Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Yazarlar da hasta olur

$
0
0

Raflardan eksik etmediğimiz kitapların yazarları, sadece eserleriyle cezbetmiyor ilgimizi. Yaşadıkları, mutlulukları, mutsuzlukları, yedikleri ve içtikleriyle de hep merak ederiz nasıl bir hayat sürdüklerini. Pek aklımıza getirmeyiz ama bir de hastalıkları vardır. William Shakespeare'den James Joyce'a, Herman Melville'den George Orwell'a kadar pek çok yazar, ömrü boyunca birçok hastalıktan muzdarip bir şekilde hayatını sürdürmüş.

Bu hastalıklar ve takıntılar kalemlerini etkilemiş, belki de kendilerine has üslubun gelişmesinde pay sahibi olmuş. Kimi ömrü boyunca tüberküloza maruz kalmış, kimi depresyona tamah etmiş, kimi de takıntılarla hayatını geçirmek zorunda kalmış. Anlayacağınız neredeyse hiçbiri normal ve sıradan bir hayat geçirmemiş. Tam da buradan yola çıkan yazar John J. Ross, “Shakespeare'in Titremesi Orwell'in Öksürüğü” adlı çalışmasında, tarihe mal olmuş edebiyatçıların hastalıklarına odaklanıyor. Aynı zamanda bir hekim, dahiliye ve enfeksiyon hastalıkları uzmanı, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi Kanadalı Ross, kitaptaki isimlerin hastalıklarını yer yer kurmaca şeklinde hikâye ederek okuyucu için hem rahat bir dil sağlıyor hem de meraklarını cezbediyor. Bakalım büyük yazarlar, hangi hastalıklarla baş etmek zorunda kalmış...

Titrek el yazılı Shakespeare

Üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ diri, hâlâ kült, hâlâ meşhur Shakespeare'in ismi ve eserleri. Kendisine pek çok hastalık atfedilmesine rağmen ayakları yere basan bir tahmin yürütebileceğimiz vaka titrek bir el yazısına sahip olması. Shakespeare'in elyazmalarına bakan herkes, titrek el yazısını hemen fark edecektir. Bu titrek el yazısını parkinson hastalığına bağlayanlar olduğu gibi, yazar John J. Ross, parkinsonlu hastaların el yazılarının minicik olduğunu fakat Shakespeare'in el yazısının normal boyutlarda olduğunu belirtiyor. Shakespeare ile adı anılan bir diğer hastalık da frengi. Eserlerinde bolca geçiyor bu hastalık ve kendisinin hastalık üzerinde bu denli çok durmasını, yazarın da frengiden muzdarip olduğuna bağlayanlar var. Kesin bir kanıt olmasa da ihtimaller dahilinde olduğunu belirtmekle yetinelim.

Tökezlemeden yürüyemeyen Swift

Jonathan Swift de birtakım hastalıkların yazarlığını etkilediği isimler arasında yer alıyor. Hatta o kadar etkiliyor ki bakın George Orwell, onun için neler söylüyor: “Hasta bir yazardır. Çoğu insanda yalnızca aralıklarla görülen depresif ruh halinden hiç çıkmıyordu; daha çok karamsarlıktan ya da grip sonrası etkilerinden mustarip biri kitap yazmaya kalkmış gibi… Yine de ilginçtir ki pek az çekinceyle en çok hayranlık duyduğum yazarlardan biridir ve hele ki Gulliver'in Gezileri sıkılmamın imkânsız olduğu bir kitaptır.” Swift'in hastalığının muhtemelen Ménière hastalığı olduğunu söylüyor John J. Ross. Baş dönmesi atağına sürekli maruz kalmış ve düz yolda yürüyemez hale gelmiş. İlk başlarda bu durumu çok fazla elma yemesine bağlamış Swift. Ağzından aktaracak olursak, “Bu sersemliği bir oturuşta yüz tane golden elma yemeye borçluyum.” diyormuş. Fakat sonradan bu durumun elmadan kaynaklanmadığı anlaşılmış. Bir iç kulak hastalığı olan Ménière, yazım yaşamını da olumsuz etkilemiş uzun bir süre.

Meşhur öksürük nöbetleri ve Orwell

Distopya denince akla ilk gelen isimlerden biri George Orwell. Onun muzdarip olduğu hastalıkların başında ise zatürre ve tüberküloz geliyor. Çocukluğunda pek de iyi olmayan sağlığı, yetişkinliğinde de aynıymış. 1.90 metre boyu olmasına rağmen kilosu 77'yi hiç geçmemiş. Sürekli hırıltılı bir öksürüğü varmış. Kanlı öksürük nöbetleri geçirirmiş. Hayatının son dönemlerinde tüberküloz daha baskın hale gelmiş. Aşırı derecede kilo kaybı yaşamış ve bu durum yazı hayatını oldukça fazla etkilemiş. Sonunda hastalığa daha fazla dayanamamış ve tüberküloza yenilmiş, hem de fiziki olarak ağır bedeller ödeyerek. Orwell'ın yaşamına baktığınızda gördüğünüz tek renk siyah olur. Belki de ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört' kitabındaki kasvetli ve karanlık hava, bizzat kendi hayatından geliyordur, kim bilir…

Dönemin hastalığı tüberküloz ve Brontë kardeşler

Brontë kardeşler, edebiyat dünyası için oldukça önem atfedilen yazarlar arasında yer alıyor. İki kardeşin birden yazın dünyasında bu kadar meşhur olması çok fazla karşılaşılan bir durum değil zaten. Fakat muzdarip oldukları, hatta hayatlarını kaybetmelerine sebep olan hastalık, dönemin en çok can alan rahatsızlıklarından biri olan tüberkülozdu. İngiltere, o zamanlar küreselleşen bir tüberküloz salgınının merkez üssüydü. Ross'a göre doruk noktasına ulaştığı 1800 yılında, tüberküloz, her yıl İngiltere nüfusunun yaklaşık yüzde birini öldürdü. Lakin Brontë kardeşlerin karşı karşıya olduğu hastalık sadece bu değil. Ross'a göre duygu bozukluğu ve Asperger sendromuna yakın bir haleti ruhiyeye sahip olmaları, eserlerini olumsuz değil, olumlu manada etkilemiş. Yaratıcılık ve takıntılı bir çalışma ahlâkı, edebiyatta başarılı olmalarını sağlamış.

Aşırı stres, bipolar ve Melville

1859 yılında Herman Melville'nin komşusu olan Sarah Morewood, yazar hakkında şunları dile getirir: “Herman Melville iyi değil. Ona huysuz demeyin, o hasta.” Geçip giden yılların getirisi, Melville için pek çok zaman stres oldu. Babasının ölümü, ailesinin servetinin çöküşü ve benzeri etkenlerin üzerinden gelmesi meşhur yazar için kolay olmamakla birlikte edebî; yönünü her zaman beslediğini söylemek mümkün. Bir yandan da ruhsal buhranların üstesinden gelmeye çalıştı Melville. Karanlık depresyonları, bipolar bozukluğu için bir faktör yazar Ross'a göre. Ki Melville'nin yazdıkları, Moby Dick'in açılışındaki depresyon ve intihar imalarında da bu durumun izlerini görüyoruz. Fakat ilerleyen dönemlerde, özellikle ‘Billy Bud' isimli eserini kaleme almasından sonra hastalığı aşma yönünde bir hayli çaba sarf etmiş Melville. Yazılanlara bakıldığında da epey yol almış görünüyor.

Sorunlu gözler ve Joyce

Hayatı tek bir hastalığın esaretinde geçen yazarlardan biri James Joyce. Yüzlerce yıldır bitmeyen belsoğukluğu hastalığına yakalanır. Tedavi için elinden geleni yapar fakat maalesef tam anlamıyla bir çare bulunmaz. Birçok ameliyat geçirir, farklı yöntemlere başvurur lakin sonunda elde ettiği görme yetisini neredeyse tamamen yitirir. Böyle bir hastalığın sonucu olarak yaşamının sonuna doğru ağır bir depresyon geçirir, bir yandan da göz sorunu büyümektedir. John J. Ross, bu konuda şunları söyler: “Birkaç glokom atağı geçirdi; sokağın ortasında geçirdiği bir tanesi öyle ani ve şiddetliydi ki, acıdan gözü dönmüş bir halde göz doktorunu baskıyı azaltsın diye irisin bir kısmını kesip almaya zorladı.” Joyce'un görme yetisi azaldıkça işitme duyusu keskinleşir ama depresyon ve takıntı, hayatı boyunca baki kalır. Ölmesi ise, yine acı nöbetleri içinde olacaktır.


Kıbrıslının adı yok!

$
0
0

Kıbrıs motifli fincan, tepsi ve kaşıklar olmasa 1974'ün gündelik hayatımızda ne kadar yeri olurdu, merak konusu. Ada'ya yolu düşenler, “Kıbrıslılar Türkleri hiç sevmiyor.” demese daha sağlıklı düşünebilirdik belki. Dış hatlardan pasaportsuz uçtuğumuz, gümrük vergisi uyguladığımız, ihracat yapmalarına izin vermediğimiz Kıbrıs'ta yaşayanlar ne istiyor?

Geçen hafta Türkiye, Kuzey Kıbrıs üzerinden Gazze'ye yardım yapacağını açıkladı. Gel gör ki, Adalılar senelerdir ambargoyla boğuştuğu halde görmezden geliniyor. Bir yandan Avrupa Birliği'nin yılan hikâyesine dönen çözüm takvimi, bir yandan Ortadoğu'da yaşananlar Kıbrıslıları etkiliyor. Bununla kalsa iyi, bir de dillere pelesenk olmuş, ‘Yavru vatan' söylemi var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Mustafa Akıncı, görevinin ilk gününde kendini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ‘yavru vatan' tartışmasının içinde buldu. Akıncı, “İki kardeş ülkeyiz, yavru vatan-ana vatan ilişkisi sağlıklı değil.” diyerek ifadenin kırıcı olduğunu belirtmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın cevabı gecikmedi: “İki kardeş ülkeyiz, dediğinizde bu farklı yerlere gider. Sayın Akıncı'nın ağzından çıkanı kulağının duyması lazım…” Cumhurbaşkanı Akıncı, tartışmanın üzerinden çok geçmeden Mayıs 2015'e kadar sorunun çözüleceğini müjdeledi. Önümüzdeki aylarda iki toplumun eşit haklara sahip olacağı bir modelin işleyeceği konuşuluyor.

Ne geçmişleri var ne gelecekleri...

Kıbrıslı Türklerin talepleri, hisleri bütün bu gelişmelerin gölgesinde kalıyor. Kıbrıs uzmanı, bir dönem cumhurbaşkanı danışmanlığı da yapan Prof. Dr. Mehmet Hasgüler, sorunu bizzat yaşananlar üzerinden değerlendirmek gerektiğini savunuyor. ‘Savaşı kim başlattı?', ‘Kim haklı, kim haksız?' gibi soruların çözüme katkısı yok ona göre. Ada'nın Türkiye için stratejik önemi üzerinden yürütülen politikalar, Kıbrıslıları yaralıyor. Söz konusu onların geleceği ama kimse onların isteklerine kulak vermiyor.

Gazeteci Mehmet Behlül, isteklerini, “Ne geçmişimiz var ne geleceğimiz. Türkiye'nin yük olarak gördüğü bir toplumuz.” cümlesiyle özetliyor. Behlül, içeride iki, dışarıda tek toplum olmayı arzu ediyor. “Osmanlı yönetiminde nasıl birlikte yaşandıysa şimdi de barış içinde yaşanabilir.” diyor.

Türkiye'nin özellikle istihdam alanında Kuzey Kıbrıs'a yardımcı olmadığını savunanlardan biri de Ecrin Yanık. Üniversiteden geçen yıl mezun olmuş ve iş bulamayacağını kabullenmiş. Kıbrıs sorunuyla yaşıt olan Yanık, “Kıbrıs'ta emniyet, belediye, memuriyet gibi sahalarda Türkiye'den göç edenlerin daha yoğun olduğunu görürsünüz. Hâlbuki denge gözetilmesi gerekiyor.” diyor.

Ekonomik çıkarlar bizi ‘yavru' bırakıyor

Kıbrıs'ın gelir kaynaklarından biri, kumarhaneler. Bu işletmelerin patronları ise Türkiye'den. Turizm denilince akla kara para gelmesinden Kıbrıslı Türkler oldukça rahatsız. Gazeteci Mehmet Behlül, kumar turizmiyle ilgili, “KKTC vatandaşlarına kumar yasağı var ama Türkiye'den, İngiltere'den gelen turist istediği gibi kumar oynuyor. Madem ‘dindar' bir yönetim kumarhanelerden, bahis bayilerinden dönen rant durdurulmalı.” diyor. Behlül, Akdeniz'deki doğalgaz rezervi, KKTC'de su çıkarılması gibi ekonomik gelişimlerin toplumu iyimserleştirmediği görüşünde. Ada'da üretilenler Mersin Limanı'ndan sessizce geriye gönderiliyor. 30 binlere gerileyen Kıbrıslı Türk nüfusu, yurtdışına göçü her zamankinden daha çok düşünüyor: “Türkiye yönetiminin ekonomik çıkarları bizi ‘yavru' bırakıyor. Rumlar Güzelyurt'u, Karpaz'ı istiyor. ‘Anavatan' ise kendi yatırımlarını 250 bini aşan vatandaşına hibe etmiş sayılır. Neden sürekli bize baktıklarını ima ederek toplumu dolduruyorlar anlamış değiliz. Yavru isek bu sıkıştırılmışlık hissinden kurtarılmamız gerekir. Bize uygulanan gümrük vergilerin düşürmedikleri sürece ‘kardeş' olmamız da güç. Türkiye yönetimi çözüm olursa, ekonomik çıkarlarının kesilmesinden korkuyor bana göre. Bu sebeple fikri sürekli değişiyor.”

Borçlar sterlin, maaşlar Türk Lirası

23 yaşındaki Ayşe Danacı, Türkiye'nin KKTC'deki her türlü desteğini olumlu karşılayanlardan. Fakat müzakerelerin 2015'in sonuna kadar tamamlanacağına inancı zayıf. Yine de Kuzey'de yaşayanların Güney Kıbrıs ile eşit haklara sahip olmasının işsizliği ve gelir adaletsizliğini önleyeceğine güvenemiyor: “Kuzey Kıbrıs'ta her şey sterlinle ödeniyor. Kiralar, araba ve ev satışları hatta okul paraları bile çoğu zaman dolar ya da Euro üzerinden hesaplanıyor. Buna karşılık maaşlar TL. Nasıl olacak da geçineceğiz? Üstelik Türkiye'nin desteğini sürekli hatırlatması çok kırıcı. Keşke kardeş ülke olabilsek o zaman kimse ‘Seni ben besliyorum!' demez.”

Sokak kedileri Cihangirli Hilary'ye emanet

$
0
0

İstanbul'un kedileri hep mutlu haberlerin konusu olarak yer alsa da durum pek öyle değil. Cihangir'de yaşayan Hilary Sable'ın hemen her gün yaralı, hasta bir kediyle karşılaşması bunun en açık göstergesi. O da çareyi ‘Cihangir Cool for Cats' grubunun yardımıyla bu kedilere göz kulak olmakta bulmuş.

‘İyi insan lafın üstüne gelir' sözü kediler için de geçerli olabilir miydi? Öyle değilse, onlarca sokak kedisine bakan Cihangirli Hilary Sable ile buluşmak üzere konuşurken odamdan içeri bir kedinin girmesini nereye koymalıydım? Tam da dediğim gibi oldu. Ne bir eksik ne bir fazla… Haber daha yazılmadan ses getirmişti ya da… Hilary Sable ile tanışmamız bu şekilde oldu. Fakat Cihangir ve civarında yaşayanlarla İstanbul'un hayvan sever popülasyonu kendisini yıllardır tanıyor. Sable, 10 yıl önce ilk kez geldiği İstanbul'a hayran kalarak burada yaşamaya karar veren bir İngiliz. Aslında hikâyesi Türkiye'ye yerleşen diğer yabancılarla benzer. Onun hikâyesinin farklılaşması 5 sene öncesine dayanıyor. Yaşadığı Cihangir'de her köşe başında karşısına çıkan kediler için İstanbul'un hiç de anlatıldığı gibi ‘cennet' bir yer olmadığını fark ettiği 5 yıl öncesine… Sable'ın hayvanların sokaklarda hem araçların hem de insanların bazen bilinçsiz bazen de bile isteye verdiği zararlara karşı korunmaya muhtaç olduğunu fark etmesi iki kör kediyi neredeyse ölmek üzereyken bulması ile olmuş. Sable'ın korumaya aldığı iki kediden biri hayatta kalamamış, diğeri yaşamış. İşte beş yıl önceki o günden beri sokak kedilerini koruyup gözetiyor Hilary.

İstanbul'da uzun yıllar İngilizce öğretmenliği yapan bir süre önce de emekli olan Sable'ın Cihangir'de ilgilendiği ve hepsine birer isim verdiği 60 kedi var bir de evdeki 5 kedisi. Tam da bu sırada ekleme ihtiyacı hissediyor: “İnsanların ismini unutuyorum ama kedilerin ismini hiç unutmuyorum. Bak bunun adı Pussy mesela.”

Sable ile Cihangir'deki Pür Cafe'de buluşmak üzere sözleşiyoruz. Kendisini beklerken masanın etrafında dolaşan tek tük kediler Hilary'nin gelişi ile birden çoğalıyor. Röportaja başlamadan telefonda veteriner olduğunu tahmin ettiğimiz biri ile konuşuyor Sable. Yaralı bir kediden haber veriyor olmalı. “Hemen 20 metre ileride, biri gelip alabilir mi?” deyip biraz daha ayrıntı veriyor. Telefonu kapatırken iki gün önce götürdüğü bir başka kedinin durumunu soruyor: “Hani üç renkli olan. Gruptaki herkes onu merak ediyor.” diyor. Karşıdan gelen cevaba karşı “Allah'a şükür” deyip kapatıyor telefonu ve bize dönüyor.

Hilary'nin bahsettiği grup, ‘Cihangir Cool for Cats' adı Facebook grubu. Sokak kedilerini koruma-gözetme işine daha fazla kişiyi dahil etme düşüncesiyle Sable'ın 2011'de açtığı grubun 2 bin 500 civarında üyesi var. ‘Bu iyi bir rakam değil mi?' diye sorduğumuzda “2 bin 500 kişi aktif olsaydı evet iyi bir rakam olabilirdi ama genelde aynı kişiler sürece dahil oluyor.” diye cevap veriyor Sable. Sorduğu üç renkli kedi ise yedi gün boyunca kapalı bir yerde kilitli kalan ve durumu çok kötü olan kedi. Sable'ın telefonda ‘Çok şükür' demesinin sebebi yaşayacağına dair pek umudu olmadığı kedinin üç gündür hayatta kalması.

Bir haftada 10 kedi sokağa atıldı

Cool for Cats (Kediler İçin Soğuk), İngiliz müzik grubu Squezze'in 70'li yıllarda yaptığı bir şarkı ile aynı ismi taşıyor. Şarkının sözleri olumsuzluk çağrıştırsa da Sable bunun daha akılda kalacağını düşünüyor. Peki Cool for Cats neler yapıyor? Sable, “Aslında sokakta yaşayan hayvanlara daha efektif bir şekilde yardım etmek için kurulmuş bir network. Üyeler kaybolan kedilerini bulabiliyor. Yeni kedilere ev bulunuyor.” diye cevap veriyor. Kurtarma, kayıp kedileri bulma, onlara yuva bulma gibi işlere imza atmaya çalışan grup maddi güçleri oranında kedilerin kısırlaştırılması işini de üstleniyor. Maddi güçleri dediysek öyle aman aman bir güçleri yok. Hilary'nin düzenlediği karaoke akşamları ve quiz şovlardan elde edilen gelirle küçük hediyelik eşyaları satmasından kazandıkları, grubun tek mal varlığı. Yaralı ve hasta kedileri götürdüğü klinikten sık sık övgüyle bahsediyor Sable. Klinik kendilerine indirimli fiyat uyguluyormuş. “Diğer türlü çok zor olurdu.” diyor.

İstanbul kediler için gerçekten cennet mi?

Grup dolayısıyla Sable ile bu zamana kadar çeşitli röportajlar yapılmış fakat o haberlerin gerçekten uzak bir konuya odaklanmasından şikayetçi. “Yazılan haberlerin çoğu İstanbul'un kediler için nasıl da cennet gibi bir yer olduğuna dairdi. Ama gerçek bu değil.” deyip devam ediyor: “Evet, özellikle bu bölgede hayvanlara yardım konusunda mükemmel insanlar var ama aynı bölgede geçen hafta 10 kedi birden sokağa terk edildi. Çocuklar kedilere işkence edebiliyor. Aileleri ya da büyükleri müdahale etmiyor. Böylece çocuk yaptığı şeyin yanlış olduğunu düşünmüyor. Ben kedileri beslediğim için iki kez saldırıya uğradım. Bana kedileri doğal yaşamına bırakmamı söylüyorlar. Siz doğal bir yaşam görebiliyor musunuz? İşte az önce sorduğum kediyi düşünün, bir hafta boyunca bir odada aç ve susuz bırakılmış. Yeme kabiliyetini kaybetmiş, ağzından yeşil bir salya akıyor. Yarı ölü vaziyette. Hâlâ yaşıyor olmasına şaşırıyorum.” Her gün buna benzer olaylarla karşılaştığını anlatan Sable, en büyük zararın da dikkatsiz sürücüler tarafından verildiğini anlatıyor. Sable'ın belediyelere de bir sitemi var. Hayvanlardan şikayet geldiğinde kedileri oradan alıp başka bir yere bırakan sistemin çok sıkıntılı olduğunu söylüyor ve “Kediler çok yerel hayvanlardır. Bulundukları yere çabuk bağlanırlar. Bir de onları bulundukları yerde besleyen gönüllü insanlar oluyor. O kedileri alıştıkları yerden alıp başka bir yere bırakmak onları ölüme terk etmek gibi bir şey.” diyor.

Kedinin adı Zaman olsun!

Röportaj, sık sık çevreden gelenlerin Hilary'ye selam vermeleri ile bölünüyor. Hilary'yi burada herkes tanıyor. Her gelen ayrı bir kedinin durumundan haber veriyor kendisine. Son olarak elinde tir tir titreyen üç haftalık bir yavru ile başka bir kadın geliyor. Sonradan adının Lisa olduğunu öğrendiğimiz kadının gözleri dolu dolu. Kedinin durumu ise hayvanlarla arası çok olmayanları bile etkileyecek kadar içler acısı. Lisa anlatıyor: “Annesi Gümüşsuyu'nda bir okuldaki insanlar tarafından tekmelenip atılmış. Yavrusu da ölüme terk edilmiş böylece.” İlk geldiğinde gözleri iltihaptan tamamen kapanmış ve pirelerin istilasına uğramış halde olan kediyi hep birlikte Anipoli Veteriner Kliniği'ne götürüyoruz. Henüz üç haftalık olması dolayısıyla zaten çok küçük olan yavru bir deri bir kemik. Klinikte önce antibiyotikli göz damlası ile gözleri açılıyor, sonra pireler temizleniyor, son olarak da enjektör yardımıyla besleniyor. Kedi kendine geldikçe Lisa ve Hilary karşılıklı ağlıyor. Kediyi alıp alamayacağını soruyor Hilary Sable, Lisa'ya. Evde zaten yeterince hayvanı olması dolayısıyla ancak birkaç hafta bakabileceğini anlatıyor genç kadın. Daha sonra Hilary'ye teslim edilecek olan kediye isim aranıyor. Hiç düşünmeden ‘Zaman olsun' diyor Hilary: “Bugünün bir anlamı olmalı. Hem zamanlama önemli.” Diyor demesine de röportajdan iki gün sonra minik Zaman'ın öldüğü haberi geliyor. ‘Zaman'ın zamanı bu kadarmış' diye düşünsek de Gandhi'ye ait sözü hatırlıyoruz: “Bir millettin büyüklüğü ve ahlaki gelişimi hayvanlara nasıl davrandıklarına bakılarak anlaşılabilir.”

Bir imzayla dünya değişebilir

$
0
0

Yakın zamana kadar ‘klavye kahramanlığı' ile karıştırılan dijital aktivizm, etkili platformlar sayesinde rüştünü ispatladı. Bu adreslerin başında gelen change.org ise imza kampanyalarıyla adından en çok söz ettirenlerden.

Artık ‘bir itirazı olanlar' için tek adres sokaklar değil. Evde, bilgisayarın başında attığınız bir imza ile büyük adımlar atmak mümkün. Hatta dijital medya uzmanlarına göre sosyal medyada başlatılan kampanyalar sokakla sınırlı kalan eylemlerden çok daha fazla ses getiriyor. Üstelik ilgili makamların eyleme cevap verme oranı da daha fazla. Bu iddiaları sanal âlemde doğrulayan onlarca adresten biri de change.org imza platformu. Platformun ismini çok konuşulan konularda başlatılan kampanyalarıa sık sık duyar olduk. Örneğin Özgecan Aslan cinayetinin ardından düzenlenen ‘Özgecan yasası çıksın' kampanyası binlerce kişi tarafından imzalandı ve konu Meclis'e taşındı. Karadeniz yaylalarındaki yeşil yol projesine karşı başlatılan imza kampanyası da sosyal medyada en çok paylaşılanlar arasındaydı. Girişimler sonucunda proje şimdilik durdurulmuşa benziyor. Bugünlerde sosyal medyada sıkça dönen çağrı ise şehit Yüzbaşı Ali Alkan'ın ağabeyi Yarbay Mehmet Alkan için başlatılan imza kampanyası. Genelkurmay Başkanlığı'nı muhatap alan kampanyada ilgili kuruma, “Linç kampanyasından etkilenip yarbayımıza üniforma çıkarttırmayınız.” çağrısı yapılıyor. Ancak change.org sadece büyük kitlelere hitap eden mevzuların adresi değil. Platform Türkiye'de irili ufaklı birçok şeyin değişmesine sebep olmuş. Örneğin Giresun'daki sinema binasının yenilenmesini isteyen genç, şehre bir sinema salonu kazandırdı. Bir başka kampanya sayesinde ise Kayseri'de sürekli kaza yaşanan bir dört yol ağzına trafik lambası taktırıldı, Kadıköy'de bir çocuk tiyatrosu açıldı. Başarıya ulaşan diğer örnek de Ekin isminde bir çocuğun babasının başlattığı imza kampanyası. ‘Ekin'e ilaç lazım' kampanyasına atılan 370 bin imzadan sonra küçük çocuğun ilaçları SGK tarafından karşılanacak.

Artık sokağı dijital

aktivizm yönetiyor

Dünyanın en büyük imza platformu change.org'u Türkiye'ye getiren Dr. Uygar Özesmi, adresi burada hayata geçirme nedenini şöyle açıklıyor: “Eylemler, büyük imza kampanyaları hep belli STK'ların tekelinde yürütülüyordu. Biz istedik ki sivil kampanyalar, sokaktaki insanın da harekete geçebileceği bir mekanizma olsun.” Şu anda 5 milyonun üzerinde aktif kullanıcıya sahip platformda imza atan kişi sayısı 7 milyondan fazla. Buna göre her 10 internet kullanıcısından 2'si change.org'da imza atmış. Özesmi'ye sanal ortamda örgütlenmenin sokağa göre farklarını soruyoruz. Ona göre sokak ile dijital arasında bir fark kalmadı. Çünkü internette başlatılan bir kampanya insanları gerçek hayatlarında da harekete geçiriyor. Hatta normalde ulaşamayacağınız yüz binlerce insana sesinizi duyurabiliyorsunuz. Change.org'daki kampanyaların etkisi konusundaki tartışmalara, “O imzaları atmak çok gerçek bir şey.” diyen Uygar Özesmi şöyle devam ediyor: “İnsanlar ‘ben bu fikrin arkasındayım' diyor ve adını soyadını o fikrin altına yazıyor. Ondan sonra siz şayet o insanlardan herhangi bir eylem, çalışma talep ettiğinizde onlar yine bu işin arkasında duruyor. Dolayısıyla dijital aktivizm temelde bir iletişim aracı.”

‘Herkesin kabul ettiği fikirlerin mecrası değiliz'

change.org'da ses getiren kampanyaların çoğu toplumun hemfikir olduğu konulardan çıkıyor. Peki, başlatılan bütün kampanyalar herkes için kabul edilebilir fikirler mi? Ya da her talebin yayınlanmasına izin veriliyor mu? Uygar Özesmi, platformda herhangi bir süzgeç mekanizmasının olmadığını söylüyor. Ancak bir nefret söylemi, şiddete özendirme, mahkeme kararıyla tespit edilmiş bir karalama varsa içerikler kaldırılabiliyor. Bunların dışındaki kampanyalara ise müdahale edilmiyor. Özesmi, ifade özgürlüğünün hayati önem taşıdığını savunuyor. Irkçılık içermediği sürece rahatsız edici içeklerin dahi platformda korunması gerektiğini düşünen Özesmi şöyle devam ediyor: “Birileri bunu savunuyorsa bunun ortaya çıkması lazım ki karşıt bir söylem de gelişsin. Bir konuda derinlemesine bir tartışma olmadığı, bunlar baskılandığı zaman sosyal değişim ortaya çıkmıyor. İşte change.org toplumsal değişimin adresi aynı zamanda. Yoksa herkesin sevdiği ve kabul ettiği fikirlerin mecrası değil.”

Nasıl çalışıyor?

change.org sadece bir imza kampanyası platformu değil. İnsanların örgütlendikleri bir yer aynı zamanda. Kullanıcı imzaya açtığı konu için kısa bir metin hazırlıyor ve bunu kendi sosyal ağı ile paylaşıyor. Sitede kampanyayı etkili ilerletme adına rehber niteliğinde broşürler de mevcut. Süreç içinde ağlar üzerinden dağılan kampanya ile ilgili imzacılara güncelleme gönderilebiliyor. Örneğin ‘Duyurumuz ses getirdi, meclis gündemine girdi.' ya da ‘talebimizle ilgili bu akşam saat 7'de twitterda hashtag kampanyası başlatacağız.' gibi... Bu şekilde imzacılar eylemin aktif unsurları haline geliyor. Kampanyayı başlatanlar talepte bulunduğu kişi ya da kuruluşun mail adresini muhataplar kısmına ekleyebiliyor. Burada imza atıldıkça muhataplara ‘bu kadar imzaya ulaştık bu konuda bir şey söylemeyecek misiniz, taleplere nasıl yanıt vereceksiniz.' gibi e-mailler gidiyor. İmzalar yeterli sayıya ulaştığında aktivistler isterse imzalayanların kişi listesini basılı halde muhatap kuruma elden verebiliyor. Ya da kuruluşa yönelik bir Twitter eylemi ile kamuoyunun gözü önünde ona talebini iletiyor. Bir haber kanalına röportaj vereceğini duyurarak oradaki kitlesini harekete geçirebiliyor. Burada muhataplar çoğunlukla taleplere cevap veriyor ya da açıklama yapıyor.

Van'dan Yüksekova'ya bir yol hikayesi

$
0
0

Şemdinli birçok defa terör olaylarıyla gündeme gelmiş, çoğumuzun kulağında aşina olmuş bir ilçe. Yüksekova'yı geride bıraktıktan sonra bir yanda Zap Suyu'nun bir yanda güneşi bile sızdırmayan yüksek kayalık dağların arasından geçiyorsunuz.

Tepelik noktalarda yol güvenliğini sağlayan korucular için kurulmuş nöbetçi kuleleri dikkatinizi çekiyor. Geçiş noktalarında bulunan karakollarda eskiden yapılan kimlik kontrolü ise artık yapılmıyor. Hakim tepelere kurulan kalekollar birer kartal yuvasını andırıyor. Şemdinli girişindeki Şapatan kalekolu da bunlardan biri. Dağların etrafını çevrelediği Şemdinli coğrafyasıyla büyülüyor. Sırtını yasladığı dağlardan ise hâlâ dumanlar yükseliyor. PKK'nın ilçede hendek açmayla başlattığı eylemler silahlı çatışmalara dönüşünce binlerce sivil vatandaş Şemdinli'yi terk etmek ya da merkez köylere sığınmak zorunda kalmış. Kürtçe ismi Şapatan olan Altınsu köyü de bunlardan biri. Şehrin girişinde sağlı sollu yakılmış araçlar, Suriye'deki iç çatışma görüntülerini andırıyor. Altınsu köyüne düşen top mermisi ise birçok evin zarar görmesine neden olmuş. Köyde 4 bin 600 kişi yaşarken şimdi sadece 100 erkek var. Herkesin ağzından çıkan, huzur ve barışın tekrar hakim olması. Çatışmalar sona erse de şehir merkezindeki dükkanların büyük bir bölümü kapalı. Köşe başlarında pusuya yatmış olan askerlerin elleri tetikte. Fotoğraf çekmek ise valilik iznine tâbi.

YARALI KADININ ÜSTÜNDE ASKER KABANI

Van'a yaklaştığımızda yol kenarında askerler yavaşlamamız gerektiğini söylüyor. Havanın yağışlı olması nedeniyle Hakkarili bir aile kaza geçirmiş. Yerde yaralı olarak yatan kadının üzerindeki asker kabanı dikkatimizi çekiyor. Olaya müdahale eden jandarma üzerindeki parkasını yaralı kadına giydirmiş. Aklımıza şehit cenazelerinde yükselen “Kardeşi kardeşe kırdırıyorlar” çığlığı geliyor. İzmirli asker Hakkarili kadına üşümesin diye parkasını veriyor.

EFKAR DAĞI DUMANDIR

Şemdinli'nin sırtını dayadığı Efkar Dağı'ndan çatışmaların ardından PKK'nın geçiş güzergahlarına yapılan hava saldırısı nedeniyle dumanlar yükseliyor.

SEYYAR BALIKÇI

Gölde avladıkları balığı yoldan geçen müşterilere satmaya çalışan Başkaleli çocuklar, “Abi bu yağmur ve soğukta ekmek paramızı çıkarmak için suyun içine girip ağları çekiyoruz, kilosu 8 TL, almak istemez misin?” diye soruyor.

İYİ Kİ 10 METRE YAKINA DÜŞMEDİ

Şemdinli'de çatışmaların yoğun olarak yaşandığı merkez köylerden Altınsu'da atılan bir havan topunun etkisiyle köy evi kullanılmaz hale gelmiş. “10 metre daha yakına düşseydi 11 sivil hayatını kaybedecekti.” diyen köyün ileri gelenlerinden Zekeriya Özbek, yaşananların bir provokasyon olduğuna inanıyor.

SIRADAN BİR GÖRÜNTÜ

PKK'nın bombalı eylemlerine karşılık zırhlı personel taşıyıcıların türü de değişmiş. Özellikle Bitlis karayolunda meydana gelen ve sekiz askerin şehit olduğu bombalı eylemden sonra Kirpi adı verilen zırhlı personel taşıyıcılar yollarda. Sivil araçların bombalı tuzaklar nedeniyle uzaktan takip ettiği Kirpiler, herhangi bir tehlikeye karşı olabildiğince hızlı Yüksekova'ya doğru yol alıyor.

KENTTEN ZORUNLU GÖÇ

PKK'nın Şemdinli girişinde hendek açmasıyla başlattığı eylemler silahlı çatışmalara dönüşünce binlerce sivil vatandaş şehri terk etmek ya da merkez köylere sığınmak zorunda kalmış. 90'lı yıllarda bile şehir merkezinde çatışmalara tanık olmayan kadın ve çocuklar, panik halinde yakın köylere veya Yüksekova'ya sığınıyor.

Baba eve gelmek için kaç hırsız yakalaman gerek?

$
0
0

Silivri Cezaevi'nde tutuklu polislerden Mustafa Demirhan'ın 4 buçuk yaşındaki oğlu Sami Kaan, her hafta babasını görmeye gittiğinde “Yakalaman gereken kaç hırsız kaldı?” sorusuyla başlıyor görüşe. Çünkü onun hırsızları yakalamak için görevde olduğuna, hepsini yakaladıktan sonra eve döneceğine inanıyor.

17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını yürüten eski İstanbul Mali Şube Teknik Büro Amiri Mustafa Demirhan ve ekip arkadaşları bir yıldır tutuklu. Demirhan'ın 6 yıllık hayat arkadaşı Esmahan Demirhan'a göre 17 Aralık'tan sonra yaşadıkları sıkıntıların tek nedeni eşi ve arkadaşlarının “Hırsıza dur demesi”. Doğru yolda oldukları için dik durduklarını söyleyen Demirhan insanların duyarsızlığına ise sitem ediyor. “Çok zorlandığımız zamanlar oldu, geceleri çocukları acile götürdüm, ikisini de tek başıma taşıdım. Çocuklar çok özlüyor, onlara kıyamıyorum. Kendi adıma değil ama eşim ve diğerleri bu sıkıntıları niye çekti bunun anlaşılamamasına çok üzülüyorum.” diyor. Tutuklandıktan sonra annesi rahatsızlanan Mustafa Demirhan, yatay geçiş yaparak hukuk okumaya başladı. Cezaevinde çalışarak bir yılını tamamladı, üstten ders aldı bir yıl sonra mezun olacak.

KIYAFETLERİ EVİN KOKUSU SİNSİN DİYE DOLAPTA BEKLETİYORUM

“Bizim için bir Silivri günü var, bir de bir gün öncesi ve sonrası var. Giderken ayrı gelirken ayrı bir ızdırap.” diyor Esmahan Demirhan. Bir yıldır her hafta eşini 45 dakika görebilmek için 4 buçuk yaşındaki Sami Kaan ve 1 buçuk yaşındaki Selma Betül ile yollara düşüyor. Onlar için 9 görüşü için 6'da yollara düşmek mesele değil, asıl mesele gittiklerinde arada cam olması. Oğlu her görüş öncesi kapalı ya da açık görüş olup olmadığını soran Esmahan Hanım, yaptığı hazırlığı şöyle anlatıyor: “Bir akşam önceden eşyalarını en güzel şekilde, yumuşatıcılarla hazırlıyoruz. Eşyaların gideceği kişinin evinin kokusunu özlediğini biliyorsunuz. Bunun için önceden yıkıyorum, evin kokusu sinsin diye dolaba koyuyorum. Bazen çocukların kıyafetlerinin kokusunu sıkıyorum. Jilet gibi hazırlıyoruz. Tertemiz gönderelim diye dualarını okuyorum. Gidecek olan eşyaları ‘yârimin yanına gidecek, o orada yalnız' diye düşünerek hazırlıyorum.”

BURNUMUN DİREĞİ SIZLIYOR

Cezaevi girişinde ise soğuk duvarlar ve tuhaf uygulamalar karşılıyor Esmahan Hanım'ı. Evden çıktığındaki enerjisinin yüzde 70'i eşini görene kadar bitmiş oluyor. Yolun uzunluğu, yolda çocukların ağlaması, infaz memurlarının tavırları, x-ray'dan geçememe, eşyaların alınmaması. Hepsi ayrı bir endişe kaynağı. Silivri girişlerinde yaşanan korkular; “Acaba bizim için içeri girebilirsin dilekçesi çıkmış mı? Acaba ceza almış mıyız?' Göz kaydından geçtikten sonra acaba x-ray'dan geçerken kıyafetimden bir şeyler öter mi? Bütün bu endişelerden sonra ise camın ardında eşinin ay gibi doğduğunu söylüyor Esmahan Hanım. “Bu sadece özlem değil, çok kıymetli bir insanmış, ben mahiyetini anlayamamışım. O kadar haramın, rüşvetin, yalakalığın içerisinde onlar hep tertemiz kalmışlar. Emniyet önünde söylediğim söz hep geçerliydi, kendi şahsı için kullanacağı kalem ayrı, işi için kullanacağı kalem ayrı. Ben gidip A4 kâğıdı aldığımı hatırlıyorum, yüksek lisans gibi işleri için onu kullanıyordu. Onu görünce ‘oh' diyorum, şu kirliliğin arasında ne güzel bir insan.” Yarım saat, 45 dakika. 1 haftadır görmediği yârini görmenin mutluluğuyla rahatlıyorlar. Bir süre sonra telefondan dıt sesi geliyor. Bu ses görüşün bittiğini haber veriyor, telefon kesiliyor. Aradaki cam ses geçirmediği için el sallayarak vedalaşıyorlar. Görevliler bir sonraki grubun geleceğini söylediğinde kolu kanadı kırılmış olarak yokuşu çıkmaya başlıyorlar.

AÇIK GÖRÜŞLERDE ÇOCUKLARLA OYUN OYNUYORLAR

Esmahan Hanım, her gün oğluna babasının nerede olduğunu anlatıyor: “Baban büyük hırsızları yakalamaya gitti? O kadar önemli ki bazen biz bile giremiyoruz.” Şu an eşinin çıkması için değil, yaptığı işlerin anlaşılması ve sinesinin genişlemesi için dua eden Demirhan, “Vatan millet için ne zaman çıkmaları gerekiyorsa o zaman çıkacak biliyorum, o hayırlı zamana bizi razı etsin. Burnumun direkleri sızlıyor. Hasretimi tarif edemiyorum.” diyor. Sami Kaan, annesini üzgün gördüğünde “Anne sana bir haberim var, babamın yakalaması gereken bir hırsızı kalmış.” diyerek moral vermeye çalışıyor. Çünkü çocuğa babasının cezaevinde hırsızları yakalamak için kaldığını, görevi bitince eve döneceğini söylüyor. Kapalı görüşlerde sarılıp öpemeseler de açık görüşleri çocuklar için en eğlenceli hale getirmeye çalışıyor Demirhan çifti. Mustafa Bey, çocukları daha önce oynamadığı oyunlarla şaşırtıyor. Onların sevdiği süper kahramanların resimlerini keserek gönderiyor. Kendi imkanlarıyla boyayarak yaptığı hediyeler de var.

Güney Koreli Leyla: İki ay mutfağa girmedim

Eski Mali Şube Komiseri Hüseyin Korkmaz hiç görev almadığı 25 Aralık soruşturması nedeniyle yaklaşık bir yıldır cezaevinde. Gözaltına alındığı sırada ‘Kral Çıplak' dediği için polislerce ağzı kapatılan Korkmaz, görev almadığı bir soruşturma nedeniyle özgürlüğünden mahrum bırakıldı. Güney Kore asıllı eşi Leyla Korkmaz da 18 aylık kızını tek başına büyütmeye çalışıyor. Eşi tutuklandıktan sonra 5 hafta görüş izni verilmeyen Korkmaz, ilk iki ay eşinin sevdiği yemekleri yapamadığı için mutfağa girememiş. Çektikleri hasret dışında kayıpları olmadığını söyleyen Korkmaz, “Bir anne olarak en çok Dilruba için üzülüyorum. Çünkü annenin yapabileceği görev farklıdır. Çocuk resmen babasız kaldı, ne yaparsanız yapın o yeri dolduramıyorsunuz.” diyor. Son bir yılda babasına sadece açık görüşlerde sarılabilen Dilruba görüş bitiminde babasına el sallayarak ayrılıyor. Parkta babasıyla birlikte oynayan çocuklara ise daha bir dikkatle bakıyor.

Üniversiteyi Türkiye'de okuyan Leyla Hanım'ın eşinin yaşadıklarında sonraki Türkiye algısı da oldukça değişmiş: “Türkiye demokrasi anlamında Kore'den daha ileri diye düşünüyordum. Şimdi yaşanan şeyler bizim ülkede 70'li yıllarda yaşanan olaylara benziyor, herkesi içeri atıyorlar. Bir ülkede bu kadar hukuksuzluk olamaz diyorum. Resmen komünizm ülkesine dönmüş gibi. Hakim ve savcıların tutuklanması şaka gibi.” Cezaevinde de sıkça keyfi uygulamalara maruz kalan Korkmaz, eşine kıyafet ulaştırmada bile sorun yaşadıklarını söylüyor. Korkmaz, “Götürdüğümüz kıyafetleri almadıkları zaman oluyor, sayı sınırı koyuyorlar. O sayı sınırı gardiyana göre bile değişiyor. Bazen 2 haftada 3 tişört bazen her hafta 3 tişörte izin veriyorlar. Geçen hafta bir tane verebildim, içeriden çıkmadığı için. Onların içeriden çıkardığı kıyafet sayısı da tutuluyor. İçeride 3 taneden fazla tişörtü olamıyor. Havlu 2, çamaşır ve çorap 5 adet gibi sayılar var.” şeklinde konuşuyor.

Kenan'ın ilk baba dediği anı unutamam

17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarını yürüten eski İstanbul Mali Şube Müdürü Yakub Saygılı'nın eşi Esra Saygılı da bedel ödeyen polis eşlerinden. Eşi tutuklandıktan kısa süre sonra dünyaya gelen oğlu Kenan Şamil babasını cezaevinde tanıyabildi. Son bir yılının hiç de kolay geçmediğini söyleyen Saygılı, her zaman eşinin arkasında olduğunu söylüyor. 10 aylık olan Kenan'ın cezaevinde babasını ilk gördüğünde yabancılık çektiğini söyleyen Saygılı, “Kenan ilk defa ‘Baba' dediği zaman duygulandım. Eşim bu vatanın çocuklarını düşündü. Onların geleceği için yaptığı bu fedakârlık nedeniyle bizlerden ayrı kalarak bedel ödüyor. Eşimin yanımızda olup, oğlumun ‘baba' dediğini duymasını isterdim ama kısmet olmadı. Cezaevindeki görüşlerde babasını gördüğü zaman sanki yabancıymış gibi yüzünü bize dönüyor. Böyle olunca hepimiz duygusallaşıyoruz. Elbet bunlar geçecek biliyoruz ve o dakikaları gülerek atlatmaya çalışıyoruz. Devam eden bir saat içinde Kenan da alışıp babasının konuşmalarına, şakalarına gülmeye başlıyor.” diyor.

Önüm arkam sağım solum darbe!

$
0
0

İktidarı boyunca onca darbe girişimini atlattı AKP. Yolsuzluk operasyonu, HDP'nin barajı geçmesi, koalisyon girişimleri, polislerin tahliyesi… Bu kadar darbe karşısında “İnsan gerçekten hayret ediyor!”

“AK Parti sayısız darbe girişimini atlattı, geri püskürttü, bertaraf etti…” şeklindeki haberlere denk gelince “Neymiş bu darbe girişimleri?” diye merak edip internete göz attığımızda karşımıza bir liste çıktı: Gezi direnişi, yolsuzluk operasyonu, koalisyon kurmak, koalisyon kurmamak, 17-25 Aralık, HDP'nin barajı geçmesi, polislerin tahliyesi, hatta küçük Pamir'in vefatı… Herkese her şeye darbeci yaftası… Dalından düşen yaprak bile AKP ve Erdoğan'a karşı bir hamle! Sorsanız günde beş vakit darbeye maruz kalıyorlar. Kim bilir, halk 7 Haziran seçimlerinde AKP'ye az oy vermek suretiyle darbe girişiminde bulunmuştur belki de. Zira demokrasiyi bizden öğrenecek değiller. Eh seçimler de yenilenecek, pek yakında “Oy kullanmak da bir darbe girişimi” derlerse şaşırmayın. İşte AKP'ye karşı yapılan ve geri püskürtülen darbe girişimlerinin bazıları...

GEZİ DİRENİŞİ DARBEDİR!

Ağaçlar arkasına saklandı bu sefer darbe. Çevreci gençler “Taksim'e Topçu Kışlası'nı istemiyoruz. Gezi Parkı'ndaki ağaçlar kesilmesin, Gezi Parkı park olarak kalsın” dedi, sonrasında olaylar aldı başını gitti. “Gezi askersiz bir darbe girişimi, amaç iktidarı zayıf düşürmek ve hükümeti ortadan kaldırmak…” söylemleri de manşetleri süsledi. Hatta Ali İsmail Korkmaz'ı öldürmekle suçlanan sanık polis memuru Mevlüt Saldoğan savunmasında şu ifadeleri kullandı: “Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı Gezi olayları için bir darbe girişimiydi diyorlar. O zaman ben bir darbe girişimini bastırmakla görevlendirildim. Bana ne emir verildiyse ben o emri yaptım.”

YOLSUZLUK OPERASYONU DARBEDİR!

17 Aralık 2013 sabahına yolsuzluk operasyonuyla uyandı Türkiye. Bakan çocuklarının da aralarında olduğu 89 kişi gözaltına alındı. İddiaya göre İran uyruklu Reza Zarrab liderliğindeki grup, örgüt halinde suç işliyordu. Aramalarda ayakkabı kutularında para ve evlerde para kasaları da bulundu. Alınan toplam rüşvet miktarı 63,5 milyon dolar, aklanan para miktarı ise 87 milyar dolardı. Adlî; süreç esnasında operasyonla ilgili söylemlerin ardı arkası kesilmedi. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık'ta başlatılan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını “darbe girişimi” ve “Türkiye'ye yönelik bir ihanet” olarak niteledi. Çeşitli platformlarda bu söylemini yineledi ve “17 Aralık operasyonu bal gibi darbe girişimidir.” dedi. Havuz medyası da boş durmadı, operasyonun darbe olduğunu anlatan manşetlerin yanı sıra ‘Millete Operasyon 17 Aralık' belgeseli bile hazırlandı.

SEÇİMLER AK PARTİ'YE DARBE

7 Haziran'da AKP'den milletvekili seçilen Markar Esayan, 7 Haziran seçimlerinin hedefinin Türkiye'nin bağımsızlığını engellemek olduğunu savundu. Esayan, Twitter hesabından yaptığı paylaşımlarda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti'ye karşı birleşen geniş katılımlı bir yapıdan söz ederek, “Seçim görüntülü bu darbeye sandıkta dur diyeceğiz.” dedi.

HAŞİM KILIÇ DA DARBECİ ÇIKTI!

Yeni Şafak Gazetesi Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi, “2015 seçimlerine gidilirken, AK Parti'ye Anayasa darbesi hazırlanıyor. Başarılı olacaklar mı? Orasını bilemiyorum. Anayasa Mahkemesi üyelerinin cinnet geçireceğini sanmıyorum. Ama Haşim Kılıç'ın hazırlığını yaptığı olay düpedüz bir Anayasa darbesi.” dedi. Havuz medyası da Kılıç'ı linç etti. Hem Erdoğan'ın hem de söz konusu medyanın daha önce demokratlık ve özgürlükçülüğüne methiyeler dizdiği Kılıç bir anda darbeci oluverdi.

AİLENİN ACISINDAN DARBE ÇIKARMAK

Küçük Pamir için binlerce kişi tek yürek olmuşken AK trollerin yönettiği Twitter hesapları, nefret dolu komplo senaryoları üretti. Acılı anneyi DHKP-C'li, babayı ise Gezici Zello Tarikatı üyesi ilan ettikleri yetmedi, evin 3. köprüye yakın olmasını manidar bulup 3,5 yaşındaki çocuğun ölümünün bile Geziciler tarafından planlandığını ileri sürdüler. Bazıları ise küçük Pamir'in ölümünden Gezicilerin faydalanarak burada kamp kurup eylem yapacaklarını iddia etti. Neler yazmadılar ki, “Darbe girişimi, İkinci Gezi, Alevi'ymiş zaten, Çekilen fotoğrafıyla viral reklam yapıldı…” Hâsılı, Pamir'den de darbe çıkardılar.

SOMA FACİASI DA DARBE PLANI

Soma'da yaşanan maden faciasında 310 vatandaşımız hayatını kaybetmişti. Akit Gazetesi Genel Koordinatörü Hasan Karakaya, canlı yayında, Akit yazarı Ali İhsan Karahasanoğlu'nun yazısını okuyarak maden faciasının bir darbe girişimi olabileceğini söyledi. Karakaya, “Yetkililer bu yazıyı ihbar kabul edebilirler. Baz istasyonundan görüşmeler tespit edilirse öyle sanıyorum ki burada ne numaralar döndüğü ve bizim 301 vatandaşımız üzerinden kimlerin hangi darbeyi gerçekleştirmek istedikleri ortaya çıkacaktır.” dedi.

MİT MÜSTEŞARINI İFADEYE ÇAĞIRMAK DARBE

MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş ifadeye çağrılmıştı. Savcıların hukuki yolları kullanarak yaptığı eylem, iktidar partisince AKP'ye karşı bir darbe girişimi olarak kullanıldı. Hatta Fidan'ın dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan ameliyat masasında iken tutuklanacağı efsanesi üretildi. Kanunlarda böyle bir şeyin olmayacağı bilinmesine rağmen AKP suçlamaları örtmek için darbe yalanına sarıldı. Havuz medyası ve AK troller de üzerlerine düşeni yaptı. Hatta bu yalancı darbenin filmi bile yapıldı.

HAKİMSEN İKTİDARIN İSTEDİĞİ GİBİ KARAR VERECEKSİN

Eski Cumhuriyet Başsavcısı ve şimdilerin AKP Milletvekili Reşat Petek darbe girişimi modasına uydu ve polislerin tahliyesiyle ilgili, “Bu, yargı erkini kullanmak suretiyle bir darbe girişimidir.” tezini öne sürdü. Arkası da geldi tabii. Koskoca bir eski başsavcı yalan söyleyecek değildi ya. Bir kısım medya ve malum troller harekete geçip bu darbeyi de püskürttü. diyorsa boş konuşmuyordur şeklinde açıklama yaptı.

HDP BARAJI GEÇTİĞİ İÇİN SUÇLU

Halkların Demokratik Partisi (HDP) yüzde 13,07 oranında oy alarak 80 milletvekiliyle Meclis'e girdi. Selahattin Demirtaş, “Artık HDP gerçek bir Türkiye partisidir. Türkiye HDP'dir. HDP Türkiye'dir.” dedi ancak Ankara Büyükşehir Belediyesi Melih Gökçek, Twitter hesabından attığı bir dizi mesajda HDP'nin barajı aşmasının ‘Türkiye'nin istikrarına vurulan bir darbe' olduğunu savundu. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan da “HDP'nin barajı geçmesini demokrasi açısından bir sorun olarak görüyorum.” açıklamasında bulundu.

KOALİSYON KURARAK AKP'Yİ DEVİRME SUÇU

Sandıktan tek parti iktidarı çıkmayınca koalisyon hesapları başladı ama koalisyon ihtimallerine sarayın gölgesi düştü. Koalisyon çıkmazı ekonomiyi de altüst ededursun hükümet kurma çabaları da darbe girişimi olarak lanse edildi. Yeni Şafak Gazetesi'nin Ankara temsilcisi Abdülkadir Selvi, ‘koalisyon hükümetlerinde darbe olabilir' gerekçesiyle başkanlık sistemini savundu. Türkiye'nin yakın tarihinde koalisyon ihtimali görmediğini belirten Başbakan Ahmet Davutoğlu ise “Darbemsi birtakım eylemler içine girmek isteyenler olabilir.” açıklamasıyla darbe kelimesine yeni bir boyut kazandırdı. Muhalefet de boş durmadı tabii. Erdoğan'a “Koalisyonu engellemek, halk iradesine darbedir.” deyiverdi. Sonuç olarak, koalisyon yok, darbeye devam!

İSTİFA EDEREK DARBE YAPACAKLARDI

2011 yılında Jandarma Genel Komutanı Necdet Özel dışında kuvvet komutanları ve genelkurmay başkanının istifası iktidar partisine karşı silahlı bir darbe girişimiydi. Emekli olsalar da silahları vardı çünkü. Darbe girişimi bir kararname ile atlatıldı. Milli Savunma Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın onayıyla yeni komutanlar göreve başladı. İlginç olan ise istifa ederek AKP'ye darbe yapacakları iddia edilen paşalarla ilgili hiçbir işlem yapılmadı.

ÇARŞI DARBE GİRİŞİMİNDE BULUNDU!

Beşiktaş taraftar grubu Çarşı da darbeci yaftası yiyen güruh arasındaki yerini aldı. “Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı darbeye teşebbüs” iddiasıyla 35 taraftar hâkim karşısına çıktı. Sanıklardan Cem Yakışkan, darbe yapmadıklarını söyledi. Yakışkan, “Ben darbe yapmadım, darbe yapacak gücümüz olsaydı Beşiktaş'ı şampiyon yapardık.” dedi ve duruşmadan ilk gol sesi geldi!

PAPA DA DARBECİ OLDU

“20. yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı.” diyen Papa Francis'i eleştiren Başbakan Ahmet Davutoğlu, “AK Parti'ye kurulan tuzaklara Papa da katıldı.” iddiasında bulundu.

Sonunda şeytanın bacağını kırdılar!

$
0
0

Geçtiğimiz hafta İngiltere Premier Lig'de tarihi bir hafta yaşandı. Beşiktaş'ın eski hocası Slaven Bilic'in çalıştırdığı West Ham United, Liverpool'u deplasmanda mağlup ederek tam 52 yıllık galibiyet hasretine son verdi. Bu haberi okuyunca başka örnekleri merak ettik. İlginç sonuçlarla karşılaştık.

Juventus, 20 yıl sonra ilk defa…

2006 yılında İtalya futbolunu derinden sarsan şike skandalından en çok etkilenen takımların başında geliyordu, Juventus. Serie B'ye düşürülen Siyah-Beyazlı ekip, sezona -9 puanla başlarken, 2005 ve 2006 yıllarında kazanılan lig şampiyonluk unvanları da geri alınmıştı. Torino ekibi, bir yılın ardından Seria A'ya yükselme başarısı gösterdi. İyi bir planlama ve kadro oluşumu ile geleceğe emin adımlarla ilerleyen Zebralar, son 4 sezonun lig şampiyonu. Aynı zamanda geçtiğimiz yılın Şampiyonlar Ligi finalisti. Siyah-Beyazlılar böylesine büyük başarılara imza atmasına rağmen 26 Nisan 2015'te 20 yıllık bir rekoru daha fazla sürdüremedi. İtalya Serie A'da bir derbi günüydü. Aynı zamanda yüz yıllık iki çınarın randevusunda, 1940'lı yılların efsane takımı Torino, sahasında Juventus'u misafir ediyordu. Maçta öne geçen lider Juventus, rakibine 2-1 yenilerek, hem şampiyonluk yolunda yara almış hem de 20 yıl sonra derbiyi kaybetmişti. Böylelikle en son 25 Ocak 1995'te 3-2'lik skorla Torino Olimpiyat Stadyumu'ndan galip ayrılan Torino nam-ı diğer Boğaların, galibiyet hasreti son bulmuş oldu...

Bursaspor yarım asır sonra galip…

Sene 2013… 50 yaşındaki Bursaspor'un rakibi, 91 yaşındaki Konyaspor. Bu mücadelenin diğer bir anlamı, takımların aynı renkleri paylaşması. Renktaş iki takım lig tarihinde 21. kez karşı karşıya geldi, 27 Ekim Pazar günü. Maçta etkili olan taraf Christoph Daum'un takımı Bursaspor'du. Bu maça kadar iki rekabette Konyaspor, Timsah'a karşı evinde hiç kaybetmemişti. Maç sonunda skor tabelasındaki 0-1 sonucu, tarihî; bir anlam taşıyordu. 48 yıl sonra ilk defa Bursaspor, Konyaspor deplasmanından galibiyetle ayrılıyordu. Timsah, Konyaspor'a karşı son deplasman galibiyetini ise 2. Lig Beyaz Grup'ta mücadele ederken, 2-1'lik sonuçla almıştı. Takvimler de 19 Eylül 1965 gösteriyordu…

Tam 37 yıl sonra...

Listemizde sahne yine Manchester City'nin. Rakibi ise Londra'nın güçlü ekiplerinden Arsenal. Sezona son şampiyon olarak başlayan Maviler, Arsenal deplasmanında en son galibiyetini 1975 yılında almıştı, 3-2'lik skorla. City, Arap şeyhlerin kulübü satın almasıyla beraber ligin en tehlikeli takımları arasında yer edindi. Roberto Mancini ve talebelerinin tek düşüncesi galibiyetti. Artık bu hasret son bulmalıydı. Karşılaşmaya hızlı başlayan Maviler, bunun karşılığını maçın henüz 9. dakikasında penaltı kazanarak aldı. Bonus olarak ise Arsenal'den Koscielny, kırmızı kart görerek oyun dışı kaldı. Ancak topun başına geçen Boşnak yıldız Edin Dzeko, penaltı atışını gole çeviremedi. Ancak City rüzgârı duracak gibi değildi. Maçın 21. dakikasında Milner ile öne geçen Maviler, Dzeko'nun 32. dakikada attığı golle farkı ikiye çıkardı ve ilk yarı bu skorla tamamlandı. İkinci yarısı rölantili geçen maçın 75. dakikasında Vincent Kompany kırmızı kart görerek takımını 10 kişi bıraktı. Kalan sürede 10'a 10 oynanan maçta daha gol olmayınca maç 0-2'lık sonuçla tamamlandı. Ve Mancini'nin talebeleri, Emirates'te 37 yıllık deplasman hasretine son verdiler.

Nou Camp'ta 20 yıllık hükümdarlık!

Barcelona ve Real Madrid, ezeli rekabetin liderleri. ‘El Clasico' diye adlandırılan rekabet, 17 Şubat 1902'de başladı. Toplam 248 kez karşı karşıya gelen iki rakip arasında, yıllardır galibiyet hasreti çeken bir taraf olduğunu biliyor muydunuz? 1983-2003 yılları arasında Real Madrid, Nou Camp'ta oynanan hiçbir maçtan galibiyetle ayrılamadı. Ancak Eflatun-Beyazlılar, bu süre zarfında; 9 kez İspanya Ligi, 3 kez Şampiyonlar Ligi, 2 kez UEFA Kupası, 2 kez Kıtalar Arası Kupa, 1 kez Süper Kupa, 2 kez Kral Kupası ve 6 kez de İspanya Süper Kupası'nı müzesine götürdü. Rakibine, 7 lig şampiyonluğu ile karşılık verebilen Katalan ekibi, diğer kupalarda da geride kaldı. Konumuza dönecek olursak; 20 yılda Nou Camp'ta oynanan ‘El Clasico'larda 15 galibiyet ve 5 beraberliği mevcut, Barca'nın. Kral'ın takımı şeytanın bacağını ise 7 Aralık 2003'te kırdı. Galibiyeti getiren gollerin altında ise Roberto Carlos ve Ronaldo'nun imzaları var.

Real'in Deportivo şanssızlığı

Tarih 30 Ocak 2010. Real Madrid, deplasmanda Deportivo'yu 3-1'lik skorla geçiyordu. Ee bunda ne var, normal diyenleriniz olabilir, zira Kral'ın takımı bu galibiyet için tam 19 yıl bekledi. En son 1991 yılında Deportivo'yu 3-0 ile geçen Eflatun-Beyazlılar, böylelikle Riazor Stadyumu'nda şanssızlığına son verdi.

Aslan'ın Kadıköy hasreti

Türkiye'de sonucu en çok merak edilen derbi olan Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinde Sarı-Kırmızılı takım Kadıköy'de şanssızlık yaşıyor. Fenerbahçe karşısında Kadıköy Şükrü Saracoğlu Stadı'nda en son 22 Aralık 1999 tarihinde yapılan maçtan galibiyetle ayrılan Galatasaray, aradan geçen 16 yılda ezeli rakibini Kadıköy'de mağlup etmeyi başarıp şeytanın bacağını kıramadı.

‘Düşler Tiyatrosu'nda kâbus sırası Kırmızılarda!

1992'nin Mayıs ayında 22 takımın katılımı ile kurulan ‘Premier League', 104 senelik ‘İngiltere Ligi'nin selefi durumunda... Velhasılı kelam, sahne Manchester derbisinin. Manchester United ve Mancehester City arasında. Bir tarafta Kırmızılar, diğer bir tarafta ise Maviler. Heyecanın adresi Old Trafford. Yıl 2008… Ev sahibi maça hızlı başlayan taraftı. Ancak ilk gol Mavilerden geldi. Maçın 23. dakikasında Darius Vassell, önünde kalan topu Hollandalı file bekçisi Van Der Sar'ın yanından ağlara gönderdi. İlk yarının bu skorla bitmesi beklenirken sahne Benjani'nin. İlk yarının sonucu: 0-2. İkinci yarıda etkili ataklar yapmasına rağmen Kırmızı Şeytanlar uzatmalarda İngiliz oyuncu Carrick ile farkı bire indirebildi. En son 34 sene önce Old Trafford'da kazanıp Manchester United'ın küme düşmesine sebep olan Manchester City, böylelikle galibiyet hasretine son vermiş oluyordu.

19 yıl sonra gelen galibiyet

Beşiktaş'ın, lig tarihinde en çok zorlandığı deplasmanlardan birisi, Diyarbakır. Bundan önceki tek galibiyetini, Kırmızı-Yeşilli takımın ligden düştüğü 1986-87 sezonunda 1-0'lık sonuçla almıştı, Kara Kartal. 25 Nisan 1987 tarihinde yapılan bu maçın ardından tam 19 yıl sonra Diyarbakır'da galibiyet özlemine 10 Şubat 2006'da son vermişti Siyah-Beyazlılar. Diyarbakır ise 2001 yılında yeniden yükseldiği Süper Lig'de 5 sezondur yer alıyordu.

Yıllar sonra sevinç

B.Monchengladbach, geçtiğimiz yıl Borussia Dortmund'u 16 yıl aradan sonra deplasmanda yenmeyi başardı. Manchester United kendi evinde 35 yıl sonra West Bromwich'e 2-1 yenildi. 2013'te Madrid derbisinde Real'i Bernabeu'da 1-0 yenen Atletico Madrid, 14 yıl sonra galip gelmiş oldu. 2014'te İstanbul'da Galatasaray ile karşılaşan Kayserispor, 40 yıl sonra rakibini deplasmanda yenmeyi başardı. Eskişehirspor ise Galatasaray'ı 27 yıl sonra İstanbul'da yenebildi. Türk Milli Takımı, 45 yıldır yenemediği Romanya'yı 2012'de 2-0 ile geçti.


Hayata tutunduran şişeler

$
0
0

2014 yılında IŞİD Irak ve Suriye'nin kuzeyinde birçok şehre saldırılar düzenlemeye başladı.

Irak'ın kuzeyindeki Sincar ile Suriye'nin kuzeyindeki Kobane şehirleri bunlardan ikisiydi. IŞİD Sincar şehrinde kontrolü ele geçirdiğinde burada yaşayan insanların hayatları geri dönüşü olmayan bir trajediye dönüştü. Yerel halkın büyük bölümünü Yezidi nüfusunun oluşturduğu şehirde binlerce insan panik içerisinde evlerini akrabalarını ve doğdukları toprakları geride bırakarak Şengal Dağı'na doğru kaçmaya başladı. Kaçmayı başaramayan ve çoğunluğunu kadınların oluşturduğu büyük bir kitle, IŞİD tarafından köle pazarlarında satılmak üzere esir edildi. 40 dereceyi aşan sıcaklıkta uzun bir yolculuğa başlayanları ise Şengal Dağı'nda zor günler bekliyordu. Evlerinden çıkarken yanlarına alabildikleri su şişelerinden başka yiyecek hiçbir şeyleri yoktu. Dünya kamuoyu yaşananlara tepkisiz kalmasa da Şengal Dağı üzerinden Dicle nehrini geçerek Suriye'ye oradan da Kuzey Irak'ın Zaho şehrine olan zorlu yolculukta birçok kadın ve çocuk hayatını kaybetti. Dicle Nehri üzerinde kurulan yaşam köprüsünden geçişleri sırasında yaşadıkları panik ve günlerce süren yolculuğun yorgunluğu yüzlerinden okunabiliniyordu. Kimi annesini, kimi kardeşini kimi de eşini geride bırakmak zorunda kalmıştı. Evden çıkarken yanlarına alabildikleri ‘hayat' anlamına gelen su şişeleri dışında hiçbir şeyleri yoktu. Kamp alanında soğuk suyla dolu yenileri verildiğinde kendilerinden parçalar taşıyan bu şişeler yere bırakılmıştı.

‘Cemaatçi polisler' tezi cesaret problemi olanların sığındığı mazeret adasıdır

$
0
0

Sahur vakti evlerinden alınan polisler, bir yılı aşkın süredir cezaevinde. Aradan geçen uzun süreye rağmen haklarındaki iddianame hâlâ yazılabilmiş değil. Verilen tahliye kararına rağmen Silivri Cezaevi'nde esir tutuluyorlar. Tutuklu polislerin avukatı Ömer Turanlı ile süreçte yaşananları konuştuk.

Polislerin cezaevinde tutulmasında gösterilen gerekçeler ne kadar hukukî;?

Siyasî; iktidar önce bir karar alıyor, kendince suç ve suçluları tespit ediyor. Daha sonra buna uygun mahkeme ve hakimlikler ihdas ediliyor. Anayasa'daki tabii hakim ilkesi bir kenara atılıyor. Anayasa'ya aykırılık iddiasıyla konuyu yüksek mahkemeye taşıdığınızda bu sefer yüksek mahkeme üstünde bir baskı kurularak karar vermesi engelleniyor. Yaşananlar Türkiye'nin hukuk tarihine kara bir leke olarak geçti ve adalet inancına ve hukukun üstünlüğüne büyük bir darbe vurdu. Ne acıdır ki tüm ülkeyi saran korku atmosferi içinde, hukuk eğitimi veren üniversitelerden, öğretim üyelerinden maalesef yüksek bir ses çıkmadı.

Hâlâ uygulanmayan bir tahliye kararı var…

Evet, bir mahkemenin kararına eğer kanunî; yolu varsa itiraz edilebilir ya da temyize gidilebilir. Yoksa mahkemenin verdiği karar kesindir. Bir mahkemenin kararını bir alt mahkemenin ya da mahkemeye atanan başka bir hâkimin yok saymasının hukukta yeri yok. Bu nedenle müvekkiller tutsak konumunda. Yani hukuka aykırı bir şekilde özgürlükleri kısıtlanıyor. Casuslar ve hırsızlar bir araya gelip hukuka darbe yaptı. Bu insanların aklına ve vicdanına darbedir, hukuka olan saygıya darbedir.

Tahliye kararı verildikten sonra aileler, hevesle eşini/babasını almaya gitti fakat hepsi hayal kırıklığına uğradı. Ne hissettiler?

Tarihte eşi, benzeri olmayan zulmün bir üst tabakaya ulaşmasıydı aslında o. Silivri'de saatlerce babalarını bekleyen ve kavuşamayan küçük çocukların dünyaları dinamitlendi. Çocuklar o andan sonra babalarının gerçekten zindanda olduklarını anladı. Müvekkillerden birinin çocuğunun dört gün komada kalması, babalarının geleceğinden ümitlenen çocukların geceleri babalarını sayıklaması, uykudan ağlayarak uyanmaları unutulmayacak zulümler. Öyle ki cezaevindeki gardiyanlar bile yapılan zulmün farkında. Gardiyanın biri, “Bu, hükümeti yıkmaya değil, paraları yıkmaya teşebbüs.” deyip gülmüştü. Trajikomik bir olay daha: Müvekkillerden Aytekin Koçak'ın ailesi, ‘Oğlum sen tahliye oldun, niye çıkarmıyorlar?' diye soruyor. Müvekkil de ‘Anne bu da bir şey mi, bize tahliye kararı veren hâkim yan koğuşta.' diyor ve yaşanan içler acısı duruma gülüyorlar.

Tutuklu polisler nasıl vakit geçiriyor?

Kitap okuyor, yabancı dil öğreniyorlar. Ama bunun öncesinde cezaevi şartlarını konuşmak gerekir. Kaldıkları cezaevine cezası kesinleşmiş ağır ceza mahkûmlarını koyabilirsiniz. Polislerin birçoğu terörden yargılanmıyor, haklarında verilmiş ceza yok, iddianame bile tanzim edilmiş değil. Emniyet mensubu, tayinleri çıkmış, makamları olan insanlar… Memurlara bakan Paşakapısı Cezaevi'ne koymanız gerekir. Önce Metris'e, oradan Silivri'de adı konmamış bir bölümde tutuluyorlar. Bu bir linçtir!

Şartlar nasıl peki?

Cezaevinde idarenin kontrolünde belli inisiyatifler vardır. Müvekkillerimiz kurallara riayet eden insanlar. Buna rağmen inisiyatif alınacak hususlar müvekkillerin aleyhine kullanılıyor. Terör örgütü mensuplarına yapılan muamele, müvekkillerimize yapılan muameleden çok daha iyi.

Neler yaşanıyor mesela?

Girişte müvekkillerin aileleri kontrol ediliyor fakat bu kontrol o kadar abartılıyor ki bir saatlik görüşme yarım saate düşüyor. Yurt Atayün'ün annesi emekli, maaşından başka geliri yok. Oğlunu görmeye geliyor, savcı buna izin vermiyor. Müvekkilin ailesi eşya getiriyor, eşyaların tesliminde zorluk çıkarılıyor. Ergenekon ve Balyoz'un sanıklarına bilgisayar verildi, savunmalarını yazdılar. Bizim müvekkillere bilgisayar vermeyi bırakın, normal görüşte not almak için kalem bile verilmiyor.

Siz bu dönemde baskıya uğradınız, ofisiniz arandı?

Ofisimiz iki defa basıldı. Nazmi Ardıç hakkında arama kararı çıkarılmış, bizim ofiste olduğu zannedilmiş. Ardıç'ı iki-üç defa görmüşüm, kaldı ki benim müvekkilim değil. 15-20 polis binayı sardı. Ellerinde arama kararı yok. Yine de kolaylık sağlamaya çalıştık. ‘Buyrun, arayın.' dedik. Buna rağmen insan katlediyormuşuz gibi bir tavır sergilediler. Bunun dışında çeşitli yöntemlerle takip ve taciz ediliyoruz. Bir defasında Haliç Köprüsü'nde 3-4 sivil tarafından çevrildim. Bunlar ucuz şeyler… Bunların haricinde işlerini yaptığımız firmalar işlerini çekti, bazı müvekkiller de ‘Devlet sizi sevmiyor' deyip bıraktı.

Polislere yapılan hak ihlalleri ve hukuksuzluklar kamuoyu oluşturabildi mi? Medyada istediği kadar yer bulabiliyor mu?

Yaşananlar sadece birkaç TV ve gazetede yer alıyor. Havuz medyasının varlığı, diğerlerinin vergi denetimi, kredi alımı gibi maddî; sebeplerle baskınlara uğraması, korkutulması konunun medyada işlenmesinin önünde büyük bir engel. Bu konuda az da olsa fikir beyan eden gazeteciler hükümetin baskısıyla işinden ediliyor.

Medyanın bir bölümü yolsuzluk dosyalarının tamamına sahip çıkıyor ama konu polisler olunca savunmuyorlar. Neden sizce?

Bu tavrın dünyada örneği yok. Anlamak güç. Soruşturma mükemmel denilirken, konu soruşturmayı yapan polislerin haklarını savunmaya gelince sessiz kalıyorlar. Medya gibi siyasî; partilerin politikaları da benzer şekilde. ‘Cemaatçi polisler' tezi cesaret problemi olanların sığındıkları mazeret adasıdır. Kendilerini kandırmak için başkasının yalanıdır.

Küçük Hikmet, ‘Bütün acıları ben mi yaşayacağım?' diyor

“Öztürk ailesinin yaşadıklarını tarif etmek mümkün değil. 5-6 yaşında anne ve kardeşini kaybeden bir çocuk, üstüne üstlük babası tutuklanıyor. Ahmet Bey'in durumu vicdan yaralayan bir konu. Acıyı yaşamaya dahi izin vermediler. Küçük çocuğun, ‘Allah'ım bütün acıları ben mi çekeceğim?' diyerek Rabb'ine gözyaşlarıyla yalvarmasını unutamam. Müvekkilim eski asayiş şube müdürü Ertan Erçıktı, çocuğuyla iki ay görüştürülmedi. Çocuk, babasının öldüğünü zannediyor. Babasının mezarını çizip annesiyle mezara gittiğine ilişkin resimler yapıyor.”

Aileler tam tevekkül sahibi

“Çocuklarına kol kanat gererek, eşlerini sessiz ve edeple bekleme terbiyesini almış insanlar... Yıllarca her anını birlikte geçirdikleri, aynı yastığa baş koydukları eşlerinin ne denli dürüst olduklarını biliyorlar. Eğer eşlerine sonsuz güvenleri olmasaydı bir dakika bile katlanmazlardı. Çocuklarının kreşlerinden atılmasına kadar varan baskılara rağmen tüm sıkıntılara katlanıyorlar.”

Her şehit haberinde sevinç çığlıkları duymak zorunda kalıyorlar

“Şehit haberleri yüreklerine hançer gibi saplanıyor ve onlar için hatim indiriyorlar. Yıllardır mücadele ettikleri DHKP-C'lilerle beraber kalıyorlar. Her şehit haberinde yan koğuştan sevinç çığlıkları geliyor, onlar bir şey yapamıyor. Onlar döneminde örgütlerin yüzlerce kanlı planı deşifre edilerek güvenlik güçlerine yönelik eylemler önlenmiş. Biliyorlar ki olayların tamamı güvenlik zafiyetinden kaynaklanıyor. Ülkemizde istihbarat ve terörle mücadelenin sıfırlandığı açık.”

Uçuş hakkınızı gasp ettirmeyin!

$
0
0

Havayoluyla seyahate olan ilgi her geçen yıl daha da artıyor. Bu gelişmede havalimanı işletmecileri ile havayolu şirketlerinin yatırımları büyük rol oynuyor.

Bu yüzden son derece konforlu yolcu dinlenme salonları, lüks restoran-kafe ve alışveriş mağazaları havalimanlarını; ucuz bilet satın alma fırsatları, son teknolojik altyapıya sahip uçaklar ve uçuştaki lezzetli ikramlar da havayolu şirketlerini daha cazip hale getiriyor. Ancak havalimanı ve uçaklardaki hizmet kalitesinin artırılması yine de yolcuları memnun etmeye yetmiyor. Çünkü rötar ve uçuş iptalleri nedeniyle perişan olan yolcular, bulundukları ortamın konforunu umursamıyor. Yaz sezonunda özellikle ‘gecikme ve iptaller' konusunda tespit edilen aksaklıklar üzerine harekete geçen Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM) ise yolcuları, ‘haklarını aramaları' konusunda bir kez daha uyarıyor.

BİLETİ OLAN AYNI HAKKA SAHİP

SHGM, uçuş yoğunluğunun yanı sıra havalimanlarındaki altyapı yetersizliği ve havayolu şirketlerinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle artan ‘rötar ve iptaller' üzerine önceki gün ‘Yolcu Hakları Uygulama Esasları Genelgesi' yayınladı. Genel Müdür Bilal Ekşi imzasıyla yayınlanan genelgede, yolcu hakları kapsamında yürürlüğe giren mevzuatın aktif şekilde uygulanmasına rağmen havayolu şirketlerinin belirli konularda farklı uygulamalara gitmesi nedeniyle tereddütlerin yaşandığı kaydedildi. ‘Genel prensiplerin' bir kez daha hatırlatıldığı genelgeye göre biletli tüm yolcular aynı haklara sahip bulunuyor. Yani ücretsiz seyahat eden yolcuların yanı sıra doğrudan veya dolaylı şekilde halka açık olmayan indirimli biletle seyahat eden yolcular ile mil veya puanlarla seyahat eden yolcular da ücretle seyahat eden yolcularla aynı haklara sahip.

Genelgeye göre, uçaklardaki teknik arıza ve operasyonel nedenlerin olağanüstü hal (mücbir sebep) olarak kabul edilmeyeceği ifade edilerek, yolcuların uçakta 2 saat ve üzeri bekletilmesi durumunda hizmet sunulması gerektiği belirtiliyor. Yolcuların, tarife değişikliğinden 2 haftadan daha az sürede haberdar edilmesi halinde ise bu durumun uçuş iptali başlığı altında değerlendirilmesi ve iptal hükümleri uygulanarak yolcu mağduriyetinin havayolu şirketleri tarafından karşılanması gerekiyor. Ayrıca uçuş iptali halinde yolculara önerilen güzergâh değişikliğinin, gün kısıtlaması yapılmaksızın, boş koltuk durumu dikkate alınarak, yolcunun uygun göreceği tarihe ücret tahsil edilmeksizin yapılacağına dikkat çekiliyor.

SİSTEM HATASI GEREKÇE DEĞİL

Genelgeye göre, sistem hataları, müşteri hizmetleri, personel hataları, acente veya satış ofisi kaynaklı yolcu mağduriyetlerinin de havayolu şirketleri tarafından giderilmesi gerekiyor. Ayrıca uçuşların mücbir sebep olmaksızın, 1500 kilometreden (1500 km dâhil) daha kısa uçuşlar için 5 saat veya daha fazla, 1500 ile 3500 kilometre arası uçuşlar için 7,5 saat veya uçuş süresi 4 saat ve fazla uçuşlar için uçuş süresinin 2 katı veya daha fazla, 3500 kilometreden daha uzun (uçuş süresi 5 saat ve fazla) uçuşlar için uçuş süresinin 2 katı veya fazla tehir edilmesi halinde ise rötarlar, uçuş iptali şeklinde değerlendiriliyor. Yaşanan yolcu mağduriyetlerinin aynen uçuş iptalindeki hükümler gibi telafi edilmesi gerekiyor. Mücbir sebep olmaksızın bağlantılı seferlerden birinin gecikmesinden kaynaklı devam seferini kaçıran yolculara da uçuş iptali başlığı altındaki tüm hizmetler sunuluyor. Bu yolculara sefer iptali kapsamında tazminat ödemesi de yapılıyor.

Havayolu şirketlerinin, uçuşun gecikme ya da iptal edilmesi durumunda gece konaklaması gerektiren değişiklikler yapıldığında ise yolculara, otelde veya uygun bir konaklama tesisinde konaklama hakkı sunması ve transfer işlemini sağlaması gerekiyor. Konaklama hizmeti, yaşlı, hasta, engelli yolculara gündüz de sağlanıyor. Havayolu şirketleri, mücbir sebeplerle hizmet hakkı sunamadığı takdirde yolcunun makul ölçüdeki yeme-içme ve konaklama faturalarını ibraz etmesi halinde yapılan masrafı da ödüyor.

TAZMİNAT HAKKINIZI UNUTMAYIN

Uçak yolcuları, AB uyum süreci çerçevesinde çıkarılan yönetmelik sayesinde, 1 Ocak 2012'de mağduriyetlerini havayolu şirketlerinden tazmin etme hakkına kavuştu. ‘Havayolu ile Seyahat Eden Yolcuların Haklarına Dair Yönetmelik' ile yolculara, ‘gecikme, iptal veya rota değişikliklerinde bilet ücretlerinin belirli kısmını almaları, sefer gecikme ve iptallerinde de tazminat veya konaklama imkânı' sağlandı. Bu yüzden eğer uçuşunuzla ilgili iptal veya gecikmeler havayolu şirketinden kaynaklanıyorsa, tazminat hakkınızın bulunduğunu unutmayın ve hakkınızı aramayı ihmal etmeyin.

‘6-7 Eylül olayları tedavi ve telafi edilmeli'

$
0
0

Prof. Niko Uzunoğlu, Atina Teknik Üniversitesi'nde öğretim üyesi. Ama sıradan bir akademisyen değil; çünkü Yurtdışındaki İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu başkanı.

Haliyle, kişisel tarihinde, Türkiye çokça mühim… 1951 Kadıköy doğumlu; lakin kendisini ‘Kapadokyalı' addediyor, “Ben Anadoluluyum… Babam Konya-Aksaraylı, annem de Kayserili.” diyor. Başkanı olduğu oluşumun hedefleri arasında, 6-7 Eylül olaylarının açtığı derin yaraları mümkün mertebede kapatmak var. İREF, hadisenin 60. yıldönümünde, TBMM Başkanlığı ve Meclis'teki siyasî; partilerin grup başkanlıklarına dilekçe gönderdi. Talepte, Meclis'in 6-7 Eylül olaylarını resmen kınaması ve yurtdışında yaşayan ve dönmek isteyen İstanbullu Rumların avdet etmelerini teşvik etmek yer alıyor. Hemen hatırlatalım: Talihsiz hadise, Demokrat Parti iktidarı döneminde, 1955 senesinde İstanbul'da yaşayan başta Rumlar olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin ibadet mekanlarına, mezarlıklarına, işyerleri ve evlerine yönelik ‘tahrip-yağma ve kundaklama hareketi'dir.

‘İstanbul'daki Rumlar, on sene içinde tarihe karışacak'

İREF'in gayesini Niko Uzunoğlu'ndan dinleyelim: “6-7 Eylül olaylarında ne olduğunu biliyoruz. Nasıl planlandığı konusunda birçok teori var. Bize göre 27 Mayıs'a giden sürecin ilk hamlesiydi ve darbe ile ilişkilidir. 6-7 Eylül olaylarından birkaç gün sonra darbe planlanmıştı ibaresi zaten 27 Mayıs 1960'tan sonra yayınlanmıştı. Demokrasinin önünü kesmeye, kökleşmesine yönelik bir engeldi. 6-7 Eylül, Varlık vergisi, 1964 sınır dışı hareketi gibi birçok vatandaşlık haklarının ihlali olan olumsuz gelişme yaşandı. Zamanı geriye döndüremeyiz. Ama en yüksek mertebede telafi ve düzeltme yapmak gerek. Rum cemaatinin halihazırda sorunları var, bunların çözülmesi gerek.” Küçük bir bilgi, emlakine el konulan vakıfların şu an sadece yüzde 20'si Rumlara geri verildi. Son 2,5 yıldır azınlık vakıflarında seçim yapılamıyor. Dolayısıyla vakıflar sorunu hâlâ devam ediyor. 2003'ten bu yana gayrimüslim okullarında kısmî; bir iyileşme söz konusu. Zaten Prof. Uzunoğlu da bunu teyit ediyor. “Ama” diyor, “Rum toplumunun en büyük problemi demografik sorun. Türkiye Cumhuriyeti bize destek' vermezse İstanbul'daki Rumlar on sene içinde tarihe karışacak. İstanbul'a geri dönmek isteyen, atalarının topraklarını gördükten sonra orada yaşamak isteyen 2. ve 3. kuşak nesiller var. Bunlar teşvik edilmeli, bunlara destek verilmeli.” ifadelerini kullanıyor. Bu arada Uzunoğlu'nun bahsettiği teşvik programının küçük de olsa bir ilk adımı geçtiğimiz ağustos ayında gerçekleşmişti. Kendisinin de dediği gibi 20 kadar Rum gençleri İstanbul'u ziyaret etmiş, Türkçe ve girişimci seminerleri takip etmişler, müzeler, camiler ve kiliseleri gezmişlerdir.

Uzun vadede Türkiye zarar gördü

Prof. Niko Uzunoğlu'nun, “Biz mübadil değiliz.” sözü mezkûr süreçte önemli bir tespit. Uzunoğlu, yanlış ‘mütekabiliyet' konusu ile alakalı olarak, “Yunanistan'daki Müslüman-Türkler de Türkiye'deki Rum-Ortodokslar da devlet tarafından karşı devletin tutumu sebebinden cezalandırılamaz. Rumların yeniden vatandaşlıklarını kazanmasının Türkiye-Yunanistan arasındaki ilişki ile de bağlantısı yok. Bu, temel insan hakkıdır. Eğer bunlar çözülürse sadece Rum cemaati değil Türkiye de rahatlar. Olayların zararı öncelikle Rumlara; ama uzun vadede Türkiye'ye oldu.” diyor. Yinelersek; İREF, Türkiye'ye dönmek isteyen İstanbul ve Gökçeada-Bozcaada Rumlarının bulunduğunu kaydediyor. Bunlar kaç kişidir sorusuna yanıtı, “Sayılar önemli değil, önemli olan dönmek isteyenlere destek verilmesi ve bunun bilhassa genç nesillere yönelik olması.” şeklinde oluyor. Ulus-devlet formasyonundan geçmiş Türk milletinin tepkileri az çok kestirilebilir. Uzunoğlu'na kuvvetle muhtemel reaksiyonları soruyoruz, cevabı ise şöyle oluyor: “Bizler vatandaş mıyız değil miyiz, bunu sormak gerek. 1970'lerdeki ‘vatandaş; ama yabancı' mantığında kalırsak yol alamayız. Hiçbir sorun da çözülemez.”

Haftanın albümleri

$
0
0

Ezginin Günlüğü'nden İstanbul gibi bir albüm

Yaklaşık beş yıl bekledik Ezginin Günlüğü'nün yeni şarkılarını duymak için. Beklenen albüm İstanbul Gibi adıyla geldi. Ezginin Günlüğü albümleri, biliyorsunuz şiirsiz olmaz. Bu albümde de Ahmed Arif'in Diyarbekir, Ahmet Erhan'ın Oğul ve Sen Gidersen, M. Gündüz Göktürk'ün Aşkın Rüyası şiirleri üzerine yazılmış şarkılar yer alıyor. Müziklerde ve diğer şarkıların söz müziklerinde Nadir Göktürk imzası var. Eylem Atmaca'nın kadife ve Nadir Göktürk'ün davudi sesi ile yine arşivlik bir albüm İstanbul Gibi.

Ercüment Batanay'ı yeniden keşfetme zamanı

Ercüment Batanay, tanbur denince akla ilk gelen isimlerdendir. Batanay'ın, bundan yaklaşık yarım asır önce icra ettiği nadir, kıymetli ve estetik değeri yüksek eserlerden oluşan bir albüm yayınlandı. Sanatçının, musikinin ciddi ve güzel günlerinden kalma bu kayıtlarını dinlerken, musikinin nereden nereye geldiğini de fark edeceksiniz. İki CD'lik albüm, Türk müziği âşıklarının arşivinde mutlaka bulunmalı.

Alaeddin Yavaşça: Bir Varmış Bir Yokmuş

Alaeddin Yavaşça, Türk müziğinin yaşayan en büyük isimlerinden. Yaşı doksanı aşmış olmasına rağmen hâlâ müziğimizin doğru icra edilmesi ve genç kuşaklara doğru anlatılabilmesi için çalışıyor. O aynı zamanda yaşayan en büyük seslerden biri. Zeki Müren'in de katıldığı ses yarışmasında birinci olduğunu hatırlatmakta fayda var. Geçtiğimiz günlerde enfes yorumu ile seslendirdiği şarkılardan oluşan Bir Varmış Bir Yokmuş isimli bir albüm yayınlandı. İki CD'lik çalışmada 39 şarkı yer alıyor. Türk müziğinin en seçkin örneklerinden oluşan bu arşivlik albüm, aslında başlı başına müzikal bir ders niteliğinde.

Facebook'la yatan, Twitter'la kalkanları bekleyen tehlike: Nomofobi

$
0
0

FOMO diğer adıyla nomofobi, sosyal medya bağımlılığıyla kendini gösteren bir psikolojik rahatsızlık. ‘Gelişmeleri kaçırma korkusu' olarak dilimize çevirilen nomofobi, şimdiden akademik çalışmalara konu olmuş durumda.

Karaman'da iki kardeşin yanarak hayatını kaybettiği haberini hatırlayanlarınız olacaktır. Yangın esnasında dışarıda oldukları halde sadece cep telefonları için alevlerin arasına girmeyi göze almışlardı. Üniversiteyi kazandıklarını yeni öğrenmişler, aile ziyaretindeydiler. Hadise telefonun gençler için hayatî; öneme sahip olduğunu bir defa daha gözler önüne serdi. Toplu taşıma araçlarında başını ekrandan kaldıramayanlara ve mesaj yazarken trafik kazası geçirenlere alışkınız. Telefonun sadece ulaşılma aracı olmadığını, yaşlı teyzeleri sanal dünyada gördüğümüz reklamlarla kabul ettik. Fakat fobilerimize bir yenisini daha ekledi cepten internet erişimi. FOMO diğer adıyla nomofobi, sosyal medya bağımlılığıyla kendini gösteren bir psikolojik rahatsızlık.

Psikoloji dünyasının ‘gelişmeleri kaçırma korkusu' olarak dilimize çevirdiği ruhsal rahatsızlığı daha sık duyacağımız kesin. Uzman Psikolog Betül Kübra Bozkurt, rahatsızlığın git gide yaygınlaştığını söylüyor. FOMO şimdiden üniversitelerde akademik çalışmalara konu oluyor. İnternete giremeyince başına bir şey geleceğini zannedenler psikologların kapısını çalıyor. Hatta bir saatliğine sosyal medyadan uzak kaldığı için kendini ‘apolitik' hissedenlerin varlığını kendisinden öğreniyoruz. Bozkurt, nomofobinin ileri boyutta kaygı bozukluğu olduğunu ifade ediyor. O kadar ki panikatakta olduğu gibi, kalp sıkışması, nefes alamama, terleme gibi fiziksel sorunlar baş gösteriyor.

İyi geceler facebook!

Burada bir noktaya dikkat etmekte fayda var. Kişinin içinde yaşadığı ülkenin siyasi ve ekonomik durumunu merak etmesi normal. Sıradan bir medya takibinde, bir hafta gazete okunmadığında kaygı, tatminsizlik, boşluk hissi oluşmuyor. Bu kaygı bozukluğunda ise kişi sosyal medya sitelerine girmediğinde bilgi eksikliği yaşadığı için kendini suçluyor. Uzman psikolog Bozkurt, “Sosyal medyaya ne kadar girersem tehlikeli?” diyenleri aydınlatıyor: “Her şeyden önce kişinin birkaç cümle karalamadan, gündemle ilgili yorum yapmadan rahat edememesi tabii bir durum değil. Bunu istediğimiz için yaparız ama telefon kapandığında, internet paket bittiğinde ya da erişim yasağı olduğunda huzursuzluk, cahillik duygusu baş gösteriyorsa kullanımla ilgili öz eleştiri gerekir.”

Aynı masada oturan arkadaşların cep telefonuna kilitlendiği fotoğraflar, bazı şeylerin ters gittiğini göstermeye kâfi. Sabah uyanır uyanmaz sosyal medya hesaplarını kontrol edenleri, ‘iyi geceler'i Facebook profilden dileyenleri Betül Kübra Bozkurt uyarıyor. Birbirimizle konuşmamak, sohbet etmek yerine beraberken telefonla uğraşmak FOMO'nun sebepleri arasında. “Her şeyi hızla öğrenen çocuklar, aileleri gibi sosyal medya bağımlılığının eşiğinde.” diyen Bozkurt, yüz yüze iletişimi geliştirmeyi tavsiye ediyor: “Modernleşen ve değişen standartlarımız beklentilerimizi de artırıyor. Komşumuzla, akrabamızla hatta çocuğumuzla muhabbet etmezken dünyayı avuçlarımıza almak istiyoruz.” Bozkurt, aile içi iletişimsizlik sebebiyle sosyal medya bağımlısı olmayı ihtimal dahilinde görüyor. Kendini anlatamayan, benliğini biçimlendiremeyen aile ferdi kontrolsüz internetten medet umuyor: “Her gün bir saatini ailesine ayıramayan kişi, başkalarının yaşamıyla ilgili müthiş bir merak duyuyor. Eğer bu tecessüs önlenemezse nomofobi yaşanıyor.”

2 saati geçiyorsa tehlike çanları çalıyor demektir

Psikolog Betül Kübra Bozkurt, günün en az iki saatini sosyal medyada tüketenler için tehlike çanları çaldığını ifade ediyor. Eğer işiniz gereği yeni medyayla ilgilenmeniz gerekmiyorsa, haber alma hürriyetini gazeteyle karşılamanızı tavsiye ediyor. Takipçi sayınızın günden güne artması, arkadaşınızdan gelen bir telefondan çok tanımadığınız birinin yorumu sizi mutlu ediyorsa kendinize ‘dur!' deme vakti. Bozkurt, sanılanın aksine sosyal medyanın bir sosyal çevre edinme yolu olmadığını hatırlatıyor: “Nomofobi yaşayanlar, kendilerini, ‘Yeni insanlar tanıyorum.' diye teselli edebilir. Ancak çevreye kayıtsızlaşarak sanal ortamda popüler olma arzusu asosyalleşmeyi beraberinde getiriyor.” Bozkurt, telefonsuz yaşayamayanların muhakkak tedbir alması gerektiğinin altını çiziyor: “Süre sınırlaması yapmak, sanal âlemsiz gerçek dünyanın varlığını kabul etmek, zevk alacağı hobilerle ilgilenmek nomofobik kişilere tavsiye ettiğimiz yöntemler. Gelişmeleri kaçırma korkusu, daha sonra başka psikolojik rahatsızlıkları da tetikliyor. Muhakkak uzman desteği alınmalı.” İnternetsiz mutlu olmayan insanlara dönüşmeden kendimizle yüzleşmekte fayda var. Çünkü “Eyvah şarjım bitti.” kaygısıyla uzmana başvuranların sayısı, yükseklik korkusunu geçmiş vaziyette.

‘No mobile no phobia'

Nomofobi, nam-ı diğer FOMO kavramı, İngiltere'de ulaşılamamaktan korkan bir grup üzerinde yapılan deneye dayanıyor. Bin cep telefonu kullanıcısının yüzde 66'sı deney sonunda aranmadan, sosyal medyaya giremeden yaşayamayacağını açıklar. Psikologlar ise gördükleri fiziksel ve psikolojik soruna ‘no mobile phobia'dan türetilen ‘nomofobi' adını verir. Telefonu veya sinyalini alamama, kişide fiziksel belirtilere yol açıyorsa FOMO söz konusu olabilir. Diğer belirtiler ise şöyle sıralanabilir: “Her saniye ulaşılır olmak oldukça büyük avantaj. Ama günümüzde telefon takıntı haline geldiğinden kendimize doğrulttuğumuz bir silah gibi. Telefonu yavaşça yere bırakıp doğal gündelik hayata dönemiyorsak çoktan kaygı düzeyimiz yükselmiş olabilir. Kişi panikatağı yaşıyor, sinyal çekmemesine aşırı tepki veriyorsa belirti olarak kabul edilir. Öte yandan obsesif biçimde mobil cihazının yanında olup olmadığını kontrol ediyorsa uzmana başvurması şart.”

Popülerlik denince Krallar ve Soytarılar geliyor aklıma

$
0
0

Oyuncu Reha Özcan, “Evim, arabam, tarlam olsun diye yaşayan biri değilim.” diyor: “Çocuklarımın okul parasını çıkarayım, hayatımda yapabileceğimi yapayım yeter.” Yeter ki insan yaşamasını bilsin.

Geçen yıl 2 oyun vardı, 1 film,2 dizi, konservatuvarda hocalık… Nasıl taşıdınız bu yoğunluğu?

Son 15 yıldır söylediğim gibi her şeye yetecek zamanımız var. Önemli olan doğru plan yapabilmek. Çok fazla zorlanmadan, hatta fazlasıyla boş vakitle sezonu bitirdim. Bol bol film izledim, okudum, bir sürü insanla vakit geçirdim. Hatta hayatımın en uzun tatilini bu süreçte yaptım.

Çok mu matematiksel yaşıyorsunuz?

Hiç öyle değil. 24 saat çok uzun bir süre. 50 yaşına geldikten sonra uyku 6 saate düşüyor. Geriye 18 saat kalıyor. Her şey için yeterli. En fazla vakit alan dizi seti, gerisini zaman israfı yapmadan ayarlıyoruz.

Aileye ayrılan vakit ne kadar?

Sanırım günde 4-5 saat. İki çocuğum var. Beraber daha fazla vakit geçirmek istemiyorlar değil. Onlar için vakit ne kadar bol olsa, o kadar iyi.

Yoğunluğun ne kadarı bu sezona taşınıyor?

Maral adlı dizim devam ediyor. ‘İmparatorluk Kuranlar Yahut Şümürz'ü oynamaya devam edeceğiz. Devlet Tiyatrosu'nda yeni bir oyun var. Geçen yıl mezun ettiğim kendi öğrencilerimden oluşan bir koroyla oynayacağız. Çok önemli ressam, bir şairin hikâyesi. Artık uluslararası işler yapmak istiyorum. O da öyle, onun için çok heyecanlıyım.

Yurtdışına açılma isteği ne zamandan beri var?

Hep aklımda. Mehmet Ulusoy'un ‘Topor Parti' oyununu oynadım yıllar önce. St Petersburg'da, Paris'te, bir sürü Avrupa ülkesinde sahne aldım. Ondan sonra kısmetim açıldı. Nazım Hikmet'in ‘Ateş ve İhanet' oyununu 5 kişilik erkek korusuyla kendi rejimle dans tiyatrosu yaptım. Onunla bir sürü Avrupa ülkesinden davet aldık, Romanya'da oynadık. Herhangi bir ekonomik destek verenimiz olmadığı için her ay yüzer Euro köşeye koyarak bin yedi yüz Euro ile götürmüştük oyunu. Festivalin en iyi ikinci oyunu seçildi ama burada tek satır haber olarak geçti. Yurtdışında daha fazla saygı gösterilen bir meslek olduğunu fark ettiğim için oralarda kendi dilimizde dünyaya açılacak işler yapmayı çok seviyorum.

Seyirci sizi neyle tanıyıp kucaklıyor?

Dünyaya yeniden gelsem yine bu işi yaparım dediğim bir mesleğim var. Emek vererek, aşkla çalışıyorum. Bunu görüyor insanlar. Yurtdışındaki izleyici “Türkiye'de böyle yüksek sanat yapıldığını bilmiyorduk.” diyor. Paris'te profesör bir arkadaşım dedi ki; tekniğimiz iyi, kulağımız, ritim duygumuz, akrobasimiz çok iyi ama Anadolu'dan gelenlerde bizde olmayan şöyle bir özellik var; o an sahnede ölecekmiş gibi oynuyorsunuz. Evet, biraz öyle. Tutkuyla yapıyoruz işimizi. Yarın belki oynamayacakmış hissiyle sahneye çıktığımız için belki böyledir.

22 yıl Anadolu'da tiyatro yaptıktan sonra İstanbul'a yerleştiniz. Neler değişti?

Ben işime âşığım. İşin popüler kısmını sevmiyorum. Şöyle düşünüyorum: İş popüler. Bir, iki sene sen popüler olursun, sonra başka biri. Ama sanat senden sonra yaşayan bir şey. İşin bu tarafı, benim için değerli. Popüler sanat tehlikeli, Krallar ve Soytarılar'ı getiriyor aklıma. Sistem içinde, sisteme hizmet eden iş yapmıyorsan popüler olamazsın. Ben benden sonrada yaşayan sanatsal işler yapmak isteğindeyim.

Hayatının merkezindeki şehir, başucu yazarı, ustası, dostu:

Şehir: İstanbul. Son yıllarda şantiye şehrine dönüşmesinden bir hayli şikâyetçi. “Göztepe'de oturuyorum, işim genelde Taksim'de. 9 dakika sürdüğü de oluyor, 3 saat de. Bu saçmalık ama bana ait değil.”

Yazar: Küçük Prens'imizin babası Antoine de Saint-Exupéry. Onunla gözünü açtı, onunla yaşıyor. Başucu yazarları ise sık sık değişiyor. Her daim klasiklere sırtını yaslıyor, Yer Altı Edebiyatı'nı takip etmeyi bırakmıyor. Rus edebiyatına ilgisi özel olsa da Fransız klasiklerini de yakından takip ediyor. Son dönemde dizi projelerinin okuma vakitlerini azalttığı için bir hayli dertli.

Film: Türkiye'den Züğürt Ağa'yı, Sürü'yü sık sık izliyor. Yurtdışından etkilendikleri Fightclup, Matrix... Uzakdoğu, Fransız sineması gözdesi. Bilimkurguyla gerçekliği birbirine karıştırmış, matriks teoremi üzerinden yola çıkan hikâyelere ilgisi çok fazla.

Oyuncu: Sadece sesiyle oynayan oyunculardan olmaktan çok korkuyormuş. Selçuk Yöntem'i 80'li yılların başında devlet tiyatrosunda izleyip yumuşaklığından, rahatlığından çok etkilenmiş. Atilla Şendil'den Bülent Emir Yarar'a değer verdiği birçok isim var. Hayatı boyunca etkileşim halinde olacağım dediği kişi ise Murat Sarı. Ustası Mehmet Ulusoy. Vizyonunu, dünyasını değiştiren insan. Yurtdışından en çok beğendiği isim Marlon Brando. Türkiye'den ise Müşfik Kenter.

Dost: Erdal Tosun, Murat Sarı. Kardeşim diye hitap ediyor onlara ve ekliyor: “Hayatım içinde çok fazla tiyatrocu arkadaşım yoktur.” Bir projeye başlamadan önce fikir almak için aradığı isimler yok değil. Ailesiyle görüştükten sonra karar vermemişse Erdal Tosun, Ayşenil Şamlıoğlu, Sumru Yavrucuk'u mutlaka arar.

Yemek: Türk mutfağı birinci sırada. Sonra Meksika, Yunanistan mutfağı… İlk söyleyeceğini en sonda söylüyor: “Dünyanın en güzel mutfağı Lübnan. Muhteşem.”

İlk ustam abim ama yollarımız farklı

Yazı nasıl değerlendirdiniz? Neler yaptınız?

Dizi sezonunu kapattıktan sonra ablamla birlikte Midilli adasına gittik. Çipras'a biraz para kazandıralım istedik ama bizim de gücümüz yetmedi. Ankara'da ‘Öyle ya da Böyle' adında bir film çektik, ekimde vizyona girecek. Çok eğlenceliydi. Kadim dostum, can yoldaşım Erdal Tosun'la 25 sene sonra aynı filmin içindeydik. Onunla çalışmayı çok özlemişim. Döndüm İstanbul'a, arabaya atlayıp Yunanistan'a gittik, sonra İtalya'ya gittik çoluk çocuk. Bütün şehri arabamızla gezdik. Türkiye'ye geldikten üç gün sonra da ‘İmparatorluk Kuranlar Yahut Şümürz' ile Edinburg'a gittik. 20 gün… İki hafta sahne aldık ama inanılmaz bir deneyimdi. Edinburg'da Türk diliyle sahne alan ilk ekip olduk.

Tatilleriniz hep böyle dolu dolu mu geçer?

Bunlar bütçeyle ilgili şeyler. Her zaman o kadar para kazanamıyorum. Ödemeler doğru düzgün yapıldığı için böyle bir tatil yaptım. Param olmadığı zaman köyde yapıyorum tatilimi, Niğde'de. Kayınpederimin orada güzel bir evi var. Çocuklar her sene gidiyor. Bir ay kalmalarını istiyorum ama iki yıldır erken dönüyorlar. Çünkü teknoloji kurbanılar. Ellerinden akıllı telefonlar düşmüyor ne yazık ki. Evde oturup kitap okumak, çocuklarımla film, tiyatro izlemek de bir tatil.

Abiyle (Serhat Özcan) beraber ortak programlarınız olmuyor mu?

Yollarımız birbirinden biraz farklı. Onun hayata tutunma tarzı dizi, olursa tiyatro. Benim olmazsa olmazım tiyatro. Dizi sonrasında geliyor. Yapacak bir şey yok. Bu yüzden bazı dizilerden çıkartıldım, o da onların bileceği iş. Tercihim para değil ama borçlarımı kapatmak evet. Evim, arabam, tarlam olsun diye yaşayan biri değilim. Çocuklarımın okul parasını çıkarayım, hayatımda yapabileceğimi yapayım yeter. Haftada 3-4 gün spor yapacak param olsa güzel olur, olmazsa sahile iner koşarım. Sorun değil. Akşamları şuraya takılayım, şu yemeği yiyim demiyorum. Kendi halimde mütevazı bir hayat sürüyorum.

Abinizle beraber yapmak istediğiniz projeler yok mu?

Benim ilk ustam o. Çok çalışkan, yaptığı işlere çok değer veriyorum. Daha önce kendi hikâyelerimizden yola çıkarak iki kişilik bir oyun yaptık, Ramazan'da 5-6 defa sahne aldık. Onu çok seviyorum. Çocukluğumuzun hikâyeleri, hüzünleri… Çok da eğleniyordum. Bir gün yine öyle bir şey yapacağımızı düşünüyorum ama yollar gitgide ayrılıyor. Umarım tekrar birleşir. Sahnede güldüğüm tek insan o. Çaresiz kaldığı anlar var, ne yaptığıma anlam veremediği… Öyle bakakalır. Neden yaptığımı anladığı zaman o da gülmeye başlar.


Ağzımızın tadı burun deliklerinden geçiyor

$
0
0

Bir an koku duyunuzu tamamen kaybettiğinizi düşünün. Etrafınızdaki çöp kokularından, metrobüsteki havasızlıktan kurtulacağınızı düşünüp sevinmeyin. Kötü kokularla birlikte iyi kokular, anılar hatta ağzınızın tadı da gidecek. Dresden Üniversitesi Koku ve Tat Araştırmacısı Prof. Dr. Hummel, bakın ne diyor: “Koku yoksa lezzet yok, lezzet yoksa keyif de yok.”

İstanbul, geçtiğimiz hafta ilginç bir ‘konferanslar dizisi'ne ev sahipliği yaptı. Boğaziçi Üniversitesi'nde gerçekleştirilen Avrupa Kemosensör Araştırma Organizasyonu'nun 25. yıllık toplantısı dolayısıyla dünyanın önde gelen koku ve tat araştırmacıları çeşitli sunumlar gerçekleştirdi. Koku ve tat alma; varlığının önemi, yokluğuylaanlaşılabilecek bir konu. Koku almanın olmadığı durumlara anosmi deniliyor. Bir nevi koku körlüğü. Koku körlüğü tat ve lezzet alma duyusunu da etkiliyor. Bu da depresyon dahil birtakım olumsuzlukları beraberinde getiriyor. Konferansın katılımcılarından biri de Dresden Üniversitesi Koku ve Tat Kliniği'nde araştırmalarını sürdüren Prof. Dr. Thomas Hummel idi. Hummel aynı zamanda koku ve tat kaybı yaşayan hastalara çeşitli kokular vermek yoluyla bu duyunun yeniden gelişmesini sağlamaya çalışıyor. Bir dönem Dresden Üniversitesi'nde gözlemci olarak çalışan Kulak Burun Boğaz cerrahı Doç. Dr. Aytuğ Altundağ'ın da Hummel'in çalışmasına bir katkısı olmuş. Sürekli aynı kokuları koklamaktan sıkılan anosmi hastalarının çağrısına kulak veren Altundağ, bu koku skalasını genişletmiş.

Prof. Dr. Hummel'e koku ve tat yitimi konusunda merak ettiklerimizi sorduk.

Koku ve tat alma neden bu kadar önemli?

Üç nedeni var bunun. Biri koku almanın kişiyi çevresel tehlikelerden koruma yönü. Çünkü yemeği yaktığımız zaman çıkan koku ya da etrafta çıkan bir yangın, görmediğimiz zaman bir erken uyarı işlevi görüyor. İkinci olarak koku duyusu aynı zamanda beslenmemizi etkiliyor. Yemek yediğimiz zaman lezzet algısının oluşması için koku ve tat almanın birlikte olması gerekiyor. Burnumuz tıkalı olduğunda lezzet algımız olmaz. Yediğimiz yemeklerden lezzet almamızda koku duyusu çok önemli. Koku körlüğü olan bir insanın beslenme davranışları ya da besin zehirlenmesine maruz kalma olasılığı çok daha fazla oluyor. Üçüncüsü de hayat kalitesi. Anozmiklerde depresyon gelişebiliyor çünkü bu bizim sosyal yaşamımızı çok etkiliyor. Evet tüm gün yemek yemiyoruz belki ama yemek üzerine çok fazla zaman geçiriyoruz. İnsanlar arasında da iletişim aracı aynı zamanda. Anne bebek ilişkisinde veya eşler arasındaki ilişkilerde koku yine çok önemli bir etken.

Kliniğinizde çok çeşitli vakalarla karşılaşıyorsunuzdur. Bu zamana kadar gördüğünüz en ilginç vaka neydi?

18 yaşında bir kız gelmişti. Hiç koku almıyor. Doğuştan koku körlüğü olan biri. Fakat ilginç bir şekilde tat ve lezzet alabiliyor. İki şekilde koku alıyoruz. Bunlara orthonasal ve retronasal deniyor. Orthonasalda koku burundan yukarı doğru gidiyor, retronasalda ise ağızdan geriye doğru gidiyor. Bu kız da arkadan alıyordu kokuları. O yüzden biraz lezzet vardı. Kendisine koku testi yaptık. Orthonasal testte bu kişi anosmik çıkmış. Retronasalda ise koku alabildiği ortaya çıkıyor. Hiçbir vücut kokusu ya da elbise kokusu hakkında fikri yok. Sadece lezzetler hakkında kokuları biliyor. Bu çiğneme hareketleriyle, yutma hareketleriyle koku molekülleri yukarı doğru nasıl taşınıyor onu bilemiyoruz.

Başka neler var?

Parozmiya diye adlandırılan bir durum da var. Parozmiya kokuların olduğundan farklı bir şey, daha başka bir koku olarak algılanması durumu. Ve bu da aslında insanları çok rahatsız eden bir durum. 60 yaşında bir kadın var. Bir viral enfeksiyon sonrası koku duyusunu yitiriyor. Daha sonra koku duyusu yerine geliyor. Ama geri geldiğinde kahve artık kahve gibi kokmuyor, elma gibi kokuyor. Elma da elma gibi kokmuyor. Ve bundan daha fazla rahatsız oluyor. Elma kokusunu, çok sevmediği bir koku olarak tanımlıyor.

SONRADAN KAYBETMEK DAHA KÖTÜ

Doğuştan koku alamayan insanlarla koku duyusunu sonradan kaybeden kişilerin yaşadığı zorluklar bakımından bir fark var mı?

Kesinlikle. Bu, sonradan kör olmak gibi. Bir şeyi sonradan kaybetmek çok daha zorlanmamıza sebep oluyor. Diğeri baştan beri, doğduğundan beri bu duyuya sahip değil ve ona göre bir adaptasyon mekanizması geliştirmiş. Ama diğeri bir anda kaybediyor.

Koku ve tat yitiminin, depresyon gibi psikolojk rahatsızlıklara sebep olduğundan bahsediliyor. Fiziksel bir rahatsızlığa da sebep oluyor mu?

Koku duyusunun kaybı düşünüldüğü gibi tek başına parkinsona ya da alzheimera yol açmıyor. Aslında parkinson ya da alzheimer gibi hastalıklar da hastalığın bir parçası. Nörolojik bulgular başlamadan kokuyla ilgili bulgular başlıyor aslında. Ve erken tanı testi olarak kullanılıyor. Hastada hiçbir nörolojik bulgu yokken koku duyusunun yitimi gibi bir durum varsa bunu erken tanı olarak değerlendirebiliriz. Şu da var ki, yaşla birlikte birçok insan koku duyusunu kaybediyor ama parkinson yok.

Yediklerimizden tat alamazsak moralimiz bozuluyor

İntihara kadar giden depresyon vakalarında süreç nasıl işliyor?

Aslında şöyle bir durum var. Koku duyusu kaybı depresyonu getiriyorken, depresyon da koku kaybını getiriyor. O yüzden depresyonda olan insanlarda koku duyusu depresyonda olmayan insanlara göre daha az. Eğer bu kişiler koku çalışırsa kendilerini daha iyi hissediyor ve depresyonları azalıyor. Bu konuda yapılmış akademik bir çalışma var. Buna göre koku duyusunu kaybeden insanların kafalarında intihar etme düşüncesi daha fazla.

Zaman zaman hepimizde görülen iştah azlığı da bu anlattığınızla ilgili mi?

Çok değil ama ilişki var. Yemek yeme ve lezzet algımızın koku duyusuyla ilişkisi var. Yemek yemeye devam ettiğimiz durumda kendimizi daha keyifli hissediyoruz, lezzet algımız düşükse, yediklerimizden tat alamıyorsak moralimiz daha bozuk oluyor.

Koku ve tat yitimi olan insanlar yemek yemeyi sadece hayatta kalmak için mi gerçekleştiriyor?

Hayır. Sonuçta tatlı, acı, ekşi gibi tatlar alıyorlar. Bu tatlarla ilgili de bir keyif durumu var. Bu insanlar sosyal olarak da bu ortamlarda olabiliyor. Hatta birkaç hafta önce kliniğe bir şef aşçı geldi. Koku alma duyusunu yitirmiş ama insanlara yemek yapmayı, sunmayı seviyor. En önemlisi, insanlar koku duyusu azalınca kilo kaybetmiyor.

Doç. Dr. Aytuğ Altundağ

Burun eğitilebilir

Koku duyusunun yeniden kazanılabileceği durumlar var mı?

Prof. Hummel, Dresden Üniversitesi'nde yeni bir tedavi yöntemi belirledi: Kokuyla eğitim. Yani koku vererek insanları eğitiyorsunuz. Çünkü burun eğitilebilir bir organ. Ben modife ettim onu. Klasik metotta dört kokuyla başladık. Daha sonra değiştirdik ve 12 kokuya çıkardık. Aslında bunu bana yaptıran şey hastaların aynı kokulardan sıkılmasıydı. Sürekli bana gelip ‘doktor biz sıkıldık' demeleri üzerine bu kokuların artırılabileceğini düşündüm. Hastalar da sevdi ve daha iyi sonuçlar aldık. Bu eğitim bir nevi fizik tedavi gibi. Çünkü alıcı nöronların hepsi yeniden canlandırılabilir.

Mars'ta yaşama provası

$
0
0

2018 yılında gerçekleştirmek istediği projesi için NASA, Hawaii Adaları'ndaki bir volkan üzerine kamp kurdu. Bir yıl devam edecek kampta bulunanlar tüm dünyadan tecrit edilecek.

Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu memleketleri, siyasî; çalkantılar ve iç çekişmelerle bocalarken, başka milletler, belki de insanoğlunun kaderini tayin edecek icraatlara imza atıyor. Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi NASA, 2015 yılı itibarıyla başlattığı yeni projesini tüm Dünya'ya duyurdu. Proje kapsamında kurulan uzman ekip, yapay Mars ortamında bir yıl geçirecek. NASA, daha evvel de uygulanan proje için kendi mecralarında uzman bir gurup bilim adamını Kızıl Gezegen şartlarına hazırlamıştı. 2018 senesi için öngörülen seyahatin sağa salim gerçekleşmesi için uzmanlar uzun zamandır hummalı bir çalışma içinde. Altı kişiden oluşan takım için Büyük Okyanus'taki Hawaii adaları seçildi. Uzmanlar, yapay olarak inşa edilen kubbede bir yıl boyunca tecrit hayatı yaşayacak. Kampın amacı temiz hava, gıda ve mahremiyet eksikliği yaşandığı Mars ortamında gözlemlerde bulunmak. Tüm bu hazırlıklardan anlaşılan o ki; insanlık için ikinci büyük bir adımı atmak, o hedefe ulaşmak için sabırla ve gayretle çalışanlardan başkasına nasip olmayacak.

Projenin detayları şöyle:

- NASA, proje için bir Fransız astrobiyolojist, Alman fizisist, pilot, mimar, toprak bilimcisi ve gazeteciden oluşan bir ekip kurdu.

- Ekip, yaklaşık 11 m yarıçapında ve altı metre yüksekliğinde prefabrik bir kubbe altında, havasız, gıdasız bir ortamı paylaşıyor.

- Kubbe içinden astronot kıyafeti olmadan çıkılmayacak ve katılımcılar asgari şartlar altında kalmaya zorlanacak.

- Araştırmacıların tüm hareketleri bir yıl boyunca kayıt altına alınacak. Tecrit edilmiş ortamda birbirleriyle olan iletişimin güçlenmesi için çözüm yolları üretilecek.

- Hawaii Üniversitesi iştirakiyle gerçekleştirilen projenin tüm enerji ihtiyacı şimdilik güneş türbinlerinden giderilecek.

- Kubbenin konulacağı yer rastgele seçilmedi. NASA'nın kubbeyi kırmızı kayalar üzerine kurmasının ardında Mars gezegeni zemininin de kırmızı taş ve topraktan oluşması geliyor.

- Mauna Loa Volkanı üzerinde kurulan yerleşkede zaman geçirmek kolay değil. Katılımcılar kimi zaman fitness ve yoga yaparak, kimi zaman ise bitki yetiştirerek sıkıntılarını yenmeye çalışacak.

- Projenin nihai amacı, dünya dışında insan yaşamının nasıl süreceğini gözlemlemek.

- Sürekli takip altında bulunan grubun tavır ve davranışları dikkatle incelenmesinin sebebi, grup için koordinasyonu sağlayıp olası kazalara mani olmak.

- NASA yetkilisi Binsted, yaptığı açıklamada proje için şimdiye kadar 1,2 milyon dolar harcadıklarını ve benzer üç proje için de kaynak sağlandığını söyledi.

NASA, insan dışkısından gıda üretebilene 200 bin dolar veriyor

Uzayda daha uzun süre kalabilmek için alternatif yollar aranmaya devam ediyor. Gezegenler arası seyahatler ve uzay araştırmalarını daha geniş bir zamana yayma peşinde koşan NASA, bu sorunu aşabilmek için araştırmacı ve bilim adamlarını teşvik ediyor. ‘Kapalı döngü' projesi bunların arasında en dikkat çekici olanı. NASA yetkilileri bu kapsamda insan dışkısından da faydalanmak istediklerini belirtiyor. Ayrıca, yeni tekniklerin mayalamada ve seyahat esnasında ihtiyaç duyulan diğer kimyevi maddeleri üretmede de işe yarayacağı düşünüyor. NASA, bunu başaranlara 200 bin dolar ödül vaat ediyor.

Anlık yaşamanın kursu mu olurmuş?

$
0
0

Eğer siz de böyle düşünenlerdenseniz yanılıyorsunuz. Ne kadar sosyal, yardımsever, iletişimi kuvvetli kişiler olduğumuzu göstermek için katıldığımız faaliyetler aslında bizi mutlu etmeyebiliyor. Planlar, programlar, hedefler derken anlık fırsatları kaçırabiliyoruz.

Çalıştığınız işte başarıyı yakalama yolunda teknik detaylardan anlamak yetmiyor. Özellikle beyaz yakalılarla rekabetteyseniz ne kadar sosyal, yardımsever, iletişimi kuvvetli kişiler olduğunuzu da kanıtlamalısınız. Bunun bir yolu; CV'nize ekleyebileceğiniz dernek ya da kulüp faaliyetleri. Sokak hayvanlarını koruma derneğiyle hayvansever yönünüzü, dağcılık kulübüyle doğaya merakınızı, hobi kursuyla sosyal ilişkilerdeki başarınızı gösterebilirsiniz. Hiç haz etmediğiniz halde popüler olduğundan şirketlerin yarıştığı bowling turnuvalarına katılırsınız. Böylece takım ruhunuz da ortaya çıkmış olur. Fakat ortada bir sorun vardır. Bütün bunları içinizden geldiği için değil görev olarak yaparsınız. Başarının formüllerine kurban gidenler sadece beyaz yakalı plaza çalışanları olmuyor elbette. Öğrenciler, serbest meslek çalışanları, işini bir şekilde geliştirmek isteyenler hatta popüler olmayı seven ev hanımları... Hemen herkesin hayatında aslında kendini yansıtmayan ama rolü icabı mecbur hissettiği görevleri var. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinden felsefeci İnanç Ayar, bu manzarayı şöyle özetliyor: “İnsanlar artık kendi CV'lerini yaşıyor. Aslında yaşamıyor da bir CV oluşturmaya çalışıyor. Çeşitli faaliyetlere de bu nedenle katılıyorlar.” Hal böyle olunca özünde keyif barındıran uğraşlar, doğa yürüyüşü bile bir göreve dönüşüyor. Modern hayatın hepimize bir rol biçtiğini ve bu rolü başarıyla oynamak için kendimizi programladığımızı anlatan Ayar, bu noktadaki kayıpları şöyle sıralıyor: “Fırsatları, her türlü çeşitliliği, zenginliği bir planla tutarlı olmadığı için kurban ediyoruz. Garanticilik, güvenli limanda yol almak, risk istememek gibi bir sürü nedeni var bunların.”

Ayar, işte bu kayıplardan yola çıkarak ortaya attığı fikirle özellikle beyaz yakalılara yönelik atölye çalışmaları yapıyor. ‘Format gereği aslında sadece birer kez düzenlenen atölyeye ilgi o kadar yoğun olmuş ki beşincisi düzenlenmiş. Atölyede karşılıklı tiyatral çalışmalar felsefî; temele sahip teorilerle destekleniyor. Katılımcılara verilmek istenen ise ezbere yaşanan hayattan sıyrılıp spontane yönlerini keşfetmek. Ya da kişiye kendi tercihlerini yaşayabileceği alanlar açmasını sağlamak. Her şeyin planlı programlı yürüdüğü, garantiye alındığı bir hayat düzeni ise ezberlerle ilerliyor. Böyle bir ortamda anlık fırsatları fark etmenin zorlaştığını anlatan Ayar, “Çoğunlukla karşı tarafın ne dediği, ne yaptığı hiç önemli değil. Sizin kafanızda aldığınız bir plan ve yol var. Oysa anın modunu iyi algılamak ve olasılıkları da gözden geçirerek yaşamak mümkün.” diyor.

Zihniniz bir şey üretmediğinde başkalarına odaklanın

Programlanmış hayatın getirdiği zorluklardan biri de performans kaygısı. Bu sadece iş yaşamında değil, hayatın her alanında karşılaşılabilecek bir endişe hali. İnanç Ayar, insanların kaygıya odaklandıkça üreticiliklerinin düştüğü görüşünde. Tavsiyesi ise kişinin kendisiyle uğraşmaktan vazgeçmesi: “Mesela çok sıkıştınız, zihniniz artık bir şey üretemiyor. Büyük ihtimalle o noktada kendinizle uğraşırsınız. İç sesiniz sizinle mücadele halindedir. Bu durumda dışarıya odaklanın. Birilerinin elbiselerinin rengine, mekâna odaklanın ve kendinizi unutun. Bu durum performans kaygısı yaşayanlara ciddi bir farkındalık sağlıyor. Spontane bir çalışma içine girmek için kendi iç sesinizden kurtulmanız lazım.”

Kişisel gelişim formülleri insanları boğuyor

Felsefeci İnanç Ayar'a göre insanları paniğe sevk eden en büyük etkenlerden biri, kişisel gelişim önerileri. Başarıya ulaşmak için birçok formül veriliyor ve bunlar insanları paniğe sevk ediyor. ‘Artık formüller elimde ve mutlaka başarmam gerekiyor' diye düşünülüyor. Yaptığı işleri kişisel gelişim çatısı altında tarif etmediğini söyleyen Ayar'a göre formüller sıralamak yerine felsefî; temeli olan ilkeler paylaşılmalı. Çünkü insanlar zaten içlerindeki huzursuzluktan dolayı formülden formüle koşuyor ancak kendilerini tatmin edemiyor. Bu yüzden genel geçer ve birilerinin garanti olarak sunduğu yollardan değil, herkese kendi yolundan ilerlemesini tavsiye ediyor. İkinci tavsiyesi ise kurallarla uğraşmak yerine estetik, mantık ve etik konularına biraz olsun kafa yormak. Zira bu şekilde kişi hem kendi varlığına anlam katacak hem de hayatla ilgili zevkleri ve fikirleri gelişecek.

Beyaz yakalıların rahatlama alanıyız

Beyaz yakalılara yönelik atölye çelışmaları düzenleyen tezgahçılardaki bir ders de spontane davranış kursu. Üç kişilik kurucu ekipten Burçak Yıldırım, kendisinin de beyaz yakalı diye tabir edilen kurumsal bir geçmişten geldiğini anlatıyor: “Onun verdiği sıkıcılıktan kurtulmam gerekiyordu ve böyle bir atölyeye karar verdik. Biz bütün bilgilere eşit değerle bakıyoruz. Bu sebeple kendimize ‘tezgahçılar' dedik. Eğitimcilerimiz tezgâhın arkasında eğitim veriyor. Geldiğimiz alanlardan dolayı ihtiyaçları az çok okuyabiliyoruz. Bu yüzden beyaz yakalıların iş çıkışında geldiği, kendini iyi hissedip birşeyler öğrenmek istediği mekâna dönüştük zamanla. Biz de daha çok onlara yönelik eğitimler yapıyoruz. Bunaldıkları hayattan biraz olsun çıkıyorlar.”

En zor yolculuk

$
0
0

Ortadoğu'daki savaş yüzünden göçmenlerin Avrupa'ya akını sürüyor. Türkiye üzerinden Yunanistan adalarına varan göçmenler, Makedonya yolunu tutuyor, hedef ise Sırbistan ve Macaristan yolunu izleyerek Avrupa'nın diğer ülkelerine ulaşmak.

Özellikle de Avusturya üzerinden Almanya'ya.

Atina'ya varan göçmenler, tren ile Selanik'e gidiyor, oradan da Makedonya sınırına varıncaya kadar yollardan, tarlalardan ve tren raylarından yürüyorlar. Aralarında çok sayıda çocuk, kadın ve yaşlı insanlar da var. Günde yaklaşık 3 bin mülteci ve göçmen Makedonya'ya giriş yapabiliyor ancak buna rağmen bazen geçiş yapabilmek için 4-5 gün beklemek zorunda kalanlar da oluyor.

Göçmenlerin zorlu yolculuğu, Sırbistan'a doğru devam ediyor. Makedonya'nın Gevgeli köyünden otobüslerle belirli bir yere kadar götürülen göçmenler, daha sonra yine yürüyerek Sırbistan sınırına varıyor.

Macaristan sınırına doğru akşam saatlerinde varan göçmenlerin bir kısmı ateş yakıp ısınmaya çalışıyor bir kısmı da tren raylarının dibinde akşam namazını kılıyor. Karanlık çöktüğünde aileler kamp kuruyor, gençlerin çoğu ise yürümeye devam ediyor.

Ağaçların altında uyuyan gençler, ağlayan çocuklar, sinir krizi geçiren kadınlar... Bu görüntüleri neredeyse her sınır kapısında görmek mümkün.

“Çok uzun ve çok zor bir yolculuk.” diyor 36 yaşındaki Suriyeli Muhammed ve devam ediyor: “Ama en çok Yunanistan'da zorlandık hem Midilli Adası'na varıncaya kadar büyük tehlikeler atlattık hem de orada bir haftadan fazla beklemek zorunda kaldık.”

Savaş yüzünden ülkelerini terk edip Avrupa'da daha iyi bir yaşantı hayaliyle bu tehlikeli yolculuğu göze alan binlerce insan, bazen son nefeslerini Ege Denizi'nde veriyor, bazen de Avrupa'daki bir otobanda, bir kamyonun veya TIR'ın kasasında havasızlık nedeniyle...

Umuda yolculuğun son duraklarından biri de Macaristan'ın başkenti Budapeşte. Burada da polis kontrolü altında tutulan mülteci ve göçmenler, trene bindirilip Avusturya'ya gönderiliyor. Herkes bir an önce trene binip gitmek isterken bazen kargaşa da yaşanıyor. Böyle bir kargaşada 7 yaşındaki Hadil annesini ve üç kardeşini kaybediyor. Sakinleştirilmeye çalışılan küçük kızın ailesinin, bir önceki trene binip Avusturya'ya gittiği anlaşılıyor.

Akapellanın yıldızı parlıyor

$
0
0

Akapella (A Capella) en basit anlamıyla, insan sesinin enstrüman olarak kullanılması. Bir müzik tarzı olarak yüzyıllardır deneniyor.

İlk çıkış yeri klise koroları olsa da günümüzde Rock, Jazz, Pop, Rap, R&B gibi neredeyse bütün müzik türlerinde akapella yapılıyor. Öyle ki son zamanlarda akapella yapılan şarkılar ya da coverlar, video izleme sitelerinde milyonlarca kez tıklanıyor. Her gün bu tarzda yeni isim ve gruplar çıkıyor. Birçok pop yıldızı da bu gruplarla birlikte çalışmalar yapıyor. İşin içine akapella ile birlikte beatbox da ekleniyor. İnsan sesiyle oluşturulan orkestraların sayısı gün geçtikçe artıyor, artmaya da devam edecek gibi. Örneğin ‘Pentatonix' grubunun Evolotion Of Music isimli videosu sadece YouTube'da 70 milyon kez tıklandı. Pitch Perfect, bunların en bilinenlerinden. Ünü bütün dünyaya yayılmış durumda. Key ve Pele isimli topluluğun videoları da toplamda yüz milyona yaklaşmış durumda. Cubanos Acapella'nın Hotel California başta olmak üzere yaptığı coverlar da tıklanma rekorları kırıyor. Mesela Miles Cyrus, Justin Bieber başta olmak üzere birçok ünlü pop yıldızları bile bu topluluklarla düet yapıyor. Ayrıca birçok üniversitede irili ufaklı bu tarz müzik yapan gruplar bulunuyor.

Popstarlarla yarışıyorlar

Sadece gruplar değil bireysel çalışmalar da dikkat çekiyor. Hatta akapella yapan bazı isimlerin şöhreti pop yıldızlarına ulaşmış durumda. Örneğin Mike Tompkins. Tompkins'in yaptığı her video en az on milyon kez izleniyor. Bu isimlerin en ünlülerinden biri de Smooth McGroove. Videolarının milyonlarca kez tıklanmasının yanında hayranları onun adına playlistler bile hazırlıyor. Corey Vidal da akapellacı ünlülerden. Özellikle Star Wars filminin müziklerini bu tarzda seslendirmesi ona epeyce hayran kazandırdı. Cheb Khaled de akapellanın parlayan yıldızlarından. Özellikle Aisha şarkısına yapmış olduğu coverı dinlemelisiniz. Alaa Wardi isimli müzisyenin akapella tarzında şarkıları kendine has yorumu ve sözleriyle yeniden yorumladığı neşeli videolara da göz atabilirsiniz.

Ülkemize gelecek olursak... Çoğumuz belki de akapella kelimesiyle ilk kez Sertab Erener'in ‘Zor Kadın' şarkısının akapella versiyonuyla tanıştık. O dönem bu şarkı uzun süre konuşulmuştu. Ancak bu tarzda en popüler çıkışı Vokaliz isimli grup yaptı. Yalnızım Dostlarım isimli yorumlarıyla bir anda gündeme oturdular. 2007'de kendi isimlerini taşıyan bir albüm çıkardılar. Son olarak 2011'de Dinle Burayı isimli çalışmalarını müzikseverlerle buluşturdular. Bu anlamda ülkemizdeki en köklü grup ise A Capella Boğaziçi. 15 yıl önce kurulan topluluk bugüne kadar iki albüm yayınladı. Çalışmalarıyla adından sürekli söz ettirdi, ettirmeye de devam ediyor.

İlgi her geçen gün artıyor

Akapella, yüzlerce yıldır yapılmasına rağmen neden son zamanlarda böyle yükselişe geçti? A Capella Boğaziçi'ne göre bunun birkaç sebebi var. “Hem YouTube'un yaygınlaşması hem de popüler müziğin akapella yapılabilmesinin önünü açacak teknik gereçlerin (kayıt teknolojisine ulaşımın kolaylığı, ileri seviye beatbox teknikleriyle pop müzik sound'una yakın bir ritmik yapı elde edilmesi, synth efektler sayesinde seslerin enstrümana yaklaştırılması vs.) ortaya çıkmasıyla insanları şaşırtan ve müzikal olarak daha hoşlarına gidebilecekleri bir tarz yakaladı bu müzik. Vokaliz grubu ise bu durumu şöyle açıklıyor: “İnsan sesi kadar samimi ve duyguların belki de birçoğunun çok rahat aktarılabildiği başka bir enstrüman yok. Aslında her dönemde özellikle ilkel çağlarda insan sesiyle yapılan müzikler hep en önde. Fakat sanayi devrimiyle birlikte doğal olarak enstrümanlar da evrimleşti ve biraz da sanayinin ürettiği enstrümanlar dışındakiler uzun bir dönem popüler olamadı. Şimdi ise insan sesinin makineyi taklit edebiliyor olması dinleyicileri şaşırtıyor diye düşünüyorum. Bu sebepten ‘akapella' tekrar popüler olmayı zorluyor.”

A Capella Boğaziçi: Bu müziğe ilgi giderek artacak

“Bu müziğe olan ilgiyi inkar edemeyiz. Sadece insan sesiyle bu müzikler nasıl yapılıyor diye şaşırılıyor. İnsana yakın gelen bir tarafı var. Sonuçta herkesin yapabileceği başlangıç maliyeti düşük olan bir müzik. Biraz kulağınız ve ritim yeteneğiniz varsa basit düzeyde de olsa herkes yapabilir. ‘A capella' ne demek diye sorulan bir zamandan, herkesin az çok fikir sahibi olduğu bir zamanda geldik, ki bu sevindirici bir gelişme. Tabii alınacak çok yol var. Amerika'da ve Avrupa'da bu müziği yapan onbinlerce grup bulunuyor. Türkiye'de ise bir elin parmakları kadar. Aslında çok zaman ve emek isteyen zor bir iş. Son yıllarda birçok koronun ortaya çıkması ve bu müziğin aktif olarak icra edilmesiyle birlikte dünyada da Türkiye'de de popüler hale geldi. Biz de bu ilgiden hayli memnunuz. A capella yeniliğe ve deneye açık bir tür. Ne kadar çok grup olursa profesyonelleşme de o kadar hızlı olur, kalite artar, insanlar daha çok severek dinler. Özellikle üniversiteliler arasında ilgi gördüğünü düşünüyoruz. Bu sebeple de bu ilginin giderek artacağını tahmin ediyoruz.”

VOKALİZ: Geleceğe, klasikleşen eserler bırakmak istiyoruz

“İlgi görmesinin sebebi, belki de insanların bu karmaşanın içinden basitliğe duyduğu bir özlemdir veya makinelerin egemen olmamasına duyduğu isteğin onaylanmasıdır. Belki de ‘ne kadar basit, ben de yapabilirim' diye içinden geçirebilmesidir. Biz gelişmeleri ilgiyle izliyor ve yeni çıkan bütün grup, koro veya oluşumları destekliyoruz. Grubu kurduğumuzda bu alanı hareketlendireceğimize emindik ve uzun bir yol olduğunu öngörmüştük, tahminlerimiz gerçekleşti. İnsanlar vokal müziğe ilgi duymaya başlıyor. Bu çok güzel ve bizi de hareketlendiren bir dalga. Bizim yaratıcılığımızı arttırdı ve yeni projeler oluşturmamıza neden oldu. Çok yakında tekrar arenada olacağız. Müzik türlerinin gelecekleri ‘klasikleşme' dir. Müzisyenler de (klasiklerle ilgilenenler dışında) her zaman yeni tınılar ve anlayışlar keşfetmek için hayallere yelken açar. Umarım sektör olarak geleceğe bu dönemden klasikleşen eserler taşıyabiliriz.”

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live