Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Ülkü Ocakları Genel Başkanı Olcay Kılavuz: Adımıza gölge düşürmek isteyen yapılar var

$
0
0

Ülkü Ocakları, geçtiğimiz günlerde Kürtlere yönelik yapılan saldırılarla tekrar gündeme geldi. Ülkü Ocakları Genel Başkanı Olcay Kılavuz, saldırganların kendileriyle ilgisi olmadığını ve bu tür hareketlerde bulunanların vatan haini olduğunu söylüyor.

Şehit haberlerinin gelmediği, anaların ağlamadığı bir gün neredeyse geçmiyor Türkiye'de. Ülkü Ocakları olarak bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Malumunuz olduğu üzere Türkiye'de 13 yılı tamamlamak üzere olan bir iktidar söz konusu. Bu süre zarfında maalesef birtakım efsunlu kelimelerle, şirin sözlerle insanlarımızı aldatacak bazı söylemler geliştirdiler. Millî; birlik, kardeşlik, çözüm süreci gibi… Böylece devletimizin kolluk kuvvetlerinin elinden yetki tamamıyla alındı, askerimiz kışlaya kapatıldı, polislerimiz karakola... AKP hükümeti ve yetkilileri, ‘terör örgütü PKK'nın varlığını görmezden geleceksiniz' dedi. Baş mimar da, üzülerek ifade ediyorum, ülkemizi cumhurbaşkanı olarak temsil eden Recep Tayyip Erdoğan'dır. Valiler vali konağında, kaymakamlar kaymakamlıkta bekledi. PKK ise silah stokladı.

Bölgeye bir takım ziyaretler yaptınız. Bu esnada ne gibi gözlemleriniz oldu?

Vatandaşlarımızın çaresizliğini, içler acısı haline şahit olduk. Mesela bir büyüğümüz şunları anlattı: Bir PKK'lı, aileye oğlunu dağa götüreceğim, diyor. Aile kabul etmiyor. Israrla oğlunu götüreceğini söylüyor. Baba, oğlumu vermem dediği esnada, adamın gözünün önünde oğlunun kafasına silah sıkarak rahmetli ediyor. Üstüne üstlük bir dahaki gelişinde diğer oğlunu alacağını söyleyerek aileyi tehdit etmiş. Kısacası AKP, ‘çözüm süreci' diye adlandırdıkları ‘çöküş süreci'nde Kürt vatandaşlarımızı PKK'nın eline teslim etti. Bu, göz önünden kaçırılmayacak bir gerçektir. Nitekim ziyaretler esnasında karakolun her iki yanı başında PKK'nın çadır kamplarını gözümle gördüm.

Ülkü Ocakları uzun süredir sokağa çıkmamıştı ama Dağlıca ve Iğdır şehitlerinden sonra ülke genelinde ‘Şehide Saygı Teröre Lanet' adına yürüyüşler düzenlediniz. Neydi vermek istediğiniz mesaj?

Kaos ortamının, şiddetin, ülkemizin huzurunu kaçıracak birtakım olayların içinde ülkücüler olarak asla olmayacağız. Ayrıca yürüyüşlerimizi de sokakta değil, herkese açık meydanlarda yaptık. Amacımız, vatanımızın sahipsiz olmadığını göstermekti. Ülkü Ocakları olarak terörle mücadelenin her zaman yanında olduğumuzu belirtmek istedik. Askerlerimizin, polislerimizin yalnız olmadığını haykırmak adına bu yürüyüşleri gerçekleştirdik. Ancak şunu da belirtmek isteriz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ne askeriyiz ne de polisiyiz. Her ikisine güveniyoruz, yeter ki ellerinden yetkiler alınmasın.

Yapılan yürüyüşlerin ardından bazı Kürt vatandaşlara ait işyerleri ve HDP binaları; bozkurt selamı veren, üç hilalli bayrak taşıyan kişilerce hedef alındı...

Bugüne kadar ülkücüler olarak yaptığımız hiçbir işi inkâr etmedik. Disiplin anlamında Ülkü Ocakları'nın üstüne gençlik teşkilatı tanımam. Bizim bir yerleri ateşe vermek gibi bir anlayışımız yok. Bunu hiçbir ülkücü de doğru bulmaz. Herhangi bir yerde yaptığımız yürüyüşler sonrasında gerçekleşen saldırıların bizimle alakası yok. Burada bazı sinsi planların olduğu açık. Bizim afişlerimizle, pankartlarımızla bazı yerlere gidiyorlar. Ülkü Ocakları'na gölge düşürmek adına hazırlık içinde olan bazı yapılar var. Bu yapıları biliyoruz.

BUNLAR İHALE KARŞILIĞINDA

OLAY ÇIKARIR

Kim bu gruplar?

İsim vermeyi doğru bulmuyorum ama ne olduğu belirsiz yapılar diyelim. Osmanlı'yı temsil eden yapı, kuruluş anlayışına, yaşantısına, mücadelesine yakışır bir şekilde anlayış içinde olur. Osmanlı'nın geçmişten günümüze getirmiş olduğu mirasa zarar vermeyecek bir yapı taşımalı. Bunlar para karşılığında, ihale karşılığında olay yapan, kaos ortamı yaratmak isteyen belli başlı odaklar tarafından ihtiyaç duyulduğunda meydana çıkan yapılar. Bunların kim olduğunu çok iyi biliyoruz. Biz sadece devletin yetkililerine çağrıda bulunuyoruz. Bu kişilerle hiçbir şekilde muhatap olmayız. Muhatap olabileceğimiz şahsiyete, karaktere, ahlâka, onura sahip değiller.

Nereden destek alıyorlar?

Bunların bağlantılı olduğu tek yapı, AKP. AKP, istediği şekilde kendisini toplum nezdinde güçlü tutabilmek adına (özellikle milliyetçi kesimi) böyle bazı insanlık dışı işlerin içinde oluyor.

Onların da milliyetçi olma hakkı yok mu? Sizin tekelinizde mi?

Milliyetçilik, Türk milletini sevmektir. Türk milletine hizmet etmektir. Milliyetçilik, Türk milletine nankörlük yapmamaktır. Bir yerlerde Türkiye'nin kaos ortamına dönüşmesi için yangın alanı oluşturmanın milliyetçilikle alakası yoktur. Olsa olsa vatan düşmanlığıdır, millet düşmanlığıdır.

Gerekirse Saray'a değil Fizan'a yürürüz

Devlet Bahçeli'nin ‘büyük saray yürüyüşü' söylemi vardı. Bunun zamanı ve çerçevesi belli oldu mu?

Bu konuyla alakalı herhangi bir istişaremiz olmadı ama liderimiz talimat verdikten sonra Saray'a değil, Fizan'a kadar yürürüz.

Hafta içinde Ankara'da ‘Teröre Hayır, Kardeşliğe Evet' yürüyüşü yapıldı. Hafta sonunda ise İstanbul'da yapılacak. Bu yürüyüşte yer alıyor musunuz?

Hayır. Biz kendimizin birebir organize etmediği hiçbir yapının içinde olmayız. Bilmediğimiz, nasıl, ne yönde hareket ettiğine inanmadığımız yapıların içinde bulunmayız. Bu noktada yanlış bir ifade belirtmek istemiyorum. Samimi olan, iyi niyetli, vatanına milletine sahip çıkmak için gelen herkesi tebrik ediyoruz. Onun dışında başka niyet ve düşüncelerle orada olanları doğru bulmuyorum.

Çözüm süreci çöküş süreci oldu

7 Haziran genel seçimlerinden sonra

ne oldu da bir anda ‘çözüm süreci' sona erdi?

Bazı çevrelerin ‘çözüm' olarak ifade ettiği bu süreç, tam bir çöküş, yıkım ve ihanet sürecidir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki vatandaşlarımızın oylarını almak için Sayın Cumhurbaşkanı'nın ortaya koyduğu bir projedir. Ancak süreçte terör örgütü ve siyasî; uzantısı muhatap alındığından, sözde çözümün tarafı ve Kürt vatandaşlarımızın sözcüsü konumuna getirildiğinden hesaplar tutmamış ve PKK uzantısı siyasî; partinin barajı geçmesine sebep olunmuştur. Böyle bir ortamda, PKK'nın hükümetten, hükümetin de PKK'dan alacağı bir şey kalmadığından terör saldırıları daha önce görülmemiş yoğunlukta tekrar ortaya çıkmış, ihanet süreci de ısıtılıp getirilmek üzere buzdolabına kaldırılmıştır.


Algı Eke: Kadın komedyen az, bu büyük fırsat

$
0
0

51. Altın Portakal Film Festivali'nde yönetmeni Ömer Uğur'a FİLM-YÖN Yönetmenlik Ödülü kazandıran ‘Guruldayan Kalpler', bu hafta seyirci karşısına çıktı. Film, toplum içindeki sınıfsal farklılıkları, sanatın birleştirici gücüyle anlatıyor. Başrol oyuncusu Algı Eke, yapım için, “Hem eğlence vaat ediyor hem de ‘Sanat ne içindir?' sorusuna cevap arıyor.” diyor.

Guruldayan Kalpler, cuma günü vizyona girdi. Seyirciyi nasıl bir film bekliyor?

Film, gerçek bir hikâyeden uyarlama. Gecekonduda hayatını sürdüren göçmen, çekirdek bir aile babası; heykeltıraş bir kadının atölyesinde çalışmaya başlıyor. Bu durumda her ikisinin de yaşamları değişiyor. Postmodern sanat ile bunun getirdiği kültür çarpışması ele alınıyor. Film hem eğlence vaat ediyor hem de çok tartışılan ‘Sanat ne içindir?' sorusuna cevap arıyor. Aslında ‘Sanat hiçbir şey için değil, sadece üretmek içindir.' diyor.

Filmin ilginç ve özgün bir hikâyesi var. Senaryoyu okuduğunuzda sizi projeye dahil eden neydi?

Dışarıdan baktığınızda hiçbir dediği anlaşılmayan insanların sanat konuştuklarına şahit oluruz. Sanki çok önemli bir şey konuşurlarmış gibi dururlar. Ne kadar anlamazsak o kadar önemlidir. Bu hayatım boyunca çok güldüğüm bir durumdur. Açıkçası ben de anlamıyorum. Bana sorsan ‘Postmodern nedir?' diye, çok da fikrimin olduğunu söyleyemem. Karakterin de bu şekilde yaklaşması hoşuma gitti ve projenin içinde olmak istedim.

Bu filmle yeniden bir komedi yapımıyla karşımızdasınız. ‘Algı Eke artık komediyle bütünleşmek istiyor' diyebilir miyiz?

Oyunculuğa başladığım günden beri bilinçli olarak komediyi tercih ediyorum. Ancak son iki senedir gelen senaryolar içinden ben seçiyorum. Yani artık seçilen değil, seçen oldum. Zaten genellikle beğendiğim senaryolar da komedi oluyor. Fakat bir oyuncunun komedi, dram oyuncusu olarak da ayrılmaması gerektiğine inanıyorum. Bu anlamda beni cezbeden bir drama teklifi ilk defa geçtiğimiz ay geldi ve anlaşmasını yaptık. Önümüzdeki sene sinemada psiko-gerilim türü bir filmde rol alacağım.

‘Yeni nesil kadın komedi oyuncusu' boşluğu hep konuşuluyor. Sizin bu boşluğu dolduracağınız yönünde yorumlar var...

Bu eleştirileri okuduğumda çok mutlu oluyorum. Çünkü bir oyuncu için beğenilmek en güzel motivasyon. Benim yaşımda ve kategorimde kadın komedi oyuncu sayısı oldukça az. Ben de bunu fırsat biliyorum. (Gülüyor) Kariyerimi de iyi buluyorum. Beş senedir bu işle meşgulüm ve fena işler yapmadığımı düşünüyorum.

Komedi riskli bir iş ve iyi kaynaklarınız olmalı. Siz nelerden besleniyorsunuz?

Kendi mizahımdan… Bence komedi yapan bir oyuncunun kendi mizahının olması şart. Hayata öyle bakabilmesi, kendine ait bir espri anlayışı ve üslubu olması gerekir. Dolayısıyla oynadığım her rol için özgün bir üslubumun olduğunu söyleyebilirim.

Tiyatro kökenli bir oyuncusunuz, ardından TV ve sinema geldi. Hangisinde daha fazla zorlanıyorsunuz?

Kesinlikle tiyatro çünkü çok yoğun iletişime geçiyorsunuz. Diğerlerinde kamera arkasında olduğunuz için bu durum çok yaşanmıyor. Tiyatrodaki bu hal beni hem enerji olarak yükseltiyor hem de zorluyor. Aynı zamanda en fazla keyfi de tiyatrodan alıyorum. Dediğim gibi reaksiyonu anında alabiliyorsunuz. Bu durum oyuncuyu geliştiriyor.

Oyunculuğa başlamanızda anneniz etkiliymiş…

Evet. Annemi kaybedeli iki sene oldu. Çok disiplinli bir kadındı. Sanata ve sanatçıya çok önem verirdi. Maddî; kaygılardan dolayı kendisi hayallerini gerçekleştirememiş. Bu sebeple beni tüm oyunlara ve filmlere götürürdü. Ama beni de bir türlü beğenmezdi. Bir gün ‘Chaplin'e gittik. Charlie Chaplin'in hayatını oynayan Robert Downey Jr.'ı orada hayranlıkla izlemişti. Onun takdirini kazanmak için oyunculuğun doğru seçim olacağını düşünerek yola çıktım. Sonraları yeteneğimi de fark ettim.

Sanat sadece mutlulukla beslenmez

Ülke olarak zor günlerden geçiyoruz. Gündemden en çok etkilenen alanlardan biri de baskı altına alınan sanat. Festivaller, konserler ve sanatsal etkinlikler iptal ediliyor. Olanları bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tarihe bakacak olursak, tüm bu kaos dönemlerinden sonra sanat adına müthiş yükselmeler yaşanıyor ve sanatçıların üretkenliği artıyor. Sanat sadece mutlulukla beslenmez. İnsana dair ne varsa her şey sanatı besler. Ülkemizin geçirdiği günler, gündemler ve evreler sonucunda istiyorum ve umut ediyorum ki, bu ‘umut ediyorum' kelimesinin altını özellikle çizerek söylüyorum. Bu süreç sanatımızı daha çok besleyecek. Biz inadına filmler, konserler, tiyatrolar ve üstü kapatılmaya çalışılan ne kadar sanatsal etkinliğimiz varsa daha çok yapacağız.

Herkesin hayali Hollywood'dur ama mümkün değil

Oyunculuk adına idealleriniz neler?

Hollywood sinemasını çok seviyorum. Özellikle büyük prodüksiyonlu ve bütçeli filmleri... Sadece hayalini kurabileceğin şeyleri sana ekranda izlettiriyorlar. Hep merak ettiğimiz şeyleri bire bir görme şansımız oluyor. Bu filmlerde yer almayı çok isterdim ama mümkün olmayacak tabii.

Kim bilir…

Yok, olmuyor valla. (Gülüyor) Kendi ülkemdeki kariyerim adına ise Allah beni mecbur etmesin, hiçbir zaman maddî; kaygılarla bu işi yapmak istemiyorum. Oynayabileceğim senaryoları güzel eleştiriler alarak iyi yapmanın peşindeyim. Çünkü kötü eleştiriye dayanamıyorum. Çok üzülüyor ve kafaya takıyorum.

Jennifer Lawrence ve Emma Watson gibi Hollywood aktrislerinin Google'da kendileri için yapılan eleştirilere bakıp üzüldüklerine dair itiraflarını okuyoruz. Siz de onlardan mısınız yoksa?

Tabii, insanlar hep yıldızların altında sürekli iltifatlarla yaşadığımızı zannediyor. Oysa durum farklı, düşünün ki onların başına bile böyle şeyler geliyor. Bana özellikle sosyal medyada her gün hiç üşenmeden olumsuz eleştiriler yazan insanlar var. Ben bunları takıyorum ve çok üzülüyorum. Okumuyorum artık, yoksa ruh hastası olurum.

Az daha donuyorlardı

$
0
0

Ulaşılmazlığıyla insanoğlunun daima ilgisini çeken Everest Dağı, bugüne kadar birçok kitaba ve filme konu oldu. Bunlardan sonuncusu Baltasar Korm·kur'un yönetmenliğini üstlendiği ‘Everest' filmi. Bu hafta vizyona giren yapımın popüler isimlerle dolu kadrosu dikkat çekiyor.

Gerçek bir hikâyeden uyarlanan ‘Everest'in senaryosunda iki güçlü kalemin imzası bulunuyor. Bunlardan biri ‘Milyoner' filminin senaristi Simon Beaufoy, diğeri ise ‘Gladyatör'ün senaristi William Nicholson. Film ayrıca Jason Clarke, Josh Brolin, John Hawkes, Robin Wright, Michael Kelly, Sam Worthington, Keira Knightley, Emily Watson ve Jake Gyllenhaal gibi tanıdık oyuncu kadrosuyla göz dolduruyor. Bu yıl düzenlenen 72. Venedik Film Festivali'nde açılış filmi olarak gösterilen filmin hikâyesi, Everest Dağı'nda yaşanan ve birçok dağcının hayatını kaybettiği bir faciadan yola çıkıyor.

‘1996 Everest Felaketi'

Yıl 1996, aylardan mayıs… Everest Dağı'nda birçok dağcının ölümüyle sonuçlanan bir kaza meydana gelir. ‘1996 Everest Felaketi' olarak bilinen olay, en çok ölümün yaşandığı dağcılık faciası olarak tarihe geçer. Felaketin canlı tanıklarından biri de Amerikalı yazar ve dağcı Jon Krakuer'dir. O dönem dağcılık yazıları yazarken Everest'e tırmanmaya karar verir. Kazanın ardından Krakuer, yaşadıklarını bir kitapta toplar. ‘Into Thin Air: A Personal Account of the Mt. Everest Disaster (Everest Günlüğü)' Filmde bu şekilde başlıyor: “Everest'e tırmanmakta olan iki ayrı dağcı ekibinin karşılaştığı yoğun kar yağışı, büyük bir felaketin habercisi olur. Kar fırtınası her zamankinden daha şiddetlidir ve herkes için büyük bir hayat mücadelesi başlamış olur.”

İzlandalı yönetmen Korm·kur, proje için ilk olarak kendi ülkesi üzerinden bir şey yapmayı düşünür. Ülkesinin ikliminden dolayı kar koşullarına yabancı olmayan yönetmen, oluşabilecek olumsuz durumların farkındadır. Belki de bunun verdiği güvenle IMAX 3D formatındaki filminin yapımında CGI numara ve hilelerinden uzak durur.

Film, Nepal'de Everest'in eteklerinde, İtalyan Alpleri'nde ve Roma'da Cinecittà Stüdyoları ile İngiltere'de bulunan Pinewood Stüdyoları'nda çekildi. Özellikle dağcıların yolculuğunun kameraya alınacağı sahneler için ağır ve tehlikeli olması önemsenmeksizin Nepal çekimlerine devam edildi. Üstelik filmin çekildiği süreçte yani geçtiğimiz yıl, Nepal'de büyük çaplı can kayıplarına neden olan bir çığ düşmesi yaşanmıştı. Ekip buna ragmen çekimlerini bir süre daha sürdürmeye devam etti.

Başrol karakteri Rob Hall için ilk önce ünlü aktör Christian Bale ile anlaşmaya varılmıştı. Ancak Bale, aynı döneme denk gelen ‘Exodus: Tanrılar ve Krallar' filmini tercih ederek anlaşmadan çekildi. Ardından rol teklifi Jason Clarke'e yapıldı ve o da kabul etti.

Karlı dağ tepelerinde yapılan çekimler

Efekt ve gerekli olmadıkça green box kullanmak istemeyen yönetmenin bu kararının oyunculara bir dönüşü oldu. Nepal ve İtalya dağlarında yapılan çekimlerde bazı ufak tefek tehlikeler atlatıldı. Kiminin başparmağı kimininse burun delikleri dondu. Isınma problemi yaşayan ekip, İtalya'da elektrikli battaniyeler sayesinde ısıtılıyordu. Tabii bir de oyuncuların yüzlerine aldığı soğuk havayı unutmamak gerekir. Filmdeki şiddetli fırtına sahneleri için kar ve tuz üfleyen jet motorlarıyla devasa boyutta vantilatörler kullanıldı. Yani filmde izleyeceğiniz bu sahneler fazlasıyla gerçeklik içeriyor.

Bayramda çileye uçmayın

$
0
0

Havalimanlarındaki yaz yoğunluğu, Kurban Bayramı tatilinin dokuz güne çıkarılmasıyla bu hafta daha da artacak.

Başta havalimanı terminal girişlerindeki güvenlik noktaları ile check-in ve pasaporttaki uzun kuyrukların yanı sıra bilet işlemleri sırasında yaşayabileceğiniz olumsuzluklara hazırlıklı olun. Eğer gerekli tedbirleri almazsanız, seyahatinizin daha başlamadan kâbusa dönüşebileceğini ise aklınızdan çıkarmayın.

Havalimanı işletmecileri ile havayolu şirketleri, bayram tatilindeki yoğun uçuş trafiğinden kaynaklanacak mağduriyetleri en aza indirmek amacıyla bir dizi tedbir aldı. Ancak alınan tedbirler, tatil süresinin uzamasından kaynaklanan artan yolcu sayısı nedeniyle yetersiz kalacak gibi gözüküyor. Bu yüzden uçuş hazırlığına online check-in yaparak başlayın. Havalimanına ise şehir trafiğini dikkate alarak erken çıkın ve iki saat öncesinden terminalde bulunun. Güvenlik kontrolünde beklerken de sıra size gelmeden üzerinizdeki metal eşyaları çıkarıp hazır bir şekilde bekleyin.

BİLETİNİZ BAŞKASINA SATILMASIN

Terminale adım attığınızda vakit geçirmeden check-in işleminizi yaptırın. On line check-in yaptırsanız bile eğer boarding kartınızı almadıysanız uçağa binmenizin garanti olmadığını unutmayın. Çünkü havayolu şirketleri, tıpkı otobüs firmaları gibi fazladan bilet (overbook) satabiliyor. Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği (IATA) kurallarına göre, uçağın kapasitesinden fazla bilet satabilen havayolu şirketlerinin şanssız yolcuları arasına girmek istemiyorsanız, valizlerinizi teslim ettikten sonra boarding kartınızı alın. Fazladan bilet satışı yapılmışsa, önce gelen uçuşa hak kazanır demektir.

ÇOCUKLARINIZI UNUTMAYIN

Hava trafiğindeki yoğunluk nedeniyle uçuşunuzda yaşanacak rötarların canı sıkılan çocuğunuzu daha da agresif hale getireceğini ve bu durumun sizi çileden çıkaracağını unutmayın. Bu sebeple çocuklarınızı havalimanında veya uçakta meşgul edecek araç ve gereçleri yanınızda taşıyın. El çantanızda bulunduracağınız iPad, oyuncak ve kitaplar çocuğunuzun daha eğlenceli vakit geçirmesini, sizin de huzurlu seyahat etmenizi sağlayacaktır.

YEMEĞİNİZİ ÖNCEDEN SİPARİŞ EDİN

Havayolu şirketlerinin az bilinen uygulamalarından biri de önceden verilen yemek siparişi. Uçuşunuzun daha keyifli geçmesini istiyorsanız uçağa binmeden önce yemek siparişi vermeyi unutmayın. Ayrıca bazı yiyeceklere karşı alerjiniz varsa uçuştan en az 24 saat önce raporla yapacağınız müracaatla özel mönü siparişinde bulunabiliyorsunuz. Kuruyemiş gibi bazı yiyeceklere karşı alerjiniz olduğunu bildirmeniz halinde, uçağa kuruyemiş de yüklenmiyor. Havayolu şirketleri, yolcu taleplerini dikkate alarak özellikle hasta ve çocuk yolcular konusunda özel mönüler hazırlıyor.

KREDİ KARTINIZ SİZİ AĞIRLASIN

Bankalar, yaşanan rekabet nedeniyle havayolu şirketleriyle işbirliğine giderek müşterileri için havalimanlarında birbirinden lüks yolcu dinlenme salonları açmaya başladı. Bu sebeple seyahate çıkarken yanınızda mutlaka bir kredi kartı bulundurun. Sonra da havalimanında kartınıza hizmet sunan özel yolcu salonlarını araştırın. Eminiz, yiyecek-içecek, duş, masaj, ütü, mescit, mini golf, bilardo, çocuk alanları, internet ve eğlence sistemleri gibi birçok hizmeti ücretsiz sunan salonlarda vakit geçirmek, uçuş öncesi büyük bir keyif yaşatacaktır.

UYKU TULUMUNU UNUTMAYIN

Uçağınızın geç inmesi nedeniyle aktarmalı uçuşlara yetişememe veya uçuş iptalleri ve uzun süreli rötarlar yüzünden havalimanında mahsur kaldığınızda yaşayacağınız olumsuzlukları en aza indirmek için bazı tedbirler almanızda fayda var. Can sıkıcı durumlar için cep telefonu ve dizüstü bilgisayar gibi elektronik cihazlarınızın şarj aletleri ile ilaçlarınızı yanınıza almayı unutmayın. Ayrıca giyecek birkaç parça eşya, küçük bir battaniye hatta uyku tulumu da işinize yarayacaktır.

Asker ve polise yüzde 50 indirim

THY, Anadolujet, Pegasus ve Onur Air; asker ve polis ile eş ve çocuklarına 4 Ekim'e kadar yüzde 50 indirimli uçma imkânı sunuyor. Bayram haftasında da geçerli kampanyadan, Emniyet Genel Müdürlüğü'nde görevli polis, Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu görevli subay, astsubay, uzman çavuş, uzman onbaşı, sözleşmeli er/erbaş ve askerlik hizmetini yapan er/erbaşlar ile eş ve çocukları yararlanabilecek.

Etihad, İstanbul'dan kampanyalı uçuracak

Birleşik Arap Emirlikleri'nin ulusal havayolu şirketi Etihad Airways, İstanbul'dan Avustralya'nın iki büyük şehri Sidney ve Melbourne'e promosyon kampanyası düzenledi. 30 Eylül'e kadar bilet alanlar, ekonomi sınıfında 1.032 dolar, business class'ta 3.501 dolardan başlayan fiyatlarla seyahat edebilecek.

Zamanın kıyısında

$
0
0

Anadolu'da bir kasaba ve yanında yükselen bir kale! Arabanın camından bakıldığında Yüzüklerin Efendisi ya da Taht Kavgaları filminden bir sahne gibi duruyor. Hâkim bir tepede yükselen bu Orta Çağ mimarisi, ismini hemen yanı başında akan Hoşap çayından alan Hoşap Kalesi. Küçük çay ocakları ve mavi boyalı ahşap kerpiç karışımından yapılmış dükkânlara bakınca, Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filminden sahneler kafanızda canlanıyor.

Van'a yaklaşık 50-60 km uzaklıktaki bu önemli eserin tarihi Urartulara kadar uzanıyor. Orta çağ'da yapıldığı tahmin edilen kale Türkiye İran arasındaki yol güzergâhında bulunmasından dolayı stratejik bir öneme sahip olmuş. Tarih boyunca Urartular, Persler, Romalılar, Selçuklular ve Bizanslıların hâkimiyetinde kalan kale, 11. yüzyılda Türkler'in hâkimiyetine geçmiş. Efsaneye göre kale öyle muazzam yapılmış ki yapan mimarın bir daha benzerini yapmasın diye elleri kesilmiş. Kalenin etrafını adeta çevreleyen Hoşap çayı üzerinde Zeyne Bey'in yaptırdığı köprü yapılan yenileme çalışmalarının ardından hâlâ ayakta.

Suyun kenarında kurulan çay bahçesinde çayımızı yudumlarken yanımıza yaklaşan Gökhan Bey, kalenin ve etrafında bulunan Selçuklulardan kalma türbelerin bakımsızlığından ve tanıtım eksikliğinden şikâyet ediyor. “Van'a bu kadar yakınken turizm rehberinde gezilmesi gereken yerler arasında Hoşap'ı bulamıyorsunuz. Buradaki halkın geçim kaynağı bir zamanlar turizmdi. Günde 20-30 otobüs gelirdi. Ama şimdilerde Hakkâri'ye ya da Van'a giden birkaç kişiden başka uğrayan yok.” diyor.

Sokaklarda yürümeye başladığınızda ya da nehir boyunca yükselen kavak ağaçlarını takip ettiğinizde, kayalıklar üzerinde yükselen kalenin dış surlarını ve hemen altındaki kerpiç evleri görüyorsunuz. İleriden havlayan köpek sesleri, muhtarlığın anons için kullandığı hoparlör, kesif tezek kokusu ve rüzgârın sesi birbirine karışıyor. Son günlerde yaşanan terör eylemleri, yol kesmeler en çok bölgenin turizmini etkilemiş gözüküyor. Zincire vurulmuş iki aslan figürünün beklediği kale, ziyaretçilere kapalı halde duruyor. Yaklaşık 2007 yılında başlayan ve on yıldır devam eden kazı çalışmaları ise yarım kalmış gözüküyor.

Usturupluca eleştirip güldürüyorlar

$
0
0

‘Nedir?', duyduğumuzda tanıdık gelen ama tam olarak ne anlama geldiğini bilmediğimiz kavramları açıklıyor. Önceleri trip, bohem, melankoliyi tercih eden ekip, ‘diktatör' videosuyla izlenme rekoru kırdı. Kentsel dönüşüm, koalisyon, 4.5 G ve Avrupa ligi gibi konularla gündemden kopmayacağını gösterdi. Videoların beğenilen siması Burcu Bakdur, proje için “Söyleyeceğini çekinmeden, usturupluca söylüyor. Biraz da güldürüyor.” diyor.

‘Nedir?' projesinin yönetmeni Orçun Baş, çoğu meslektaşı gibi aldığı diplomaya küsüp kamera arkasına geçenlerden. Çektiği kısa fimlerle tanınan Baş, geçen yıl eylül ayında ‘Nedir?' için kolları sıvar. Arama motoruna en çok yazılan kelimeleri gülümseterek anlatmaktır niyetleri. Takipçi sayısı günden güne artar. Zamanla kamuoyunun tartıştığı meseleleri de aynı sempatik dille anlatmaya karar verirler. Tek farkla; bu defa işin içine biraz daha kinaye ve ironi katarak. Yönetmen, proje sevildikçe toplumsal bir sorumluluk duygusu hissettiklerini gizlemiyor. Daha muhalif olma gereği duyan beyin takımı, videoların dilini beklentiye göre biçimlendirmiş. Kurgu ve çekimler de profesyonelleşince ‘Nedir?' videoları, en çok izlenenlere girmeyi başarmış.

Sadece beş kişiden oluşan kadro, son sürat çekimlerini sürdürüyor. Yönetmen Orçun Baş'a programlarının neden çok sevildiğini soruyoruz. “Toplum bizde kendini buluyor.” cevabını veriyor. Basın özgürlüğünün daha çok tartışıldığı şu günlerde netameli konulara girmekten çekinmemeleri, merak edilen konular arasında. Orçun Baş, Türkiye'de yaşayan herkesin aklından geçenleri sadece yüksek sesle söyledikleri görüşünde: “Aslında bu konular yüzyıllar boyunca konuşulan ve herkesin üzerinde bir fikri olan konular. Eminiz herkes kendi arasında bu ve benzer meselelerde espriler ve konuşmalar yapıyor. Biz sadece insanların kendi aralarındaki günlük sohbetlerini programımız altında bir araya toplayıp, projemizle geri sunuyoruz. Yaptığımız yalnızca bu.”

Kentsel dönüşüm: Çirkin gecekonduları yıkıp AVM dikmek!

Koalisyon, diktatör, narsizm gibi en sevilen videolarda takipçilerinin çıkan isim Burcu Bakdur. Özellikle Diktatör videosundan sonra herkesin ilgisine mazhar oldu. Orçun Baş ile birlikte metinleri kaleme alıyor. Diktatör gibi iç karartıcı bir kavramı bile hem düşündürüp hem gülümseterek açıklayan Bakdur, moderatörlüğünü yaptığı ‘Berlin Felsefe Akşamları' seminerlerinde tanışır Orçun Baş ile. İstanbul'a döndüklerinde ‘Nedir, ne değildir?' diye tartışırken kendini stüdyoda çekimde bulur. O gün bugündür de videolardan gülümsemeye, izleyeni ise kara kara düşündürmeye devam ediyor.

Kentsel dönüşümü, “Bakın burada çirkin gecekondular var, fakir, bakın bunları atıyoruz rezidans dikiyoruz. Uzun uzun daha da uzun. Buraya bir Okçu Kışlası, bu bir AVM işte yapıyoruz. Buraya bir yol ama double.” Sözleriyle başlayıp muzipçe gülümsüyor Burcu Bakdur. Kimsenin buçuğuna anlam veremediği 4.5 G konusunda soru işaretlerini ise şöyle gideriyor: “Ölçü birimi, ihale oynadılar saray kafede, alan aldı satan sattı, bilmiyor musun? Şanzelize kafenin yanı. 1 Nisan 2016'da geçiyoruz bu sisteme. Bir şaka söz konusu da olabilir aslında…” Kadronun bütün çekimlerinde aynı kara mizah söz konusu olunca, Burcu Bakdur'a söz düşüyor. Bakdur, kavramları izah ederken asla dünyanın en büyük meselesini açıklığa kavuşturuyor havasına bürünmediklerini dile getiriyor. Kendisi mutlu olursa izleyenlerin de tebessüm edeceğini iyi biliyor. Şimdilerde diktatör videosu gündemdeyse de o hepsinden aynı dönüşü aldıklarını açıklıyor: “Sevilmemiz, tek bir anlatım özelinde bir durum değil, çoğu oldukça seviliyor. Dolayısıyla bizim aslında amacımız tartışma açacak konular bulmak değil. Her konu esprili ve akılcı olduğu sürece ilgi çekiyor. Biz mutluyuz yaptığımız işten, izleyiciler de mutluysa ne âlâ!” Söz, en çok hangi kavramı anlatmak istediğine gelince ‘umut' çıkıyor ağzından Burcu Bakdur'un.

Orçun Baş: Marjinal konu seçmiyoruz, bu da bir otosansür

321Media projesi ‘Nedir?'in beş kişilik kadrosu, Türkiye'de tartışılmayan birçok konuyu kamuoyunun dikkatine sunmakta kararlı. Yönetmen Orçun Baş, daha yolun başında olduklarını, konuşulmasını istedikleri uzun bir liste olduğunu bizimle paylaşıyor. Yönetmen son günlerde yaşanan toplumsal olaylardan dolayı en çok ‘vicdan' üzerine düşündüklerini şu cümlelerle açıklıyor: “Sanırım bu aralar en önemsediğimiz kavram, vicdan. Herkesin bir fikri var bu konuda, oysa o kadar karmaşık bir konu değil. Bu kavramla ilgili bir bölüm yapmayı da düşünüyoruz. Oto sansür uygulayacağımız kadar ‘marjinal' bir konu seçmiyoruz zaten. Ama bu da bir oto sansür, değil mi? Aksinin çok mümkün olduğunu sanmıyoruz.”

Kayıp Göl'ün yolu bu delikten geçer

$
0
0

Kışın akarsuların doldurduğu bu göl, ilkbaharda şaşırtıcı bir doğa olayına sahne oluyor. Göl suları dev bir banyo küveti gibi bir delikten akıp gidiyor.

Mount Hood Milli Ormanı'nın Kayıp Gölü, Oregon sakinlerini şaşırtan doğa olayının kaynağı. Kış geldiği zaman yakındaki akarsular göle akıyor ve gölün tatlı suyla dolmasını sağlıyor. Ancak ilkbahar geldiğinde göl, dev bir banyo küveti gibi göl akıyor. Willamette Ulusal Ormanı sözcüsü Jude McHugh, deliğin her zaman orada olduğunu söyledi. Bu delik bölgenin gözenekli volkanik arazisi nedeniyle oluştu. Sözcü, Kayıp Göl'ün deliğinin bir lav tüpü olduğuna inanıyor.

Bölge sakinlerinin sıklıkla yönelttiği, su tamamen aktıktan sonra nereye gideceği sorusu halen cevap bulmadı. Göl suyunun gözenekli zeminin içlerine doğru absorbe edildiği düşünülse de bu konuda hiç bir ipucu yok. Yetkililer Kayıp Göl'ün deliğinin tıkanmaması gerektiği düşünüyor, delik tıkanırsa göl taşkınlara sele neden olabilir.

Önce hasat, çöpleriyle de sanat!

$
0
0

Japonlar pirinç hasadından geriye kalan sapları kullanmanın eğlenceli bir yolunu bulmuş. Sanatçılar bu pirinç saplarından dev heykeller yapıp festivalde sergiliyor.

Japonya'nın Niigata şehri sakinleri her yıl 31 Ağustos'ta düzenlenen Pirinç sapı (Wara) festivalinde bölge sanatçıları tahta katmanlar üzerinde detaylandırılmış sap heykelleri yapıyor.

Ünlü bir yerel sanatçı olan Amy Goda, göz kamaştırıcı pirinç sapı dinozor heykelleri ile şöhret kazandı. Onun ilhinç heykelleri Wara Sanat Festivali'ni internette popüler hale getirdi. Ziyaretçiler, bu benzersiz heykelleri Niigata şehrinin Nishikan bölgesinde bulunan Uwasekigata Parkı'nda daha yakından görme imkanına sahip. Heykeller, kasım ayının başına kadar sergilenecek.


Bir anıt üzerinden İstanbul'un dolgu hikâyesi

$
0
0

Yol merkezli şehirleşmeye kurban giden deniz sahillerini ve büyük kayaların yer aldığı kıyıların hayattan nasıl koparıldığını İstanbul Maltepe'deki bir anıt üzerinden inceledik.

İçinden bir boğaz geçtiği halde iki ayrı denize kıyısı bulunan nadir şehirlerden İstanbul. Tepeleri, dereleri, çayır ve sayfiye yerleri ile herkesin gıpta ettiği bir yeryüzü cenneti. Ancak İstanbul, bu saydığımız vasıfların birçoğunu yitirdi. Yerine geçmiş kuşakların imrenerek anlattıkları hatıralar kaldı. Evet, İstanbul iki taraftan denize kıyısı olan bir köprü demiştik. Ancak şehirde yaşayan insanların denizle irtibatı kopalı neredeyse çeyrek yüzyıl oldu. Yol ve nakil merkezli yapılan planlama ve şehircilik çalışmaları, burada yaşayan insanlara deniz karşılığında hızlı erişim vaat ediyordu. Çevre ve şehircilik uzmanlarının dediği nihayet gerçekleşince İstanbullular bir zamanlar övgüyle bahsettikleri denizlerine ancak uzaktan bakmakla yetinir oldu.

Anadolu yakasında toprak doldurulmak suretiyle sahil yolu yapılan ilçelerinden biri de Maltepe. Yahya Kemal'in “Suru ürpertiyor çıkan rüzgâr / Şimdi sahil boyunca Maltepe'yi / Köpüren mavi dalgalar yalıyor...” dediği Maltepe, İstanbul'un en güzel kıyılarına sahipti. Sahil genişletme projeleriyle birçok kez doldurulan ilçe, bu yüzden kendi simgesi sayılan abideyi bile asıl yerinden mahrum bıraktı. Maltepe'nin ambleminde yer alan Bakireler Mabedi bir zamanlar sahilin 50 metre açığında küçük bir kayalık üzerinde bulunuyorken şimdi bir süpermarketin otoparkı içinde kaldı. Abide, bu açıdan bakıldığı vakit İstanbul'un yola feda edilen simgesi de sayılabilir.

Şehrin meşhur plajı

Sultan II. Abdülhamid'in seraskeri Rıza Paşa'nın oğlu olan Süreyya Paşa (İlmen), Anadolu yakasına birçok nafia hizmetlerinde bulunmuş, eski Osmanlı eşrafından. Bir işadamı olmasıyla beraber Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde İstanbul halkının ihtiyaç duyduğu birçok sosyal hizmeti karşılayacak müesseselerin kurulmasında önemli rol oynamış. Üsküdar'daki Doğancılar Parkı, Kadıköy'deki Yoğurtçular Parkı, Süreyya Sineması ve Süreyya Paşa Sanatoryumu hep onun emeği ve mali yardımlarıyla tesis edilmiş. Süreyya Paşa yaptığı bu nafia hizmetleriyle bilhassa Maltepe ilçesi için büyük önem arz ediyor. İlçenin bugün simgesi sayılan Süreyya Paşa Plajı'nı yaptıran da yine kendisi. Ancak bir zamanların gözde sayfiye merkezi, son çeyrek yüzyılda yapılan sahil dolguları ve yol projelerinin kurbanı oldu.

Süreyya İlmen, 1930'lu yılların sonunda bugünkü Maltepe sahiline, ilçenin simgesi bir yazlık eğlence ve dinlenme tesisi kazandırmıştı. Küçükyalı Deresi'nin denize döküldüğü bostanlık arazi, o zamanın Maltepe Belediye Başkanı Kahraman Yiğit ve Kartal Kaymakamı Bahri Öztrak'ın girişimiyle plaja dönüştürüldü. 300 metre genişliğinde kum plaj, Türkiye'nin ilk modern plaj tesisi olacaktı. Gazino, aile odaları ve sair eğlence mekânlarını da içeren tesisin yapımı savaş nedeniyle gecikse de 1946 senesinde açılışı yapıldı. Süreyya Paşa Plajı o zamanki gazete ve radyo yayınlarıyla bir anda İstanbulluların gözde sayfiyesi unvanı kazandı. 1940'lı yılların sonuna kadar gelen süreçte birçok ünlü müzisyen ve sinema artisti burada konserler veriyordu. Karaköy'den motor seferleri, Kadıköy'den kalkan otobüsler ve İdealtepe-Maltepe tren istasyonları arasına yeni bir durak eklenmesiyle plajın erişimi kolay bir hal almıştı. Yeni durağın ismi haliyle Süreyyapaşa durağı oldu.

Otopark içinde kalan Abide

Maltepe sahilindeki bu tesisin cezbettiği kalabalıklar artınca Vali Lütfi Kırdar'ın emriyle Bağdat Caddesi'nden uzatılan bir asfalt yolla erişim bir hayli rahatlar. Bu sayede Maltepe, yeni bir sosyal çehre kazanır. Süreyya Paşa, mekana simge teşkil edebilecek bir detay eklenmesini dileyince, bir abide yapılması düşünülür. Kumsaldan 50 metre açıkta yer alan bir kayalık üzerine Yunan mitolojisinden esinlenerek bir “Bakireler Mabedi” inşa edilir. Üç metre çapında ve altı sütunla desteklenen kubbenin altında bir Venüs heykeli bulunmaktadır. Burada başlayan yüzme yarışları sahile kadar sürerken, küçük bir adacığa çıkanlar burada fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmezler. Yazlık tesis 70'li yıllara gelindiği vakit yapılaşma ve kirlilik sıkıntısı ile karşı karşıya kalır. Kısa bir süre içinde de rağbetten düşerek atıl hale dönüşür. Sahil düzenlemesi kapsamında toprakla örtülen plaj, artık olmayacaktır. Ancak plajın simgesi olan abide hâlâ suyun içindedir. Sürreyya Paşa'dan yadigâr kalan sahil, uzun süreler atıl kalacak, altın kumunu ve içindeki heykeli de yitirecektir. Bir zamanlar İstanbul'un simgelerinden biri olarak kabul gören abide ilk defa 1979 senesinde yapılan sahil dolgusuyla gözden düşer. 90'lı ve 2000'li yıllarda yapılan yol genişletme ve sahil boyu projeleriyle esamisi dahi okunmaz. Bugün ise sadece direkleri ve kubbe kısmı, sahil yolunun gerisinde yer alan bir marketin otoparkında bulunuyor. Kaldırımdan geçenlerin gördüğü ancak anlam veremediği yapının tarihini anlatan bir kitabesi bile mevcut değil. Fotoğraflarıyla habere katkıda bulunan Maltepeli gazeteci Aykut Ünker, anıtın suyla buluşturulmasının şehrin yakın tarihi açısından güzel olacağını söylüyor.

Güney Amerika'nın futbolcu fabrikası: River Plate

$
0
0

Futbolda ‘oyuncu yetiştirme' deyince akla ilk Porto yahut Ajax gelir. Hatta bu bilgi, futbolla ilgisi olmayan kimseler için de geçerli. Zira River Plate, tüm zamanların en çok kazanan ekibi olmasına rağmen bu takımların gerisinde kalmış. Güney Amerika ekibinin ne kadar yıldız futbolcu yetiştirdiğini ve bu işten ne denli kâr ettiğini görmek için son 15 yılına bir göz atmanız kâfi.

Hepimizin malumudur, oyuncu yetiştirme dendiği zaman aklımıza ilk olarak Ajax ve Porto gelir. Nihayetinde kültürleri olan kulüplerdir bunlar. Yerleşmiş oyun yapıları, altyapı ve gözlemcilik sistemleri ile zamanla Avrupa'nın kalburüstü takımı haline gelmişler. Lakin bu güzide kulüplerinin yanı sıra futbol piyasasına yön veren, dünyanın dev takımlarını peşlerinden koşturan bir takım daha mevcut. Adeta bir futbolcu fabrikası… Kim mi? Tabii ki, Arjantin'in River Plate'i… Son yıllara damgasını vuran birçok yıldızın çıkış noktası oldu, Güney Amerika'nın Kırmızıları. Özellikle hücum bölgesinde çıkardığı futbolcularla hâlâ dünya futbolunda söz sahibi.

Geniş bir veri tabanına sahip bir başka kaynak olan ‘sportingintelligence' sitesinde yayımlanan bir listeye göz atalım isterseniz. Beş büyük lig dışında yer alıp, bu lige oyuncu tedarik eden, ‘yetiştirici kulüpler'i ortaya koyan bir araştırma... River Plate'in, nasıl bir maden olduğunu bu bilgiler ışığında okumak mümkün. Alfredo Di Stefano, Javier Mascherano, Radamel Falcao, Eric Lamela, Pablo Aimar, Gonzalo Higuain, Ariel Ortega… Hepsi River Plate'in futbol dünyasına kazandırdığı yetenekler...

3 farklı milli takımda oynayan efsane

Brezilyalı efsane Pele, bir mülakatında, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusunun ne kendisi, ne de Maradona olduğunu söyler: “Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu Real Madrid'li Alfredo Di Stefano'dur...” Listemizin ilk sırasını da Alfredo Di Stefano'ya ayırıyoruz. 17 yaşından itibaren A takımında oynayan Arjantinli, River'la 6 şampiyonluk kazandı. 1949 senesinde Arjantin genelinde gerçekleşen futbolcu grevleri yüzünden Kolombiya'ya transfer olmak zorunda kaldı. 4 yılın ardından Avrupa turnesinde hem Real Madridli hem de Barcelonalı yetkililerin dikkatini çekmeyi başarmıştı. İki ezeli rakip arasındaki transfer anlaşmazlığında FIFA, ilk 2 yıl Real Madrid'de sonraki iki yıl ise Barcelona'da oynamasına karar vermişti, Arjantinlinin. Ancak İspanya Kralı Franco'nun siyasi gücü kullanmasıyla Barcelona di Stefano üzerindeki haklarından feragat etti ve Di Stefano, Real Madrid efsanesi olması yönünde ilk adımını atmış oldu. O dönemlerde milli takımda oynama kuralları net ve kesin çizgilerle belirlenmemişken Di Stefano, Arjantin, Kolombiya ve İspanya milli takımlarının formalarını giydi.

Mascherano yüzünden River Plate taraftarı oldum

Barcelona takımının sigortası adeta, Javier Mascherano. Onun River Plate sevgisini savunmadaki partneri Pique'den dinleyelim: “Bana her gün River Plate'i anlatıp duruyor. Ne kadar sevdiğinden ve başarılarından bahsediyor. Javier yüzünden sıkı bir River Plate taraftarı oldum.” Son yıllarda stoperde gösterdiği performansla Puyol'dan sonraki stoper arayışını durduran Mascherano da River'ın altyapı ürünlerinden. 2003 yılında A takımda forma giymeye başladı. 2 sezon içerisinde oynadığı futbolla dikkatleri üzerine çekip, Latin Amerika'nın en büyük bütçeli takımı Corinthians'a yaklaşık 12 milyon Euro karşılığında transfer oldu. Ardından Ada'ya... ‘El Jefecito' lakaplı oyuncunun, dünya futbolunun en iyisine uzanan hikâyesini ise anlatmaya gerek yok sanırım.

En iyi bitiricilerden...

Sakatlıklardan bir türlü yakasını kurtaramayan Radamel Falcao, son zamanlarda dünya futbolunun gördüğü en iyi bitiricilerden biri. Kolombiyalı, River'ın gözlemcilik ağının meyvelerinden. Falcao, 2001 yılından itibaren Kırmızıların formasını giymeye başladı. El Tigre (Kaplan) lakaplı oyuncu, formasına ısındıkça, her kritik maçta sahne almasını bildi. Copa Libertadores yarı finali, Süper Clasico derken 13 golün altına imza atmasını bildi. Porto forması ile UEFA Avrupa Ligi'nin bir sezonda en çok gol atanı, UEFA Avrupa Ligi zaferi, lig şampiyonluğu ile dünya futbol piyasasına kendisini göstermişti. Ardından, ‘Kaplan' lakaplı oyuncu için Atletico Madrid macerası başlamıştı, 40 milyon Euro karşılığında. 2 sezonda 68 maçta rakip filelere 52 gol bırakan Falcao için yeni projeler peşinde olan Monaco'nun formasını sırtına geçirme vakti gelmişti. 20 maçta çok önemli işlere imza atsa da korktuğu başına geldi ve uzun süre yeşil sahalardan uzak kaldı. Ada futbolunun da tadını alan Kolombiyalı, Kırmızı Şeytanlar forması ile 15 maçta sadece 4 gol atabildi. Sıra Chelsea'de...

‘Geleceğin Maradona'sı

Arjantin'de meşhur bir motto vardır: “Geleceğin Maradona'sı”. Bu yakıştırma daha çok yetenekli her genç Arjantinliye yapılır. İşte bunlardan biri de Erik Lamela. 12 yaşındayken Barcelona'nın transfer etmek istemesi de tüm soru işaretlerinin üzerine bir sünger çekti. Ancak ailesinin eğitimine devam etmesini istemesi üzerine gelen transfer teklifi ret cevabı aldı. Bu durum az da olsa Arjantinli için hayal kırıklığı oluştursa da, yeteneklerinden hiçbir şey kaybettirmedi. 2011 yazında 17 milyon Euro karşılığında Roma takımının yolunu tuttu. Driplingleri, adam eksiltme becerisi ve attığı gollerle tüm dikkatleri üzerine çeken Arjantinli'nin kaderinde Ada'da futbol oynamak da varmış. Kimde mi? 2013-2014 sezonunda 30 milyon Euro karşılığında tapuyu alan Tottenham'da. Uyum süreci biraz uzun süren Arjantinli yeteneklerinden dolayı kolay vazgeçilecek bir yıldız değil. Çünkü daha 23 yaşında.

20 yaşında Real Madrid'e

10 Aralık 1987 tarihinde Fransa'nın Brest kentinde dünyaya gelen Fransız asıllı Arjantinli Gonzalo Higuain de, River Plate'in dünya futboluna armağanlarından biri. Bir dönem Beşiktaş forması giyen Federico Higuain de erkek kardeşi olan Tangocu, 2004 yılında profesyonel hayatına adım attı. 3 yıl içinde tüm dikkatleri üzerine çeken Higuai­n, daha 20 yaşında dünyanın en büyük kulüplerinden Real Madrid'e 12 milyon Euro bedelle transfer oldu. 6 yıllık İspanya macerasında bir türlü istenilen patlamayı gerçekleştiremeyen Arjantinli, iki yıl önce Serie A ekiplerinden Napoli'nin formasını sırtına geçirdi, 37 milyon Euro gibi büyük bir meblağ karşılığında.

Arjantin'in 10 numarası

Eski topraklardan kim kaldı dercesine bir isim... Bilgisayar oyunlarımızın baş karakteri Ariel Ortega da Los Millonarios çocuğu. Kısa ve çelimsiz fiziğine rağmen büyük futbol aklı, saha görüşü ve pas becerisi ile tartışılmaz bir isim. Kırmızı Şeridi 17 yaşında üstüne geçiren ve 5 sezon boyunca takımın beyni olan Ortega, Avrupalıların ilgisini biraz geç çekti üzerine… ‘El Burrito' lakaplı Arjantin Milli Takımı'nın 10 numarası, Maradona'nın veliahdı ilan ettiği, 1994 Dünya Kupası'nda onun yerine oyuna giren Ortega için artık Türkiye vakti gelmişti. 2002 yazında büyük pazarlıklar sonrasında 6 milyon 500 bin Euro karşılığında transfer edildi, Fenerbahçe'ye… İki yıl önce 39 yaşında iken kariyerine son noktayı koyan Tangocu, 431 lig maçında 119 gol ile veda etti, futbola…

114 yılda kimler geldi kimler geçti...

River Plate, ismini Buenos Aires ile komşu ülke Uruguay'ın başkenti Montevideo'yu ayıran Rio de la Plata nehrinden alır. İngiliz denizciler tarafından 1901 yılında kurulduktan 4 yıl sonra bölgenin zenginleri tarafından alınan Los Millonarios lakaplı kulübün yetiştirdiği diğer yıldızlar ise şöyle: Roberto Pereyra, Manuel Lanzini, Martin Demichelis, Maxi Lopez, Diego Buonanotte, Pablo Aimar, Javier Saviola.

Sanata darbe vurmayın efendiler

$
0
0

Hatırlayalım neler yaşandığını. Freni patlayan bir araba gibi sağa sola çarparak ilerleyen iktidar, kendini aklamak için geçtiğimiz yıl ‘Kod Adı: K.O.Z.' adlı bir film çektirdi.

Gezi sürecinden 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarına, MİT müsteşarının ifadeye çağrıldığı 7 Şubat krizinden dinlenme skandallarına yakın tarihte yaşanan sıcak gelişmeleri konu edinen politik bir film. Bütün kötülüklerin sorumlusu olarak Hizmet Hareketi'ni gösteren, iktidarı pir ü pak sunan bir yapım. Devletin bütün olanaklarını kullanarak arkasına büyük bir rüzgâr alıp seyircinin karşısına çıktı ancak gişede büyük hüsran yaşadı.

Yıllar sonra bugünler tarih kitaplarına geçtiğinde üzerinde tekrar tekrar konuşulacak bir proje Kod Adı: K.O.Z. Adı üzerinde proje. Niteliğinden ziyade varlık sebebiyle önem arz eden; iktidarın, fikirlerini daha geniş kitlelere ulaştırmak için sinemayı aracı olarak kullanıp propaganda yaptığı bir yapım. Hikâye henüz fikir aşamasındayken yapımcısı iktidara yakın kanalları gezerek yazılmayan senaryonun belirlenmeyen oyuncularının ölümle tehdit edildiğini iddia edip yaşananların tek sorumlusunun ‘paralel yapı' olduğunu savunmuştu. Çekimler bittikten sonra asıl ‘misyon' ortaya çıktı. Film baştan sona öteki üzerinden AKP'yi günahlarından arındırmaya çalışıyor. K.O.Z.'un gösterim sürecinde yaşananlar ibretlik. Devlet desteğiyle sinema tarihimizin en büyük reklam kampanyası düzenlendi. Haftalarca televizyonlara tanıtım videoları gösterildi, billboardlara devasa afişler asıldı. İstanbul, Ankara, Gaziantep gibi birçok ilde belediyelerin organize ettiği oyuncu katılımlı ihtişamlı galalar düzenlendi. Emniyet ve parti teşkilatları tarafından özel gösterimler organize edildi, halk belediye otobüsleriyle salonlara taşındı, hatta vizyon zamanı kültür merkezlerinde ücretsiz gösterimler bile yapıldı. Bütün çabalara rağmen film gişede hayal kırıklığı yaşattı. Yapım kadrosu, Recep İvedik 4'ün 7 milyonluk izleyici rekorunu kıracaklarını söylemişti ancak gelin görün ki 388 salonda gösterilmesine rağmen sadece 300 bin kişi tarafından izlendi.

Şimdi karşımızda benzer bir film var: Darbe. Yine AKP'yi aklayan, yücelten bir proje. Merkezinde 7 Şubat'ta ifadeye çağırılan MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın hikâyesi yer alıyor. Bir dağ karakolunun teröristler tarafından basılması ve yaşanan çatışmada karşı karşıya gelen iki kardeşin hikâyesiyle başlayan film, çözüm süreci ekseninde devlet içindeki hesaplaşmalara ayna tutmaya çalışıyor. Bildik, tanıdık bir dille… Yönetmenliğini Yasin Uslu'nun üstlendiği, gazeteci, yazar Avni Özgürel'in senaryosunu kaleme aldığı film, ilk proje gibi gişede hayal kırıklığı yaşattı. 145 salonda gösterildi, bir ayda yalnızca 19 bin kişi tarafından izlendi. Sonuç gösteriyor ki, iktidar eliyle propaganda amacıyla çekilen filmlerin seyircide bir karşılığı yok. Meydanlarda binlerce defa işlenen nefret suçuna ortak olmak için seyirci neden para verip sinemaya gitsin? Hikâye eli yüzü düzgün anlatılsa amenna. O da yok. Yapmayın efendiler, bari sanatı siyasetinize alet etmeyin.

Televizyon için sinema filmi...

Macit Koper, ‘Türkiye sinemasının en büyük sorunu dizi estetiğiyle filmlerin çekilmesi' diyordu. Nasıl bir oyuncunun ekonomik nedenlerle dizide görünmesi gerekiyorsa, bir yönetmen de film çekmek için dizi setine inmek zorunda. Önümüzde Çağan Irmak'tan İsmail Güneş'e uzun bir liste var. Kültür Bakanlığı'nın verdiği destekle perdede kurgulamak mümkün değil ne yaparsın. Koper'in bahsini ettiği estetik sorunu son dönem başka bir yöne evrildi. Estetik bir kenara artık filmler televizyon izleyicisi için çekilmeye başladı. Bahsini ettiğim TV filmleri değil, sinema. Malumunuz televizyonun bazı kırmızı çizgileri var. Alkol ve tütün kullanımından şiddete geniş çizgiler… Özellikle düşük bütçeyle filmler yapan yönetmenlerin en büyük geliri televizyon satışları. ‘Orta şekerli' bir film, 300-400 bin TL'ye kanallara satılabiliyor. Yönetmenlerde satışı garantilemek için yöneticilerin izleyici profiline göre filmlerini tasarlıyor. Televizyon izleyici profili ile sinema izleyicisi profili bambaşka… Sinemadaki sonsuz dünya belirli çizgilerin arasına sıkışıp kalıyor. Bu dönüşümün sinemaya verdiği hasarı ilerleyen yıllarda hep beraber göreceğiz.

Maya sahnesi el değiştirdi

Alternatif tiyatrolar ekonomik olarak zor durumda. Gezi sürecinde iktidara eleştirilerini yüksek sesle dile getiren tiyatrolara devlet desteği kesilince süregelen sıkıntı daha da görünür oldu. Bu nedenle bazıları yerleşik düzenden ayrılıp gezici tiyatro olmayı tercih ediyor. Mesela geçtiğimiz yıl Hakan Gerçek Maya Sahnesi'ni kiralayıp düzenli olarak oyunlarını sahnelemeye başlamıştı. Tek kişilik oyunları Van Gogh, Üstü Kalsın, Savunma ile seyircinin karşısına çıkıyordu. İşler beklendiği gibi yürümedi. Yüksek kira, vergiler ve beklenen seyirci sayısına ulaşılamaması nedeniyle Gerçek Maya Sahnesi'ni devretti. Şimdi onun için bütün yeryüzü sahne.

Edirne'nin göçlerle bitmeyen imtihanı

$
0
0

Osmanlı Devleti'nin başkentliğini yapmış olmasından kaynaklanan kendine has karakteri ve mimarisi daha şehre girer girmez kendini belli eden Edirne, Balkanlar'a ve Avrupa'ya açılan kapı konumunda. Bunun sonucunda, tarih boyunca adeta bir göç durağı haline gelmiş. Edirne'nin kaderini anlamak için çok da eskiye gitmeye gerek yok. Baskıcı Bulgar rejiminden kaçan Türklerin 1989 yılındaki göçü, yaşı yeten herkesin aklındadır. O yıl Türkiye'ye gelenlerin üç yüz bine yakını Edirne'den Türkiye'ye girmişti.

Şimdilerde ise Edirne, Türkiye'den çıkmak için her yolu denemeye hazır, büyük çoğunluğu Suriyelilerden oluşan mültecilere mecburi ev sahipliği yapıyor. Almanya'nın göçmenlere kısa süreliğine kapılarını açmasıyla Avrupa'da bir gelecek hayali ile umutlanan mülteciler, Edirne'ye doğru yola çıkmış; bir kısmı otogarda kilitlenmiş, bazıları TEM otoyolunda protesto yapmıştı. Edirne'ye varmayı başarabilen iki binden fazla Suriyeli, şimdilerde Sarayiçi Er Meydanı tesisi içinde ve civarında hayat mücadelesi veriyor. Edirne yolunda sabah ayazında içim ürperince, o anda sokaklarda uyumak zorunda olan çocukların ne halde olabileceğini düşünmeden edemedim. Güneş doğarken vardığımız alanda, mültecilerin çoğu kaldırımlarda, koltuk aralarında battaniyelere sarılmış uyuyordu.

Gün boyu konuştuğumuz kadın, erkek, çocuk Suriyeliler, bir dokun bin ah işit halindeydi. Türkiye'de çok düşük maaşlarla çalışmaktan, maaşlarını alamamaktan, yüksek kiralardan, pahalılıktan, ama en çok da çocukları için bir gelecek umutları olmamasından şikâyetçilerdi. Ne pahasına olursa olsun Avrupa'ya geçeceğiz diyenler çoğunluktaydı. Minik Aylan'ın Bodrum sahiline vuran görüntüsü ve denizdeki ölümler, onları karayoluna yönlendirmişti.

Büyükler durumun vahametindan kaynaklanan endişeyle karışık umut içinde beklerken, çocuklar her yerde çocuktu. Onca çöp yığını, uzun yemek kuyrukları, hijyenden fersah fersah uzak tuvaletler arasında hâlâ oyun oynayıp gülümsemeyi başarabilmeleri belki de çocuk olmanın gereğiydi. Edirneli halkın onlara getirdiği giysilerle bayram öncesi sevinebiliyorlardı.

Edirne'nin kapasitesi yeni bir göç dalgasını kaldırır mı bilinmez, ama mülteci sorununun kısa vadede çözülemeyeceği ortada.

Anadolu'dan kimler geldi, kimler geçti?

$
0
0

Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği yerde bir kavşak konumundaki Anadolu, bu coğrafi pozisyonu itibarıyla yüzyıllardır insan göçlerine sahne oluyor.

Komşumuz Suriye sınırları içinde patlak veren savaş, ülkenin stratejik mevkiini tekrar gözler önüne serdi. Siyasi çalkantılar, afetler, kıtlık ve iskan politikasının yanı sıra savaş da Anadolu'ya yeni bir göç dalgası anlamına geliyor. Yüzyıllardır devam eden muhaceretin tarihi, tamamen kayıt altına alınabilmiş değil. Düzenli ve düzensiz olmak üzere muhtelif başlıklarda seyreden göçler, yakın tarihte yazılan bir kitapla hafızada şekillenecek bir hale geldi. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan “Türkiye'nin Göç Tarihi, 14. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Türkiye'ye Göçler” çalışması için bahsi geçen bu kitle hareketlerini teşhis ve tetkik etme adına kapsayıcı bir girişim diyebiliriz. Konu hakkında araştırma yapan akademisyenlerin tebliğ ve makalelerini M. Murat Erdoğan ve Ayhan Kaya derlemiş. Coğrafyamızdaki insan hareketliliğini neden-sonuç ilişkisi dâhilinde inceleyen yazılarda asırlar boyunca yeni kültür ve yaşayışlarla renklenen Anadolu kültürünün izini sürülüyor. Tafsilatı arzu edenleri kitaba havale edip günümüzden on asır evveline uzanan göç hareketlerini bir haritayla sizlere sunuyoruz.

Mazlumlar göçüyor acısı kalıyor

$
0
0

Dünyanın dört bir yanından, dünyanın dört bir yanına göç edip duruyor insanlar. Kimi ekonomik sebeplerle, kimi daha iyi bir hayat için, en acısı da can korkusundan. Bu muazzam göç dalgasının tam ortasında yer alan Türkiye'nin son yüzyılında şahit olduğu göçlere göz attık. Ortaya şöyle bir sonuç çıktı: Mazlumlar yeni bir hayat umuduyla göç ediyor, kimi o umuda kavuşuyor, kimi de yüz yıl süren bir acıyla baş başa kalıyor.

İbn-i Haldun, yüzyıllar önce ‘coğrafya kaderdir' demiş. Savaşlar, açlık, zorla yerinden etmeler nedeniyle yurtlarından koparılanlar, yeni bir hayat umuduyla çıkıyor yola. Afrika'nın Eritre'sinden Asya'nın Myanmar'ına, Ortadoğu'nun karışık coğrafyasından Kafkasya'daki Türk cumhuriyetlerine kadar onlarca ülkeden Batı'ya doğru bir ‘nehir gibi' göç ediyor insanlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre, dünyada şu an itibarıyla 45 milyona yakın insan ya ‘umut yolculuğu'nda ya da mülteci kamplarında belirsizlik içinde bekliyor. Çoğu, vardıkları ülkelerde sokaklarda, köprü altlarında, harabe ve yıkıntılarda hayat mücadelesi veriyor. Türkiye, dünyadaki muazzam göç dalgasının tam ortasında bir ülke. ‘Stratejik konumu' buna elverişli. Son yüzyılda kendi içinde Balkan göçleri, mübadele, 6-7 Eylül olayları gibi toplu göçlere maruz kalan Türkiye, 90'lı yıllardan itibaren ise Doğu ve Güneydoğu'da yaşanan çatışmalar nedeniyle bir göç dalgası daha yaşadı. İran-Irak savaşında da Irak'tan kaçan binlerce kişi Türkiye'ye sığındı. Suriye'de 4 yıl önce başlayan iç çatışmalardan dolayı milyonlarca insan çevre ülkelere göç etmek zorunda kaldı. Resmi rakamlara göre 2 milyonun üzerinde Suriyeli, Türkiye topraklarına sığındı. Terör örgütü IŞİD'in Irak'ın Şengal bölgesini işgali sonrası yüz binlerce Ezidî; de güç bela kendini Türkiye topraklarına atabildi. Suriye sınırında Suruç'un karşısında bulunan Kobani'den yine yüz binlerce sığınmacı geldi. İşte Balkan göçlerinden başlayarak günümüzde de ara vermeden devam eden ‘Türkiye'ye göçün 100 yıllık' hikâyesi…

AYLARCA TREN GARINDA YAŞADILAR

Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki topraklarını kaybetmesiyle bu geniş coğrafyada yaşayan Türkler de ‘anavatan' belledikleri Anadolu'ya dönmeye başladı. Yunanistan ve Bulgaristan'daki yüz binlerce insan evlerini terk ederek Türkiye'ye yöneldi. Karşılıklı husumet o kadar arttı ki, Edirne ve Kırklareli gibi şehirlerde yaşayan Bulgarlar ve Rumlar da Balkanlar'a sevk edildi. Makedonya'dan 250 bine yakın Türk çıkarılırken, buna karşılık Trakya bölgesindeki Rum ve Bulgar nüfus Osmanlı topraklarından çıkarıldı. Yunanistan ile Osmanlı Devleti, 1 Temmuz 1914'te bir anlaşmaya vararak karşılıklı mübadeleyi kabul etti. Bu süreçte gelen 1 milyona yakın insan Anadolu'ya, çeşitli köylere yönlendirilerek iskân edildi. Atatürk'ün manevi kızı Afet İnan'ın anılarında anlattığı gibi, Sirkeci Garı'nda binlerce kişinin aynı anda kalma sı ve burada aylarca konaklaması sonucu zaman zaman tren seferleri aksadı. 1989 yılına kadar Balkanlar'dan 2,2 milyon kişinin geldiği tahmin ediliyor.

‘ÖTEKİ'NİN GÖÇÜ

1955 yılında cereyan eden 6-7 Eylül olayları tarihimize hazin bir sayfa olarak eklendi. İstanbul'da ve diğer şehirlerde yaşayan on binlerce Rum Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldı. Geriye kalan Rumlar ve Yunan uyruklular da bundan birkaç yıl sonra 1964 yılında Kıbrıs Harekâtı'nın ülkede oluşturduğu ortamdan çekinerek gemilerle, trenlerle Türkiye topraklarından gitti. Geriye ise çoğu yaşlı olmak üzere sadece 3 bin kişi kaldı.

KIRSALDAKİLER ‘TAŞI TOPRAĞI ALTIN' ŞEHRE HÜCUM ETTİ

1950'den itibaren taşrada Türkiye'nin merkezi kabul edilen İstanbul'a yoğun göçler yaşandı. İç nüfus iş ve aş için büyük şehirlerin yolunu tuttu. İstanbul 40 yılda 2-3 milyondan 15 milyonluk devasa bir nüfusa ulaştı. Benzer bir iç göç hareketi de 1990'lı yıllarda yaşandı. Doğu ve Güneydoğu'da yaşanan çatışmalardan kaçan milyonlarca kişi, şehirleri ve köyleri boşaltarak İstanbul Mersin, Adana, Malatya'ya yerleşti.

UMUDA YOLCULUK HİÇ BİTMEDİ

İran-Irak arasında 80'li yılların sonlarına doğru yaşanan savaştan kaçan yüz binlerce kişiye de Türkiye kapılarını açtı. Yıllarca kamplarda yaşayan bu sığınmacılar, sonraki yıllarda ülkelerine geri döndü. Şah dönemi İran'ından 1 milyonun üzerinde muhalifin bu ülkeden kaçtığı belirtiliyor. Bunların önemli bir kısmı Türkiye üzerinden ya yasal yollarla ya da kaçak olarak kendini Avrupa'ya atabildi. Afganistan ve Pakistan'dan her yıl kaçan binlerce kişinin de uğrak yeri Türkiye. Kaçakçılara binlerce dolar ödeyip kamyon kasalarında deyim yerindeyse ‘kapağı Türkiye'ye atan' mültecilerin bir kısmı ucuz işlerde çalışarak hayata tutunmaya çalışıyor. Bir kısmı yakalanıp sınır dışı edilirken, önemli bir kısmı da deniz yoluyla Avrupa'ya geçmeye çalışıyor. Bu geçiş esnasında denizlerde kazalara kurban gidenlerin hikâyeleri bu yaz daha çok düştü ülke ve dünya gündemine. Her gün batan teknelerde can veren mülteci fotoğrafları ve o fotoğrafların barındırdığı acıklı hikâyeler düşüyor ajanslara. Yunanistan ve İtalya gibi ülkelere varabilenler kendilerini şanslı sayıyor. Sadece 2014 yılında Ege Denizi'ni geçerek kaçak yollarla Avrupa'ya gitmek isteyenlerden “kurtarılanlar”ın sayısı 10 bini geçti.

VE SURİYELİLER AKIN AKIN GELİR…

‘Arap Baharı' denilen süreç Ortadoğu'yu altüst etti. Mısır, Tunus, Cezayir gibi ülkelerde sokaklar karıştı, rejimler kısmen veya tamamen değişti. Ancak bunların hiçbiri Suriye'deki kadar kanlı ve uzun sürmedi. 2011 yılında barışçıl gösterilerle başlayan iç çatışmalar, 200 bine yakın insanın ölümüne neden olurken yaklaşık 6 milyon kişiyi de evinden etti. Resmi rakamlara göre 2 milyonu aşkın Suriyeli kurtuluş çaresi olarak Türkiye topraklarını seçti. Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa başta olmak üzere Mersin, Adana, Kahramanmaraş, Malatya, Kayseri, Eskişehir, Ankara ve İstanbul'a yüz binlerce göçmen yerleşti. Sınır illere kurulan çadır kentlerden ayrılan Suriyeli sığınmacıların önemli bir kısmı yukarıda belirttiğimiz şehirlerde metruk binaları, köprü altlarını ya da kentsel dönüşüm için boşaltılan gecekonduları mesken tuttu. Güvenlik sorununu da beraberinde getiren bu durum ise en çok ‘ucuz iş gücü' arayanlara yaradı.

‘Yankı' bebeğin yankısı

Dünya o bebeği ‘Aylan' olarak tanıdı. Oysa Kürtçedeki kullanımı ‘Alan'dı ve anlamı da ‘Yankı'ydı. Yuvası yıkıldığı için ailesiyle birlikte ‘yeni bir yuva' umuduyla yola çıkan Alan Kurdî;'nin minik cansız bedeni, bindikleri teknenin batması sonucu Bodrum kıyılarına vurdu. Suriye'deki iç savaşa, göçmenlere, milyonlarca sığınmacıya göz yuman dünya, bir anda minik Aylan'ın fotoğrafıyla sarsıldı. Fotoğraf dünyanın vicdanında ‘yankılandı'. Başta Almanya olmak üzere pek çok ülke, göçmen kabul edeceğini açıkladı. Türkiye üzerinden yüz binlerce Suriyeli kimi yaya, kimi araçlarla, kimi kaçak yollarla Avrupa'ya doğru aktı, akıyor. İki milyonun üzerinde Suriyeliyi ağırlayan Türkiye, dünyadaki göç hareketlerinin tam ortasında yer aldığı için dünyanın göçmen kabul etmesinden memnun. Edirne ve Esenler Otogarı'nda Avrupa'ya geçmek için bekleyen binlerce Suriyelinin her gün televizyon ekranlarından, gazete manşetlerinden vicdanlarımıza konuk olduğu bugünlerde, Türkiye'nin son yüzyılında şahit olduğu göçlere göz attık. Ortaya şöyle bir sonuç çıktı: Mazlumlar yeni bir hayat umuduyla göç ediyor, kimi o umuda kavuşuyor, kimi de yüz yıl süren bir acıyla baş başa kalıyor.

Hostesler zoraki gülümsüyor

$
0
0

Kabin memurlarından, uçuş emniyetini sağlamalarının yanı sıra kusursuz yemek servisi yapması ve yolculara konforlu seyahat sunması isteniyor. Ancak bunu başarabilmek çok da kolay olmuyor.

En gözde meslekler arasında gösterilen kabin memurluğu (hostes), gençlerin tercihlerinde üst sıralardaki yerini koruyor. Bu sebeple olsa gerek işe alımlarda binlerce müracaat yapılıyor. Ancak bu zorlu mesleğin dışarıdan görüldüğü gibi çok da cazip olmadığını söylemek gerekir. Zira işe girenlerin pek çoğu özellikle yoğun çalışma temposu ve buna bağlı çeşitli rahatsızlıklar nedeniyle birkaç yıl sonra ayrılmak için fırsat kolluyor. Ayrıca düşük maaşın yanı sıra düzensiz çalışma temposu da gençleri bezdiriyor ve kısa sürede işten soğumasına yol açıyor. Neden mi? Çünkü sayıları 13 bini aşan bu genç kabin memurlarından, asli görevi olan uçuş emniyetini sağlanmasının yanı sıra yorulmadan ve bıkkınlık göstermeden uçakta kusursuz yemek servisi yapması ve yolculara konforlu seyahat sunması isteniyor. Yolculara çoğu zaman yaşadığı aşırı yorgunluk ve moral bozukluğunu hissettirmemeye çalışan kabin memurları ise her şeye rağmen ‘zoraki gülümsemeyle' görevini kusursuz yapmaya çalışıyor.

Kabin memuru olabilmek için en az 18 yaşında olmak ve orta seviyede İngilizce bilmek gerekiyor. Boy ve kilo oranlarında da sorun olmadığı takdirde kabin memuru olabilme ihtimaliniz artıyor. Ancak müracaatlar yoğun olduğundan, İngilizce dil seviyenizin yüksek olması hatta ikinci bir dil bilmeniz, işe girme şansınızı yükseltiyor. İşe giremeyenler ise o kadar da üzülmüyor. Çünkü havayollarının yeni uçak alımları ve en önemlisi de işten ayrılan kabin memurlarından oluşan kadro açığının kapatılması için sık sık iş alımları yapılıyor. O kadar çok ihtiyaç oluyor ki, 40 yaşın üstünde dahi tecrübeli kabin memuru iş ilanı veriliyor. Ayrıca özel havayolu şirketlerinde düşük maaşla çalışanlar da, kısa süre sonra daha iyi sosyal şartlar sunan THY'ye geçebilmek için tüm ilanları yakından takibe başlıyor.

Hosteslerden çok şey isteniyor

Pegasus Hava Yolları Kabin Hizmetlerinden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Nurçin Özsoy, kabin memurluğunun, her dönemde çok cazip bir meslek olarak gösterildiğini ancak sektörün gelişmesiyle kabin memurlarının görev ve yükümlülüklerinin arttığını söylüyor. Kabin memurlarının, misafirlerin güvenli ve huzurlu şekilde seyahat edebilmesini sağlamakla görevli olduğunu anlatan Özsoy, kabin memurundan ayrıca bireysel gelişimine önem vermesi, duygusal zekâsını kullanabilmesi, ekip çalışmasına uyum sağlayabilmesi, kriz anında duygularını ve çevresini kontrol edebilme yeteneğine sahip olmasının beklendiğini dile getiriyor. Yani kabin memurlarının önce kendileriyle sonra insanlarla barışık, hareketli, enerjik, vücut direnci yüksek, yoğun uçuş temposuna ayak uydurabilecek yapıda olmaları ve profesyonel düşünebilmeleri gerekiyor. Çünkü duygusal zekâsı ve hayat enerjisi yüksek kişilerin ‘hizmet sektöründe' de başarılı olduğu bir gerçek. Kabin memurluğu da hizmet ve yönetimi bir arada bulunduran bir meslek. Bu sebeple başarılı olabilmek için profesyonel davranış biçimini (hizmetin gerekliliklerini yerine getirmek) seçmek gerekiyor.

Zorlu bir eğitimden geçiyorlar

Gençlerin hayallerini süsleyen kabin memurluğu mesleği, yoğun eğitim programlarıyla da dikkat çekiyor. Kabin memuru sertifikası alabilmek için çok disiplinli bir eğitim sürecinden geçen gençler, uçuş görevleri süresince de teorik ve pratik eğitime devam ediyor. Kabin memurluğu eğitimi alanlar, teorik derslerin ardından kabin simülatöründe pratik eğitim görüyor. Hostes adaylarına simülatörde; uçakta çıkan yangına müdahale, kazada yolcu tahliyesi ve ilkyardım gibi konularda uygulamalı eğitimler sunuluyor.

Dezavantajı da çok

Kabin memurluğunun pek çok avantajının yanı sıra dezavantajı da bulunuyor. Uçuşlarla ülkeleri, kültürleri ve ilginç karakterdeki insanları tanıma fırsatı yakalıyorlar. İnsan ilişkilerini ve empati yeteneğini geliştiren bu meslek, zorluklarla daha kolay başa çıkmayı, pratik düşünmeyi sağlarken, insanları daha iyi tanıma imkânı sunuyor. Bu kazanımları mesleğin avantajları arasında sayabiliriz. Yorucu kabin memurluğunun, yoğun iş temposu nedeniyle sosyal hayatı olumsuz etkilemesini ise dezavantaj olarak gösterilebiliriz. Ayrıca basınçlı ortamda çalışırken, radyasyona da maruz kalıyorsunuz. Uçuşlarınızdaki saat farkı nedeniyle gidilen ülkelerdeki beslenme düzeni de bozuluyor. Ağır kaldırmaktan bel fıtığı olma, ayakta durmaya bağlı çeşitli hasatlıklara yakalanma ve Afrika seyahatlerinde ölümcül virüs kapma riski de oldukça yüksek.

Atlasglobal'den yeni hizmet

Atlasglobal Havayolları, yolcuların hayatını kolaylaştırmak amacıyla sağladığı hizmetlere bir yenisini daha ekleyerek ‘Watch' uygulamasına başladı. Uygulamayı indiren yolcular, bilet detaylarını, seçtikleri koltukları, uçuşların kalkış-varış bilgilerini ve ücretsiz servis Fly&Bus hizmetlerini görüntüleyebiliyor. Apple Watch ve Android Wear saatlerde kullanılabilen uygulama, Türkiye'de havayolları arasında geliştirilen ilk ‘Watch' aplikasyonu olma özelliğini taşıyor.


Dostoyevski ile zaman tünelinde

$
0
0

Önce bütün eserleri baştan sona tarandı, sonra biyografisi. Moskova'da yoksulluğun içine doğduğu evden, Petersburg'da gözyaşları içinde ilk eseri ‘İnsancıklar'ı yazdığı küçük odaya, Suç ve Ceza'nın ana mekânından hayata gözlerini yumduğu şirin daireye kadar hayatı boyunca uğradığı bütün duraklar çıkarıldı. Şimdi Dostoyevksi'nin izinde Rusya'dayım.

Petersburg'dayım. Üstümde gri bir gökyüzü. Karşımda taş kaldırımlı, karanlık geniş sokak. Sokağın başında dört katlı kahverengi yalın bir bina, gelin gibi sade, alımlı. Bedenimde tatlı bir yorgunluk hissediyorum, göğsüme bir kelebek ordusu konmuş sanki. Mutluyum. Elimdeki haritaya bakıyorum, sonra karşı binaya. Evet, eminim, Dostoyevski'nin evi burası… Gözünün gördüğü her şey çikolataya dönen bir çocuk gibi heyecanım artıyor. Zira bu an için iki aydır hazırlanıyorum. Dostoyevski'nin külliyatını tekrar okudum; yaşadığı, karakterlerini yaşattığı yerlerin adlarını eserlerinden ayıklayıp bir harita çıkardım. ‘Yazarın hayata gözlerini açtığı, gözyaşları içinde ilk eserini kaleme aldığı evi, Raskolnikov'un kaldığı otel odasını, son eseri Karamazov Kardeşler'i yazdığı ev neresi? Nasıl bir ortamda yazar, beslenme kaynakları neler?' sorularına cevap arıyorum. Kafamda çoğalan soruları sokakta bırakıp eve ilk adımımı atıyorum.

Dostoyevskaya Metro İstasyonu'nun gördüğü bu bina, yazarın Karamazov Kardeşler'i yazdığı, son iki yılını geçirip hayata gözlerini yumduğu ev. Şimdi müze. Öldüğü günkü gibi aynen korunuyor, aynı ruhla… Ahşap merdivenleri tırmanıp duvarları fıstık yeşili kağıtlarla kaplı bir daireye giriyorum. Kapının eşiğinde ustanın başından hiç çıkarmadığı siyah fötr şapka, sağda boş portmanto, içinde kim bilir hangi karakterlerin hapsedildiği büyülü bir sandık. Koridor iki odaya çıkıyor. Sol oturma odası, sağ çalışma. Başkasının günlüğünü gizlice okuyormuş tedirginlik ve heyecanıyla soluğu çalışma odasında alıyorum.

Ustanın mahremi…

Üstü yeşil, ahşap bir çalışma masası, mavi mürekkep kutusu, bakır kalemler… Köy evinden getirilmiş hissi veren halının üzerinde şirin bir atlı karınca, dantel elbiseli bebek duruyor. İlk eşini kaybettikten sonra evlendiği sekreteri Anna ile yaşadığı, Karamazov Kardeşler'in karakterlerini ete kemiğe büründürdüğü dünya bu küçük oda. Üç yıl süren eserinde nice iç sancılar çekti, ruhunu dinlendirmek için odayı kaç defa turladı bilinmez. Yaramaz çocukları Lyuba ile Fedya romanın en can alıcı yerinde babalarının sakallarına yapışıp nasıl çekti salona. Anna hangi koltuğa kurulup eserdeki noksanlıkları düzeltti... Hepsi zihnimde belli belirsiz canlanıyor.

Dostoyevski, çocukları uyuduktan, şehrin sakinleri sıcak yataklarına çekildikten sonra masanın başına geçermiş. Gün ağarınca bırakırmış kâğıdı kalemi. Öğlene kadar uyur, kalkar kalkmaz hazırladığı demli çaya uzanırmış eli. Çay ve sigara… Öğleden sonra akşam altıya kadar yazdıklarını gözden geçirirmiş. Sonra kendiyle baş başa kalmak için bir saat daha çekilirmiş odasına. Akşam yemeğinden sonra bir-iki saatlik yürüyüş, sonra yine karanlık geceler, kitaplarının renkli ve tehlikeli dünyasına yolculuk... Bu arada ekleyeyim: Çok düzenli bir yazar, bir hayli titiz. Gazetesinin, küllüğünün dahi özel bir yeri var, yerlerinin değiştirilmesinden asla haz almaz. Çalışma odası adeta bir mabet. Arkadaşlarını, dostlarını içeri sokmaz, salonda ağırlar.

Başka bir çalışma odası…

Salona geçiyorum. Krem örtüyle örtülmüş, orta boy bir yemek masasının üzeri şık beyaz porselenlerle dolu. Dolabın üzerinde emaneten duruyor saat. Sanki yazar her zamanki gibi demli çayını içtikten sonra masaya ailesiyle kurulacak. Çocuklar harçlık isteyince bütün parasını kumarda kaybeden hatta borçlarından dolayı hapse düşme tehlikesi yaşayan baba ölüm sessizliğine bürünecek, kim bilir.

Hayaller kurarken salonu gören başka bir çalışma odasına giriyorum. Çocukların bile alınmadığı bir oda anlaşılan. İçinde kırmızı bir sedir, üstü yeşil bir masa, ince işlemeli iki sandalye, ahşap dolapta ciltli onlarca kitap… Yazarın ikinci yazı dünyası.

Müze evler hep terk edilmiş duygusu verir. Evdeki bütün nesneler sahibine özlem duyar hatta ağıt yakar. Dostoyevski evinde hâlâ yaşıyormuş hissi hakim. Sanki, yazar paraya sıkışınca her zaman yaptığı gibi Nevski Caddesi'ndeki yayıncılardan avans almak için çıkmış (Anna, hatıralarında eşinin yayıncıların eşiğini nasıl aşındırdığını uzun uzadıya anlatır), gelecek birazdan. Birden aklıma yazarın bu evde öldüğü geliyor. Ürperiyorum. Epilepsiden dolayı ciğer kanaması geçirirken içerdeki beyaz yatağa mı uzandı gerçekten. Anna karyolanın hangi köşesinde durup İncil'den pasajlar okudu. Dostoyevski öldükten sonra on binler kapının önüne birden nasıl yığıldı. Sorular arttıkça zaman ağırlaşıyor, uzaklardan bir sesin daveti işitiliyor.

Eşiyle tanıştıkları zaman…

Ertesi gün… Ayaklarımın altı su toplayana kadar gezdiğim, bütün taş sokaklara ayak izimi bıraktığım serin bir günün gecesi sesin kaynağını buluyorum. Griboyedova nehrine yakın Kaznaçeiskaya Sokağı... ‘Tuttuğu evlerin, sokakların köşesinde ve her daim kiliseye yakın olduğu' bilgisiyle iz sürüyor, karakterlerin yaşadığı yerlerden gerçek mekânları bulmaya çalışıyorum. Tuhaftır, sarı ışıkların aydınlattığı nehre paralel sokağın sonuna yaklaşırken Raskolnikov'un nefes alış verişini hissediyorum. Sanki karanlık pencerelerin birinden gizli bir el çıkıp, tutup beni içeri çekecek, gizemli cinayetin parçası haline getirecek. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor. Korku, heyecan iç içe. Saatime bakıyorum, gecenin biri. 10-15 adım sonra sokağın bittiği kaldırımda duruyorum.

Köşe başında beş katlı, sade, alımlı bir bina… Ahşap kapının solunda gölge gibi beliren yüz dikkatimi çekiyor. Yüz, Dostoyevski'ye ait bir heykel. Duvardaki levha sorulmaya hazır soruyu cevaplıyor: “Suç ve Ceza, Kumarbaz, Yer Altından Notlar romanlarının yazıldığı ev burası. Alonkin Apartmanı.” Yeni buradan çıktı o cinayet işleyen aydın, dürüst genç, kumar müptelası, hasta memur… Evi izliyor, yazara dokunuyormuş hissiyatıyla mimarî;sini inceliyorum. Ev müze değil, içinde yaşayanlar var. Ancak üç yüz yıl öncesinden bugüne değişen bir şey yok. Daha önce gördüğüm 19. yy'ın başındaki fotoğrafla birebir benzer. Masum bir bebeği izler gibi taş binayı seyre dalıyorum. Dili olsa da konuşsa, anlatsa biriktirdiği hikâyeleri… Suç ve Ceza romanının tefrikası henüz devam ederken yazarın yayıncısı Stellovski, ağır şartlar içeren bir sözleşme imzalatmıştı yazara. Suç ve Ceza'yı ve Kumarbaz'ı 1 buçuk ay içinde tamamlamazsa bütün eserleri üzerindeki telif haklarını kaybedecekti. O süreçte bu eve kapanıp geceli gündüzlü çalışmıştı. Bu sırada bir dostu verimli çalışması için ona bir sekreter tavsiye etti. Dostoyevski'nin verimli çalışması için şartları olgunlaştıran 20 yaşındaki Anna ile arasındaki dostluk zamanla aşka dönüştü, dört ay sonra evlenip bu eve yerleştiler.

İnsancıklar'ın ana yurdu

Bir sonraki gün… Yazarın diğer evlerinin yolundayım. Heykelleri, barok mimarî;siyle inşa edilen tarihî; evleri, ihtişamlı köprüleri selamlayarak ve doyasıya kaybolarak iz sürüyorum. Yollar beni tanıdık bir caddeye çıkarıyor, Vladimirski'ye… Yine köşe başında kocaman ahşap kapılı, eski, sade dört-beş katlı bir ev. Dostoyevski'nin müze olan evinin bir üst sokağı. Yine kapıda yazarın silüeti, yaşanmışlığını özetleyen Rusça bir levha. İçinde yaşayanlar olduğu için misafir kabul etmeyen bina, yazarın ilk eseri İnsancıklar'ı yazdığı yer… Stefan Zweig'ın tanımlamasıyla 1844 yılında 24 yaşındayken henüz ‘tutkulu bir ateşle neredeyse gözyaşları içinde' yazdığı eserin ana yurdu... Bu kiralık dairede tek başına değildi Dostoyevski. Sibirya'da tanıştığı Alman bir dostuyla yaşıyordu, sonrasında onun keşfine vesile olan Dimitri yanına taşındı. İnsancıklar'ın ilk müsveddesini okuduktan sonra gözyaşlarına boğulan, gün ağarmadan dönemin saygın editör-yazarlarından Nekrasov'un kapısına dayanan ‘bu iş uykudan hayırlıdır' deyip hayranlıklarını paylaştığı kişi… Sonrası malum, devrin koca reisi Belinski okur, ‘Yeni bir Gogol'ümüz doğuyor!' diyerek yeni bir devrin başladığını ilan eder. Soğuk kahverengi binayı izlerken ister istemez bir duygu kümesi sarıp sarmalıyor insanı. Belinski'nin ‘Burada neler başardığınızın farkında mısınız siz?' yorumundan sonra Dostoyevski'yi hissettiği korkuyu, ansızın gelen başarı karşısında duyduğu tatlı ürpertiyi hissediyorum. Yüreğinde yücelmeyle eziklik, tevazuyla gurur yer değiştirirken hangisinin sesine kulak vermişti acaba? Sarhoş gibi yalpalayarak sokakları dolaştıktan sonra geldiği evde gözyaşlarında birleşen mutlulukla acının farkında mıdır şimdiki sakinleri? Kuvvetle muhtemel.

Petersburg'da iki ev daha…

Moskova doğumlu Dostoyevski'nin Petersburg'daki ilk evi Ligovski Caddesi'nde. Mühendislik mektebinde okurken yerleştiği evi babası sık sık gelip ziyaret eder. En huzurlu yaşadığı dönem bu olsa gerek. Zira saygın bir yazar olduktan sonrası sürgün, hapis ve bedeni ele geçiren bir hastalıkla geçti.

Meşhur müzisyen Rimski-Korsakov'un adını verdiği caddesindeki evleri Petersburg'daki bir diğer adresleri. Moskova'dan dönüşte (1871) yerleştikleri ev. Şirin oğulları Fiyodor doğmuş burada. Suç ve Ceza'da Marmeladov'un uğradığı fayton kazası burada yaşanıyor. Yaşanmışlıklardan ne kadar beslendiğini varın siz hayal edin.

Doğduğu ev Moskova'da

Son durak, Dostoyevski'nin Moskova'daki doğduğu yer. Yazarın adını taşıyan metro istasyonuna yürüme mesafesinde üç katlı mütevazı bir ev. Düşük bütçeyle zevkle döşense de dört çocuğun duvarları maviye boyandığı minik bir odada büyüdüğü küçük bir dünya… Zweig der ki, Dostoyevski hayatının 56 yılının tümünü sefalet, yoksulluk ve mahrumiyet içinde geçirdi. Kumar tutkusu nedeniyle yaşadığı ekonomik sıkıntıları, muhalif kimliğinden dolayı Sibirya'daki sürgün yıllarında çektiği acılardan haberdarız ama yaşadığı evlere bakınca yoksulluğun nispeten görünür olduğu tek yerin burası olduğunu söyleyebilirim. Asker doktor baba, köylü anne ve dört kardeşiyle ayın ortasında kaç defa salonda toplanıp ay sonunu düşünerek hesap yaptıklarını biliyoruz. O uzun suskunluklarda neler konuşulduğundan bî;haber olsak da... Bu yoksulluk sadece maddî; olmasa gerek. Yine Zweig'ın deyimiyle Dostoyevski'nin hayatı boyunca kahramanları gibi mağara adamı gibi yaşamasında nar taneleri gibi darmadağın ailenin etkisi hiç yok mu. Elbette var.

Dostoyevski'nin doğumundan 16 yaşına kadar (annesini kaybettikten sonra Petersburg'a askerî; okula gider) yaşadığı ev burası. Yazarın çocukluğunda iz bırakan dadısı bildiği bütün halk hikâyelerini bu evde paylaşır minik Mihayloviç ile. Eserlerindeki güçlü fakir halk imgesinde dadısının payı büyüktür. Bir de şöyle bir ayrıntı var. Babasının çalıştığı hastaneye sık sık gider, gözlem yaparmış. Hasta, yoksul bireylerin bir kısmının oradan esinlenildiği söylenir.

Raskolnikov nerede yaşadı?

Bu ev Dostoyevski'nin yazın hayatında başka bir öneme daha sahip. Suç ve Ceza'nın ana mekânı burası. Romanda Raskolnikov'un küçük odasında kaldığı pansiyonun ‘S...' sokağında olduğu geçer: “Beş katlı yüksek bir evin çatı katıydı ve odadan çok bir dolabı andırıyordu.” Yani Raskolnikov yazarın kaldığı evin odalarından birinde yaşıyordu. Dostoyevski'nin ismini vermekten itinayla çekindiği yer, köşedeki evin diğer sokağı Stolyarnyy. Anna Grigoriyevna da Ekim 1866'da eve dair izlenimlerini şöyle anlatır: “Ev, çok sayıda küçücük dairelerden oluşan kocaman bir binaydı. Tüccar ve esnaf takımı otururdu bu dairelerde. Girer girmez Suç ve Ceza romanının kahramanı Raskolnikov'un oturduğu evi hatırlatmıştı bana.” Evin soğuk, taş duvarlarına dokunurken uğultu halinde bir ses duyuyorum. Yeni bir davet.

Haftanın albümleri

$
0
0

Dünyaya ‘Bir Işık Sun'

M. Fethullah Gülen'in şiirleri bugüne kadar birçok müzisyen tarafından bestelenip yorumlandı. Hatta bu eserlerden birçok albüm yapıldı. Kırık Mızrap bunların içinde şüphesiz en akılda kalanlardan. Reşit Muhtar'ın seslendirdiği o albümün gizli kahramanı ise Mehmet Çelikdemir. Müzisyen yine Gülen'in şiirlerini besteleyerek ‘Bir Işık Sun' isimli albüme imza attı. Albümdeki yorumlar da dahil her şey Çelikdemir'in imzasını taşıyor. Sanatçı, kendi müziğimizden kopmadan ama güncel müziğin sunduğu imkânları da kullanarak kendine ait oluşturduğu tarzla bu şiirleri müziğin diliyle dünyaya sunuyor.

Yeni bir müzik akımı: Avustürk

Avusturyalı şarkıcı, besteci ve söz yazarı Karl Doblhammer ile Türk besteci, virtüöz ve aranjör Necip Yılgın bir araya gelerek ‘Avustürk' isimli grup kurdu. İki yıl önce tanışan ve müzik paydasında bir araya gelen müzisyenler, çalışmalarını ‘1 yıl 12 Ay' isimli albümde buluşturdu. Bunun sebebi, yaptıkları her şarkıyı bir aya adamış olmaları. İkili, ana müzik aletleri olarak Orta Asya kökenli tar ve armonikayı kullanmış. Bu iki enstrümanın seslerinin birbirini iyi bir şekilde tamamladığını söylemek gerek. Avustürk, güvensizlik ve korkunun olmadığı bir ortamda yeni işler üretmenin sınırları nasıl yok ettiğinin güzel bir örneği.

David Gilmour Rattle That Lock'la döndü

Müzikseverlerin merakla bekledikleri David Gilmour'un dördüncü solo albümü Rattle That Lock, tüm dünyayla birlikte ülkemizde de yayınlandı. Çalışma, sanatçının 2006'da yayınladığı ‘On An Island'ın devamı niteliğinde. Albümdeki şarkıların sözleri müzisyenin uzun yıllardan beri partneri olan Polly Samson imzası taşırken, albümün prodüktörlüğünde Phil Manzanera imzasını görüyoruz. Samson, albüme adını veren şarkının sözlerini John Milton'un Paradise Lost kitabından esinlenerek yazmış. Çalışma, dokuz yıllık bekleyişe değecek bir albüm.

Bizim köy

$
0
0

Darağacından indiren hastalık

Hastalıklar hayatı tehdit ettiği kadar hayat kurtarıcı da olabiliyor. Pakistan'da belinden aşağısı felçli bir mahkûmun idamı tartışılıyor. Tekerlekli sandalyedeki Abdul Basit, darağacına çıkarılırken ayakta duramadığı için idam edilmedi. Ülkede bu konudaki yönetmelikler mahkûmun darağacında ayakta durması gerektiğini belirtiyor. 43 yaşındaki Abdul Basit, altı yıl önce cinayet suçundan idam cezasına çarptırılmış, cezaevindeyken geçirdiği tüberküloz ve menenjit hastalıkları sonucu felçli kalmıştı.

Saatli bomba(!) okul değiştirtti

ABD'de evinde yaptığı icadı bomba sanılarak, okuduğu lisede gözaltına alınan 14 yaşındaki Müslüman öğrenci Ahmed Muhammed, Obama'nın bile desteğini almıştı. Şimdilerdeyse başka okulda eğitimine devam etmek üzere kaydını oradan aldı. Ahmed'in evde yaptığı saati, bomba sanan öğretmenleri çocuğu şikâyet etmiş, polis de Ahmed'i ellerini arkadan kelepçeleyerek gözaltına almıştı. Muhammed'in ailesinin çarşamba günü BM görüşmeleri için New York'a gelen dünya liderleri tarafından kabul edileceği söyleniyor.

Tavukları pişirememişem...

Yemek kimileri için bir seremoni. Ancak Amerikalıların bir kısmı artık bundan mahrum kalacak. Zira ülkenin en meşhur kızarmış tavuk aşçılarından Willie Mae Seaton, 99 yaşında New Orleans'ta öldü. Mae Seaton en son geçtiğimiz ay, Katrina Kasırgası'nın 10'uncu yıldönümde bölgeyi ziyaret eden ABD Başkanı Barack Obama'ya ikram ettiği tavuklarıyla gündeme gelmişti. Seaton, 1957'de işlettiği güzellik salonunu restorana çevirmiş, o tarihten beri de bölgenin en bilinen aşçılarından biri olmuştu.

Mehmet Akif Üner: Cezaevindeki arkadaşlarımın yüzünü hiç asık görmedim

$
0
0

17 Aralık operasyonlarını yürüten isimlerden biri Başkomiser Mehmet Akif Üner. Gözaltına alındıktan sonra serbest kalsa da tutuklu arkadaşlarını bir yıldır yalnız bırakmadı. Üner, “Cezaevindekiler bulundukları ortamı kendi lehlerine çevirmenin uğraşı içinde.” diyor.

“Reza Sarraf soytarısına darbe yapan büro amiriyim. Başkomiser Mehmet Akif Üner. Suçlama darbe, mağduru da Reza Sarraf soytarısı.” 1 Eylül'de gözaltına alınan Üner, hastane çıkışında yaptığı bu ifadelerle gündeme oturmuştu. 17 Aralık operasyonlarını yürüten isimlerden biri olan Üner, eylül ayındaki operasyonda serbest kaldı ama tutuklu meslektaşlarını bir yıldır yalnız bırakmadı. Haftalık kapalı görüşlerde arkadaşlarını Silivri Cezaevi'nde ziyaret eden Üner, meslektaşlarının büyük bir tevekkül ve umutla adaletin tecelli edeceği günleri beklediğini söylüyor.

17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarında imzası olan isimlerden birisiniz. Mesai arkadaşlarınız bir yıldan uzun süredir cezaevinde. Her hafta onları ziyaret ediyorsunuz. Neler yaşanıyor ziyarette?

İçerideki arkadaşlarımızla haftada bir kapalı görüş, ayda bir açık görüşümüz var. Hem içerideki arkadaşlar hem de aileleri büyük bir tevekkül ve umutla bekliyor. Kimseyi isyan halinde görmedim. Moral bozucu bir şey ama buna rağmen kimsenin haddinden fazla tepki gösterdiğine şahit olmadım. Cezaevindekiler bir senelik süreçte adaletin tecelli edeceği günü beklerken, bulundukları ortamı da kendi lehlerine çevirmenin uğraşı içinde. Kimsenin yüzünün asık olduğunu dahi görmedim. Arada cam var, iki telefonla iletişim kurmaya çalışıyorsunuz ama karşıdaki kişinin duruşu, nasıl bir ruh hali içinde olduğunu gösteriyor. Bu insanlar çalışırken hayata nasıl umut dolu bakıyorsa, o dört duvar arasında da aynılar. Onların bu duruşu bize de umut oluyor. Yaklaşık bir saat süren ziyaretler dolu dolu geçiyor. Bizler ekip olarak ilk defa yolsuzluk ve rüşvet operasyonu yapmıyoruz. Herhangi bir rüşvet dosyasında kanunlar, mevzuat neyi öngörüyorsa onu takip ettik, bu dosyada da aynısını yaptık.

Günlerini nasıl geçiriyorlar?

Bol bol kitap okuyorlar, yabancı dilini geliştiren arkadaşlarımız var. Bu kadar boş zamanı çalışırken elde edemiyorduk. Senede 30 gün iznimiz var, onu da istediğimiz zaman kullanamıyoruz. Arkadaşlar içeride olmanın dezavantajlarını avantaja çevirmiş durumda. Gündemi yakından takip ediyorlar. Şehit haberleri için çok fazla üzüntü duyuyorlar. Doğuda görev yapanlar bizim arkadaşlarımız, ihraç edilmeseydim ben de Bitlis'te görev yapıyor olacaktım. Polis olarak meslektaşlarının ve askerlerin daha fazla şehit düşmemesi için dua ediyorlar.

Operasyonu düzenlemeden önce başınıza gelebilecekleri tahmin ettiğinizi daha önce açıklamıştınız. Bakan çocukları ve hükümete yakın isimler soruşturma kapsamındaydı. Siz operasyon yaptığınızı söylerken bunun darbe olduğunu iddia ettiler. İnsanların kafası karışmadı mı?

Böyle bir dosyanın üzerinden darbe ve casusluk yakıştırmasıyla gözaltına alınmamız çok şaşırtıcıydı. Meydanlarda dönemin başbakanının ‘darbe' diye diye, bir şeyi kırk defa tekrarlamasıyla birilerinin harekete geçtiğini düşünüyorum. Gözaltılar oldu, yoksa kendilerinin de darbe olduğuna inandıklarını düşünmüyorum. Sadece öyle bir algı oluşturuldu. Havuz medyası desteğiyle de bu adeta millete aşılandı. İnsanlar yavaş yavaş ‘yolsuzluk var' demeye başladı. Zamanla dosyanın içeriğinde ne olduğu ortaya çıktıkça algılar da değişmeye başladı. Hukukun olmadığı bu korku imparatorluğunda insanlar ‘yolsuzluk ve rüşvet var' demeye başladı ama ciddi bir kesim bunu bir adım öteye daha götüremiyor. Ciddi iddiaların mahkemede araştırılması gerektiğini dillendirmekten kaçınan çok sayıda insan var.

Arkadaşlarınız tutuklu, siz dâhil çok sayıda meslektaşınız ihraç edildi, görev yeri değişti. 17 Aralık'a dönseniz operasyonu yine yapar mıydınız?

Aynısı yine yapardık. Ne yaptığımızın, delillerin ne kadar açık olduğunun farkındayız. Bunları toplarken kanunun bize verdiği yetkiyi kullandığımızın da farkındaydık. Bunu hukukçular da görüyor. Dosyasına sonuna kadar güvenen her polis, başına ne gelecekse gelsin bunu yapmakla mükellef çünkü devletten bunun için maaş alıyoruz. Arşivler bizlerin de görev aldığı çok sayıda yolsuzluk dosyasının olduğunu gösteriyor, yapmasak zaten onca sene orada çalışmayız. Evet biz bir darbe yaptık ama darbe yaptığımız kesim bir suç örgütü. Örgüt faaliyeti kapsamında çatır çatır rüşvet alan, ihaleye fesat karıştıran bir organizasyona polis olarak darbe indiriyorsunuz. Biz bunu yıllardır yapıyoruz. Polis hangi konuyu takip etmekle yetkiliyse onunla ilgili gruplara darbe indirmiştir. Narkotik polisi, uyuşturucu baronlarına darbe indirmiyor mu? Terör polisi, örgüte darbe indirdi denmiyor mu?

Sokakta başım dik yürüyorum

Yolsuzluk operasyonlarında görev alan biri olarak sokakta başım dik bir şekilde yürümeye devam ediyorum. Fakat özellikle dosyada ismi geçen bazı bakanların ne ekranda ne de kamuoyu önünde olduğunu göremiyoruz. Bunun yaşadıkları utançtan kaynaklandığını düşünüyorum. Keşke haklarındaki iddiaların mahkeme safhasında hesabını verselerdi. Bize yargısız infaz yapılıyor, onlara yargılama yapılmıyor. İddianameyi bir senedir bekliyoruz çünkü kimsenin bir çekincesi yok. Özellikle yazılmıyor çünkü kolay değil. Bir yolsuzluk suçlamasından darbe iddiası ortaya atıldı ama altını doldurmak mümkün değil.

Yeşu'nun topu duvarları yıkıyor

$
0
0

Geçtiğimiz günlerde sabah namazı sonrasında Mescid-i Aksa'ya saldırıldığı görüntüleri vardı. Bütün dünyada İsrail askerlerine tepki gösterenlerin içinde Yahudiler de bulunuyordu. İşgal ve ambargoya kalemiyle karşı koyan Yahudilerden biri de İngiliz yazar William Sutcliffe.

‘Duvar' William Sutcliffe'nin ilk romanı değil. Ancak onu herkese tanıtan, tartışmalara sebep olan son kitabı. Sınır Amarias'ı orta yerinden bölüyor. Bir tarafında mahrumiyet diğer tarafında ise dev metropolün mutlu meskunları var. Sınır çevresi küçük yaştaki askerler tarafından korunuyor. Arama noktası ve tel örgüleri aşmak imkânsız. Yoksulluğun göğüs kafesini sadece zeytin ağaçları çatlatabiliyor Amarias'ta. Tasvir ettiğimiz yer İngiliz yazar William Sutcliffe'in kurguladığı Filistin. “Batı Şeria'daki İsrail yerleşimlerinin pek çok unsurunu taşısa da tam olarak herhangi bir yeri temsil etmiyor Amarias.” diyor. Tel Aviv'e uçtuğunda gelişmiş ülkenin sıkıştırdığı hayatlara şahit olduğunu dile getiriyor.

Batı Şeria'da uzun süre ikamet eder ve gördüklerini anlatma gereği duyar. İlk akla gelen yolu tercih etmez. O sebeple Filistinli Leyla'nın değil, İsrailli Yeşu'nun gözünden anlatıyor Filistin'i.

“İki tarafı da gördüm, Filistin'i yazabilirim”

Kendini nasıl tanımlayacağını soranlara, ‘ateist Yahudiyim' diyen William Sutcliffe, bölgenin gerçek portresi için birçok kitap önerebileceğini ama ‘Duvar'ın tam da böyle bir roman olmadığını ifade ediyor. Çünkü yazar, sadece on üç yaşındaki kahramanın penceresinden İsrail politikalarını sorgulamakla kalmıyor, iki toplumun da huzurla yaşamadığı gerçeğini yüzümüze vuruyor. ‘Güvenli bölge'de yaşayan kahramanımız, asker olan babasını küçük yaşta kaybeder. Bu ayrıntı ayrıcalıklı sanılanlarla empati kurmamızı sağlamak için veriliyor. Sutcliffe, iki tarafı da görmenin verdiği rahatlıkla romanını yazdığını şu sözlerle ifade ediyor: “İsraillilere Filistin'in bazı bölgelerine girişleri yasak, aynı şekilde Filistinliler de duvarın öbür tarafını bilmiyor. Ben ikisinde de bulundum. Kendime soruyorum, bunu yazabilir miyim? Evet, iki tarafı da gördüğüm için bu romanı yazabilirim.”

Yeşu'nun aklından geçenler de bu bakış açısının tezahürü gibi: “Sınır herkes için farklı bir anlam taşıyabilir miydi? Sınırdaki askerler beni görüp korurdu. Sahi ordu, babamı neden korumamıştı? Beş yıl önce vedalaştı, evden çıktı. Bir daha dönmedi. O savaşmak istemiyordu ama mecburdu ve onu öldürdüler.”

Üvey babası Liev ve annesiyle yaşayan Yeşu, zeki ve meraklıdır. Herkes ona ‘Duvar'a yaklaşmamasını söylese de o diğer tarafı görme isteğini bastıramaz. Futbol oynarken topu, girilmesi yasak alana kaçar. Orada bir tünel keşfeder Yeşu. Yetişkinlerin yapamadığını yapıp duvarın arkasını görür. ‘Ötekilerin evi' dediği bölgede Leyla ile tanışır. Bu küçük ve onun gibi giyinmeyen kız çocuğu, kendisinin sağ salim evine dönmesine yardım eder. Ancak tanınmaması için Leyla'nın ağabeyinin poşusunu boynuna bağlamıştır. Onu geri götürmek için duvarı yeniden aşar. Arkadaşının zeytin bahçesi, Yeşu'nun yaşadığı tarafta kalmıştır. Bu haksızlığa dayanamayıp Leyla'nın babasına bir söz verir. Vakit buldukça gidip asırlık zeytin ağaçlarına sarılır. Onlara dokunarak hayal kurar. Bir gün bu yaptığını öğrenen üvey babası bahçeyi yerle bir ettirir. Görevliler Leyla'nın babasına zarar verir. Bu acı olay Yeşu'nun üvey babasına ve onunla yaşadığı yeni hayata karşı yıllardır bastırdığı öfkesini açığa çıkarmaya yeter. Tüneli bir daha geçer. Ancak başı derde girer ve aynı yoldan dönemez. Sınırdaki denetim noktasından geçmeye mecburdur. Boynundaki poşuyu çıkarıp askerlere döner. Yaşadıkları şöyle dökülür dudaklarından: “Benim! Buralı değilim. Öteki taraftanım.” Sonunda elini başının üstüne koymasını söyleyen bir ses duyar. Söyleneni yapıp birkaç adım atar. Hemen ardından birkaç el ateş duyulur: “Kurşun taşa isabet edince yerden bir şey havalandı ve göğsüme vurdu. İçime akan ve eriyen sıcak bir patlama hissi yayıldı.”

Kitabın geliri, duvarın ardında kalanlara...

Kitabın sonunda Filistinli yazar-aktivist Raja Shedadeh, Suad Amiry'in eserleriyle Filistin gerçeğini anlayacağımızı hatırlatıyor. Yazar-aktivist Susan Abdulhawa'nın sözleri ise çok tartışılan ‘Duvar' ile ilgili en sahici değerlendirmelerden biri. Abdulhawa, İngiliz Yahudi bir yazarın İsrail işgalini anlattığını duyunca önyargılı yaklaştığını gizlemiyor. Okuduğunda ise kitabın Filistinli olmayan biri tarafından yazılan en iyi Filistin romanı olduğunu itiraf ediyor. George Orwell'in ‘Hayvan Çiftliği' kitabını model alan William Sutcliffe, duvardan kaçan topun neler anlatabileceğini şöyle özetliyor: “Genç okurlar, Hayvan Çiftliği'ni okuduklarında bunun bir çiftlik öyküsü olduğunu düşünür. Ama yetişkinler bunun kesinlikle Stalinizm hakkında olduğunu bilir. Farklı yollardan ikisi için de işe yarar. Onu okuyanlar bunu anlayacak.” Sutcliffe, kitaptan elde edilen gelirin Duvar'ın ardında kalanlar için kullanılacağı teminatını da veriyor. Yazar, kazancını Filistinli çocuklara park yapılması için kullanacak. Böylece kendisinin hisleriyle fiillerinin çelişmediği anlaşılıyor.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live