Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

‘Sivil hava devriyesi' görev bekliyor

$
0
0

İçişleri Bakanlığı Afet Bölge Koordinatörlüğü verilerine göre, Türkiye'de 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999'da yaşanan iki büyük depremde toplam 18 bin 374 kişi hayatını kaybetti, 48 bin 901 kişi de yaralandı.

Depremler bize büyük acılar yaşatırken, böylesine ciddi afetler karşısında ise ne kadar eksiğimiz olduğunu gösterdi. Olası ve beklenen büyük İstanbul depremine karşı hazırlıklı olup olmadığımız konusunda akıllarda hâlâ pek çok soru işareti bulunuyor. Özellikle başta ABD ve Kanada olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde kurulan, ‘Sivil Hava Devriyesi' konusunda hâlâ adım atılmaması da ciddi bir problem olarak gösteriliyor. Neyse ki, bu alanda hazırlanan proje bir büyükşehir belediyesine sunuldu.

17 Ağustos depremi hiç kuşkusuz, arama ve kurtarma organizasyonları yapısının tamamen değişmesine ve yıllarca ihmal edilmiş organizasyonların devlet ve kamu desteğiyle gelişmiş devletler seviyesine ulaşmasına acı bir vesile oldu. Bu gelişimin en önemli dama taşı AKUT'un liderliğinde resmi organizasyonlar ile sivil toplum örgütleri zamanla birikimlerini üst seviyelere çıkardı ve kalite artışı sağlandı. Ancak hâlâ ‘arama-kurtarma operasyonlarının hava desteği konusunda durumumuz nedir?' şeklinde bir soruya cevap vermekte zorlanıyoruz. Profesyoneller, arama eyleminin tamamen farklı, kurtarma eyleminin de başka bir uzmanlık alanı olduğunu belirtiyor. Özellikle askeri operasyonlarda faaliyet yapan personelin ekipman ve teknoloji seviyesi çok yüksek olduğundan, operasyon icra edilen alanların ve rotaların önceden biliniyor olmasından, arama eyleminden ziyade daha çok kurtarma eylemi gerçekleştiriliyor. Bu yüzden askeri faaliyetlerde neredeyse sadece helikopter kullanılıyor. Kurtarma operasyonları ise yürütülen çalışmanın yüzde 90 gibi bir oranıyla tamamını kapsıyor. Kurtarma eylemi de ancak helikopterle yapılabiliyor.

YAZICIOĞLU KAZASI UNUTULMAMALI

Ne yazık ki, kurtarılacak personelin yerinin bilinmemesi durumunda aranması ve bulunması konusunda ülkemizin ciddi zafiyetleri devam ediyor. Bunun en acı örneklerinden biri de hiç kuşkusuz Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümüyle sonuçlanan helikopter kazası. Bu konudaki en büyük zafiyet ise arama-kurtarma eylemlerinin belkemiğini oluşturan silahlı kuvvetlerin, askerî; operasyonlara uygun sistemlerin aynısını, yani sadece kurtarma ağırlıklı helikopter esası ile sivil afet olaylarında arama faaliyetini gerçekleştirmesinden kaynaklanıyor.

Öğretmen Pilot Oben Oğultarhan, gelişmiş ülkelerde arama-kurtarma organizasyonlarıyla ilgili ciddi yapılanma oluşturulduğunu söylüyor. Sivil arama kurtarma ihtiyaçlarının askeri yapıdan çok daha farklı olduğunu fark eden gelişmiş ülke organizasyonlarının, sivil toplum kuruluşlarını destekleyerek, ülkelerinde ‘sivil hava devriyesi' organizasyonunun oluşmasını sağladığını anlatan tecrübeli pilot, belediye sınırlarında 600-700 metrelik küçük toprak pistler ve tek motorlu küçük uçakların bu organizasyonlar için yeterli olduğunu dile getiriyor. Deneyimli pilot, organizasyona diğer uçak sahipleri ve amatör havacılarla oluşturulacak ‘amatör-genel havacılık pilotları' desteğiyle daha aktif yürütülebileceğine dikkat çekiyor.

AFAD KURABİLİR

Pilot Oğultarhan'ın verdiği bilgiye göre, Amerika'da CAP, Kanada'da CASARA ve İngiltere'de UKCAP gibi sivil organizasyonlar, ülkelerinin silahlı kuvvetlerinden ya da devletlerinin ilgili birimlerinden uçak, malzeme ve tesis desteği alarak sivil hava devriyesi faaliyetlerini gerçekleştiriyor. Ülke geneline yayılmış bu organizasyonların, olası acil durumda kendi bölgelerinde duruma özel tepki verdiğini ifade eden Oğultarhan, organizasyonla orman yangını devriyesi ve deniz üzerinde devriye gibi sürekli ve düzenli uçuşların da gerçekleştirildiğini belirtiyor.

Oğultarhan, AFAD altında böyle bir organizasyonun kurulmasıyla, yerel belediyelerden de maddî; ve tesis destek alınarak en az bir uçakla şehir-ilçe seviyesinde sivil hava devriyesi oluşturulabileceğini dile getiriyor. Uzun yıllar üzerinde çalıştığı, ‘Sivil Hava Devriyesi Projesi'ni ise ilgili makamlarla bir büyük büyükşehir belediyesiyle paylaşmış. Bu konuda olumlu tepki alan deneyimli pilot, gerekli izinler sonrası projenin 2016'da hayata geçeceğini ifade ediyor.

HAVACI SAĞLIKÇILAR DA GELECEK

Modern arama-kurtarma faaliyetlerinin bir adım sonrası ise, ‘PARA-MEDIC' denilen organizasyon. Bu projeyle de, paraşüt eğitimi alan bir sağlık personeli, paraşüt ile uçaktan atlayarak yaralının yanına yani kaza yerine iniyor ve gerekli acil müdahaleyi yapıyor. Sağlık çalışanı, olay yeriyle ilgili çok daha detaylı bilgi ve durumu da anında telsizle rapor ediyor. Daha önce bu konuda AKUT ile ortak çalışmalar yürüten Martı Sivil Havacılık şirketi, bu alanda başarılı bir tatbikat yapmıştı. Tatbikatta, uçaktan PARA-MEDIC indirilerek, senaryo gereği nehirde kaybolduktan sonra kıyıda bulunan turiste ilk müdahaleyi yapmıştı.


Yeni Türkiye'nin şehir sloganları

$
0
0

Yeni Türkiye eskisine nazaran bir hayli farklı. Bu farka şehirler de dâhil. Ülke olarak ‘yeni' bir döneme geçmemizle birlikte şehirlerimiz de bu sıfatı hak edecek işler yapmaya başladı. Dolayısıyla sloganlarını da değiştirmenin zamanı geldi.

81 ilimizin her birinin ülke hatta dünya genelinde meşhur olduğu bir markası ya da sloganı var. Malatya kayısısıyla ünlü şehir, Kayseri pastırmasıyla meşhur şehir, İzmit pişmaniyenin yeneceği şehir gibi. Ancak AKP'nin gündemimize getirdiği ‘Yeni Türkiye' şehirlerinin slogan ve markaları da değişti. Kreşlere baskın yapılan, uzun namlulu tüfekler eşliğinde okulların arandığı, burs veren hayırseverlerin terörist muamelesi gördüğü ve camilerin kapatıldığı şehirlere sahip Yeni Türkiye. Elbetteki bizim yaşadığımız, bildiğimiz, alıştığımız şehirler böyle değil. O nedenle bu şehirlerde oturanların bu sloganlardan rahatsız olacağını biliyoruz. Kimse üzerine alınmasın çünkü bu sloganlar ülkeyi 14 yıldır yönetenlere ait. Biz bir kısmını derledik, örnekleri artırmak mümkün elbette. İşte Yeni Türkiye şehirlerinin yeni sloganları...

Ankara:Kumpasın başkenti olan şehir

Vatandaşların düşüncelerine göre fişlenmesi, itirafçı keşfine çıkılması, iftira atılması, eline silah almayan insanlardan terör örgütü çıkartılmasında merkez işlevi görüyor.

İzmir:AKP'ye verdiği vekil kadar hizmet alan şehir

AKP İzmir Milletvekili Veysel Eroğlu, maliyeti 30 milyon TL'yi bulan 8 projeyi açıkladığı toplantıda, “8 vekil, 8 müjde. Daha çok vekil olsaydı, daha fazla müjde olurdu.” dedi.

Zonguldak: Kreşe baskın yapılan şehir!

Eli silahlı polisler ilkokul çağında bile olmayan çocukların eğitim gördüğü kreşe baskın yapıp, terör örgütü dokümanı aradı.

Erzurum:Muhtarların belediyeden kovulduğu şehir

Erzurum belediye başkanı, kendilerine oy vermeyen muhtarları belediye binasından kovdu.

Kocaeli:Klozetiyle meşhur şehir

Valilik makamına altın klozet takıldığı kamuoyunun gündemini meşgul etmişti. Dönemin valisi yaptığı açıklamada klozetin altın değil, altın renginde boya olduğunu belirtti.

Tokat:En iyi şehit cenazesi organize eden şehir

PKK tarafından şehit edilen Teğmen Hüseyin Turan için düzenlenen cenaze töreninde hiçbir protesto olmaması ve törenin görkemli geçmesi, AKP milletvekili Salim Uslu tarafından övgüye değer bulundu. Uslu, Twitter adresinden ‘Şehit cenazesinde başarılı organize ve içtenlikle süreci yöneten Tokat valimize, Mv.mize, Grn Kom. ve Bel.Baş.tşk.ederim' mesajını paylaştı.

Manisa:Burs verenle PKK'yı bir tutan emniyet müdürüne sahip olan şehir

Polis, aralarında eğitim faaliyeti yürütenlerin de bulunduğu beş derneğe baskın düzenlemiş, ardından Manisa Emniyet Müdürü Tayfur Erdal Ceren ise “Bu derneklere bundan sonra bağış yapacak, kurban ve burs paralarını verecek kişilerin, terör örgütüne yardım yaptıklarını anlamaları gerekiyor.” demişti.

Antalya:Kur'an-ı Kerim bulundurmanın suç olduğu şehir

Aramalarda sadece isnat edilen suçla ilgili eşyaların aranması gerekirken, evlerde ve vakıf merkezinde bandrollü kitaplar, vaaz CD'leri, Kur'an-ı Kerim ve Cevşen'ler hakkında da tutanak tutulmuştu.

Eskişehir:Kapanan dershaneye baskın yapan şehir

Tarım Müdürlüğü'nün de aralarında olduğu 8 devlet kurumu, 25 memurla gülünç bir operasyona imza attı. Polisin koordinasyonunda bir otobüse doluşan ekip, Eskişehir'den Sivrihisar'a ‘denetim' ismi altında dershane baskınına gitti. Ancak dershane 40 gün evvel kapanmıştı. Boş binayla karşılaşan memurlar, tutanak tutup geri döndü.

Iğdır:Okul kapatan şehir

Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ‘belirli' eğitim kurumlarında yapılan denetim sonucunda bir özel okulun iki ay, dershanenin ise bir ay süreyle kapatılması kararlaştırılmıştı.

Adana:Okul teftişlerinin polise bağlandığı şehir

PKK, Adana'nın bir ilçesini elini kolunu sallaya sallaya basarken polis, okul basmakla meşguldü.

Kayseri:Reza Zarrab gibi işadamı arayan şehir

Hırsızlıkla yolsuzlukla ilgisi olmamasına rağmen iktidarı desteklemeyen işadamları havaalanında gözaltına alınırken, otomobil ve bavullarında arama yapıldı. Bilgisayar, harddisk, USB bellek ve cep telefonlarına el konuldu.

Elazığ:Yardımları şova dönüştüren şehir

Elazığ'ın AKP'li Belediye Başkanı Mücahit Yanılmaz ihtiyaç sahiplerine yaptığı 100 liralık yardımı şova dönüştürdü. Yerel medyanın davet edildiği gecede yardım alanlar tek tek sahneye çıkartıldı. Törene ait fotoğraflar internet sitelerinde paylaşıldı.

Edirne:Çayın tek şekerle içildiği şehir

Vali Dursun Ali Şahin, kentte çay servisi yapan kıraathane ve çay ocaklarında tek şeker uygulaması ve bulaşık makinesi şartı getirdi.

Diyarbakır, Van, Siirt, Şırnak, Hakkari, Bingöl, Tunceli, Mardin:Huzuru arayan şehirler

7 Haziran'da ortaya çıkan halk iradesinden memnun olmayanlar başta bu şehirlerde yaşayan vatandaşlar olmak üzere ülkeyi huzura hasret bıraktı.

İstanbul:Kupon arazileriyle meşhur şehir

Eski Türkiye'de Boğaz'ın silüeti önemliydi. Şimdilerde ise önemli olan iktidara yakın işadamlarının önünün açılması, havuzun suyunun kesilmemesi. Bunun için çok değerli hazine arazileri adrese teslim peşkeş çekiliyor, rüşvet iddiaları bitmek bilmiyor.

Aksaray: Polisin uzun namlulu silahlarla okul bastığı şehir

Bir özel eğitim kurumuna bağlı okullarla bir dershaneye yüzlerce polis nezaretinde uzun namlulu silahlarla baskın yapıldı.

Kütahya: Cami kapatan şehir

Kütahya Valisi Şerif Yılmaz, “Kapatılan camide İsrail uşaklığı öğretiliyor, ben kapattım. Ona söyleyin. Hainlerin tüm müesseselerini kapatırım, kapatacağım.” diyerek cami kapattı.

Bolu: Okulundan yol geçen şehir

Belediye önce bir dershane ve kolejin binalarını uyarı yapmadan mühürledi. Daha sonra ise skandal bir uygulamaya imza atarak üç tarafı tarla olan kolejin bahçesini ikiye böldü ve buradan yol geçirdi.

Rize: HES'i protesto eden köylülere hapis istenen şehir

Sanıklar arasında 81 yaşındaki Fatma teyze, 76 yaşındaki Hatice teyze ve 74 yaşındaki Yakup amca da yer alıyor.

Sakarya: Selamsız Bandosu'na sahip olan şehir

Şehrin valisi Hüseyin Avni Coş, Yüksek Hızlı Tren'in açılışını yapan dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı karşılamak için protokolü Arifiye Tren Garı'nda topladı. Ancak tren durmayınca protokol yaptığı hazırlıkla kaldı. Bu sahneye tanıklık edenlerin aklınaysa ‘Selamsızlar Bandosu' filmi geldi.

Polis müdürü olacaktı, akademi kapatıldığı için kavun-karpuz satıyor

$
0
0

Polis Akademisi'nden mezun olmaya hazırlanırken okulunun kapatılması ile kamu yönetimi bölümüne yönlendirilen Mustafa Karaca, sokak sokak dolaşarak kavun ve üzüm satıyor.

Hükümetin mart ayında çıkardığı İç Güvenlik Paketi kapsamında polis koleji ve akademisinin kapatılması bu kurumlarda öğrenim gören öğrencileri mağdur etti. Mağdur olan öğrencilerden biri de Malatyalı Mustafa Karaca. Akademiden mezun olacakken kamu yönetimi diploması almak zorunda kalan Karaca, iş bulamadığı için seyyar satıcılık yapmaya başladı. Emniyet mensubu olmak için binbir hayalle girdiği akademiden mezun olmasına izin verilmeyen Karaca, bugünlerde üç tekerlekli aracıyla sokak sokak dolaşarak kavun ve üzüm satıyor.

AKP milletvekillerinin oylarıyla Meclis'ten geçen yasa çerçevesinde Polis Koleji ile Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi kapatıldı. Polis olmaya hazırlanan yüzlerce öğrencinin gelecek hayalleri değişti. Polis olma hayaliyle 2007 yılında polis kolejine giren Karaca, 2011'de geçtiği akademiden mezun olmaya hazırlanırken akademi kapatılınca YÖK tarafından kamu yönetimi ve siyaset bilimleri bölümüne yönlendirildi. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'ne geçiş yapan Karaca, böylece mecburen kamu yönetimi diploması almak zorunda kaldı.

Okul bitince Ankara'dan Malatya'nın Hoca Ahmet Yesevi Mahallesi'nde yaşayan ailesinin yanına dönen Karaca, iş arayışına koyuldu. Babası çiftçi olan Karaca, bu süreçte iş bulmakta zorlandı. İhtiyaçlarını karşılamak için seyyar satıcılık yapmaya başladı. Akademi öğrencilerinin mağduriyetinin giderilmesi için siyasileri göreve davet eden Karaca, hayallerinden bir anda koparıldığını anlatıyor: “Mezun olmayı ümit ederken TBMM'de kabul edilen İç Güvenlik Paketi içindeki bir düzenleme ile Güvenlik Bilimleri Fakültesi kapandı. Biz de kamu yönetimi bölümlerine gönderildik. Ben buradan mezun oldum. Şu anda da çalıştığım bir iş olmadığı için boştaydım. Seyyar satıcılık yapmaya başladım.”

‘Milletin malını ve canını korumaya talibim'

Mustafa Karaca, bireysel olarak hukuk yoluyla hak arayışına başladığını da söylüyor. Danıştay'a dava açtıklarını anlatan Karaca, “Polis akademisinden atılmamız konusunda davamızı açtık. Tekrar emniyete geri dönme konusunda ümitliyim. Şu an Meclis tatilde olsa da milletvekillerini bu konuda göreve davet ediyorum. Zaten İç Güvenlik Paketi Meclis'te görüşülürken 3 muhalefet partisi hararetli bir şekilde itiraz ediyordu. Milletvekillerimizi, insanların mağduriyetini, yapılan yargısız infazı önlemeye davet ediyorum.” diyor.

Son dönemlerde artan terör olaylarında polislerin hedef seçilmesine rağmen mesleğe dönmek istediğini söyleyen Mustafa Karaca, “Tehlikeli durumlar olabilir. Bu konuda bir çekincemiz yok. İnşaallah geri döneriz. Bu milletin canını, malını korumaya talibim. Vatan için çalışmaya hazırım.” şeklinde konuşuyor.

Yeni nesil hariciler gençleri böyle kandırıyor

$
0
0

El-Kaide, IŞİD, Taliban, Boko Haram, El-Nusra… Bu gruplar, İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk itikâdî; mezhep olan haricî;liğin zihniyetini devam ettiriyor. İcraatları ve zaman içindeki aldıkları tavır onlara ‘neo-harici' kimliğini veriyor, yani ‘yeni versiyon haricî;ler'...

İslâmiyet'in ilk yıllarında siyasi bir oluşum olarak ortaya çıkan haricilik, günümüzde IŞİD, Taliban, El-Kaide, Boko Haram gibi yansımalarıyla dünyayı tehdit etmeye devam ediyor. Hariciler; kendilerini hakkın yegâne savunucusu, Allah yolunun mücahitleri, doğrunun biricik temsilcileri gibi görüyor ve genç nesli cihat, kahramanlık, Allah davasına sahip çıkma gibi hamasî; sloganlarla kandırıyor.

‘Dünden Bugüne Haricilik ve Neo-Hariciler' adlı kitabı kaleme alan Dr. Ali Ünsal, İslâm adına savaştıklarını iddia edip en büyük zararı İslâm dünyasına veren bu radikal grupları mercek altına alıyor. Ünsal, sözlerine haricî;liği tanımlayarak başlıyor: “Önce Hz. Ali'nin yanında yer almış, daha sonra onun ordusundan ayrılmış ve radikal bir grup olarak ortaya çıkmıştır. Kendi yaklaşımlarıyla Allah yolundan hurûc edenler oldukları için bu adı almışlar. Bu isim daha sonra ümmetin itaat ettiği meşru otoriteye başkaldıran, isyan eden, silah çeken gruplar için kullanılagelmiş.”

Haricî;lik zihniyeti devam ediyor

Peki, haricilerin özellikleri neler? Ünsal'ın ifadesiyle, haricî;ler ibadetlerinde ciddi, amellerine bağlıdırlar. İbadetlerine çok düşkündürler. Günahlara karşı çok hassastırlar ve açıktan günah işlemekten kaçınırlar. Ancak onların bu hali kalbî; derinlikten yoksun, kuru bir itaatin neticesi olduğu için zamanla Müslümanları beğenmemeye, hafife almaya, kendileri gibi yaşamayanları cezalandırmaya başlamışlar. Haricî;ler, her günah işleyenin kâfir olduğu görüşünde birleşir, insanın görüşünde bile hata etmesini günah sayar ve küfre sebep kabul ederler. Onlar, günah işleyen kimsenin ebedî; cehennemde kalacağına hükmederler. İnançlarında samimi görünürler ancak marifet yoksunluğunun neticesi olarak bağnazlığa, katılığa, hoşgörüsüzlüğe saplanırlar.

Demagojiyi severler, belli ayetleri kendilerine göre yorumlarlar ve muhataplarının yorumlarını dikkate almazlar. Örneğin Hz. Ali Efendimiz onlarla konuşurken naslarla değil, bizzat Allah Rasûlü'nün uygulamalarını örnek göstererek konuşuyordu. Haricî;lerle görüşmek üzere gönderdiği Abdullah ibn Abbas Hazretleri'ne de aynı şekilde ayetlerle değil, müşahhas örnekler vererek Efendimiz'in tatbiklerini delil getirmesini tavsiye ediyordu.

İlimden mahrum, ayet ve hadisleri kafalarına göre yorumlayan, onlara fasit anlamlar yükleyen, İslâm'ın âlemlere rahmet yönünü yaşamayan, kendisi gibi düşünmeyeni din dışına çıkaran, katlini helal gören bu kavgacı zihniyetin uzantılarını günümüzde görmek mümkün. Selefiyye, Vehhabilik, Taliban, El-Kaide, Boko Haram, El-Nusra, Eş-Şebab ve IŞİD gibi radikal örgütler de harî;cilik zihniyeti taşıyor. Ünsal'ın tabiriyle onlar hariciliğin yeni versiyonu, yani neo-haricî;ler.

Radikal örgütlere katılan gençlerin sayısı artıyor

Bu oluşumlar özellikle son dönemde ailelerin korkulu rüyası oldu. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelip neo-haricî; gruplara katılan gençlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Ünsal bu insanların nasıl kandırıldığına dikkat çekiyor: “Birçoğu fakir ailelerin çocukları, bir gelecek göremiyorlar ve IŞİD bunlara para vaat ediyor. Sosyal hayatta yer edinememiş gençler de katılıyor, silah onlar için güç demek. ‘İslâm adına cihat ediyoruz ve İslâm'ın kanını emen devletlere kafa tutuyoruz' şeklinde argümanlar kullanarak uhrevî; vaatlerde de bulunurlar. Gençler, Allah için mücadele ettiklerini zannederek gider. Gidip kaçmak isteyenler olduğunu biliyorum fakat onları da infaz ediyorlar.”

Ali Ünsal'ın kanaatine göre, İslâm dünyasının handikapları yüz yıllardır aynı. Üstad'ın beyanıyla; cehalet, fakirlik, tefrika. Nitekim neo-haricilerin temelinde cehalet var, fakirliği de manipüle ediyorlar. Kendi içlerinde de çeşitli gruplara bölünmüşler.

“IŞİD'le hakiki mücadele yok”

Ünsal'a göre IŞİD'le ciddi bir şekilde mücadele edilmiyor. Dünya çapındaki İslâm âlimlerinin bu konuda fikir birliğine varıp strateji geliştirmeleri gerektiğini düşünen Ünsal, “Eğitim şart.” diyor ve ekliyor: “İmam hatibe giden gençlerin sadece yüzde 18'i namaz kılıyor. Dini de biliyormuş edasıyla çıkıyorlar o okullardan. Gençlerin manevî; boşluğu varsa, ehl-i sünnet akidesi de oturmamışsa sloganik yaklaşımlara kapılıp giderler. Unutmayalım ki dünya İslâm'a, İslâm hakiki temsilcilere muhtaç.”

Biat etmeyen haindir

Ali Ünsal, IŞİD'i ‘Irak-Şam İslâm Devleti Örgütü olarak varlık sahasına çıkan son haricî; zihniyetin temsilcisi' olarak görüyor. Ona göre IŞİD, yaptıklarını İslâm adına yapıyor görüntüsü veriyor. Müslümanlarla savaşması, kendisi gibi düşünmeyeni tekfir edip canlarına mallarına kast etmesi, harici zihniyetin ürünü. Selefî; anlayışı benimseyen örgüt, masum Müslümanları acımadan öldürebiliyor. Öldürdüğü insanları Şii olarak lanse edip kendilerinin ehl-i sünnet olduğunu iddia etmeleri akıllarda büyük bir soru işareti bırakıyor. Örgüt, biat etmeyenlerin canlarını mallarını helal sayıp gasp ederek haricileri hatırlatıyor. Amerikalı, İngiliz, Japon gazetecileri infaz etmeleri, Ürdünlü pilotu diri diri yakmaları ve bunun görüntülerini paylaşmaları dünyaya meydan okumak istediklerine işaret. Dünya genelinde eğitimsiz, ezilmiş, dışlanmış kanı kaynayan gençliği kendine celp etmek istiyor ve böylece insan gücünü artırıyorlar. Yaptıklarını meşru göstermek için de ayetleri delil getirmeye çalışıyorlar. Ünsal, “Örgütün nihai hedefini kestirmek, güç bağlantılarını, perde arkası pazarlıklarını görmek büyük resmi görmeye bağlı. Ancak bir İslâm devleti kurmaktan öte hedefler taşıdıklarını söylemek mümkün. İslâm adına tek bir pozitif kare yok, dünya medyası bunların caniliklerini haber yapıyor. IŞİD en büyük zararı yine Müslümanlara veriyor.” şeklinde konuşuyor.

İstanbul'da yaz Menekşe'de biter

$
0
0

Küçükçekmece Gölü'nü Marmara Denizi'ne bağlayan iç kumsal, hüzünlü bir yalnızlığı yaşıyor. Derin sessizliği, kıvrıla kıvrıla akan Menekşe deresinde seyreden balıkçı teknelerinin pat patları bozuyor.

Yıllar boyunca Batı İstanbul'u şehre taşıyan banliyö trenlerinin rayları iki yıl önce söküldü. Şimdi Halkalı'dan Sirkeci'ye kadar bitmeyen inşaat görüntüleri var sadece. Sahildeki balıkçılar doldurulan deniz üzerine yapılan yeni binalarına taşınınca gölden denize doğru eski bir fabrika binası karşılıyor sizi: Kibrithane! 1898 yılında Fransızlar tarafından yapılan Osmanlı Kibrit Fabrikası, şimdi özel fotoğraf ve video çekimleri için nostaljik bir plato görevi görüyor. Bacası ve ön cephesi olduğu gibi korunan fabrika, akşam olunca perili köşkü andırıyor.

Fabrikadan Florya yönüne dönmeyip sağ taraftan ilerlerseniz kumsal boyunca sıralanan ağaçları ve etrafındaki öbek öbek kalabalıkları görürsünüz. Bir arkadaş grubu veya ailedir büyük kısmı. Çoğu da Suriyeli göçmenler… Evinden ve yurdundan uzak olmanın acısını denize karşı fokurdattıkları seyyar nargilelerle unutmaya çalışıyorlar. Bazen de acılarını Antepli davulcu Yaşar Deniz ve zurnacı arkadaşının çaldığı aşina türkülerde halaya durarak... Alaca karanlıkta yüzerken kaybettikleri evlilik yüzüklerini arayan İbrahim El Hamud ve Hibe Necer, iki ay önce İstanbul'da evlenmiş. Bağcılar'da oturuyorlar ve tekstilde çalışıyorlar. Anne, baba, sekiz nüfus bir evde yaşıyorlar. Akşamüstü onları üzen ve denizde sürek avı yaparcasına telaşlandıran ise düşürdükleri alyansları. ‘Tek süsümüz bunlardı.' diyorlar…

Oturdukları yerde çekirdek çitleyen Nijeryalı Kazım ile Kenyalı Şakayna, Türkiye'de tanışıp evlenmiş. Türk adını her ikisi de ülkelerinde açılan Türk okulları vesilesi ile duymuş. Sonra kaderleri Türkiye'de kesişmiş. Şimdi Mecidiyeköy'de oturuyorlar. Fırsat bulduklarında Menekşe'ye geliyorlar. Ayakları deniz suyuna değiyor. Menekşe, ünlü olduğu yıllardaki adıyla ‘Haylayf' günleri geride kalsa da şehrin kıyısındaki insanlar için hâlâ önemli. Her gün Merter'den erken saatte gelip geç saatte dönen Mazlum Bey, bölgenin maskotu gibi. Bir gün film yapımcılarının kendisini keşfedip küçük de olsa roller vereceği günleri dört gözle bekliyor. ‘Tanıdığınız varsa söyleyin, ben buradayım.' diyor.

Kış aylarındaki hırçın dalgalar denizi göle doğru taşısa da Menekşe hâlâ bir sığınak. Yıkık dökük iskelede dinlenen 14 cankurtaran belediye görevlisi, tatsız olaylar yaşanmaması için hazır bekliyor.

‘Atatürk'ün sevdiği denizler'den olma gibi haklı bir ünü olsa, 20 yıl öncesine kadar Avrupa yakasının en popüler kumsalı olarak bilinse de eski balıkçı köyü Menekşe'den eser yok şimdi. Ne banliyö trenlerinin hafif yatarak durduğu küçük istasyonu, ne küçük ama sevimli lokantaları var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından dökülen 5 bin metreküp kum, yapay çevre düzenlemeleri, küçük tesisler, ücretsiz otopark, oyun alanları eski günleri geri getirmeye yetmiyor.

İşte dünyanın en pahalı futbolcuları

$
0
0

63 milyon Euro'ya PSG'ye transfer olan Angel Di Maria, futbol tarihinin ‘en çok bonservis ödenen' futbolcusu oldu. Peki, kimleri geride bıraktı? İşte, bonservisleri için en fazla para ödenen futbolcular...

1-Angel Di Maria: Rekorun yeni sahibi

Paris Saint Germain, Angel Di Maria'yı 63 milyon Euro ödeyerek kadrosuna dâhil edince Arjantinli oyuncu ‘en fazla bonservis ücreti ödenen oyuncular listesinde İsveçli yıldız Zlatan İbrahimovic'i geçerek unvanın yeni sahibi oldu. 2007'de 8 milyon Euro karşılığında Benfica'ya transfer olan yıldız oyuncu, 3 yıllık maceranın ardından, 33 milyon Euro karşılığında Real Madrid'in yolunu tuttu. Manchester United tarafından 75 milyon Euro'ya transfer edilen Di Maria, burada bir sezon geçirdikten sonra 63 milyon Euro karşılığında PSG'ye geçti.

Transfer piyasasının nabzını tutan Alman internet sitesi Transfermarkt'ın verilerine göre, futbol tarihinde bonservisleri için en fazla para ödenen futbolcular arasında birinci sıraya oturdu. 27 yaşındaki oyuncu için dört farklı takımın kasasından toplam 179 milyon Euro çıktı.

2. Ibrahimovic: Bir fabrika misali...

Kariyerinin ilk transferini Ronald Koeman'in isteğiyle 2001 yılında Malmö'den, Ajax'a 7 milyon 800 bin Euro'ya gerçekleştiren İbra, üç yıl sonra 16 milyon Euro'ya İtalya'nın Juventus takımının yolunu tuttu. 2006 senesinde, 24 milyon 800 bin Euro'ya İnter'e transfer oldu. Üç sezonun ardından ‘Yılın transferi' olarak Barcelona kadrosuna, 69 milyon 500 bin Euro'ya (Bu rakama Eto'o'nun değeri de dâhil) karşılığında dâhil oldu. İbra, burada teknik direktör Pep Guardiola ile anlaşamayınca 2010 senesinde 6 milyon Euro karşılığında kiralık olarak Milan'a gitti. Bir sezon sonra da Milano ekibi onun tapusunu 24 milyon Euro'ya aldı. İbrahimovic, 2012-13 sezonunda 21 milyon Euro'ya Fransa'nın yolunu tuttu. Bugüne kadar Avrupa kulüpleri bu oyuncuyu kadrolarında görmek için, 169 milyon 100 bin Euro bonservis bedeli ödedi.

3. James Rodriguez: Kolombiya'nın en pahalı oyuncusu

Kariyerinin ilk resmi transferini 2008 senesinde Kolombiya ekibi Envigado'dan 280 bin Euro karşılığında Arjantin'in Banfield U20 takımına geçerek yaptı. Başarılı sol ayak, 2010 yılının Temmuz ayında 7 milyon 350 bin Euro karşılığında Porto'nun kadrosuna dâhil oldu. Burada geçirdiği üç sezonun ardından önce 45 milyon Euro'ya Monaco'ya bir sezon sbonra da 80 milyon Euro karşılığında yıldızlar topluluğu Real Madrid'e transfer oldu. Kulüpler Rodriguez için 132 milyon 680 bin Euro harcadı.

4. Anelka: Bir futbol gezgini

Fransız golcü Anelka bir futbol gezgini... Arsenal'in 1997 senesinde 760 bin Euro'ya PSG'den transfer ettiği Fransız yıldız Anelka, ilk ciddi transferini Londra ekibine yapmış oldu. İki sezonun ardından 35 milyon Euro gibi astronomik bir rakamla Real Madrid'in yolunu tuttu. La Liga'da geçen yaklaşık iki yılın ardından 34 milyon 500 bin Euro'ya PSG'ye dönen Anelka, 2002 Ocak ayında 1 milyon 400 bin Euro kiralama bedeliyle Ada ekiplerinden Liverpool ile anlaştı. Ardından, Manchester City tarafından 15 milyon Euro'ya tapusu alınan Anelka için, üç sezonun ardından Fenerbahçe ile 10 milyon 700 bin Euro karşılığında anlaşıldı. 1,5 sene sonra ise 12 milyon Euro karşılığında Ada ekiplerinden Bolton'a transfer oldu. Şu an Hint Süper Lig ekiplerinden Mumbai City formasını terleten 36 yaşındaki yıldız, birbirinden farklı 12 takımın formasını giydi. Takımlar onun için 127 milyon 960 bin euro harcadı.

5. Hernan Crespo: Bir İtalya bir İngiltere…

İlk transferini 4 milyon Euro karşılığında İtalya'nın Parma takımına geçerek yapan Arjantinli yıldız dört sezonun ardından 55 milyon Euro bonservis edeliyle Lazio'ya transfer oldu. İki sezon sonra bir başka İtalyan ekip İnter'e 36 milyon Euro karşılığında geçti. Bir yıllık İnter macerasının ardından adres, bu kez İngiltere'ydi. 24 milyon 270 bin Euro'ya Chelsea'nin kadrosuna dahil edilen Crespo, Ada'dan sonra başta İnter, Milan, Parma olmak üzere birkaç takıma kiralık veya bonservis bedeli olmadan gitti. Üç sene önce emekliye ayrılan Tangocu için takımlar, kasasından toplam 119 milyon 270 bin Euro çıkardı.

6. Veron: Başladığı kulüpte futbola elveda

Juan Sebastian Veron, Boca Juniors tarafından 1996 senesinde Arjantin'in Estudiantes takımından 2 milyon 200 bin Euro'ya transfer edildi. Başarılı orta saha oyuncusu, 17 milyon 500 bin Euro karşılığında İtalya'nın köklü ekiplerinden Parma'ya geçti. Ardından, 30 milyon Euro'ya İtalyan devi Lazio'nun yolunu tuttu. İki yıl sonra ise 42 milyon 600 bin Euro karşılığında Manchester United'a geçti. Arjantin'in unutulmaz 8 numarası 2006 yılında, 2 milyon 200 bin Euro karşılığında futbola başladığı yuvasına döndü. 2014 yılının Haziran ayında futbola veda eden Tangocu'ya ödenen toplam bonservis bedeli ise 116 milyon Euro.

7. Luis Suarez: Barcelona'nın en pahalı ikinci oyuncusu

Barcelona'nın muhteşem hücum üçlüsünün en ileri elemanı. 2003 senesinde Nacional takımında futbola başlayan Uruguaylı, henüz 19 yaşındayken 800 bin Euro karşılığında, Hollanda'nın Groningen takımına transfer oldu. Suarez, Hollanda'daki ilk sezonunda hızı ve gol yollarındaki ustalığıyla bir başka ‘yetenek avcısı' Ajax'ın dikkatini çekti ve 7 milyon 500 bin Euro'ya kadrosuna dâhil oldu. Üç yıllık maceranın ardından, 2011 yılının ara transfer döneminde 26 milyon 500 bin Euro karşılığında Liverpool'a transfer oldu. Burada da üç yıl kaldıktan sonra, istikamet İspanya'ydı. 2014 Temmuz'unda Katalanlarla 81 milyon Euro karşılığında anlaşan başarılı forvet, bu rekor transfer ücreti ile birlikte, kendisine ödenen bonservis bedelini 115 milyon 800 bin Euro'ya çıkardı.

8. Radamel Falcao: 6 yılda 5 farklı lig

‘Kaplan' lakaplı Radamel Falcao, 2009 yılında River Plate'ten Porto'ya Lisandro Lopes'in boşluğunu doldurmak için 5 milyon 430 bin Euro'luk bir bonservis bedeliyle transfer oldu. İki sene içerisinde gösterdiği büyük çıkış ile 40 milyon Euro'ya Atletico Madrid'e katıldı. Arkasına Rus sermayesini aldıktan sonra tekrar Fransa 1. Lig'ine dönen Monaco, 2013 yazının transfer piyasasını altüst ederek, 60 milyon Euro karşılığında Falcao'yu kadrosuna kattı. Burada sakatlıklarla boğuşan yıldız, bir türlü beklenen patlamayı yapamadı ve 2014 senesinde Manchester United'a 7 milyon 600 bin Euro karşılığında kiralık olarak gitti. Önümüzdeki sezon ise yine Premier Lig'de top koşturacak olan Kolombiyalı'nın adresi ise Londra'nın Mavileri… Falcao'ya ödenen toplam bonservis ise 113 milyon 30 bin Euro.

9. Ronaldo: Sadece iki transfer…

2003 senesinin yazında Sporting Lizbon'dan Sir Alex Ferguson tarafından Manchester United'a 17 milyon 500 bin Euro'ya kazandırılan Portekizli, Kırmızı Şeytanların 6 sene formasını terlettikten sonra Real Madrid tarafından 94 milyon Euro'ya transfer edildi. 2009 yılında dünyanın en pahalı transferi unvanını elde eden 30 yaşındaki yıldıza kulüpler 111 milyon 500 bin Euro harcamış.

10. Gareth Bale: Ronaldo'nun transfer ikizi!

Son dönemlerin bombası, Gareth Bale. Tottenham'da yıldızı parlayan Galli oyuncu, Southampton 18 Yaş Altı takımında kariyerine başladı. 2006'da A takıma çıktı. Tottenham'a 14 milyon 700 bin Euro karşılığında transfer oldu. Burada gösterdiği performansla altı senelik birliktelik sona erdi ve 2013 yılında 94 milyon Euro'ya ‘Los Galacticos'un yolunu tuttu. Bale için ödenen toplam bonservis bedeli ise 108 milyon 700 bin Euro.

Masalların başkentine yolculuk

$
0
0

“St. Petersburg en çok masalı olan şehirdir.” der, Dostoyevski. Üç yüz yıldır bir çivi bile çakılmayan şehir masal gibidir, Neva'nın ılık ve dingin suyu masal, Puşkin'le karşılıklı oturup kahve yudumlamak, müzelerinde soluk alıp vermek, sakin taş sokaklarında kaybolmak masal…

”Petro'nun şehri, seni seviyorum. Senin sert ve zarif görünüşünü seviyorum. Neva'nın kocaman yatağını, kıyıların granitini, duvarların demir parmaklıklarını, melankolik gecelerin açık fecirlerini… Ay olmadığı halde odamda lambasız okuyup yazabildiğim bu ışığı seviyorum. Senin ıssız sokaklarının uykuya dalan yığınlarını ve amiralliğin kıvılcım saçan direğini seviyorum.” Böyle anlatır Petersburg'a olan aşkını Puşkin. Ne gariptir ki, kelimeleriyle resmini zihnimize çizen yazarın şehri bugün aynı ruhla yaşıyor. Şehir yine zarif, güneşin ayla nöbet değiştirdiği saatler melankolik, sokaklar sessiz, sakin… Bu dizelerin yazılmasının ardından 300 yüz yıl geçmesine rağmen.

‘İmparatorluk Rusyası'nın temellerini atan ‘bizim deli, dünyanın dâhi' dediği Petro'nun Baltık Denizi'nin kenarındaki 42 adadan oluşan bataklığı kurutarak devasa sütunlar üzerine inşa ettiği bir şehir Petersburg. Vakti zamanında cihan imparatorluğu olmaya aday Rusya'nın Batı'ya açılan modern yüzü. Dünyanın en eski ‘yeni' şehri… İnşa edildiği ilk günkü gibi. Sokaklar aynı, köprüler, binalar, parklar… Yüz yıl önceki bir şehir fotoğrafıyla bugünkünü kıyaslayınca aradaki tek fark, ağaçlardaki yaprak sayıları. O da normal değil mi!

Nevski Caddesi, Petersburg'un can damarı. Şehri ikiye bölen, başka bir açıdan iki yakasını bağlayan en gözde cadde. Restoranlar, tiyatro salonları, kafeler, katedraller, müzelerle süslü bir vitrin. El cepte, dudakta ıslık insan yüz yıl turlayabilir bu yolu. Bir görünüp bir kaybolan Dostoyevski, Puşkin karakterleri adres sormak için birebir. Ne diyor Gogol, ‘yaya kaldırımları ne kadar süpürülüp paklansa da pek çok kişinin ayak izi kalmıştır orada.' Raskolnikov'un ayak izlerine basmak tarifsiz bir duygu...

Rusların Shakespeare'i Puşkin, bir gün, bir delikanlının deli gibi âşık olduğu karısı Natalya'ya mektup yazıp, kur yaptığını öğrenir. Çıldırır, gümüşlerini satıp silahlanır ve Kara Dere'nin köşesinde düelloya davet eder genci. Öncesinde Nevski Caddesi'nde bir kafeye oturup, planlar yapar. Düelloda yaralandıktan üç gün sonra, 37 yaşında, hayata gözlerini yumar. O mekân Nevski Caddesi'ndeki Literaturniy Cafe. Bugün hâlâ aynı yerde hizmet veriyor. Son oturduğu masa özel bir köşeye çevrilmiş, Puşkin'in balmumu heykeli planlarına devam ediyor. Akşam yemeğinde piyano sesini süsleyen aryaları dinlerken ustanın iç sıkıntısına ortak olmak tarifsiz bir acı, anlamsız keyif. Anlatıl(a)maz.

Dünyanın en büyük müzelerinden biri Ermitaj Müzesi. Çariçe II. Katerina'nın önayak olduğu mekânın kapısı 250 yıldan beri açık. Ev sahipliği yaptığı eser sayısı 3 milyondan fazla, dile kolay. Antik dönemden modern ressamlara büyüleyici bir koleksiyon… Bugüne kadar gördüğünüz, duyduğunuz bütün ustaların orijinal tablolarını görmek mümkün. Neva Nehri'nin hemen kıyısındaki sarayı adamakıllı gezmek insanın en az bir gününü alır. Sabah 09.00'da girdiğim bilet sırasında, 10.30'da kapılar açıldığında neredeyse bir kilometre kuyruk vardı. Mübalağa yapmıyorum.

TOP, TÜFEK VE SANAT...

Ermitaj Müzesi'nin hemen arkasında futbol sahası büyüklüğünde geniş bir meydan var. Sırtını müzeye verince genelkurmay binası enfes bir görüntü sunuyor. Saray gibi bir bina, üzerinde göz alıcı işlemeler, heykeller, masmavi ve çırılçıplak bir gökyüzü… Meydandaki devasa anıtın altındaki bakır dökmeler Osmanlı ganimetlerinden. Biz kendi tarihimizi yok ederken, Rusların savaşırken kullandığı topu, tüfeği sanat eseri inşasında kullanması ne anlamlı. Anlayana...

Şehrin her köşesi parklarla dolu. Yayla gibi geniş, yeşil; kütüphane gibi sessiz, sakin… İstanbul sakini biri için tarifi zor atmosfer. Ayaklar çime, baş mavi gökyüzüne değerken şarkı mırıldanmayalı nice olmuştu.

Petersburg; Puşkin, Dostoyevski, Gogol gibi dünya edebiyatının yazarlarının doğduğu şehir. Onlar eserlerinde şehri yaşatıyor, şehir ruhunda onları… Edebiyat dünyasına armağan ettiği onlarca yazar olduğu için her yazara eşit mesafede (Tabii ki Rus edebiyatının kurucusu Puşkin'in yeri herkesin gönlünde başka) yaklaşıyor. Prag'da olduğu gibi her köşe başında Kafka'nın resimlerini görmezsiniz. Daha tok, olgun bir şehir. Yazarların evleri müze haline getirilmiş, anıları yaşatılıyor ama bir turizm figürü olarak kullanılmıyor. Dostoyevski, Puşkin'in kitapları her yerde bulunsa da, isimlerini ön plana çıkaran hediyelik eşyaları (müze dışında) bulmak mümkün değil.

Yazarların müze evleri içinde ön plana çıkan elbette Dostoyevski... Doğduğu ev Moskova'da olsa da İnsancıklar ile başladığı yazın serüveninde bütün eserlerini bu şehirde yazdı. Bu şehrin beyaz gecelerinde âşık oldu hayalperest, Nastenka'ya; bu şehirde Raskolnikov cinayete bulaştı, Öteki'de Golyadkin karakter bölünmesi yaşadı, Prens Muşkin Budala'lığa doymadı… Yazarın son eseri Karamazov Kardeşler'i yazdığı ve hayata gözlerini yumduğu ev, şu an müze. Tarihi bir binanın ikinci katı. Ahşap yeşil örtülü çalışma masası aynen yerinde, altın işlemeli beyaz porselenlerin dizildiği krem rengi yemek masası, kahverengi kitaplığında ciltli kitapları, ikinci eşi Anna'nın eşinin eserlerinin son kontrollerini yaptığı masası, çocuklarının oyuncakları… Yazarla beraber nefes alıp vermek insanı şehirdeki bütün şekerlere sahip olan çocuk gibi mutlu ediyor.

NARGİLE, ÇAY, SICAK EKMEK KOKUSU

Petersburg salt yazar değil, dünya kültürüne saygın müzisyenler de armağan etti. En çok öne çıkan isim Pyotr İlyiç Çaykovski usta. Daha önce müziklerini bestelediği Kuğu Gölü ile Fındıkkıran balelerini Moskova kökenli bir gruptan izleme şansım olmuştu. Eseri tekrar ana yurdunda görmek daha keyifli olabilirdi ama bilet bulmak ne mümkün. Turizm mevsimi olduğu için yüksek ücrete rağmen bütün gösteriler kapalı gişe oynuyor. Nevski Caddesi'ndeki Komedi Tiyatrosu'nda operet izledim. Keyif verici bir deneyimdi. Ortam Anna Karenina romanındaki seyir sahnesi gibi... Localarda iyi giyimli burjuvazi, asil, tertipli, düzenli. Sahnede devasa dekorlar, alımlı kostümler, görkemli bir performans… Bugünün kostümlerini salondan çıkarınca insan 18.yy'da gözünü açabilir.

Opera ve bale deyince şehirde akla ilk gelen sahne Mariinsky Tiyatrosu. Moskova'daki Bolşoy Tiyatrosu'nu andıran tiyatro, 150. yaşını çoktan devirdi. Şöyle anlatayım: Yıldız Sarayı'ndaki tiyatronun 8-10 katı büyüklüğünde. 5 kat loca, kraliyet ailesinin misafir edildiği balkon, altın rengi motiflerle süslü, göz alıcı ve bir o kadar estetik bir dekorasyon. İnsanda tarifsiz bir hayranlık bırakan bir mimariye sahip.

Petersburg, müze kültürüyle Viyana'yı hatırlatıyor. Oradakine çok benzer bir çikolata müzesi var, balmumu heykelleri, savaş, ekmek müzesi… Toplumsal belleği yarınlara taşıyacak değerli müzeler. Hepsi de tarihi binalarda, en merkezî; yerlerde. Damakta çikolata erirken Charlie'nin çikolata müzesinde tatlı bir yolculuğa çıkmak bütün yorgunluğunu alıyor insanın.

Şehri saran nehirleriyle Venedik, mimarisiyle Paris'i andırıyor. Pedro, yanına İtalyan bir mimarı alıp şehri inşa ettirirken bu iki şehre benzemesini özellikle istiyor. Doğulu ve Asya mimarisinin sınırların içine girmesini yasaklıyor. Ta ki 1881'de nihilistlerce öldürülen Çar II. Aleksandr'ın hatırasına Kanlı Kilise yaptırılana kadar. Dünden bugüne üç büyük sel felaketi oldu ama şehir eski kimliğine sadık kalınarak yeniden ayaklandırıldı. Şehri bir ahtapot gibi saran nehirlerinde yapılan tekne turları insanı masal tadında bir yolculuğa çıkarıyor. Güvertede yüzüncü defa anlattığı hikâyeyi ilk heyecanla paylaşan rehber, Neva'nın ılık ve dingin suyu, gri bir gökyüzü ve her daim tebessüm eden bir tarih. Kulakta bir Çaykovski müziği varsa ne âlâ.

Kafelerinde nargileler tüten, pastanelerinin kapısında sıcak ekmek kokularının nöbet tuttuğu, satıcıların soru sormadan konuşmaya yeminli olduğu, sert mizaçlı insanların dokununca iyilik meleğine dönüştüğü bir şehir Petersburg. Edebiyatseverlerin ellerinde kitaplarla yazarların hikâyelerindeki karakterlerin izini sürdüğü bir dünya... Masallar tatlıdır, kulak vermek gerek.

Seveni çok sevmeyeni yok: 1,68'lik dev, Al Pacino

$
0
0

75 yaşında bir dev o. Sinema dünyası için bir ‘dev' tanımlamasından daha fazla şey ifade ediyor mutlaka. Bu hafta ‘Hayallerimdeki Kadın' filmiyle sinemalara konuk oluyor usta oyuncu Al Pacino. Biz de kariyerine yakından bakalım ve biraz da geçmişine doğru yola çıkalım istedik…

Francis Ford Coppola'nın ‘Baba' filmini duymayanımız yoktur. Coppola, 1972 yılında filmi için oyuncu seçmeleri sırasında oldukça ince eleyip sık dokumuştu. İş Michael Corleone karakterine gelince Broadway'de izlediği bir oyundaki genç oyuncunun performansı onu çok etkilemişti. Oyunun bitmesinin ardından büyülenmiş bir şekilde kulise gitmiş ve bu gence projesinden bahsetmişti. Teklifi düşünmeden kabul eden genci pek çoğumuz Michael Corleone rolüyle hatırlıyor belki de. Lakin sinema serüveni bu tek role saplanıp kalmadı. Aksine bu rol, sıçrama tahtası işlevi gördü bir nevi. Evet, Al Pacino'dan bahsediyoruz. Coppola keşfetti kendisini belki ama o olmasa da elbet keşfedilecekti. Aslında usta yönetmen, rol için Al Pacino'yu seçtiğinde ekibin neredeyse tamamı buna itiraz etmişti. Jack Nicholson ve Robert Redford gibi isimlerin kendisine önerildiği Coppola ise söylenenlere kulak asmadı ve onda karar kıldı. Henüz genç ama artık meşhur bir oyuncu olan Al Pacino, filmi beyazperdede hiç izlemez. Nedenini kendisinden dinleyelim: “The Godfather'ı perdede hiç izleyemedim o zamanlar. Çünkü vizyona girdiği zamanlarda çok gergindim. Rol aldığım filmi izlemek eski bir fotoğrafıma bakmak gibi sıkıcıydı benim için.”

Şüphesiz ‘Baba', Pacino'nun başarılı olduğu tek film değil. ‘Serpico', ilk ve tek Oscar ödülünü aldığı ‘Kadın Kokusu', ‘Scarface', ‘Carlito'nun Yolu' ve ‘Heat' gibi pek çok başarılı performansları sığdırdı kariyerine, sığdırmaya da devam ediyor. Peki, nereden geliyor usta oyuncudaki bu yetenek? Biraz geçmişine gidelim.

1940'ta New York'ta doğar Alfredo James Pacino. New York'ta doğar doğmasına fakat aslen Sicilyalıdır. Anne babası, Pacino henüz iki yaşındayken boşanır. Dedesiyle beraber büyür, baba sevgisinden mahrumdur. Okul döneminde amatör oyunlarda sahne alır. Arkadaşları ona yetenekli olduğunu ve bu yeteneğini değerlendirmesi gerektiğini söyler sürekli. Pacino, kendisine yapılan bu telkinleri dikkate alır ve New York'ta tiyatro okumaya başlar. Maddi durumu yetersizdir. Bu sebeple okulu yarıda bırakır. Çeşitli işler yaparak geçimini sağlar. Lakin tiyatrodan bir türlü kopamaz. Ufak rollerde sahnede kendini gösterir. Kırılma noktası ise Broadway'de sahne almasıdır. Coppola'yı derinden etkileyen performansı, kendisine Hollywood'un kapılarını açar. Şeytanın bacağı kırılmıştır artık.

Geç gelen Oscar ve enfes performanslar

45 yıllık sinema kariyerine pek çok kaliteli yapım sığdırdı usta oyuncu. Fakat sinema dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olan Oscar'a uzanması pek de kolay olmadı. Tam yedi kere aday oldu fakat Oscar heykelciğine 1992 yılında ‘Kadın Kokusu' filmindeki performansıyla uzandı. Gözleri görmeyen bir emekli subayı canlandırıyordu filmde. Rolünün hakkını sonuna kadar vermişti. Geçtiğimiz senelerde -yine geç de olsa- Amerikan Film Endüstrisi, 35. Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü vermişti. Ünlü aktör konuşmasında şunları söylemişti: “Çoğu zaman bir nevi hislerime hitap eden şeyleri yapmaya çalıştım. Bazen yaptım bazen yapamadım. Gerçekten hissettiğiniz şeyi yapmak tabii eğer yapabilirseniz ya da yapacak kadar şanslıysanız iyi bir tecrübedir.”

Al Pacino, birçok filmde rol aldı almasına ama yine pek çok rolü de geri çevirdi. Şimdi sorsak belki pişman oldum diyebileceği rollerdi bunlar. ‘Kramer Kramer'e Karşı', ‘Kıyamet' ve meşhur ‘Yıldız Savaşları' reddettiği roller arasında. ‘Kıyamet' filmindeki rolü geri çevirmesi ise farklı bir nüansı içinde barındırıyor. Yönetmen Coppola, Al Pacino'yu sinema dünyasına kazandıran isim bildiğiniz üzere. Bu filmdeki Yüzbaşı Benjamin rolü içinse Al Pacino'yu düşünüyordu. Fakat o, ince bir üslupla bu rolü reddederek şu cümleyi söyledi: “İstediğin her şeyi yaparım, sadece seninle savaşa gidemem.” Aradan birkaç yıl geçti. Bu sefer sıra ‘Baba 3'ün çekimlerine gelmişti. Fiyat konusunda anlaşamadılar, usta oyuncu 5 milyon doları beğenmemişti çünkü. Coppola'nın verdiği cevap ise, birkaç yıl önceki hıncını alacak türdendi: “Ben de o zaman yeni bir senaryo yazar ve filmin başlangıcına Michael Corleone'nin cenaze törenini koyarım.”

Robert De Niro ile Al Pacino arasında hep kıyas yapılır, hangisi daha iyi oyuncu diye. Aslında bu kıyas, anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı sorusuna benzer. Al Pacino'nun bir röportajında bu konu hakkında söylediklerine kulak verelim: “Robert De Niro'yla aramda her zaman bir rekabetin olduğu düşünüldü. Bobby'yi çok iyi tanırım, iyi arkadaşımdır ve kariyer yolculuğumuzda aynı deneyimleri tattık. De Niro'nun komedi tarafına bayılıyorum, o gerçek bir dahi.”

75 yaşını deviren usta oyuncuyla beyazperdede daha pek çok kez buluşmayı ümit ediyoruz.

Al Pacino'nun en iyi beşi

Biliyoruz, kariyeri içinde pek çok efsane karakteri barındıran bir oyuncunun filmografisi içinde eleme yapmak kolay bir iş değil. Ama olsun, biz yine de en iyi beş film listesi yapalım…

Baba, ‘Michael Corleone' (1972)

Pacino'yu Pacino yapan film. Gelmiş geçmiş en iyi yapım ve uyarlamalardan biri olan filmde, yetenekli oyuncunun başrolü üstlenmesi ise başlı başına kariyerini değiştiren bir şey. İyi ki de olmuş…

Serpico, ‘Polis Serpico' (1973)

Işığı parlayan yetenek, ‘Baba'dan sonra Serpico ile karşımıza çıktı. Gerçek bir karakteri beyazperdeye taşımak hiç de kolay olmadı onun için, lakin üstesinden en iyi şekilde geldi. Sidney Lumet gibi usta bir yönetmenle çalışması ise onun için büyük bir şanstı.

Yaralı Yüz, ‘Tony Montana' (1983)

Yeraltı dünyasının en azılı karakterlerinden biri olan Tony Montana rolünü, efsaneleşen bir performansla yansıttı beyazperdeye. Film neredeyse kült hale geldi ve hâlâ Pacino'nun en iyi rolleri arasında yer alıyor.

Kadın Kokusu, ‘Albay Frank Slade' (1992)

Ve Oscar'a uzandığı film... Tecrübesine tecrübe, yeteneğine yetenek kattığı günler ve bu sefer Akademi'nin gözünden kaçmadı bu yetenek. Albay Frank Slade rolünü canlandırdığı filmde en iyi erkek oyuncu ödülünün sahibi oldu Pacino. Ne bundan önce ne de sonra daha da bu ödüle ulaşamadı zaten.

Şeytanın Avukatı, ‘John Milton' (1997)

Karizmasının doruk noktasına ulaştığı günler ve John Milton, bir diğer isimle şeytan karakterine insan suretinde giren bir oyunculuk. Oyunculuk ise izlenesi...


İstanbul'da saklı kalmış bir Ceneviz kulesi

$
0
0

Uskumruköy'de bulunan Romalı şair Ovidius'un kulesi her nasılsa bugüne kadar saklı kalmayı başarmış. Kuzey ormanları içinde bulunan kulenin, Cenevizliler tarafından fener olarak kullanıldığı rivayet ediliyor.

İstanbul saklı hazineler diyarı... Bugüne kadar altından girip üstünden çıktığımız tünellerle delip, toprakla doldurarak tahrip ettiğimiz şehir, kim bilir hangi köşesinde keşfedilmeyi bekleyen kıymet ve efsanelerini bizden saklıyor. Hikâyelerin ve entrikanın devamlı surette buradan türemesi, gaipten gelen esrarın burada tesadüf ettiğine bir işaret olamaz mı? İşte tozlu kitap sayfaları arasında denk gelip bu habere mevzuu olan Romalı şair Ovidius'un kulesi de bu efsun dizisinini bir diğer halkası. Kulenin bize tesadüf etmesi hiç şüphesiz bir vakıa. Çünkü muhtelif ansiklopediler ve diğer kaynaklarda yaptığımız taramalar sonucunda kalburüstü bir makale haricinde başka kayda rastlayamadık. Konu hakkında İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ne yaptığımız müracaat da kâr etmedi. Müzenin envanterinde bile bulunmayan kuleyi kim, ne zaman yapmış ve kuleye niçin meşhur Ovidius'un ismi verilmişti? Hepsini geçtik şehrin bir köşesindeki tarihî; yapı bugüne kadar nasıl olmuş da kendini unutturabilmişti?

Sarıyer ilçesi sınırlarındaki Uskumruköy'de bulunan kule, etrafından yüksekçe bir tepede kurulu. Yapının Ceneviz eseri olduğu rivayet ediliyor. Kuzey ormanlarına hâkim, üç katlı bir apartman yüksekliğinde, kare planlı, çevresi altmış adım uzunluğunda kesme taştan yapılmış bu bina. Eski seyyahların tarif edildiği gibi, İstanbul'un kuzey sahilleri ve kuzey ormanlarına seyredebileceğiniz bir irtifada inşa edilmiş. Bu tepeden ormanlar yarılarak inşa edilen siteleri ve bir fay hattını andıran Üçüncü Boğaz Köprüsü inşaatını görmek mümkün. Şehrin içinde bulunan tarihî; eserlere nispetle hayli bakımlı ve temiz durumda olması yakın bir dönemde tadilat geçirdiğine bir işaret. Etrafı tel örgüyle çevrili kule, bugün bahçe içinde özel bir mülkün arsasında yer alıyor.

Yabancı seyyahlar gözünde kule

Akdoğan Özkan tarafından kaleme alınan makalede, kulenin 19. yüzyıldaki halinden bahseden iki adet seyahatname ismi zikredilmiş. John Murray adlı İngiliz gezginin yazdığı ‘Handbook for Constantinople' adlı kitap, 1893 senesinde basılmış. Daha genişçe malumatın yer aldığı ikinci kitap ise Murray'den yarım asır önce ‘Diary of a Tour in Greece, Turkey, Egyptand The Holy Land' adıyla kaleme alınmış. G. L. Dawson Damer'ın 1841 tarihli bu gezi güncesinde Büyükdere'den başladığı yolculuğunu şöyle anlatıyor: “...Eski bir Ceneviz Kalesi (Yoros Kalesi) manzaralı bir mevkie ulaştık. Yürüyüşümüz en can alıcı manzarasına burada rast gelmiştik. Hisarın duvarlarını döve döve yıkmaya muvaffak olan dalgalar, şimdi gözümüzün önünde sahil boyunca kayaları parlatıyor, her yanı ışıl ışıl aydınlatıyordu. Akabinde, mimari karakterini anlayamadığım bir binaya vardık. Etrafından tecrit edilmiş bu yapı, yalnız ismiyle bile kendini tuhaf kılmaya yetiyordu. Etraftakiler, buraya Şair Ovidius'un Kulesi diyor. Rivayete göre, Romalı şair, sürgün cezası alarak uzun süre bu kulede ikamete memur edilmiş. Sonra Belgrad Ormanları'na döndük…” Yine anlatıya göre, kıyıdan hayli uzaktaki kulede ateşler yakılır, bu ışık Karadeniz'den gelip kayalara çarpmak istemeyen gemilere yol gösterirmiş. Burada bulunan barbarlar Boğaz'ın kuzeydeki girişinde ateş oyunları yaparak gelip geçen deniz karavanlarını yağmalarmış. Yaptığımız taramadan gördük ki, diğer rehberler de bu kısımdan alıntı yaparak kuleden bahsediyor. Daha fazla bilgi için mevzuu araştırmacılara havale edelim.

Binanın, bugün hususi mülkün bahçesinde bulunduğunu söylemiştik. Gayet bakımlı olmasının sebebi ise 90'lı yıllarda geçirdiği restorasyonmuş. Önceki haline dair bir bilgi edinemediğimiz için restorasyonun aslına uygun olarak yapıldığını da bilmiyoruz. Bir zamanlar çeşitli cemiyet toplantılarının tertiplendiği bahçesinde havuzlu bir villa tarzında bir ev bulunuyor. Bir holdinge ait mülkün içinde yalnızca bir bekçi ikamet ediyor. Zaman zaman müzik klibi ve reklam filmi çekmek için ziyaretler olsa da tarihçiler henüz keşfedememiş bu tarihi eseri.

Ovidius kimdir?

Milattan sonra 8. yüzyılda yaşamış olan Ovidius, Roma'da aşk şiirleriyle tanınan şöhretli bir şairdir. Elli yaşında imparatorluğun başşehrinden Karadeniz kıyılarına nefyedilir. Zira şiirlerindeki müstehcen ibareler ve ahlâk düsturlarına muhalif tavırlarıyla halk arasında hedef tahtası haline gelir. Fakat sürgünün asıl nedeni şairin imparatorun torunu Julia'ya beslediği aşktır. Şairin asıl menfası bugün Romanya sınırları içinde yer alan Karansebeş şehri olduğu biliniyor.

Savaş mağduru kadınları fırsatçıların elinden kim kurtaracak?

$
0
0

Savaştan kaçarak Türkiye'ye sığınan Suriyeli sığınmacı kadınlar, fuhuş çetelerinin kurbanı oluyor. Hayatlarında onarılmaz yaralar açılan kadınların, fırsatçıları ve çeteleri şikâyet edecek bir adresi de yok.

Suriyeli sığınmacılarla ilgili, ‘Her yer dilencilerle doldu, şehirlerin huzuru kalmadı.' şeklinde şikâyetler yükselse de sivil toplum kuruluşlarının ortaya koyduğu raporlar, işlenen insanlık suçunu gözler önüne seriyor. Neredeyse her ay bir STK, Türkiye'ye sığınan savaş mağdurlarıyla ilgili gözlemlerini paylaşıyor. Raporlarda, AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi) kamplarına sivil denetçilerin girememesi, kadınların fuhuş çetelerinin eline düşmesi, çocukların dilenciliğe zorlanması, düşük ücretlerle çalıştırılmaları ve ırkçı saldırılara maruz kalmalarına vurgu yapılıyor. Hatta Hatay ve Antep'teki AFAD mülteci kamplarında IŞİD militanlarının ailelerinin barındığı, burada eğitimlerin verildiği, bazı kamplarda ise yetkililerin gözü önünde kadın ticareti yapıldığı konuşuluyor. Resmi makamları da ciddi ithamlar altında bırakan bu iddialara karşı henüz bir yalanlama gelmiş değil. Suriyeli savaş mağdurlarının ne şartlarda yaşam mücadelesi verdiğini ortaya koyan bir çalışma da Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu tarafından yapıldı. Diğer çalışmalardan farklı olarak kadın sığınmacılara odaklanan rapora göre Suriyeli kadınlar, Türkiye'de fuhuş çetelerinin esiri haline gelmiş durumda.

Geçtiğimiz yılın kasım ayından beri Diyarbakır, Gaziantep, Mardin, Nusaybin, Midyat, Hatay, Urfa ve Suruç'ta devam eden saha çalışmalarında yer alan Avukat Leman Yurtsever gözlemlerini şöyle paylaşıyor: “Antep'te her sokakta bir fuhuş merkezi olduğu söyleniyor. Örneğin kuaförlerde bu tür olayların daha çok yaşandığın, orada Suriyeli kadınların çalıştırıldığını ve fuhuşa teşvik edildiğini öğrendik. Kadınların AFAD kamplarından getirilip götürüldüğü yönünde söylentiler var. AFAD kamplarıyla ilgili hiçbir yalanlama gelmedi. Belgelenmiş bir fuhuş var orada. Mesela 10 yaşındaki bir kızı yaşlı adamla evlendiriyorlar. İmam nikahı kıyan biri var, çocuk bir hafta adamın yanında kaldıktan sonra kampa geri gönderiliyor. Bize bu bilgiyi veren de bir Arap kadındı. Başka şehirlerden bile erkekler geliyormuş. Arkalarında büyük bir çete var ve bu çetelerin güvenlik güçlerinden çekinmediğini gördük.”

Patronu gece kapısını kırarak evine girdi

Gaziantep'te şehrin ortasındaki bir handan bahseden Yurtsever, terk edilmiş hana Suriyelilerin yerleştiğini anlatıyor. Yaklaşık 2 bin kişinin kaldığı handa kadın ticareti yapıldığını bütün şehir biliyor. Kadınların kendi rızaları dışında gerçekleşen bu olayı şikâyet edecekleri bir mecra yok. Zaten linç olma korkusuyla yaşayan savaş mağdurları için başlarına geleni sessizce kabullenmekten başka çareleri de yok. Yerel halk ise Suriyelilere öfkeyle baktığından ya da işin içindeki çetelerden çekindikleri için onları koruyacak bir mücadeleye girmiyor.

Antep'te birçok kadınla konuşan Yurtsever, gözlemlerini şöyle anlatıyor: “Bir atölyede yerli bir kadın günlük 25 lirayla çalışırken, Suriyeli kadın 5 liraya çalıştırılıyor. Gündüz bir işte çalışıp geçimini sağlamaya çalışan kadınların, gece oradaki yerli erkekler kapılarını çalıyor. Hoyratça içeri girebiliyor. ‘Gel sana günlüğü 500 liraya iş bulayım. 200'ü senin olur, 300'ü de bana kalır. İkimiz de güzel güzel geçiniriz.' diye tekliflerde bulunuyorlar. Bunu bizzat yaşayan kadınlardan dinledik. Kobanili bir kadın, çalıştığı işyerinin sahibi gencin, gece yarısı kapısını kırıp içeri girdiğini anlattı. Fakat bu durumu kimseye şikâyet edemiyor.”

AFAD kampları sivil denetime neden kapalı?

STK'ların bütün platformlarda dikkat çektiği diğer mesele ise AFAD kamplarının sivil denetçilere kapalı olması. Buraya giriş çıkışlar o kadar kontrollü ki, içerideki bir Suriyeli ancak hastalandığında doktor için dışarı çıkabiliyor. O da bir güvenlikçinin refakatinde gerçekleşiyor. Kamplara girmek için birçok resmi makamın kapısını çaldıklarını söyleyen Avukat Eren Keskin, manzarayı şöyle özetliyor: “Burada neler olduğunu tespit etmek hiçbir şekilde mümkün değil. Çok fazla duyum geliyor. Cinsel taciz, tecavüz, intihar ve IŞİD'in bazı kamplarda eğitim vermesi... Bunlar hakkında şimdiye kadar bir yalanlama gelmiş değil. Fakat denetlenmesi de mümkün değil.”

Oysa geçici koruma yönetmeliğinin 39. maddesine göre, AFAD kamplarına izin alınarak girilmesi mümkün. Fakat hiçbir şekilde buna izin verilmiyor. Herkes sorumluluğunu bir diğerine yüklüyor. Örneğin valiyle görüşünce bakanlık izni gerekiyor, kaymakama gidince validen izin bekleniyor. Sonuç olarak hiçbir makamdan izin çıkmıyor.

Şehrin göbeğinde IŞİD'lileri tedavi eden hastane var

Sivil toplum kuruluşlarının ortaya koyduğu raporda dikkat çeken bir nokta da, bölgede IŞİD sempatizanı ya da örgütle ilgili kişilerin diğer savaş mağdurlarından daha rahat yaşadığı. “Hatay'da bir kampta IŞİD'lilerin ailelerinin kaldığı iddiası var.” diyen Avukat Leman Yurtsever şunları anlatıyor: “Bu kampın kapısına kadar gittik. İçeri girmemize izin verilmedi ama gördük ki bahçesinde hiç erkek yoktu. Sadece kadın ve çocuklar var. Bize verilen bilgi, oradakilerin IŞİD ailesi olduğu. Erkeklerinin de bu örgüt için savaştığıydı.” IŞİD'e yakın olan ailelerin diğerlerine göre çok daha rahat barındığını gözlemleyen Yurtsever, “Mesela IŞİD'li yaralıların geldiği büyük bir hastane gösterdiler bize. Gaziantep'in merkezinde özel bir hastaneydi. Yaralı militanlar burada gelip tedavi görüyor ve bunu halk da dahil herkes biliyor. Kobanililer ve diğer sığınmacılar bile devlet hastanesinde bile tedavi olamıyor.” diyor.

Fikret Hakan: Kara listeye alındığım için ekranda görünemiyorum

$
0
0

Fikret Hakan'ın hayatının merkezinde iki şehir var: İstanbul ve Bodrum. Kışın İstanbul'da, yazın Bodrum'da. 30 yıldır böyle. İki farklı hayat, iki farklı dünya… İstanbul hayatını iyi kötü biliyoruz, ötekini Bodrum'daki evinde kendisinden dinleyelim.

Bodrum'a hangi aralıklarla geliyorsunuz?

Bu yıl Haziran'ın 19'unda geldim Göktürkbükü'ne. Kiracımız vardı, çıkarken evi batırmış. Elden geçiriyoruz, seneye açılması için… Herhalde ekim sonuna kadar buradayım. İstanbul'a gidince ne yapacağım, çalışacak değilim.

Bodrum'a ilk inişiniz ne zaman oldu?

İlki 1969. Gezmeye gelmiştim, Paralı Askerler filmi için... Londra'ya gitmeden önce ‘Bodrum diye bir yer var, mutlaka git' demişlerdi. O zaman minicik bir yerdi. Geldik, bulaştık, bir daha da kurtulamadık.

Kök salma fikri ne zaman oluştu?

Zaman içinde. Bir gün balık yemeğe gelmiştim, Kahveci Sabri'nin yerine. Şimdi restoran işi yapıyor. O dedi ki bana: “Ya Fikret hoca senden bir ricam var. Yeğenim evlenecek, parası yok. Tepede Rum evlerinin olduğu yerde, 313 metrekare güzel bir arsası var. Arsayı al, 2 bin 500 TL ver, gerisini senet yapalım.” Pekala, dedim. Böylece aldık, yıllar yılı kaldı. Sonra burada yaşayan arkadaşlarım, ‘Evi yap, buranın yerlisi ol.' dediler. Yaptık, iyi ki de yapmışız. 30 yıldır her yaz buradayım.

Gelip gideniniz çok mudur?

Çok oluyor. Hatırla(ma)yan, arada bir gelip merhaba diyen oluyor. Gelenlerin çoğu eski mahalle arkadaşlarım. Göztepe'deki komşularım yazlıklarına geçerken uğruyorlar. Rahmetli Ekrem (Bora) buradayken birkaç defa görüştük. İzzet (Günay) buradaymış ama evi elden geçirmeye çalıştığımdan arayamadım daha. 1950 kuşağı olarak kimimiz öldük, kimimiz dağıldık. Herkes bir köşede. En eski kuşaktan kalan iki kişi var. Önce Eşref (Kolçak), sonra ben. Uzak olduğumuz için de pek görüşemiyoruz.

Bir gününüz nasıl geçiyor?

Geç uyuyan biriyim. Ne zaman uyanacağım hiç belli olmuyor. Ancak havası temiz, güzel olduğu için 5-6 saatlik uyku yetiyor. Her gün gazete getirtiyorum, haberler okuyorum, sonra müzik dinliyor, kitap okuyorum. Bazen Gümüşlük'e bazı arkadaşlarımıza tavla oynamaya gidiyoruz. Öyle… İyi oluyor. Çoğu karı koca, yaz kış buradalar. Yazın bir hayli hareketli ama kışın çok tenha. Sezon bitiyor, dükkanlar, restoranlar kapanıyor, bütün tekneler gidiyor. Yerleşik yaşayanlar dışında kimse kalmıyor.

Siz ne zaman demir alıyorsunuz?

Sezon bittikten sonra İstanbul'a geçiyorum. Maltepe ile Kartal arasında yerimiz, Dragon Sahil Sitesi. Mahallemiz güzeldir, insanları düzgündür. Yaşayıp gidiyoruz işte. İstanbul tarafına da çok mecbur kalmadıkça inmiyorum. İndiğin zaman yürüyemiyorsun ki. Onun için Anadolu karşıdan çok daha iyi.

Tiyatro sahnesine çıkacağım

“Bu yıl tiyatro yapmak istiyorum. Elimde iki kişilik bir oyun var. Bir erkek ile kadının yıllar sonra yaşadığı hesaplaşmayı konu ediniyor. Enteresan bir hikâye. Bu saatten sonra tiyatro kurmak istemiyorum. Belediyeyle, Maliye ile uğraş, sahne bul, zor… İstanbul'da herhangi bir tiyatroda konuk sanatçı olarak oynayabilirim.”

Hayatının merkezindeki şehir, baş ucu yazarı, en yakın dostu…

Şehir: İki isim veriyor: İstanbul ve Bodrum. İkisi bir elmanın iki yarısı gibi. Ekliyor: “Ne kadar bozulursa bozulsun İstanbul, İstanbul'dur. Dünyada başka bir örneği yok. Çocukluk, gençlik, orta yaşlılığımız hep bu kentin varoşlarında geçti. Bu şehirden nasıl vazgeçilir?”

Yazar: Sadece oyuncu değil, aynı zamanda yazar, şair bir usta mevzubahis olunca isimler daha değerli oluyor. Gölgesine sığındığı yazarlar Rusya'dan: Tolstoy, Gorki ve Dostoyevski. Bu üçlüyü hocası olarak tanımlıyor. Dramayı ve tiyatroyu öğrenmesine yardımcı olan isimler ise Shakespeare ile Moliere. Yerli yazarlar Adalet Ağaoğlu'ndan Yaşar Kemal'e uzanan geniş bir liste.

Şair: Son şiir kitabı Eski Biri geçtiğimiz yıl Necati Cumalı Şiir Yarışması özel ödülünü aldı. Ödüllü şairin yaslandığı çınar Shakespeare: “İngilizlerin yetiştirdiği tek isim, dünyadaki tek övünç kaynağı.” Şiire başlarken etkilendiği isimler Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Haşim, Yahya Kemal. Hececilerden Garipçilere şiirlerinde iz bırakan çok isim var ama en son kalıcı etkide bulunan Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Cemal Süreya.

Yemek: Yapmayı değil, yemeyi seviyor. Mutfakta hiç başarılı değil, özel bir yöre mutfağına ilgi duymuyor. Denizden babam çıksa yerim, diyenlerden: “Deniz mahsulleri oldu mu elim ayağım kesilir.” Yemekle arası en iyi dostu kim peki? “Rahmetli Sadri (Alışık) mutfakta iyiydi. Çok iyi salata yapardı. Setlerde ender de olsa öğle yemeklerinde kaçamak yapardık. Osman Seden gırtlağına çok düşkündü. Öyle ayarlardı ki, öğle yemeğine Sarıyer'e balıkçıya götürürdü bizi. Çok geyik bir adamdı, pırıl pırıl.”

Dost: İzzet Günay. Düzgün bir insan olduğu için: “Sessiz sedasız yaşayan, gösteriş numarasına girmeyen, düzgün biri. En çok ona güvenirim. Bir de rahmetli Ekrem Bora'yı çok severdim. Ayhan (Işık) da kaliteliydi.”

Bir dönem-aşk romanı yazmaya başlayacağım

En son sinema tarihi kitabı çıkarmıştınız. Devamı geliyor mu?

İkincisini hazırladım. 55 yıl boyunca biriktirdiğim belgelerden oluşturduğum bir çalışma. İyi bir asistanla 3 yılda hazırladık. A4 formatında bin sayfalık iki cilt. 1914'ten Yeşilçam'ın batışına kadarki süreci inceliyor. Ayşe Kulin'den Yaşar Kemal'e 20. yy'da Türk edebiyatına katkısı olan edebiyatçılarla yapılan röportajlara yer verdik. Yapılan dedikoduları, akademik tartışmaları kullandık. Her şeyiyle tamamlandı, belleğin içerisinde müşterisini bekliyor.

Kurmaca hikâye yazma düşünceniz var mı?

Ortalığı düzenleyeyim, bir nehir romanı yazmaya başlayacağım. İki kadın bir erkek üzerinden ilerleyen bir aşk-dönem romanı… 60'lı yıllarda İstanbul'un sanat çevresini, ilişkilerini anlatan bir nehir roman… Ömrü vefa etseydi, o dönemdeki edebiyat çevresini Orhan Kemal çok güzel yazardı. Ama genç yaşta öldü. Bilebildiğim kadarını anlatacağım. Bu fonda Cihangir, Beyoğlu, Nişantaşı odaklı bir çalışma olacak. Bakalım.

İşlerine gelince paşasın!

Gözden ırak olunca gönülden de ırak olunuyor mu?

Eski dostları unutmuyorsun ama arada bir hatırlıyorsun. Son dönemde kendimi bilinçli olarak geri çektim. Dizi yapan kanalların büyük çoğunluğu Erdoğan'ın emrinde. Onlar bana iş vermiyor. Çalışabileceğim iki kanal var: Biri Fox, Amerikalıların kanalı. Diğeri Samanyolu. Arada oradan uygun bir şeyler olursa çağırıyorlar. Fox'ta uygun bir şey çıkmıyor. Çıksa, çağırırlar.

Erdoğan'a yakın kanallarda neden yer bulamıyorsunuz?

Beni cezalandırıyor. 4-5 yıl önce Ankara'dan bir telefon geldi, Maliye Bakanı'ndan (Mehmet Şimşek). Emir vererek, ‘Şu tarihte şurada olun, şu toplantı yapılacak' dedi. Fena halde giydirdim ona. Kadıköylülere karşı mahcup durumdasınız. Bostancı köprüsünden gelen yolu, demiryoluna kadar getirip bıraktılar. Yapmaları gerekip yapmadıkları başka şeyleri de söyledim. Bunun üzerine ‘asi çocuk' ilan edildim. O günden beri iş alamıyorum.

İşlerin kesilmesinin sebebinin bu olduğunu nereden anladınız?

Başka arkadaşlarıma da aynı şeyi yaptılar. Yavuz Bingöl, Kadir (İnanır) gibi arkadaşlar iyi geçinen oldular. İşlerine geldin mi paşasın, gelmedin mi işler böyle ilerliyor. İlk başlarda bir-iki yıl uyumuşum. Sonra baktım ki bu kanallardan beni arayan kimse yok. Birkaçıyla konuştum, lafı çevirdiler. Nihayetinde kara listeye alındığımız ortaya çıktı. Şu anda bir sinema filmi projesi var, senaryosu yazılan. Kışa doğru çekilecek gibi. Onun dışında ufukta görünen bir şey yok.

Gözümüz İsviçre Ligi'nde olacak

$
0
0

Egemen Korkmaz, Selçuk Şahin, Mert Nobre, Andre Santos, Lucas Ontivera, Kaan Söylemezgiller, Endoğan Adili... Süper Lig'de yıllarca mücadele eden futbolcular bir araya geldi. Hem de 2 bin kilometre ötede, İsviçre'nin Wil kentinde. İşte adından çok söz ettiren FC Wil 1900'un hikâyesi.

Oyuncu ihraç etmede sıkıntı çektiğimiz bir dönemin ardından bu yaz oyuncularımızın Avrupa kapılarını açması sevindirici bir gelişme. Bunda da İsviçre ekibi FC Wil 1900'ün payı çok büyük. İhraç konusunu biraz abartan Siyah-Beyazlılar, Süper Lig'in havasını solumuş, yerli ve yabancı 9 oyuncuyu bünyelerine kattılar, üstüne takımın başına Fuat Çapa'yı, Sportif Direktörlüğe de Erdal Keser'i getirdiler. 2. Lig ekibi olmalarına rağmen Egemen Korkmaz, Selçuk Şahin, Mert Nobre, Andre Santos gibi büyük tecrübeye sahip isimler, listenin başında. İsviçre 1. Ligi'ni takip etmezken, FC Wil 1900 sayesinde 2. Lig müptelası olmamız ihtimaller dâhilinde.

23 bin kişinin yaşadığı Wil şehrinin takımı 1900 yılında futbol dünyasına kazandırılır. Zira iki İngiliz işçi tarafından Wil şehrinde kurulan bu futbol kulübü, İsviçre Süper Ligi'nin kurulduğu yıl olan 1897'den üç sene sonra ortaya çıkmış ve futbol piyasasının bir parçası olmuş. Asırlık bir kulüp olmasına rağmen MNG'nin sahibi Mustafa Nazif Günal'ın kulübe yatırım yapmasıyla duyduk.

Yaklaşık 2 aydır takımın başında olan Fuat Çapa için, Türkiye'de başarılı bir antrenörlük yürütürken, bir anda İsviçre'nin 2. Lig ekiplerinden birinin yolunu tutmak kolay olmamış. Lakin projenin içeriği Türkiye'deki ortama göre daha cazip gelmiş. Yurt dışında çalışmak, birkaç yıl içerisinde 1. Lig'de oynamak, belli bir süre içerisinde Avrupa Kupaları için hedef oluşturmak, tercih sebeplerinden birkaçı… ‘Yurtdışında mı çalışmak daha kolay, Türkiye'de mi?' sualini tevcih ediyoruz Çapa'ya: “Türkiye'nin de kendine göre artıları var. İnsanların futbolla yatıp, futbolla kalkması, yöneticilerin, teknik adam gibi maçları yaşaması gibi… Buradaki ortam ise çok farklı. İnsanlar maçları sadece maç gününde hatırlıyor. Onlar, hafta sonlarını bekleyip hem sosyal aktivite yapıyor hem de taraftarlığını yaptıkları takımları desteklemeye geliyorlar. Tabii ki her ülkenin kendine göre futbol kültürü var.”

Yabancı kontenjanımız doldu

Geçtiğimiz yıl son anda ligde kalmayı başardı, FC Wil 1900. Bu durum MNG'nin yatırımlarını biraz geciktirmiş. “Ligin son haftalarını daha rahat bir şekilde oynamış olsalardı, organize ve yapılanma açısından daha fazla zamanlarının olacağını” kaydeden Fuat Çapa'ya göre FC Wil 1900 küme düşseydi MNG, bu yatırımı yapmazdı. “Liglerin başlamasına iki hafta kala göreve başladım. Yapılan transferler, tatilden geldiler. Onların belirli bir zamana ihtiyaçları var. Risk alarak oynatmak istemiyoruz. Çünkü lig uzun bir maraton, ileride herkese ihtiyacım olacak. Nobre ile Santos ilk defa geçen hafta ilk 11'de yer aldı. Onun dışında Egemen'i son 15 dakikada oyuna aldık. Selçuk'un evrakları henüz hazır olmadığı için oynatamıyoruz.” diyen Fuat Çapa, takım olarak, rakiplerinin 1,5 ay gerisinde olduklarını ve ağustos ayının sonuna kadar takımın hazır olacağını söylüyor. FC Wil 1900, 3 haftalık periyoda göre iyi durumda. Lig birincisi ile aynı puanda.

Siyah-Beyazlıların bu sene çok konuşulmasının sebebi; transferlerdeki üstün performansı. Fenerbahçe'de forma giymiş 4 oyuncu var şu anda kadroda. Fuat Hoca'yı yakalamışken transferi sormadan olmaz. Yıldız oyuncu cevabı beklerken, bir de ne duyayım: “Şu anda transfer etme hakkımız yok. Çünkü burada yabancı sınırlaması var. 23 tane futbolcunun lisansını çıkartabiliyorsunuz. Bunun 12 tanesi İsviçre vatandaşı olmak zorunda. Geri kalan 11 tanesi ise Avrupa içi veya dışından olabilir. 18 kişilik kadroda da sadece 9 tane yabancı futbolcu bulundurabiliyorsunuz. Bu doğrultuda, şu an yabancı kontenjanımız dolu. Sadece İsviçre pasaportlu oyuncular transfer edebiliriz.”

Bürokrasi, futbola normal işçi gibi bakıyor

Kadrosunun yüzde ellisinden fazlasını değiştirerek, sezona başladı FC Wil 1900. Bunun teknik adam açısından risk olup olmadığını soruyoruz, Fuat Çapa'ya: “Şu an, geçen seneki kadroda yer alan çok sayıda oyuncu ilk 11'de. Transferlerden sadece üç-dört tanesini oynatabildik. Gelen futbolcuların kariyerlerini ve deneyimlerini de göz önünde bulundurursak, o kadar da çok risk olmadığını görüyoruz. Transferler yapılmamış olsaydı takımın yaş ortalaması 19-20 civarı olacaktı. Şu anda ise 27 civarında. Bu da gayet ideal. Şu anki en büyük handikabımız transferlerin takıma geç katılması. Ayrıca, yapılan transferler de eksik bölgelere rapor doğrultusunda gerçekleşti.”

Ailesini geride bırakarak, Türkiye'deki ekibiyle İsviçre'ye giden başarılı hoca, teknik ekibin evrakları ile uğraşmaktan boş vakit bulamadığına yakınıyor: “İsviçre Federasyonu, sadece bir arkadaşımızın diplomasına vize verdi. Diğer iki arkadaşımız için halen beklemedeyiz. Hatta geçtiğimiz haftaya kadar kulübede yalnızdım. Yardımcı hocalarımızdan biri ve kaleci antrenörü daha ekibe dâhil olamadı. Burada bürokraside, futbola normal işçi gibi bir bakış açısı var.”

Kimler yok ki...

FC Wil 1900'a merakımız, Egemen Korkmaz ile tavan yaptı. Fenerbahçe'de mi kalacak, yoksa Galatasaray'a mı imza atacak derken bir anda kendisini İsviçre 2. Lig ekibinde bulan Egemen Korkmaz'ın ardından birçok yıldız isim de kadroya dâhil edildi. Bir dönem Arsenal ve Fenerbahçe forması giyen Andre Santos, yine Fenerbahçe ile adı özdeşleşen Selçuk Şahin, Türkiye Süper Lig'de 100 gol barajını aşan 3 yabancıdan biri olan Mert Nobre, Galatasaray'da büyük patlamayı yapamayan Lucas Ontivero gibi isimlerin yanı sıra Kaan Söylemezgiller, Endoğan Adili (kiralık), Ferhat Çökmüş (İsviçre pasaportlu) gibi futbolcular, 6 bin kişilik IGP Arena'da takımları için mücadele edecek. Takımın yıldızları Santos, Nobre ve Egemen'in toplam 1,5 milyon Euro civarında ücret kazanacağı söylentiler arasında. Takım en son hamlesini, Galatasaray'ın gurbetçi genç futbolcusu Kaan Baysal'ı kadroya katarak yaptı. 27 yaşındaki Ergün Berisa ile 1994 doğumlu Erhan Yılmaz da kadroda yer alan diğer Türk oyuncular...

Kulübün futbol direktörlüğü, bir dönem Galatasaray'da görev almış Erdal Keser'e ait. Böylesine bir takımı kurarken ilk akla gelen sorulardan biri de, ‘finansın nasıl sağlandığı?' Bu sualin cevabını da, işadamı Mehmet Nazif Günal'ın sahibi olduğu MNG'nin yapmış olduğu yatırımlarda bulabilirsiniz.

[BİZİM KÖY] Bu kez havasızlıktan…

$
0
0

Göçmenlerin çilesi bitmiyor. Gittikleri yerde horlanmalarına aşinayız. Lakin bu yolda canını dahi verenler var.

Avusturya'nın Burgenland eyaletinde bir otobanda terk edilmiş kamyonetin içinde kaçak göçmen oldukları tahmin edilen 70'in üzerinde ceset bulundu. Aralarında kadın ve çocukların da olduğu cesetler teşhis edildi. Çürüme noktasına geldiği belirtilen cesetlerin kamyonetten çıkarılabilmesi için soğutma işlemi yapılmak zorunda.

Yak bi tütsü!

Sigara sizi bir kez pençesine aldı mı bırakması zor. Ancak ondan daha zararlı olan, kırk yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek şeyler var. Güney Çin Teknoloji Üniversitesi'nde yapılan araştırma, tütsülerden çıkan dumanın sigara dumanından daha zararlı olduğunu gösterdi. Uzmanlar, tütsüden çıkan dumanın daha toksik ve kanserojen olduğunu, bunun da hücre değişimlerine bağlı kansere yol açabileceğini ortaya çıkardı.

Kediye öğrenci belgesi

Hemen her okulun tatlı musallatı olan bir kedi vardır. Öğrenciler tarafından sevilir, hocaların çantalarında taşıdıkları mamalarla beslenir. California eyaletinin San Jose kentinde yaşayan Amber Marienthal'ın Bubba isimli kedisi, evlerinin yanındaki Leland Lisesi'ne o kadar çok dadandı ki, ne yapsak da bu azimli kediyi ödüllendirsek diye düşünen okul yöneticileri dâhiyane bir fikirle sevimli kediye öğrenci belgesi çıkarmayı uygun gördü.

Paraşütle dünya rekoruna atladı!

$
0
0

ABD'nin İllinois eyaletinde gerçekleştirilen turnuvada 164 kişiyle el ele tutuşarak atlayan Kaptan Pilot Kaan Özenmiş, Türkiye tarihinde dünya rekoruna giren ilk serbest paraşütçü olmayı başardı.

Kaptan Pilot Kaan Özenmiş, ABD'nin İllinois eyaletinde gerçekleştirilen Vertical World Record ya da diğer adıyla World Headdown Formation Record (Dünya Başaşağı Formasyon /Tutuşma Rekoru) atlayışıyla hem en büyük hayalini gerçekleştirdi hem de tarihe geçti. Pilotluğu sağlık ve şartlar elverdikçe sürdürmeyi amaçlayan Özenmiş, bundan sonra da yerel ve ulusal alanda düzenlenecek organizasyonlarda yeni atlayış rekorları kırmak üzere çalışmalarına ağırlık vereceğini dile getiriyor.

Genelde, başarılı kişiler için söylenen, ‘Büyük adam olacağı küçüklüğünden belliydi' şeklindeki sözler, bugünlerde rekortmen Kaan Özenmiş'e sıkça söyleniyor. Daha küçük yaşlarda gökyüzü tutkusuna yenik düşen Özenmiş, Ankara'da ortaokul son sınıfta okurken ailesinden gizli gittiği paraşüt kulesinden atlayış yapmaya başlamış. 15 yaşında ise THK planörüyle (motorsuz uçak) uçmaya başlayan genç havacı, uçaktan ilk atlayışını 1991'de gerçekleştirmiş. Özenmiş, bir süre ara vermek zorunda kaldığı atlayışlara son 6 yılda ağırlık verip rekora hazırlanmış. Bugüne kadar yurtiçi ve yurtdışında 2 binin üzerinde atlayış gerçekleştiren Özenmiş, geçen ay Dünya Başaşağı Formasyon/Tutuşma Rekoru atlayışında yer alarak Türkiye tarihinde serbest paraşütçülük alanında (Skydiving) bir dünya rekoruna giren ve dünya rekortmeni unvanı alan ilk serbest paraşütçü olmayı başardı.

Türk Hava Yolları'nda 11 yıldır görev yapan, son 5 yıldır da kaptan pilot olarak uçuşlarını sürdüren Kaan Özenmiş, uçuş ve atlayışın farklı duygular hissettirdiğini ancak ikisinin de yüksek motivasyon gerektirdiğini söylüyor. Boeing 777-300 ER tipi uçağın kaptan pilotu, ve konsantrasyonun başarı ve mükemmeliyeti getirdiğini ifade ediyor.

HER ŞEY 55 SANİYEDE OLUYOR

Rekor atlayış, 31 Temmuz'da ABD'nin İllinois eyaletinde düzenlenen organizasyonda 164 paraşütçünün ‘el ele tutuşması' ile gerçekleştirildi. Önce 7 adet paraşütçü atma uçağı, birbirine yanaşık düzende 20 bin feet'e tırmandı. Sonra da, her bir uçaktaki 20 kişiden 10'u, James Bond filmlerindeki gibi atlayış sinyali geldikten sonra kendini boşluğa bıraktı. Ardından diğer 10 kişi atladı ve 20 paraşütçü, uçağı ortalama 4 saniyede terk etti. Diğer uçaktan atlayanlar ise merkezdeki grup etrafında belirlenen sıra ve şekilde yerini alıp, tutması gereken kişinin elini veya kolunu tutarak rekoru gerçekleştirdi. Gelen onayın ardından da, en dıştaki gruplar 7 bin 500 feette, ortadakiler 6 bin 500 feette, en içteki gruplar da 5 bin 500 feette gruptan uzaklaşıp paraşütlerini açmaya başladı ve rekor atlayış tamamlandı. Uçaktan ilk paraşütçünün çıkması ile formasyonun dağılmaya başlaması arasında ise sadece 55 saniye süre geçti.

EN ZORU BAŞAŞAĞI DÜŞÜŞ

Atlayışlarda yüzüstü, sırtüstü, oturarak/başyukarı ve başaşağı şeklinde temel düşüş pozisyonları bulunuyor. Bunların arasında en dengesiz ve düşüş hızı yüksek olanı ise başaşağı (head down) düşüş olarak gösteriliyor. Öğrenmesi ve uygulaması en zor olan bu düşüşte, saatte 280 kilometre hıza ulaşılıyor. Her 3 yılda bir düzenlenen başaşağı formasyon rekor denemesine kişiye özel gönderilen davetiye ile katılabiliyorsunuz. Bu davetiyelerin verileceği paraşütçüler, 3. yılda düzenlenen seçme kamplarında belirleniyor. 3 gün süren kamplarda, organizasyonda görevli ve serbest paraşütte dünyaca tanınan kişiler tarafından değerlendirmeye tâbi tutuluyor. Değerlendirme formu ve karnesi en iyi olanlar ise rekor denemesi atlayışı için davetiye almaya hak kazanıyor.

Bu otobüs raydan çıkmıyor

$
0
0

Tren rayı gibi hat üzerinde çalışan bu otobüsler, ne kadar hızlı giderse gitsin raydan çıkmıyor. İşin en ilginci ise şoförün direksiyonu tutmak zorunda olmaması.

İngiltere'nin Cambridgeshire kazasında Cambridge, Huntingdon ve St Ives arasında normal asfalt yol yerine iki dar beton raylardan oluşan özel bir hat üzerinde giden özel bir otobüs servisi çalışıyor. Otobüsler tren gibi raylara paralel olan tekerlerler ile yol alıyor. Bu yolda hata payı çok az ve otobüsler saatte 90 kilometre hıza ulaşıyor.İşin en iyi tarafı ise sürücünün direksiyonu tutmak zorunda olmaması.

Güdümlü otobüsler normal otobüslerden daha hızlı olan yeni bir yolculuk modunu başarmak için otobüs ve tren yolu sistemleri elementlerini birleştiriyor. Böylece tıkanık yolları kullanmak zorunda kalmayan sistem raylardan daha ucuz. Otobüsler kısa dikey bordürlere kenetlenen özel güdümlü tekerleklerle donatılmış. Bu güdümlü tekerlekler otobüsü merkezde tutarak otobüsün direksiyon mekanizmasını çalıştırıyor. Normal bir yolda otobüs normal otobüse dönüşüyor.

Bu otobüs İngilizlere has bir şey. İngiltere dışında birkaç örneği var: Biri Japonyada, diğerleri Avustralya ve Almanya'da. İngiltere'deki ilk güdümlü otobüs yolu Tracline 65 markasıyla Birmingham'daydı. 1984 ve 1987 yılları arasında çalışan 600 metre uzunluğunda bir yoldu. Bugün ise İngiltere'de en az 7 büyük güdümlü otobüs yolu var ve bazıları daha kısa ve birçoğu da planlanma aşamasında. Almanya'da 1992'den 2005 yılına kadar güdümlü otobüs yolu yüzlerce metre için tramvay yolunu paylaşmıştı. Yaşı nedeniyle tedavülden kalkan güdümlü tekerleklerin fazlalığından dolayı bu yol daha fazla devam etmedi.

Ağustos 2011'de açılan The Cambridgeshire Guided Busway (Cambridgeshire Güdümlü Otobüs Yolu) 25 kilometre uzunluğuyla dünyadaki en büyük güdümlü yoldur. Bundan önce 1989 yılında açılan Avustralya'daki 12 kilometre uzunluğundaki O-Bahn yolu en uzun yoldu. The Cambridgeshire Guided Busway ilk yıl kendi başına 2,5 milyon sefer yaptı.

Hattın ilk faaliyet günü olan 7 Ağustos 2011'de otobüs Fen Drayton Lakes (Gölleri) nin yakınına gitti. Otobüs, Cambridge Güdümlü Otobüs yolunda Science Park (Bilim Parkı) da duruyor.

Hollanda'da Eindhoven'de asfaltın altına yerleştirilen mıknatısları izleyen 2 otobüs rotası var. Mıknatıslı sensörlere sahip özel otobüsler bu yollarda çalışıyor ve otobüs araçtaki bilgisayar tarafından otomatik olarak sürülüyor. Şu anda Fransa'da Douai bölgesinde manyetik rehberliği kullanan ulaşım ağı üzerinde çalışılıyor.


Okyanusun ortasındaki göz!

$
0
0

Buzulların erimesi sonucu dikey mağaraların suyla dolmasıyla oluşan mavi çukurlar, etrafındaki açık mavi denizle birlikte muhteşem bir kontrast oluşturuyor.

Karbonat kayalarının erozyonuyla oluşan mavi çukurlar su altında oluşuyor ve okyanusta büyük koyu mavi su dairesi şeklinde görünüyor. Mavi çukurlar genel olarak binlerce yıl önce deniz seviyesinin üzerinde olan alçak olan kıyı bölgelerde bulunuyor. Yoğun karst (kayaçların erimesiyle yer altı akıntıları olan, kireç taşı ve dolomit bölgesi) aktivitesi büyük dikey mağaralar oluşturuyor. Deniz seviyesi buzulların erimesiyle yükselince bu çukurların bazıları suların altında kaldı. Derinliğine bağlı olarak mavi çukurlar koyu mavi olarak görünür. Bu da etrafındaki açık mavi gölgelerle birlikte etkileyici bir kontrast oluşturur.

Fındık deyip geçme...

$
0
0

Her gün bir avuç tüketilmesi tavsiye edilen fındık, kalp hastalığından kansere kadar birçok hastalığa iyi geliyor. Dünya fındık ihtiyacının yüzde 75'ini karşılayan Türkiye'de 10'dan fazla çeşidi yetişiyor. ‘Yeşil altın'ın hasatını görebilmek için Karadeniz'in yolunu tuttuk.

Fındıkla insan birbirine çok benzer aslında. Malum, bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur. Kaderine bırakıldığında kaçınılmaz sonu, çürümek… Doğası gereği daldan koparıldığı anda çürümeye uzanan bir yolculuğa çıkar, karşısına dur bakalım diyen biri çıkmadığı sürece. En az insan kadar yaşama hırsıyla dolu fındık. Her türlü coğrafyaya uyum sağlayıp kaya, kum, verimli, verimsiz demeden mücadele ediyor var olabilmek için…

Dünya fındık ihtiyacının yüzde 75'ini karşılayan Türkiye, adeta fındık cenneti. 695 bin hektar alanda, ortalama 600 bin ton üretiliyor. Bizi sırasıyla; İtalya, ABD ve Azerbaycan takip etse de Çin, İspanya, İran, Yunanistan, Fransa, Rusya, Portekiz, Gürcistan, Ukrayna, Tunus, Kıbrıs ve Kamerun'da üretiliyor. Dünyanın en kaliteli fındığı ise Karadeniz Bölgesi'nde filizleniyor. Burası, coğrafî; yapı ve iklim özellikleri açısından en ideal ortam. Dünyanın en kalitelisi ise Giresun fındığı. Orta ve Doğu Karadeniz bölgelerinin büyük bir bölümünde fındık ziraatı yapılıyor. Fındık, bu yöre insanlarının geçim kaynağı aynı zamanda. Doğrudan ya da dolaylı olarak 5 milyonu aşkın nüfus bu işle meşgul.

Protein kaynağı...

Karadeniz insanı fındığı bir düğün coşkusuyla toplar ve işlenmeye hazır hale getirir. Çerezlik olarak tüketildiği gibi, pasta ve şekercilik sanayiinde de büyük oranda kullanım alanına sahip. Besin değeri oldukça yüksek. Özellikle protein ve yağca zengin. 100 gram fındık ortalama 635 kalori içeriyor. Normal bir işte çalışan işçinin günlük enerji ihtiyacını 350-400 gram iç fındık karşılayabiliyor.

İnsan sağlığına yararları bilimsel çalışmalarla kanıtlanan fındığın 17 çeşidi bulunuyor. Piyasada 12-13 TL arasında alıcı bulan ‘yeşil altın'ı hasat zamanında, memleketi Karadeniz'de görelim istedik.

En çok bilinen fındık çeşitleri…

Yuvarlak yapraklarının kenarları çift dişli, ucu sivri olan fındığın, çiçekleri yapraklardan hemen önce, ilkbaharda açar. Yuvarlak, sivri ve badem olmak üzere üç farklı gruba ayrılan fındığın en fazla üretildiği il ise, Ordu. İşte en çok bilinen fındık çeşitleri…

Tombul fındık:Ülkemizde yetişen en önemli fındık çeşidi olarak biliniyor. Başta Giresun olmak üzere Trabzon'un Beşikdüzü, Vakfıkebir, Çarşıbaşı ve Akçaabat ilçelerinde yetişiyor. Bakımlı bahçe koşullarında verimi oldukça yüksek oluyor. Alt kısmına doğru genişleyen, uca doğru muntazam daralarak sivri bir uçla nihayete eren fındığın randımanı yüzde 50-54 civarında. İçi; açık kahverengi, parlak, ete yapışık ve üzeri hafif damarlı. Dalda genellikle 4 ve 5'li çotanak halinde bulunuyor.

Palaz fındık: Ordu'da yaygın olarak yetişiyor. Tombul fındığa göre oldukça iri. Lezzet ve kalite bakımından orta derecedeki fındığın uzunluğu 16 milimetre civarında. Renk olarak donuk kahveyi anımsatan fındığın yemesi kadar kırılması da kolay. Yaklaşık 600 adet kabuklu fındık, bir kilo geliyor. Killi, kumlu ve çakıllı topraklarda dahi yetişiyor.

Çakıldak fındık: Batı Karadeniz Bölgesi'nde ‘delisava' adıyla tanınan çakıldak fındık, Ordu'da yaygın olarak yetişiyor. Bu bölgede ‘gariban fındığı' olarak biliniyor. Dalları kalın olmadığı için rahat toplanıyor. Geç uyandığından, ilkbaharda yaşanan donlardan az zarar görüp, her türlü iklim koşullarına uyum sağlayabiliyor. Verimi yüksek olan çakıldak, diğerlerine nispeten biraz daha uzun. Lezzet ve kalite bakımından ise biraz vasat. Kabuğu açık renkli olan meyvenin yaklaşık 600 kabuklu adedi bir kilo geliyor.

Kalınkara fındığı: Kara fındık olarak da bilinen bu fındığın içi; kalın, pürüzlü ve koyu kahve renginde. Kabuğu en kalın fındıklardan olup, randımanı yüzde 48-50 civarında. Kabuğu mat, rengi kirli kahverengi. Dalları kalın, püskülleri gösterişli olan fındığın, çotanaklarındaki meyve sayısı ise 4 ile 5...

Uzunmusa (ince kabuk) fındığı: Ordu'da yetiştirilen fındık; iri, dolgun, kabuğu ince, verimi de oldukça yüksek. Kabuğu kahve rengi, ortalama uzunluğu 19 milimetre. Beyazlatılmaya elverişli olan iç meyvenin eti beyaz, gevrek ve lezzetli. Randımanı ise yüzde 55-58 civarında.

Kan fındığı: Lezzet bakımından zengin olan kan fındığının kabuğu, koyu kırmızı-kahverengi andırıyor. Daha çok Trabzon'daki fındık bahçelerinde üretiliyor. Sivri fındık: Bu çeşide, fındık üretilen bütün yörelerde rastlamak mümkün. Kabuğu parlak, açık kahve renkli, uç kısmı nispeten kirli. 1 milimetre kalınlığındaki fındık kolay kırılıyor. Çotanakta ise genellikle 3'lü halde bulunuyor.

Kuş fındığı: Sivri fındığa benziyor. Tablası düz ve kabuğu ince olduğu, kuşlar tarafından da kolay kırıldığı için bu adı almış. Verimi vasat seviyesinde. Kabuğu parlak kahverengi olan fındığın çotanak hali genellikle 3'lü oluyor.

Yuvarlak badem fındığı: Meyveleri oldukça uzun ve sivri olan bu fındığın kabukları oldukça ince. Meyvesi silindirik ve uzun olup sivri bir uçla son buluyor. Yaklaşık 650 adet kabuklu fındık bir kilo geliyor.

Rüzgâr aşkına yarıştılar

$
0
0

PWA Windsurf Dünya Kupası'nın Alaçatı ayağı, bu yıl da çok çekişmeli geçti. 95 sporcunun katıldığı turnuvada erkeklerde Pierre Mortefon, kadınlarda Sarah-Ouita Offringa şampiyon oldu. Rüzgar bağımlıları, 2016 Dünya Kupası'nda kapışmak üzere ayrıldı beldeden.

Masalları çağrıştıran bir atmosfere sahip Alaçatı. Begonvillerle süslü taş evleri, asma bahçeleri, yel değirmenleri, huzura davet eden iklimi ve sizi bir an yalnız bırakmayan rüzgârıyla kalbinizi çalan Çeşme'nin bu şirin beldesi, son yıllarda bu tatlı dokusunun yanı sıra rüzgâr sörfüyle de anılır oldu. Şüphesiz bu şöhrette Pegasus Hava Yolları'nın ana sponsorluğunu üstlendiği Profesyonel Rüzgar Sörfü Birliği (PWA) Windsurf Dünya Kupası'nın etkisi büyük. Türkiye'de ilk kez Windsurf Ligi'nin kurulmasına önayak olan ve lige ismini veren Pegasus, 9 yıldır verdiği destekle rüzgâr sörfünün gelişmesine ve daha geniş kitlelerce tanınmasına katkı sağlıyor. Öyle ki Türkiye Yelken Federasyonu'na kayıtlı sporcuların sayısı son 5 yılda yüzde elli oranında arttı ve Türkiye'de sörf sporu yapanların sayısı 15 bini aştı. Bu yıl yapılan Dünya Kupası'na da 33 ülkeden 64'ü erkek, 31'i kadın toplam 95 sporcu katıldı. Bir hayli çekişmeli geçen turnuvada erkeklerde Pierre Mortefon, kadınlarda Sarah-Ouita Offringa şampiyon oldu, 11'i kadın olmak üzere 24 Türk sporcu da turnuvadaki yerini aldı. Dereceye giren sporcular 55 bin Euro'luk ödülü paylaştı.

Çağla Kubat adını ilk 3'e yazdırdı

Çağla Kubat, Türkiye'de sörf denilince akla gelen ilk isimlerden. Nitekim sörf kariyerine her yıl yeni şampiyonluklar ekliyor. 2015 PWA Windsurf Dünya Kupası Türkiye ayağını 3.'lükle tamamlayan Çağla Kubat, bayanlar kategorisinde rekor bir katılım (31) olduğunu söylüyor. Geçen yıl annelik heyecanını yaşayan Kubat, kızından aldığı enerjinin spora yansıdığını ve işine keyif kattığını düşünüyor. Kubat, yarışlara verdiği 1 yıllık aradan sonra kendisine inananların desteğiyle adını ilk 3'e yazdırdığını, bu başarıdan çok mutlu olduğunu ekliyor.

Windsurf sporuna olan ilginin her geçen yıl arttığını anlatan Çağla Kubat, adını taşıyan akademide de eğitimler veriyor. İstanbul, Ankara gibi illerin yanı sıra Samsun'dan, Antalya'dan öğrenci aldıklarını kaydeden Kubat'ın yetiştirdiği genç sporcular şampiyonalarda üstün başarı gösteriyor. Kubat, öğrencilerini dünya turnuvalarına götürüyor.

Tek rakibi ikizi

18 yaşındaki Berk ve Kaan Kayın kardeşler, şampiyonadaki en genç ikili ve birbirlerinin en güçlü rakibi. Rüzgâra bağımlı olduklarını söyleyen gençler, “Tek rakibim ikizim.” deyip gülüyor. Nitekim geçen yıl Türkiye 1.'liğini Berk, 2.'liğini Kaan almış. Bu yılki şampiyona da çok çekişmeli ama bir o kadar keyifli geçmiş. 5 senedir sörf yapan ikizlerin ailesinde de sporcular var. Dedeleri ve amcaları da yelken sporuyla ilgilenmiş, hatta uluslararası yarışlara katılmış. Anlayacağınız spor tutkusu genetik. Lise 4'e geçen ikizler, sörf bursu alabilirlerse üniversiteyi Fransa'da okumak istiyor ve mimarlık-mühendislik fakültelerine gitmeyi planlıyor. İkiliye göre sörfte dünya şampiyonu olsanız da hayatı idame ettirmek mümkün değil. Maliyetli bir spor ve Türkiye'de bu spora gereken destek tam anlamıyla verilemiyor.

Sörf bursuyla Hawaii'de okuyor

2013'te Dünya Gençler şampiyonu, 2014'te de Dünya Gençler 2.liği'ni alan, iki defa da Gençler Türkiye şampiyonu olan Poyraz Akay, bu yılki Dünya Şampiyonası'nı Türkiye 3.sü olarak tamamladı. Sörf kariyeri derecelerle dolu olan 19 yaşındaki Akay, üniversiteyi Hawaii'de sörf bursuyla okuyor. Annesinin teşvikiyle 10 yaşında sörfe başlayan Akay, çocukluğunu Hawaii'de sörf yapabilmenin hayaliyle geçirdiğini anlatıyor. Zira orada hava hep 26-27 derece ve dört mevsim antrenman yapmak mümkün. Seneye bölüm tercihinde bulunacağını dile getiren Akay, mühendislik okumak istiyor. Sadece rüzgar sörfüyle bir hayat kurulabileceğine inanmıyor. “Sörf eşittir hayat benim için.” diyen Poyraz Akay, en ufak bir sakatlıkta kariyerinin bitme ihtimalinden endişe ettiği için bir başka mesleği garantilemek istiyor.

RÜZGÂRIN KIZI FULYA ÜNLÜ

19 yaşında olmasına rağmen 21 yaş kategorisinde iki yıl üst üste dünya şampiyonu olan Fulya Ünlü, bu yılki dünya kupasında 5. oldu. Kendisi kürsüye çıkamasa da antrenörü olan milli sörfçü Çağla Kubat 3. olduğu için pek mutlu. 13 yaşında babasının teşvikiyle başladığı sörf, onun için tam bir tutku. “Sörf hayattır.” derken ve Çağla ablasından bahsederken gözleri parlıyor. Çağla Kubat'la beraber çalıştığını, birbirlerini seviye olarak yükselttiklerini anlatan Fulya Ünlü, yarışlarda başına gelen olaylardan örnek veriyor: “Çağla'yla rakibiz ama yarışlar esnasında bile paylaşımlarımız sürüyor. Kore'de yarışlar sırasında direğim kırıldı, kendi direğini bana verdi. Yine başka bir yarışta finim kırıldı. Hiç düşünmeden benimle finini paylaştı. Bunlar önemli ve kıymetli detaylar.”

Yaşar Üniversitesi Uluslararası Lojistik Yönetimi Bölümü öğrencisi Fulya Ünlü, bu okulda sörf bursuyla okuyor ve sörf yapabilmek için üniversite tercihini İzmir'den yana kullandığını söylüyor. Ne de olsa Alaçatı rüzgâr cenneti. O da yaz kış demeden sörf yapıyor. 6 yıllık bir yarış kariyerinde başarılara imza atan Ünlü'nün hedefi sörfte bir numara olmak.

Bu duvarlar boyanmıyor, ayırıyor!

$
0
0

Suriye'den geçişleri önlemek için Reyhanlı sınırına duvar örülmeye başlandı. Bu da akıllara ister istemez Berlin Duvarı'nı hatırlattı. Peki, daha başka hangi setler var yeni sınırları belirleyen?

Attila İlhan, ‘Duvar' şiirine, ‘bu şiir İkinci Dünya Savaşı içinde kahredilen bütün dünya duvarları için yazılmıştır' ithafıyla başlar. Ve der ki, “Ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler/onlar hep döküldü/biz hep ayakta kaldık/temelimiz kanla beslendi ama nedense uzamadık/öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil…” Bize bu dizeleri telmih eden Hatay'ın Reyhanlı ilçesindeki Suriye sınırına örülen duvarlar oldu. 2 metre genişlik, 3 metre yükseklikteki 7 tonluk seyyar bloklar, iki ülke arasında ‘sınır' olacak bundan böyle. İlginçtir, Fransız arkeologların yaptığı Mezopotamya incelemelerinde insanoğlunun ilişkilerine set çektiği ilk yer yine Suriye'ymiş. Ancak ‘duvar' dendiğinde akla ilk gelen yer Berlin'dir şüphesiz. Avrupalı devletlerce, Avrupa'nın ortasında bulunan ayrım, ‘Utanç Duvarı' olarak anılmıştı yıllar yılı. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler'in güdümündeki Doğu Almanya, 1961'de bir gecede aldığı meclis kararıyla duvarı örer. 155 kilometre uzunluğundaki duvar, aynı zamanda askerlerin kontrolünde olan militarist bir kütledir. Dikenli teller, yasak duvarların alışılagelmiş görüntüsü, 14 bin sınır muhafızı ve 600 köpeğiyle popülaritesini hak edecek bir manzaraya (!) sahiptir. Peki, Berlin Duvarı nasıl yıkıldı? Sovyetler Birliği'nin son reis-i cumhuru Mihail Gorbaçov, Ekim Devrimi'nin 70. yılında yani 1987'de, Stalin ve Troçki'yi eleştirir. Bu, Rus devlet geleneğinin artık sistemini değiştireceğinin sinyali olarak okunur. Nitekim konuşmadan sonra gelişmeler hız kazanır. Bunun üzerine Doğu Almanya makamlarınca 9 Kasım 1989'da Batı Almanya'ya geçmek isteyenlere kapıların açılacağı haberi yayılır. Ve 28 yıl sonra Alman milleti, tek devlete sahip olur.

Çin Seddi birinci, Fas Duvarı ikinci

2 bin 720 kilometre uzunluğa sahip Fas Duvarı, altı aşamadan oluşuyor. 120 bin Fas askerinin koruduğu duvar, uluslararası toplum tarafından ‘utanç duvarı' olarak adlandırılan insanlık ayıplarından biri. 1980'de Fas Kralı II. Hasan tarafından inşa ettirilip Batı Sahra'da yaşayan halkla ilişkileri kesmek adına örülür. Yedi senede tamamlanan duvar, o günden bu yana hiçbir sorunu çözmüyor. Çin Seddi'nden sonraki ikinci uzun duvar unvanına sahip sadece. Yapımında İsrailli uzmanların çalışmış olması ilginç bir detay. Hatırlatalım: Batı Sahra, 1976'da İspanya'dan ayrılıp bağımsızlığını ilan etmesine rağmen Fas tarafından idare olunuyor. Diktatörlükle yönetilen Kuzey Kore de duvarın arkasına sığınan ülkelerden. Duvarın Kuzey tarafında 700 bin, Güney cephesinde ise 410 bin asker birbirlerini kolluyor.

‘Yeşil Hat parmaklık/Beybaba gardiyan oldu'

Kıbrıs Adası'nı ikiye bölen Yeşil Hattı da dâhil edebiliriz örneklere. 1974 yılından bu yana Türk ve Rum kesimini belirleyen yeşil yol bu. 2002'de Barış masasına oturmakta çekince gösteren Rauf Denktaş için muhalif gençler ‘Aşkın Mapusane'nin sözlerini değiştirip şöyle demişlerdi yaptıkları eylemde, “Kıbrıs mapusane/İçinde biz mahkûm/Yeşil Hat parmaklık/Beybaba gardiyan oldu/İçinde biz ziyan olduk.” 2002'de kaçak göçmenleri önlemek için ABD-Meksika arasında örülen duvarı da unutmayalım. Dünya coğrafyasında daha birçok duvar ören devlet bulunuyor. Fakat bu konuda en mahir (!) ülke İsrail denebilir. ‘İsrail Güvenlik Duvarı', 2002'de Batı Şeria'dan gelecek olası saldırıları önlemek adına inşa edilir. İsrail, ‘terörizm' adına böyle bir uygulama yaptığını serdetse de Filistin topraklarını alenen işgal eder. Bu insanlık dışı uygulamaya en güzel cevabı, ‘Oryantalizm' yazarı Edward Said vermişti: “Çocuğum bir gün, ‘Baba savaşta ne yaptın?' diye sorarsa ona alçaklığa, haksızlığa taş attım diyeceğim.” Haberimize Attila İlhan ile başlamıştık, başka bir şiirle nihayete erdirelim: “Bombalar altında koleksiyon yapan bir Filistin'di ellerin/Ve bir duvar örülüyordu aramızda hiç kimseye hissettirmeden bir Berlin…”

İngilizlerin Tarantino'su Guy Ritchie

$
0
0

İngiliz argosu, suç, aksiyon ve yeraltı dünyası… Guy Ritchie'nin en çok sevdiği kelimeler olsa gerek.

İngilizlerin Tarantino'su olarak anılan Ritchie, uzun bir aradan sonra ‘Kod Adı: U.N.C.L.E' filmiyle hayranlarının karşısına çıkıyor. Peki, Ritchie'yi Ritchie yapan ne? Başından sonuna sinema dünyasındaki serüvenine yakından bakalım…

1- Şarkıcı Sting'in eşi keşfetti

Guy Ritchie'nin sinemaya merak salması, 1969 yapımı olan ve başrollerinde Paul Newman ile Robert Redford'un oynadığı ‘Sonsuz Ölüm'ü izlediğinden sonra gerçekleşir. Akademik olarak hiçbir sinema eğitimi almaz çünkü sıkıcı olacağını düşünür. Alaylı anlayacağınız. Sadece sinema eğitimi değil, normal eğitimini de 15 yaşındayken sonlandırır. Sene 1995'i gösterdiğinde ise ‘The Hard Case' isimli bir kısa film çeker ve hayatı bu kısa filme göre şekillenir. Kaderin bir cilvesi ki, filmi şarkıcı Sting'in eşi görür ve Ritchie'yi bir nevi keşfeder. Yönetmenin ilk filmi olan ‘Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana'ya maddî; destekte bulunur. Keşif sonuç verir. Ritchie'nin ilk uzun metraj filmi tüm zamanların en iyi hâsılatını yapan üçüncü İngiliz filmi olur.

2- ‘Kapışma' ile çıtayı yükseltti

İlk filmi büyük ilgi gördükten ve kendine hayran kitlesi oluşturduktan sonra sıra ikinci filme gelir. İki yıl sonra ‘Kapışma'yı çeker Ritchie. En az ilk film ayarında, hatta kimine göre ondan daha iyidir. Henüz ilk haftasında gişede 3 milyon dolarlık bir hasılata imza atar. Bir de sinema dünyasının tanıdık simalarına rol verir bu filminde. Brad Pitt, Dennis Farina, Benicio ve Del Toro gibi isimlerle çalışır. Filmin hikâyesi, karakterleri ve işleniş biçimi tamamen Ritchie'ye hastır. Yönetmenin İngiliz sokak ve argo diline olan hakimiyeti, filmde kendini sonuna kadar gösterir. Ayrıca ilk filmde olduğu gibi ‘Kapışma'da da ana tema suç üzerinden yürür.

3- Jason Statham'ı sinema dünyasına kazandırdı

Guy Ritchie filmlerinin temel özelliklerinden biri zekice işlenmiş senaryo ve kullanılan üslubun nev-i şahsına münhasır olması. Bunun yanında bir diğer özelliği de keşifçi bir ruha sahip olması. Sinema dünyası için en büyük keşiflerinden biri de aksiyon filmlerinin vazgeçilmez ismi haline gelen Jason Statham'ı sinema dünyasına armağan etmesi. İlk filmi ‘Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana'da Statham'a şans veren yönetmen, daha sonra çektiği filmlerinde de yanından ayırmadı yetenekli oyuncuyu. Dolayısıyla Statham'ın Ritchie'ye bir minnet borcu olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz.

4- Zirveden bir anda tepetaklak düşüş

Sinema dünyasına girişi fırtına gibi olan yönetmenin ilerleyen zamanlarda gidişatı pek de iyi olmaz. İngilizlerin Tarantino'su olarak anılır anılmasına ama sonraki birkaç yapımda kameranın hakkını verememeye başlar. 2000 yılında şarkıcı Madonna ile evlenmesinin ardından bir süre film çekmez. Sadece eşi için video klipler çekmekle yetinir. Fakat 2003 yılında bir filmi vardır ki, hem eleştirmenler hem de hayran kitlesi tarafından adeta yerden yere vurulur. Madonna'nın da başrolünde yer aldığı ‘Swept Away', yılın en kötü filmlerine verilen Razzie Ödüllerinde en kötü senaryo ve en kötü yönetmen dalında aday gösterilir ve en kötü yönetmen ödülünün sahibi olur.

5- ‘Rocknrolla' ile kendine geldi

Ritchie, 2008 yılına kadar bir kimlik bunalımı yaşadı dersek yanılmış olmayız herhalde. 2005 yılında dördüncü uzun metraj filmi olan ‘Tabanca' ile biraz toparlanmış görünse de eleştirmenlerden olumlu bir görüş alamaz. Film, anlaşılması zor ve çaba isteyen bir kurguya sahiptir. Fakat 2008'de biraz toparlanmaya başlar. Bu toparlanma, özüne dönmesi sayesinde gerçekleşir. ‘Rocknrolla' hem senaryo hem de tarz bakımından adeta ‘bir Guy Ritchie filmiyim' diye bağırır. Gerard Butler ve Tom Wilkinson gibi isimler de filmin bonusu olur.

6- Sherlock'a el atıyor

Guy Ritchie'nin toparlanma süreci Sherlock Holmes serisine el atmasıyla devam eder. Kült hale gelen meşhur İngiliz dedektif Holmes'ü beyazperdeye kendi üslubuyla yansıtır. Kimya tutar, hem yönetmenin hem de Sherlock'un hayranları tatmin olur. Aslında Sherlock'un havası, tam da Ritchie'ye göredir. Dönemin İngiltere'si, bir dedektifin başından geçen aksiyon dolu dakikalar ve keyifli diyaloglar… Temel Ritchie için hazırdır, sadece üstüne kat çıkması gerekir. Hasılı kelam film oldukça sevilir, hal böyle olunca devam filmi de gelir. Daha da gelecek gibi görünüyor.

7- Sadece sinema değil, reklamlar da ondan sorulur

Yetenekli yönetmenin iyi yaptığı işler sadece filmlerden ibaret değil. Reklam dünyasında da dönem dönem adından sıklıkla söz ettirir. Nike, Call of Duty, Dior Home ve BMW M Serisi için çektiği reklamlar büyük bir kitleye ulaşır, tıklanma rekorları kırar. Özellikle eski eşi Madonna'nın oynadığı BMW M Serisi reklamı epey sevilir. Daha çok kısa filmi andıran reklamda egosu tavan yapmış bir pop starı, yani kendisini canlandıran Madonna'ya haddini kendi tarzınca bildiren bir şoförün yaptıkları anlatılıyor. Şoförü oynayan isimse Clive Owen.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live