Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Her pazar 09.11'de mini belgeseller

$
0
0

İnternetteki videoların çoğu vakit kaybı. Peki, eğlendirirken bir şeyler öğreten videolar da var desek… Barış Özcan'ın videoları gibi.

Yaklaşık bir yıldır sanat, tasarım, teknoloji videoları hazırlıyor Barış Özcan. Henüz birkaç bin kişi tarafından izlense de, takipçileri arasında “Abi yemin ederim Game of Thrones bölümü bekler gibi videolarını bekliyorum.” diyen sadık bir kitle var. Bir pazar Matrix filmi üzerinden fotoğrafçılıkta 9 önemli kompozisyon kuralını anlatıyor, başka bir gün bu kuralların nasıl profesyonelce yıkılabildiğini. Bir videoda ‘yeniden düşün' sloganıyla sivrisineklerin köpek balıklarından daha katil olduklarını, bir diğerinde Vivaldi'nin meşhur dört mevsiminden ‘yaz'ın yeni bir düzenlemesiyle ilgili bilgileri öğreniyoruz. Barış Özcan, takipçilerine böyle böyle her hafta farklı bir mevzuda mini belgeseller izletiyor.

Bir tasarım ajansı olan ve yeni medyayla ilgilenen Barış Özcan, yayınladığı videoları bir çeşit internet köşe yazısı, kendini de ‘storyteller' (hikaye anlatıcı), olarak tanımlıyor. Aslında bu interaktif belgeselcikleri, daha çok yeni nesle ulaşabilmek için yapıyor. Çünkü Y, hatta Z nesli dediğimiz bir nesil var ve onlar okumaktan çok izlemeyi seviyor. İşte sanat, tasarım, teknoloji videoları projesi; onlara en eğlenceli, en pratik, en ‘hap' gibi bilgileri ulaştırma düşüncesi ve Özcan'ın belgesellere olan ilgisi birleşince ortaya çıkmış. Bugün pazar. Şayet siz haberimizi okurken saatler 09.11'i bulduysa Barış Özcan, bu haftaki videosunu da YouTube kanalına yüklemiş demektir.

‘Bir çeşit yol tabelası

olmaya çalışıyorum'

İnsan bir alana yöneldi mi, artık o şekilde düşünmeye başlıyor ve zamanla algıda seçicilik oluşuyor. Barış Özcan'ın videoları da biraz bu şekilde ortaya çıkıyormuş. Tabii sadece böyle değil. Bazen dinlediği bir müzikten, (bkz. Vivaldi'li video) bazen gündemden, (bkz. Plüton'a gönderilen araç) bazen hayatın akışının yönlendirmesiyle karşısına çıkanlardan veya eski okumalardan çıkardığı notlar belirliyormuş videoların konusunu. Ana fikirden sonra da içeriğin oluşturulması başlıyor. Bazı videolar bir-iki hafta, bazıları ise birkaç gün araştırma süreci istiyor. Ve en sonunda da videonun somut üretim kısmı var ki, bu da takriben bir günü buluyor. Çünkü Barış Bey videolarda bir metin hazırlayıp onu okumak yerine, ana hatları belirleyip yarı doğaçlama bir konuşma yapıyor. Bunun nedeni ise yazılı bir metni okumanın samimiyeti zedeleyeceğini düşünmesi.

İnternet fenomeni olmuş videoların ortak özelliklerinden birine onların samimiyeti diyebiliriz. Barış Özcan'ın, yukarıda bahsettiğimiz gibi bu samimiyetle beraber başka kriterleri de var. İnsanlara gerçekten kullanabilecekleri, hayatlarına geçirebilecekleri bilgiler ve hatta tavsiyeler vermeye çalışıyor. Yine onların hayatında bir fark oluşturmaya çalıştığını şu cümlelerle anlatıyor: “İnsanların vaktini almak önemli bir sorumluluk. Dolayısıyla uzun uzun vakit kaybetmeleri yerine bir çeşit yol tabelası, işaretçi, göstergeci olmaya çalışıyorum. İnsanlar bu bilgilerden belki tek bir cümlenin içerisindeki bir kelimeden yola çıkarak, eğer ilgileniyorlarsa kendi araştırmalarını yapabilirler. Zaten o yüzden daha sonrasında metni kaleme alıp kendi blogumdan da yayınlıyorum. Ve oraya ayrıntılarıyla, linkleriyle beraber koyuyorum.” Hasılı Barış Özcan'ın bu bilgileri hap gibi pratik vermekteki amacının aslında insanları ayrıntılı araştırmaya teşvik olduğunu da söyleyebiliriz. Belki ileride bu araştırma sürecini, yani işin mutfağını da anlattığı kendi hayat hikayelerinden oluşan kişisel belgeselini de izleriz.


Günümüzde geçen bir külkedisi hikâyesi

$
0
0

Yaz dizisi olarak başlayan Kiralık Aşk, kalıcı dizilerden biri oldu. Aslında senaryo o kadar alışılmış ki: Zengin oğlan ‘Ömer' ile fakir kız ‘Defne'nin hikâyesi. Bir oyunun içinde Ömer'i kendine âşık eden Defne... Bilindik hikâyenin bu kadar izlenmesinde yan rollerdeki oyuncuların katkısı büyük. Biz de o yan karakterlerden ‘Yasemin' yani Sinem Öztürk ve ‘Sinan' yani Salih Bademci ile görüştük.

Ters köşe rolleri seviyorum

Oyuncu Sinem Öztürk, Arka Sıradakiler dizisinde Gamze karakteriyle tanındı. Sonrasında ise Huzur Sokağı'nda, mahallenin utangaç, içine kapanık, başörtülü Şükran karakteri ile çıktı seyircinin karşısına. Şimdilerde ise Kiralık Aşk dizisinin ‘kötü kadını' Yasemin olarak ekranlarda boy gösteriyor. Sinem Öztürk, hem kendine hem de Yasemin karakterine dair sorularımızı cevapladı.

Ekranların yeni kötü kadını olarak lanse ediliyorsunuz. ‘Arka Sıradakiler' ve ‘Huzur Sokağı'ndaki rollerinizi düşünürsek tam aksine mazbut, narin karakterler olarak karşımıza çıkmıştınız. Nasıl oldu bu keskin dönüş?

Her yeni projede farklı bir karakter seçmeye çalışıyorum. Bu zamana kadar hep ters köşe rollerle izleyici karşısına çıkmak istedim. Bir oyuncunun çok yönlü olması gerektiğini düşünüyorum. Bundan sonra da canlandıracağım karakterin farklı olmasına dikkat edeceğim. Yasemin'den çok memnunum, renkli bir karakter.

Siz hangisine kendinizi daha yakın hissediyorsunuz?

Ne kadar renkli olursa benim için o kadar keyifli... Kötü, iyi, komik, dram olarak ayırmam, hepsini canlandırmak çok güzel... Benim için önemli olan her yeni projede farklı bir karakter canlandırmak, tabii senaryosu ve hikâyesiyle beni heyecanlandırdığı sürece....

Kiralık Aşk'ta ‘kötü kadın'ı canlandırıyorsunuz. Fakat Yasemin'in iyi olan tarafı da yavaş yavaş izleyiciye sunulmaya başladı. Bu iyi tarafı daha sık görecek miyiz ilerleyen günlerde?

Seyirci, Yasemin'den pek hoşlanmıyor ama kötü olmadaki sebepler yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor. Açıkçası neler olacağını biz de bilmiyoruz ama Yasemin yeni olayların içinde muhakkak olacaktır diye düşünüyorum.

Çok fazla genç oyuncunun olduğu sektörde yer bulmak ve sürdürülebilir işler yapmak zor mu?

Gerçek bir oyuncu, her dönemin oyuncusu... Bu dönemde gençlik ve aşk dizileri popüler ve genç birçok oyuncunun olması normal... Benim için önemli olan kalıcı oyuncu olmak ve her projede farklı rollerde yer almak... Bu doğrultuda da ilerlediğimi düşünüyorum. İyi oyuncu olan herkes muhakkak yeni projelerde yer alıyor.

Kiralık Aşk, bilinen bir konuyu işliyor ama çok fazla izlenebiliyor. Siz bu sevgiyi ve ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

Senaryosu ve karakterleriyle birçok rengi içinde barındıran, aşk, komedi ve entrikanın en coşkulu hallerinin sentezlendiği sıcacık bir proje. Günümüzde geçen bir külkedisi hikâyesi.. Aşkı arayanlar ve güce tapanlar arasında yaşanan olaylar izleyenlerin yüreğine öyle güzel dokunuyor ki, dizimizin kahramanları hemen benimsendi ve çok sevildi.. Rejisi, görüntü kalitesi, müziği, oyuncu kadrosu. İyi ki dahil olmuşum dediğim bir proje oldu. Bizim yakaladığımız samimiyet ve sıcaklığı seyirci de hemen yakalıyor.

Sizin aşk tanımınız nedir?

Aşk, daha da derin nefis almak gibidir. Tüm hücrelerine işlesin istersin, başını döndürür...

‘Gözleriyle oynuyor' denmesi çok hoş

Onu birçoğumuz ‘Öyle Bir Geçer Zaman ki' dizisindeki Hakan Tatlı rolüyle hatırlıyoruz. Sonra fark ediyoruz ki birçok önemli yapımda yer almış. ‘Elveda Rumeli'den ‘Ulan İstanbul' dizisine kadar tüm projelerde rol aldığı karakterler hep çok seviliyor. Şimdilerde ise onu yani Salih Bademci'yi Kiralık Aşk'ta Sinan rolüyle izliyoruz.

Öyle Bir Geçer Zaman ki'de olduğu gibi Kiralık Aşk'ta da reddedilen erkek rolündesiniz. Bu rol size yapıştı mı? Bu durumdan rahatsız mısınız?

Rol yapışması duygusunu hiç hissetmedim diyebilirim. Çünkü oynadığım projeleri seçerken olayın ve karakterin işleniş örgüsünü iyi anlamaya çalışırım. Derinliği olabilecek, üç boyutlu evrilebilir bir karakter olmasına dikkat ederim. Stabil durum ve duyguları oynamak ne sahnede ne de ekranda hazzettiğim bir şey değildir. Bu yüzden sadece “reddedilme” aksiyonuna dayanıp senaryoyu, rejiyi ve oyuncuyu görmezden gelerek bir rolü önceki oynadığıyla aynıydı diye tanımlamak en hafifinden gaflet olur.

Çok kısa bir süre önce evlendiniz. Dizilerde ‘aslında tam evlenilecek adam' imajı çiziyorsunuz. Nasıl geçiyor evlilik hayatı, dizilerdeki imaj gerçek hayatta da doğru muymuş bu anlamda?

Dizilerde böyle bir imaj çizdiğimin çok farkında değilim aslında. Hatta dizi sektörüne girdiğimde hali hazırda uzun süreli bir ilişkim olmasaydı oynadığım karakterlerin çizdiği imaj yüzünden kimseyi evlenmeye ikna edemeyeceğimi bile düşünürdüm (Gülüyor). Onun dışında evlilik hayatı beklediğimden eğlenceli ve keyifli geçiyor.

Gözlerinizle oynamanıza sık sık vurgu yapılıyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

“Gözleriyle oynuyor” deyişi bizde bir iltifat olarak kullanılıyor. Asıl manası ise hissettiğini güçlü bir şekilde izleyene geçirebilmek sanırım. Çünkü göz ve ses, bir oyuncunun duygularını karşıya en kolay akıtabileceği kanallardır. Hele ki kamera önünde. Böyle bir iltifatı duymak da çok güzel ne düşünebilirim ki...

Dışarıdan bakınca ‘efendi ve güvenilir' insan tipi var sizde. Bir gün kötü adam rolü verilirse zorlanacağınızı düşündünüz mü hiç?

Teşekkür ederim. Ancak benim oynadığım karakterler genellikle anti-kahramanlar zaten. Ancak söylediğim gibi boyutluluk çok önemli bir şey. Bence seyircinin de oynadığım karakterlerle empati kurabilmesi, bu karakterlerin doğru işlenişi ile alakalıdır.

Diziler arasında rekabet ortamı oluşması oyuncu olarak sizi motive ediyor mu?

Sanırım tek başına bir röportaj olur bu soru ama kısaca şunu söyleyebilirim; rekabeti severim tabii ki. Ancak kulvar çok önemli değil mi? Reytingden önce belki kaliteli ve iyi iş çıkarmak hepimiz ve tüm sektör için birincil motivasyon kaynağı olmalı.

Kiralık Aşk iyi bir başarı yakaladı. Ama buna rağmen yine de imrendiğiniz ‘keşke ben de yer alsaydım' dediğiniz yapımlar var mı? Hem şu an için hem de geçmişe dönük olarak...

Sanırım ilk uzun soluklu işime bakınca bu anlamda kendimi çok şanslı görmem gerekiyor. O sebeptendir belki imrenme duygumu epey körelttim. Tabii ki sezon içinde izleyip beğendiğiniz işler oluyor. Bununla birlikte daha proje aşamasında beğenip sonra izlediğinizde yazık olmuş dediğiniz ya da hiç olmaz bu deyip sonrasında ağzınızı açık bırakan işler de çıkıyor karşınıza. Öngörünün belki de en az çalıştığı ve müthiş değişken bir sektör bu.

Land Rover'a yelkenler eşliğinde göz atın

$
0
0

2012 yılından beri Land Rover'ın ana sponsoru olduğu katamaran yarışı Extreme Sailing Series, İstanbul Boğazı'nda gerçekleşti. 7. etabını Kadıköy'de Jaguar Land Rover Genel Müdürü Simay Alsan ile birlikte izledik.

1995 yılında ODTÜ makine mühendisliği öğrencisiyken Borusan'ın bünyesine dahil olmuş Simay Alsan. İlk iş deneyimini BMW ile yaşamış, devam eden yıllarda Jaguar ve Land Rover markalarıyla da tanışmış. Alsan'a sektörde kadın olmanın zorluklarını, Türkiye'de böyle bir markanın yöneticisi olma serüvenini sorduğumuzda kendini şanslı hissettiğini söylüyor. Çok teknik bir alanda çalışmaya başladığını, Türkiye'nin birçok sanayi sitesine gittiğinden söz ediyor. Çalıştığı firmanın kendisini daima cesaretlendirdiği için yaptığı işi hiçbir zaman erkek mesleği olarak düşünmediğini anlatıyor. “Bilinçli olarak yapılmasa da genlerimize işlemiş bir ayrımcılık var. İş hayatında genel olarak bir ayrımcılık yaşamadığımı söyleyebilirim.”

Ülkedeki siyasî; belirsizlik ortamının markayı ya da sektörü etkileyip etkilemediğini soruyoruz Alsan'a. “Tüm dalgalanmalardan tabii ki etkileniyoruz.” diyor. 2015 yılının ilk aylarına göre ağustos ayından itibaren yaşadıkları talep daralmasına dikkat çekiyor.

Bilindiği gibi Volkswagen, bir süredir üzücü haberlerle gündemde. Firmanın emisyon değerlerinde tutarsız ölçümleri sonucu havaya kirli gaz salınımı verildiği ortaya çıkmıştı. Alsan, Volkswagen'in pazarda önemli bir oyuncu olduğunu ve marka adına üzüldüğünü ifade ediyor. Bu itibarı toparlayacak şekilde kriz yönetimi yapacaklarını umuyor. ‘Bir musibet bin nasihatten iyidir' diyerek bu olayın sektöre olumlu bir etki yapacağını ve tüm markaların çok detaylı bir gözden geçirme süreci yaşayacağını düşünüyor.

Günün dört saati araç içinde

geçiyorsa neden geniş olmasın!

Hem yakıt tasarrufu hem de büyükşehirlerde yaşanan park sıkıntısı nedeniyle Türk insanı zorunlu olarak küçük otomobilleri tercih ediyor. Özellikle İstanbul tarafiğinde neden bu kadar büyük bir araç kullanalım diye soruyoruz Simay Alsan'a. Şöyle cevap veriyor: “Land Rover son yıllarda bu konuda kendini çok geliştirdi. Güçlü yapısını korurken, günlük kullanıma uygun hale getirildi. Yeni modellerimiz daha küçük segmentlerde geliyor. Şehrin içinde bir Land Rover'a bindiğinizde de Alp Dağları'ndan iniyorsunuz hissini yaşayacaksınız. Günün neredeyse dört saatinin araç içinde geçtiğini düşünürsek size Land Rover bu konforu ve genişliği, en çok da sessizliği verecektir.”

Biz sohbetimize devam ederken 12 metre boyunda, hız ve esneklik için tasarlanmış, saatte 60 kilometre hıza ulaşabilen katamaranlar yarışıyordu. Diğer tarafta da Land Rover ailesinin tüm modelleri sergileniyordu. Land Rover Extreme Sailing Series (ESS), yedi farklı ülkeden sekiz takımın katılımıyla, The Wave Muscat ekibinin zaferiyle sona erdi. Yarış alanının hemen kıyısındaki meydanda da Ingenium 2.0 litre 180 beygir dizel motoruyla Yeni Range Rover Evoque, fabrika verilerine göre 100 kilometrede 4,2 litre yakıt tüketimi sunan, LED adaptif far teknolojisine sahip modeli meraklılarıyla buluşturuyordu.

Sanatını toprağa işliyor

$
0
0

Amerikalı bir sanatçı, sanatını normal ressamlar gibi tuval ve renkli boyalar kullanmak yerine; rengarenk bitkileri devasa toprağa ekip biçerek icra ediyor.

Stan Herd bugüne kadar tüm dünyada 35'in üzerinde çalışma yaptı. Japonya'da popüler olan iki televizyon şovunda Herd'in yaptığı işlerin gösterilmesinin ardından Japonya'nın Inakadate şehrindeki çiftçilere de ilham kaynağı oldu, bu çiftçiler de kendi pirinç tarlalarında büyük ölçekli tasarımlar yaptılar.

Sanatçının en son projesi ise 1.2 dönümlük Van Gogh'un ünlü resmi Zeytin Ağaçları'dır. Herd kazarak, ekerek, biçerek ve toprak peyzajıyla haftalarca uğraştıktan sonra Minneapolis Havaalanı kenarında havadan rahatça görünen bu eseri oluşturdu.

Sıra dışı bulutlar

$
0
0

Dünyanın en sıra dışı meteorolojik olaylarından biri olan bu bulutlar görenleri hayrete düşürüyor. Kilometrelerce uzunluktaki bulutlara tehlikeli türbülanslar eşlik ediyor.

Avustralya'da bulunan Carpentaria körfezi dünyanın en sıradışı meteorolojik olayına ev sahipliği yapıyor. Eylül ayının sonlarından Kasım ayının başına kadar yağmur sezonu başlamadan Kuzey Queensland'deki Carpentaria Körfezi'nde Burketown kasabasının üzerinde bulutlar ‘Gündüz Sefası' olarak isimlendiriliyor ve ilginç bulut ruloları oluşturuyorlar. Bu bulutlar bin kilometre uzunluğunda ve 2 kilometre boyunda olabiliyor. Sık sık yerden 100-200 metre yüksekte oluşuyorlar. Bu bulutlara sıklıkla ani kasırgalar, keskin basınç artışları gibi tehlikeli türbülanslar eşlik ediyor. Bulutun önünde güçlü dikey hava hareketi bulunuyor.

Giresun Adası'nda zamana yolculuk

$
0
0

Doğu Karadeniz'in tek adası Giresun Adası, yıllardır karşıdan seyrediliyordu. Şimdilerde ise tekne turu yolculuğuyla bizzat ayak basılıyor. Hakkında pek çok efsanenin anlatıldığı adada görülecek çok şey var.

Tekneyle yapılan her seyahat güzel hisler uyandırır yolcusunda. Hele ki gidilecek mekân turistik ise değmeyin keyiflere… İşte biz de tam bu hislerle yol aldık Karadeniz'in hırçın mavisinde. Güzergahımız, yüzyıllardır ziyarete kapalı olan Giresun Adası. Mekân, henüz geçtiğimiz aylarda düzenlenmeye başlanan tekne turuyla kabul etmeye başladı doğaseverleri.

25 dakika süren yolculukta bir yandan denizin seyrine dalarken bir yandan da ada hakkında bilgi edinmeye çalışıyoruz. 40 bin metrekare alana sahip ada, Doğu Karadeniz'de tek. Hakkında pek çok efsane anlatılıyor. Amazonların ve birçok kavmin yaşadığı adada mitolojik çağlara ait kalıntılar olduğu söyleniyor. Adada bizi savaşçı kimlikleriyle bilinen amazon kostümlü insanlar karşılıyor. Mızrak ve oklarla birkaç dakikalık gösteri yapıyorlar. Bir anda kendimizi milattan önceki çağlarda yaşıyor gibi hissediyoruz. Gösteri sonrasında görevlilerin rehberliğinde gezinti yapabileceğiniz gibi serbest olarak da dolaşabiliyorsunuz.

Adanın sahibi martılar

Gezinti sırasında dikkatinizi ilk martıların çekeceği muhakkak. Zira o kadar fazlalar ki hem sesleri hem de sayıları itibarıyla bir anda adanın sahibinin onlar olduğunu düşünüyoruz. O esnada öğreniyoruz ki martı, karabatak ve yabani göçmen kuşların hem üreme hem uğrak yeriymiş burası. Küresel koruma altında olan yaklaşık seksen kuş türüne ev sahipliği yapan ada, kuş gözlemciliği için de önemli bir nokta.

Defne ağaçlarından dökülen yaprakların hışırtısında ilerliyoruz. Adanın doğu tarafındaki antik çağlardan kalma Hamza taşı, tapınak yeri, mabet harabesi, surlar ve gözetleme kulesi görülmesi gereken detaylardan.

Hiç duymadığınız kadar mitolojik hikâyenin anlatıldığı ada, yabancıların da dikkatini çekmiş olmalı ki 1984 yılında BBC Televizyonu, 12 kişilik bir ekiple adayı ziyaret etmiş. Tim Sever yönetimindeki araştırma grubu bir efsanevî; yolculuğu canlandırmış. National Geographic dergisinin de bulunduğu bu seyahatin belgeseli yapılıp ada tüm dünyaya tanıtılmış.

Meraklısı için şu bilgiyi de verelim: Adada şimdilik bir şeyler yiyip içebileceğiniz bir mekân yok. Ancak teknede balık ekmek yiyebileceğiniz gibi adada piknik de yapabilirsiniz. Tabii ziyaretinizi sıcaklığın yüksek olduğu bir günde yapmamanızı tavsiye ederiz. Zira adada Akdeniz iklimi hâkim, Karadeniz'in nemli havasıyla birleşince sıcaklık epey hissediliyor.

Beş günde 2 bin ziyaretçi

Dört bin yıllık bir tarihî; barındıran Giresun Adası, yaklaşık 15 yıldır ‘yerli Robinson Crusoe' diye bilinen, belediyeden emekli işçi Hasan Başer tarafından gönüllü olarak korunuyordu. Adanın bu yıla kadar ziyarete açılmaması, içerisindeki kuş türlerine zarar gelmemesi, doğal yapının zarar görme ihtimali ve bölgenin sit alanı olmasından kaynaklıydı. Şimdilerde seyahatler 115 kişi kapasiteli bir tekneyle yapılıyor. Haftanın yedi günü saat 10.00'dan itibaren çift saatlerde sefer düzenleniyor. Adayı ilk beş günde 2 bin kişi ziyaret etmiş. Bu yaz Ordu-Giresun Havalimanı'nın açılmasıyla birlikte yerli ve yabancı birçok turisti bölgeye çekeceği muhtemel.

‘Kanser'e çalım atmış futbolcular

$
0
0

Barcelona'nın eski futbolcusu Eric Abidal'in kanseri yenip tekrar yeşil sahalara geri dönmesini unutmak mümkün değil. Onun gibi kanseri yenip tekrar spora dönenlerin sayısı ise hiç de az değil. İşte, ‘Neden ben?' diye sormayıp var güçleriyle hayata ve futbola tutunan futbolcular…

‘Dayan Abidal'

2007 yılında transfer olduğu Barcelona'da sol bekin tartışılmaz ismi olan Eric Abidal'ın karaciğerinde tümör tespit edildiğinde takvimler 15 Mart 2011'i gösteriyordu. Fransız oyuncu, üç gün sonra bıçak altına yattı. En anlamlı destek ise 3 yıl formasını terlettiği Lyon ile Barcelona'nın amansız rakibi Real Madrid'den geliyordu. Santiago Bernabeu'daki Şampiyonlar Ligi maçına “Animo Abidal (Dayan Abidal)” yazan tişörtlerle çıkmak isteyen Lyon ve Real Madrid'li oyuncuların jestini UEFA veto etti. Lakin maça yazılı tişörtlerle çıkamayan futbolcular, sahada tur atarak destek oldular meslektaşına. Abidal, yeşil sahalara 3 Mayıs 2011 tarihinde yeniden döndü. Hem de Real Madrid ile oynadıkları Şampiyonlar Ligi yarı final rövanş maçıyla. Maçın son dakikalarında oyuna dâhil olan Abidal, Nou Camp'ı dolduran 100 bin kişi tarafından ayakta alkışlandı. Teknik patron Guardiola ise senenin özetini şöyle yapmıştı: “Futbolda yenersiniz veya yenilirsiniz, doğaldır. Ama bu durum çok farklıydı. Tüm takımın sevdiği bir ismin hastalığı hepimizi adeta yıktı. Beklemediğimiz bir olaydı. Yılın en zor anıydı bizim için.”

Kanserden sonra ‘gol krallığı'

Danimarka'nın yetiştirdiği önemli golcülerden biri, Ebbe Sand. Kafa topları ve özellikle tek vuruşlardaki etkisi ile golü iyi koklayan forvet, Bröndby formasını giydiği 1998 senesinde prostat (testis) kanserine yakalanmıştı. Amcasının kanserden ölmesi nedeniyle hayatı boyunca hep kanserden korkan golcü futbolcu, hemen ameliyat oldu. “Eşimle birlikte gecelerce ağladık. Güçlü uyku hapları alıyordum ama bir türlü uyuyamıyordum.” diyen Sand, ameliyat sonunda kanseri yener ve 1999 senesinde Schalke 04'ün yolunu tutar. 2001'de Almanya gol krallığına ulaşan Danimarkalı golcünün giydiği 11 numaralı forma en çok satılan Schalke ürünü olur. 7 yıllık maceranın ardından futbol hayatına nokta koyan oyuncu, Danimarka'ya geri dönerek, kanserle mücadele derneklerinde gönüllü çalıştı.

En yürek burkan cinsten…

1983 yılında Arjantin'in Saenz Pena şehrinin stabilize yollarında futbola başladı, Jonas Gutierrez. Velez Sarsfield takımında profesyonel olan futbolcu, 2005 yılında İspanya'nın Mallorca takımına geçiş yaptı. Üç sene boyunca sergilediği performansla adından söz ettiren Tangocu, 2008'de kendisini futbolun beşiği İngiltere'de buldu. Yeni takımının adı Newcastle United, nam-ı diğer Saksağanlar oldu. Jonas'ın asıl hikâyesi 2013 yılının Mayıs ayında vücut buldu. Çünkü testis kanserine yakalanmıştı. Hastalığını oldukça sakin bir şekilde karşılamış ve gelen sorulara; “Öyle birini tanımıyorum, futboldan sıkıldım ve biraz inzivaya çekilmeye ihtiyaç duydum.” şeklinde cevap veriyordu. 15 Ocak 2015 tarihinde kanseri büyük bir ölçüde atlatan Arjantinli, Newcastle United'ın rezerv takımı ile çıktığı maçta, hastalıktan sonraki ilk golünü attı. Bu gol belki de Jonas'ın hayatının golüydü. Bu golün ardından Mart 2015'te Premier Lig'e tekrar adımını attı. Üstelik Fabio Coloccini'nin kaptanlık pazubandını çıkararak, kendisine emanet etmesiyle... Bu naif hareket, kümede kalma mücadelesinde West Ham karşısında alınacak bir galibiyetin de habercisiydi. Dakika 85, golün altındaki imza tahmin ettiğiniz üzere Jonas Gutierrez'e ait. Deportivo forması giyen Arjantinli oyuncu için en acısı da eski kulübü Newcastle United'ın, yeni sezonda kendisi ile sözleşme yenilememesi...

Zafer senin olacak Berkan Afşarlı

Kanseri yenip sahalara dönen futbolcular kategorisinin en taze örneği, ülkemizden. Mersin İdman Yurdu formasını giyerken yakalandığı ‘lenf kanseri' nedeniyle futbola bir süre ara veren Berkan Afşarlı, boğazındaki lenf bezlerinin şişmesinin ardından yapılan kontrollerde kansere yakalandığını öğrenmişti. Almanya doğumlu orta saha oyuncusu, İsviçre ekibi FC Wil 1900'den iki sezon önce transfer edilmişti. Hastalık teşhisinin konulmasından bu yana takımından ayrı kalan Afşarlı, tedavi sürecinin tamamlanmasının ardından takımıyla tekrar 1 yıllık sözleşme imzaladı. ‘Hayatının en zorlu maçı'ndan galip çıkan Afşarlı, imza töreninden sonra mutluluğunu şöyle dile getirdi: “…Uzun süre sonra futbola dönmek benim için en büyük hediye oldu. Takımım için elimden ne geliyorsa, sonuna kadar yapacağım.” Ayrıca, tedavi sürecinde taraftarlar genç oyuncuya moral olması açsından ‘Zafer senin olacak Berkan Afşarlı' adlı bir de klip hazırlamıştı.

NCAA tarihinin en golcü dokuzuncu oyuncusu

1989 doğumlu ABD'li forvet oyuncusu Sarah Hagen'in 15 yaşındayken katıldığı Olimpik Geliştirme Kampı'nda karnında bir şişlik meydana gelir. Kendisine ‘disgerminoma' teşhisi konulur. Altı ay sürecek tedavi sürecinde üç kez kemoterapi ve iki kez de bıçak altına yatar, “…Bu durum biraz da futbol hayatımda karşılaştığım zorluklarla daha kolay baş etmemi sağladı.” diyen Hagen, geri döndüğü yıl University of Wisconsin-Milwaukee'de 24 gol atar. 93 golle Amerikan Kolej Sporları Kurumu (NCAA) tarihinin en golcü dokuzuncu oyuncusu olmayı başarır. 2012'de Bayern Münich'e transfer olan ve iki buçuk yıllık macerada 62 maçta 44 kez fileleri havalandıran ABD'li yıldız, ilk sezonunda Almanya Kupası'nı kaldırma başarısı gösterdi. Şu anda ise FC Kansas City'nin başarısı için ter döküyor.

451 maç ile emekliye ayrıldı

1970 Valencia doğumlu José Francisco Molina, kariyerinin tamamını ülkesine adamış bir kaleci. 1995 yılında imza attığı Atletico Madrid'de 189 maça çıktı. 1999-2000 sezonunun lig şampiyonu Deportivo La Coruna'ya transfer olan Molina'nın testis kanseri olduğu 14 Ekim 2002'de açıklandı. Kemoterapi tedavisi için Valencia'ya dönen İspanyol kaleci, yaklaşık üç ay süren bir tedaviye girdi. 2003-04 sezonunda takımdaki yerini alan Molina, 2006 yılına kadar Deportivo La Caruna formasını, 169 kez giydi. Ve 2006-2007 sezonunda Levante'ye transfer olduktan sonra geriye 451 maç bırakarak emekliye ayrıldı.

10 ay tedavi görüp geri döndü

1966 doğumlu Luboslav Penev, kariyerinin zirvesinde iken 1989'da Valencia ile sözleşme imzalar. 1994 yılının Şubat ayında, kasıklarına isabet eden bir top sonrasında sol testisinde tümör meydana gelir. Kemoterepi tedavisi görerek 10 ay sonunda kanseri yenen Bulgar yıldız, geçen süreci şöyle anlatıyor: “Çok tehlikeli bir hastalık. Kanserle savaş biraz da sizin kafanızın içinde oluyor. Sürekli olumlu düşünüp iyileşeceğinize inanmanız gerekiyor. ” Kulübü Valencia, oyuncuya hastalığı sırasında pek destek olmaz. 1995 yılında Atletico Madrid'in yolunu tutar Bulgar yıldız. Compostela, Celta Vigo, tekrardan CSKA Sofia ve Lokomotiv Plovdiv maceralarından sonra 2003 yazında emekliye ayrılır ve 2011-2014 sezonlarında Bulgaristan Milli Takımı'nın teknik direktörlüğünü yapar.

Güldürürüm de korkuturum da

$
0
0

‘Selam: Bahara Yolculuk' filminin Meryem Öğretmen'i Merve Sevi, şu sıralar ‘El Ebyaz: Lanet' filminde şizofren bir arkeolog rolüyle izleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyor. İyi bir korku filmi izleyicisi olmadığını söyleyen Sevi, sürükleyici hikâyesiyle filmin klasik cin filmlerinden farklı olduğunu anlatıyor.

Oyuncular için ‘Güldürmek, ağlatmaktan zordur' derler hep. Korkutmak da güldürmekten zor mu?

Kesinlikle, korkutmak farklı bir konsantre isteyen bir iş. İnce nüansları ve dikkat edilmesi gereken noktaları fazla. Ben ilk defa bir işimde yönetmenimle bu kadar irtibat halinde çalışıyorum. Bu durum çok hoşuma gitti.

Korku filminde oynamak insanı korkutur mu?

Bu benim ilk korku filmi tecrübem, hiç öyle bir hayalim de yoktu. İşi yaparken korkulacak bir durum olmuyor. İzlemekten farklı geliyor insana. Romantik komedi oynayınca hemen âşık olmuyoruz ki…

Cinli filmlerde oynadıktan sonra Ayet-el Kürsi okumadan yatamayanlar da var ama…

Valla ben devamlı okuduğum için, sadece korktuğum durumlarda okumama gerek kalmıyor. Zaten dediğim gibi oynarken de korkmadım. Ürkmek başka bir şey ama. Hani böyle birine ani şakalar filan yaparsınız ya ondan hiç hoşlanmam. Etrafımdakiler de bunu bilir ve hiç yapmaz.

İyi bir korku filmi izleyicisi misiniz?

Yok, hiç değilim. Hatta izlemediğim tek tür diyebilirim. Orada ne olacağını merak etmiyorum seyirciyken ama oynamak ayrı bir keyif verdi. İş olarak daha profesyonel bakıyorsun zaten.

Şizofren bir karakteri canlandırıyorsunuz, bununla ilgili bir araştırma yaptınız mı?

Psikolojik hastalıkların en temel özellikleri davranış bozuklukları ve ani tepkiler. Aniden gülüp aniden ağlamaya başlamak gibi. Oynadığım karakter deli filan değil. Yani patır patır adam öldüreceği dışarıdan belli olmuyor. Çok zeki ve inanılmaz pratik düşünüyor. Tabii ufak detaylar kattım; sürekli saçıyla oynaması vs. gibi… Bir de gözlerini iyi kullanamıyor, odaklanamıyor, karşısındakinin gözünün içine bakamıyor mesela.

Biz sizi ‘Selam: Bahara Yolculuk' filmindeki Meryem Öğretmen karakteriyle hatırlıyoruz hâlâ.

Aslında tam da şizofrenik olan bu. (Gülüyor) Orada çok naif bir öğretmendim. Tam ters köşe yani. Güzel olan da bunu yapmak zaten.

Bakışlarınızı beğenenler kadar sesinizi beğenmeyen bir kitle de var. Filmde dublaj olayına girdiniz mi?

Hayır, hep kendi sesimle oynadım ve bunu kontrol etmeyi başardığımı düşünüyorum. Övgüyü nasıl karşılıyorsam yergiyi de öyle karşılıyorum. Herkesin hakkımda iyi şeyler söylemesi çok saçma olurdu.

Çekimler gemide yapılmış. Günlerce denizin ortasında zorlanmadınız mı?

Deniz tutması filan olmadı Allah'tan, o yüzden de pek zorlanmadım. Ama arada bir sesim kısıldı, o da çok çığlıklı, bağırmalı sahnelerin üst üste çekilmesinden dolayı. Hemen toz zencefil ve balla tedavi ediyordum kendimi. Sonra çekime devam…

Son yıllarda inli cinli filmler çok revaçta, neredeyse hepsi birbirinin aynı. ‘Tekrara düşer miyim?' endişeniz olmadı mı?

Bu, diğerleri gibi klasik bir korku filmi değil. Korkutma öğesi de bir tek cinlere dayanmıyor zaten, konu yeterince korkunç. Diğer karakterlerin hikâyede sürüklenişi de öyle. Bölüm sonu heyecanla beklenilen bir dizi gibi oldu aslında. Konunun ne olduğu finalde anlaşılıyor.

‘Güzel kadın güldüremez.' diye bir ön yargı var, korku türü için de geçerli mi sizce?

Oyunculuğunu sergilerken güzel görünüp görünmediğini düşünmemen gerekiyor. Güzel olunca işin daha zor ama önyargıyla karşılaşacağımı düşünmüyorum. Güldürürüm de, korkuturum da…

Bundan sonra sizi korku filmlerinde mi göreceğiz hep, ısındınız mı?

Oyunculuğa başladığım günden beri şunu oynamak istiyorum diye kıstaslar belirlemedim kendime. İşe bakıyorum, bana uygun mu, anlaşabiliyor muyum diye. Gelen projeyi bana ne katar, benden ne götürür diye paket olarak değerlendiriyorum. Ama her oyuncu her şeyi oynayamaz tabii. Bana yakışıyor olması da önemli.

Filmin konusu

Arkeoloji çalışmaları yapan ekibin yolu esrarengiz bir gemide kesişir. İki yıl önce bu gemide korkunç olaylar yaşanmıştır ama görevi alan yeni ekipten yalnızca bir kişi bu olayların iç yüzünü bilmektedir. Genç ekip için ilgi çekici olduğu kadar ürkütücü de olan gemi, demir aldıktan sonra esrarengiz olaylar yaşanmaya başlar. Bu esrarengiz olaylar genç ekipten kimileri için her şeyin sonu, içlerinden biri için ise kendisiyle yüzleşme olacaktır.


Attilâ İlhan Türk şiirinin ‘Kaptan'ı

$
0
0

Attilâ İlhan, bundan on yıl önce ‘haftalar ellerinde ufalandı' ve öte tarafa göçtü. Biz de hem şairi analım hem de okuma kılavuzu hazırlayarak yâd edelim istedik.

-Modern Türk şiirinin ‘Kaptan'ı Attilâ Hamdi İlhan, bundan on yıl önce öte tarafa göçtü. Tıpkı ‘An Gelir'deki mısraları okur gibi, “görünmez bir mezarlıktır zaman/şairler dolaşır saf saf/tenhalarında şiir söyleyerek kim duysa/korkudan ölür -tahrip gücü yüksek- saatli bir bombadır/patlar/an gelir Attilâ İlhan ölür…” Türk edebiyatının hemen her alanında eser vermesine rağmen o, şair olarak tanındı, sevildi ve hatırlandı. Her ne kadar ne kadınlar sevdiyse ve onlar yoktuysalar da ‘yağmur kaçağı' olarak şunu itiraf etti: ‘Ben Sana Mecburum'

Şair, 15 Haziran 1925 tarihinde İzmir'in Menemen ilçesinde dünyaya gelir. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıftayken sevdiği kıza mektuplar yazmaya ve o mektupların yanına da dönemin yasaklı şairi Nâzım Hikmet'ten mısralar iliştirmeye başlar. ‘Romantik Komünist', 1940'ların tek parti Türkiye'sinde rejim aleyhtarı olduğu için hapis yatıyordur, not düşelim. Nâzım toplumcu gerçekçi şiirleriyle Attilâ İlhan gibi kendisinden sonraki kuşakları etkiler, karizması Sovyetler'e ‘kaçış'ından sonra da, ölümünden sonra da devam eder. Bu arada okul idaresi, yazdığı mektupları ele geçirir. Attilâ İlhan, 16 yaşında, ‘gizli örgüt kurmaktan' dolayı tutuklanarak okuldan uzaklaştırılır. Babası oğlunu Manisa Akıl Hastanesi'nde üç hafta kadar müşahede altına aldırır. Ailesinin, ‘Bu çocuk akıl hastasıdır.' demesine karşın suçlu bulunur ve iki ay hapis yatar. Üstüne bir de Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilir kendisine. Ancak gayri insanî; bu tutum, 1944'te Danıştay'dan döner, okuma hakkını yeniden elde ederek; İstanbul Işık Lisesi'ne kaydolur.

İlk şiir kitabını kendi eliyle kitapçılara dağıtır

Amcası, İlhan'ın şiirlerini kendisinden habersiz olarak, CHP'nin açtığı ulusal şiir yarışmasına yollar. Cahit Sıtkı Tarancı birinci, Fazıl Hüsnü Dağlarca üçüncü, Attilâ İlhan da ‘Cebbar Oğlu Mehemmed' şiiriyle ikinci olur. ‘Duvar', şairin ilk kitabıdır ve bu göz nurunu Beyoğlu'ndaki kitapçılara kendi eliyle dağıtır. 1946 senesinde liseden mezun olan şair, İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydolur. Üniversite ikinci sınıftayken Nazım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak üzere Paris'e gider. Fransızca ve Marksizm'i burada belleğine alır. Ol Paris ki Tanzimat aydınları gibi Attilâ İlhan'ı da derinden etkiler, yazın dünyasına ‘Sisler Bulvarı' gibi büyük eserler kazandırır. Paris dönüşünde, 1965-1973 yılları arasında Demokrat İzmir Gazetesi'nde genel yayın müdürlüğü ve başyazarlık yapar. Aynı sene Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığı nedeniyle Ankara'ya taşınır, 48 yaşındadır. Roman çalışmalarına gerçek anlamda bu şehirde temel atar. ‘Sırtlan Payı' ve ‘Yaraya Tuz Basmak' Ankara'da yazılır. Ankara'da ikamet ettiği Kavaklıdere, ona nefis balladlar yazdırır. Faşizme reddiye addedilen ve ‘denediğim tehlikeli şeydi' dediği ‘Korkunun Krallığı' bu sıralarda yayımlanır. Bu arada toplumun geniş kitlelerine yayılan her Türk şairi gibi (Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, İsmet Özel, Ataol Behramoğlu vs.) düşünce tarihi üzerine de fikir beyan eder. Solu, Türkçülüğü ve İslam'ı kendi okumalarından yola çıkarak ‘şairane' yorumlar. Velhasıl Attilâ İlhan, Türk şiirinin, edebiyatının ve düşünce hayatının en karizmatik isimlerindendir. ‘Dersaadette Sabah Ezanları'nı duyduğu İstanbul'da 11 Ekim 2005'te vefat ettiğinde, geride seksen yıllık bir ömür bırakır.

Attilâ İlhan Okuma Kılavuzu

Bâki Ayhan T. (Şair)

Duvar:İlk kitap olması dolayısıyla Attilâ İlhan gibi iyi bir şairin doğum sancılarını hissettirir. Kitabın bir bölümünü oluşturan şiirler dönemin en önemli ödülü sayılan CHP Şiir Ödülü'ne (Üstelik Cahit Sıtkı ve Dağlarca ile birlikte) layık görülmüştür. Destansılık, bu bölümün karakterini meydana getirir.

Sisler Bulvarı:Şairin sinematografik yanını belirgin kılar. Fransa'da bulunduğu dönemde Yeni Dalga sinemasının başlangıç aşamasına tanıklık eden ve sinemaya derin ilgi duyan şair, bu kitaptaki şiirlerde sinematografinin zirvesine çıkmıştır.

Ben Sana Mecburum: Türk edebiyatının en güzel aşk şiirlerinden birini içeren kitap, genel bağlamda da şairin derin duyarlığını zihinlere ezber eder.

Bela Çiçeği: Onun başta Baudelaire'in ‘Kötülük Çiçekleri' olmak üzere sembolistlerle şiir bağını gösterir. Şair, her ne kadar kendisini belli bir grup veya akıma bağlamaktan kaçınır, bağımsız görünmeyi isterse de bu kitabın ilgili bölümündeki şiirler sembolist özellikleriyle öne çıkar.

Yasak Sevişmek: Attilâ İlhan'ın en sık işlediği temalardan olan cinsellik bu kitabın temel argümanlarındandır. Sakıncalı alanlara girmeyi seven, aykırılığı bir rozet gibi taşıyan şair, Yasak Sevişmek'te zaman zaman kitabî;liğe düşse de tematik açıdan ilginç şiirlere imza atmıştır.

Gonca Özmen (Şair)

Duvar (1948)İlk şiir kitabı olduğu için… Tüm kusurları ve aksaklıklarına rağmen şairlerin ilk kitaplarını çoğu kişinin aksine oldukça önemserim. Bazı şairlerin ilk kitaplarını yadsımalarına rağmen… Bir şairin neyi yadsıdığı da fazlaca anlamlıdır diye düşünürüm.

Sisler Bulvarı (1954) Neden bu denli ilgi ve sevgiyle karşılanan (hâlâ öyle) bir kitap olduğunu anlama çabası bile sosyolojik bir çalışma aynı zamanda. Ayrıca, İlhan'ın Paris yaşantısının sonrasında yayımladığı bir kitap oluşu da dikkate değer. İkinci Yeni'yi haber veren dizeleri de…

Yağmur Kaçağı (1955) Gerilimi, uzak özlemi, serüvenci hali, heyecanı, yalnızlığı, bıçkınlığı, inadı, kara(n)lığı, anlatımcılığı, ses ve görüntü yaratma hüneriyle şairin dünyasının kurucu kitaplarından.

Ben Sana Mecburum (1960) Divan şiirine olan ilgisinin belirgin olmaya başlaması açısından irdelenmeli. Oturmuş sesiyle de…

Bela Çiçeği (1962) Temalarını değiştirmeyişi yanında modern ile geleneği kaynaştırma çabası, eski ile yeniyi iç içe geçirme derdiyle ilginç.

Kalender Yıldız (Şair)

Ben Sana Mecburum:İmkansız aşkı üç kelimeye sığdıran kitap… Dönemin siyasî; gerilimini, genç şairin bedbinliklerini, militarist duygularını, yakın geçmişe duyduğu ilgiyi ve Ortadoğu'da bazı şeylerin ve belki de birçok şeyin hiç değişmediğini görmek için; en çok da ‘mecbur olduklarımız' için okunası... Biraz İstanbul, çokça Ege, İzmir…

Belâ Çiçeği: Hakkında Attilâ İlhan, “bence belâ çiçeği'nin önemi, 1950'ler boyunca sürdürdüğüm bir şiirin son örneklerini olduğu kadar, 60'lar ve 70'ler boyunca sürdüreceğim başka bir şiirin ilk örneklerini içermesindedir.” der. Yirmi kusur yıllık bir dönemi işaretlemesi ve ‘Ben Sana Mecburum' ile içten içe taşıdığı organik bağ...

Kimi Sevsem Sensin: Son şiir kitabı olduğu için, şiirinin evirildiği noktayı ve/veya sürekliliğini görmek için, şiirinin “İzmir'den, İstanbul'a taşınışı”nı izlemek için okunabilir. Şairin artık yaşını başını almış olmasına rağmen muhtevanın hâlâ genç bir şairi aratmayışı yönüyle ele alındığında bile ilginç bir okuma denemesi sunar ‘Kimi Sevsem Sensin'. Şairin, “bütün bir ömrün özeti” dediği kitap…

Elde Var Hüzün: Bir ‘Gazeller' geçidi, bir; sultanları, paşaları, şairleriyle kısa Osmanlı tarihçesi… ‘An Gelir' şiirini ve bu şiirin şu mısralarını “an gelir / ömrünün hırsızıdır / her ölen pişman ölür” bağrında taşıyan kitap.

Sisler Bulvarı: Hep bir eksiklik, yarım kalmışlık hissi... “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” demişti ya ‘Böyle Bir Sevmek'te, bu kitap bir yönüyle divan şiirindeki muhayyel sevgililerin geçit töreni.

Bu belgeselde kahraman ya da kurban yok

$
0
0

‘Dişi aslan, antiloba yaklaşıyor ve onu alaşağı ediyor.' Milletçe belgesele yaklaşımımız bu minvalde. BBC'nin yeni belgeseli The Hunt (Av) ise belgesel kavramına bakışımızı değiştirecek gibi. Türkiye'den de izlenebilecek belgeselin yapımcısı Alastair Fothergill, “Avlanan da avlayan da hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ve bu ölüm kalım savaşını birlikte çözüyorlar.” diyor.

“70-80 kadar asker, kantinde 37 ekran televizyona kilitlenmişiz. Uzayla ilgili belgesel var, ona bakıyoruz. Sonradan gelen bir asker yanımıza yaklaştı ‘abi n'apıyorsunuz?' diye sordu. ‘Belgesel izliyoruz' diye cevap verdim. Bir ekrana baktı, bir yüzümüze baktı ve şaşkınlıkla sordu: ‘Ee hayvanlar nerde?'”

Bir arkadaşın anlattığı bu askerlik anısı, belgesel kavramına bakışımızın bir özeti aslında. Geniş kesimlerin belgeselden anladığı, ‘hayvanlar âleminin' birbiriyle kurduğu ilişkiyi gösteren yapımlar hâlâ. Sebebi de genelde evin babasının ‘cık cık'lar ve ‘Allah'ın işine bak' sözleri eşliğinde büyük bir hayranlıkla izlediği hayvan belgeselleriyle büyümüş olmamız. Aslında çok da haksız sayılmayız. Nitekim belgesel demek sadece hayvanlar âlemi demek olmasa da çok önemli bir yer kapladığı su götürmez bir gerçek.

Bu uzun girizgâhtan sonra belgesel severlere bir müjde verebiliriz artık. Hayvanlar âleminin akıl almaz dünyasına şahit olmak için ekranlarda belli aralıklarla dönen aynı belgesellerle yetinmek zorunda kalmayacağız. Çünkü Planet Earth ve Blue Planet adlı belgeselleriyle dünya çapında dikkat çeken BBC World ekibi, kasım ayından itibaren yeni bir yapımla ekranlara dönüyor.Bu iki dev yapımın ardından gelen belgeselin adı ‘The Hunt' yani ‘Av'. The Hunt, avın sadece avlanan ile avlayan arasında gelişen bir süreç olmadığını, avı kolaylaştıran ya da zorlaştıran doğal yaşam alanlarını da bu olguya dahil eden bir yapım. Dolayısıyla belgeselde sadece hayvanlar yok. Tanıtım metninde yer alan şu ifadeler, durumu özetler nitelikte: “Avcının üstesinden gelmek zorunda olduğu tek şey avının belirgin savunma sistemi değil. Bulunduğu doğal yaşam alanının kendine özgü zorluklarını da yenmek zorunda. Açık bir alanda görünmeden avına nasıl yaklaşabilirsin? Çok sık bir ormanda avını nasıl bulabilirsin? Her yaz ayaklarının altında eriyen dünya ile nasıl başa çıkarsın?”

Avlananın ölümü ilginç değil

Baş yapımcılığını Alastair Fothergill, dizi yapımcılığını ise Silverback Films'ten Huw Cordey'in üstleneceği yapımı yine Sir David Attenborough seslendirecek. İlk bölümü kasım ayında BBC Earth kanalında yayınlanacak olan belgesel Türkiye'den de izlenebilecek. Bu heyecan verici yapım ekranlara gelmeden önce yapımcıların belgeselin özgünlüğüne dair verdiği bilgiler var. Alastair Fothergill, The Hunt'in benzer içerikli diğer belgesellerden farkını şu sözlerle anlatıyor: “Avın ölümü tek başına ilginç değil. Çünkü hayvanlar öldürdüğünde hikâye sona eriyor. İlginç olan, hem av hem avcı tarafından geliştirilen stratejiler. Bu, hiçbir zaman bu kadar detaylı çekilmemişti. The Hunt'ın amacı da buydu zaten.”

Fothergill, The Hunt ile izleyiciye özellikle göstermek istedikleri şeyin ‘avlanmanın çoğu zaman başarısızlıkla sonuçlandığı' gerçeği olduğunu söylüyor ve ekliyor: “İnsanlar avlanma sürecinin ne kadar zor olduğunun farkında değil. Biz izleyiciyi bu ‘gerçek hayat hikâyesi'ne şahit etmek istiyoruz. Umarım avcının da avlananın da çok çalışkan mükemmel hayvanlar olduğu ve ölüm kalım savaşını birlikte çözdüğü gerçeği insanlara yansır. Bu süreçte kahraman da yok, kurban da...”

Dizinin yapımcısı Huw Cordey'in ‘Belgeseli çekerken avcının mı, avlananın mı tarafındaydınız?' sorusuna verdiği cevap Fothergill ile benzerlik taşıyor: “Durumdan duruma farklılık gösteriyor. Bir Afrika antilobuna bir krokodil tarafından boğulurken ya da yaban köpekleri tarafından parça parça edilirken sempati beslememek zor. Ama her bir av için o devasa efora hayranlık duymamak da mümkün değil. Hayatta kalmanın hem avlanan hem de avlayanın ortak amacı olduğu unutulmamalı. Hatta ilginç bir şekilde avlayan için çok daha zor bir süreç bu. Mesela bir Nil krokodili, her on girişiminden sadece birini yakalayabiliyor.”

Fil üzerine yerleştirilen kameralar

The Hunt'ı benzer içerikli diğer belgesellerden ayıran bir başka şey de kullanılan teknoloji. Yapımcı Alastair Fotergill, kendisini heyecanlandıran işin çekimlerle, izleyiciye hayvanların arasındaymışçasına bir seyir imkânı sunmaları. Bunu nasıl yaptıklarına gelince, fillerin üzerine döner kameralar yerleştirmişler mesela. Dört tekerlekli araçlar ve helikopterler vasıtasıyla tüm dizileri farklı farklı açılardan, hayvanları rahatsız etmeden çekme imkânı bulmuşlar.

En etkileyici kamera arkası ayrıntılar

Huw Cordey'e göre çekimler sırasında yaşanan en çarpıcı anlardan biri, kameraman Rolf Steinmann'ın bir kutup ayısı tarafından takip edilmesi. Dünyanın en küçük susamurunu çekmeye çalışan kameraman Mark Smith'in çabaları ve çilesi de Cordey'in favorileri arasında. Bir de Hindistan'da kaplanları çekmek için kullanılan ‘fil kameralar' ve daha önce hiç çekilmemiş olan mavi balinanın beslenme anı var. Bengal kaplanlarının ormanlık alanda gerçekleştirdikleri av görüntüleri de bu belgesele özgü. Yapımcılardan Jonnie Hughes, bu zamana kadar defalarca kaplan avı çektiklerini ancak bunların genelde açık alanda gerçekleşen avlar olduğunu söylüyor. Ormanda kayıt yapmaları, bahsi geçen filler sayesinde olmuş.

Paylaştıkça azalan trafik için ‘Volt'

$
0
0

İstanbul trafiğinde insanî; şartlarda yolculuk yapmanın erişilmesi güç bir hayal olduğunun farkındayız. 3 buçuk yıl önce İstanbul'a yerleşen Lübnanlı Ali Halabi, işte bu hayalin peşinde. Trafikte boş koltuklarla seyreden araçları görünce aynı yöne giden sürücüler ile yolcuları bir araya getiren cep telefonu uygulaması ‘Volt'u kurmuş.

Bırakın oturmayı ayakta bile zar zor gittiğiniz toplu taşıma aracından daha sinir bozucu bir şey varsa o da sürücüsü dışındaki koltukları bomboş şekilde yanınızdan geçen otomobillerdir. O boş koltuklar gözünüze batar da batar. Sadece İstanbul trafiğinin değil, hayattaki bütün sorunların kaynağının o sürücüler olduğunu düşünmeye başlarsınız zamanla. Öyle bir karamsarlık hali…

İstanbul'un o dillere destan trafiğinin sebepleri türlü türlü. Bahsi geçen sürücüler bu sıkıntının tek sorumlusu olmasa da payları hayli fazla. Nasıl olmasın ki? Elimizde, şehirde seyreden araçların yüzde 85'inin boş koltukla gittiğine dair bir istatistik var. Bizim acı da olsa alışmaya başladığımız bu duruma İstanbul'da yaşayan Lübnan asıllı Ali Halabi kayıtsız kalmamış ve bu sorunla baş etmek için ne yapabileceğini düşünmüş. Ortaya aynı yöne giden sürücülerle yolcuları buluşturan cep telefonu uygulaması Volt çıkmış. Bu fikrin en temelde ortaya çıkışında ise Halabi'nin İstanbul'a olan sevgisi bulunuyor. Şu sözler ona ait: “İstanbul'u her zaman dünyanın en güzel şehri olarak görmüşümdür. Ama belki de hep turist olarak gezmeye geldiğim için ve trafiğini hiç yaşamak zorunda kalmadığım için olabilir. İstanbul'a yerleştikten sonra bu muhteşem şehre olan sevgim, yine kendisinin trafiğiyle sınandı.” Halabi'nin trafikteki yoğunluğun 10 arabadan 8'inde sadece sürücü olmasından kaynaklandığını anlaması çok uzun sürmemiş ve düzenli işinden ayrılıp 2013 sonundan itibaren bu uygulama üzerine kafa yormuş. Kendisine Volt isminin nereden geldiğini soruyoruz, cevabı şöyle oluyor: “Volt, bu yenilikçi şirketin 10 yıl sürmesi planlanan büyük vizyonunu yansıtıyor. 10 yıl içinde ulaşımın ağırlıklı olarak sürücüsüz elektrikli araçlarla yapılacağını öngörüyoruz ve yolculuk paylaşımının da bu gidişatın ilk adımı olduğuna inanıyoruz.”

Volt henüz yeni bir uygulama ve bir araya getirdiği yolcu ve sürücü sayısı çok fazla değil. Ancak yaygınlığının artması halinde İstanbul trafiğini büyük ölçüde rahatlatacak bir sisteme sahip. Şu anda yaklaşık 13 bin kayıtlı kullanıcı var. İstanbul trafiğindeki araba sayısını azaltmak ve ulaşımı daha insani ve eğlenceli hale getirmek vizyonuna sahip uygulamanın şirket haline gelişi çok kolay olmamış. Tekliflerine karşılık gelen ret cevaplarının ardından Şubat 2014'te, Çiçeksepeti'nin kurucusu Emre Aydın, Volt'un ilk yatırımcısı olmuş. Nisan 2014'te diğer iki yatırımcının bulunması ile de Volt, 29 Nisan 2014'te resmi anonim şirketi olarak kurulmuş.

Aynı sosyal çevreden insanları buluşturuyor

Peki uygulama nasıl çalışıyor? Kullanıcı, uygulamaya bir kere kayıt yaptırdıktan sonra karşısına çıkan haritada kendisine yakın olan araçlar görülüyor. ‘Yolculuk iste' butonuna basılıp nereye gidileceği seçiliyor. En yakın sürücüler görüntüleniyor ve araç sahipleri yolcu ile iletişime geçiyor. Sürücü ve yolcu, birbiri hakkındaki tüm detayları görebiliyor. Uygulamada kullanıcıların güvenlik endişeleri de giderilmiş durumda. Klasik yolcu kabul etme ve reddetme dışında, Volt her bir araba sahibi ve yolcu profilini doğruluyor. Güvenlik konusundaki en can alıcı nokta ise ‘Topluluklar' adı verilen sistem. Bu seçenek ile araba sahibi ve yolcular çalıştıkları şirketleri, okudukları okulları ve yaşadıkları evleri teyit ediyor. Böylece kullanıcılar kendi sosyal çevrelerinde olan ve zaten güvendikleri kişilerle yolculuklarını paylaşabiliyorlar. Bir de kadın yolcular için ‘sadece kadın sürücü seçme' alternatifi sunulmuş.

Sürücülere ayda 400 TL kazanma imkânı

Fiyatlara gelince, henüz çok yaygın olarak kullanılmaya başlanmadığı için fiyatlar tam bir standarda oturmuş değil ancak her halde taksiden daha ucuza geldiği kesin. Yolcular yolculuklarını daha ucuza gerçekleştirirken araç sahipleri de yol masraflarının ciddi bir kısmını çıkarabiliyorlar. Taksim­ Ataşehir arasını 12 TL, Beşiktaş–Etiler arasını 4 TL karşılığında gidebiliyorsunuz. Hatta Ali Halabi, bir araba sahibinin, uygulamayı kullanarak ayda 400 TL'ye kadar kazanabileceğini söylüyor. Bu maddi kazanç dışında Halabi'ye göre çok daha önemli bir kazanç var ki o da yolculukların artık çok daha eğlenceli olması ve sürekli yeni insanlarla tanışma fırsatı sunması.

En keyifli yanı yeni insanlarla tanışmak

Onur Gözüpek (Volt kullanıcısı): Volt'u yaklaşık 1,5 aydır düzenli olarak kullanıyorum ve sürücü pozisyonundayım. Beylikdüzü ile Beşiktaş arası yolculuk yapıyorum ve her gün yola çıkmadan önce benim varış noktama gitmeyi planlamış biri var mı diye kontrol ediyorum. Yol paylaşımının en keyifli yanı yeni insanlarla tanışmak. Üstelik sürekli aynı rotada yolculuk yapanlarla tanışıp yolculuğunuzu daha sık paylaşma imkanı yakalayabiliyorsunuz. Bu nedenle Volt'un üniversite öğrencileri arasında daha popüler olacağına inanıyorum. En güzel taraflarından biri de güvenliği. Ben Volt ekibi tarafından görüşmeye çağırıldım ve hem aracımın belgelerini hem de kişisel bilgilerimi Volt ekibiyle paylaştım. Dolayısıyla, Volt sisteminde, Volt ekibince tanınmış ve güvenilir sürücüler arasında yer alıyorum. Sürücülerin doğrulanması, yolcuların daha güvenli hissetmesine yardımcı olacaktır. Uygulama henüz çok yeni olduğundan bazı eksiklikleri var. Ancak bu şu an yeterli geribildirim alamamalarından kaynaklanıyor diye tahmin ediyorum. Sistemin yaygınlaşması, daha fazla tanıtım ve uygun pazarlama stratejisiyle mümkün. Çünkü herkes daha konforlu ve daha ucuz yolculuk yapmayı ister.

Kullanıcı sayısı artarsa trafik rahatlar

Can Yerli (Volt kullanıcısı): Volt'u kullanalı yaklaşık 2 ay oldu. Şimdilik kullanıcı sayısının azlığından dolayı büyük bir değişim oluşturabilmiş değil ama güzel bir uygulama. Her gün Bostancı-Kavacık arası yol gidiyorum ve denk gelirse yolcuları alıyorum. Güvenlik çok önemli ve Volt bunu sağlıyor. Kullanıcı sayısının artması lazım. 15 milyonluk İstanbul'da bakıyorum 50-100 kullananı geçmiyor sayı. Rakam yüz binleri hatta milyonları bulabilirse gerçekten güzel anılar, yolculuklar yaşanabilir ve trafik de rahatlar. Sistem navigasyonla birleştirilirse çok daha iyi olacak. Fiyatların da biraz düşmesi lazım, böylece yolcuların minibüs veya otobüs yerine tercihleri olabilir.

Aa sen Kürt müsün, neden Kürtçe bilmiyorsun?

$
0
0

‘Okulda öğretmeninizi üzmeyin, derslerinizi iyi çalışın' gibi anne tembihleri ile büyüdük çoğumuz. Bazıları için ise buna ‘aman Kürt olduğunuzu söylemeyin' tembihi de ekleniyordu. Batıdaki şehirlerde büyüyen Kürt çocuklarıydı onlar. Sonuç; Kürt kimliklerine rağmen anadillerini ‘anlıyorum ama konuşamıyorum' seviyesinde bilen bir nesil. Alev Karaduman, bu neslin hikâyelerini yazdı.

“Bizim ülkede klasiktir. İlk tanıştığın insanla iki hoş beşten sonra konu mutlaka oraya gelir. Yani ‘nerelisin' sorusuna. Bana da sorduklarında Doğubayazıtlıyım diyordum. İlk tepki genelde ‘Aa Kürt müsün' şeklinde oluyordu. Ben de aynı refleksle ‘Aa Kürt'üm' diyordum. İkinci soru ise mutlaka ‘Kürtçe biliyor musun?'du. İşte orada mahcubiyet duygusunun eşlik ettiği bir ‘Anlıyorum ama konuşamıyorum' cevabı çıkardı ağzımdan.”

Alev Karaduman, çocuklarını batı şehirlerinde büyüten ve bunu ‘ne kadar görünmez olurlarsa o kadar güvende olacaklarının' bilinciyle yapan binlerce Kürt ailesinden birinin en küçük ferdi. Yukarıdaki sözler de şu anda 27 yaşında olan bu genç kadına ait. Üstelik bu sözleri sadece Türklere değil, kendi yakın akrabaları da dahil olmak üzere Kürt çevresine de dile getiriyormuş. “Bayramlarda filan muhabbet çok derinleştiğinde akrabalardan birinden o anda ne konuşulduğunu çevirmesini istediğimde şaşırıp ‘Sen Kürtçe bilmiyor musun?' diye sorarlardı.” şeklinde anlatıyor Karaduman. Cevabı malum cümle. Genç kadın, bu cümleyi ne kadar da çok kullandığının farkına vardığı bir vakit kendisi gibi batıda büyüyen Kürt gençlerinin benzer hikâyeleri olabileceğini düşünmüş ve onları bulup kendileri ile söyleşiler yapmış. Ortaya büyük şehir ortamında yetişen Kürt gençlerinin kimliklerini keşfetme hikâyelerinden oluşan ‘Anlıyorum ama Konuşamıyorum' adlı kitap çıkmış. Kitapta Mahir, İnanç, Cabbar, Özlem, Avaşin, Önder, Eylem, İsmail ve son olarak da kitabın yazarı olan Alev'in bazen Türkler bazen de ‘gerçek Kürtler' tarafından yadırganan kişisel tarihi yer alıyor. Yadırgama dediğimiz, ‘ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamama' hali. Türkler tarafından fazla Kürt, Kürtler tarafından fazla Türk bulunmak bir nevi...

Her ne kadar hepsi kendisini ‘Kürt kimliği' altında tanımlasa da bu tanımlamanın yanına başka başka sıfatlar ekleyerek birbirlerinden ayrılıyorlar. ‘Ülkücü Kürt' de var aralarında eşcinsel Kürt de. Müslüman kimliğini ön planda tutan biri de var, bir şekilde hippiliği Kürt kimliği ile yarışan biri de. İdeolojik ve kültürel ayrışmalar olsa da hemen hepsine mahcubiyet yaşatan ortaklıkları ise Kürtçeyi tam olarak öğrenememiş olmaları. Bunu hayatları boyunca sırtlarında bir yük gibi taşıyacağa benziyorlar.

Alev Karaduman, hikâyeleri yer alan kişilerdeki en ağır basan duygunun ‘mahcubiyet' olduğunu söylüyor. “Peki mahcubiyetin nedeni ne?” sorusunun cevabı aynı zamanda ‘Anadil neden bu kadar önemli?' sorusunun da cevabı. Ona göre dilden kopmak, geçmiş ile bağlardan da kopmak bir bakıma. Kültürel ve dilsel asimilasyona maruz kalmak, kişinin anadili ile ilişkisinin normalleşmesinin önüne geçiyor. Karaduman, bu durumu şöyle yorumluyor: “Hemen bütün görüştüğüm kişiler ‘Kürtçe şarkı duyduğumda çok etkileniyorum' diyor. Belki her sözünü anlamıyor ama çocukluğunda her düğünde duyduğu bir şarkı bu ve ister istemez çok organik bir ilişki var. Ama sakat bir ilişki bu çünkü onu kullanamıyor.”

Kitabın yazarı tam da bu noktada kendinden örnek veriyor: “Bu kısım kitapta yoktu. Ben dört ay önce annemi kaybettim. Ölmesine yakın hastanede kaldı annem ve son zamanlarda hep Kürtçe sayıklıyordu. ‘Su ver' gibi şeyleri anlıyordum ama anlayamayacağım şeyler de vardı. Eğer yanında kalan tek refakatçi ben olsaydım büyük ihtimalle annemin son sözlerinin ne olduğunu bilemeyecektim.”

Ahmet Kaya, bizim

neslin kahramanı

Kitap Ahmet Kaya türkülerine ithaf edilmiş. Ahmet Kaya'nın asimilasyona uğramış bu neslin kendisiyle çok özdeşleştirdiği bir kişi olduğunu söyleyen Karaduman, devam ediyor: “Çünkü Türkçe konuşan, Türklerin arasına karışmış, Türkçe müzik yapan, müziğini sadece Kürtlere değil milyonlara sevdirebilmiş biri Ahmet Kaya. Bir yerde kahraman gibi.” Tabii bir de sürgüne gitmesine sebep olan malum temenni var ki Karaduman'a göre bu çok basit bir temenniydi. Şimdi bu insanların Ahmet Kaya gibi aynı anadilin peşine düşmesinin çok manidar olması Karaduman'ın kitabı ona ithaf etmesinin sebebi. Yaptığı her söyleşide konunun dönüp dönüp Ahmet Kaya'ya gelmesi de cabası.

Kitapta kendisini en çok etkileyen hikâyeyi soruyoruz Karaduman'a. İzmir'de büyüyen Cabbar'ın annesinin, oğlunun arkadaşlarının yanında düzgün konuşmak için gösterdiği çabayı anlatıyor. Cabbar'ın annesi Türkçeyi ağır bir aksanla konuşan bir Kürt kadını. Bir yerlerden mersi sözcüğü çalınmış kulağına. Cabbar'ın arkadaşlarının eve geldiği bir gün kadıncağız yerli yersiz mersi diyor: “Oğlum aç mısınız mersi?”, “Çok trafik var mıydı mersi?”... Arkadaşları gidince Cabbar, annesine soruyor ‘Neden normalden farklı konuştun?' diye. Annenin cevabı, “Seni aşağılamasınlar diye.” oluyor. Peki batıda büyümenin bu gençlere sağladığı iyi taraflar hiç yok mu? Karaduman, kitabında yer verdiği kişilerin hemen hepsinin aktif siyasette yer almamasının, silahlı mücadeleye son tahlilde mesafeli olmalarının bir tesadüf olmadığını düşünüyor: “Biz batıda yetişen Kürtlerde gelişen çok büyük bir sorgulama refleksi var. Bunu küçük yaşlarda edindik. Hem ait olduğumuz zümreye karşı hem de içinde yaşadığımız baskın kültüre karşı. Bu sorgulama yeteneği yüzde yüz bir ideolojiye biat etme ihtimalinizi düşürüyor.

Ninemizden dedemizden utandırılmadığımız bir Türkiye isterdik

Son olarak bu ‘arada kalmışlığı' en sert haliyle yaşayan gençler için normalleşmenin ne olduğunu soruyoruz Karaduman'a ve aslında nasıl bir Türkiye'de yaşamak isterlerdi? Şöyle cevap veriyor genç kadın: “Bu insanların istediği bence Türkiyelileşmek, barış içinde yaşamak adına birçok kişinin isteyeceği şeyler aslında. Kimliklerin sıfatsız yaftası bir arada olabildiği, kimsenin kendini inkâr etmek zorunda kalmadığı, kimsenin nenesinden dedesinden utanmak zorunda kalmadığı barışçıl bir ortam. Dolayısıyla ben de bunları istiyorum. Belki bizim için artık geçti. Biz belki asimile olduk ama sonuçta hâlâ orada milyonların konuştuğu bir Kürtçe var. Bundan sonraki nesiller için asimilasyonun sürmediği insanların annelerinin son sözlerini anlayabildiği bir iklim olsun istiyoruz.”

Davutoğlu, hayal dünyasında yaşıyor

$
0
0

Marmara Üniversitesi'nde siyaset bilimi dersleri veren Dr. Behlül Özkan'a göre, AKP dönemi dış politikası tam bir çöküşle sonuçlandı. Türkiye'yi küresel güç olarak tanımlamak ise temel siyaset bilimi gerçeklerine aykırı.

Davutoğlu'nun hayata geçirmeye çalıştığı neydi?

Ona göre sınırlar etkisini yitirdi. Ortadoğu'da İslami hareketler yükselecek, iktidara gelecek ve bunun doğal liderliğini de Türkiye yapacaktı. Liderliğini Türkiye'nin yapacağı İslam birlikteliği hayali... Halid Meşal'in parti kongresine, Gannuşi'nin, Mursi ve Haşimi'nin gelmesi bunların işareti. Seçim mitinglerinde Erdoğan için ‘ümmetin lideri' deniyor.

Bu anlayış Türk dış politikasının tüm geleneksel çizgisiyle çelişiyor. Devlette bir gerilim yaşanmadı mı?

Bakanlıkta konuştuğum diplomatlar bu durumdan şikâyetçiler. Türkiye'nin geleneksel dış politikası tamamen çöpe atıldı. Davutoğlu, bunu zaten söylüyor, restorasyon diyor. Cumhuriyet dönemi dış politikasının Türkiye'yi sınırlarına hapsettiğini, artık yeni ve daha geniş bir Misak-ı Milli tanımlanması gerektiğini yazmış.

Küresel gücüz deyip Süleyman Şah Türbesi'ni koruyamıyorsunuz

Türkiye'nin kapasitesinin üstünde hareket ettiği kabul ediliyor. Bu kapasiteyi neden Davutoğlu göremiyor?

Davutoğlu, hayal dünyasında yaşıyor, siyasi gerçekliklerden kopmuş durumda, etrafında onu gerçeklere çekecek bir kadro yok. Davutoğlu'na Türkiye'nin küresel güç olmadığına dair bir uyarı yaptığınız zaman “hocam sizin şimdiye kadar yazdıklarınız yanlış” demiş oluyorsunuz. Bunu söyleyecek kimse de yok çünkü Türkiye'de artık liyakat sistemi işlemiyor. Dünyada liyakatin yerini sadakatin aldığı her sistem çökmeye mahkûmdur. Bunun en güzel örneği de Sovyetler Birliği'dir. Davutoğlu, bir hayal dünyasında yaşıyor ve bununla yüzleşmek demek tüm yazdıklarını çöpe atması demek.

O zaman bu tamamen kişisel bir mesele mi?

Kişisel değil, bir dünya görüşü meselesi. Şunu söylüyor bu dünya görüşü: Ulus devlet kimliği tarihi olarak yanlıştı, biz bir İslam kimliği altında sistemi restore edelim. Kendilerine bir kutsal bir misyon biçiyorlar, ama bunun İslam dünyasında hiçbir karşılığı yok. Bu alanda İran'ın onda biri kadar bile değiliz. Türkiye'nin gidebileceği en son yer Kıbrıs. Onun bile hâlâ bedelini ödüyoruz. Bugün kendinize küresel güç diyorsunuz, ama Süleyman Şah Türbesi'ni koruyamıyorsunuz. Türkiye'nin son 90 yılda kaybettiği tek toprak akademisyen olarak Lebensraum diye yazmış Misak-ı Milli'yi genişletelim diye iddiada bulunmuş siyasetçi Davutoğlu'na nasip oldu. Çöküşün en önemli simgesi bu.

Peki, buna rağmen toplumda neden hâlâ AKP'ye destek var?

Son 13 yıldır oy veren kitle şu örneğe benziyor. 20 yıldır biriyle evlisiniz, çocuklarınız var, size aldatma fotoğrafları gösteriliyor. Montaj der, inkâr edersiniz önce, ama artık kafada bir kurt kemiriyor.

Siz rejim değiştireceğiz deyince rejimler değişmiyor

ABD ve Rusya'nın Suriye'de anlaşmasıyla Suriye politikası revize mi ediliyor?

Bu iktidar değişmeden Türkiye'nin Suriye politikası revize edilmez. Suriye sorunu artık sadece Suriye'nin sorunu değil, Avrupa'nın da sorunu, orada 800 binden fazla mülteci var. Batı için tolere edilebilecek nokta aşıldı, o yüzden ne pahasına olursa olsun çatışma dursun mülteci akını kesilsin istiyor. Kerry, Suriye'de laik ve birleşik bir yapı istiyor. Ortadoğu'da İslamcıların desteklendiği sistemin sonuna geliyoruz. Irak'ta, Libya'da bu hataya düştüler. Esed gitsin demek, Suriye'deki seküler-Arap milliyetçisi rejim gitsin, İslamcı rejim gelsin demekti.

Batı, neden var olan statükoyu istemesin ki?

Var olan statüko işine gelmiyordu. Esed, Saddam, Kaddafi Batı karşıtı liderlerdi. Batı'yla çalışan liberal ekonomiye inanan AKP'nin bölgeye model olacağına inandılar, ama bu model çöktü. Batı, geldiğimiz noktada, Rusya ile birlikte radikal örgütlerin çevrelenmesini hedefliyor. ABD'nin başından beri Suriye'de varmak istediği bir yer yoktu zaten. Siz rejim değiştireceğiz deyince rejimler değişmiyor. Tunus ve Mısır'da kurumlar korunduğu için iç savaş olmadı.

Balık aşkına yarıştılar!

$
0
0

Sportif balıkçılık, dünyada giderek yoğun ilgi gören bir balıkçılık türü. Yakalanan balıklardan ziyade, kurulan dostluklar, yapılan seyahatler ve maceralar ile değer kazanan bir hayat tarzı aynı zamanda.

‘Alaçatı Uluslararası Balıkçılık Turnuvası' bu alanın en prestijli etkinliklerinden biri. Her yıl yerli ve yabancı yarışmacıların katılımıyla gerçekleşen turnuva, bu yıl 9-10 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti. Dokuzuncu yılında “Vodafone Red Alaçatı Uluslararası Balıkçılık Turnuvası”, 50 bin TL para ödülü ile rekor katılım sağlayacak kadar çok meraklıyı kendine çekti. Cem Boyner, Adil Konukoğlu, Bülent Akgerman, Gökhan Çarmıklı, Can Ekşioğlu gibi işadamlarının yanı sıra birçok profesyonel balıkçı Alaçatı'da bir araya geldi…

‘Sporu, dijitalleştiriyoruz'

Çeşme Belediyesi'nin katkılarıyla, Vodafone Red ana sponsorluğunda, “Kaçan Balık Büyük Olur” sloganıyla gerçekleşen turnuvaya; profesyonel balıkçılardan oluşan 83 tekneyle 307 sporcu katıldı.

Turnuva ile ilgili değerlendirmede bulunan Vodafone Türkiye İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Ender Buruk, sporu Vodafone teknolojileriyle dijitalleştirdiklerini söyleyerek “Spora verdiğimiz destekle, bir yandan spor izleyicisinin dijital deneyimini artırırken, bir yandan da iletişim gücümüzü ve global bilgi birikimimizi kullanarak, bu alanda farkındalığı ve izlenirliği artırmayı hedefliyoruz.” diyor.

Patronlar elleri boş döndü

2011 ve 2012 yıllarının ‘En Büyük Balık' ödülünü kazanan Cem Boyner ile Mustafa Taviloğlu, en çok balığı yakalamak için daldıkları derin sulardan elleri boş dündü, karaya. Diğer işadamlarının akıbeti de aynıydı. Yarışmanın her iki gününde de birçok tekne ekibi tartıda dereceye giremeyecek olan tuttukları balıkları denize geri salıverdi. Havaların henüz soğumaması ise yarışmacıların ‘büyük balığı' bulmasını zorlaştırdı. Yunanistan ve Türkiye karasularının altışar mil açığında, uluslararası sularda 400 milkarelik alanda avlanan teknelere bu yıl da geçen yıl olduğu gibi canlı takip sistemi kuruldu. Bu sistem sayesinde teknelerin konumları organizasyon komitesinin verdiği internet adreslerinden canlı olarak takip edildi.

36 kilo gelen balık, yarış dışı…

‘Kaçan Balık Büyük Olur' sloganıyla start alan turnuvada ‘En Büyük Balık' için yarışan Tutya teknesi ekibi, yarışmanın son gününde 36 kilo 360 gramlık mavi kanat orkinos ile karaya gelmişti. Bu, büyük ödülü kazanmak için yeterli bir balıktı. Ancak, yarışma alanının 3 mil dışında oltaya takılan balık, Uluslararası Spor Balıkçılık Federasyonu (IGFA) kuralları gereği dereceye alınmadı.

Euro 2016'nın sürpriz beşlisi

$
0
0

2016 Avrupa Şampiyonası'nda, birçok ülke, favori takımların arasından sıyrılmayı başardı. İzlanda, Galler, Slovakya, Kuzey İrlanda ve Arnavutluk gibi ülkeler turnuva tarihinde ilk kez finallerde mücadele edecek.

Önümüzdeki sene Fransa'da 15.si düzenlenecek olan Avrupa Şampiyonası, ülkemizin de aralarında bulunduğu 24 takımın kıyasıya mücadelesine sahne olacak. Euro 2016'dan itibaren takımların 24'e yükseltilmesi, birçok ülkenin de turnuvaya katılım şansını artırmış oldu. Haliyle de sürpriz sonuçlar çıktı ortaya… Futbolun ekollerinden Hollanda, 2004 Avrupa Şampiyonu Yunanistan, kadro değeri yaklaşık 200 milyon Euro'luk Sırbistan takımları şampiyonayı evlerinden takip edecekler. Play-off sistemine takılan Ukrayna, Slovenya, İsveç gibi ülkeler de tehlikenin eşiğinde. 10 Haziran-10 Temmuz tarihlerinde düzenlenecek şampiyonanın elemelerinde gruplarından çıkan İzlanda, Galler, Arnavutluk, Slovakya ve Kuzey İrlanda ülke futbol tarihlerinde bir ilke imza atarak, ilk defa Avrupa Şampiyonası'na katılacak.

Altyapıya verilen önem...

Türkiye'nin içinde bulunduğu A Grubu'nu 20 puanla ikinci bitiren Lars Lagerbäck yönetimindeki İzlanda, Fransa biletini grup maçları bitmeden iki hafta önce cebine koymuştu. Yaklaşık 323 binlik nüfusuyla, ortalama bir Amerikan şehri boyutlarında olan İzlanda, uluslararası arenada ilk çıkışını 2014 FIFA Dünya Kupası elemelerinde göstermişti. Son yıllarda yakalanan başarının sırrı ise altyapıya verilen önem. Ülkede, kötü hava şartlarında bile etkilenmeyen 25 civarında futbol sahası ve 150'yi aşkın küçük saha mevcut. Hepsi de 2000 yılından sonra inşa edilmiş. FIFA ekim ayı sıralamasında 209 takım arasında 23. sırada bulunan takımın toplam piyasa değeri ise yaklaşık 50 milyon Euro. Ayrıca elemelerde 6 golle grubun en golcü futbolcusu olan Swansea City forması giyen Gylfi Sigurdsson ve 3 gollü Kolbeinn Sigthorsson, takımın en önemli kozları.

Gareth Bale ve arkadaşları…

Elemelerde çıktığı 10 maçta 6 galibiyet, 3 beraberlik ve 1 mağlubiyetle 21 puan toplayan Galler de şampiyonanın ilklerinden. Real Madrid'li Gareth Bale, 7 gol ve 2 asist ile Galler'in finallere kalmasında önemli bir paya sahip. Chris Coleman yönetiminde, takımın taktik anlayışı ise yüksek tempoda mücadele edebilmeye dayalı. İngiltere'nin gölgesinde yaşayan Galler, millî; takım düzeyinde uluslararası arenada boy gösteremiyordu. Zira grubun lideri Belçika'dan iki maçta 4 puan toplayarak bir anda dikkatleri üzerine çeken Bale'in takımı için son iki maçta alacağı 1 puan Fransa rezervasyonu için yeterliydi.

104 yılda bir ilk

İlk defa uluslararası büyük bir turnuvada yer alacak olan Arnavutluk, belki de en büyük sürpriz. I Grubu'nda mücadele eden Kırmızı-Siyahlılar, Ermenistan'ı deplasmanda 3-0 yenerek, topladığı 14 puanla Portekiz'in arkasından ikinci olarak Euro 2016 biletini kaptı. Danimarka, Sırbistan ve Ermenistan gibi takımları geride bırakan takımın başında İtalyan teknik adam Gianni De Biasi var. 2,5 milyonu aşkın nüfusu ile 104 yıllık tarihe sahip Arnavutluk, katı savunmasıyla dikkat çekiyor. Bunun meyvesini de elemeler boyunca kalesinde sadece 5 gol görerek topladı. Lorik Cana, Ermir Lenjani, Elseid Hysaj ve kaleci Erit Berisha ise takımın en önemli oyuncuları olarak göze çarpıyor.

‘İkincilerin' birincisi...

FIFA'nın ekim ayı sıralamasında 18. sırada kendine yer bulan Slovakya da Fransa'ya direkt olarak gidenlerden. Elemeleri ikinci sırada tamamlayanlar arasında en fazla puanı (22) toplayan Temsilciler lakaplı Slovakya, 2010 yılında Güney Afrika'da düzenlenen Dünya Kupası'nda son 16 takım arasına kalmıştı. Bu aynı zamanda, altyapıya verdiği önem ile dikkat çeken Slovakya'nın, uluslararası alanda elde ettiği ilk başarıydı. Kadrosunda ilk akla gelen isimler ise Napolili Marek Hamsik, Liverpoollu Martin Skrtel, Bursasporlu Miroslav Stoch, Milanlı Juraj Kucka…

Disiplinli oyun ve takım futbolu

Michael O'Neill yönetimindeki Kuzey İrlanda, grubu 21 puanla lider bitirerek bileti cebine koydu. Romanya, Macaristan, Finlandiya, Faroe Adaları ve Yunanistan gibi önemli rakiplerini geride bıraktı. Disiplinli oyun yapısıyla takım futboluna önem veren Kuzey İrlanda, sadece Romanya'ya karşı yenildi. Yeşil-Beyazlılar ordusu, daha önce 3 kez Dünya Kupası tecrübesi yaşamasına rağmen Avrupa Şampiyonası'nın ilk defa havasını soluyacak. Norwich City takımının formasını terleten Kyle Lafferty, 7 golle takımının finallere gitmesinde önemli bir katkı sağladı.

Ustalar iş başında

Elemelerde çıktığı 10 maçta 6 galibiyet, 3 beraberlik ve 1 mağlubiyetle 21 puan toplayan Polonya'nın Fransa biletini almasında, ülke futbolunun yetiştirdiği önemli yıldızlardan Robert Lewandowski önemli bir paya sahip. Polonyalı, aynı zamanda elemelerin gol krallığı tacını da taktı; 13 gol, 3 asist ile. Erik Hamren yönetimindeki İsveç, G Grubu'nu 3. tamamladı. 18 puanla elemeleri bitiren Sarılılar'ın hiç şüphesiz ki en büyük kozu Zlatan İbrahimoviç. Bu beklentiye kayıtsız kalmayan İbra 8 maçta 8 gol atarak, takımını play-off'a taşıdı.


İki doktor bir yolculuk

$
0
0

İki farklı kaynaktan 1959 ile 1967 yılları arasında tutulmuş olan günlük tıbbi kayıtlar ve hatıralardan yararlanarak elli yıl sonra yazıya dökülmüş olan gerçek bir hikâye: İki Doktor Bir Yolculuk.

Yirmi köyden oluşan topluluğun tıbbi ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılamak için doktorluk mesleğini seçen ve kendi anlayışları doğrultusunda icra ederken dost olan, farklı kültürlerden, farklı eğitim düzeylerindeki iki kişinin yolculuğunu anlatan hikâye bir döneme farklı bir gözle bakmamızı da sağlıyor. Her ne kadar Warren Winkler'ın anıları öne çıksa da en az kendisi kadar önemli bir kahraman daha var: “Tohtur” Salih. Yörede “Tohtur” diye anılan Salih Tokgöz, Anadolu insanına yardım eden bir sıhhiyeci.

Orta Anadolu'da, Kayseri'de, hiç tanımadıkları bir coğrafyada, bilmedikleri bir ülkenin ve kültürün insanlarına ilkel koşullarda, her şartta tıbbi bakım vermeleri, halk sağlığı ve eğitim programları geliştirmeleri insanları imrendirecek seviyede bir hikâye ortaya koyuyor.

Ortak misyonu olan iki insanın karşılıklı saygıya dayanan, diğerinin kültürüne, bilgisine ve yeteneklerine açık olduğu, aynı zamanda kendi sınırlarını bildiği bir ilişki. Her hastanın kendine özel sağlık sorunlarını çözmeye yardımcı olma konusunda, kişisel dostluk ve ortak ilgi esas alınmış. Aslında sadece birinci basamak tedavi hekimliği yapsalar da çok geniş bir yelpazedeki halk sağlığı sorunlarına da çare bulmaya çalışıyorlardı. Görmezden gelemedikleri sorunlar baş gösterince durmaları mümkün değildi. Birçok hastalığın halk sağlığı programları ve eğitimler sayesinde önlenebileceğine inanan bu iki adam, klinik çalışanlarının bu tür koruyucu programları düzenlemeleri ve uygulama konusunda büyük bir çaba harcamaktan çekinmedi.

Yolcular aranma kaprisinde!

$
0
0

İzmir Adnan Menderes Havalimanı'nda x-ray cihazlarının kaldırılmasıyla süre önce başlatılan yeni güvenlik uygulaması, yığılmaları önleyerek büyük kolaylık sağladı.

Ancak, deneme amaçlı başlatılan uygulamayla ilgili güvenlik zafiyetinin yaşanmaması için gerçekleştirilen ‘risk analizi' kontrolleri görevlilerle yolcuları karşı karşıya getirdi. Uygulama sonrası, her 10 yolcudan rastgele seçilen 2 veya 3'ünün yanı sıra şüpheli kişilere yönelik gerçekleştirilen kontrollerde, “Beni neden arıyorsun?” şeklinde tartışma yaşanmaya başladı. Zor durumda kaldıklarını dile getiren yetkililer ise tartışmayı hakarete dönüştürenler hakkında yasal işlem yapılacağı uyarısında bulunuyor.

Terminal girişlerindeki güvenlik uygulaması nedeniyle uzayan kuyruklar, moral bozmakla kalmıyor, uçuş keyfini de kaçırıyor. Bu yüzden, ABD ve Avrupa havalimanlarında uygulanmayan x ray cihazlarıyla kontroller, hiç gündemden düşmedi. Yaşanan terör olayları ise kaldırılması planlarını devamlı erteletti. Neyse ki, Milli Sivil Havacılık Güvenlik Kurulu'nun aldığı kararla, sistem değişikliğine gidilmiş ve 1 Temmuz'dan itibaren ilk etapta Adnan Menderes Havalimanı İç Hatlar Terminali giriş kapılarındaki x-ray güvenlik noktalarının kaldırılması kararlaştırılmıştı.

SEÇİLEN YOLCULAR DETAYLI ARANIYOR

X-ray cihazlarının kaldırılmasıyla kapıda ‘risk analizatörü' görevlendirildi. Emniyet Genel Müdürlüğü ile MİT'in 1 ay süren eğitiminden geçen ve sayıları 20'yi bulan bu görevliler, giriş kapılarında bekleyerek yolcuları risk analizine göre denetliyor. Şüpheli ya da rastgele seçilen yolcular ise ayrı bölgede, detaylı aramadan geçiriliyor.

Adnan Menderes Havalimanı'ndaki cihazların kaldırılması sonrası güvenlik zafiyeti yaşanıp yaşanmayacağı merak ediliyordu. Artırılan tedbirler endişeleri ortadan kaldırdı. 24 saat kamerayla izlenen terminalde güvenlik personeli sayısı artırılırken, şüpheli paket ve valizler ise ‘patlayıcı koklama köpekleri' tarafından kontrol edildi. Sayıları 10'u bulan özel eğitimli köpekler sayesinde, sahipsiz valizlerin fünye ile patlatılması sorunu da ortadan kalkmış oldu. Yapılan denetimlerde, uygulamayla ilgili olumlu rapor hazırlandığı öğrenildi. Bu yüzden Dış Hatlar Terminali'nin giriş kapılarındaki x-ray cihazlı denetimlerin de gelecek ay kaldırılacağı belirtiliyor. Daha sonra uygulama diğer havalimanlarında yaygınlaştırılacak.

Sistem ‘harç puluna' takıldı!

İstanbul Atatürk Havalimanı'nda, sahte pasaport kullanımı ve pasaport kontrol banko önlerindeki uzun kuyrukları ortadan kaldırmak amacıyla başlatılan ‘Biyometrik Entegre Otomatik Geçiş Sistemi (e gate)', harç pulu sorunu nedeniyle yaygınlaştırılamıyor. Pasaport polisinin görev almadığı uygulamada, kontroller elektronik sistemle gerçekleştiriliyor. Adı otomatik geçiş olan ve ocakta başlayan uygulamada, yolcuların harç pulu alıp almadıkları ise görevliler tarafından kontrol ediliyor. Yani sistemin başında devamlı olarak ekstra bir görevli bulundurmak gerekiyor. Maliye Bakanlığı ise harç pulundan elde edilecek paranın tahsili konusunda henüz bir çözüm bulamadı. Harç pulu fiyatının yarıya düşürülerek bilete dahil edilmesi gibi projeler hâlâ tartışılıyor.

Bebeğinin dişinden marka çıktı

$
0
0

Tecrübesiz anneler, bebek biraz huzursuzlansa ne yapacağını şaşırır. Her tavsiyeye uyacak kadar çaresiz kalır bazen. Girişimci Dr. Serpil Poyraz da öyle yaptı. Kuzenini dinleyip kızına kehribar kolye tasarladı. Sonuçtan memnun kalınca kendi markasını kurdu. Şimdi başka annelerin imdadına koşuyor.

Diş çıkaran bebeğin derdini çeken bilir. Ağrı, bebeği zembereği boşalmış oyuncağa dönüştürür. Ne susmak bilir ne dur durak. İşte Dr. Serpil Poyraz, işini kızı Elif'in kâbusa dönüşen diş çıkarma günlerine borçlu. İstanbul Üniversitesi işletme bölümünden mezun olur olmaz finans sektöründe çalışmaya başlar. Bir yandan da akademik çalışmalarını sürdürür. Kariyer basamaklarını tırmanırken bir bebeği dünyaya gelir.

2011 senesini her anne gibi kızının üzerine titreyerek geçirir. Organik bebek elbiseleri, katkısız mamalar, gazı azaltan çaylar ilgi alanına girer. İlk diş damakta kendine yer açadursun Elif'in huysuzluğu katlanılmaz hale gelir. Onu susturamayınca çareyi birlikte ağlamakta bulur tecrübesiz anne. Derken İsviçre'deki kuzeninden gelen telefon Tots&more markasının da temelini atar: “Kehribar kolyesi almazsan onunla baş edemezsin.” Poyraz, hemen söyleneni yapar. Dişler inci gibi ağrısız sızısız dizilir. “Bu kolyeden diğer anneler de faydalanmalı.” diyerek kolları sıvar Serpil Poyraz. Küçük bir ekip kurar. Litvanya'dan Baltık kehribarı, nam-ı diğer amber getirtir. Annelerin gönül tahtına kurulur diş kolyesi. Türkiye'de elektronik ticaret yüzde beşlerdeyken sosyal medya üzerinden müşteri bulmayı başarır.

Fosil mi, taş mı?

Müteşebbis, bugünün tecrübeli annesi Serpil Poyraz'a “Kehribar nedir ve nasıl fayda sağlar?” diye soruyoruz. Sanılanın aksine kehribarın taş değil, organik yapı olduğunu söyleyerek bildiklerinizi ilk cümlede unutturuyor: “Kuyumcularda bile doğal taş olarak görürüz ama reçinedir amber. Toprak altında kalıp, kimyasal yapısı farklılaşan fosil özü diyebiliriz.” Kendisinin izahı bize şair Furkan Çalışkan'ın “Ne var ki gerçek, kehribarda sıkışan böcekler gibi, görürsün ama dokunamazsın.” dizesini hatırlatıyor. Gülümseyerek “Şair haklı, böcek, ağaç, mikroorganizma zamanla sertleşerek kehribar oluyor.” diyor. Zaten şifa da bu bileşimden geliyor. İbn-i Sina'nın öğüterek ilaç olarak kullandığını, Avrupa'da ve Uzakdoğu'da asırlardır hastalıklarla mücadele için tüketildiğini anlatıyor.

Bu topraklarda en çok tesbihiyle ünlense de kolye, bileklik ya da yüzük olarak kullanıldığında ağrıyı kestiğini aktarıyor Poyraz: “Doğal antibiyotik olarak biliniyor. İçinde doğal olarak bulunan asit, kehribar boncuğu 27 derece sıcaklığa ulaştığında açığa çıkar. Bu tam da, kehribardan yapılmış kolye, bilezik, halhal ya da kolye ucunun tenle teması sırasında oluşan sıcaklık.”

Kan dolaşımına karışıyor, ağrıyı kesiyor

Evlat sahipleri bilir. Bebekler diş çıkarırken vücut ısıları oldukça yükselir. Bebek diş kolyesini taktığında, vücut ısısı kehribarın içindeki şifalı yağları açığa çıkıyor. Böylece cilt tarafından emilerek kan dolaşımına karışıyor. Kehribar taş olmadığından, sıcak ve yumuşak bir dokusu var, bebekleri asla rahatsız etmiyor. Poyraz, bugüne kadar bini aşkın ailenin hayır duasını almış. Sevenleri o kadar fazla ki, çocuğunun gülerken dişini gören anne, hemen bir fotoğraf çekiyor, ona yolluyor. Albümler dolusu “Dişim çıktı Serpil Teyze” pozu arşivlenmiş bile.

Kehribarın en iyisi Baltık

Geleneksel kehribar boncuklarından yapılan takılar diş çıkarmanın yan etkileri olan ağrı, iştahsızlık, mide bulantısı, kulak ağrısı, ateş ve soğuk algınlığı gibi rahatsızlıkların giderilmesinde tedavi edici özelliğe sahip. Zaten antiinfalmatuvar (iltihap sökücü) ve tedavi edici özellikleri, klasik tıp tarafından da kabul ediliyor. Ancak bu etkiyi sünsinik asit oranı belirliyor. Dünyanın en bileşimi kuvvetli amberi Litvanya'dan çıkıyor. Bu yüzden marka, onu tercih ediyor. Serpil Poyraz, yetişkinlerin de ürünleri kullanabileceğini şu sözlerle izah ediyor: “Sadece bebekler için değil, bu özellikleri ile yetişkinlerin de imdadına yetişir. Migren, guatr, astım, bronşlarla ilgili iltihabik durumlar, sindirim sistemi rahatsızlıkları hatta romatizmaların tedavisinde de kullanılmaktadır. Dikkat edilmesi gereken, ağrı neredeyse kehribarın o bölgeye konulması ve ağrının büyüklüğü ile orantılı ebatta olması gerektiğidir.”

“Kaşığa dişi çarpınca ikna oldum”

Bebeği ilaç olmadan tuvalete çıkmayan da, ağlamaktan uyuyamayan da taktıktan bir saat sonra ilaçsız tuvalete çıkamayan da yavrusu iyileşince Serpil Poyraz'ı arıyor. Genç ve çalışan bir annenin hikâyesini bizimle paylaşıyor. Günlerce çocuğunun gaz ve diş ateşi sebebiyle gözüne uyku girmez. Bir arkadaşının tavsiyesiyle kehribar kolye alır. Ancak hiç ümidi yoktur. Huysuzluğu azalan bebeğinin dişlerini çoktan çıkardığını, kaşığa vuran diş sesiyle anlar. Kurban Bayramı'nda Serpil Poyraz'ın telefonu hiç susmamış. Oğlunun kolyesini kaybeden hanımefendi, kendisinden yardım ister. Çocuğunun huysuzluğunu anlatır. Bayram dolayısıyla kapalı olan ofis bu istek üzerine açılır, bebek rahatlar.

Bizim Köy

$
0
0

Ayağını gönüllü kestirecek

Ayak en önemli organlarımızdan. Bir anlık ağrısı dahi hayatı zindan ediyor. Az rastlanan Proteus Sendromu hastalığıyla doğan 26 yaşındaki Jeffrey Ortega ise çok daha zor durumda. Florida'da dünyaya gelen Jeffrey Ortega'nın parmakları, 9 aylıkken şişmeye başladı. Zamanla sol ayağı normal boyutunun iki katına ulaştı. El, bacak ve kalçada da etkili olan hastalık, gencin hayatını altüst etti. Dayanılmaz ağrılar çeken genç başlarda istemese de şimdi bacağının kesilmesini bekliyor.

***

Eski fotoğraflarınızı atmadan…

Fotoğrafları seven kadar sevmeyen de çok. Lakin bu eski kareleri atmadan önce bir kez daha düşünün. ABD'de, 5 yıl önce bir eskiciden 2 dolara satın alınan Vahşi Batı'nın ünlü silahşoru Billy the Kid'in fotoğrafları açık artırmaya çıkarılıyor. Fotoğrafların 5 milyon dolara alıcı bulması bekleniyor. Gerçek adı Henry McCarty olan ancak New Mexico'da William Bonney olarak da bilinen Billy the Kid'in şimdiye kadar bilinen yalnızca bir fotoğrafı bulunuyordu.

***

Ayı, AVM'ye giderse…

AVM'lerin ziyaretçileri genelde insanlardır. Ancak bu kural Rusya'nın Habarovsk kentinde bozuldu. Bir alışveriş merkezine giren ayı, polis tarafından vurularak öldürüldü. AVM'nin kapalı olduğu gece yarısı güvenlik kamerasında bir ayının binanın içinde gezindiği fark edildi. Kamuflaj kıyafeti giyerek olay yerine gelen polislerden biri ayıyı vurdu. 3 yaşında olduğu belirtilen ayıyı vuran polis hakkında ise soruşturma açıldı.

Sosyal girişimci olmayı düşündünüz mü?

$
0
0

Alıştığımız toplumsal düzene göre, para kazanmak isteyen şirket kurar, topluma faydalı işler yapmak isteyense derneklere gider. İkisini bir arada sunan sosyal girişimcilik, bu anlamda ezberleri bozuyor.

Sosyal sorumluluk projeleri, dernek-vakıf çalışmaları, eğer ünlü destekçileri ve kampanyaları yürütecek hatırlı çevreleri yoksa ciddi maddi zorluklarla gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Kaynaklara ulaşılsa bile bağışların devamını sağlamak ve faaliyeti yıllara yaymak neredeyse imkansız. Bu yüzden onca güzel yardım projesi, parasızlıktan heba oluyor. Türkiye'de gençlerin yeni yeni keşfettiği sosyal girişimcilik ise bu kötü sonun önüne geçiyor. Bu alandaki potansiyeli fark eden birçok kaliteli üniversite daha şimdiden dersleri arasına sosyal girişimciliği ekledi. Sosyal girişimciliğe gençleri teşvik eden, danışmanlık veren sivil toplum örgütlerinin sayısı da giderek artıyor.

Bu örgütlerden biri de Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV). Vakfın Genel Sekreteri Tevfik Başak Ersen, “Kimlerin sosyal girişimci olacabileceğine dair bir sınırlama yok. Üniversiteden yeni mezun gençler de tasarladıkları sosyal projeleri doğru planlayabilirse finansal açıdan sürdürülebilir hale getirebilirler.” diyor. Ersen, Türkiye'de gençlerin imza attığı birçok sosyal girişim projesinin olduğuna dikkat çekiyor. TÜSEV olarak kendilerinin de sosyal fayda oluşturmak isteyen kuruluşlar üzerine odaklandıklarını söyleyen Ersen, sosyal girişimciliği şöyle açıklıyor: “Benzer vakaları tek tek düzeltmektense sistematik değişim yaratmayı, çözümlerini yaygınlaştırmayı ve uzun vadede toplumun desteğini kazanarak sorunun ortadan kaldırılmasını hedefliyor.” Vakıf ve dernekler ile sosyal girişimciler arasındaki farkın ise ekonomik faaliyet olduğunu ifade ediyor. Sosyal girişimler genellikle mal ya da hizmet üreterek ve bu faaliyetlerden elde ettikleri gelirleri hissedarları yerine sosyal sorunların çözümü için harcıyor.

Sosyal girişimcilik desteklenmeli

Türkiye'de ticari mevzuatlarda sosyal girişimcilik konusunda özel bir tanım ve yasal bir düzenleme yok. Örneğin dünyada örnekleri bulunan “kâr amacı gütmeyen şirket” statüsü, Türkiye'de tanınmıyor. Dolayısıyla sosyal girişimcilere vergi indirimi ya da teşvik söz konusu değil. TÜSEV Genel Sekreteri Ersen, “Türkiye'deki sosyal girişimlerin büyük çoğunlukla vakıf ve dernek iktisadi işletmesi, kooperatif ya da şirket tüzel kişilikleri ile kurulduğunu görüyoruz.” diyor. Bu girişimlerin kâr amacı güden ticari işletmelerle aynı kategoride değerlendirildiğini, aynı oranda vergi ödediğini ekliyor. Ersen'e göre Türkiye'de gerek sivil toplumun gelişmesi gerekse sosyal girişim modelinin teşviki için bu alana yönelik hukuki ve mali düzenlemeler yapılmasına ihtiyaç var. Zira sosyal girişimciliğin iyi örneklerinden Amerika ve bazı Avrupa ülkelerinde bu düzenlemeler çoktan yapılmış durumda. Tevfik Başak Ersen, Türkiye'de de kurumların amaç ve faaliyetleri ayrıştırılarak ve sosyal katkıları hesaba katılarak vergilendirilebileceğini söylüyor ve ekliyor: “Veya geçici bir dönem için sosyal girişimlere belirli muafiyetler (KDV, istihdam ettiği kişi sayısı oranında prim indirimi gibi) sağlanabilir, vergilendirme konusunda teşvik edici yöntemler olabilir.”

Yuvarla…

Online alışveriş siteleri üzerinden yapılan ödemelerin tutarlarını yuvarlayarak STK'lara bağış yapılmasını sağlayan Yuvarla, sosyal girişimcilikteki başarılı örneklerden biri. Türkiye'deki bireysel bağış kültürünü geliştirmek amacıyla kurulan sitede çeşitli alanlardaki sivil toplum kuruluşlarını destekliyor. Yuvarla sayesinde online alışveriş sitelerinden yapılan alışverişlerde seçeceğiniz bir STK'ya küçük tutarlarla da olsa kolayca destek olabiliyorsunuz. Alışveriş tutarınıza göre otomatik hesaplanan/yuvarlanan bağış miktarı, doğrudan seçtiğiniz sivil toplum kuruluşu tarafından tahsil ediliyor. Banka hesap hareketlerinizde desteklediğiniz kuruluşun adını ve destek miktarınızı görebiliyorsunuz. Direkt bağış kabul etmeyen ve hiçbir STK'nın temsilcisi olmayan Yuvarla.com'un kurucularının ideali bağımsız ve finansal olarak sürdürülebilir sivil toplum kuruluşlarının daha etkin olduğu toplumsal bir düzene kavuşmak.

Meraklı Merdane…

Meraklı Merdane Türkiye'de yüzlerce kadına ilham verecek bir sosyal girişim örneği. Aynı zamanda Bilgi Üniversitesi'nin ‘genç sosyal girişimciler' ödülünü almış. Proje, Elvan Başaran'ın üniversite öğrenciliği döneminde arkadaşlarıyla kurduğu bir derneğin maddi yetersizlikler yüzünden çalışamamasıyla ortaya çıkar. Elvan ve arkadaşları evde pasta üretip satmaya ve gelirini derneğe aktarmaya karar verirler. Pastalara talep arttıkça derneğin çalışmaları yoluna girer. Zamanla bu üretim ve satışı daha profesyonel yapmaya karar verirler. Bilgi Üniversitesi ödülünden sonra ve çeşitli kuruluşların da desteğiyle bir işletme açılır. Ve burada kadınların el emeği ürünleri satışa sunulur. Elde edilen gelirle hem kadınlar kazanır hem de dernek çalışmaları hız kazanır.

Gökkuşağı Kafe

Ödül alan sosyal girişimcilik örneklerinden biri de Eskişehir, Tepebaşı Belediyesi'nin engelliler için açtığı Gökkuşağı Kafe. İki katlı kafenin bir katında oluşturulan alanda zihinsel engelli bireyler servis yapıyor. Bu şekilde toplumla bütünleşmeleri sağlanıyor. Burada ayrıca onlar için ebru, fotoğraf çekimi, halk oyunları gibi aktiviteler de düzenleniyor. Engelli bireylerin topluma karışamadığı, eve hapsolduğu Türkiye şartlarında Gökkuşağı Kafe'ye adeta destek yağdı. Capital, Ekonomist ve Metro Toptancı Market'in düzenlediği yarışmada işletme kategorisinde ödül aldı. Türkiye Sakatlar Derneği'nin de desteklediği proje sayesinde zihinsel engellilerin gelişiminin takip edilebileceği bir zemin hazırlandı.

Askıda Ne Var…

Şimdi anlatacağımız sosyal girişimcilik örneği ise tam bir modern zaman hayratı. Üniversite öğrencilerinin ‘gizli açlık' çektiği, bugüne kadar onlarca çeşitli araştırmada ortaya konan bir gerçek. Bu yüzden bu yaraya merhem olacak en ufak bir çözüm bile çok değerli. Askıdanevar.com da üniversite öğrencilerine ücretsiz yemek temin etmek için tasarlanmış bir sosyal sorumluluk projesi. Önce üye restoranlarda yemek yiyen gönüllüler istedikleri sayıda menüyü askıya bırakıyor. Sonra da üniversiteliler öğrenci kimliğini göstererek bu yemeklerden ücretsiz alıyor. Kısacası bir restorana gidip yediğinizde isterseniz hiç tanımadığınız bir öğrenciye yemek ısmarlayabiliyorsunuz. Temennimiz şimdilik beş ilde yürütülen projeye başka illerin ve daha fazla restoranın dahil olması.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live