Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Okyanusun ortasında akşam yemeği

0
0

Afrika'da bir ada ülkesi olan Zanzibar'da okyanusun ortasındaki restoran dikkat çekiyor.

Bu ada ilk bakışta birine ait özel, kafa dinleme yeri gibi görünüyor. Fakat burası su seviyesinde 7 metre yüksekte kayanın üzerine inşa edilmiş, tarifsiz okyanus manzarasıyla çevrilmiş bir restoran.

Suyla çevrili olmasına rağmen ziyaretçiler, su seviyesi düşük olduğunda bir sorun olmadan suyun içinde yürüyüp kayaya çıkabiliyorlar. Su seviyesi yükselince ise bir tekne gelip sizi kıyıdan alıp restorana götürüyor.


Kilolular bu sokaktan geçemez

0
0

Guinness Rekorlar Kitabı'na göre, dünyadaki en dar sokaklar Almanya'nın eski yerleşim yerlerinden biri olan Reutlingen'de bulunuyor. En geniş noktası 40 cm. olan bu sokağa bir kişi zor sığıyor.

Birbirine çok yakın inşa edilmiş evler arasında kalmış Spreuerhofstraße ismindeki dar bir sokak. Sokağın en dar noktası 31 santimetre, en geniş noktası ise 40 santimetre. Sadece 3.8 metre uzunluğundaki sokak belediye arazisi üzerinde. Sokaktan geçebilmek için 2 duvar arasında sıkışmak zorundasınız.

Dünyanın birçok ülkesinden sayısız turist gelmesine rağmen, ziyaretçiler bu daracık sokakta sıkışma tehlikesinden dolayı girmek istemiyor. Bu riski göze alanlar ise sokağın bir bölümünden geçebilmek için eğilip bükülmek zorunda.

Sokak, 1727 yılında inşa edildi. 2007 yılında ise dünyanın en dar sokağı olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na girdi. Sokaktaki yarı ahşap ev yana doğru yatmaya başlamış, yetkililer evin daha fazla yatarsa insanların bu sokağı kullanamayacağından ve bu rekoru kaybedeceklerinden korkuyor. Bu nedenle duvarın yıkılmasını önlemek için binanın payanda ile desteklemeye karar verildi.

İşte dünyanın diğer en dar sokak ve caddeleri:

Parliament Caddesi:Dünyanın en dar caddesi ünvanını daha önceleri İngiltere'deki Parliament Caddesi elinde tutuyordu. 50 metre uzunluğundaki bu caddenin en geniş bölümü 1.2 metre, en dar noktası ise 64 santimetredir. Caddenin 14'üncü yüzyılda yapıldığı ve 1832 yılında yeniden isimlendirilmeden önce adının ‘Small Lane(Dar Sokak)' olduğu belirtiliyor.

Fan Tan Sokağı:Britanya Kolumbiyası eyaletinde bulanan Victoria şehrindeki sokak Pandora ve Fisgard sokaklarını birbirine bağlıyor. En dar noktası 89 santimetre olan sokak Kanada'daki en dar sokaktır. Berber, sanat galerisi, Çin restoranları, apartmanlar ve işyerleriyle sokak turistik bir yer olmuştur.

Marten Trotzigs Grand:İsveç'te Stockholm kasabasında Gamla stan'de bulunan caddeye merdivenlerle iniliyor. En dar noktası 90 santimetredir. Cadde, tüccar ve kasaba sakini Marten Trotzig'in 1581 yılında Stockholm'e göç etmesinden ve burada bir dükkan açıp sokakta mülkiyetler satın almasından sonra bu isim verildi. Bu kişi Stockholm'ün en zengin tüccarlarından biri oldu.

Strada Sforii: Romanya'da Braşov şehrinde Şchei Gate'de bulunan cadde, 17. yüzyıl belgelerine göre itfaiyecilerin kullandığı bir koridor olarak inşa edilmişti. Şu an Strada Sforii turistler için ilgi odağı ve buluşma noktası. Sokağın genişliği 111 ile 135 santimetre arasında değişiyor ve uzunluğu 80 metre.

Taşınma derdi başımdan aşkın

0
0

Ev bakarken bazen hemen bulma telaşıyla insanın basireti bağlanabiliyor. Haberimiz ev tutarken rutubetinden ısınmasına hiçbir ayrıntıyı atlamamak ve taşınırken eşyalarını kusursuz yerleştirmek isteyenler için…

Taşınmak zor iş. Kışın kolay kolay yapılmaz. Mevsimin ve işlerin müsait olması gerek bir kere. Tayinlerin belli olması, Ramazan'ın da bitmesiyle taşınmalar için en popüler döneme girdik. Ev kiralayacak ya da satın alacakların derdi başından aşkın bu aralar. Evi tutması ayrı, taşıması ayrı efor istiyor. ‘Ya Allah Bismillah' deyip evini değiştirmeye niyet edenler için önemli ayrıntıları derledik.

Taşınmanın en önemli aşaması: Nakliye

“Bir arkadaşın güvenilir dediği firmayla telefonda konuştuk anlaştık. Dediğimiz günden bir gün önce yeniden telefonda teyit ettik. Ben eşyaların bir kısmını toparladım sabah araba gelecek diye, kimse ortada yok. Telefonlarıma da cevap veren olmadı. Ardından gazeteye ilan veren şirketlerden birini aradım. Konuştuk, anlaştık. Kaçıncı kat olduğu, kaç oda salon olduğu, asansör olup olmadığı, kaçıncı kata taşınacağı, gereken işlerin neler olduğunu anlattım. Taşındığım evde yük asansörü vardı, ancak asansörden evin kapısına kadar 30-35 metre mesafe olduğunu görünce ‘Anlaştığımız fiyata olmaz' dediler. ‘Ya ekstra ücret verirsiniz ya da taşımayız' diyor. Çaresiz adamın dediğini yaptım. Ekstradan 200 lira verdim. Zaten önceki anlaştığım fiyat üzerine 300 lira daha fazla verseydim profesyonel şirketlere taşıtabilirdim.” Taşınma mağdurumuzun başına gelenleri belki küçük değişikliklerle herkes yaşayabilir. Bundan kaçınmak için;

Öncelikle kurumsal bir nakliye şirketiyle anlaşmanız ve profesyonellikten uzak kişilerin bir internet sitesi 4 taşıyıcı kullanarak istedikleri ücretin yaklaşık iki katını gözden çıkarmanız gerekiyor.

Kurumsal şirketler siz taşınmak için fiyat istediğinizde bir ekspertiz gönderiyorlar. Bu ekspertiz çıktığınız ve gireceğiniz ev, eşyalarınız ve kullanılacak yol ile ilgili her şeyi hesaba katarak bir fiyat çıkartıyor. Böylece yukarıda verdiğimiz örnekte olduğu gibi son dakikada vermek zorunda kalacağınız ekstra ücretlerden kurtulmuş oluyorsunuz. Bunun yanı sıra profesyonel çalışmayan nakliyeciler, sizden “işçilere gönlünüzden ne koparsa” adlı bir ücret de bekleyebiliyor.

Mobilyalarınızın sökülüp takılması, eşyalarınızın çizilmeden veya kırılmadan taşınması büyük risk altında. Bu yüzden yine bir aksilik olduğunda mağduriyetinizi giderebilecek bir firmayla anlaşmanız önemli. Aksi takdirde “Bugün geçsin, yarın hallederiz o dolabı” bahaneleriyle günlerinizi geçirip bir sonuç almayabilirsiniz. Zira düşük fiyata anlaştığınız bir firma, kendine kalan cüz'î; kârı size bırakmak istemeyebilir.

Nakliye ücretini artıran faktörlerin başında, apartmanınızın asansörlü olup olmadığı ve kaçıncı katta bulunduğu geliyor. Eşya yüklenecek aracın kapıya yanaşıp yanaşamaması, dolayısıyla işçilerin yürüyeceği mesafe de müşterilerin es geçtiği fiyat artırıcı etkenlerden. Şehir içi mesafede kıta değiştirmedikçe çok fiyat farkı olmazken, şehirler arasında haliyle bu da nakliyenin ücretini etkiliyor.

Ev bakarken nelere dikkat etmeli?

Öncelikle sokak sokak gezerek kendinizi yormak yerine etrafa haber salın. Ve internetten kriterlerinize göre bir ön araştırma yapın. Sanal mecrada sahibinden ev bulmak biraz zor olsa da emlakçılar diğer ev seçenekleriyle kriterlerinize uygun evi bulmada yardımcı olabilir.

Özellikle İstanbul'da ev fiyatları malum. Bu yüzden eski ama oturulabilecek bir binada, daha merkezi bir semtte mi yoksa yeni bir binada, nispeten daha uzak bir semtte mi oturmak istediğinize karar verin.

Kışın ısınabileceğiniz bir ev istiyorsanız evin güney cephede ve mantolamasının yapılmış olmasına dikkat edin. Bununla birlikte zemin ve en üst kattan uzak durun. Şayet birinci katta bir dairede oturacaksanız, altında ev yoksa (yani dükkansa ya da boşsa) yine yeterince ısınamayacağınızı bilmelisiniz.

Pencere sayısının fazlalığı eve güneş girmesi için iyi fakat ısınmayı zorlaştırabilir. Tabii bunda pencerelerin yalıtımı da etkili.

Ev ne zaman yapılmış? Deprem öncesindeyse hasarı var mı? Kapatılmaya çalışılmış çatlaklar mevcut mu? Bu sorular cevap bulmalı.

Evin rutubetsiz olması, nefes alabilmeniz için en önemli etken. Rutubetsiz bir evde çamaşırları asacak bir balkon veya oda var mı, dikkat etmeli. Zira onların kuruyana kadar geçen zamanda nemden boğulabilirsiniz.

Bir evin rutubetli olup olmadığını anlamak istediğinizde, badana yapılmışsa biraz zorlanabilirsiniz. Bunun için tavanda siyahlık olması bir ipucudur. Evi görmeye gittiğinizde pencere açıksa rutubet kokusunu gidermek için yapılmış olabilir. Nem testi için duvarlara dokunabilirsiniz. Duvar ıslaksa yahut arkadan soğuk geliyorsa muhtemelen evin rutubeti vardır.

O eski kapıları semt yaptılar

0
0

“Şuradan bir kişi Topkapı uzatır mısınız?” derken veya Yenikapı sahilde surlara bakarak yürürken, aklımıza içinde ‘kapı' geçen Suriçi semtleri geliyor. Nedir Eğrikapı'nın, Azapkapı'nın, Narlıkapı'nın ardındaki hikâyeler deyip düşüyoruz yollara. Kimi Bizans'tan kalma, kimi fetihten sonra Osmanlı zamanında açılan sur kapılarının hepsi ayrı bir hikayeye sahip.

Şairin yekpare Acem mülkünü feda ettiği emsalsiz şehir İstanbul, şimdinin ‘tarihi yarımada'sından başkası değildi. Zira İstanbul bir zamanlar sadece etrafını çevreleyen surlarla sınırlıydı. Zaten kelime anlamı da ‘surların içi' olan şehre askerler de siviller de bu surlar üzerinde bulunan kapılardan girebiliyordu. Kimi Bizans'tan kalma, kimi fetihten sonra Osmanlı zamanında açılan sur kapılarının her biri ayrı hikayeye sahip. 80 civarında kapıdan bazıları kapanmış, bazıları kapalı kalıp yıllar sonra açılmış. Şanslıları ise Silivri'den Tuzla'ya uzanan günümüz İstanbul'unda adlarını bulundukları semtle yaşatıyorlar. İşte onlardan bazıları...

Silivrikapı - Adını Silivri istikametine bakmasından ötürü bu şekilde alan Silivrikapı, meşhur kutsal su Balıklı Ayazması yakınlarında olduğundan Bizans için ayrı bir öneme sahip. İznik İmparatorluğu'nun Latin İmparatorluğu'na son vermesinde bu kapının adının geçtiğini görüyoruz. Rivayetlere göre şehre eski adıyla Pege Kapısı zorlanarak ya da daha önce şehre giren casusların yine bu kapıyı açmasıyla girilmiş. Kapının üzerindeki kitabede Latince şöyle yazıyor: “Tanrı tarafından korunan bu mukaddes ayazma kapısı 1438 yılı Mayıs ayında İmparator Ioannes ve Maria Palaeologuslar mülkünün sadık hizmetkârı Manuel Bryenne Leontaris tarafından masrafı karşılanarak yaptırılmıştır.”

Topkapı - Topkapı, İstanbul'un fetihle özdeşleşen kapısı. Hatta şu an Suriçi'ne bu kapıdan girmek istediğinizde, sizi onun önüne götüren tramvay durağının adı da ‘Fetihkapı'. Fatih Sultan Mehmet, karargahını Bizans döneminde de adı Ayios Romanos olan bu kapı önüne kurmuş. Ağır top atışları yine burada yapılmış. Şehir düştükten sonra yıkılan kapı, yeniden yaptırılmış ve bu yeni kapının üzerine fetih esnasında kullanılan bazı top gülleleri yerleştirilmiş. Şimdi göremediğimiz fakat eski seyyahların anlattıklarından öğrendiğimiz bu top gülleleri kapıya ismini de vermiş. Bundan daha inandırıcı bir rivayet var ki, o da fetihten sonra yapılan sarayı korumak için bu kapı civarına toplar yerleştirildiği üzerine. Bu topların bulunduğu kapı, hem konduğu yere hem de saraya adını vermiş.

Yenikapı - Surların dışında, Marmara'nın en eski liman bölgesi olduğu söylenir Yenikapı'nın. Bu yüzden Bizans'ta eski adı dışarıda manasında ‘Vlanga'dır. Osmanlı'da bu Langa'ya dönüşmüş, kapıya da Yeni Langa Kapısı denmiş. Kapının ‘yeni' olma sebebinin ise, önceleri halka açık olmaması ve daha sonra öğrenilmesi olduğu sanılıyor. Fakat Yenikapı ile ilgili en çok gerçekliği muğlak şu rivayet sevilir: Şarabı, afyonu ve falı yasaklayan IV. Murat bir gün tebdil-i kıyafet bir sandala biner. Sandalcı hem şarap içer hem afyon çeker, hatta tanımadığı sultana da ikram eder. Bir de fal taşlarını çıkarınca padişah, “Hünkarımız bunları yasaklamadı mı?” diye sorar. Adam denizde padişahın haberi olamayacağını söyler ve “Hadi sor soracağını!” der. Sultan Murat, “Hünkarımız şu an nerededir?” diye sorar ve “Denizde.” cevabını alır. Adam tekrar fala baktığında karşısındakinin padişah olduğunu anlar ve af diler. Sultan, denizden çıktığında İstanbul'a hangi kapıdan gireceğini bilirse affedeceğini söyler. Sandalcı tahminini bir kağıda yazar lakin padişah yeni bir kapı açılmasını emreder ve kağıda bakmadan bunu bilemeyeceğini düşündüğü adamın idam emrini verir. Kapıdan girerken kağıdı açar, içinde şu cümle yazmaktadır: “Yeni kapınız hayırlı olsun padişahım.”

Edirnekapı - Edirnekapı adını tahmin edileceği gibi Edirne yolu üzerinde bulunmasından ötürü almış. Malum, surların dışı İstanbul sayılmıyor o vakitler. Yedi tepeli Suriçi'nin en yüksek tepesinde bulunan Edirnekapı, tıpkı Topkapı gibi fetih için önem arz ediyor. Zira askerler İstanbul'a bu kapılar arasında açılan gediklerden girmiş. Öte yandan Bizans'ta da Osmanlı'da da saray için bu kapının yeri ayrıymış. Sefere çıkılırken, askeri yahut dini törenlerde önceleri imparator, sonraları padişah hep bu kapıyı kullanırmış. Edirne istikametinde seferden dönen sultan yine buradan içeri girermiş.

Kumkapı - Marmara Denizi'ne açılan kapılardan olan Kumkapı da semte adını verenlerden. Bu semte Bizans döneminde küçük iskele anlamında Kontoskalion denirmiş. Burada yan yana biri büyük, biri küçük iki liman bulunurmuş. Bir rivayete göre şehre getirilen kumlar bu küçük limana boşaltılırmış. Ve bu kumlar bölgeye ve kapıya adını vermiş.

Ahırkapı - Şimdilerde Roman orkestrası ve Hıdırellez şenlikleriyle meşhur olan Ahırkapı semtinin kapısı, Sarayburnu tarafında. Padişah atlarının da içinde yer aldığı, Topkapı Sarayı'nın has ahırlarına açıldığı için bu ismi almış. Ahırlarla birlikte sarayın dış bahçeleri ve kasırları da semt sınırları içindeymiş. Ahırkapı sadece Osmanlı değil, Bizans saraylarına da ev sahipliği yapmış. Bölgede bu yüzden birçok arkeolojik kalıntı var.

Belgradkapı - Yedikule ile Silivri, kapı arasında bulunan Belgradkapı, Bizans'ta sadece askerlerin içeriden surlara çıkabilmesi için kullanılan bir kapıymış. Yıllarca örülü kaldığı için Osmanlı'da ‘kapalı kapı' da denen bu kapının açılması 1800'leri bulmuş. Semtin adının hikayesine gelince, Belgradkapı'nın civarına Kanuni Sultan Süleyman Belgrad fethinden getirdiği esirleri iskan ettirmiş. Esnaf olanlar buraya yerleştirilirken Belgrad'dan gelenlerin bir kısmı da bugünkü Belgrad Ormanları'nın yakınına getirilmiş. Memleketlerinden ayrı düşen Belgradlılar böylece İstanbul'da iki bölgede adlarını yaşatmışlar.

Narlıkapı - Adını etrafındaki narlardan alan yeşilliklerle örülü Narlıkapı, denize açılan kapılardan. Samatya civarındaki semte adını veren kapı, Yedikule tren istasyonunun arkasına düşüyor. Narlıkapı'nın surlarına oturup da denize karşı çekirdek çitlemenin keyfi paha biçilmez.

Eğrikapı: İstanbul surlarının Haliç tarafında, Ayvansaray'da bulunan Eğrikapı'nın adı muhtelif rivayetlere sahne olmuş. Kimine göre kapının iki kanadı karşılıklı kesişemediği için eğri denmiş, kimine göre kapıya giden dar yolun eğriliğinden. Evliya Çelebi, fetihten sonra bu semte yerleştirilen Eğirdirli göçmenlerden sebep buraya Eğrikapı dendiğini rivayet etmiş. Ama asıl olan, kapıdan girmeden hemen önce yolun dirsek yapacak derecede eğri olmasıymış. Bu dirseğin sebebi ise sura bitişik durumda, kapının hemen solunda İslam ordularının İstanbul kuşatmasında yer alan Hz. Hafir'in türbesinin bulunmasıymış. Tüm bunlarla birlikte meşhur Kaşıkçı elmasının Eğrikapı'da bir çöplükte bulunduğu rivayeti, semtin hikayelerle dolu popülaritesini artırmış desek yeri.

Ayakapı: Haliç tarafında bulunan bu sur kapısının adı Aya Theodosia isimli bir azizeden geliyor. Bizans döneminde semtte bu adla bir kilise de varmış. Halk arasında bir söylenceye göre, Aya Theodosia'nın yortu günü 29 Mayıs'mış ve İstanbul'un fethi sırasında askerler halkın kiliseyi güllerle donattığını görmüş. Daha sonra bu kilise camiye çevrildiğinde de adı Gül Camii olmuş. Tabii bu pek inandırıcı görünmeyen rivayet gibi, caminin yerinde Gül Baba adında birinin yatırı olduğu da söylentiler arasında.

Çatladıkapı - Surların denize açılan bir başka kapısı da, Yenikapı ile Cankurtaran arasında bulunan Çatladıkapı. Bizans zamanında Bukuleon Sarayı'na açıldığından bu sarayın adıyla anıldığı da olmuş. Kapının üzerinde Bizans döneminden bir sarayın süslü duvar kalıntılarının bulunması bu ihtimali güçlendiriyor. Kapıya ve semte bu ilginç ismi verense rivayete göre kapının bir depremde çatlaması. Bununla birlikte başka bir rivayette de ‘Çatladı Kasım' lakaplı biri bu bölgede yaşamış ve kapı ile semt onun adının değişerek gelmesiyle Çatladıkapı diye anılır olmuş.

Azapkapı - Eskiden surların dışında kalan Galata bölgesinde de surlar bulunuyormuş. Azapkapı da bu sur kapılarından birinin adı. Her ne kadar ismi işkenceleri anımsatsa da, Azapkapı adını bambaşka bir şeyden almış. Tersanelerde veya donanmada, görevli deniz erlerine ‘azep' denirmiş. Fetihten sonra Haliç'te kurulan tersanenin yanında Azepler Kışlası bulunuyormuş ve bu bölgedeki sur kapısının adı ‘Azep Kapısı'ymış. Bu kapının adı şimdi Karaköy'de Arap Camii civarındaki mahallede yaşıyor.

Mevlanakapı - Fetihten sonra açılan bu kapıya Yenikapı Mevlevihanesi'nin bulunduğu yola uzandığı için Mevlevihane Kapısı denirmiş. Fakat zamanla kısalarak Mevlana Kapısı olmuş. Bu kapının adı Bizans'ta Rus Kapısı'ymış. Vaktinde surdışında bir yere yerleştirilen Ruslar ayaklanarak İstanbul'a günlük girme hakkı elde etmişler. Ve onların ancak bu kapıdan girmesine izin veriliyormuş.

Her türlü siyasi şov itinayla yapılır

0
0

Türkiye'yi yönetenler birbirinden ilginç, komik ve bir o kadar da tuhaf açılışlarla gündem olmayı seviyor. Belediye başkanı 100 TL'lik yardımı törenle dağıtıyor, akülü arabaya kurdele bağlanıyor, olmayan tesisler devletin en yetkili isimleri tarafından 5. kez açılıyor.

Geçirdiğimiz son günlerden akıllarda kalan birçok fotoğraf var. Hepsi de ölüm ve acı ile dolu. Birkaç hafta önce hafızalara kazınan bir fotoğraf ise görenlere daha çok utanç duygusu yaşatıyor. Elazığ'da düzenlenen ‘fakirlere yardım töreninde' iki kadın mahcup bir yüz ifadesiyle 100 lira yardımı kabul ediyor. Banknotun diğer ucunu tutan Elazığ Belediye Başkanı'nın yüzünde ise tam tersi bir ruh hali hakim. Sosyal medyada defalarca paylaşılan bu kare için yapılan yorumlardan bazıları manzarayı özetler nitelikte: “Verdiği 100 lira için duyduğu gurura bak.” diyenler yardım miktarına dikkat çekerken, kadının yüzündeki mahcubiyete karşı başkanın yüzündeki kibiri işaret edenlerin sayısı hayli fazlaydı. Diğer bir yorum ise şöyleydi: “Seçim meydanlarında din sömürüsü ile oy toplamaya çalışan bir adamın hayır işi yaparken karşısındaki insanı rencide ederek poz vermesi gayet normal.” Bu olay büyük tepki görse de Türkiye bu tür manzaralara yabancı değil. Zira siyasetçilerin pahada hafif, gösterişte ağır yardımları sayesinde bundan önce de ihtiyaç sahibi pek çok insan kameralara mahcup mahcup poz vermek zorunda kalmıştı.

Aynı tesis 7 yılda 5 kez açıldı!

AKP'li yöneticilerin tuhaf açılış törenlerine olan tepeden aşağı doğru devam ediyor. AKP'nin “toplu açılış” balonları komik olaylara neden oluyor. Örneğin Amasya Katı Atık Bertaraf Tesisi, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Taner Yıldız'ın katıldığı programla 5. kez açıldı. Tesis daha önce Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve 30 Mart yerel seçimlerinden önce Belediye Başkanı Cafer Özdemir tarafından da açılmıştı.

Öğrencileri stadyumda isim isim çağırdılar

‘Alan el'i utandıracak başka bir yardım örneği ise yıllar önce Bingöl'de yaşanmıştı. Beş yıl önce Nevruz kutlamaları nedeniyle stadyuma toplanan öğrenciler arasındaki ihtiyaç sahipleri kutlama sonunda isim isim anons edilmişti. Bu şekilde kürsüye çağrılan çocuklara yardım paketleri vali yardımcısı tarafından verildi. Olayın yaşandığı günlerde bazı köşe yazarları arkadaşlarının ve kameraların önünde paketleri kabul eden öğrencilerin psikolojilerinin hiçe sayıldığını düşünerek yapılan yardım şeklini eleştirmişti.

Yangın dolabı açılışına davetlisiniz

30 Mart'ta yapılacak yerel seçimlere sayılı günler kala, AKP'li Bursa Büyükşehir Belediyesi ilginç bir açılış töreni düzenledi. Kentin çeşitli yerlerine asılan afişlerde halk, 12 adet yangın dolabının açılışına davet edildi. Sosyal medyada büyük ilgi gören açılışa ise ilgi olmamasına rağmen tören düzenlendi.

İşadamının yardımıyla siyasi şov

Hollanda'da yaşayan Erzurumlu hayırsever işadamının verdiği parayla alınan 113 akülü aracın engelli vatandaşlara dağıtılması şova dönüştürüldü. Geçtiğimiz haftalarda yapılan törende, Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Ali Rıza Kiremitçi, AK Parti İl Başkanı Fatih Yeşilyurt, Palandöken Belediye Başkanı Orhan Bulutlar, Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen, AK Parti milletvekilleri Adnan Yılmaz ve İbrahim Aydemir kürsüye çıkarak konuşma yaptı. Sonrasında kurdeleler kesilerek sandalyeler ihtiyaç sahiplerine verildi.

Başkandan bir yardım klasiği!

Ümraniye34 adlı haber sitesinde ‘Klasik Hasan Can yardım töreni' başlığıyla duyurulan program da diğerlerini aratmayacak kadar ilginçti. Maddi durumu iyi olmayan vatandaşları belediyenin nikah sarayında toplayan Başkan, önce bir konuşma yapıyor. Yardımlarını sosyal belediyecilik anlayışıyla yaptığını iddia eden Can, belirli aralıklarla bu törenleri düzenliyor. Protokol konuşmalarından sonra kürsüye ihtiyaç sahibi birkaç isim çağrılıyor. Burada pozlar eşliğinde yardım kartları veriliyor. Elinde mikrofonla anons yapan bürokratlar yardım yapmanın verdiği gururla dik dursa da karşılarındaki kişinin mahcubiyeti yüzünden okunuyor. Ardından programın bitiminde diğer ihtiyaç sahipleri kurulan stantlarda yardım kartlarını alıyor.

Engelli aracını kurdeleyle açtılar

Herkesin malumu olduğu üzere ülkemiz yardımsever siyasetçilerinin bir sevdası da açılış yapmak. Bazıları da bu iki coşkuyu bir arada yaşamanın yollarını arıyor. Büyük küçük demeden yaptıkları yardıma kurdele kesmekte, tören yapmakta bir beis görmüyor. Örneğin geçtiğimiz yıl AK Parti Giresun İl Başkanı Hasan Aydın ve Duroğlu ilçe Belediye Başkanı Murat Kılıçaslan'ın yaptığı gibi. Aydın, Giresun Belediyesi'nin engelli bir kadına bağışladığı akülü araca kurdele keserek açılış yapmıştı. İhtiyaç sahibi, Anadolu kadınını araca oturtarak etrafında toplanan takım elbiseli, kravatlı adamlar gururlu yüz ifadesiyle kurdeleyi kesmişti. Kadının ise mahcubiyetten yüzü öndeydi. Olayın yaşandığı gün sosyal medyada büyük tepki gören ‘engelli araç açılışı' yabancı basında bile yer almıştı.

4 metrekarelik kız yurdu açılışı

AKP'li Bakan Nihat Zeybekci Kütahya ziyareti sırasında 200 öğrenci kapasiteli bir kız yurdunun temelini atmıştı. Ancak temeli atılan yer sadece 4 metrekarelik bir alandan ibaretti. CHP'li Umut Oran da oranın fotoğrafını çekip Twitter'dan paylaşarak “Sizce bu nedir?” diye sormuş ve cevabı yine kendisi vermişti: “Bildiniz, Bakan Nihat Zeybekci'nin geçen hafta Kütahya Emet'te törenle attığı 4 m²'lik Kız Yurdu İnşaatı temeli!?”

Bir garip açılış hikayesi...

Diğer bir tören hikayesi ise Isparta'dan. Açılışı yapılan ise bir ayakkabı sandığı. İki yıl önce kaymakamdan kendisine boya sandığı almasını isteyen vatandaş muradına erdi ancak sıra dışı bir törenle. Hükümet konağına getirilen vatandaş beyaz takım elbise ile boya sandığının başına oturtuldu, önüne bir kurdele gerildi. Kurdelenin iki ucunda bürokratlar ortada elinde makasıyla Kaymakam Ahmet Altıntaş olduğu halde açılış gerçekleşti. Verilen pozun diğer yardım manzaralarından farkı yoktu. Bürokratlar mağrur ve gururlu, ihtiyaç sahibi mahcup.

Anaokulumuza trafik pisti yaptık!

2010 yılında Niğde'nin Bor ilçesinde TOKİ Anaokulu'na çocukların uygulamalı eğitim alması için yapılan trafik pistinin açılış törenine AKP'li iki vekil, Niğde Valisi, Bor Kaymakamı, askeri fabrika komutanı, ilçe emniyet müdürü, ilçe milli eğitim müdürü katılmıştı. Kurdele kesilmesinin ardından katılımcılar birbirlerini plaketle ödüllendirmişti.

Müzede rehberiniz robot olursa şaşırmayın

0
0

Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Levent Akın ve öğrencileri Türkiye'nin ilk ‘sosyal robotu'nu geliştirdi. Turgay Robot, hem insanlarla hem de Nao olarak bilinen diğer rehber robotlarla iletişime geçebiliyor.

İstisnaları hariç tutalım fakat şöyle de bir durumumuz var. Müzelerin ‘tanıtımı insanların eline tutuşturulan yüzeysel bir broşürden ibaret sayan' yönetimleri, zaten yeterince az olan müze ziyaretlerini daha da vahim bir düşüşe sürüklüyor. Halbuki güzel olmaz mıydı bizi kapıda karşılayan bir rehber olsa, sorduğumuz bütün sorulara sabırla cevap verse. Sonra bizi müzenin farklı bölümlerine yönlendirse. Hatta oralarda da bizi rehberler karşılasa… ‘Bırakın maliyeti o kadar yetişmiş eleman nereden bulunacak?' diye soranlara ‘robot' desek, ‘yapay zeka' desek...

Aslında bu tabloyu hayata geçirecek proje de robot da hazır. Robotumuzun bir ismi var üstelik. Kendisi ‘Türkiye'nin ilk sosyal robotu' Turgay. İsmail, Erdal, Mecnun, Leyla hatta Şaban ve Lütfü isminde arkadaşları da var Turgay'ın. Ee sosyal robot bu, yalnız olacak hali yok. Turgay'ın isim hikâyesi çok hoş. İngilizcede tur rehberi anlamına gelen ‘Tour guide'ın Türkçeleşmiş hali. Orijinali ‘Turgai' diye yazılıyor. Sonundaki ‘ai' de yapay zekâ demek olan ‘artificial intelligence'ın kısaltması.

Turgay, Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği öğretim görevlisi Prof. Levent Akın ve 5 öğrencisinin yaklaşık 2,5 yıldır üzerinde çalıştığı ve kısa süre önce görücüye çıkardıkları ‘Türkiye'nin ilk sosyal robotu'. ‘Sosyal robot' da neyin nesi diye soruyorsanız Levent Akın cevaplasın: “Robot denince insanların aklına sanayide endüstride kullanılan robotlar geliyor. Onlar mesela kaynak yapar, bir şeyleri birleştirir vs. Ama aynı işin tekrarını sürekli aynı hassasiyette yapar. Hiçbir zaman insanla birlikte çalışmaz. Hâlbuki sosyal robot dediğimiz zaman o robotun insanla etkileşime geçmesi esastır. Biz nasıl ki sizinle iletişim kuruyorsak bunun benzerini bekleriz robottan. Zaten nihai hedef, insan-robot ilişkisini insan-insan ilişkisinden farksız hale getirmek.”

İsimler Leyla ile Mecnun'dan

Levent Akın'ın anlattıklarına göre Turgay, çoklu rehber robot olarak dünyanın ilk örneği. Buradan dünyada rehber robotların olduğunu öğreniyoruz. Turgay'ı diğerlerinden ayıran şey, insanların yanı sıra diğer rehber robotlarla da iletişime geçmesi. İşte burada devreye İsmail, Erdal Mecnun geliyor. Yani Nao'lar. Nao, orta ölçekli insansı robotlara verilen isim. Turgay gibi hepsinin birer ismi var. Öğrenciler isimleri Leyla ile Mecnun dizisinin ve Tosun Paşa filminin karakterlerinden seçmiş. Nao'larla iletişime geçmesinin nasıl olduğunu soruyoruz Levent Akın'a, tane tane anlatıyor: “Turgay rehber robotlardan oluşan bir ekibin lideri. Bir müze düşünün. Müzenin girişi var. O müzenin değişik galerileri olabilir. Turgay, giren kişinin nereye girmek istediğini anlıyor, oraya götürüyor. Gidilen yerde Nao'lar var. Onlar da ziyaretçilere orayı gezdiriyor. Turgay lider ve görevleri dağıtıyor. Mesela diyor ki Nao'lara, şu an senin rotanı gezmek isteyenler var, onları getiriyorum.”

Levent Akın hâlâ geliştirmeye devam ettikleri sistem sayesinde ileride şöyle şeyler olmasını planladıklarını anlatıyor: “O robot başka birilerini gezdiriyor da olabilir o sırada. O zaman ‘Siz bekleyin ben turumu bitireyim', ‘Sen onu al başka yere götür' diyebilir.” Dünyadaki diğer rehber robot örneklerinden farkına gelince şöyle anlatıyor Akın: “Onlarda tek bir robot var. o ilgileniyor. Burada uzman robotlar sayesinde daha çok insana hizmet vermek ve daha farklı hizmetler vermek mümkün oluyor.” Peki insanlar neden robotlarla iletişime geçmeyi tercih etsin? Akın, şöyle cevap veriyor: “Bu robot hiç sıkılmayacak, yorulmayacak. Normal bir rehber işi bitince gider. O insan istediği müddetçe kalacak. Siz ‘bu ne, bu ne' diye sorduğunuzda sabırla cevap verecek.”

Turgay, nasıl daha görgülü olur?

Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Robot Laboratuvarı'nda geliştirilen Turgay, bir ekip işi ve her aşamasından farklı bir öğrenci sorumlu. Turgay'ın sosyal yönü Yiğit Yıldırım'ın sorumluluğunda. Bir başka deyişle Turgay'ın ‘nasıl daha görgülü bir robot olabileceği' konusunda çalışmalar yapıyor. Kendisi anlatsın: “Robot bir yerden bir yere gidebiliyor evet ama burada insanları rahatsız etmemesi çok önemli oluyor. Robotu gören insanın robot geliyor deyip kenara kaçmamasını istiyoruz. Sosyal navigasyon bunun için önemli. O da şöyle oluyor: İnsanlarla çevredeki diğer engellere farklı muamele etmesini istiyoruz. Mesela iki kişi konuşurken aralarından geçemeyecek. Gerekirse bekleyecek.” İbrahim Özcan ise Avatar dedikleri Turgay'ın ekran yüzü ile ilgileniyor. Bu arada Turgay'ın yüzü bir bilgisayar ekranı ve ekrandaki görüntüde Van Gogh var. Özcan, “Robot turgay müze rehberliği yapacağı için yüzünü sanat dünyasından seçmeyi tercih ettik.” diyor. Öte yandan proje müze ile sınırlı değil. Uzun vadede bu sistemin hastane, üniversite gibi insan kalabalığının yoğun olduğu yerlere entegre edilmesi mümkün. Binnur Görer ve Okan Aşık ise Nao'lar ve robotların vücut dilini kullanmasına ilişkin çalışmalar yürütüyor. Engin Özkucur, Yasemin Usta, Bahar İrfan da proje ekibinde.

Robotların da pasaportu varmış…

Turgay şimdilik laboratuvarda çalışıyor. Bu sıra ziyaretçisi çok. O yüzden epeyce yorgun. Diğer Nao'lar da aynı şekilde. Onlar da Çin'de düzenlenen RoboCup 2015 Dünya Şampiyonası'ndan henüz dönmüşler. Boğaziçi'nin Nao'ları aynı zamanda Cerberus adlı futbol takımının oyuncuları. Leyla ile Yavuz savunmada imiş. Erdal ve İsmail forvette… Çeyrek final oynamayı başaran takım şampiyonayı ilk sekizde tamamlamış. Bu arada robotların da pasaportu olduğunu öğreniyoruz. Akın gülerek anlatıyor: “Türkiye'den çıkarken, Çin'e girerken, Çin'den çıkarken, Türkiye'ye girerken her seferinde onaylatıyorsunuz. Ticaret Odası'ndan aldık vizeyi. Sanırım Çin'in çıkarttığı bir zorluk bu ama hukuki bakımdan da bunları ayrı bir varlık haline getirmiş oluyor.”

Zarar verirlerse kim suçlu?

Yıllardır yapay zekâ çalışmaları yapan Levent Akın'a ‘Robotlar bir gün insan zekâsına ulaşacak mı?' diye sorduğumuzda ‘Ben ulaşacağını düşünüyorum.' diye cevap veriyor. Stephan Hawking'in ‘Yapay zekâ insanlığın sonunu getirebilir.' sözünü hatırlatıp ‘Peki sonra ne olacak?' diye soruyoruz. “Aynı şekilde arabayı kötü kullanırsanız bir sürü kişiyi ezersiniz. Önemli olan ürettiğiniz şeyle neler yaptığınız.” diyerek cevap veriyor Akın. Bu zeki robotlarda yapmaya çalıştıkları şeyin ‘zeka arttıkça etik değerlerini geliştirmek' olduğunu söyleyen Akın, ekliyor: “Şu anda AB'de robot hukuku konusunda çalışmalar var. Avrupa Parlamentosu'na yüzlerce sayfalık öneriler sunuyorlar. Robot yüzünden birine ya da bir şeye zarar verildiğinde kim suçlu onlar tartışılıyor. Robotun otonom olup olmadığı konuşuluyor. ‘Otonomsa robot suçlu, değilse onu tasarlayan suçlu' gibi tartışmalar yapılıyor.” ‘İnsansı robot' konusunda yapılan çalışmaların geldiği noktayı sorduğumuzda ise ‘Turgay'ı gösterip ‘İşte bu noktada.' diyor Akın.

Başka türlü bir müziğin peşindeyim

0
0

Kaliteli müziğin peşinde olanlar Cenk Erdoğan'ı yıllardır tanıyor. Ama çoğumuz onu Çağan Irmak'ın filmi Issız Adam'ın müzikleriyle tanıdık.

Onun için “Erkan Oğur'un veliahdı” diyenler de var, “müziğin dâhi çocuğu” diyenler de. Özellikle perdesiz gitardaki ustalığı ve yaptığı besteler Erdoğan'ı her zaman gündemde tuttu. Yaptığı film ve dizi müziklerinin yanı sıra katkıda bulunduğu albümler ve canlı performansları da ilgi ile takip ediliyor. Son dönemde ülkenin en önemli yorumcuları onunla çalışmak için adeta sıraya geçmiş durumda. En son Sezen Aksu'nun 40. yıl konserinin müzik direktörlüğünü de üstlenen sanatçı, bir yandan da üçüncü albümü Kara Kutu'yu müzikseverlerle buluşturmanın heyecanını yaşıyor.

Kara Kutu'da kış, yağmur, İstanbul, aşk, hüzün ve yalnızlık duyguları ile beslenmiş eserler var. Cenk Erdoğan bunu tabiatına bağlıyor. Yaz aylarından çok hazzetmediğini ve yazın çok beste yapamadığını söylüyor ve ekliyor: “Daha karanlık ve melankolik atmosferler bana yazdırıyor. Onlar besliyor beni. Bütün canlılar için çok büyük bir değişim kış. Herkeste bir hüzün başlıyor. Kışın bir yalnızlık tarafı var ve o benim hoşuma gidiyor.”

Sezen Aksu'yla çalışmak

en büyük hayallerimdendi

Cenk Erdoğan, sadece bir perdesiz gitar sanatçısı ve besteci değil. Dizi ve film müzikleri ile birçok albümde de prodüktörlük de yapıyor. Ayrıca son dönemde popüler isimlerle çalışmaları var. Aslında lise ve üniversite yıllarında birçok popüler isimle sahnede birlikte çalmış. Gülben Ergen, Emel Sayın gibi birçok ünlü ile çalışmış. Ama bir gün bir konser sırasında artık pop çalmanın doyum noktasına vardığını hissetmiş. Ondan sonra da Ceylan Ertem, Şenay Lambaoğlu, Jehan Barbür gibi daha alternatif sayılabilecek işlere yönelmiş. Pop çalmayı sevdiğini ve bunun aslında göründüğü gibi kolay da olmadığını vurguluyor. “Ruhunu törpülediğin bir iş. İyi bir pop gitarcısı kolay yetişmez.” diyor.

Onu en son Sezen Aksu'nun 40. yıl konserinde müzik yönetmeni olarak gördük. Bu buluşmayı şöyle anlatıyor: “Sezen Aksu ile çalmak en büyük hayallerimden biriydi. Sağ olsun Rıza Okçu bana güvendi ve bu işin başına geçmemi istedi. Çok çalıştık ve harika bir konser oldu. Popüler dünyaya uzak gibi görünüyordum ama aslında bir ara vermiştim böylece dönmüş oldum. Tabii ki kendi müzikal projelerim de devam edecek.”

Yapımcılar halkın nabzını biliyor

Cenk Erdoğan, bir yandan da dizi ve film müzikleri ile ilgileniyor. Bunun kendisine çok fazla şey kattığını düşünüyor. En büyük katkısının ise seyircinin gözünden müzik ihtiyacını anlamak olduğunu söylüyor ve devam ediyor: “Enstrümantal müzik yapanlar daha çok bu müziği kendileri ve diğer müzisyenler için yapar. Dünyadaki müzisyenlere ulaşacak mı, festival dinleyicileri beğenecek mi gibi kaygılarım vardı. Ne zaman ki televizyon için müzik yapmaya başladım büyük tokatlar yedim. Yapımcılar halkın nabzını çok iyi biliyor. Yaptığım bu müziğe berbat diyor mesela. Sen kimsin de benim müziğime berbat diyorsun diyorum. Ama aslında halkın nabzını onlar biliyor. Mesela bugün çok acayip bir fotoğraf gördüm. Adam asılıyordu ama asılırken üzülmesin diye küçük kızına gülümsüyordu. O sahnenin üzerine senfoni yazarsın. Çocuğun o bakışı unutulmazdı. Bugün bir şey bestelersem o çocuğun bakışlarını bestelerim.”

Cenk Erdoğan, sırf beğenilsin ya da para kazanılsın mantığı ile müzik yapmadığını vurguluyor. Ama hayatta kalabilmek için de paranın gerekli olduğunu söylüyor. Bir yandan kendi müziğine odaklanırken bir yandan da ayakta kalabilmek için farklı işler yapmak zorunda olduklarını anlatıyor: “Yaptığım birçok ticari iş var elbette. Mesela her zaman en iyi senaryoya müzik yapamazsın ki. Beş altı yıl komedi dizilerine müzik yaptım. Sırf ticari olsun diye bir şey yapmıyorum. Ben başka türlü bir müziğin peşindeyim. 36 yaşıma geldim daha yeni yeni şarkı sözleri dinler oldum. O da aranjesini yaptığım işlerin teknik kısmıyla ilgili. Ben müziğimin geleceğe kalmasını ve gündelik olmasını istemiyorum.”

Üretmeden mutlu olamıyorum

Son dönemde popüler işler yapmasına dinleyicilerden olumsuz eleştiri gelmemiş. Bunun sebebi de belki insanların Cenk Erdoğan'dan kötü bir iş çıkmayacağı düşüncesi olabilir. Bu düşüncenin kendisini çok sevindirdiğini anlatıyor sanatçı: “Ben bu işi yapmayı çok seviyorum. Bu işin eğitimini aldım, iyisini yapmak zorundayım. Hedeflerim var. Piyasada inanılmaz müzisyenler var. Sahnede çalıyor parasını alıyor ve öyle yaşıyor. Öyle çok mutlu. Ben bundan mutlu olmuyorum. Biri bittiğinde başka bir şeyi arıyorum. Bugüne kadar içinde yer aldığım 36 proje olmuş. Bu hayatta tav olduğum şey hep yeni şeyler üretmek.”

20 dakikada şehir ayaklarınızın altında

0
0

Boztepe'deki muhteşem manzarayı görmek, Ordu'ya gitmek için yeterli bir sebep. Hele ki çaylarını yudumlayıp huzur arayanlar ‘şehrin terasının' misafiriyse değmeyin keyiflere. Tabii sadece tepe değil, birçok tarihî; ve turistik yer de görülmeye değer. Ayrıca tünellere merakınız varsa Türkiye'nin en uzun tünelini görmek için bir kez daha düşünmelisiniz.

“Ordu'nun dereleri, Aksa yukarı aksa, Vermem seni ellere, Ordu üstüme kalksa…” diye başlar, Ordu'nun meşhur türküsü… Türkü zihinlerde öyle bir yer etmiş ki, dinleyenler hemen şu soruyu sorar kendi kendine: ‘Gerçekten dereler yukarı akıyor mu?' Yerinde görelim diye yollara düştük. Yazıda türkünün hikâyesini anlatmayacağız elbette ama yer yer dem vurmadan da edemeyeceğiz…

Tam da yazın hareketli günleri yerini yavaş yavaş sessizliğe bırakmaya başladığı şu zaman diliminde değmeyin Ordu'nun keyfine. Gözünüzü çevirdiğiniz hemen her yerde deklanşöre basmanız için hazır bekliyor bütün doğal güzellikler. Mavi ve yeşil de cabası…

Kaşkalar, Medler, Persler, Roma İmparatorluğu, Danişment Beyliği, Trabzon Rum İmparatorluğu, Anadolu Selçuklu Devleti, Hacıemiroğlu Beyliği ve Osmanlı İmparatorluğu'na ev sahipliği yapan Ordu, hayli eski bir yerleşke… Samsun, Trabzon ve Giresun ile birlikte, bu kıyılara egemen olan Milet kolonisi Sinope (Sinop) tarafından M.Ö. 7. yüzyılın ortalarında kurulur. Dağ eteği anlamına gelen ‘Kotyora veya Cotyora' ismini alır. Öteki Karadeniz kolonileriyle birlikte M.Ö. 6. yüzyılda Perslerin eline geçer. Zaman içinde Pontuslular'ın hakimiyetine girdikten sonra 1346 yılında Canikli Hacıemiroğulları Beyliği tarafından fethedilir. Yıldırım Bayezid zamanında da Osmanlı topraklarına dâhil edilir. 1920'ye kadar Trabzon'a bağlı bir kazayken 1921'de vilayet merkezi haline gelir…

ŞANSLI İL

Karadeniz'e yapılan yolculuklar Samsun'u geçip Ordu hududuna varılınca anlaşılır. Mesela, Ünye saklandığı koydan çıkıverir karşınıza aniden. Sonra, Fatsa'ya doğru uzanır kumsallar... Eski yol olarak tabir edilen Bolaman-Perşembe'de ise dağlardan kopup gelen yeşillik, büyük bir özlemle asfaltı atlayıp denizle buluşur. Doğanın bu kıpır kıpır haline, göz alabildiğine uzanan fındık bahçeleri katılır sonra… Deniz turizmi bakımından da Doğu Karadeniz'in en şanslı illerinden biri Ordu. Karadeniz Otoyolu sebebiyle tahrip edilen sahil kısmında, kıyıları bozulmadan ayakta kaldığı için. Yeşil ile mavinin kucaklaşmasına otoyol bile mani olamamış! Eşsiz koyları, yeşil doğası ve berrak denizi de bunun kanıtı. Yol bizi kıyıdan alıp içeriye doğru yönlendirirken şunu söylemekte fayda var. Daha büyüğü yapılana kadar, Türkiye'nin en uzun motorlu taşıt tüneli Nefise Akçelik (Hapan) Tüneli'de bu bölgenin içinde, 3 bin 820 metre uzunluğuyla…

Şadırvan'ın en yüksek hali

Karadeniz'in orta yerinde genişçe bir koya kurulmuş Ordu şehir merkezine ulaşınca, Karadeniz ile ilk kez tanışmış gibi olur insan. Eski bir dostun sevecenliğiyle misafirlerini selamlayan bu şirin kent, bahçeler içindeki güzelim taş konaklarıyla gülümseyiveriyor önce, sonra yerini sahildeki çay bahçeleri, restoranları ve yol boyunca sıralanmış apartmanlara bırakıveriyor kendini. Şehir merkezi demişken, tek başına anıt gibi duran Osman Paşa Şadırvanı'nın hikâyesini anlatmadan olmaz. Şadırvanın banisi, aslen Ordulu olan Trabzon Valisi Hazinedarzade Osman Paşa. 1842 yılında yaptırılan eser, modernleşme çalışması gerekçeleriyle 1937'de yıktırılır. Ülkemizde, sütunları en yüksek olarak bilinen şadırvan, işadamı Fahri Çelebi tarafından 18 yıl önce aslına uygun olarak yeniden inşa ettirildi.

Şehrin terası…

Ordu, tanıtımında kullanıldığı gibi O2 (oksijen)'in bol bulunduğu bir bölge. Bu minvalde ilk hedefimiz Boztepe. Boztepe'ye teleferikle çıkmak doyumsuz bir Ordu seyirliği sunuyor ziyaretçilerine. Üstelik cüzi bir fiyata, gidiş-dönüşü 6 TL'ye. (Hafta sonu 8 TL) Cam fanusun içinde küçük küçük fındık bahçelerini, binaların tepesindeki martıları, güvercinleri görme şansınız mümkün. Zira şehre tepeden bakış, nasıl bir coğrafyada bulunduğumuz hakkında bize ipuçları veriyor. Karadeniz; tepeye çıktığımızda sol tarafı ufka kadar her yer masmavi, sağ tarafı ise Ordu'yu arkadan çeviren dağlar ve yemyeşil... Günlük güneşlik bir hava var ise Ordu'yu uzun bir plaja çeviriyor Karadeniz. Aynı zamanda yamaç paraşütçülerinin de uğrak noktası burası. Denizden 500 metre yükseklikte olup, ilin tüm güzelliklerini, Karadeniz'in muhteşemliğini Boztepe'den süzülerek seyretmek doyumsuz bir keyif veriyor paraşütçülere. Bu arada yükseklik korkusu olanlar üzülmesin, 20 dakikalık asfalt yolu bitirdikten sonra Ordu ayaklarınızın altına seriliyor. Hele de yağmur ve sisin olmadığı bir gün yaşıyorsanız ‘şehrin terası'nda unutulmayacak dakikalar geçirebilirsiniz.

Sivil mimarinin en güzel örneklerinden

Boztepe'den sonraki istikâmetimiz, Paşaoğlu Konağı. 1896 tarihli yapı, Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örneklerinden. Selimiye Mahallesi'nde bulunan, zengin taş işçiliğine sahip konak, günümüzde Etnografya Müzesi olarak kullanılıyor. İçerideki teşrifat ve sergilenen kıyafetler, takılar, silahlar ve mutfak gereçleri o dönemin günlük hayatına dair ipuçları veriyor. Şehir merkezindeki gezintimizin sonraki durakları arasında; 1770'li yıllarda yapılan Atik İbrahim Paşa Camii (Orta Cami) ve Aziziye Camii yer alıyor. Kentin kuruluş yıllarından kalma tarihî; Aziziye (ahşap) cami, 1894 yılında Kadızade Hacı Hasan Efendi tarafından yıktırılarak yeniden inşa edilmiş. Listeye, Selimiye ve Hamidiye camilerini de ekleyebiliriz.

Güneşin doğuşu ve batışı

Ordu'dan ayrılıp, 14 kilometre uzaklıktaki şirin belde Perşembe'ye doğru yol alıyoruz. Rotamız, Türkiye'nin on sakin şehrinden biri olan Perşembe ilçesinin Yason burnu. Burası karadan çıkıp Karadeniz'e batarcasına uzanmış ince, uzun ve kıvrımlı bir yarımada ahenginde. Üzerinde tadilat görmüş eski bir kilise var. Yeni evlenen çiftlerin fotoğraf çektirdiği ve turistlerin yoğun ilgi gösterdiği bu yarımadanın en hoş özelliği, güneşin Karadeniz'den doğup Karadeniz'de batışının izlenebilmesi. Kısacası her şeyin ve her yerin birbirine benzediği küresel dünyada kendi gibi kalabilmiş yerlerden.

Mendereslerle bölünen yaylalar…

Ordu'da bol yamaçlı yeşil yaylalar kâh mendereslerle bölünüyor kâh kışın kayak yapılan yamaçlarla dalgalanıyor. Şehrin iç kısımları yüksekçe ve bu bölgeler harika yaylalara sahip. Etrafında kaya mezarları bulunan Ünye Kalesi, UNESCO Dünya Antik Eserler Listesi'ne dâhil olan 2300 yıllık Gölköy Kalesi, Pontuslardan kaldığı rivayet edilen Bolaman Kalesi, Aybastı'ya 17 kilometre mesafede bulunan bin 500 metre rakımlı Perşembe Yaylası, Kabadüz ilçesine bağlı 100 bin dönüm arazisiyle ülkemizin en büyük yaylalarından Çambaşı Yaylası bunlar arasında en bilinenleri.

Özetlemek gerekirse; şehirde başta yayla turizmi olmak üzere, kampçılık, bisiklet turu, sportif balıkçılık, dağ yürüyüşü, foto safari, yamaç paraşütü ve rafting alanlarında güçlü bir potansiyel bulunuyor.

Kabak, hamsi, fındık...

Ordu mutfağında sebze ağırlıkta. Pancar çorbası, kabak çorbası, mısır çorbası, sakarca kayganası, etli keşkek, pancar diblesi ve tirmit (mantar) kavurması yöre halkının vazgeçilmez lezzetleri arasında. Birçok farklı şekilde yapılan turşular da listenin üst sıralarında. Tabii ki hamsiyi de unutmamak gerek. Yörenin geçim kaynağı ise fındık. Mamullerini hem yemeklik hem de hediyelik olarak alabilirsiniz.


Bulutların üzerinde yaşamak

0
0

Daha büyüğünü inşa etme tutkusu insanoğlunu her gün biraz daha yükseğe çıkartıyor. Bazıları bulutların üzerinde yaşarken bazıları da bunu görüntülemekle mutlu uluyor.

Chicago'da yaşayan fotoğrafçı Peter Tsai'den 6 yıl önce bulutların üzerinden rüzgarlı şehrin ünlü ufuk çizgisini belgelemesi istenmişti. Sanatçı "Cloud Chicago" isimli projesi ile yoğun sisle örtülmüş şehrin doyumsuz portresini fotoğrafladı.

Tsai, bu görüntüleri çekmek için yolculuğunda sayısız zorluklarla mücadele etti. Hancock Gözlemevi'ne ve Willis Kulesi Balkonu'na çıktı ve böylece farklı açılardan kontrast fotoğraflar çekme imkanı buldu. Kamerasıyla daha yüksek irtifaya ulaşmak amacıyla acele etmeden önce sis sarmalı için gölü izledi. Mükemmel fotoğrafı yakalamak için saatlerce gözlemevinin tepesinde bekledi. Üzerine çıktığı gökdelenleri saklayan bulutların harika göründüğünü söyleyen Tsai, onların arasında akıp giden sisin akışını izlemenin çok güzel olduğunu belirtti. Çalışmasından yıllar sonra Tsai, “Cloud Chicago” dizisi için düzinelerce etkileyici fotoğraf çekti, ancak durmaya niyeti yok gibi. 50'nin üzerinde fotoğraf çeken fotoğrafçı çok mutlu olduğunu söyledi.

Rüyasında gördü, motosikletiyle sörf yaptı

0
0

Rüyasında masmavi sularda, motoruyla birlikte dev dalgalara karşı koyduğunu gören bir motosiklet tutkunu, bu inanılması güç olayı gerçekleştirdi.

Motosiklet sürücüsü Robbie Maddison, geçtiğimiz günlerde hayatına sıra dışı bir etkinlik kattı. Maddison, Tahiti'nin nefes kesen mavi sularının üzerinde motosikletiyle sörf yaptı. Bu akrobasi gösterisi imkansız bir meydan okuma gibi görünse de becerikli adam bunu rüyasında gördüğünü ve bu sürüşle zafere ulaştığını söyledi.

Gözümüz İsviçre Ligi'nde olacak

0
0

Egemen Korkmaz, Selçuk Şahin, Mert Nobre, Andre Santos, Lucas Ontivera, Kaan Söylemezgiller, Endoğan Adili... Süper Lig'de yıllarca mücadele eden futbolcular bir araya geldi. Hem de 2 bin kilometre ötede, İsviçre'nin Wil kentinde. İşte adından çok söz ettiren FC Wil 1900'un hikâyesi.

Oyuncu ihraç etmede sıkıntı çektiğimiz bir dönemin ardından bu yaz oyuncularımızın Avrupa kapılarını açması sevindirici bir gelişme. Bunda da İsviçre ekibi FC Wil 1900'ün payı çok büyük. İhraç konusunu biraz abartan Siyah-Beyazlılar, Süper Lig'in havasını solumuş, yerli ve yabancı 9 oyuncuyu bünyelerine kattılar, üstüne takımın başına Fuat Çapa'yı, Sportif Direktörlüğe de Erdal Keser'i getirdiler. 2. Lig ekibi olmalarına rağmen Egemen Korkmaz, Selçuk Şahin, Mert Nobre, Andre Santos gibi büyük tecrübeye sahip isimler, listenin başında. İsviçre 1. Ligi'ni takip etmezken, FC Wil 1900 sayesinde 2. Lig müptelası olmamız ihtimaller dâhilinde.

23 bin kişinin yaşadığı Wil şehrinin takımı 1900 yılında futbol dünyasına kazandırılır. Zira iki İngiliz işçi tarafından Wil şehrinde kurulan bu futbol kulübü, İsviçre Süper Ligi'nin kurulduğu yıl olan 1897'den üç sene sonra ortaya çıkmış ve futbol piyasasının bir parçası olmuş. Asırlık bir kulüp olmasına rağmen MNG'nin sahibi Mustafa Nazif Günal'ın kulübe yatırım yapmasıyla duyduk.

Yaklaşık 2 aydır takımın başında olan Fuat Çapa için, Türkiye'de başarılı bir antrenörlük yürütürken, bir anda İsviçre'nin 2. Lig ekiplerinden birinin yolunu tutmak kolay olmamış. Lakin projenin içeriği Türkiye'deki ortama göre daha cazip gelmiş. Yurt dışında çalışmak, birkaç yıl içerisinde 1. Lig'de oynamak, belli bir süre içerisinde Avrupa Kupaları için hedef oluşturmak, tercih sebeplerinden birkaçı… ‘Yurtdışında mı çalışmak daha kolay, Türkiye'de mi?' sualini tevcih ediyoruz Çapa'ya: “Türkiye'nin de kendine göre artıları var. İnsanların futbolla yatıp, futbolla kalkması, yöneticilerin, teknik adam gibi maçları yaşaması gibi… Buradaki ortam ise çok farklı. İnsanlar maçları sadece maç gününde hatırlıyor. Onlar, hafta sonlarını bekleyip hem sosyal aktivite yapıyor hem de taraftarlığını yaptıkları takımları desteklemeye geliyorlar. Tabii ki her ülkenin kendine göre futbol kültürü var.”

Yabancı kontenjanımız doldu

Geçtiğimiz yıl son anda ligde kalmayı başardı, FC Wil 1900. Bu durum MNG'nin yatırımlarını biraz geciktirmiş. “Ligin son haftalarını daha rahat bir şekilde oynamış olsalardı, organize ve yapılanma açısından daha fazla zamanlarının olacağını” kaydeden Fuat Çapa'ya göre FC Wil 1900 küme düşseydi MNG, bu yatırımı yapmazdı. “Liglerin başlamasına iki hafta kala göreve başladım. Yapılan transferler, tatilden geldiler. Onların belirli bir zamana ihtiyaçları var. Risk alarak oynatmak istemiyoruz. Çünkü lig uzun bir maraton, ileride herkese ihtiyacım olacak. Nobre ile Santos ilk defa geçen hafta ilk 11'de yer aldı. Onun dışında Egemen'i son 15 dakikada oyuna aldık. Selçuk'un evrakları henüz hazır olmadığı için oynatamıyoruz.” diyen Fuat Çapa, takım olarak, rakiplerinin 1,5 ay gerisinde olduklarını ve ağustos ayının sonuna kadar takımın hazır olacağını söylüyor. FC Wil 1900, 3 haftalık periyoda göre iyi durumda. Lig birincisi ile aynı puanda.

Siyah-Beyazlıların bu sene çok konuşulmasının sebebi; transferlerdeki üstün performansı. Fenerbahçe'de forma giymiş 4 oyuncu var şu anda kadroda. Fuat Hoca'yı yakalamışken transferi sormadan olmaz. Yıldız oyuncu cevabı beklerken, bir de ne duyayım: “Şu anda transfer etme hakkımız yok. Çünkü burada yabancı sınırlaması var. 23 tane futbolcunun lisansını çıkartabiliyorsunuz. Bunun 12 tanesi İsviçre vatandaşı olmak zorunda. Geri kalan 11 tanesi ise Avrupa içi veya dışından olabilir. 18 kişilik kadroda da sadece 9 tane yabancı futbolcu bulundurabiliyorsunuz. Bu doğrultuda, şu an yabancı kontenjanımız dolu. Sadece İsviçre pasaportlu oyuncular transfer edebiliriz.”

Bürokrasi, futbola normal işçi gibi bakıyor

Kadrosunun yüzde ellisinden fazlasını değiştirerek, sezona başladı FC Wil 1900. Bunun teknik adam açısından risk olup olmadığını soruyoruz, Fuat Çapa'ya: “Şu an, geçen seneki kadroda yer alan çok sayıda oyuncu ilk 11'de. Transferlerden sadece üç-dört tanesini oynatabildik. Gelen futbolcuların kariyerlerini ve deneyimlerini de göz önünde bulundurursak, o kadar da çok risk olmadığını görüyoruz. Transferler yapılmamış olsaydı takımın yaş ortalaması 19-20 civarı olacaktı. Şu anda ise 27 civarında. Bu da gayet ideal. Şu anki en büyük handikabımız transferlerin takıma geç katılması. Ayrıca, yapılan transferler de eksik bölgelere rapor doğrultusunda gerçekleşti.”

Ailesini geride bırakarak, Türkiye'deki ekibiyle İsviçre'ye giden başarılı hoca, teknik ekibin evrakları ile uğraşmaktan boş vakit bulamadığına yakınıyor: “İsviçre Federasyonu, sadece bir arkadaşımızın diplomasına vize verdi. Diğer iki arkadaşımız için halen beklemedeyiz. Hatta geçtiğimiz haftaya kadar kulübede yalnızdım. Yardımcı hocalarımızdan biri ve kaleci antrenörü daha ekibe dâhil olamadı. Burada bürokraside, futbola normal işçi gibi bir bakış açısı var.”

Kimler yok ki...

FC Wil 1900'a merakımız, Egemen Korkmaz ile tavan yaptı. Fenerbahçe'de mi kalacak, yoksa Galatasaray'a mı imza atacak derken bir anda kendisini İsviçre 2. Lig ekibinde bulan Egemen Korkmaz'ın ardından birçok yıldız isim de kadroya dâhil edildi. Bir dönem Arsenal ve Fenerbahçe forması giyen Andre Santos, yine Fenerbahçe ile adı özdeşleşen Selçuk Şahin, Türkiye Süper Lig'de 100 gol barajını aşan 3 yabancıdan biri olan Mert Nobre, Galatasaray'da büyük patlamayı yapamayan Lucas Ontivero gibi isimlerin yanı sıra Kaan Söylemezgiller, Endoğan Adili (kiralık), Ferhat Çökmüş (İsviçre pasaportlu) gibi futbolcular, 6 bin kişilik IGP Arena'da takımları için mücadele edecek. Takımın yıldızları Santos, Nobre ve Egemen'in toplam 1,5 milyon Euro civarında ücret kazanacağı söylentiler arasında. Takım en son hamlesini, Galatasaray'ın gurbetçi genç futbolcusu Kaan Baysal'ı kadroya katarak yaptı. 27 yaşındaki Ergün Berisa ile 1994 doğumlu Erhan Yılmaz da kadroda yer alan diğer Türk oyuncular...

Kulübün futbol direktörlüğü, bir dönem Galatasaray'da görev almış Erdal Keser'e ait. Böylesine bir takımı kurarken ilk akla gelen sorulardan biri de, ‘finansın nasıl sağlandığı?' Bu sualin cevabını da, işadamı Mehmet Nazif Günal'ın sahibi olduğu MNG'nin yapmış olduğu yatırımlarda bulabilirsiniz.

Güneydeki vahşi batı

0
0

Geçtiğimiz hafta Amerika'nın önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal ve New York Times, bir ay süren görüşmeler sonrasında Türkiye'nin, İncirlik'i ABD savaş uçaklarına açtığını duyurmuştu.

Gazetelerin bir ABD Savunma Bakanlığı yetkilisine dayandırdığı haberlerinde, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Barack Obama'nın yaptığı telefon görüşmesinden sonra İncirlik Hava Üssü'nün IŞİD'e karşı havadan yapılacak saldırılarda kullanılmasına izin verildiğine yönelik demeçlere yer verildi. Bu gelişmeden sonra gözler bir kez daha İncirlik Hava Üssü'ne çevrildi.

Kod adı Çöl Fırtınası Harekatı olan Körfez Savaşı zamanında onlarca gazeteci ve televizyoncu üssün 3.048 metrelik pistinin hemen karşısındaki Toptancılar Sitesi üzerinden yayınlar yaparak dikkatleri buraya çekmişti. Son gelişmelerden sonra gazeteciler, aynı binaların üzerine devasa objektiflerle tekrar çıktı. Zira İncirlik Hava Üssü'nde dikkate değer bir hareketlilik gözleniyor.

İncirlik halkı ve ilçenin ana caddesi üzerindeki esnaf, gelişmeleri belki de en yakından takip edenler. İncirlik'in ABD'nin Almanya'daki 480. Hava Filosu'na, insansız hava araçlarına ve İngiltere'nin Suffolk üssünde konuşlu F-15 savaş uçaklarına ev sahipliği yapacağına yönelik haberler sonrasında “İncirlik yeniden eski günlerine döner mi?” sorusunu soruyorlar gördükleri gazetecilere.

Çöl Fırtınası Harekatı'nın gerçekleştiği 1991 yılında, İncirlik'in ana caddesi üzerinde 450 esnaf bulunuyordu. İngilizce tabelaları ve kovboy şapkalı insanları ile o dönem burası Küçük Amerika olarak anılıyordu. Savaş zamanında buradaki Amerikan askerlerine yönelik iş yapan en küçük esnafın bile günde 1000 dolar kazandığı anlatılıyor. Bugün ise cadde üzerinde sadece 25-30 kadar dükkan kalmış, İncirlik genel görünümü ile vahşi batı filmlerindeki terk edilmiş kasabaları andırıyor.

Bir zamanlar adım atmanın neredeyse imkansız olduğu pasajlarda, o yılların en hit müzik albümleri yerlerde sürünüyor. Esnaf kepenklerini kapatıp gitmiş, dükkanları talan eden hırsızlar da nakde çevrilebilecek her şeyi götürmüş. Duvarlarda Amerikan, İngiliz ve Türk bayrakları o günlerin nişanesi olarak duruyor. Sadece esnafla değil İncirlik halkı ile de bağlar kurmuş Amerikan askerleri.

Burada evlenip çocuk sahibi olanlar bile olmuş. İncirlik'in eski günlerini anlatması için kapısını çaldığımız bölgenin en eski esnafı Abdülkerim Estetik, Körfez Savaşı'nda General Schwarzkopf tarafindan verilen kararla F-16lardan ve A10'lardan atılan bombalardan, kopuk uzuvlarıyla bombaların parça tesirinden kaçmaya çalışan Iraklılardan haberdar olduklarını anlatıyor. Estetik, “Savaşı biz başlatmadık, buraya üssü de biz kurmadık. Hiç kimse ellerini ovuşturarak savaşın olmasını, askerlerin gelip İncirlik'te bitmek bilmeyen alışverişler yapmasını ve çok para kazanmayı beklemedi. Buradaki mevcut durum bu şekilde kanlı paralar kazanmamızı sağladı.” sözleriyle o dönem hissettiklerini özetliyor.

Yaşanan son gelişmelerden sonra İncirlik'in ana caddesi üzerindeki sessizlik, yerini huzursuz bir bekleyişe bırakmış. Yeniden gelmesi muhtemel Amerikan askerlerinin İncirlik'i eski şaşaalı günlerine geri döndürmeyeceği besbelli. Buna rağmen yine de İncirlik, eski günlerine dönmeyi umut ediyor.

Bırak artık şu elindekini!

0
0

Tableti çocuklarıyla paylaşamayan ebeveynler, oyun için tartışan eşler, oyuna dalıp ineceği durağı kaçıranlar... Hepsinin sebebi elinizdeki küçük ekranda parlayıp sönen şekiller. Yani yetişkinleri de esir alan cep telefonu oyunları.

Haberimize bir soruyla başlayalım: ‘Yeter çocuğum, bırak artık' diyerek küçüklerin elinden almaya çalıştığımız tabletleri ve cep telefonlarını biz yetişkinlerin elinden kim alacak peki? Çocuklar için endişelenirken çok geniş bir yetişkin kitlesinin de kendini cepten ve tabletten oynanan oyunlara kaptırdığı çok net çünkü. Yüzündeki ciddi ifadeden önemli bir iş bağlantısı kurduğunu sandığınız otobüsteki o takım elbiseli adamın cep telefonunun ekranında rengarenk şekerleri patlattığını görmek hiç de vaka-i adiyeden değil mesela. Ya da kendini oyuna kaptırırken ineceği durağı kaçıran, balayında dahi oyun oynadığını itiraf eden kişilere çok rahat rastlayabilirsiniz. Ciddi ciddi bir derdinizi anlattığınız arkadaşınızın oyundan başını kaldırdığı anı yakalayıp göz göze gelmekte zorlanmanız ise işten bile değil. Çünkü büyüsek de oyun hep baki!

“Aşırı bıkmama, balonları patlatmaktan ne zevk aldığımı bir türlü anlamamama rağmen oynuyorum işte. Uyuşukluk yaratıyor galiba, ne bileyim.” diyen Deniz Erışık'ın bahsettiği oyun Candy Crush Saga. Candy Crush tam da Erışık'ın tanımladığı türde bir oyun. Oynayan herkesin kurduğu cümle aynı zaten: “Kafamı boşaltıyor.” Aynı renkteki en az üç şekeri yan yana ya da alt alta getirmek gibi basit bir mantığı olan Candy Crush, dijital âlemin en çok oynanan oyunlarından biri. En çok bağımlılık yapan oyun olma noktasında ise rakipsiz. AppData'nın verileri de bunu doğruluyor. Verilere göre 45 milyon kişi her ay düzenli olarak bu oyunu oynuyor. 35 yaşındaki editör Erışık, önceleri Candy Crush oynayan her yaştan insanı komik bulduğunu itiraf edip ekliyor: “Şimdi ben de o insanlardanım.” Oyun oynamaya dalmışken birkaç kez saati belli işlerini yapmayı unutmak dışında çok bir zararını görmemiş. Neden kendini bu kadar kaptırdığına gelince diğerlerinkine benzer bir sebep sunuyor: “Çok düşünmeye gerek olmayan bir oyun. Patlat gitsin. O yüzden kafamı uyuşturmak ve hiçbir şey düşünmek istemediğim zamanlarda oynuyorum çünkü hayat çok yorucu.”

Bazı uzmanlar Candy Crush Saga'nın masum bir oyundan çok, geliştiricisi tarafından özellikle bağımlılık yapacak şekilde düzenlendiğini belirtiyor. Çünkü onlara göre, Tetris ile başlayan ve daha sonra Bejeweled ile had safhaya ulaşan bu ‘model veya renk eşleştirme' oyunları, bazı insanların beyinlerindeki en köklü arzuları tatmin ediyor.

Uzman Psikolog Ümit Akçakaya'nın genel olarak bilgisayar oyunu bağımlılığının fiziksel sebeplerine dair yorumu da aynı paralelde. Beyinde salgılandığı zaman insanın haz duymasına neden olan bazı hormonlardan bahseden Akçakaya, dopaminin de bu hormonlardan biri olduğunu ifade ediyor. Bu hormonun kişi keyif veren aktivitelerle uğraş halindeyken ya da ödüllendirildiğinde salgılandığını söyleyen Akçakaya, “Oyunlar başta keyifli bir aktivitedir ve insana bir haz verir. Bunun yanında oyunlar genelde ceza ödül sistemine dayalı olduğundan bu ödüllendirme sistemi başlangıçta çok cezbeder.“ Akçakaya'ya göre bunun sonucunda beyinde sürekli bir dopamin salgılanıyor ve kişi farkında olmadan oyuna bağımlılık geliştiriyor.

Çocuğuyla bilgisayarıNI paylaşmayan babalar...

Yetişkinlerin oyun bağımlılığının çocuklarınkinden farkını sorduğumuz Uzman Psikolojik Danışman Mehmet Akif Aydın, geçirilen süre ve irtibatların kopma niteliğine göre benzerlik gösterebildiğini ifade ediyor. Ancak yetişkinleri zorlayan sorumlulukların onları oyunu zorunlu da olsa bırakma iradesini ortaya koymaya zorluyormuş.

Kendisine yansıyan uç vakaları soruyoruz Aydın'a. Çocuklarıyla kavga eden, bilgisayarı paylaşmayan ebeveynler ve TV'ye bağlanarak oynanan oyunlarda karı koca tartışmalarını başlıca örnekler olarak sıralıyor: “Kadın akşam dizi izlemek istiyor kocası oyun oynamak istiyor. Bundan ötürü tartışıyorlar. Bir başka uç örnek; 48 saat oyun başından kalkmayan danışanlarımız olabiliyor.”

Bağımlı olduğunu fark ettiğinde ne yapmalı?

Oyunların gerçek hayatta çokça elde edemediğimiz duyguların sanaldan hızlı bir şekilde elde edilmesi nedeniyle çok cazip olduğunu söyleyen Mehmet Akif Aydın, kişinin öncelikle hangi duygunun kendisinde eksik olduğunu keşfetmesi gerektiğini söylüyor. Bunları güçlü olma duygusu, zengin olma isteği, başarma duygusu olarak sıralayan Aydın, “Bu duyguların yoksunluğu onu gerçek hayatta nasıl etkiliyor bununla yüzleşmeli, yüzleşmeler ağır geliyorsa mutlaka bunu bir psikoterapi alarak çözümlemeli” diyor.

Azı karar çoğu zarar

Aydın, oyunların içeriğinde zeka geliştiren unsurlar varsa ve beyni zinde tutabilecek stratejiler içeriyorsa sınırlı olmak kaydıyla faydasından söz edilebileceğini anlatıyor. Ölüm- öldürme dürtüsünü canlandıran ve/veya cinsel içerikli oyunların zararlı olacağını ifade ediyor.

BAĞIMLILAR ANLATIYOR

Eşim bana kızıyordu, şimdi kendi oynuyor

Tekstlici Eren Yılmaz, Candy Crush ve son zamanların popüler oyunlarından agar.io düşkünü. Agar.io da Candy Crush gibi basit ve sade bir oyun. Amaç, üzerine kendi belirlediğiniz bir ismi yazdığınız balonunuzu kendinizden ufak balonları yiyerek büyütmek ve en büyük balon olup oyunda ilk sıraya çıkmak. Yılmaz, Agar.io'da esprili isimlerin dikkatini çektiğini söylerken bazen sırf onlara bakıp eğlenmek için oynadığını ifade ediyor. Gerçekten de karşınıza çıktığında bir saniyeliğine de olsa duraklamanıza sebep olan ‘Domuz eti', ‘Kul hakkı' gibi nickler en yaratıcı isimlerden. ‘Haram lokma', yemek istemeyeceğiniz bir başka balon ismi olabilir. Candy Crush'ın bağımlılığa sebep olabilecek özelliklerinden birinin ise ses efektleri olabileceğine dair tahminleri var Yılmaz'ın. Oyunların olumlu yanlarını ise şöyle sıralıyor: “Zahmetsiz bir kafa dağıtma, boş vakit geçirme aracı oluşu.”

Kötü yanlarına gelince eşi ile arada sırada problem olduğunu anlatıyor Yılmaz. Eşinin “Zaten akşamları görüşebiliyoruz, oturup muhabbet etmek yerine ekrana bakıyorsun.” tarzı serzenişleri oluyormuş. Yılmaz, çözümü eşi yanında yokken oynamaya çalışmakta bulmuş ancak işin bir de tuhaf yanı var ki Yılmaz söylesin: “Bana kızarken o da Candy Crush oynamaya başladı. O yüzden bu ara pek konuşamıyor.” Fazla oynayınca baş ağrısı yaptığını ve gözlerinin kızardığını itiraf eden Eren Yılmaz, işini gücünü, ailesini aksatacak şekilde oynamadığından kendisini bağımlı olarak tanımlamıyor ancak ekliyor: “İpin ucunu kaçırmamakta, etrafındakiler ‘bırak artık şu elindekini' deme noktasına geldiğinde dikkate almakta fayda var.”

Kazanma hırsı beni oyuna çekti

30 yaşındaki mühendis Ali Kerim de cep telefonunu elinden bırakmadığı bir dönem yaşamış. “Şimdi ise hafiften sıkıldım ve ara ara oynamaya başladım.” diye bahsettiği oyun Soctics League. Kerim, bu oyunun kendisinde bir dönem çok fazla alışkanlık yapmasını şuna bağlıyor: “Oyunda dünya kupası ve Avrupa şampiyonası kazanma gibi hedefler var. Bunları kazanma hırsı beni oyuna çok çekti.” Şimdilerde sıkılmaya başlamasının sebebi ise şu: “Zamanla çok fazla kupa kazanınca cazibesini yitirdi.” Cep telefonundan oyun oynarken bir kez metroda ineceği durağı kaçırdığını anlatan Kerim, “Nasıl kaptırdıysam iki durak birden kaçırdım..” diyor.

Uykuya dalmak için birebir

35 yaşındaki Eylül Kara ise bağımlı olmamak için kendisini sadece gece yatmadan önce oynamak ile sınırlandırmış. O da bir Candy Crush oyuncusu. En güzel yanını ‘uykuya dalmak için birebir' sözleriyle anlatıyor. Yan etkilerine gelince kendisini bazen masada duran benzer şekilleri yan yana getirmeye çalışırken ya da otobüste oyun oynayan kişiye müdahale etmek isterken buluyormuş.

Vicdanî retçilerin türküsü

0
0

Fransız sanatçı Boris Vian'ın yazdığı Le Déserteur (Firarî;) adlı şarkı, savaşlardan bıkmış bir vatan evladının itirazını anlatır. Fransa'nın sömürgelerinde çıkan isyanları bastırmak için asker celbine karşı yazılsa da yıllar içinde vicdani ret fikrinin marşı oldu.

1950'li yıllar Fransa'sında posta kutularına askerlik şubesinden şöyle bir mektup gelir: “Fransa'nın aziz ve şerefli evlatları, memleketimizin yüz elli yıldır bir parçası olan Cezayir'i müdafaa etmek ve isyancılara karşı vatan toprağını savunmak vazifesi bugün sizlere düşüyor. Yüce milletimiz kanını ve canını gerektiğinde göz kırpmadan feda edecek vatandaşlarına ilelebet minnettardır…” Mektup okunduğu kimi evlerde milliyetçi bir coşku yaşanırken, kimilerinde ise yarım asırdır devam eden savaş uğruna yine birilerinin feda olacağı hüznü yaşanır. Ülkede ise savaş karşıtlarının sesi eskisine göre daha yüksek sesle çıkmaya başlamıştır. Bestelediği savaş karşıtı parçasıyla dikkat çeken yazar, müzisyen, güftekâr ve senarist Boris Vian, fikri ve sanatıyla öne çıkar.

Müzmin muhalif değil sanatın muhalefeti

Boris Vian, ‘Mezarınıza Tüküreceğim', ‘Günlerin Köpüğü' gibi kitaplarının yanı sıra ‘İmparator Kuranlar ya da Schmurz' gibi tiyatrolarıyla tanınıyor. Alışılmadık karakterdeki yazılarıyla kendinden söz ettirmesini bilen sanatçı, edebiyatın ve sahne sanatlarının muhtelif şubelerinde eser vermiş sanatkârlardan biri. Kısa sayılabilecek bir sürede politikadan arınmış bir savaş karşıtlığı üzerine bina ettiği birbirinden özgün pek çok esere imza attı. Sivri diliyle şimşekleri üzerine çektiği kadar toplumun bir kesimine de tercüman olmuş, zaman zaman yaptığı çıkışlarla klasik muhafazakâr düşünceye başkaldıran adam haline gelmişti.

Bu çıkışların en dikkat çekici olanı 1954 yılında Marcel Mouloudji ile yazdıkları asker kaçağı/firarî; şarkısıydı. Fransa'nın Hindiçin'deki sömürgelerinde çıkan ayaklanmalarda Vietnam ayrılıkçı güçleri 1500 Fransız askerini bir baskında öldürmüş, bu hadise Fransız kamuoyunda adeta bir infiale sebebiyet vermişti. 1955 yılının Nisan ayında bir 45'likte piyasaya sürülen Asker Kaçağı adlı parça, Boris Vian'ın ismini şöhrete kavuşturacaktı. Albüm dikkat çekici karakteriyle ilgiyi üzerine çekse de üretici firmanın desteğini çekmesiyle akim kaldı, gözden düştü. Ancak Vian'ın albümü el altından dinleyicisine ulaşmaya devam etti.

Daha sonra, milli ve manevi duyguları zedelediği düşünülen şarkının radyo yayınlarında sansüre maruz kalması gecikmedi. Şarkıyı işiten Seine Belediye Başkanı Renée Lebas, şarkıyı yasakladı. Tepkilerle birlikte şarkıya olan talep de artacaktı. Ancak Fransız ordusu Vietnam ormanlarında bozguna uğraması sonrası ve Cezayir'de devam eden savaş, resmi kanaate itiraz eden şarkıyı, sıkı bir sansüre uğrattı. Kimi eski Fransız askerleri, sanatçının tavrını Fransız bayrağı üzerinde tepinmek olarak dile getiriyor hatta vatana hakaretten yargılanmasını istiyorlardı. Boris Vian, yıllar içinde yapıtlarıyla kendi gibi düşünenlere de sahip çıkarak vicdani retçiliğin dünyada öne çıkan isimleri arasında yer aldı. Amerika Birleşik Devletleri'nin Vietnam Savaşı'nda Joan Baez, Amerikan folk üçlüsü Peter Paul ve Mary, Fransız müzisyen Renaud le déserteur şarkısını yeniden yorumlayarak onun reddiyeci fikrini canlı tuttular. 90'lı yıllarda küresel güçlere karşı tertiplenen gösterilerde topluca söylenen şarkılardan biri oldu Firarî;.

Firarî;, (Le Déserteur)

Reisicumhur hazretleri

İşte bu mektubum size

İşlerinizden kalırsa vakit geriye

Açık açık yazıyorum

Belki okursunuz diye

---

Şimdi gördüm posta kutumda

İstemişsiniz cepheye celbimi

Çarşamba gecesi evveli

Savaşa gidiyormuşuz öyle mi?

---

Reisicumhur hazretleri

Vuruşmakta yok benim gözüm

Ben yeryüzüne savaşmak, biliniz ki

Masumları öldürmek için gelmedim

---

Sizi kızdırmak değil niyetim

Lakin şunu söylemeden edemem

Kararım kesin ve katidir

Savaştan firar edeceğim

---

Dünyaya geldim geleli

Pederimin savaşta öldüğünü

Kardeşlerimin çekip gittiğini gördüm.

Ben çocuklarımı hep ağlarken

Hep ağlarken gördüm

---

Annem ne çileler çekti bir bilseniz

Kim bilir tabutunda dört dönüyor şimdi

Hah şu bombalar mı deyip gülüyordur

Yılanlar çiyanlar vız geliyordur

---

Reisicumhur hazretleri

Ben hapisteyken oldu bunlar

---

Eşimi benden kopardılar

Ruhumu benden çaldılar

Ve bütün güzel anılarımı

Söküp benden aldılar

---

Şunu biliniz efendim

Sabahın seherinde benim

Geçmişime bir sünger çekip

Yollara düşmek olacak ilk işim

---

Hayatımı dilenerek geçirsem de

Brötany'dan Provans'a

Fransa'nın dört bir yanında

Önüme gelene anlatacağım

İtaat etmeyin artık

Savaşa bir nihayet verin

Kalın olduğunuz yerde

Cephelere gitmeyin

---

Kan dökeriz can veririz derlerse

Dinleyin var bizim de sözümüz

Haydi siz gidin o zaman askere

Ölmekte var ise gözünüz

---

Reisicumhur hazretleri

Şayet takibat çıkarsa hakkımda

Polis ve jandarmanıza tembihleyin

Tek tabanca dahi yok üzerimde

Çekip vursunlar beni serbestçe.

Tercüme: Erkam Emre

Haftanın albümleri

0
0

Ziynet Sali'nin No: 6'sı

Pop müziğin sevilen isimlerinden Ziynet, No: 6 isimli yeni albümünü yayınladı. Sıla Gencoğlu, Efe Bahadır, Fatih Ahıskalı ve Mete Özgencil gibi söz yazarı ve bestecilerin eserlerinin yer aldığı albümde aranjeler Ozan Doğulu, İskender Paydaş, Efe Bahadır ve Devrim Karaoğlu imzasını taşıyor. Her ismin dokunuşu ayrı bir tat vermiş albüme. Sali'nin akustik müzik ısrarı da takdire şayan. Hem hüzün hem de neşeyi bir arada sunan albümdeki birçok şarkının çok sevileceğinden şüphe yok. Albüm tasarımına Mete Özgencil'in dokunuşu da ayrı bir güzellik olmuş.

Şarkı söyleyen balıkları dinleyin

Henüz yeni kurulmuş olmasına rağmen Gar Müzik, çıkardığı albümlerle dikkat çekiyor. Bunlardan sonuncusu müzisyen, ressam Murat Melih Özen'in çalışması Şarkı Söyleyen Balıklar. Albümde sanatçının ilk bestesi Duvar'ın yanı sıra Suat Sayın'ın unutulmaz şarkısı Gündüzüm Seninle, Gecem Seninle'nin grunge-rock yorumu da ses getireceğe benziyor. Çünkü karşımızda notaları palet olarak kullanıp, içindeki müziğin seslerini tuvale yansıtan bir müzisyen var.

Tüm zamanların klasikleri

Türkiye'nin ilk slow müzik radyosu Joy FM, yayına başladığı tarihten bugüne çaldığı en özel ve en çok istek alan şarkıları üçüncü kez bir araya getirdi. All Time Joy Classics isimli serinin ilk iki albümü müzikseverlerden büyük ilgi görmüştü. Serinin üçüncü albümü yine çok istek alan 34 şarkıyı müzikseverlerle buluşturuyor. Bu arşivlik albümde John Legend, John Mayer, Justin Timberlake, Alicia Keys, Céline Dion gibi günümüzün sevilen isimlerinin yanı sıra Elvis Presley, Frank Sinatra, Michael Jackson, Leonard CohenTony Bennett ve Nina Simone gibi efsanelerin en huzur verici şarkıları da var.


Eminem az daha boksör olacaktı

0
0

Bir boksörün dramını beyazperdeye taşıyan Southpaw'da başrolde Jake Gyllenhaal var. Ancak ‘Müziğime vakit ayırmam gerekiyor' dememiş olsaydı onun yerine ünlü rap şarkıcısı Marshall Mathers'ı yani Eminem'i izleyecektik.

1940'lı yıllardan sonra boks filmleri giderek önem kazanmaya başladı. Bir boksörün başarı mücadelesine, aile sorunlarına ya da kendisiyle hesaplaşmasına şahit olduğumuz yapımlar her zaman dikkat çekmeyi başardı. Akademi, Oscar adaylıklarıyla heveslendirdiği birçok boks filmini heykelciğin de sahibi yaptı. Fragmanları dönmeye başladığından beri Son Şans'ın Oscar'a aday olacağı söylentileri (-ki reklam olduğunu düşündüğümüz) boks filmlerinin Akademi'deki bu geçmişine dayanıyor olabilir. Velhasıl-ı kelam hikâyemizin kahramanı Billy Hope. Oldukça başarılı bir kariyere sahip Hope, eşi ve kızıyla mutlu bir hayat sürmektedir. Klasiktir, filmdeki bu mutluluk özenle vurgulanır ki tehlike öncesi çanların çaldığını anlayalım. Ne yazık ki öyle de olur. Hope, önce karısının ölümüyle ardından da eski dostu ve menajerinin onu bırakmasıyla yıkılır. Psikolojik bir çöküş yaşamaya başlar. Ancak emekli boksör ve antrenör olan Tick Willis ile tanıştığı zaman kaybettiklerini geri kazanmak için zorlu bir mücadelenin içine girecektir.

EMİNEM'E NİYET GYLLENHAAL'E KISMET

Filmde Billy Hope rolünde Jake Gyllenhaal yer alıyor. Ancak ‘Müziğime vakit ayırmam gerekiyor' dememiş olsaydı Gyllenhaal'un yerine ünlü rap şarkıcısı Marshall Mathers'ı yani Eminem'i izleyecektik. İlginç olansa Billy karakterinin en başından beri Eminem için yazılmasıdır. Ne derler bilirsiniz “neye niyet neye kısmet”. Yani sen kalk, yıllar öncesinden Eminem oynar diye senaryo yaz, ama Gyllenhaal oynasın. Olacak iş mi! Olayın bir de Eminem'den Gyllenhaal'a kadar gelen süreci var. Rolü Eminem'e kabul ettiremeyen ekip, başrol için ivedi isim aramaya başlar. Billy için Ryan Gosling, Bradley Cooper ve Jeremmy Renner gibi isimler geçse de rolü Jake Gyllenhaal kapar. Her ne kadar oynamasa da Eminem, filme müzikli bir katkı yaptı.

ALTI AY BOYUNCA ANTRENMAN YAPTI

Son olarak Gece Vurgunu (Nightcrawler) filminde hırslı bir gece muhabirini oynayan Gyllenhaal, bu rolü için 14 kilo vermişti. Kısa süre sonra tekrar forma giren ünlü aktörün Son Şans'taki kaslı vücut görüntüsü için boksör Miguel Cotto'dan esinlenildi. Gyllenhaal, film için altı ay boyunca, günde altı saat salonda ve açık havada antrenman yapar. Boks tekniğinin fiziksel ve zihinsel inceliklerini öğrenmesi için aktörün günlük programında 5 ila 20 kilometre arası tempolu koşu, ip atlama, kum torbasıyla çalışma, teknik ve ayak hareketleri çalışma, depar, mekik, şınav gibi egzersizler yer alır. Billy'nin hafif ağır sıklet klasmanda dövüşmesi gerektiği için Gyllenhaal 8 kilo vererek 79 kiloya iner.

Yıllar evvel yönetmen Antoine Fuqua ile Gyllenhaal bir yerlerde ayaküstü tanışma fırsatı bulur. Ancak sohbet derinleşir ve Fuqua, genç oyuncuya daha önce oynamadığı bir rolde kendisine yer vermeyi çok istediğini söyler. Zaman su misali akıp gider ama o gün söylenen söz unutulmaz. Eminem'in projede yer almayacağını öğrendiğinde Fuqua'nın tercihi de bellidir. Gyllenhaal, bu süreci şu cümlelerle özetliyor: “Antoine bana yıllar önce inanmıştı ve bütün süreçte benim neler yapabileceğimi çok iyi biliyordu. Bence birine inanmak, ortaya en iyi işi çıkarmanın kilit noktasıdır.”

Filmde olması muhtemel bir isim daha vardı; Lupita Nyong'o. 12 Yıllık Esaret filmindeki performansıyla Oscar kazanan genç oyuncu, Angela Rivera rolü için düşünülüyordu. Ancak yer aldığı Yıldız Savaşları: Bölüm VII filmiyle çekim takvimi çakışınca rol, Karayip Korsanları ile tanınan Naomie Harris'e verildi.

ESKİ BOKSÖR GÖREV BAŞINDA

Benzer boks filmlerine fark atması ve gerçeklik kazanması için Fuqua filmi için destek alır. İlk filmi Training Day'in çekimlerinde tanıştığı eski boksör yeni antrenör Terry Claybon'la çalışır. Daha önce Danzel Washington, Kevin Spacey, Nicolas Cage, Matt Damon ve Ben Affleck gibi oyuncularla da çalışan Claybon, sinema sektörüne yabancı değil. Fuqua sadece tecrübelerinden yararlanmakla kalmayıp filmde ona küçük bir rol de verir. Claybon, Forest Whitaker'ın oynadığı Tick Willis karakterinin asistanı olarak karşımıza çıkıyor.

Son Şans'ın müziklerini geçtiğimiz haziran ayında kendine ait uçağında kaza yaparak hayatını kaybeden James Horner besteledi. ‘Titanik Bestecisi' olarak ün yapan Akademi ödüllü Horner, aynı zamanda Cesur Yürek, Akıl Oyunları ve Avatar gibi filmlerin de müziklerini yapmıştı. Bu film, ünlü bestecinin son projelerinden biriydi.

75 yaşındaki uçak gökyüzünde

0
0

Havacılık sektöründe yaygın şekilde kullanılan, ‘Eski uçak yoktur, bakımsız uçak vardır' şeklinde çok manidar bir söz vardır. Evet gerçekten de, uçak ne kadar yeni olursa olsun eğer bakımı iyi yapılmamışsa kaza kaçınılmazdır.

İşadamı Rauf Akbaba da bu sözün ne kadar gerçek olduğunu gösteren havacılık tutkunlarından biri. Tecrübeli pilot, satın aldığı 2. Dünya Savaşı'nda kullanılan 75 yaşındaki Boeing Stearman tipi uçakla uçuşlara başladı. Uçağı Türkiye'ye getiren 61 yaşındaki başarılı pilot, şimdilerde bu tarihî; uçakla gökyüzünde süzülmenin keyfini çıkarıyor. Akbaba, tüm pilotların böyle bir hava aracıyla uçmak istediğine dikkat çekerek, bu yüzden kendisinin de bu hayali gerçekleştirmenin gururunu yaşadığını söylüyor.

Rauf Akbaba, 1974'te girdiği sınavları kazanamayınca çok istediği Hava Kuvvetleri'nde pilot olma şansını kaybetmiş. Ancak havacılığa ve uçaklara karşı tutkusu hiç azalmayan Akbaba, daha sonra İTÜ Uçak Mühendisliği bölümünü kazanmış. Genç mühendis, üniversiteden mezun olduktan sonra da inşaat sektörüne adım atmış. 30 yılı aşkın süre çelik konstrüksiyon projelendirme alanında çalışmalar gerçekleştiren başarılı işadamı, Ankara Esenboğa Havalimanı ile İzmir Adnan Menderes Havalimanı Dış Hatlar Terminali çatısı, İstanbul Seyrantepe'deki Galatasaray Stadı çatısının yanı sıra Rusya'nın başkenti Moskova'da Avrupa'nın en yüksek binasının yapımı gibi pek çok projede yer almış.

iki UÇAĞI VAR

Mühendislik alanında yoğun çalışma yürüten Rauf Akbaba, bir yandan da hobi olarak uçaklarla ilgilenmeyi sürdürdü. Burak Havacılık'ta amatör pilot lisansını yani PPL alan tecrübeli pilot, ilk olarak 1979 model Bellanca Citabria 7gcbc tipi uçağı satın aldı. Ancak Akbaba, sürekli arıza yapmaya başlayan uçağı, bir süre sonra satmak zorunda kaldı. Tecrübeli pilot, daha sonra Ankara Esenboğa Havalimanı'nda Çek tasarımı ve imalatı Evektor Eurostar SLW tipi uçağı yakından inceleme ve demo uçuşu yapma fırsatı buldu. Airex Havacılık Fuarı'nda uçağı tekrar inceleyen Akbaba, beğendiği 2008 model Evektor Eurostar model uçağı ise 85 bin Euro'ya satın aldı.

İşadamı Rauf Akbaba, hayalini kurduğu 75 yaşındaki Boeing Stearman tipi uçağı ise yılbaşında teslim aldı. Bir dizi eğitimden sonra uçuşlara başlayan Akbaba, şimdilerde Sivrihisar'daki Hava Parkı'ndan kalkış gerçekleştirerek ihtiyar kuş ile gökyüzünde süzülmenin keyfini çıkarıyor. Tecrübeli pilot, uçakla ilgili eğitim çalışmalarının devam ettiğini ifade ederek, bir süre sonra İtalya'da eğitim uçuşlarına katılacağını dile getiriyor.

HAYALİ DÜNYA TURU

Akbaba, jet pilotu olamadığını ancak şu anda yaptığı uçuşlardan çok büyük keyif aldığını söylüyor. Aktif iş hayatını bitirdikten sonra şartların da uygun olması halinde 10 yıl içinde dünya turuna çıkmayı düşündüğünü anlatan Akbaba, gelecek yıl da farklı bir projede yer almak istiyor. Başarılı pilot, bundan sonra Boeing Stearman tipi uçakla ilgili eğitimlere ağırlık vereceğine dikkat çekerek, kendisini yeterli görmesi halinde 75 yaşındaki uçağı ile gelecek yıl Girit Adası ile Cape Town Ümit Burnu arasında gerçekleşecek Hava Rallisi'ne katılmayı da planlıyor.

Surların dibinde organik domates

0
0

İstanbul'un sebzesi, meyvesi ya yurtdışından, iyi ihtimalle de Anadolu'dan geliyor. Her şeyin ilaçlısına, hormonlusuna alıştık. Domatesin, yeşilliğin hasını yemek isteyenler içinse henüz düşmemiş bir kale var.

İstanbul'da yeşil alan bulmak, samanlıkta iğne arama işine dönüştü artık. Devir, Gezi Parkı, Validebağ Korusu, Kuzguncuk Bostanı gibi son kaleler için yapılan mücadeleler devri. Etrafımızı betonlar, otoparklar, yıkılan inşaatlar, onların yerine yapılan daha çirkin inşaatlar sardı. “Çengelköy'ün hıyarının, Yedikule'nin marulunun tadı da eskisi gibi değil” diyecektik ki İstanbul'un orta yerinde, Yedikule'den Topkapı'ya uzanan surların dibindeki tarlaları hatırlayıverdik. İstanbul'un çiftçileri burada, yaz günü bile tarla domatesine hasret kaldığımız şu günlerde organik sebze yetiştiriyor. Kimi mahsulünü pazarcılara satıyor kimi yol kenarından geçen ya da uğrayan müşterilerine…

İlaçsız, bol suyla yavaş yavaş büyüyorlar

Memleketin birçok yeri gibi, surların etrafındaki bostanlar da molozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Bir kısmı imara açılıp yıkılmış zaten. Lakin şu sıralar gündemden dolayı kimse çiftçiler ve sıra sıra tarlaların derdinde olmadığı için şimdilik rahatlar. Akıbeti belli olmayan, vaktinde Osmanlı saraylarına sebzeler yetiştirmiş bostanlarda elimizi kolumuzu sallaya sallaya gezerken oradakilerle de sohbet ediyoruz. Güneşin alnında çalışmasına rağmen sorularımızı cevapsız bırakmayanlardan biri Şevki Kaplan. ‘Helvacı' dediği arkadaşı İbrahim amca ile beraber kuzukulağı toplarken rastlıyoruz onlara. Tarlalarında domates, pazı, soğan da var. İlaç kullanıyorlar mı, diye sorduğumuzda, topladıkları ‘ganimet'lerden henüz olmamış domateslere kadar cömertçe ikram etmek istiyorlar. “Git bir lezzetine bak, olmuş mu diye.” seslenen Şevki amca, sorumuzu da cevaplıyor: “Kuyumuz var burada. Devamlı su veriyoruz. İlaç falan yok, kendiliğinden yavaş yavaş oluyorlar.” Bu münbit topraklarda yetiştirdikleri organik ürünleri ise piyasaya göre uygun fiyatla satıyorlar. Hele de organik domates arayanlar manavlarda fahiş fiyatları görüp uzaklaşıyorlarsa, -ki bazı yerlerde üstü açık serada yetişenleri tarla domatesi diye satıyorlar- burası bir alternatif olabilir. Zaten böyle yoldan geçen, oradan alışveriş eden müşterileri de var.

Arazisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne ait küçük küçük tarlalara herkes bir miktar kira ödüyor. Şevki amca, bu kira bedelinin durumlarına göre değiştiğini söylüyor: “Ne durumun varsa ona göre kira veriyorsun. Kışın az, yazın çok veriyorsun.” diye anlatıyor. Yanda güneşten yanmış ve ziyan olmuş soğanları göstererek, “Ürün olmazsa neyle vereceksin?” diyor.

‘Devlet adamları buraları yemyeşil görünce mutlu olurdu'

Oradan ayrılıp ekinlerin etrafını saran otları yolmakla meşgul Havva Çelen'in yanına geliyoruz. Yine domates, kuzukulağı, semizotu gibi ürünler yetiştiriyor Havva Hanım ve ailesi. Onlar da ektiklerini, biçtiklerini pazarcılara satıyor. Tıpkı İstanbul Sebze Hali gibi buranın da bir kitlesi var. Pazarcılar dışında yol kenarına domatesleri, karalahanaları dizip satanlar da mevcut. Havva Hanım'a nerede oturduklarını sorduğumuzda, Zeytinburnu olduğunu öğreniyoruz. Aslında bostanla uğraşanların ekseri de o çevrede, yakında oturuyor. Maydanozların başında rastladığımız Osman Günışık da bunlardan biri. O da civarda yaşadığını söyleyince, tarlaların yanlarındaki barakaları merak ediyoruz. İşçi olarak çalışanlar da oralarda kalıyorlarmış. Âdet yerini bulsun, Osman amcaya da soralım neler ektiğini. Yok yok maşallah: Maydanoz, roka, pazı, nane, semizotu, domates… O da ürünlerini pazarcılara satanlardan. Eski toprak, buraların geçmişini anlatıyor bize. İstanbul'un kurtuluşu resm-i geçitlerinde devlet adamlarının buradan geçerken yeşil, bakımlı alanları görünce mutlu olduklarını söylüyor. Onlar bostanlara böyle temiz baktıkça, kiralarını ödeyip ortalığı çöplük yapmaktan kurtardıkça, İstanbul'a oksijen sağladıkça da tarlaların ortadan kaldırılmayacağını düşünüyor. Dileriz, her tarafı beton kesilen bu garip şehrin ortasındaki tarlalar da mazinin hoş bir hatırası olarak kalmaz.

BİZİM KÖY

0
0

5 milyonluk ‘Bücür'

Hapishaneden kaçış mevzuundan film sektörü çok ekmek yedi zamanında, sıra gerçek hayatta. Ülkenin en korunaklı hapishanesinden geçen ay kaçıp izini kaybettiren Meksikalı uyuşturucu baronu Joaquin Guzman'ın başına ABD'li yetkililer 5 milyon dolar ödül koydu. ‘Bücür' lakaplı Guzman'ın, hâlâ Meksika'da olduğu sanılıyor. Tünel kazarak kaçan ve 1 milyar dolar serveti olan Guzman için Meksika da 3,8 milyon dolar ödül koydu.

Tankın üstünde asırlık çınar

Bizde insanların yaşlanınca hacca gitme ya da sakin bir kıyı şehrine yerleşip domates yetiştirme gibi normal hayalleri vardır. Hilda Jackson isimli kadının durumuysa çok farklı. 101'inci yaşına ilginç bir şekilde girmek istedi. Galler bölgesinin Usk kasabasında bulunan tank okulunda FV432 tipi tankı birkaç metre bile olsa sürerek hayalini gerçekleştirdi. Üstelik tek gözü görmüyordu.

Bu metroda grev var

Fabrikalardaki grevlere alışkınız da Londra'nın eli ayağı olan metroda greve gidilince işler karıştı. Günde 4 milyona yakın kişinin yolculuk ettiği metroda, çalışanların başlattığı 24 saatlik iş bırakma eylemi hayatı felç etti. Eylül ayından itibaren hafta sonları 24 saat hizmet vermeye başlayacak 5 metro hattında çalışacak personelin fazla mesai yapmalarıyla maaşlarında oluşacak eşitsizliğe yönelik tepkileri işe yarayacak mı göreceğiz.

Gönderin evlatlarınızı Dağlıca'ya da görelim

0
0

Yıllar önce evladını şehit veren ailelerin çoğu haberleri izleyemiyor. Zira her şehit haberinde acıları tazeleniyor. Evlatlarının ardından hayatları enkaza dönüşen aileler, “Allah can düşmanıma bile böyle bir acı yaşatmasın.” diyor.

Dağ gibi çocuklarını teröre kurban verdiler yıllar önce. Kimisi Dağlıca'da kimisi Aktütün'de şehit düştü. Geçen zaman ise ailelerinin acısını dindirmeye yetmedi. Gelen her şehit haberinde ciğerlerine kızgın yağ dökülüyor sanki. Hepsi daha dün gibi hatırlıyor kapılarına acı haberi vermek için gelenleri... Oğlunun şehadet haberini aldığından beri bir kez bile adını telaffuz edemeyen anne, şehit maaşının bir kuruşuna dahi dokunmayıp parayı himmet eden baba, kardeşinin geride bıraktığı yetimin yanında kendi çocuklarına ‘baba' dedirtmeyen kardeş, sevdiğine kavuşma hayalleri kuran eş… Yüreği yangın yerine dönen ailelerin acısı ilk günkü gibi taze ve söylediklerine göre ateş düştüğü yeri yakıyor. "Evladımızı feda etmeye hazırız." diyenlere de tepkililer: “Çocuklarını göndersinler Aktütün'e, Ceylanpınar'a, Dağlıca'ya. Bakalım sonrasında da böyle rahat konuşabilecekler mi?”

‘Oğlumu getir bana dünyayı vereyim sana'

2008 yılında Hakkâri'nin Şemdinli ilçesine bağlı Aktütün köyündeki Jandarma Sınır Karakolu'nda şehit düşen Oktay Karakelle'nin ailesinin yüreği, art arda gelen şehit haberleri karşısında dağlanıyor. Baba Hüsamettin Karakelle, “Oğlum şehit olmadan önce şehit haberlerini görüyordum, bir baba olarak yüreğimi yakıyordu ama geçip gidiyordu. Oğlum şehit olduktan sonra başka… Ne zaman şehit haberi görsem Oktay'ı kaybettiğim o ilk günkü acıyı duyuyorum.” diye konuşuyor. Evlat acısının hiçbir şeye benzemediğini anlatan Karakelle, “Oğlumu getir bana, dünyayı vereyim sana.” diyor defalarca.

‘Hanımın ağzından bir kere Oktay ismi çıkmadı'

Karakelle, 2008'den bu yana eşinin bir defa bile gülmediğini söylüyor: “Oğlumun naaşını karşı yakadaki şehitliğe bırakamadık, Kartal'da evimize yakın bir mezarlıkta. Hanım haftada üç-dört gün Oktay'ın yanına gidip, saatlerce mezarının başında kalıyor. Torunuma Oktay ismini verdik ama hanım, ona adıyla seslenmiyor. Yıllardır ağzından bir defa Oktay ismi çıkmadı.”

Oğlunun şehadet haberini almadan önceki son telefon konuşmasını anlatıyor Karakelle: “3 gün önceydi. ‘Oğlum mezardan mı konuşuyorsun, bu ne hal?' diye sordum, mevzide olduklarını söyledi. Yanına gitmek istedim, ‘Baba sakın buralara gelme.' dedi. O bana bir şey olur diye korkuyor, ben ona zarar gelecek diye... Telefonu öyle kapattık. Çatışma gecesi rüya gördüm. Dağlık taşlık bir yerde rahmetli annemi görüyorum, asker sivil yığınla kalabalık… Oktay çarpıyor gözüme, sonra kayboluyor. Uyandım, dua okudum, tekrar yattım ve aynı rüyayı üç kere gördüm. Sabah kalktım ama duramıyorum. Kaynarca'ya bir işimi halletmeye gitmiştim ki oğlum aradı, ‘Baba evin etrafını askerler sardı.' dedi. Eve nasıl geldim bilmiyorum, evin önü mahşer günü gibiydi. Allah kimseye böyle bir gün yaşatmasın, analar babalar ağlıyor, deli oluyorum. Çocuklar babalarının tabutu başında yutkunarak ağlıyor, dayanamıyorum.”

‘Ayda bir gider bayrağını değiştiririm'

Siyasî; kanattan gelen “Evlatlarımızı feda etmeye hazırız.” söylemleri karşısında, “Zenginin oğlu gitmez oralara. Oğlum kendisi gitmek istedi. Oktay'lar gider, Ahmet'ler Mehmet'ler de… Ayda bir kere oğlumun bayrağını değiştiririm, gururla. Benim çocuğum eline silah almamıştı ama saldıranlar, akşama kadar silah eğitimi yapıyor. Can düşmanım bile olsa evlat acısı yaşamasını istemem.” diyor.

‘Orada evladı olan böyle rahat konuşmaz'

Aktütün şehitlerinden Çağlar Mengü'nün ailesi de “Kör bir kuyudayız, çıkamıyoruz.” diye tarif ediyor içinde bulundukları hayatı. Her şehit haberinde eski günleri tekrar tekrar yaşadıklarını anlatan baba Azimet Mengü, “Eşim hayata dönmedi. Evde oğluma ait bir köşe var. Namazını kılıyor, dönüyor oraya bakıyor, o güne geri dönüyor. Bazen fenalaşıp bayılıyor. Ağabeyi evlendi, çoluk çocuğa karıştı ama kardeşinin acısını unutamıyor. Hiçbirimiz tastamam dönemiyoruz hayata.” diyor. Oğlunun çok iyi bir çocuk olduğunu söyleyen Mengü, “Onu melek oğlum diye severdim. Resmini yanımdan ayıramam. Son aylarda üst üste gelen şehit haberlerini gördükçe evine ateş düşen o anne babalara içim yanıyor. Şehitliğin Allah katındaki yerine inanmasak nasıl teselli oluruz, bilmiyorum. Evladım benim nefesimdi, o gidince o nefesim boğazımda düğümlendi.” diye anlatıyor duygularını.

Çağlar'ın izne geldiğinde sevdiği kızla vedalaşmasını da unutamıyor: “Oğlan izne geldi, Aktütün'e gidecek ama sevdiği kızla ayıramadık bir türlü. Ağlaya ağlaya vedalaştılar. O an gözümün önünden gitmez. Oğlum geldiğinde düğün dernek yapacaktık. Takdir-i İlahi…” Mengü, Aktütün saldırısında ihmaller olduğunu da söylemeden edemiyor: “Düşünüyorum, işin içinden çıkamıyorum bir türlü. İçimde bir korla yaşıyorum. O ateş sönmek bilmiyor. ‘Evladımızı feda ederiz.' diyenler çocuklarını o coğrafyalara bir göndersin bakalım, Aktütün'e, Ceylanpınar'a, Dağlıca'ya göndersinler. Gönderebilirler mi? Orada evladı olan böyle rahat konuşamaz. Ateş düştüğü yeri yakıyor.”

‘Annem bana iki defa sarılır, biri kardeşimin yerine...'

21 Ekim 2007'de Hakkâri Yüksekova'daki Dağlıca Taburu'na yönelik gerçekleşen saldırıda şehit düşen Uzman Çavuş Selçuk Gürdal'ın ailesi de onu anmadan bir gün geçiremiyor. İkiz olmaları hasebiyle kardeşinin üzerinde çok etkisi olduğunu söyleyen Dağlıca şehidinin kardeşi Celalettin Gürdal, “8 buçuk yıldır Selçuk'un adını anmadığım gün yok.” diyor ve ekliyor: "Kardeşim bir evlat bıraktı geride. Samed şimdi 12 yaşında. Benim üç çocuğum var, çocuklarım ve yeğenimle bir araya geldiğimizde çocuklarımın ‘baba' demesini kısıtlıyorum. Benim oğlumun adı da ablamın oğlunun adı da Selçuk. Hatta silah arkadaşları da çocuklarına Selçuk ismini verdi. Beş Selçuk var, Selçuk'lar bir ölür, bin dirilir.”

Annesinin kendisini her gördüğünde iki defa sarıldığını anlatan Gürdal, “Bir defa da Selçuk yerine sarılır…” diyor. Babasının ise kederinden hastalandığını, altı ay içinde vefat ettiğini anlatan Gürdal, “İnanıyorum ki Selçuk ile birlikteler. Mekânları cennet olsun. Her canlı ölümü tadacak ama ben her gün tadıyorum!” diye konuşuyor.

‘Cenaze geldiğinde yanımızdalar üç gün sonra kimse yok'

Gürdal, ‘Evlatlarımızı feda etmeye hazırız.' sözlerini şöyle yorumluyor: “Hiçbir siyasî;nin yahut zengin çocuğunun Güneydoğu'ya gittiğini duymadım. Çünkü onların yaşama hakkı var! Al bayraklara sarılı cenaze geldiğinde herkes yanınızda, peki üç gün sonra? ‘Bir tek sizin evladınız mı şehit oldu?' diyen densizler var!”

Şehit maaşının bir kuruşuna bile dokunmadı!

1993 yılında Elazığ-Bingöl arasında terör örgütünün saldırısı sonucu 33 askerin şehit edildiği olayda oğlu Ünal'ı kaybeden Selami Kalafat, evladını kaybedeli 22 sene olsa da o acıyı ilk günkü gibi yaşıyor. Eşinin evlat acısına dayanamadığı için vefat ettiğini anlatan Kalafat, şehit oğlunu düşünmeden birkaç saat bile geçiremiyor. Oğlunu rüyalarında gördüğünü anlatan baba, “Kalbim fırlayacak gibi uyanıyorum.” diyor ve 93 yılından beri mücadele etse de oğlunun naaşını ulaşamıyor.

84 yaşında olduğunu, artık hakkını arayamadığını acılı baba, “Mahkemeyi geçtim, karakola gitmiş insan değilim, hâlâ bana mahkemeye git diyorlar. Artık mahkemelerle uğraşacak maddî; manevî; gücüm yok.” şeklinde konuşuyor. Kalafat, aldığı şehit maaşının bir kuruşuna dahi dokunmuyor, hayır kurumlarına, Kur'an kurslarına, camilere ve ihtiyaç sahibi ailelere infak ediyor.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live