful otomatik yapacağım derseniz bin 300'e de mal edersiniz. 8 liraya da motor var, 80 liraya da...” diye konuşuyor.

Bebeğinize çürük bulaştırmayın

$
0
0

Herhangi bir hastalıkta ilk işimiz çocuklardan uzak durmak olur. Ancak bulaşma durumu sadece grip ya da soğuk algınlığı için geçerli değil. Bebekler ilk doğduklarında ağızlarında çürüğe neden olacak bakteriler bulunmaz.

İlk dişler sürmeye başladığında ağız ortamında bakteriler de kolonize olmaya başlar. Bebeğin beslenmesi sırasında ebeveynlerin farkında olmadan yaptıkları hatalarla mikroplar çocuğa kolayca bulaşabilir. Tükürük yoluyla çürüğe neden olan bakterilerin anneden çocuğa buluşması çürük oluşumuna neden olur. Diş Hekimi ve Protez Uzmanı Çağdaş Kışlaoğlu, ilk dişlerin sürmesiyle ağız ortamındaki mikroorganizmaların sert diş yüzeyine kolayca tutunduklarını ve hızlı bir şekilde çoğalarak doğru ağız bakımı yapılmadığında çürüğe neden olduklarını ifade ediyor.

Bebeğin biberonunu ağzınıza sürmeyin

İlk süt dişlerinin ağızda belirmesiyle ebeveynler tarafından doğru beslenme ve doğru bakımın yapılması gerekiyor. İlk süt dişleri doğumdan 6 ay sonra ortaya çıkar. Ebeveynler bu konuda gerekli itinayı göstermezlerse ağız ortamındaki mikroplar diş çürüklerine neden olur. Diş hekimi ve protez uzmanı Çağdaş Kışlaoğlu, çok bileşenli bir enfeksiyon hastalığı olan diş çürüğünün bulaşıcı özellik taşıdığını söylüyor. Enfeksiyonun bulaşmaması için anne-babanın (özellikle annenin) dikkat etmesi gereken belli özellikler olduğunu ifade eden Kışlaoğlu, “Bulaşmanın olmaması için anne, bebeğini beslerken kaşık, emzik, biberon gibi araçları kendi ağzıyla temasta bulundurmadan kullanmalıdır. Aksi halde anne, çürüğe yol açacak organizmaları kendi ağzından bebeğine aktarır.” diyor. Bu da bebeğinizin ileride bir dizi ağız ve diş problemiyle uğraşmasına neden olabilir.

Şekerli süt içirip yatırırsanız…

İlk süt dişlerinin sürmesini takiben anne ve baba, bebeklerinin dişlerini ya bu iş için üretilen özel fırçalar ya da temiz bir tülbent, gazlı bez parçası yardımı ile düzenli olarak fırçalamalılar. Bebeklerin beslenmesi sırasında ballı emzik, şeker içerikli sıvı gıdaları içeren biberonun kullanılması biberon çürüğü olarak adlandırılan üst ön kesici dişlerde çürüklerin oluşmasına neden olur. Bebeklerin uykuya şekerli süt vs. içeren biberonlarla yatırılmaları ağızlarında kalıcı sorunların oluşmasına yol açabilir. Anne-babaların, bebeklerini bir sorun olsun ya da olmasın 6 ayda bir diş hekimine kontrole götürmeleri önemli. Anne ve baba, çocuklarının diş sağlığına önem vermesini istiyorsa, onun önünde düzenli olarak ağız bakımına dikkat eden doğru bir model oluşturmalı. Bu konuda doğru ödüllendirme, alışkanlığın yerleşmesinde yardımcı olabilir. Yılda ikiden fazla çürük gelişiyorsa bebeklerin büyük risk altında olduğu unutulmamalı. Vakit kaybetmeden mutlaka bir hekime başvurulmalı. Böylelikle ileride doğabilecek ağız ve diş problemleriyle ilgili önlem alınabilir.

Adalar tarihçisi Akillas Millas: Elimde olsa o camiyi yaptırırım

$
0
0

Yağmurlu bir günde Adalar yolunu tutmak yalnız romantizmle izah edilebilecek bir husus değil.

Zira bütün bir yaz boyu İstanbul'un bu cennet köşesini istila eden turist yığınlarından sıyrılabilmenin belki de tek çaresi. Bu kalabalıktan, bilhassa yaz günleri yaşanan turist izdihamından kurtulup temiz bir nefes alabilmek, güz mevsiminin ortasındaki günlerde mümkün ancak. Sayfiyeciler, İstanbul'daki evlerine çoktan döndü. İstanbul'un yerlilerine mahsus bir gelenek olan yaz göçleri, yani kışın şehirdeki işleriyle meşgul olup yaz gelince adadaki evlerine taşınarak sıcak günleri burada geçirme itiyadı da turist tehdidi ile karşı karşıya. Kimi ada sakinleri kalabalık yüzünden evlerine gelmiyor. Adaların eski tarz-ı hayatını devam ettirmek ancak burada kalıp ezici kalabalıklar arasında bu kültürü yaşatmak isteyen bir avuç yerliye kaldı. Kurulan kütüphane, açılan müze, düzenlenen sergi ve yazılan kitaplarla adanın kadim gelenekleri korunmaya çalışılıyor. Fakat geleneği hakkını vererek aktarabilmek de bazı maharetleri gerektiriyor. Büyükada'nın 26 sene yaz sakinlerinden olan Akillas Millas'ın son çalışması, zamana karşı bir direniş örneği. “Hala Hatırlıyorum / I Still Remember” adlı serinin ikinci takdim kitabı Heybeliada'ya imza attı Millas. Heybeliada Halk Kütüphanesini Koruma Derneği'nin tertip ettiği söyleşide son çalışmasını anlatan Millas'la, biz de küçük bir hasbihâl ettik ve adalar hayatına, kültürüne, tarihine dair hatıralarını dinledik.

‘Gözümde iki farklı ada var'

Akillas Millas ile devamlı müşterisi olduğu Splendid Otel'in lobisinde sohbet ediyoruz. Birkaç nesil İstanbullu olan bir aile içinde 1934 senesinde Beyoğlu'nda dünyaya geldi Millas. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını doğduğu şehirde geçirdi. Büyükada'daki yazlık evlerine ilk defa üç yaşında annesinin kucağında ayak bastı. Bundan sonra her sene yazlarını adadaki Yeniyol 16 numarada geçirdi. İstanbul Tıp Fakültesi'inden mezun olduktan sonra Vakıf Gureba Hastanesi'nde ortopedi üzerine ihtisas yaptı. Geliştirdiği özel ameliyat tekniğiyle 60'lı ve 70'li yıllarda pek çok futbol takımının doktorluğunu yaptı. Kendisi de bir sporcu olan Millas, atletizmle de uğraştı ve üç adım uzun atlamada milli takım forması giydi. Eşi Miki Hanım'la yine adalarda tanışıp burada evlendi.

İstanbul'un yerli ahalisinden olan ailesi, 6-7 Eylül hadiseleri ve 1964 Rum tehcirine maruz kaldı. Yaşanan bu kötü gelişmelerden sonra dahi İstanbul'da kalmayı sürdüren Doktor Millas, resimle ve koleksiyonerlikle uğraştı. Bilhassa İstanbul'a olan tutkusu ona büyük bir arşiv kazandırmıştı. Ancak 1980 Darbesi ve öncesindeki siyasi karışıklık, onu memleketini terk etmeye mecbur bıraktı.

Bir daha gelmemek üzere ayrılsa da sıla hasreti ancak sekiz sene sürdü Millas'ın. Evvela Türkiye'nin güneyini ziyaret etti ve gezi esnasında kendini tutamayarak adaya tekrar döndü. O dönemi anlatırken “Kimse buraya gelmemi istemiyordu. Boşuna gidiyorsun, kimseler kalmamıştır seni tanıyan.” diyen Millas, kimselere aldırmayıp gözünde tüten adayı ziyaret etmiş.

Geldiğinde başka bir adayla karşılaşır. Çocukluğunda top oynadığı geniş çayırlar, bahçelerinde dolaştığı konaklar kalmamıştır. Ancak bu halini de sevmekten geri kalmaz. “Benim gibi yetim-i akran kalanlar için en güzel günler geçmişte kaldı. Ancak gözümde iki ada var benim. Biri gençliğimde yazlarını geçirdiğim, bir de şimdiki yeni ada. İkisini de ayrı seviyorum.” diyerek hislerini tercüme ediyor. Şimdi ailece Atina'da yaşasalar da İstanbul'un yeri başka. Tıpkı adanın simgelerinden Splendid Otel'de olduğu gibi. Millas çifti evlendikten sonra balayı için bu otelde kalmış ve tüm sevdiklerini bırakıp İstanbul'dan ayrılmadan geçirdikleri son gece gibi.

Aya Yorgi Manastırı da restorasyon kurbanı

Son günlerde sıkça rastgeldiğimiz restorasyon facialarının sadece antik dönem yapılarında veya camilerde olduğunu zannederdik. Ancak Akillas Millas, bu kazalar zincirinin bir halkasının da Büyükada'daki Aya Yorgi Manastırı'nda olduğunu hatırlatıyor. Kazanın başlangıcı şöyle: Adada 1986 senesinde çıkan büyük yangında Aya Yorgi Manastırı'nın inziva odalarının ahşap kısmı tamamıyla kül olur. Daha sonra restorasyona giren binanın ahşap kısmı yapılmamakla beraber var olan taştan kısım da yarı yarıya kesilir. Millas, 19. yüzyıldan kalma yapının üzerine tarihî; vasfına uymayacak bir teras yapıldığını ifade ediyor. Ayrıca Manastır'ın esas kilisesi yangından 10 yıl sonra yapılan onarımda zeminine dökülen betonla büyük bir yara almış. Akillas Millas, Bizans devrinden kalan tarihî; kemerlerin beton altında bırakıldığına dikkat çekiyor.

Ada sakinleri arasında bölgecilik yaygın

“Hala Hatırlıyorum” projesinin ikinci ön kitabını yayımlayan Millas'ın bu çalışması tıpkı İstanbul'a dair diğer çalışmaları gibi pek çok detay içeriyor. Adanın ilk sakinlerinden yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar gelen süreçte Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerden kalan konaklar, bahçeler, ibadethaneler, su kuyuları, deniz hamamları, restoran ve oteller, kronolojik bir çalışma ve farklı başlıklar altında çalışılmış. Adalı Yayınları'ndan çıkan bu ikinci kitap, bir önceki gibi müstakbel büyük kitabın habercisi. Kitap, yalnız senelerin hasılatı olan kartpostallar ve fotoğraflarla değil, Millas'ın kendi çizimleri ile de öne çıkıyor. “Aslında her iyi doktor iyi de bir ressamdır.” diyen Millas'ın çalışmasında adanın muayyen devirlerde arz-ı endam eden yapıların tek tek kimliği tespit edilmiş ve numaralandırılarak okuyuculara sunulmuş. Yangın, deprem ve sair tabii afet geçiren adanın mimarî; tarihine de uzanmak mümkün. Millas kitabında, Heybeli ve Büyükada sakinleri arasında bölgecilik yapıldığını da anlatmış. “Ömrü boyunca bir kez dahi karşı adaya geçmeyen Büyükadalı ve Heybeli sakinleri var.” diyor. Adanın simgelerinin korunması ve yeniden ihya edilmesi için elimden geleni yapacağını ifade ederken söz bir zamanlar Bahriye Mektebi bahçesinde bulunan Kadıasker Abdülkadir Efendi Camii'ne geliyor. 1773 senesinde satın alınarak kamulaştırılan arazi üzerine yapılan cami, III. Selim dönemine ait tarihî; bir eser. İşte bugün elimizde bulunan birçok ada kartpostalını süsleyen tarihî; yapı, 1930'lu senelerde Ankara'dan gelen bir emirle yıktırılmış. Millas, Türkiye'nin dört bir yanında cami yaptırılıyor, bu cami de yaptırılsa, unutulmuş bir değerin tekrar kültür hazinesine kazandırılacağını söylüyor. Elbette aslına uygun olmak şartıyla.

Şakanız ‘kara listeye' aldırabilir

$
0
0

Dünyadaki bazı havayolları, kural dışı hareketlerde bulunan yolcuları kara listeye alıyor. Bu kişiler bir daha aynı şirketle seyahat edemiyor.

Araştırmalara göre, eğlence sistemleriyle donatılmış konforlu bir uçuş imkânı sunan son teknoloji ürünü uçaklarla seyahat etmek yolcuları mutlu ve huzurlu ediyor. Ancak uçakta ikram edilen yemeklerin lezzeti, eğlence sistemlerinin çeşitliliği ya da sunulan kalite hizmet, havalimanında veya uçakta yaşanan sinir bozucu olaylar, ne yazık ki kaçan keyfinizi yerine getirmeye yetmiyor. Peki, asılsız bomba ihbarı yapanlardan, “Üzerimde silah var, uçağı kaçıracağım” şeklinde şaka yaptığını sananlara, alkol alıp kabin ekibi ve diğer yolcuları rahatsız edenlerden, uçuş emniyetini tehlikeye düşüren hareketleri nedeniyle uçakların geç kalkmasına veya acil iniş yapmasına neden olan ‘kural dışı' yolcuların yaptıkları yanlarına kâr mı kalıyor? Hayır. Elbette ki kalmıyor. Kural dışı hareketlerde bulunan yolcular, yasal işlem uygulanıp para cezasına çarptırılırken, havayolları tarafından da ‘kara listeye' alınıp bir daha aynı şirketle seyahat edemiyor. Türkiye'de Pegasus Havayolları'nın başlattığı kara liste uygulamasının ise kısa süre sonra diğer havayollarında da yaygınlaşacağı ifade ediliyor.

Kara listedekiler uçamıyor

Havayolu şirketleri, uçuş emniyetini tehlikeye düşüren yolcular nedeniyle her yıl milyonlarca dolar maddi kayba uğrarken, büyük prestij kaybı da yaşıyor. Dünya genelinde bazı havayolları, kural dışı yolculara çok ağır müeyyideler uygulayıp kara listeye aldırıyor, Türkiye'de ise bu konuda ilk adım Pegasus Havayolları'ndan geldi. Şirket, uçuş emniyetini tehlikeye atan ve bu konuda hakkında yasal işlem yapılan yolcuları, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne bildirip hazırladığı kara listeye dahil ediyor. Listede yer alan yolcular ise acenteden veya diğer satış kanallarından bilet alsalar dahi, şirketin denetlemelerinde tespit edilerek uçuştan men ediliyor. Şirketin çağrı merkezi, kara listede adı bulunan kişileri arayarak uçuşunun iptal edildiğini ve bilet parasının iade edileceğini bildiriyor. THY başta olmak üzere Atlasglobal, Onur ve SunExpress gibi havayolları ise bu konuda ciddi çalışma yürütüyor. Yetkililer, uçuş emniyetini tehlikeye düşüren yolcuların bir daha uçağa alınmaması amacıyla kısa süre sonra kara liste uygulamasına başlayacaklarını ifade ediyor.

20 yıl hapis cezası alan var

Daha çok yoğun alkol tüketen ve bu yüzden saldırgan davranışlar sergileyen ya da propaganda amaçlı uçakta taşkınlık yapan yolcuların neden olduğu olaylar karşısında ICAO, IATA, ECAC ve FAA gibi uluslararası havacılık örgütleri dışında ülkelerin yerel havacılık otoriteleri de kural dışı yolcularla ilgili yeni çözümler arıyor. Airporthaber köşe yazarı Murat Herdem, kural dışı yolcu sorununa karşı yeni düzenlemeler yapıldığını, gerekli talimatların hazırlandığını, uçucu ekiplere ise eğitimler verilmeye başlandığını söylüyor. Kural dışı yolcularla ilgili British, KLM, Aerosvit gibi havayolu şirketlerinin kara liste uyguladığına dikkat çeken Herdem, zaman kaybının yanı sıra maddi kayba da neden olan kural dışı yolculara karşı bazı ülkelerin 10 bin dolar para cezası ve 20 yıl hapis gibi ağır yaptırımlar uyguladığını dile getiriyor.

Uçuşta ‘155 polis imdat' aranmaz

“Uçuş emniyeti yerde başlar.” diyen Herdem'e göre, kural dışı olarak sınıflandırılan yolcuların henüz uçağa binmeden tespit edilmesi ve kesinlikle uçağa alınmaması gerek. Çünkü uçağa alınan ve gökyüzünde taşkınlık yapan yolcularla ilgili ‘155 Polis İmdat'tan yardım istemek de mümkün değil. Bu gibi durumlarda ise sorunlu yolcu, iletişim kurularak sakinleştirilmeye çalışılıyor. Yolcu sorun çıkarmaya devam ediyorsa ve artık yapacak hiçbir şey kalmamışsa bazı şirketler plastik kelepçe kullanarak, bazıları da elektrikli şok tabancası (teaser) ile yolcuyu etkisiz hale getiriyor. 2001'deki 11 Eylül saldırılarından sonra sıfır tavizle uçan ABD'li havayollarında pilotlar gerçek tabanca dahi kullanabiliyor.

Havayolları da listede

Kara liste, tüm uyarılara rağmen ‘uçuş emniyetini tehlikeye düşürecek eksikliklerini düzeltmeyen' havayolu şirketleri için de hazırlanıyor. Avrupa Birliği (AB), denetimler sonrası hazırladığı son kara listesini ise 26 Haziran'da açıkladı. AB'nin kara listesinde 20 ülkeden 231 havayolu şirketi yer aldı. Listenin çoğunluğunu Afrika ülkelerindeki havayolu şirketleri oluşturuyor. Bu havayolu şirketlerinin uçakları da, gerekli koşullara ve güvenli uçuş olanaklarına sahip bulunmadıkları gerekçesiyle AB semalarına giremiyor. Türk şirketleri ise kara listede yer almıyor.

36 ülkeyle anlaştık

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'nün ev sahipliğinde Antalya'da düzenlenen Havacılık Müzakereleri Etkinliği kapsamında Türkiye, 36 ülkeyle ikili havacılık ulaştırma anlaşması imzaladı. Konferansa katılan diğer Dünya Sivil Havacılık Örgütü üyesi ülkeler arasında 600'e yakın ikili havacılık müzakeresi yapılırken Türkiye, 36 ülkeyle imzaladığı anlaşmayla 25'i aşkın yeni sefer noktası ve 300'ün üzerinde haftalık ilave sefer artışı hakkı elde etti. Yeni sefer hakları ile ekonomiye yaklaşık 600 milyon dolarlık katkı sağlanması bekleniyor.

Valizler kaybolmayacak

Uçuş sonrasında sık sık yaşanan ve en baş ağrıtıcı durumlardan biri olarak görülen ‘kaybolan ya da karışan bagaj' devri Airbus sayesinde tarihe karışacak gibi görünüyor. Yeni uygulama, kaybolan her türlü çanta ve bagajı takip edip, kolayca bulmayı sağlıyor. Avrupa menşeli şirket, Bag2Go adlı projesi ile GPS, RFID ve 2G'yi kullanarak bu büyük sorunu ortadan kaldırıyor. Bu akıllı çanta, iPhone'larla bile bağlantı halinde kalarak kayıp ve karışıklıkların önüne geçiyor, uçuş sonrası bagajınızın aldığı yolu, hangi aşamalardan geçtiğini sizlere tek tek detaylandırabiliyor.


Satranç tahtasında bir ‘Türk' kadar güçlü

$
0
0

Bugün pek çok Batı lisânında bilinen ‘Türk gibi metin olmak' tabiri, o devrin Avrupa içlerine kadar nüfuz eden Osmanlı imajının halk nezdindeki tezahürlerinden biriydi.

Akla ilk geldiği kadarıyla ‘Türk kafası', ‘aman Türkler geliyor', ‘Türk gibi tütün çekmek' tabirleri de Batı dillerinde muhtelif manaları ihata eden terkip ve tabirler… Ancak Türk isminin telaffuz olunduğu bir başka mecra var ki; o da neredeyse bütün bir dünyanın bildiği fakat henüz Türkler arasında haklı itibarına kavuşamamış nevicat makineler aleminden başkası değil. Nevicat dediysek da bu sözü tashih etmek lazım zira Avusturyalı sibernetik âlimi Wolfgang von Kempelen'in 1770 senesinde icat ettiği Türk satrançbaz (satranç oynayan otomat) hakkında kitaplar yazılıp belgeseller bile çekilmiş. Kaba nazarla bu makine, önünde duran satranç tahtası, sorguçlu, serpuşu, samur kürkü içinde, pos bıyıklı esmer bir mankenden oluşuyor. Otomat, bu görünüşüyle Avrupa'daki Türk fobyasına bir da tanığı.

Türk satrançbazın mucidi Kempelen, Habsburg Hanedanı hizmetinde bulunan bir mekanik mütehassısıdır. Kimsenin aklına gelmemiş bir icat peşine düşmüş, Bir sene üzerinde çalıştığı icadı bitirip İmparatoriçe Maria Theresa'ya takdim eder. Türk satrançbazı 120 cm uzunluğunda, 105 cm eninde ve 60 cm boyundaki bir komodin ve ona rapt edilmiş, rakibine ürperti veren bir ahşap figürden oluşuyordu.

Bilhassa hanedan mensupları, üzerinde satranç tahtası ve taşlarıyla hareket eden tekerlekli aparata büyük alaka gösterdiler. Elle kurularak çalışan aparat, tıpkı canlı bir satranç oyuncusu gibi maç başlamadan evvel satranç tahtasını ve kendi taşlarını kontrol ediyor, oyun esnasında başını arada bir sallayarak taşları eliyle kaydırıyordu.

İşin sırrı cinlikte!

Tıpkı gerçek bir insan gibi tavırlarıyla görenleri hayrete düşüren otomatın şöhretiyle beraber ona dair söylenti ve hikâyeler de çoğaldı. Kimileri onun ispirtizma yoluyla idare edildiğini, kimileri ise içine giren ve bacaklarını savaşta kaybetmiş bir asker tarafından irade edildiğini söyledi. Fakat satrançbazın etrafından dönen bu efsaneler kenarından köşesinden bile olsa gerçeğe bir işaretti. Elbette, hakikat sonradan ortaya çıkacaktı. İşin sırrı, makinenin taşları yerinden oynatması kadar içine gizlenen ve seyircilerin hissetmesine imkân bırakmayan bir kamuflajdan başkası değildi. Mekanik Türk, Maelzel'in de marifetiyle önce seyirciye tüm aksamıyla teşhir ediliyor ve bu sayede kafalarda bir soru işareti kalmayacağı sanılıyordu. Ancak tüm sır makinenin içine gizlenen bir satranç ustasında düğümlenmişti. Usta, tüm hareketleri içeriden izleyebiliyor ve kendisine sağlanan aparatların da yardımıyla rakibine karşı hamleler yapıyordu. Bu kişi sayesinde büyük maçlar kazanan Maelzel, söylentiye göre kazandığı paranın büyük bir kısmını William Schlumberger adlı bu ustaya veriyordu. Usta ölünce işleri yürütemedi ve alet uzun süre atıl kaldı.

Amerikalı mekanisyen yeniden yaptı

Satrançbaz, bir mezat pazarında satıldı. Yeni sahibi, makinenin sırlarını keşfetmeye uğraşır ancak sonrasında Filedelfiya'da bir müzeye bağışlar. 1854 senesinde bir yangında kül olunca icat edildikten 85 sene sonra tarihe karışır. Ancak tarihî; kayıtlarda rastlanan makine, bir Amerikalı mekanisyen John Gaughan'ın dikkatine takılır. Meraklı mekanisyen Türk satrançbazı baştan yaparak bilim dünyasına kazandırır. Makinenin tarihçesi ve başından geçen tüm ilginç hadiseler, 2004 senesinde Tom Standage tarafından ‘Mekanik Türk' adlı kitapta toplandı.

Öteki ucuzlardan yok mu?

$
0
0

Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu (YAYFED) bu senenin ilk altı ayında, 2014'ün kitap basım rakamının ikiye katlandığını açıkladı.

Matbuattaki hareketlenme daha çok okuyup az televizyon seyrettiğimiz anlamına gelmiyor. Yine de piyasaya çıkan kitap sayısının federasyon kadar kitapseverleri de heyecanlandırdığı muhakkak. Korsan kitap deyince akla ilk postmodern romanlar, klasikler geliyor. Ancak YAYFED bilinenin aksine en fazla akademik yayınların korsan satışı yapıldığını duyurdu. Emniyet Müdürlüğü'nün Türkiye'nin çeşitli illerinde yaptığı baskınlarda en fazla korsanı yakalanan kitaplar, İngilizce üniversite hazırlık sınıfı okuyan herkesin bildiği yurtdışından ithal edilen ders kitapları.

İthal dediğimize bakmayın onun da ‘Türk malı'nı üretmiş vaziyetteyiz. Yüzlerce dolar ödeyip Oxford ya da Cambridge setini almak yerine üçte biri fiyatına satın almak mümkün. 2014-15 eğitim ve öğretim yılı ikinci döneminde birçok ilde baskınlar düzenlendiği halde usulsüzlüğün devam ettiğine şahit oluyorsunuz. On altı ilde yapılan baskında yalnızca 173 fotokopi kitabın ele geçirilmesi hayli düşündürücü.

Üniversiteler açılmaya başladı. ‘Öğrenciler heyecanla kitap listeleri hazırlanıyor.' demek isterdik. Fakat çoğunlukla kitap fotokopileri elden ele dolaşıyor. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin çiçeği burnunda üç öğrencisiyle ozalitleri dolaştığımızda gerçek gün yüzüne çıkıyor. İçeri girer girmez ilk aklımıza gelen başvuru kitabını söylüyoruz: Münci Kapani: Siyaset Bilimine Giriş. Görevli, başını fotokopi makinesinden kaldırmadan, “On dakika bekleyin çekelim.” diyor. Birkaç dükkânın daha kapısını çalıyoruz. Durum değişmiyor. Yalnızca biri, “Biz kitap çoğaltmıyoruz.” diye reddediyor. Öğrencilerin orijinal kitapları talep edip etmediğini sorduğumuzda 22 yıldır mesleğini sürdüren Oğuz T. sitemle karışık şunları söylüyor: “Kitaplar çok pahalı, öğrencilere de hak vermek lazım. Bir profesör dersinden geçirmek için illa kitabını aldırıyor. Öğrenci de bir şekilde hileli bir yol buluyor. Kitapların maliyeti yüksek, yoksa korsan mı olur?”

Beyazıt Sahaflar Çarşısı'nda küçük gezintimizde de ithal kitapların fotokopisinin el altından satıldığını görüyoruz. Hatta hangi İngilizce setini arasak, “Fotokopi mi orijinal mi?” diye rahatça soruluyor. “Ben siyah beyaz istemem, şöyle ciltli olsun.” diyenler korsan baskılar için başka adreslere yönlendiriliyor. Müşteri ve esnaf arasında şifreli bir dil var dersek yanlış olmaz. Bandrolsüz kitapları satın almak için metrobüs köprülerini dolaşmanıza gerek yok. Kitapçılara, “Öteki ucuzlardan yok mu?” demeniz kafi. Pırıl pırıl jelatinli kitabınız hemen teslim ediliyor.

Korsanın çok satanlar listesi

‘En çok hangi edebiyat eserinin korsanı var?' diye sorarsanız hemen söyleyelim. Gazeteci yazar Can Dündar'ın ‘Abim Deniz' kitabı en fazla fikir hırsızlığı yapılmış eserlerin başında geliyor. Onu takip eden isimler ise şöyle:

Sabahattin Ali–Kuyucaklı Yusuf

Şebnem Burcuoğlu–Kocan Kadar Konuş

Toprak Işık–Çiftçi Karıncalar Köleci Karıncalara Karşı

Necati Güngör–Anneme Bir Ev Alacağım

Gülten Dayıoğlu–Mo'nun Gizemi

Üç ayda bir seneyi geçtik

Geçen yıldan dört kat daha fazla okuyan yurdum insanı en fazla edebiyat ve sanat kitabına yönelmeyi sürdürdü. Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu resmi verilerine göre, 2014'ün ilk üç ayında toplam 75 bin kitap için bandrol alınırken, bu yıl üç ayda 77 bin eser yayınladı. En çok basılan kitapların konularına göre sıralaması ise şaşırtmıyor: Roman ve hikâye, araştırma eserleri, çocuk kitapları, inanç eserleri.

Sadece 157 bini çöpe gidiyor

Telif Hakları Genel Müdürlüğü, fikir hırsızlığıyla mücadele eden devlet kurumu. Korsanı sahibinden izin almaksızın, orijinal bir fikir veya sanat eserinden, doğrudan veya dolaylı şekilde çoğaltma tanımını bu kuruma borçluyuz. 1886 Bern Sözleşmesi'nden bu yana hak ihlalleri bütün dünyada ve bizde ‘korsanlık' adıyla anılıyor. Korsan yayınların engellenemediğini düşünecek olursak kurumun mücadele yöntemini de tartışmak gerekiyor. Bandrol uygulaması, kayıt tescil sistemi, sertifikalandırma sistemi ve il denetim komisyonlarına rağmen YAYFED'in resmi sitesindeki tablo şöyle: “2015 yılı ilk altı aylık dönem içerisinde kültür kitapları korsancılığına karşı İstanbul'da matbaa, depo ve işyeri baskınları toplam 35 adrese baskın amaçlı gidilmiş olup yapılan baskınlarda toplam 157 bin 975 adet korsan kitap ele geçirilmiştir.”

27 yıl beyinlere hizmet etti, şimdi ise ayaklara

$
0
0

Belli bir yaşın üstündekilerin çocukluklarından tanıdığı bir giysidir mest. Yaşlı dede ve ninelerimizin, kışın ayakları üşümesin ya da abdest alırken kolaylık olsun diye ayaklarından çıkarmadıklarına şahit olmuşuzdur.

Unutulmaya yüz tutan mest, gençler arasında yeniden popüler oluyor. Özellikle genç kızlar, altına bir aparat taktırarak dış mekân giysisi olarak kullanıyor mestleri. Her ne kadar eski günlerdeki popülerliği olmasa da bilenleri mestten vazgeçmiyor.

Ankara'nın Polatlı ilçesi, çorap mestlerinin yanı sıra ökçeli mestleriyle de tanınıyor. Yöresel ürünlerin sergilendiği fuarlarda en çok ilgi çekenlerin arasında Polatlı mestlerinin sergilendiği stantlar geliyor. Bu mestler ise onlara tutkuyla bağlı emekli bir öğretmenin elinden çıkıyor. 27 yıl Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullarda matematik öğretmeni olarak çalıştıktan sonra 9 yıl önce emekli olan Cumhur Dilek (57), meşhur mestleri üretiyor. Babasından öğrendiği mesleği emekliliğinde büyük bir keyifle devam ettiren Dilek, mestin sağlık açısından faydalı bir giysi olduğunu söylüyor. Kışın ayağı üşütmeyen, yazın da terletmeyen mestleri hakiki dana derisinden yüzde 90 elle imal ettiğini anlatan mest ustası, eski popülerliği olmasa da mestlerin yeniden ilgi görmeye başladığını söylüyor. Yumuşak ve elastiki yapıya sahip olduğu için hareketi kısıtlamayan mestlerin gençler arasında yeniden revaç bulmaya başladığını ifade eden Dilek, “Bilhassa bayanlar bunları nostaljik ürün olarak, dış mekân tabanı giydirip dışarıda giyiyor. Ev içinde giyeni de çok. Gençlerin çoğu abdesti, namazı düşünmeden, folklorik bir ürün olarak görüyor.” diyor.

Öğretmenliğin mesleği, mest imal etmenin ise zanaatı olduğunu dile getiren Cumhur Dilek, olaya maddi açıdan bakmıyor. Polatlı'da 50 metrekarelik bir iş atölyesinde günde 30-35 adet mest ürettiği belirten Dilek, “Şu an yetişemeyeceğim kadar üretiyorum ve elimde hiçbir şey kalmıyor. Türkiye'nin her yerine gönderiyorum.” ifadelerini kullanıyor.

Esnaflıkta güvenin önemli olduğunu vurguluyor Dilek: “Güveni suiistimal ederseniz bir daha ayakta kalamazsınız. Bu nedenle 55 liralık mestten net kârım 15 TL. Bunun da 7,5 lirasını kargoya cebimden veriyorum. Kargo gönderdiğim mestten 15 değil, 7,5 lira kazanıyorum.”

EN İYİSİ DANA DERİSİNDEN OLUR

Polatlı mestinde birinci sınıf dana derisi kullanılıyormuş. “Keçi ve koyun derisi olmaz. Esneklik ve mukavemet açısından uygun değildir. Biz yüzde 100 dana derisi çalışıyoruz. Dana derisinde de çift işlenti. Hamurlu kalınlık 0,9 veya 1 milimetreyi geçmeyecek. Analin denilen mükemmel kalite deri kullanırız. İki çeşit derimiz var. Birisi altı sert topuklu olur, bir de çorap mest dediğimiz her tarafı yumuşacık mestler var. Suni hiçbir malzeme yok. Ökçeli mest 75, çorap mest 55 TL.” diyor Dilek.

Polatlı mestini tanıtmak için fuarlara katıldığını da sözlerine ekliyor Cumhur Dilek: “Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok fuara katıldım. 9 yıldır emekliyim. Her yıl en az 10-12 fuara gidiyorum.”

Depremle artan ‘yük'

$
0
0

Laleper Aytek, 2011 yılında yaşanan deprem sonrası Van'a giderek oradaki kadınların yaşadığı zorluklar ve acılar üzerinden bir fotoğraf çalışması gerçekleştirmek ister.

Aytek hem fotoğraf sanatçısıdır hem de Koç Üniversitesi'nde derslere girmektedir. Koç Üniversitesi Kadın Araştırma ve Uygulama Merkezi (KOÇ-KAM) kendisine bir miktar destek sağlar ve Aytek birkaç öğrencisiyle birlikte depremden üç-dört ay kadar sonra bölgeye gider. Şehri gezdikten sonra ise projesinin içeriğini değiştirmeye karar verir. Çünkü yaklaşık 30 bin konteyner evden oluşan yepyeni kentlerle karşılaşmış ve bu konteyner kentlerde yaşayan 200 bine yakın insanın varlığından haberdar olmuştur. Dolayısıyla sadece fotoğrafla anlatılacak bir manzarayla karşı karşıya değildir. Projesini konteyner kentlerde yaşayan kadınlarla yapılan röportajları da içeren bir multimedya çalışmasına dönüştürmeye karar verir. Üstelik bu röportajlar sırasında kadınlara dair depremle açığa çıkan başka birçok acıya daha kulak misafiri olur. Aytek depremi sorar, kadınlar depremle sınırlı olmayan yaşanmışlıklarından bahseder. Bu, kimi zaman bakımsızlıktan ve kötü şartlar yüzünden bir türlü iyileşemeyen bir hastalık olur, kimi zaman kendisini yaşça çok büyük biriyle evlendiren babaya duyulan ve unutulmayan bir öfke... Aile içi şiddet, çok çocuklu kadınlar, çok genç olmalarına rağmen en az 10 yaş büyük gösteren ifadeler… Ortak dertler ‘hiç gün yüzü görmedim' cümlesi etrafında dile geliyor. Aytek, durumu “Konuşmaya başlayınca bambaşka iç hikâyeler duyduk.” sözleriyle anlatıyor. Bu arada serginin adı aslında başlangıçta belli değilmiş. Görüşmeler sırasında şekillenmiş ‘Yük' ismi. Aytek, şöyle anlatıyor: “Evet bu bir yük ve aslında bizim de paylaşmamız gereken bir yük. Çok ihmal edildiklerini düşünüyorlar. Haklılar, çok yalnız bırakıldılar. Büyük kayıplar yaşamışlar. Hemen hepsinin ailelerinde kayıplar var. Tek başına kalmış kadınlarla da karşılaştık.”

20 metrekare odada 10 kişi kalıyor

Peki konteynerlerde yaşamanın en büyük zorlukları neler? Bir kere evler çok küçük. Aile üye sayısına bakılmaksızın standart 20 metrekarelik konutlar bunlar ve bazen içinde iki ailenin birden kaldığı bile oluyormuş. “Salon ve mutfak dediğimiz küçük bir oda aslında. Ortada bir banyo, sağında yine küçük bir yatak odası. Bir tarafta yataklar yığılı ve sanıyorum her odada altışar kişi filan kalıyor.” Tabii bu Aytek'in bölgeye gittiği vakitlerde şahit olduğu tablo. Şimdilerde konteyner kentlerin büyük kısmı kapanmış. Dört-beş tanesi açık durumdaymış ve orada da şartlar çok ağırmış haliyle. Aytek, muhtemelen buradan ayrılan kişilerin şehrin içinde akrabalarının yanına taşınma gibi bir çözüm bulduğunu düşünüyor. Çünkü konteyner evler uzun süre yaşamaya müsait yerler kesinlikle değil.

Kadınların yüklerini hafifleten hayallerinin ne olduğunu soruyoruz Aytek'e. Çok büyük hayalleri olmadığını söyleyerek cevap veriyor: “Çocuklarına bakmak istiyorlar, başlarını sokacak bir yer istiyorlar. Evet konteynerler hiç yoktan iyi ama neticede 20 metrekare yerde 8-10 kişi birlikte yaşıyor. Eşim iş bulsun, çocuklarımla mutlu yaşayayım ortak dilekleri.”

Laleper Aytek'e göre bu kadınlardaki en baskın duygu çaresizlik. Çalışmadıkları için eşlerine bağlılığının depremle birlikte daha da artması.

Sergiye eşlik eden yıkım sesi

Laleper Aytek, projenin öğrencileri için de ayrıca anlamlı olduğunu düşünüyor. “Ülkenin bu kadar doğusuna hiç gitmemişlerdi. Hayata bakışlarını değiştiren bir süreç oldu.” sözleri ona ait. 10'ar günlük sürelerle bölgeye beş kez giden Aytek ve öğrencileri, yaklaşık 250 kadının portresini çekmiş. Hepsini belli bir açıdan çektikleri kadınların yüzünde ‘Ne yapıyorsunuz siz, bizi görüyor musunuz, duyuyor musunuz?' ifadesi var. Deprem duygusunu verebilmek için ise bu portreler iç içe geçmiş bir şekilde düzenlenmiş. Ancak hepsinin yüzü belirgin. Video çekimi de aynı şekilde sarsıntı hissi versin diye katmanlı halde sunulmuş. Bir de sergiye sürekli eşlik eden yıkım sesi var. Mekândaki tek ses de o. Van'da sürekli duydukları sesi buraya yansıtmak istediklerini söylüyor Aytek.

Kim bu Ironman'ler?

$
0
0

Geçtiğimiz hafta internet sitelerinin kısaca geçtiği duyuru niteliğinde bir haber vardı: “Ironman yarışları ilk kez Türkiye'de düzenlenecek.”

Meraklılarının dışında çoğunluğun Ironman'den anladığı, 1960'lı yıllarda ortaya çıkan ve doğa üstü özellikleri olan bir süper kahramandı. Gün gelecek bu süper kahramanın ismi bir spor dalı haline gelecekti. Türkçe karşılığı ‘demir adam' olan ironman aslında bir unvan ve 17 saat içinde 4 kilometre yüzme, 180 kilometre bisiklet ve 42 kilometrelik koşu parkurlarını tamamlayan kişilere veriliyor. Triatlon sporunun uzun mesafe kategorisi bir bakıma. Dünyada yetmişten fazla yerde bu yarışlar yapılıyor. Türkiye'de de yaklaşık 10 yıldır Ironman unvanını kazanan sporcular yetişiyor. Son iki yıldır ise popülerliği artmış durumda. 100'e yakın sporcu olduğu biliniyor. Onlardan biri de Göktuğ Kıral. Kıral, çok kısa bir süre öncesine kadar Türkiye'nin en genç Ironman'i unvanını taşıyan bir isim. Kendisinden kulağa oldukça ilginç gelen bu spor dalını anlatmasını istedik.

YARIŞLARA BİR SENE HAZIRLIK

Kıral da birçokları gibi Ironman yarışlarını ilk duyduğunda bahsi geçen etapları geçmenin imkansız olduğunu düşünenlerdenmiş. İlk kez Boğaziçi Üniversitesi'nin kürek takımındayken antrenörü vasıtasıyla haberdar olmuş bu zorlu yarışlardan. Hocası kendisine ‘‘Sıkı çalışırsan 3 yıl içinde sen de Ironman olabilirsin.' deyince bunun çok uzak bir hedef olduğunu düşünmüş ancak ‘10 sene sonra da olsa bunu yapacağım' düşüncesini aklının bir yerine yerleştirmiş. Göktuğ Kıral, kürek antrenmanlarının vücudunda oluşturduğu etkiyi görünce 10 sene beklememeye karar vermiş. Üstelik karşısına Türkiye'nin en genç Ironman'i olma şansı çıkmış o sıralar. Ve böylece Kıral için bir senelik hazırlık süreci başlamış. Kıral, hazırlık sürecinin yarışların kendisinden daha zor olduğu kanaatinde. Nasıl düşünmesin ki? Haftada 22 ila 24 saate çıkan antrenmanlar, özel beslenme programı, inanılmaz bir disiplin…

Göktuğ Kıral, kendisine Türkiye'nin en genç Ironman'i olma unvanını kazandıran yarışlara İsveç'te girmiş. Tam bu sırada sporun oldukça masraflı olduğunu anlatıyor. “Golften bile daha pahalı.” diyerek ekliyor. “Nedir masrafı?” diye sorduğumuzda ise sıralıyor: “Özel yarış bisikleti, özel koşu ayakkabısı, antrenman saati, yüzücü mayosu, beslenme programı… Yarışların yurtdışında yapılıyor oluşu da ayrı bir masraf kalemi. Uçak ve vize paraları, konaklama ücretleri hepsi sana ait. Bir de yarışmalara katılım ücreti var.”

BAŞKASIYLA DEĞİL KENDİNLE YARIŞIYORSUN

Peki bir yarışmayı tamamlayıp Ironman unvanı aldıktan sonra ne oluyor? Her şey bitiyor mu? Kıral'ın cevabı “Bu sporda aslında birileri ile değil kendinle yarışıyorsun.” oluyor. 17 saat, yarışları tamamlamak için gereken maksimum süre. Bunu ne kadar kısa sürede tamamlarsan o kadar iyi bir dereceyle Ironman oluyorsun bir bakıma. Mesela Kıral, İsveç'teki yarışları 11 saat 56 dakikada tamamlamış. Bir sonraki hedefi 11 saatin altına düşmek.

Yarışların nasıl geçtiğini soruyoruz. Özellikle İsveç'te katıldığı yarışlardaki seyirci faktöründen söz ediyor: “İnsanlar bu spora çok ilgili, tezahürat yapıyorlar, yolda gelip ismimizle hitap ediyorlar.” Peki yarışın en çok hangi etabında zorlanmış Kıral? Normal şartlarda yüzmede zorlanacağını sanıyormuş genç sporcu. Çünkü yüzmeye çok geç yaşta başlamış. Ancak ilerleyen zamanlarda asıl zorluğun koşuda olduğunu fark etmiş. Diyor ki: “Yüzme 1,5 saati geçmiyor. Bisiklet bir şekilde oturarak tamamlanıyor ancak 7-8 saat aktivitenin ardından koşmak biraz zor geliyor.”

Yarışmada bu zorluğun üstüne bir de Kıral'ın dizinin sakatlığı eklenmiş. Yarışa beş ay kala koşu antrenmanlarını kesmek zorunda kalan Kıral şöyle anlatıyor süreci: “Bir anlamda koşuya antrenmansız girdim. Koşabilme umudum yoktu. Hesaplamıştım, o etabı yürüyerek geçirecektim.” Neyse ki yarış sırasında sakatlığı nüksetmemiş Kıral'ın ancak antrenmansızlığına rağmen maratonu koşarak bitirebilmiş.

Demir adam olmak kolay değil!

Ironman aslında triatlonun bir alt kategorisi. Triatlon sprint (kısa mesafe), olimpik mesafe, Half Ironman (Yarı Ironman) ve Ironman olmak değişik mesafelerde yapılmakta. Olimpiyatlarda kabul gördüğü şekli yüzme 1,5 km, bisiklet 40 km ve koşu 10 km olarak belirlenmiş. Ironman en uzun mesafeyi oluşturuyor. Half ironman ise mesafelerin tam olarak yarı yarıya belirlendiği şekli. Bu arada Türkiye'de ilk kez düzenlenen ve Antalya'da yapılan yarışlar da Half Ironman kategorisinde gerçekleşti.

Bu da spor mu?

Göktuğ Kıral'a çevresindekilerin tepkisini soruyoruz. Genelde insanların bu sporun çok da ‘yapılabilir' bir dal olmadığını düşündüğünü dile getiriyor. Dolayısıyla tepkiler pek olumlu değil. Hazırlanmaya karar verdiğinde çevresindeki birçok insan kendisini motive edecek şeyler söylememiş. En büyük motivasyonu diğer Ironman'lerden almış. Onlar sürekli kendisine ‘Çok istiyorsan kesinlikle yapabilirsin!' şeklinde telkinde bulunmuş. Kıral, şu anda 21 yaşında ve Ironman olmanın kendisine hedef koyma noktasında olumlu şeyler kazandırdığını düşünüyor. Mesela daha yeni 11 hafta süren bir Güneydoğu Asya gezisinden dönmüş genç sporcu. Ironman'e ara verdiği bir yıllık dönemde kendisine yeni bir hedef belirlediğini anlatan Kıral şöyle devam ediyor: “Önce kısa bir Avrupa turu yaptım ve ardından 11 hafta süren Hindistan'dan başlayıp Endonezya'da sona eren bir Asya turu gerçekleştirdim. 11 haftada 11 ülke gezdim.”

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live