Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Uç uç nereye kadar!

$
0
0

Hayvanlar aleminden neredeyse her gün bir çok ilginç görüntüler ortaya çıkarken, kartalın üzerinde seyahat eden cesur karga gibisi belki de ilk kez görülüyor.

Cesur bir karga, gökyüzünde Kel Kartal'ın sırtında bedavaya uçuş yaparken kameralara yakalandı. Sıradışı bu görüntü sadece birkaç saniye sürdü ve amatör kuş fotoğrafçısı Phoo Chan tarafından görüntülendi.

İlk başta karganın kartal tarafından kovalandığını düşündüğünü söyleyen Chan, "Sonunda karganın kartalın sırtına konduğunu ve bu şekilde uçtuğunu gördüm. İkisi farklı yönlerde uçuyorlardı ve arkadaş olmuş gibi görünüyorlardı." dedi.

Karga, kartalla belki gerçekten dost olmak istedi, belki de canı sıkıldığı için kartalla dalga geçmek istedi. Ama öyle ya da böyle bu karganın anlatacağı güzel bir hikayesi var!


Suyun yaşayan iki yüzü...

$
0
0

Karayla bağımızı koparmayan bizler su üstünde gördüğümüzle yetiniriz. Ancak bardağın dolu tarafını görmekle kalmayıp ikisini birden görüntüleyenler de var.

Dalışlarının en harikalarından birinin, kafasının suyun altına doğru kayarken suyun maskesini yuttuğu an olduğunu açıklayan fotoğrafçı Matt Smith: "Sanırım bu suyun altındaki bilinmezliğin oluşturduğu umut ve korkunun oluşturduğu karışık bir duygu. İşte bu duygu sayesinde suyun altındaki bu resimleri çizebiliyorum. Belki de dalgıç olmayan biriyle iletişim kurmanın en iyi yolu budur. Bu fotoğraflarda ıslak ve yabancı dünya ile kuru ve daha alışılmış bir dünyanın arasındaki ilişkiyi açıklıyor.

Yarı sualtı fotoğraflarımı peyzaj fotoğrafçısı olarak değerlendirdim. Taktığım şnorkelle birçok yeri keşfettim. Bu keşifleri yaparken referans olabilecek fotoğraflar çektim. Böylece uygun bir yer bulunduğunda son imajımı nasıl yapacağımı planlayabiliyorum. Portfolyomdaki son imaj genellikle en iyi araştırılmış ve planlanmış iş oluyor."

Var mı onlardan iyisi?

$
0
0

Üniversitelerarası Türkiye Basketbol Şampiyonası'nda ipi göğüsleyerek Slovenya'da düzenlenen Avrupa Basketbol Şampiyonası'na gitmeye hak kazanan Fatih Üniversitesi Basketbol Takımı, Avrupa şampiyonu olarak zaferle döndü. Son 6 yılda 5 Türkiye şampiyonluğu, 2011'de Avrupa üçüncülüğü, 2013 ve 2014'te Avrupa ikinciliği elde etti. İşte bu büyük başarıların öyküsü…

Basketbolda son yıllarda hem millî; takım bazında hem de kulüpler bazında arka arkaya yakalanan başarılar ve yatırımlar, üniversitelerin de ilgisini çekti. Birçok üniversite basketbol takımı kurarak, kulüp olma yolunda ilerliyor, bazıları da Türkiye şampiyonalarında boy gösteriyor. Hatta içlerinde öyleleri var ki, başarılarıyla adını çoktan Edirne'nin ötesine duyurdu bile. Bunlardan biri de Avrupa'da son 5 yılda üç final, bir de yarı final oynayan Fatih Üniversitesi Basketbol Erkek Takımı.

ZORLUKLARA RAĞMEN ZİRVEYE

Fatih Üniversitesi'nin basketbol branşındaki başarıları 2006 yılından bu yana giderek arttı. Üniversite 2006 ve 2008'deki Mavi Kupa Türkiye şampiyonluklarının yanı sıra 2010, 2012, 2013, 2014 ve 2015'te Süper Lig Türkiye şampiyonlukları ile 2011'de Avrupa üçüncülüğü, 2013 ve 2014 yıllarında ise Avrupa ikincilikleri elde etme başarısını gösterdi. Son 6 yılda 5 Türkiye şampiyonluğu bulunan Fatih Üniversitesi, bu sene de 20-27 Haziran arasında Slovenya'nın Koper kentinde düzenlenen 14. Avrupa Üniversiteler Şampiyonası'nda finalde Sırbistan'ın Nish Üniversitesi'ni 73-66 yenerek Avrupa şampiyonu oldu.

Güçlü rakiplerin bulunduğu grupta mücadele eden üniversite, grubu ikinci bitirerek çeyrek finalde Slovenya, yarı finalde İtalya ile karşılaşarak rakiplerinin bileklerini bükmeyi başardı. Şampiyonayı değerlendiren Fatih Üniversitesi Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanı M. Coşkun Uslusoy, “Ekibimiz son iki sene final oynama başarısı göstermişti. Bu başarıların tesadüf olmadığının bilincinde olarak oyuncularımıza sonuna kadar güveniyorduk. Ayrıca en önemli gücümüz takım için dua eden güzel insanlardı... Bu ilk Avrupa şampiyonluğumuzu bizlere dualarıyla destek olan güzel insanlara ithaf ediyoruz.” diyor ve ekliyor: “İnanınca sonucu güzel oluyor. Biz bunu şu an yaşıyoruz. Onun şaşkınlığı var halen üzerimizde. Yaşanan olayları unutamıyoruz. Onlara rağmen biz nasıl şampiyon olduk diyoruz.”

2011'DEN BERİ KAZANDIĞIMIZ ÖDÜLLER VERİLMİYOR

Olumsuzlukların neler olduklarını sorduğumuzda şunları sıralıyor M. Coşkun Uslusoy: “Geçtiğimiz sene Avrupa ikincisi olduğumuz için kura çekiminde seri başı olmamız gerekiyordu. Ancak alttan gelen rakiplerimiz de seri başı olabilecek kalitedeydiler. Kadromuzda 21 tane oyuncumuz var, ancak sadece 10 oyuncumuzu götürme imkânımız oldu şampiyonaya. Hatta takımın önemli oyuncularından Slovenya'daki ilk idmanda Burak Yönder'in bileğinden sakatlanması sonucu grubumuzdaki ilk iki müsabakaya 9 kişi ile çıktık. Yarı final maçında İtalya ile karşılaştık. İlk periyotta haksız yere 3 saniye düdüğü çalındı aleyhimize. Antrenörümüzü, üst üste çalınan iki teknik faulle sahadan ihraç ettiler. İşin açığı Türkiye ile kimse finalde oynamak istemiyordu. Finalde de olumsuzluklar bir türlü peşimizi bırakmıyordu. Daha maçın altıncı dakikasında tek oyun kurucumuz olan Muhammed Baygül'ü iki sportmenlik dışı faulle oyun dışında gördük. Yaşanan olumsuzluklar da bir bakıma bizim için itici bir güç oldu…”

‘Şampiyonluğun ardından Cumhurbaşkanlığı, YÖK gibi makamlardan herhangi bir tebrik geldi mi?' sualini tevcih ediyoruz Direktör Uslusoy'a: “Şu ana kadar herhangi bir tebrik almadık. Böyle de bir beklenti içinde değiliz. Normal şartlarda Avrupa şampiyonluğu gibi bir başarı elde ettiğiniz zaman Gençlik Spor Müdürlüğü'nün yönetmeliğine uygun ödüller var. Fakat biz 2011'den bu yana ne üçüncü olduğumuzda ne iki kez ikinci olduğumuz ne de şampiyon olduğumuz için herhangi bir ödül takdimi yapılmadı. Bu bizim oyuncularımızı da ciddi manada üzüyor. Çünkü sporun içerisine başka şeylerin girmesine müsaade etmemek gerektiğine inanıyorum.”

NBA OYUNCUSU BİLE VAR

Takımda Beko Basketbol Ligi'nde oynayan yedi, NBA'de oynayan da bir oyuncu mevcut. Sezon başında 21 kişilik geniş bir kadro kurduklarını belirten M. Coşkun Uslusoy, başarılarını istikrarlı bir biçimde sürdürmek istediklerini söylüyor. Oyuncuların, NBA'ye hazırlanması ve kulüpleşmek diğer hedefler arasında. Süper Lig kategorisinde 8 takımdan biri olan Fatih Üniversitesi, 12 yıldır bu ligden düşmeyen tek takım.

Üniversitenin amacı Türk basketbolu ve gençliğine katkı vermek. 2002'den bu yana, tüm imkânlar seferber edilmiş durumda. Her yıl üniversite çapında seçmeler yapılıyor. Seçmeyi kazanan sporculara tam burs veriliyor. Öncelikli olarak uzaktan eğitim bölümlerinde eğitim görüyorlar, 2 yıllık bölümlerde. Ardından dikey geçiş sınavı ile 4 yıllık bölümler için burs imkânı sağlanıyor. 11 yıl içerisinde 40'tan fazla basketbolcuya burs fırsatı sunulmuş.

Takım, İsmail Beleş yönetiminde Avrupa şampiyonasına gitti. Sadece bu senelik takımın başında yer alan Beleş, 32 yıldır hocalık yapıyor. Beleş, hakemlerin taraflı yönetimine rağmen finale kadar geldiklerini belirtiyor: “Oyuncular bu konuda benden tecrübelilerdi. Çünkü son iki yılda final kapsından geri dönüyorlardı. Hakemlerin de nötr bir yönetim sergilemesi işlerimizi daha da kolaylaştırdı. Gruplarda karşılaştığımız Sırbistan karşısında maça çok iyi başladık: 13-2. Maçı sonuna kadar bırakmayarak mutlu sona ulaştık.”

Okulun adını daha sık duyuracağız

Takımın önemli oyuncularından biri Fırat Yavuz. Oyun kurucu pozisyonunda oynayan Yavuz, 2008 yılından beri Fatih Üniversitesi'nde. 25 yaşındaki oyuncu, şampiyon oldukları için çok mutlu olduklarını söylüyor. “6 yıllık bir süreçti bu. Şanssız bir şekilde iki finali kaybetmiştik. Bu sefer ise biraz daha temkinliydik. Durumun ciddiyetine vararak, kazanmak için daha çok çabaladık. Bundan sonra okulun adını daha sık duyurmaya çalışacağız.” diyen ‘fırfır' lakaplı oyuncu, geçen sezon İstanbulspor'un formasını terletmiş.

Şampiyonluk unvanını koruyacağız

Doğukan Sönmez 2,06 m. boyunda. Takımın en uzun ikinci oyuncusu. 23 yaşındaki pivot, Fatih Üniversitesi ile 2 yıldır beraber. “İki senedir finalde kaybediyoruz. Bu da şampiyonluğun en önemli adayı olduğumuzu gösteriyor. Önceki iki şampiyonaya göre takım daha da oturmuştu bu sene. Bundan sonraki hedefimiz, şampiyonluk unvanını korumak olacak.” diyen Sönmez, şampiyonayı yedi ribaunt ortalaması ile tamamlamış. Önümüzdeki sezon Torku Konyaspor'un formasını terletecek.

Uğursuzluk bende!

Takımın kaptanlarından biri, Ogün Sevinç. 2010 yılında katılmış Fatih Üniversitesi'ne. İstanbul Üniversitesi'ndeymiş bundan önce. Fatih Üniversitesi'nin oyuncusu olmaktan çok memnun olan kaptan, bu sene şampiyonaya katılamamanın üzüntüsünü yaşıyor. “Şampiyonanın olduğu zaman düğünüm vardı. Bundan dolayı Slovenya'ya gidememiştim. Coşkun abi de bu konuda hoşgörülü davrandı.” diyor. Esprili bir dille, iki sezon finalde kaybettiklerini, bu sezon da şampiyon olduklarına göre uğursuzluğun kendisinde olduğu kanısında, kaptan.

Aydilge: 'Halk bunu istiyor' lafı palavra, bu piyasada iyiler de kazanır

$
0
0

Aydilge son dönemin en sevilen isimlerinden biri. Birçok dizide sesini art arda duyduğumuz müzisyen, aynı zamanda yeni teklisi ile de gündemde. Tek amacının özgür bir şekilde müziğini insanlarla paylaşmak olduğunu söyleyen Aydilge, daha popüler olmak gibi ucuz hedeflerinin bulunmadığını ifade ediyor.

Yangın Var isimli tekliniz yeni çıkmışken peşi sıra bir dizinin jeneriğine imza attınız. Yaza çok hızlı girdiniz. Arka arkaya bu işler nasıl geldi?

Ağır yüklerin varsa, hızlı yürüyemezsin. Ama aslında taşıdığımız yükler değil, onları yük olarak görüp görmediğimiz belirliyor hızımızı. Ben müzik yapmaktan o kadar mutluyum ki yaza da kışa da hızlı girmem çok normal, çünkü hafifim, çünkü yüküm yok. Müzik benim kanatlarım. Beni uçuran bu mucize sayesinde akabiliyorum. Yangın Var üzerinde aslında altı aydır çalışıyordum. Birçok kere sözlerini değiştirdim, melodisiyle tekrar tekrar oynadım. Onun hazırlıkları tamamlanırken de Kiralık Aşk dizisinin jenerik şarkısını yapmam için teklif geldi. O kadar çok sevdim ki ekibi ve hikâyeyi, kısa sürede ruhumdan çok tatlı bir şarkı çıkıverdi.

Özellikle son dönemde şarkılarınız dizilerde çok tercih edilmeye başlandı, bunun sebebi nedir?

Daha önce TRT'de yayınlanan Her Halimle Sev Beni dizisinin jeneriğini besteleyip söylemiştim ve Güneşi Beklerken, Yalan Dünya gibi pek çok dizide şarkılarım kullanılmıştı. Ama özellikle Kiraz Mevsimi'nin jeneriğini söylememle beraber sanırım yoğun bir farkındalık oluştu. Tabii diziye pek çok kez müzisyen olarak da konuk oyuncu oldum. Onlarla da çok güzel bir aile olduk. Özellikle Özge (Öykü) ve Serkan'ı (Ayaz) çok seviyorum.

Bundan sonra albüm yerine tekli yapmayı mı tercih edeceksiniz?

Albüm ya da single yapma meselesinden ziyade önemli olanın iyi şarkılar yapmak olduğunu düşünüyorum. İnsanlara müziği ulaştırmanın yolları değişebilir. Ne albüm ne de single takıntım var. Benim stratejilerle, belirleyici unsurlarla vs. çok alâkam yok. Ben müzik yapıyorum. O anda işte tam zamanı diyoruz ve çıkarıyoruz. Hatta şarkı kendi çıkmak istiyor. Ben bir şey yapmıyorum. (Gülüyor) Albüm çıkmak istediğinde de, albüm şimdi benim zamanım, diyecek ve çıkacak. Onların bir canı ve ruhu var, kendi kararlarını alıyorlar.

Yaptığınız müzik, günümüz piyasasında tam anlamı ile popüler değil. Alternatif de değil. Tam olarak nereye koyuyorsunuz tarzınızı?

Hiçbir yere koymuyorum. Koymak, zaten durmak demek. Niye kendimi tanımlayıp, nokta koyayım cümlenin sonuna. Klasik anlamda daha çok popüler olmak ya da daha çok patlamak gibi ucuz hedeflerim yok. Açıkçası sadece özgür bir şekilde müziğimi paylaşmak istiyorum. Zaten popüleri popüler yapan güç halk falan da değil. Halk bunu istiyor lafı da palavra. Halk, ancak birbirine benzer seçenekler arasından seçme özgürlüğüne sahip. Tabii buna özgürlük denirse. Benim ruhum tek tipe çekilmeyi reddettiği sürece, kimse bana o kostümlerden giydirmeye kalkamaz. Onu kesip biçer, kendi hoşuma giden yeni bir kostüm yaparım ben.

Böyle bir duruşla bu piyasada ayakta kalmak zor mu?

Piyasada ayakta kalmaktan ziyade, aslında şunu soralım kendimize: Bu dünyada ayakta kalmak kolay mı? Geçenlerde şunu okudum: Amerika'da ve birçok yerde kucaklaşma terapileri başlamış. Derin, anlamlı bağlar kuramayan, yalnız modern dünya insanı, artık parayla kucaklaşma satın alıyor. Hâlâ ücretsiz sarılabileceğiniz insanlar varsa sarılın, dokunun, koklayın bence. Çünkü dokunabildiğimiz kadar varız birbirimize, bazen ellerimizle, bazen yüreğimizle.

Güzel şeyleri anlatabilmek lazım

Yazarlık nasıl gidiyor? Tezgahta yeni şeyler var mı?

Küçük denemeler, şiirler ve öyküler yazıyorum ama henüz roman türünü yazmamı sağlayacak o büyük enerji ve konsantrasyonu üzerimde hissetmiyorum. Dediğim gibi, zamanı geldiğinde su yolunu bulacaktır zaten.

Son söyleşimizde dünya ve ülkemizin durumu ile ilgili karamsar bir durumunuz vardı. Hâlâ öyle mi?

Ben karamsar değil, gerçekçiyimdir. Artık acilen güzel şeyler duymak ve güzel şeyleri anlatabilmek lazım. ‘Ülkenin hali ne olacak?' diye başlamayan cümleler, başarılarını anlattığında gülümseyebilen gerçek dostlar lazım. İyilikle yıkanmak, acilen güzel insanlara inanmak lazım ve acilen birine, yanındakine değil uzağındakine, sana benzeyene değil benzemeyene yardım etmek lazım. Bir kişi daha güzelliğe ve iyiliğe inanabilsin diye. Değişmemiz lazım. “Ben” duygusunu damarımızdan boşaltmak, iyi olmayı tercih etmek lazım. Onurunu korumak için kibre bulaşmadan dimdik durabilmek lazım. Başkalarını yargılamadan önce hep kendini sorgulamak lazım, acımasızlaşmadan. Yine, iyi insanlara inanmak lazım, yapayalnızlaşmadan.

Ramazan ayı nasıl gidiyor? Ramazan'la ilgili düşünceleriniz neler?

Manevi değerlerin yükseldiğini daha çok hissedebilmek isterdim. Çünkü ben adamı olanın değil, adam olanın kazandığı bir dünya istiyorum artık. Para mı kazanıyorum, para mı beni kazanıyor, bunu sormalı insan kendine... Modern dünyanın uyuşturucuları bizi hayatın canlılığına katılmaktan alıkoyuyor. İş hayatı, hız, rekabet, elektronik aletler ve tüketim kültürü bizi uyuşturuyor. Oysa önemli ve anlamlı olan her şey emek vermeye, zaman ayırmaya, yavaşlamaya ve sevdaya dair.

Aydilge'nin geleceğe dair planları neler?

Geçmişe, geleceğe fazla dalınca, anılardan ve kaygılardan vurgun yiyor insan. O yüzden ileriye odaklanmak yerine tek gerçek olan “şimdi”yi hissetmeye çalışıyorum.

Rock yaptığımı iddia etmedim

Bir kadın sanatçı olarak diğer kadın seslerin popülerlik uğruna yaptıklarını tasvip ediyor musunuz?

Kimseye tepeden bakıp parmak sallamak istemem. Bu dünyada başımıza ne geliyorsa sürekli kendi işimize bakmak yerine birbirimizi eleştirip kınamaktan geliyor. Onlar kendi yoluna, ben kendi yoluma...

Müzik piyasası bu tekdüzelikten nasıl kurtulacak?

Elbet oyunun kuralları, formülleri vardır. Benimse kalbim müzikle atıyor, matematikle, formülle, stratejilerle değil. Belki başarılı olmamın nedeni herkesin oynadığı oyunları oynamadan, sadece içimden geldiği müziği yapmamdır. İyi olanlar da kazanır. Her ne kadar bizi aksine inandırmaya çalışsalar da, illa kirli ilişkiler kuranlar ve hak etmeyenler kazanır gibi bir durum yok. Öğrenilmiş çaresizlik hali topluma dayatılmış olsa da, iyiler de kazanır. Asla kendinize olan inancınızı yitirmeyin...

Aydilge rock'tan popüler müziğe kaydı diye de yorumlar yapılıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben hiçbir zaman rock müzik yaptığımı iddia etmedim. İçinde rock öğeleri tabii ki var müziğimin. İyi bir rock müzik dinleyicisiyim de. Ama 7 yaşımdan 14 yaşıma kadar TRT radyo korosunda musiki eğitimi de aldım. Bütün bu sound'lar ruhumda harmanlandı. Müziğim, Batı'nın tanımladığı anlamda bir rock müziği asla olmadı, iyi ki de olmadı. Zaten onların yaptığı müziğin aynısını niye yapayım ki? Ben kendim gibi bir şeyler yapıyorum. Bunun popüler olması da ne güzel. Popülist olmak ile popüler olmak arasında çok büyük fark var. Popüler olan şeyler illa kötü değildir. Kötü olan, popüler olmak için kendinden ödün vermektir.

Siz aynı zamanda yazarsınız. Müzik yaparken yazarlığa ya da yazarken müziğe haksızlık ettiğinizi düşündüğünüz zamanlar oluyor mu?

Bir ara, yeni romanımı bir türlü yazamadığım için yazarlık tarafım köreliyor mu acaba diye endişeye düşmüştüm. Çünkü müzik çok fazla vakit alıyordu ve edebiyat, özellikle de roman türü, zamanı kaşık kaşık yiyen bir türdür. Ama artık her şeyin bir zamanı olduğuna daha çok inanmaya başladım. Yazma zamanı geldiğinde, kelimeler göğsümün içinde birikecektir...

Uygur Türklerinin Çin'le imtihanı

$
0
0

Çin'in Müslüman Uygur halkına uyguladığı baskı, sosyal medyada paylaşılan ve çoğu Uygurlarla da Çin'le de alâkası olmayan fotoğraflarla lanetleniyor. Oysa bu ‘sahte' fotoğraflara ihtiyacımız yok tepkimizi ortaya koymak için. Memurların oruç tutmasının ve camiye gitmesinin yasaklandığına, bölgenin ekonomik ve kültürel anlamda kasıtlı olarak geri bırakıldığına dair gerçekler yeter de artar.

Uygurlar denildiğinde aklımıza tarih ders kitaplarından ‘Türk devletleri' konu başlığı altında hayal meyal hatırladığımız cümleler gelmiyor çoktandır. Son zamanlarda ‘Uygur' kelimesinin çağrıştırdığı tek bir şey var, o da Çin'in baskı rejimi altında hayatlarına zorlukla devam etmeye çalışan Müslüman bir halk. Duyduklarımız, gördüklerimiz karşısında elimizden gelenler sınırlı. En fazla Facebook'taki profil fotoğraflarımızı ay-yıldızlı mavi bayrakla değiştirebiliyoruz. Belki biraz da dua… Çin'in Sincan Uygur özerk bölgesinde yaşayan Müslümanlara yönelik uygulanan, biraz da sosyal medyaya yansıyan fotoğraflarla tanık olduğumuz zulüm, dünden bugüne bir olay değil aslında. Evveliyatı var. Şu sıralar daha çok gündemimize gelmesinin bir sebebi Ramazan ayı içinde olmamız. Çünkü Çin yönetiminin Uygur halkına uyguladığı baskıyı en net görebildiğimiz zamanlar bu aya tekabül ediyor. Dünyanın bir kısmında şölen havasında geçen Ramazan, Uygur Türkleri için ‘devlet memurlarının oruç tutmasının yasaklandığı, Müslüman öğrencilerin okulda öğretmenlerinin gözetimi altında su içmeye zorlandığı' bir zaman dilimi ne yazık ki. Bugün Doğu Türkistanlıları Müslüman kimliklerini mümkün olduğunca gözlerden uzak yaşamaya zorlayan baskı ortamının geçmişi eskilere dayanıyor. Dünya kamuoyunun gündemine ise sadece somut bir olay yaşandığı zaman girebiliyor. Bir sonraki olay ya da Ramazan gelinceye dek unuttuğumuz bu halka ve Çin yönetimiyle yaşanan gerilime biraz daha yakından bakmakta fayda var.

Uygur halkı ağırlıklı olarak nerede yaşıyor?

Tartışmaların odağındaki bölgenin adı Sincan. Burası Çin'in en büyük eyaleti ve Moğolistan, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan olmak üzere sekiz ülkeyle sınırı var. Bu da Sincan'ın jeopolitik olarak önemli bir konumda olduğunun göstergesi. Ekonomisi tarım ve ticarete dayalı bölgenin nüfusunun büyük kısmı çok kısa bir zaman öncesine kadar Uygur halkından oluşuyordu. Uygurların büyük çoğunluğu da Müslüman. Bölgede yaklaşık 10 milyon Müslüman yaşıyor. Fakat ekonomik gelişme, son yıllarda Han Çinlilerinden de bu bölgeye göç etmesine neden olmuş.

Sincan hep Çin'e bağlı bir bölge miydi?

18. yüzyıla kadar belli aralıklarla otonom olduğu, nadiren de bağımsızlığını ilan ettiği dönemler olmuş Sincan'ın. Ancak 18. yüzyıldan itibaren Çin egemenliği altına girmiş. 1949'da Doğu Türkistan Devleti adı altında ilan edilen bağımsızlık ise bir yıl bile sürmemiş. Aynı yılın sonunda Komünist Çin'e ilhak edilmiş. Sovyetler'in yıkılmasıyla 1990'lardan itibaren ayrılıkçı gruplara ve Orta Asya'da bağımsız bir Müslüman devletin ortaya çıkması isteğine destek artmış ancak Pekin yönetimi gösterileri bastırarak grupların yeraltına kaymasına sebep olmuş.

Bölgedeki huzursuzluğun kaynağı ne?

Bölgeyi yakından inceleyen bağımsız kuruluşların büyük kısmı sorunun çeşitli sebepleri olmakla birlikte ekonomik ve kültürel faktörlerin büyük rol oynadığı görüşünde. Sincan'ın son dönemde artan refah seviyesi Çin'de yaşayan en büyük etnik grup olan Han Çinlilerinin ülkenin doğusundan bu bölgeye göç etmesi sonucunu doğurmuş. Bu da eyaletteki kalifiye işlerin Uygurlar yerine Han Çinlilere kaymasına neden olmuş. Sonuç: Eşitsizlikten memnun olmayan bir Uygur halkı. Çin'in sistematik bir şekilde Uygur halkının ticari ve kültürel faaliyetlerini engellemeye çalışmasının yanı sıra tansiyonun artmasına sebep olan bir başka şey de dini hayatın engellenmeye çalışılması. Çin'de özellikle 2009 yılından bu yana Müslümanlara dinî; hayatlarını yaşamalarının önünde engeller çıkarılıyor. Müslüman memurların Ramazan ayında oruç tutması ve camilere gitmesi çok sıkı kontrol altında. Sakal bırakmak ve başörtüsünün önünde de ciddi engeller var.

Baskılar 2009'dan sonra neden arttı?

Çin'in baskıyı artırmasında dönüm noktası diyebileceğimiz iki tarih var. İlki Temmuz 2009'da Sincan'ın başkenti Urumçi'deki ayaklanma. Olaylar sırasında 197 kişi hayatını kaybetmişti. Diğeri ise bölgede meydana gelen farklı olaylarda Uygur, Han Çinlileri ve farklı etnik gruplardan olmak üzere 100 kişinin hayatını kaybettiği 2013 yılında yaşanan karışıklık. Fakat yasakların şiddeti artırdığına dair görüşler de çoğunlukta. 2014 Ramazan'ında uygulanan katı politikanın ardından Sincan'daki ayrılıkçı grupların saldırıları artırdığı biliniyor.

İnsan hakları örgütleri nasıl bakıyor?

İnsan hakları grupları, aydınlar ve hukukçular, Çin'in Sincan'daki baskıcı politikalarını meşrulaştırmak için Uygurlar'ın pozisyonunu sistematik bir şekilde abartarak sunduğu görüşünde. Buna göre burada yaşayan Müslüman halk bölgeye özellikle göç ettirilen Han Çinlileri tarafından marjinalize ediliyor. Amnesty International'ın 2013 yılında yayınladığı bir raporda, Çinli yetkililerin ‘illegal dinci' ve ‘ayrılıkçı' olarak etiketlediği faaliyetlere sahip kesimleri suça ittiği ve kültürel kimliğini barışçıl yollarla ifade edilmesini bastırdığı ifade ediliyor.

ETIM ne kadar güçlü?

Çin, sivilleri hedef alan saldırıların arkasında ETIM (Doğu Türkistan İslam Hareketi) olduğunu iddia ediyor. Çin yönetimi ETIM'in adını ilk kez 2001 yılında George Bush'un ‘teröre karşı küresel savaş ilan ettiklerini' açıklamasından kısa bir süre sonra zikrediyor. ETIM ise henüz hiçbir saldırıyı üstlenmiş değil. Çin'de bağımsız Doğu Türkistan devleti kurulmasını isteyen ETIM için Amerikan Dışişleri Bakanlığı ‘Uygurlar arasındaki ayrılıkçı grupların en militanı' ifadesini kullanıyor. Bu arada Çin medyasında Uygur Türklerinden IŞİD'e üye olanların sayısının kasti olarak olduğundan fazla gösterildiği de yine uzmanlar tarafından dile getirilen gerçek. George Washington Üniversitesi'nden Prof. Sean Roberts, Uygurlar arasından IŞİD'e katılanlar olabileceğini ancak bunun dünyadaki diğer gruplarla kıyaslandığında oldukça küçük bir oran olduğunu söylüyor. Amnesty International'dan Nicholas Bequelin'e göre ise bu kişilerin sayısı Çin medyasında iddia edildiği gibi 300 kişi değil, en fazla 20-30 kişi.

Ilham Tohti'nin mahkûmiyeti ne kadar inandırıcı?

Çin'in marjinal grupları Uygur toplumunun geneline mal etmesi şeklinde kendini gösteren stratejisinin kasıtlı olduğunu en net ortaya koyan vaka, Prof. Ilham Tohti'nin mahkûmiyeti. Tohti'nin ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilmesi Amerikan yönetimi dahil bir çok uluslararası kuruluşun tepkisini çekiyor. Uygur Online adlı web sitesinde Uygurların maruz kaldığı sosyal, kültürel sorunlara dikkat çeken makaleler yayınlayan profesörün ‘ayrılıkçı' olduğu gerekçesiyle mahkum edilmesi makul bulunmuyor. Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry, ‘ılımlı sesleri kısmaya çalışmanın olayları daha da kötü hale getirmekten başka bir işe yaramayacağını' söyleyerek Çin yönetimini uyarmıştı.

‘Sakin şehirler' bizi bekler

$
0
0

Artvin'in Şavşat ilçesi de artık bir ‘sakin şehir'. Uluslararası Cittaslow örgütü tarafından belirlenen dünyanın en iyi sakin şehri unvanını, bu yıl Şavşat aldı. Şimdilik Türkiye'de on adet bulunan sakin şehirlerin sayısı ilerleyen yıllarda daha da artacak şüphesiz.

Bu yılın en iyi sakin şehri, Artvin'in Şavşat ilçesi oldu. Böylece Türkiye onuncu, Doğu Karadeniz Bölgesi ise ikinci sakin şehrine kavuşmuş oldu. Epey bir zamandır devam ediyor aslında bu sakin şehir uygulaması. İtalya'dan Güney Kore'ye, Amerika Birleşik Devletleri'nden İspanya'ya kadar 25 ülkede 166 üyesi bulunuyor. Aynı zamanda nüfusu 50 binden az olan kentlerin üye olabildiği sürdürülebilir bir yerel kalkınma modeli.

Orijinal ismiyle ‘Cittaslow', 1999 yılında İtalya'da kurulmuş uluslararası bir belediyeler birliği. İtalya'nın dört küçük kentinin belediye başkanlarının bir araya gelerek ‘Slow Food' hareketini bir de kentsel alana taşımak istemelerinden doğmuş. Bu birliğe kentlerin üye olmaları içinse, birliğin belirlediği kriterlere uymaları gerekiyor. İlk başta İtalya'da var olan hareket, daha sonra tüm dünyaya yayılmış. Bugün 28 ülkede 182 kent sakin şehir unvanına sahip.

İlk sakin şehir İtalya'nın Toskana bölgesindeki ‘Greve in Chianti' kasabası olmuş. Bir yeri sakin şehir seçmekle hedeflenen şeyse o yerin doğasını, geleneklerini, yemeklerini ve diğer özelliklerini koruyarak kalkınmasını hedeflemek. Zaten Cittaslow hareketinin kuruluş amacı da kentlerin kendi kimliklerine sahip çıkarak küreselleşme sonucu ortaya çıkan şehirlerin birbirine benzemesinin, aynılaşmasının önüne geçmek. Seçilen bölgenin mimarisi, zanaatları ve esnaflarına sahip çıkılması, ortaya konulan kriterlerle sağlanmaya çalışılıyor. Türkiye'de şimdilik 10 tane sakin şehir var. Fakat bu bize yeter mi? Tabii ki yetmez. Umudumuz var, bu sayı artacak!

Sultan Dağları'nın eteklerindeki sakin şehir - Yalvaç

Isparta'nın güzel mi güzel bir ilçesi olan Yalvaç da sakin şehirlerden. Pek çok medeniyete ev sahipliği yapan ve Sultan Dağları'nın eteklerinde kurulan Yalvaç, unutulmaya yüz tutmuş el sanatlarını hâlâ yaşatmasıyla meşhur. Dericilik, keçecilik, demircilik ve daha pek çok el sanatı bunların arasında. Isparta'nın kendi halinde bir ilçesi anlayacağınız.

Pide yemeye Yenipazar'a gidelim - Yenipazar

Aydın'ın pideleriyle meşhur çok küçük ilçelerinden biri Yenipazar. Bir de sakin şehir tabii. Doğal güzellikleri o kadar güzel ki, başka hiçbir şeye gerek yok diyorsunuz. Lakin başka şeyleri de var. Tarihi evleri ve arkeolojik kalıntılara ev sahipliği yapması, ilçeyi değerli kılan özelliklerden.

Küçük bir balıkçı köyü - Akkaya

Akyaka, Muğla'nın Ula ilçesinde bulunan bir belde. Hiç şüphesiz akla ilk olarak masmavi denizi geliyor. İlk başta küçük bir balıkçı köyü olarak görünse de mutfağıyla ve farklı farklı otlarıyla tam bir sakin belde Akyaka. Hem kafa dinlemek hem şahane bir suda yüzmek hem de güzel yemekler tatmak için gidip görülmesi gereken bir yer.

Ihlamur içmeden dönmeyin - Vize

Trakya'nın oldukça zengin bir ilçesi aslında Vize. Kırklareli'n bu ilçesi, hem tam bir oksijen deposu olan ormanları hem şelale ve gölleri hem de sahiliyle tam bir uğrak ve kafa dinleme yeri. Yemek kültürü oldukça gelişmiş. İlçenin sembolü olan ıhlamuru da içmeden dönmemek gerekiyor.

Bir taraf yemyeşil dağlar bir taraf engin deniz - Perşembe

Karadeniz'in ilk sakin şehri burası. Perşembe'nin bir tarafı yemyeşil dağlar, bir tarafı da masmavi denizler. Burada sakin kalınmaz da nerede kalınır ki? Buraya gidince ne yapılır peki? İlk başta kafanızı dinlemeniz salık verilir tabii, daha sonra ise güzel yemeklerini yiyebilir, yürüyüş parkurlarıyla şehri keşfedebilirsiniz.

Taraklı'nın sokaklarında tarihe yolculuk

Sakarya'nın Taraklı ilçesi de sakin şehir seçilen yerlerden biri. İlk göze çarpan şey, mimarisinin oldukça iyi muhafaza edilmesi. Camiler, hanlar ve eski konaklar ile adeta ziyaretçilerini büyülüyor. Dar sokaklarında yürürken mis gibi havasını da ciğerlerinize çekerseniz demeyin keyfinize.

Türkiye'nin ilk sakin şehri İzmir'in Seferihisar ilçesi

2009 yılında Türkiye'den sakin şehirler kervanına katılan ilk yer oldu Seferihisar. Ama gerçekten de olmasaydı ayıp olurdu denebilecek bir yer burası. Ege Denizi'nin kıyısında yer alan; balık, zeytin ve üzümün bolca olduğu şirin bir ilçe. Zaten bir turizm merkeziydi Seferihisar fakat sakin şehir seçildikten sonra daha da bir cazibe merkezi oldu fakat sakinliğinden de bir şey kaybetmedi.

Sessizliğin nefesini hissetmek - Halfeti

Halfeti'ye giden bilir. Merkeze inebilmek için gidilen yol da dâhil olmak üzere o yere varıldığında sessizliğin nefesini hissetmekten bahsediyoruz. Şahane bir manzara ve sanki bir terk edilmişlik duygusu. Fırat Nehri'nin kıyısında yer alan Halfeti, medeniyetin beşiğinde yer alması dolayısıyla da pek çok tarihi esere ev sahipliği yapıyor.

Sükûnet limanı Gökçeada…

Türkiye'nin en büyük adası belki Gökçeada fakat bu büyüklükle ters orantılı olarak bir sessiz, bir sakin… Adeta bir sessizlik limanı. Aynı zamanda Türkiye'nin en batı noktası, güneşin battığı en son yer. Ayrıca hem denizi güzel hem de bağı bahçesi. Organik tarım projelerinin bolca olduğunu da söyleyebilmek mümkün. Tüm bunların yanında bir de sakin şehir seçilmiş ki oh ne âlâ.

Cittaslow nedir?

Cittaslow, belediyelerin üye olabildiği, merkezi İtalya'da bulunan uluslararası bir birlik. 1999 yılından beri faaliyetlerini sürdürmekte. Birliğin merkezi İtalya'nın Orvieto kentinde bulunuyor. Topluluk, yerinden yönetim ilkeleri çerçevesinde ulusal ağlar kurarak, bir ülkeden üç kentin üye olmasıyla o ülkenin ulusal ağını oluşturuyor. Ulusal ağ oluşturan ülkeler, birliğin yönetimi olan ‘Uluslararası Koordinasyon Komitesi'nde de temsil ediliyor. Sakin şehir unvanına sahip olmak isteyen yerlerin Yavaş Felsefesine bağlı kalmaları ve bu çerçevede hareket etmeleri için 59 adet üyelik kriteri belirlenmiştir. Bu kriterler çevre, altyapı, teknoloji, misafirperverlik, farkındalık ve Slow Food projelerine destek alt başlıklarında toplanıyor.

Kimse artık eski baskı ortamını geri getiremez

$
0
0

Doğan Satmış, Habertürk'teki işini kaybedince 33 yıldır yaptığı gazeteciliğe 3 buçuk ay ara vermek zorunda kaldı. Bu süreci ‘Bir İşsizin Günlüğü' adıyla kitaplaştıran Satmış, hem gazete patronlarına baskı yapan iktidara hem de bir kelime yüzünden çıkarılan çalışanlarla kendisini karşı karşıya bırakan müesseslere sitemli.

Doğan Satmış, 33 yıllık gazetecilik deneyiminin ardından Habertürk'teki genel yayın yönetmenliği görevinden alınınca üç buçuk ay işsiz kaldı. 33 yıl uzun bir süre tabii… Hele ki gazetecilik dışında başka hiçbir işi aklına getirmemiş biri için. Bu süreçte düşünecek çok zamanı olmuş. Neden bu zamana kadar gazetecilik dışında başka bir seçenek üzerinde kafa yormadığına takılmış en çok. Çalıştığı zamanlarda sık sık arayan tanıdıkların işsiz kaldığında telefonlarına bile bakmadığını fark etmiş sonra. Gazetecilerin aslında sanal bir dünyada yaşadığını, bunu da en çok işsiz kaldığında anladığını itiraf edip, bir ara ‘umarım gazeteciliğe bir daha dönmem' bile demiş. Bir süredir Cumhuriyet Gazetesi'nde genel yayın danışmanlığı görevini sürdürüyor. İşsizlik günlerinden geriye ise bütün bu düşünceleri ve farkına varışları esprili ve samimi bir dille kaleme aldığı ‘Bir İşsizin Günlüğü' adlı kitap kaldı. Satmış ile kitabı vesilesiyle bir araya geldik. İşsizlik günlerini konuşalım dedik, konu dönüp dolaşıp basına müdahalelere geldi. Ancak Satmış, geleceğe dair umutlu. “Artık kimse Türkiye'de baskı ortamını geri getiremez.” diyor.

İşsizlik günlerinize dair özlediğiniz şeyler var mı?

Her gün düzenli yürüyordum. Düzenli spor yapınca fit oluyorsunuz, insanın psikolojisine iyi geldiği de biliniyor. Bir de sağa sola gidebilme özgürlüğünüz var.

Gezerken ya da işsiz kaldığınız süre içinde gazeteciliği bırakmak mümkün oldu mu? Her şeye, her yere haber gözüyle bakma alışkanlığınız geçmemiştir...

O, otomatikman oluyor. Gazetecilik bu yönüyle polislik gibi. Şimdi burada bir olay çıksa ve polis de oturuyor olsa mecburen müdahale etmek zorunda kalır. Gazetecilikte de böyle. Mesela oğlanın YGS başvurusunu yaparken karşılaştığımız zorlukları oturup geniş geniş yazdım. Bir gün aklıma geldi. Fethullah Hoca ile de röportaj yapalım diye, onun için görüşmeler yaptım, hatta soruları bile yazdım. O tür şeyler aklınıza geliyor ve yapmak isterseniz çok fırsat da var. Kabul etse Fethullah Hoca, hemen atlayıp Amerika'ya gidecektim. Cumhuriyet'e gelince teklifimi tekrarladım. Sanırım CNN'in ünlü anchorwoman'ı da sıradaymış. Bütün dünya görüşmek istiyor doğal olarak. Öyle bir görüşme iyi bir gazetecilik fırsatı yaratabilirdi diye düşünüyordum. Kişisel olarak söylüyorum bunu. İsteğim hâlâ da geçerli.

Gençlere yazılı basını önermiyorsunuz. Bir sebebi de bu baskı ortamı mı?

Çünkü geleceği yok artık bu işin. Çok uzun bir ömür biçilmiyor yazılı basına. Baskı ortamıyla ilgili değil söylediğim, Türkiye'de seçimden sonra kimse eski baskı ortamını sağlayamaz, eski haline getiremez. Öyle bir imkân yok ama hâlâ uygulamalar sürüyor. Mehmet Baransu hâlâ hapiste mesela. Gazeteciyi yazdığı bir şey için hapse atamazsınız. Bu ancak çağ dışı birkaç ülkede olur.

KEŞKE İŞSİZLİK DÖNEMİM DAHA UZUN SÜRSEYDİ!

Gazetecilik dışında bir ikinci planınız olmamasından pişmanlık duymuşsunuz. Kitapta bunu özellikle belirtmişsiniz.

Keşke şu 3 buçuk aylık dönem daha uzun sürseydi de başka bir iş yapsaydım. O hep aklımda kaldı, bir türlü kafamdan çıkaramıyorum. Çünkü gazeteciliği zamanında bırakıp başarılı iş kurmuş çok örnek var. Benim çevremde de var. Türkiye'de şu anda 25-30 gazete çıkıyor. Yerelleri sayarsak çok fazla. Ama önemli bölümü para kazanmıyor. Bu kısır bir döngü. Para kazanmayan bir gazetede çalışırsanız size yük gözüyle bakıyorlar. Bunu kırmamız gerekiyor.

Gazeteciler kendini daha mı fazla kaptırıyor bu döngüye?

Biraz. Şimdi şöyle oluyor. Sizi mesela bir dış geziye davet ediyorlar. Normal bir muhabir maaşı nedir? En fazla 2-3 bin lira. Giderken sizi business classta uçuruyorlar. Uçaktan indiğinizde sizi özel transferle ağırlıyorlar. Transfer edilirken çaylar kahveler, içiyorsanız içkiler ikram ediyorlar. Beş yıldızlı otelde ağırlıyorlar; bir şeyi tanıtıp gazetede yazmanız için. Siz sanıyorsunuz ki bu size yapılıyor. Öyle değil halbuki. Bu bazı şeyleri yazın diye yapılmış sanal ortamlar. Hiçbir gazeteci bunu hayatında sağlayamaz. Ne aldığı maaş yeter ne de başka bir şey. Bir gazetede bunu sağlayabilecek tek bir kişi vardır, patron belki. Onun dışındakiler sanal. Fakat gazeteciler bunu yanlış algılayıp havalara giriyor.

Gazeteciler dışarıdan bakılınca hayatın içinde, sosyal insanlar gibi algılanıyor. Siz ise normalde farkına varmadığınız birçok detayı (trafik, SSK vs...) işsiz kaldığınızda farkettiğinizi yazmışsınız. Demek ki o kadar da hayatın içinde değilmişiz!

Gazetecilerin en büyük dezavantajı o. Her şeye yüzeysel bakıyorsun. Bir sorunu alıyoruz, yüzeysel olarak ilgileniyoruz. Bir gün yazıyoruz ve bir gün içinde bizim gündemimizden çıkıyor. Ateşböcekleri gibi bugün ışık nerede hemen oraya yöneliyoruz. Yarın bir başka ışık, oraya... Bizim için eskiyor artık.

İşsizliğe mizahi yaklaştım, çünkü…

İşsizlik gibi tatsız bir konuyu anlatırken esprili bir dil kullanmayı tercih etmişsiniz. Bir sebebi var mıydı?

Evet, işsizlik tatsız bir konu. Zaten Türkiye'de kayıtlı 2,3 milyon işsiz var. İş aramaktan bıkmış milyonlarca insan bulunuyor. Böyle bir ortamda bir de bunu dramatize edip insanları üzmek istemedim. Tabii ki evini geçindirmek, çocuklarının karnını doyurmak zorunda olan birine bunu böyle söylemek kolay değil, bunun da farkındayım. Fakat ben işsizliğin insandan kaynaklanan bir eksiklik, bir özür, bir ayıp olmadığını kanıtlamaya çalıştım. Onun için daha mizahi yaklaştım. Bir arkadaşım aradı, iki yıldır iş arıyor. Dedi ki, ‘İş aramaktan bıkmıştım ve kendimi çok kötü hissetmeye başlamıştım, kitap moral oldu.' Bu benim için kafi.

‘Alo Fatih'in kararları iktidarı bağlar

Kitapta bir arkadaşınızın, 'Merkez medyada işine son verilen çok az sayıda gazetecide Erdoğan'ın ya da hükümetin rolü vardır. Çoğu işten atmalar, medya yönetimlerinin tasarrufudur.' şeklindeki sözlerine yer vermişsiniz. Siz katılıyor musunuz bu görüşe?

Aslında bu sözün gerçeklik payı da var ama o kadar da masum değil. Bir atmosfer yaratıldı Türkiye'de. Diyelim ki şu odanın içine gaz sıkarsanız ya da gazı sıktırırsanız ‘hayır ben gazı sıktırmadım' diye işin içinden çıkmanız mümkün değil. Sizin adınıza sıkılmış neticede. O ortamı tamamen Tayyip Erdoğan yarattı. Gazetelerin içine Alo Fatih'ler yerleştirirseniz, Alo Fatih'in aldığı bir karar da sizi bağlar.

Geçtiğimiz süreçte bu anlamda nelere meydan verildi?

Bakın Habertürk'te benim çalıştığım dönemde Gül'ün bir haberi yüzünden iki kişi, Sağlık Bakanlığı ile ilgili bir haber yüzünden iki kişi, Erdoğan ile ilgili bir haber yüzünden iki kişi, Rixos haberi yüzünden iki kişi atıldı. Yazık değil mi?

İtiraz etmediniz mi?

Hepsine itiraz ettik. Arkadaş bu yapılan yanlıştır diye. Sadece cumhurbaşkanı yerine başbakan yazıldı diye bir sayfa editörü ve Ankara'dan haber müdürü atıldı. Tümüyle bizim dışımızda kararlardı. Gazete kurulurken oraya insanları biz aldık ama o insanlar bir kelime için işten atılırken bize sormadılar. Bu, doğru değil. Benim hiçbir dahlim olmadan işten çıkarılan bir-iki arkadaşla karşılaştım, bana selam vermediler. Beni bu duruma düşürmemesi gerekir müessesenin.

Beş Kardeş'ten ince göndermeler

$
0
0

Yaz döneminde yeniden ekranlara dönen ‘Beş Kardeş' dizisinde gündeme ve siyasî; olaylara yapılan göndermeler her hafta sosyal medyanın gündeminde. İşte onlardan bazıları…

‘Beş Kardeş', adından da anlaşılacağı üzere beş kardeşin hayatını anlatan bir dizi. 16 Şubat'ta yayınlanmaya başlayan dizi; birbirinden çok farklı karakterlere sahip, dededen kalma ahşap bir konakta yaşayan kardeşlerin hikâyesini konu alıyor. Başrollerinde Serkan Keskin (Said), Nadir Sarıbacak (Nazım), Tansu Biçer (Turgut), Osman Sonant (Orhan) ve Fatih Artman'ın (Aziz) yer aldığı yapımın senaristliği ve yönetmenliğini Onur Ünlü üstleniyor. Dizinin özellikle sosyal medyada çokça konuşulmasında gündeme dair yapılan göndermelerin payı büyük. Kâh evdekiler zor tutuluyor kâh halkın vicdanının önüne geçilemiyor kâh hırsızların orucunun kabul olup olmayacağı sorgulanıyor. Beş Kardeş'te dikkat çeken bu ayrıntılara Onur Ünlü takipçileri yabancı değil. Bu noktada televizyon eleştirmeni Tayfun Atay'a kulak verelim: “Onur Ünlü, içerisine siyasi iktidar marifetiyle saplandığımız kültürel/kimliksel kutuplaşma batağından çıkmaya dönük bir iradeyi her zamanki gibi (ama bu defa daha düşük dozda) absürt komediden beslenerek bu dizide ortaya koymakta.”

İlk beş bölümden sonra ara verilen (bazılarına göre reyting düşüktü, bazılarına göreyse göndermeler sebebiyle) ve tekrar yayınlanmaya başlayan Beş Kardeş'ten birkaç ince göndermeyi derledik…

Hırsızların orucu kabul olur mu?

Dizinin en çok konuşulan sahnelerinden biri de şöyleydi: Haksız yere hapse düşen Aziz'i ziyaret eden kardeşlerden Turgut, Aziz'e, "Oruç musun oğlum?” diye sorar. Aziz bu soruya, "Orucum abi, Allah kabul ederse, orucum." diye cevap verir. Bunun üzerine Nazım, kendinden geçercesine şu cümleleri söyler: "Eder kardeşim, Allah kabul eder, eder kardeşim, eder. Benim biricik kardeşim suçsuz yere hapishanelere girecek, orada yatacak ve oruç tutmaya çalışacak, Allah onun orucunu kabul etmeyecek de bu hırsızların orucunu mu kabul edecek?"

Sizden öğrenecek değiliz!

Dizinin çocuk karakteri Melike ile Orhan arasında şöyle bir diyalog geçer. Orhan, Melike'ye, “Bak küçük hanım, bana öyle kabalaşma mabalaşma diyemezsin. Biz, kime, nasıl davranacağımızı sizden öğrenecek değiliz.” Sonra da, “Ne dedim ben ya!” der.

Kitapta ‘biriktirme' yazmıyor muydu?

Said'e para lazımdır. Kardeşi Turgut ile konuşur. Said: “Bende 400 lira var.” Turgut ise, “Bende de 2 bin lira var kenarda.” der. Turgut'un 2 bin lira biriktirmesine şaşıran Said, “Vayy, para mı biriktirdin lan ee oğlum hani kitapta biriktirme yazmıyor muydu?” diye sorar. Turgut'un cevabı taşı gediğine koyar: “Yok abi yani biriktirme derken, yığma diyor kitapta. İhtiyacından fazlasını biriktirme diyor.”

Kara para mı, ak para mı?

Sacit karakteri ile Aziz arasında geçen diyalog, dizideki ince göndermeler arasında dikkati çekenlerdendi. Aziz, patronu Sacit Bey'e: “Bana taşıttığınız o sandığın içindeki paraları gördüm. Allah bilir kimin parası, neyin parası o. Kara para mı, daha iğrenci ak para mı hepsini gördüm ben.”

2023…

İmam karakterini canlandıran Turgut'un paraya ihtiyacı vardır. Osman amca, Turgut'a para verebileceğini söyler ve onu mezarlığa götürür. Kendi gömüleceği yeri göstererek, “Burası benim mezarım.” der. Mezar taşındaki doğum tarihi dikkatlerden kaçmaz: 1954. Ölüm yılı ise 2023'tür. Turgut, Osman amcanın isteği üzerine mezarı kazar ve içinden bir kutu çıkar, kutunun içinden de tomar tomar para...

Evdekileri zor tutuyorum

Mahallenin akli dengesi yerinde olmayan teyzesi Mukadder Hanım, kızını görmeye gelen kardeşlere çıkışır: “Benim sinirimi oynatmayın tamam mı, beni delirtmeyin, çıkın gidin bahçemden.” Sonra da imalı bir şekilde şu cümleyi söyler: “Zaten evdekileri zor tutuyorum.” Tam o sırada Nazım, kendisinden beklenen şu cevabı verir: “Evdekileri zor tutuyorum derken, tamamını mı bir kısmını mı? Bir yüzde verir misiniz?” Sonra abilerine şöyle bir açıklama yapıyor: “Belki evdekilerin bir kısmı bizimle aynı görüştedir ve baskıdan dolayı seslerini çıkaramıyorlardır.”

Ayakkabı kutuları

Beş kardeşin en küçüğü Aziz'i işinde önemli bir konuma getiren patronu, “Senin için bazı kıyafetler hazırlattım.” diyerek ona takım elbiseler ve ayakkabı kutuları gönderir. Aziz ise takım elbiseleri göstererek, “Hadi bunları anladım da (ayakkabı kutularını işaret ederek) bu kadar parayı ne yapacağım.” der.

Gazetene ne davalar açarlar, şaşırırsın!

Muhabir karakterini canlandıran Nazım, gazete çıkarmaya karar verir. Evinin bahçesine bina yaparken Said gelir ve Nazım'a sorar: “Napıyosun buraya?” Nazım'ın cevabı düşündürücüdür: “Burası ‘Halkın Öfkesi' gazetesinin merkez binası olacak.” Turgut, “Abi sert bir isim değil mi, insanlar korkmasın bunu almaya.” der. Araya giren Orhan, “Bence korkmaz, halkın öfkesi artık burnuna kadar geldi.” diye cevap verir. Aziz ise konuşulanlara gülmeye başlar. Nazım, sinirli bir şekilde, “Gülme lan, gülme diyorum oğlum, bir davadan bahsediyoruz, gülme.” der. Aziz'in cevabı günümüzde medyaya yapılan baskıyı özetler nitelikte olur: “Ben de aynı şeyden bahsediyorum abi. Eğer sen bunu yaparsan, sana ne davalar açarlar valla şaşırırsın ha.” Araya giren Turgut, “Aziz haklı, yani bu kadar kolay olamaz.” der. Bunun üzerine Nazım, “Doğru, kolay olamaz. Sizin gibi işbirlikçiler meydanlarda cirit atarken kolay olamaz. Ama bakın, bundan önce halkın vicdanının önüne kimse geçemedi bundan sonra da geçemeyecek.” diyerek seçimlere şık bir gönderme yapar.


Kurşun kalemden sanat

$
0
0

Rus sanatçı, oldukça kırılgan olan kurşun kalemlerin uçlarını bıçakla işleyerek çeşitli popüler karakterlerden oluşan minyatür birer sanat eserlerine dönüştürüyor.

Kırılgan kurşun kalem uçlarını büyük sabırla el, bina veya çeşitli kültürlerin karakterlerine dönüştüren Rus Sanatçı Salavat Fidai, bu iş için sadece kalem ve kretuardan yararlanıyor. Bu kırılgan süreci başarıyla tamamlayabilmek için şekil ve model verebilmeninin yanısıra kurşunun baskıya ne kadar dayandığını bilmek gerekiyor. Minyatür işleriyle göz kamaştıran sanatçı, ayrıca kibrit kutularına ve çekirdeklerin üzerine resimler de yapıyor.

Kağıt inceliğindeki güneş hücreleri 1,3 milyar insana ışık olacak

$
0
0

Güneş enerjisi trendi kendisini sürekli olarak yenilerken, sadece endüstriyel bir yazıcıyla kağıt inceliğinde güneş hücreleri geliştirildi. Bu teknoloji, halen karanlıkta olan 1,3 milyar insan için heyecan verici imkanlar sunuyor.

Güneş enerjisi, gelişmiş ülkelerin karbon kullanımınının azaltabilmesi için iyi ve faydalı bir sistem. Aynı zamanda herkes imkanları doğrultusunda küçük çaplı panellerle kendi elektriğini üretebiliyor.

Basılı güneş hücreleri kağıt inceliğinde, esnek ve üretilmeleri için sadece endüstriyel bir yazıcı ile üretiliyor. Bu da onları kırsal alanlardaki bölgelere ulaştırılmalarında ucuz ve kolay hale getiriyor. Kore'de faaliyette bulunan Kyung-In Synthetic firmasından Scott Watkins, "Teknolojinin elektriğin olmadığı Hindistan'da kırsal fakir bölgelerde uygulanabildiğine gözlerimle şahit oldum. Sistemin başarısı maliyetin az olmasından ve kolayca uygulanmasından geliyor. 10×10 santimetre boyutundaki güneş hücresi filmi metrekare başına 10-50 watt elektrik üretmek için yeterlidir."

Bu hücreler yoklukla mücadelede inanılmaz bir araç olma potansiyeline sahip. Gelişmekte olan birçok teknolojiler gibi, üzerinde çalışılması gereken bazı eksiklikler var. Basılı paneller kimyasal kirliliğe yol açabilen neme karşı savunmasız olabiliyor. Bu sorunların çözülmesi için çalışılıyor. Bunların gelişmekte olan ülkelere faydası çok fazla.

Zıtlıklar ülkesi Haiti

$
0
0

Halkın yüzde 80'inin yoksulluk sınırında yaşadığı Haiti'de eski ABD başkanını ağırlayabilecek zenginler de var. Siyasi istikrarsızlıklar ve yolsuzluklar neticesinde sıkıntılar yaşanan ülkeye gitme düşünceniz varsa güvenilir bir rehber edinmelisiniz.

Türkiye ve Haiti, birbirini yeterince tanımayan iki ülke. Daha iyi tanıyabilmek için İstanbul'dan başkent Port-au-Prince'e 15 saat süren bir yolculuk geçiriyoruz. 10 milyonluk nüfusa sahip olan Haiti, Hispanyola adasında yer alıyor. Bir tarafında Karayipler Denizi, diğer tarafında Atlas Okyanusu var. Karadan tek komşusu ise 360 kilometre uzunluğunda sınıra sahip olduğu Dominik Cumhuriyeti.

Tropikal bir iklimi var Haiti'nin. Yıl boyu sıcaklık 23 ile 35 derece arasında değişiyor. Haziran-ekim ayları arasında şiddetli fırtına ve kasırgalar olabiliyor. Toprakları oldukça verimli; kahve, mango, şekerkamışı, pirinç, mısır, kakao gibi tarım ürünleri yetişiyor.

Haiti nüfusunun yüzde 95'ini siyahlar oluşturuyor. Peki, Afrika ülkesi olmamasına rağmen nüfusun çoğunluğunu oluşturan bu siyah vatandaşlar Avrupalılar tarafından köle olarak bu topraklara getirilmiş, şekerkamışı ve kahve tarlalarında çalıştırılmış. Bugünkü siyahiler de onların torunları. Nüfusun ancak yüzde 5'ini melezler oluşturuyor. Ülkede nüfusun çoğunluğu siyahlardan oluşunca kendimizi bir Afrika ülkesinde zannediyoruz. Haiti insanının birçok özelliği Afrika insanıyla benzeşiyor. Yavaş hareket etmeleri, hiç acelelerinin olmaması ve rahatlarına çok düşkün olmaları hep onları hatıra getiriyor. Ağaç oymalardaki maharetleri, tamtamları hatta Afrika'nın yerel dini Voodoo da kölelerle birlikte bile bu topraklara gelmiş.

Eski bir Fransız sömürgesi Haiti. Kuzey ve Güney Amerika'da ABD'den sonra bağımsızlığını kazanan ilk devlet. Yaklaşık yarım milyon köle, Fransızlara karşı isyan etmiş, 1803'te Napolyon'un gönderdiği orduyu yenmiş ve 1804 yılında bağımsızlığa kavuşmuştu. Ülkenin iki resmi dili var. Biri halkın konuştuğu yerel dil Creole, diğeri de Fransızca. Fransızlar bu ülkeyi sadece sömürmekle kalmamış, kendi dillerini, kültürlerini de yerleştirmiş. Fransız misyonerler aynı zamanda Hıristiyanlığı da yaymış. Bugün ülke halkının yüzde 95'i Hıristiyan, onların çoğunluğu da Katolik.

Haiti'de dağa doğru birbiri ardına yükseliyor evler. İlginç bir manzara oluşturuyor başkentte bu yerleşim tarzı. Dağın yamaçlarına inşa edilmiş çok sayıda ev var. Caddede sokakta dolaşırken sık sık Afrika ülkelerinde gördüğümüz manzaraların benzerlerine rastlıyoruz. Başlarında ağır yükler taşıyan insanlar görüyoruz. Bu kimi zaman çok ağır bir çuval oluyor kimi zaman da bir su bidonu... İnsanı şaşırtacak şekilde dengeli bir biçimde taşıyorlar bu yükleri.

Bir öğretmenin maaşı 150 dolar

Batı yarımkürenin en yoksul ülkesi Haiti. Halkın yüzde 80'i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Baraka tarzı evlerde hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Memur maaşları oldukça düşük. Bir öğretmen 150 dolar civarında maaş alıyor. Polisler ise biraz daha fazla, 300-350 dolar civarında. Haiti, bir zıtlıklar ülkesi. Oturulabilecek bir evin kirası 3 bin dolar. Derme çatma evler ve barakalarda yaşayan on binlerce insan olduğu gibi çok lüks evlerde hayatlarını sürdürenler de var. Hatta eski ABD başkanını bile zengin Haitililer kendi evlerinde ağırlayabiliyor. Siyasi istikrarsızlıklar, kötü yönetim ve yolsuzluklar ülkeyi perişan hale getirmiş. Ordu dağıtılmış durumda. Birleşmiş Milletler 8 bin 500 askeri, 3 bin 600 polisiyle düzeni sağlamaya çalışıyor. Haiti'de güvenlik sıkıntısı var. Hırsızlık ve soygun gibi hadiselere karşı insanlar evlerini demir parmaklıkla, bahçelerini ise dikenli tellerle çevirmiş.

Beyaz adamda para vardır!

Haitililerin Fresco olarak adlandırdıkları meşhur bir içeceği var. Buzla meyve aromalarını karıştırarak elde ediyorlar. Buzu bardağın içine dolduruyor, ardından üzerine meyve aroması döküyorlar. Fresco, Haitililerin çok sevdiği bir içecek. Çok güzel tropikal meyveler de var tezgâhlarda. Satıcılar, beyaz olduğumuzu görünce hemen fiyatı yükseltiyor. Zira ‘Beyaz adamda para vardır' anlayışı hâkim buralarda. Bu sebeple yanınızda yerel bir rehber olmasında fayda var ama güvenilir bir yerel rehber. Aksi takdirde çok daha kötü sonuçların ortaya çıkması kaçınılmaz.

Haiti'de de bazı Afrika ülkelerinde rastladığımız gibi insanlar, yüzlerini kamera ve fotoğraf makinesinden saklıyor. Cihazı gördüklerinde ya yolunu değiştiriyor ya da yüzlerini kapatıyorlar. Bunun nedeni, ülkeyi yıllarca sömüren beyaz Avrupalıya karşı bir tepki.

Haiti'nin önde gelen milletvekillerinden Jean Tholbert Alexis ile tanışıyoruz. Kimse Yok mu Derneği'nin ülkesine yapmış olduğu yardımlardan çok memnun kaldıklarını söylüyor. Bitmek üzere olan hastane inşaatı da onları çok sevindirmiş. Bizim aracılığımızla Türk halkına teşekkür ediyor.

Naylon poşetten içilen sağlıksız sular

Başkent Port-au-Prince'de çok sayıda su satıcısına rastlıyoruz. Ülke sıcak olunca haliyle çok soğuk su içiliyor. Pet şişede su alamayanlar naylon poşetlerdeki suyu alıyor. Ancak bunlar oldukça sağlıksız. Çünkü Haiti'nin sıcağında ısınan naylonun kimyasalları suya geçiyor. Doğal olarak hem tat bozuluyor hem de sağlıksız hale geliyor. Parasızlık ve imkânsızlıklar neticesinde insanlar bu naylon poşetlerden su içmeye devam ediyor. Naylon poşette şu satışı o kadar yaygın ki, yerli halkın neredeyse tamamı bu poşetlerden su içiyor.

Yolu olmayan ülke...

Haiti'de hem şehirlerarası hem de şehir içi yollar çok bozuk. Hatta yol yok demek daha doğru olur. Düzgün asfalt yol, şehir içinde bile çok az. Eğer cip tarzı araç kullanılmıyorsa kasisler sırasında zor anlar yaşanıyor. Bu yüzden insanlar genelde bu tarz araçları tercih ediyor. Aksi takdirde aracın bir çukurda kalması sıradan bir olay. Klimasız araçlarla ülkede seyahat etmek tam bir işkence. Sıcak, toz bulutu, trafik, araçlardan çıkan kara zehirli duman, cadde ve sokakları çekilmez hale getiriyor. Her taraf toz toprak, bazen göz gözü görmüyor.

Suçla çevirmeni çık işin içinden!

$
0
0

Uluslararası toplantılarda konuşulan dillerin çeşitliliği dolayısıyla çıkan krizlerde fatura hemen çevirmenlere çıkarılıyor. ‘Tercüme Hatası!?' başlıklı bir kitap kaleme alan Alev K. Bulut'a göre ise bu bir kolaycılık. Çünkü işin içinde, çevirmeni makine gibi görüp atasözleri dahil her şeyi anında çevirmesini bekleyen liderler ile spor çevirmenlerine kulübü zor durumda bırakmaması konusunda psikolojik baskı yapan takımlar da var.

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 2009 yılında Brüksel'de, sözleri karşısında başını sallayan Kıbrıslı Rum parlamenter Marios Matsakis'e “Başını salla..., aslında bizim ülkemizde tam bu duruma göre güzel bir söz var ama buraya yakışmaz” der. Çevirmen bu sözü çevirmez.

Sene 2012. Erdoğan yine uluslararası bir toplantıda... Sözlerini çeviren kadın tercümana dönerek ‘Şunu iyi tercüme et, bizim bir sözümüz var: Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla' der. Tercüman ‘eyvah' diyerek karşılık verir.

Bir örnek de 2010 tarihli bir futbol haberinden: Galatasaray'da iki sezon giydiği 19 numaralı forması Lorik Cana'ya verilen Harry Kewell, GS TV de konu ile ilgili sorulan soruya “Yıkıldım, içime oturdu (I was devastated, gutted) cevabını verir. Ancak Avustralyalı futbolcunun bu sözleri tercüme edilmez.

Bu örnekler, Alev K. Bulut'un Çeviribilim Yayınları'ndan çıkan kitabı ‘Tercüme Hatası!?'ndan. Kitap, İstanbul Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. Alev K. Bulut'un sadece akademik olarak değil hobi olarak da ilgilendiği basına yansıyan çeviri kazalarının derlemesinden oluşuyor. Bulut'un asıl anlatmak istediği ise çevirmenin kısa yoldan suçlu ilan edildiği bu kazalara içeriden bir bakış sunmak ve ‘çeviri hatası' deyip geçilmeyecek durumlara ışık tutmak. İlk iki örnek çevirmenin anında kültürel deyim, atasözü aktaran bir makine gibi görülmesinden kaynaklanıyor Bulut'a göre. Ve bunu sadece şu andaki devlet adamları ya da liderler yapmıyor, hemen hemen her konuşmacıda aynı kanaat hakim. Halbuki sözlü çeviri sürecinin işlevsel bir karar alma süreci olduğunu göstererek bu beklentiyi makul seviyeye çekmek mümkün. Şöyle anlatıyor Bulut: “Bir çevirmenle yarım saat sohbet etseler çeviri sürecinde neyin aktarılıp neyin aktarılmadığının arkasındaki mesleki kararlar konusunda bilgi sahibi olsalar, çevirmenden makine çevirisi gibi düğmeye basılınca gelen düz bir aktarımın olmayacağını anlayabilirler.”

Taraftarlık güdüsü ile sansür koyan çevirmenler...

Futbol örneği ise biraz daha farklı. Spor çevirisinin son yıllarda epeyce ilerleme kaydetmiş olmasına rağmen hâlâ çok yeni bir alan olduğunu söyleyen Bulut, “Bu alanda profesyonelleşme, meslekleşme henüz başlangıç aşamasında. Son yıllara kadar bu alanda çeviri yapan kişiler mevcut takımın taraftarları arasında dil bilen kişilerden oluşuyordu.” Bu da çevirmenin bazen taraftarlık güdüsüyle bazen de işini kaybetme korkusuyla çevirmesi gereken kısımları ya hiç çevirmemesine ya da değiştirmesine sebep oluyormuş. Tıpkı Avustralyalı futbolcunun forması ile ilgili düşüncelerinin çevirmen tarafından atlanmasında olduğu gibi. Fomasının başka bir futbolcuya verilmesi karşısında kullandığı ‘yıkıldım' ifadesini çevirmeyen tercümanın motivasyonu çok açık: “Kulüp için hoş bir bilgi içermiyor ve futbolcuyu zor durumda bırakıyor.” Bulut'un ifadesiyle çevirmen bu bilginin kimseye faydası yok diyerek sansür uyguluyor ama futbolcunun duygularını da sansürlemiş oluyor. Ve tabii ertesi gün de çeşitli gazetelerde haber...

Bulut bu noktada İngiltere'den örnek veriyor: “Türkiye'de takımın onaylamadığı bir çevirmeni hiç bir spor kulubüne gönderemezsiniz. Halbuki taraftarlığın yine çok yoğun olduğu İngiltere'de spor ajansları var. Bana ‘çevirmen gönderebilir misiniz?' denildiğinde bu ajanslar gönderebiliyor. Çeviri yapanın da takım taraftarı olması beklentisi amatör bir ruhla çeviri yapılmasını getiriyor. Bu noktada işini dahi kaybeden spor çevirmenleri var. Yaptığı şey şu: Teknik direktörün öfkesini dile getiren sözcükleri de çevirmek. Bu kişiye ‘Nasıl çevirip de takımı zor durumda bırakırsın?' dendiğinde çevirmenlik bilinci olan kişi ‘Ben çevirmenim.' diyor. Ama işini kaybetme korkusu ya da taraftarlık duygusu ile bunu diyemeyen çevirmenler var.” Alman teknik adam Bernd Schuster'in bir gazetecinin soyunma odasında hangi dili konuştuğu yönündeki soruya verdiği cevap bu durumun en net göstergesi: “İspanyolca, Almanca ve İngilizce konuşuyoruz. Gönül ister ki, Türk oyuncularla Türkçe konuşalım. Bunu da bir gün yapmak istiyoruz. Hele bütün kelimelerinizi değiştiren bir tercümanınız varsa.” Bunun kırılmaya başladığı noktalarda profesyonelleşmenin de olacağını söyleyan Bulut, son yıllarda epeyce ilerleme olduğunu söylüyor. Spor çevirmenlerinin sosyal ağlarda kurdukları sanal dernek ve dayanışma grupları bunun en açık örneği. Bu arada Alev Bulut, sadece futbol çevirmenliğini konu alan yeni bir kitap yazma hazırlığında imiş, şöyle anlatıyor: “Türkiye'de spor çevirmenliğinin özellikle futbol çevirmenliğinin sıkıntısını çekenlerle ve şu anda bu işi yapanlarla röportajlara dayandırmak istiyorum kitabı. Spor kolay bir örnekleme alanı. Ve derslerde bu konuya öğrencinin ilgisinin çok olduğunu farkettim.”

Bulut'u bu zamana kadar karşılaştığı örnekler arasında en fazla şaşırtan vaka ise 1997 yılındaki bir IMF toplantısından: “Koalisyon hükümeti vardı. Ekonomi ile ilgili söylenecek her laf çok önemli idi. İtalyan bir ekonomistin ağzından çıkacak sözlere kilitlenmiştik. Orada çok basit bir şekilde çevirmene maledilen bir sorun oldu. Sorun konsolidasyon teriminin kullanımı ile ilgili idi. O hassas bağlamda ‘konsolide etme' veya ‘konsolidasyon' demese de örneğin para politikasında ‘sağlamlaştırma' dese bu kez ‘Neden konsolodisyon kullanılmadı?' diye eleştirilecekti. Halbuki alıcı kitleye ve bağlama göre bu tip terimsel seçenekler mümkün. Ertesi gün o zamanki hükümet açıklama üstüne açıklama yapmış iki üç gazetede de olay ‘çevirmenin suçu' veya ‘günah keçisi çevirmen' olarak yer almıştı.” Çevirmenlerin hatalı olduğu durumların da olduğunu söyleyen Bulut, “Çevirmen de her durumda en uygun kararları alır demiyoruz. Ama her seferinde tek suçlunun çevirmenmiş gibi gösterilmesi doğru değil. Bu bir süreç. Acaba doğru çevirmen doğru yerde mi? Belki de çevirmenin ekonomi ya da politika bilgisi eksik. Bu durumda uzmanlığı olmayan çevirmenin oraya gönderilmesi de hata.” diyor.

Bir kasa dolusu hayal

$
0
0

Birkaç hafta önce, trenlerde, kamyon kasalarında geçen uzun bir yolculukla, önceki yıl ve daha öncekilerde de olduğu gibi, çok uzaktaki evlerini bırakıp geldiler buraya. Başkasına ait toprağı ekip biçerek, bir günlük yevmiyeyi alıp yeni bir günü bekleyerek karıyorlar hayatlarını. Pamuğa, tütüne, üzüme, fındığa…

Yılın neredeyse her mevsiminde başka illere gidişlerin sonu arkası gelmiyor. Bazı yerde çadırda, bazen bağ evlerinde, işveren nereyi gösterirse, hep birlikte yan yana geçiriyorlar gecelerini. Aynı tabağa kaşık salladıkları gibi aynı derdi kederi paylaşıyorlar kimselere duyurmadan. Her sabah, akşamdan kalma serinlik henüz ufukta yeni beliren güneşle gireceği münakaşaya hazırlanırken, uyku mahmuru bir telaşla, yolculuk yaparak başlıyorlar yeni güne. Traktör römorklarında, kamyonet kasalarında. Tamamen korumasız, savunmasız bir şekilde.

Yaz aylarının gelmesiyle birlikte, mevsimlik tarım işçilerinin ölüm haberleri televizyon ekranlarındaki rutinini sergilemeye başladı. Geçtiğimiz hafta Manisa'da 15 işçinin ölümüyle sonuçlanan trafik kazası, mevsimlik tarım işçilerinin ilkel şartlarda ve hiçbir sağlık güvencesi olmadan çalıştıklarını bir kez daha gözler önüne serdi. “Bir müsibet” gelmeden nasihat tutmadığımız, gerekli önlemleri almadığımız için kayıtlarda istatistik, raporlarda önceki yıllarla kıyas unsuru olacak şekilde yer tutan ölümlere, henüz gerekmediği için (!) bir çare bulamadık. “Mevsimlik işçileri taşıyan araç kaza yaptı” başlıklı haberlerdeki isimsiz cenazeler, SGK kayıtlarına dahi girmiyor. “Trafik kazası” olarak değerlendirilen bu iş cinayetleri bir önlem alınmadıkça gerçekleşmeye devam edecek.

CHP Grup Başkan Vekili ve Manisa Milletvekili Özgür Özel'in dediği gibi: “Ne yazık ki bizim ülkemizde, bırakın önleyici tedbir alınmasını, bir olay yaşanıp bittikten sonra dahi kapsamlı tedbirler alınmıyor, geçiştirmelik işler yapılıyor, ülkemiz ucuz ölümler ülkesi olmaya devam ediyor. Kilosu 1,5 TL'lik asma yaprağı için 15 can gidiyor, işçi ölümleri sürüyor, yetkililer bu ortaçağ düzenini sadece ve sadece seyrediyor.”

Uçakta hareketsiz kalmayın

$
0
0

Doğudan batıya veya batıdan doğuya gerçekleştirilen uzun menzilli uçuşlarda, gidilecek yerdeki lokal saat farkı nedeniyle vücutta oluşan jet lag, yolculara büyük rahatsızlık veriyor.

Uzmanlar, ciddi sıkıntı oluşturan jet lag'dan kurtulmak için de birçok tavsiyede bulunuyor. Bu konuda yapılan ilginç tavsiyelerden biri de yoga eğitmeni Özge Şimşek'ten geldi. Keyifli bir uçuş için uçakta, ‘hareket edilmesi ve bedenin esnetilmesi' gerektiğine dikkat çeken Şimşek, oturduğunuz yerden yanınızdaki yolcuları rahatsız etmeden yapılacak yoga hareketleri ile jet lag riskinin en aza indirilebileceğini dile getiriyor.

Eğitmen Şimşek, jet lag'ın ‘biyolojik saatin uyum bozulması' şeklinde tarif edilebileceğini ifade ederek, yolcuların biyolojik saatlerinin yerel saatten farklı bir saate uyum göstermesine kadar uyku ve mide-bağırsak problemleri, hazımsızlık, yorgunluk, konsantrasyon eksikliği, keyifsizlik gibi semptomlarla karşılaşabileceğini belirtiyor. Beyindeki hipofiz bezinin salgıladığı melatonin hormonunun, bu dengeyi sağlamakla görevli olduğunu ve bedenin de bu gibi ani değişikliklere tepki verdiğini anlatan Şimşek, yolcuların yüzde 90'ının maruz kaldığı jet lag'a genelde doğuya yapılan yolculuklarda daha çok rastlandığını kaydediyor.

Özge Şimşek, jet lag olmamak için öncelikle gidilecek yerdeki yerel saate göre biyolojik saatin ayarlanması gerektiğine dikkat çekiyor. Örneğin, doğuya uçuluyorsa uçuştan üç gün önce birer saat erken uyumanın, batıya uçuluyorsa da birer saat geç uyumanın uygun olacağını dile getiren Şimşek, uçağa binince saati varış saatine göre ayarlamanın da psikolojik yönden uyum sağlamaya yardımcı olacağını belirtiyor. Özge Şimşek ayrıca uçuş öncesinde, uçuşta ve sonrasında bol su içilmesi yönünde uyarıyor.

GÜNEŞLE TERAPİ...

Özge Şimşek, güneş ışığı terapisinin de jet lag'a karşı etkili sonuç verdiğini ifade ediyor. Batıya olan uçuşlarda yüzün, varış yerinin sabah ışığına dönmesinin (özellikle alın bölgesi-hipofiz bezi de burada) bedenin biyolojik saatinin uyum sağlamasını kolaylaştırdığını anlatan Şimşek, aynı şekilde doğuya yapılan yolculuklarda yolcuların yüzlerini öğlen ve öğleden sonraki güneş ışığına tutmasının da biyolojik ritmin uyum sağlamasına yardımcı olacağını dile getiriyor.

HAREKETSİZ KALMAYIN

Yoga eğitmeni Özge Şimşek, uçuş boyunca bedeni hareket ettirme ve esnemenin kan dolaşımı ve lenf sistemi için oldukça faydalı olduğuna vurgu yapıyor. Şimşek, bunun için de, oturduğunuz yerden yanınızdaki yolcuları rahatsız etmeden yapacağınız yoga hareketleriyle uçuşunuzu daha sağlıklı hale dönüştürebileceğinizi dile getiriyor.

KOLTUKTA BU HAREKETLERİ YAPIN

Kafamızı sağa ve sola çevirmek: Nefes alıp başınızı sağ omuzunuza çevirin ve nefes verip merkeze dönün. Nefes alıp başınızı sola çevirin ve nefes verirken merkeze dönün. Benzer hareket olarak başınızı sağa ve sola yatırıp diğer elinizle hafif bir direnç uygulayabilirsiniz.

Omuzları yükseltip indirmek: Nefes alın ve omuzları kulaklara doğru yükseltin, nefes verin ve bırakın. Bunu 3-4 nefes devam ettirin. Benzer şekilde omuzları geriye ve öne doğruda çevirebilirsiniz.

Burgular: Nefes alın ve nefesi verirken göğüs kafesinden kendinizi sağa çevirin. 2 nefes kalın ve nefes verirken merkeze dönün. Aynı hareketi sol tarafınıza dönerek üst bedeni burun. 2-3 nefes kalabilirsiniz.

Kollarla burgu: Ellerinizi kenetleyin ve dirseklerinizi bükün. Bacak bacak üstüne atın. Önce sağ bacağınızı sola atın. Sol dirseğinizi sağ dizin dışına yerleştirin ve üst bedeni burgu haline getirin. 3-4 nefes kalın ve merkeze dönün. Bacakların yönünü değiştirip aynı hareketi sağ dirseğinizle sol dizin dışında uygulayın.

Bacak esnetme: Özellikle koridor sırasında seçim yapmaya özen gösterin. Sağ dizinizi gövdenize doğru çekerek sol bacağınızı öne doğru uzatın. Nefesinizle hareket edin. 3-4 nefes durduktan sonra aynı hareketi sol dizinizi gövdeye çekip sağ bacağınızı uzatarak yapabilirsiniz. Benzer şekilde erkek yolcular, bacak bacak atma şeklini kullanıp üst bedeninizi öne doğru eğebilirsiniz.

O tweeti ilk kim paylaştı?

$
0
0

Twitter'da her gün yapılan yüz binlerce paylaşımın çoğu birkaç dakika içinde unutulurken bir kısmı ise tweetten tweete dolaşarak adeta birer özlü söze dönüşüyor. Kaynak belirtilmeden paylaşılan bu tweetlerin peşine düşen ‘İlk Kim Paylaştı?' adlı hesap, Twitter dedektifi gibi çalışıp paylaşılan sözün kaynağını buluyor.

Jack Dorsey, Twitter'ı kurarken her şeyi hesap etmişti aslında: Kullanıcılara 140 karakter de olsa dilediğini yazabilme, diğer kullanıcılara ait beğendikleri tweetleri favoriye ekleme, daha da beğendiklerini ise retweetleme… Fakat neticede insanoğluyuz. Kolay kolay tatmin olmuyoruz. Retweet etmek yetmeyebiliyor. O başkasına ait olduğu belli tweeti kaynak göstermeden ‘kendi tweetimiz'mişçesine saniyeler içinde kopyalayıp yapıştırabiliyoruz. Sonuç: Sanal dünyada anonimleşen binlerce özlü söz… Aslında çoğunluk bunda bir beis görmüyor. Alan memnun satan memnun hesabı… Bu yolla bir nevi yeni nesil atasözleri doğuyor belki de. Fakat emeğe saygı da yabana atılacak bir mesele değil. Ee bugün bir tweet de kolay atılmıyor! O zaman gelin bu ‘çalınan' tweetleri bulup asıl kaynağına ulaşan ve bunu yine Twitter mecrası üzerinden kitlelere duyuran ‘İlk Kim Paylaştı?' adlı hesap ile tanıştıralım sizi. @kimpaylasti kullanıcı ismi ile kaynak gösterilmeden paylaşılan tweetlerin izini süren hesabın kısa sürede takipçi sayısı 4 bine yakın bir rakama ulaştı. Sloganı ‘Emanetiniz Emanetimizdir' olan hesabın takipçileri arasında fenomenler de var.

Kaç kez çalındığını da tespit ediyorlar

Hesabın sahibi şimdilik anonim kalmayı tercih ediyor. Kendisi lise son sınıf öğrencisi ve sınava çalışmayıp mesaisini bu hesaba harcadığını söyleyecek kadar açıksözlü. Bunun dışında sosyal medyada grafik tasarım işleri ile uğraşıyormuş. ‘İlk Kim Paylaştı?'yı kurma serüveni de epeyce ilginç. Çünkü kendi ifadesiyle o da her orta düzey Twitter kullanıcısı gibi tweet çalarak hesap kasmaya çalışan biri imiş. Sonra tweet atmanın da bir hakkı olduğunu düşünerek hatasını telafi etmek üzere böyle bir hesap açıp gönüllü hizmet etmek istemiş. Ve 30 Mart akşamı ilk tweeti atarak işe başlamış. Tabii herkes ilk başta “boş işlerle uğraşma, bu saatten sonra bir sonuç alamazsın” demiş kendisine. Sonra yine kendi ifadesiyle bu işte ekmek olduğunu gören iki arkadaşı katılmış ona. Çalışma yöntemi hakkında çok fazla bilgi vermese de sistemin abartılacak kadar büyük bir şey olmadığını ifade ediyor ve ekliyor: “Daha doğrusu ilk başlarda ‘resmen elle sayıyorduk. Sonra daha pratik bir yöntem bulduk. İsterseniz bunu açıklamayalım bizde kalsın.

Bu arada @kimpaylasti, sadece popülerleşen tweetin kaynağını bulmakla kalmıyor bu tweetin kaç kez kaynak gösterilmeden paylaşıldığını da tespit ediyor. Doğal bir yöntem olduğundan dolayı üç aşağı beş yukarı eksik ya da fazla çıkabildiğini belirten ‘anonim' kahramanımız samimi bir şekilde ifade ediyor: “Bu kadar hata payı her çalışmada olur. Gönül istiyor ki tam çalınma sayısını bulan bir yazılım yapalım ama o kadarına kafamız basmıyor maalesef.” Hesaba ilk kurulduğu günden itibaren çok olumlu tepkiler geliyormuş. “Fenomen hesaplar bizi baya sevdi” diyor Twitter dedektifimiz ve ekliyor: “Fenomenler hesabın takipçi artışı konusunda çokça yardım ettiler. Bir süre sonra çeşitli hesaplardan kendilerine tweet takibi konusunda talep de gelmeye başlamış.

En çok aşk ve komedi içerikli tweetler çalınıyor

‘İlk Kim Paylaştı?'nın bu zamana kadar analiz ettikleri arasında en fazla çalınma sayısına ulaşan tweet @alkolkafayapar adlı kullanıcının ‘neyim olursan ol da hayalkırıklığım olma, orası çok kalabalık… tanıyamam seni' tweeti imiş.

Bu arada genelde aşk ve komedi içerikli tweetleri daha fazla çalınıyormuş. Siyasi tweetlerin çok az çalınma sayıları olduğunu söyleyen hesap sahibinin deneyimlerinden edindiği bir gözlemi de var: “Harika tweetler var gerçekten. İnsanların bu tweetlere emek harcadığı, kafa patlattığı çok belli oluyor. İleride yeni nesil atasözleri olacağı hiç şüphesiz belli.”


Korucu aileler güvence istiyor

$
0
0

Çözüm sürecinde tartışılan konulardan biri de koruculuk sisteminin kaldırılmasıydı. Ancak bu o kadar kolay bir iş gibi görünmüyor. Yıllarca koruculuk yapan aşiretler ya da köyler, silahı bırakınca öldürülmekten veya işsiz kalmaktan korkuyor.

Çözüm sürecinde neredeyse hiç konuşulmayan koruculuk sistemi, Kürt sorununda önemli bir yer işgal ediyor. Bu uygulama ile bölgede toplumsal ilişkilerin nasıl bir tahribata uğradığını ve korucu ailelerin nasıl bir çıkmazda olduğunu ortaya koyacak çalışmalar ise yok denecek kadar az. ‘Devlet ve PKK İkileminde Korucular' kitabını kaleme alan Bingöl Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Seyman Önder, bu konuda bir nevi durum raporu ortaya koyuyor. Korucu ailelerinin hangi sebeplerle bu görevi seçtiğini, sosyal ve ekonomik portrelerini, bölge halkı ile ilişkilerini inceleyen Önder, tek bir korucu profili çizilemeyeceğine dikkat çekiyor. Koruculuğun, devlet yetkilileri tarafından aşiret liderlerine teklif edildiğini, bazı ailelerin ekonomik nedenlerle bazılarının ise çevre köy ve aşiretlerin baskılarından dolayı kabul ettiğini söylüyor. Çünkü koruculuğu kabul eden köyler devletin verdiği silah ve yetkilerle husumetli oldukları aşiretlere karşı üstünlük elde ediyor. Koruculuk sistemini bölgede yerleştirmek isteyen devlet yetkilileri ise bu aşiretlerin olumsuz bazı davranışlarını görmezden geliyor. Güvenlik endişesiyle isimleri verilmeyen korucu ailelerinin sözleri de bu tespiti doğrular nitelikte. Bir ailenin üyeleri, sistem son bulursa kendilerinin nasıl etkileneceğini şöyle anlatıyor: “Çevre köylerden bize çok ciddi baskılar gerçekleşir. Şimdilik bu baskıların önüne geçen, elimizdeki silahlar ve bize verilen yetkilerdir. Çevremizdeki köyler birbiriyle akraba, biz ise onlara göre daha az sayıdayız.” Korucu olduktan sonra civar köylerle ilişkisinin nasıl değiştiğine yönelik soruya ise bir başka korucu ailesi, “Komşu aşiretle sıkıntılarımız daha önce vardı. Onlar korucu olunca bize olan baskıları artmıştı. Devlete güveniyorlar, sürekli sorunlar çıkarıyorlardı. Biz de korucu olduktan sonra ilişme cesaretini pek bulamadılar. Artık bizim de sırtımızda devlet, elimizde silah var.” cevabını veriyor.

Maaş alamazsak geçinemeyiz

Koruculuk sistemi kalkarsa ne olur?

Korucu 1: “Koruculuk sistemi, burada tarım ve hayvancılığı perişan etti. Güvenlik nedeniyle tarım ve hayvancılığa bir dönem izin verilmedi. Geliri kalmayanlar koruculuğu kabul etti ve tarım ve hayvancılık bölgede önemini tamamen yitirdi. Koruculuk kalktığında, insanlar sabit gelirlerinden olacakları için yeni iş alanlarına yöneleceklerdir. Tarım ve hayvancılık üzerindeki baskı da tamamen kalkarsa, bölgede bu iş kolunda bir artış yaşanır.”

Korucu 2: “Kimse sabit geliri olduğu için başka bir iş yapmıyor. Eğer koruculuk kaldırılırsa insanlar hayvancılık yapmaya başlar..”

Korucu 3: “Ekonomimiz büyük zarar görür. Çünkü biz artık öyle bir hale geldik ki, devletin eline bakar olduk. Maaş alamazsak geçinemez duruma düşeriz.”

Korucu 4: “Çobanlık yaparım. Eğer bunu yapma şansım olmazsa kente taşınırız.”

Korucu 5: “Eğer bana iş ya da maaş verilmezse hayvancılık yapmaya çalışırım. Eğer onu da tutturamazsam büyük şehirlere gurbete gider, iş ararım.”

Korucu 6: “15 yıldır biz bu işi yapıyoruz. Çatışmaların en şiddetli olduğu, güvenliğin en sıkıntılı olduğu dönemlerde biz bu devlete canımızla, kanımızla hizmet ettik. Şimdi bize herhangi bir güvence verilmeden kaldırılmamalıdır.

Kendilerini kullanılmış hissediyorlar

Doç. Dr. Mehmet Seyman Önder, ailelerin gelecek planlarında koruculuğun yer almadığını, bu işi çocuklarına miras bırakmak istemediklerini belirterek, bir ailenin sözlerini aktarıyor: “Başka bir kurumda aynı maaşla çalışma teklifini kabul etmeyen korucunun aklından şüphe ederim. Çünkü güvende olacaksın. Bir çatışmaya katılma durumun kalmıyor. Eve baskın düzenlenir mi ya da bir yere gittiğimde takip ediliyor muyum korkusu var. Bu yüzden daha güvenli bir iş isterim.” Ayrıca aileler arasında devlet tarafından kullanıldığını hissedenlerin sayısı da hayli fazla. Kitapta görüşüne yer verilen bir korucu ailesi, bu düşüncesini şöyle açıklıyor: “Biz devletin güvenliğini sağlamak için koruculuk yaptık, ancak diğer bölgedeki bazı korucuların ihaneti sonrası devlet unsurları askerdense korucu kayıplarını tercih ediyor. Bu da bize kullanıldığımız hissi veriyordu.” Yaşanan onca öfke ve ölümün üzerine bölge halkında korucular ve diğerleri arasında ciddi ayrılıklar oluştuğunu hatırlatan Önder'e göre bu sistem son bulurken bir toplumsal rehabilitasyona da ihtiyaç var.

Hayatlarını karartan uyuşturucuya karşı tek vücut oldular

$
0
0

Uyuşturucu, toplumumuzda gittikçe kökleşen bir yara. Ayık Yaşamla Buluşma Derneği, bu illete müptela olanların iyileşmesi için mücadele veriyor. Derneğe sığınanların her birinin hikâyesi yürek yakıyor.

Kimi oğlunu kurtarmak isterken tanıdı uyuşturucuyu, kimi arkadaşını. Bağımlısı olunca neyi var neyi yoksa satanlar da oldu, çareyi hırsızlıkta bulmaya çalışanlar da... Aileler ise evlatlarını kurtarmak için her şeyini feda etti.

Yaptığının yanlış olduğunu erken fark edenlerin kurtulma ihtimali yüksek. Uzun yıllardır uyuşturucu bağımlısı olup da tedavisi sürenlerin sayısı ise hâlâ çok fazla. Ayık Yaşamla Buluşma Derneği (AYBUDER), işte bu kişilerin ortak bir dostu. Buraya sığınanlar birbirlerinin derdine ortak oluyor, müptela olanların iyileşmesi için çaba sarf ediyor, en önemlisi de yeni bağımlıların olmaması için mücadele veriyor. Dernekteki kişilerin her birinin yürek yakan hikâyesi var. Anlatırken sıkılsalar da, yaşadıklarını saklamıyorlar: “Biz yaşadık, başkaları yaşamasın. Bizim hayatımız onlara örnek olsun.”

Arkadaşını kurtarmak isterken bağımlı oldu

Eroin bağımlısı arkadaşını kurtarmak için aylarca peşinden koşan 23 yaşındaki Gülşah Kayrak, “Ben onu kurtarmaya çalışırken o beni batırdı.” diyor. Yaşadığı süreci şöyle anlatıyor genç kız: “O eroin içince ben de alkol alıyordum. Ayık kafayla anlaşamıyorsunuz. En son, ‘Sen bırakmazsan ben de içeceğim.' dedim. O gün içtim, derken bağımlı oldum.” Bonzai kullandığı bir gün ölümle burun buruna geldiğinde tedaviye karar vermiş: “Ne olursa olsun, annem ne derse desin yeter ki ölmeyeyim.' dedim ve annemi aradım.” Tedavisi AYBUDER'de devam eden Kayrak, aileleri uyarıyor: “Bu iş ailede bitiyor. Bağımlının sıcak yatağı varsa, cebinde parası varsa, içmesi için ortam hazırsa içmeye devam eder.”

‘Ağabeyimle cami tuvaletinde eroin kullandık'

Lise birinci sınıfta esrarla tanışan Zeyd Üstün (24), bağımlılığa kapı aralayan faktörün aile olduğunu düşünüyor. Sürekli baskı gördüğünü, baba otoritesiyle büyüdüğünü söyleyen Üstün, 15 yaşından 23 yaşına kadar eroin kullanmış. Yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Bir cami tuvaletinde ilk şırıngayı yaptım, ikinci şırıngayı yaparken bayılmışım. Yan tuvalette de ağabeyim eroin alıyordu. 45 dakika beni ayıltmaya çalışmış. Öldüğümü düşünüp ambulans çağıracağı sırada tuvaletin görevlileri gelmiş. Ağabeyim olmasaydı muhtemelen orada ölürdüm. Kendime geldiğimde içtiğim maddenin geri kalanını arıyor, ‘Acaba ağabeyim almış mı?' diye düşünüyordum.” AYBUDER'i aradığını ve hayatının kurtulduğunu belirterek, “13 aydır bir şey kullanmıyorum. Ayıldıktan sonra anne-babamın gözlerinde ilk kez huzur gördüm. Bu süreçte her insanın kendini ifade edebileceği bir ortam istediğini öğrendim. Yargılanmadan, aşağılanmadan dinlenmeyi bekler. Bunu aile yapmazsa dışarıda yapanlar var.” diyor.

Eşyalarını sattı, bağımlılarla aynı evde kalıyor

Duriye Özlü, madde bağımlısı çocuğunu tedavi ettirebilmek için hayatından vazgeçen onlarca anneden biri. Eşinden ayrı yaşayan Özlü'nün oğlu Devran, uyuşturucuyla yedi yaşında tanışmış. Okulda çok hareketli olması sebebiyle götürüldüğü hastanede hiperaktivite teşhisi konulunca ilaç kullanmaya başlamış. Anne Özlü, beş yıl boyunca aynı ilacı kullanan oğluna zamanla yeterli gelmeyince başka ilaçlar da vermiş. İlaçlardaki kokain, anfitamin türevi maddeler nedeniyle oğlunda uyuşturucu alt yapısı oluştuğunu ifade eden Özlü, çocuğunun bally, kokain ve bonzaiye başladığını öğrendiğinde yıkıldığını anlatıyor. Madde kullanmış halde gelen oğlunu evden kovduğunu belirten Özlü, şöyle anlatıyor: “Çok zor bir karardı benim için, şubat ayıydı, dışarısı soğuktu. Gidip gelip kapıyı çaldı, açmadım. Gece bir buçukta geldi, ‘Ne olur anne çok üşüdüm, açım, içeri gireyim.' dedi. ‘Bir daha bu eve gelirsen polis çağırırım.' dedim. Üç gün geçti, tekrar geldi, ‘Anne ne olursun içeri al, çok üşüdüm, açım.' dedi. ‘Gideceğin yeri biliyorsun, benimle artık işin yok.' yol parasıyla AYBUDER'e gönderdim. Boşandıktan sonra yeni eşyalar almıştım, borçlarını ödüyordum. Eskici çağırdım, 900 liraya evi boşalttım. Sadece bir valizle kıyafetlerimi alıp çıktım. AYBUDER'e geldim, burada hayatıma devam ediyorum. Gönüllü olarak elimden ne gelirse yapıyorum.”

İlkokul ikinci sınıfta arkadaşlarıyla sigara kâğıdı sarıp içtiklerini söyleyen 21 yaşındaki Murat Erilgin, 11 yaşında baly, 13 yaşında uyuşturucu, 16 yaşında ise bonzaiyle tanışmış. Bonzai nedeniyle inşaatlarda ya da bilmediği semtlerde baygın kaldığını anlatan Erilgin, İstanbul'da üç sene torbacılık yapmış. Erilgin, uyuşturucu satışının geldiği nokta hakkında şunları söylüyor: “Devlet bu konuda çok zayıf. Taksim'deki, Beyoğlu'ndaki sokak çocuklarından korkuyorlar. Aslında yaklaşmayı bilene zarar vermezler. Ama herkes bir tekme atmış. Şu anda madde kullanma yaşı kalmadı. 11 yaşında eroin kullananlar var. Bonzai kokmuyor, sigaranın ucuna iki diş koyup sokakta rahat rahat içilebiliyor. Polisin yanından geçse bile fark edilmiyor. Bunları takip eden yok. İstanbul'da bu işin sokağı semti kalmadı, her yerde satılıyor.”

Bağımlılara ilaçtan önce sevgi lazım

AYBUDER rehberlerinden eski uyuşturucu bağımlısı Cihan Savaş, insanların ilaç tedavisinden önce sevgiye muhtaç olduğunu söylüyor. Eroin ve bonzai bağımlılarının alkolü çok hafif gördüğünü ve iyileştikten sonra alkol içebileceğine inandığını ifade den Savaş, bağımlıya sıfır kimyasalla yaşamayı öğrettiklerini anlatıyor: “Hastaneye yatırıp, ilaç yazıyorlar. Bu, sentetik eroindir. Bunu torbacıya satıyor, eroine çeviriyorlar. Deri altına çip takıyorlar, o da bir tür kimyasal. Burada akademisyen, psikolog, doktor, ilaç yok. Bağımlı geldiği zaman sarılır, kucaklarız. Toplum bize cüzamlı gibi tekme attı hep. Onlara sarılmamız, bir sıcaklık hissi oluşturuyor. Eski bağımlı olmamız ve şu an hiçbir şey kullanmamam onlar için en büyük örnek. Onların umuda ihtiyacı var. Biz doktorlar gibi, ‘15 günde hallederiz' demiyoruz. Bu bir beyin hastalığı, ‘ruh kanseri' diyebiliriz.”

Şehrin kokusunun peşinde

$
0
0

Görme ve işitme ile kıyasladığımızda yokluğu bizden bir şey eksiltmezmiş sandığımız bir duyumuz var: Koku alma. İstanbul'da ‘semti kokla' yürüyüşleri düzenleyen Cansu Şekular ise ‘Koku yoksa anı da yok.' diyor ve ekliyor: “Yolda yürürken birden burnumuza gelen Arap sabunu ile çocukluğumuza dönüp ağlamaklı oluyorsak koku duyumuz yüzünden.”

‘Semtleri koklayan kadın' diye nam salan Cansu Şekular'ın koku ile ilişkisi bizden biraz farklı. Ortalama bir insanın en az kullandığı duyularından biri olan koku alma, onun mesleği, zevkleri ve ister istemez hayatının da merkezinde bulunuyor. Koku farkındalığının yüksek olduğunu anladığı zamanlardan bu yana içinde hep koku olan işler yapıyor. Kokunun yiyecek içecek sektörünü ilgilendiren kısmındaki tecrübesinin ardından biraz da sosyal bilimler okumasının etkisiyle işin sosyolojik kısmına merak salmış ve kokuların kentler ve kültürel hayat üzerindeki etkilerini incelemeye başlamış Şekular. Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler yüksek lisans bölümünde eğitimine devam eden Şekular'ın tez konusu da ‘koku, mekan ve kent hafızası' üzerine. Bir süre İsveç'te yaşayan bu sıra dışı kadının İstanbul'un çeşitli semtlerinde belli aralıklarla düzenlediği koku yürüyüşleri, yeterince hakkını veremediğimiz koku duyusunun farkına varmayı, acı tatlı anılara dönmeyi ve burnunuzun dikine gidip yaşadığınız şehri farklı bir açıdan tanımayı vaat ediyor.

Şekular'ın içinde koku olan tek işi bu yürüyüşler değil. Koku atölyeleri düzenliyor, sinemayla kokuyu birleştirdiği projelere imza atıyor. Ayrıca Kadıköy'ün koku haritasını çıkaran kişi kendisi. Caz Festivali kapsamında İstanbul'a gelen Melody Gardot'un Sepetçiler Kasrı'nda düzenlediği konser öncesi Sirkeci Garı'nda gerçekleştirdiği koku yürüyüşüne başlamadan Şekular'la buluşup kokuyla ilgili merak ettiklerimizi sorduk.

Yeşilin yerini izole hayatların kokusu alıyor

‘Kent dokusu değiştikçe kokular da değişiyor mu?' diye soruyoruz. Şekular'ın cevabı ‘elbette' oluyor. Örnek vermesini istiyoruz. Gedikpaşa diyor hemen. Kaldı ki burası da Şekular'ın gezi rotası dahilinde. Gedikpaşa bilindiği gibi kısa bir süre öncesine kadar ayakkabıcı tezgahlarıyla özdeşleşmiş bir yer. Fakat Şekular'a göre artık deri filan kokmuyor. Onun yerini solüsyon kokusu almış. Bir süre sonra onun da olmayacağını söyleyen Şekular devam ediyor: “Çünkü dericilerin gitmesiyle semtin dokusu da değişecek. Bir süre sonra ara sokaklarda beyaz sabun kokusu da almayacağız.” Bunlar kentsel dönüşümün etkileri. Tıpkı Fikirtepe'de olduğu gibi… Özel bir proje kapsamında orayı da ziyaret etmiş koku rehberimiz. Gözlemlediklerini çok ilginç buluyor ve anlatıyor: “İnsanların aslında kentsel dönüşümü istediğini fark ettik çünkü çoğu, semte sinen çöplük kokusundan muzdarip. Şimdi ise oraya gittiğinizde belki eski çöp kokusu yok ama başka bir koku profili var. Yıkılan inşaatlardan kalan moloz kokusu.” ‘Yerine siteler yapılınca ne kokacak?' diye soruyoruz. Bu kez ‘İzole hayatların kokusu.' diyor. Kokusuzluğun kokusu bir bakıma.

Moda, eskiden güneş yağı kokarmış

Şekular, kokunun kötü ya da iyi olması ile ilgilenmiyor. Onu ilgilendiren şey semtlerle özdeşleşen kokular ve değişim. Mesela Haliç'ten bahsediyor. Kaldı ki oralar çocukluğunun geçtiği yerlermiş. Şöyle anlatıyor koku rehberimiz: “Eskiden ne de olsa orada kötü bir algı vardı ama şimdi Haliç temizlendi ve koku gitti. Benim çocukluğum o bölgede geçti. Özellikle lodos zamanları bende uyandırdığı çağrışım çok belirgindi. Şimdi hiç o kokuyu duyamıyorum. Keza Sütlüce de öyle. Artık orada mezbahalar yok. Dolayısıyla o hayvansı kokuyu da bulamıyoruz.”

Kaybolan başka kokular da var. Kadıköy'de Beşiktaş iskelesinin önünde kurulan kuşçuların bölgeye kattığı karakteristik koku uzun zamandır yok. Çünkü kuşçular yok, yerini deniz otobüsü iskelesi ve otopark almış durumda. Bir başka örneği de 60 yıldır Moda'da yaşayan bir beyefendinin anlattıklarından veriyor Şekular. Beyefendiye sormuş ‘Ne kokuyordu buralar?' diye. ‘Buram buram güneş yağı.' cevabını almış. Yani bildiğiniz sayfiye yeri kokusu. Bugün var mı? Yok. Onu ikame edecek başka kokular geldi.

Koku yoksa anılar da olmaz

Konu koku ile hatıralar arasındaki ilişkiye geliyor. Cansu Şekular, bu konuda çok net: “Koku yoksa anı da yok.” Çok haklı olmalı. Aksi halde koku yürüyüşleri sırasında ağlayanların, aklına çocukluğu gelip dalıp dalıp gidenlerin, ‘Anneannemi neredeyse unutmuştum bir kokuyla hatırladım.' diyenlerin varlığını açıklamanın başka yolu yok. Şekular, bu noktada kendinden de örnek veriyor: “Bodrum katlarının bende uyandırdığı duygu çok hoş mesela. Oradaki o rutubetli, nemli koku hep çocukluğuma götürüyor beni. Bisikletimi oraya indirirdim. Eşyaları çıkartmaya anneanneme yardım ederdim.” Koku duyusunun varlığı, tahmin ettiğimizden daha mühim. Söz Şekular'da: “Sokakta yürürken Arap sabunu duyduğumuzda koku alma duyusu yüzünden ağlamaklı oluyoruz. Belki 5 yaşımızdaki günlerimize gidiyoruz ve mermer merdivenler gözümüzün önüne geliyor. Böyle olunca bir anı da peşi sıra geliyor. Ama bu duyu eğer çalışmazsa ya da kaybedilmişse ne koku, ne tat, ne anı, ne nostalji oluyor. Dejavu çok az yaşıyor kişi. Yani duygusallık yok bir anlamda. Anozami diye bir hastalık var, koku almama hali. İntiharla bile sonuçlanabiliyor. Çünkü zevk de almamaya başlıyorsunuz.”

Rayların da kokusu olur!

Cansu Şekular rehberliğinde gerçekleşen koku yürüyüşlerinin son adresi, tarihi Sirkeci Garı. Hem diğer katılımcılarla hem de rehberimizle buluşacağımız yer, bir asrı aşkın süredir kâh ayrılıklara kâh vuslata şahit olan bekleme salonu. Gezinin teması koku olunca kullanmaya kullanmaya tembelleşen burnumuzun rahatını bir parça bozuyoruz: “Derin nefes al ve hadi bil bakalım ne kokusu bu?” Benim gibi koku duyusunun varlığını neredeyse unutmuş birinin burnu için zor bir soru. Net bir cevap vermek pek mümkün değil. Belki biraz rutubet, biraz eski ahşap. Soruyu tersinden sorup cevap vermek daha anlamlı. ‘Hüznün ve sevincin bir kokusu varsa o da bu salonun kokusu' diye tarif edebiliriz pekala. Şekular ‘Aslında rehberiniz ben değil burnunuz.' diyerek bizi bekleme salonundan dışarı alıyor.

Buharlı gemilerin kokusunu özledik

İlk durağımız Gar Müdür Yardımcısı Muharrem Yılmaz'ın odası. Yılmaz, garın tarihini, Orient Express'li günleri, Almancıların uğurlanışını tatlı tatlı anlatıyor. Bizse daha çok kokunun peşindeyiz. Şekular soruyor: “Peki Muharrem Bey, garın kokusu deyince ne geliyor aklınıza?” Yılmaz, eskilere gidiyor bir miktar: “Vallahi şimdilerde yok tabii ama gar deyince benim aklıma tek bir koku geliyor, o da buharlı trenlerin kokusu. Yani kömürün kokusu, makine yağlarının kokusu… Sonra rayların kokusu eskiden başkaydı…” Eskiden başka olmasının sebebi varmış. Rayların zeminle bağlantısını sağlayan traverslerin malzemesi eskiden ahşapmış ve kendine özgü karakteristik bir kokusu varmış. Şimdi ise betondan. Kimliksiz, ruhsuz… Peki şu anda rayların kokusu yok mu yani? Var elbette. Hep birlikte raylara iniyoruz. Mıcırları, demirleri kokluyoruz. Demir kokusu, pas kokusu birbirine karışıyor. Evet evet rayların da bir kokusu var. Ardından istasyonun hâlâ ofis olarak kullanılan binaları, VIP bekleme salonu ve meşhur Orient Restaurant'a son olarak da şu anda boşta bekleyen trenlerden birine giriyoruz.

Adını koyamadığımız bir sürü koku alıyoruz rota boyunca. Eski bir kütüphane ya da kilise kokusu ile özdeşleştiriyoruz aldığımız kokuları. Şekular, çantamızdan bir numaralı kokuyu çıkarmamızı istiyor. Küçücük bir tahta parçasını burnumuza yaklaştırınca aldığımız belli belirsiz koku, Şekular'ın parçayı yakmasıyla yerli yerine oturuyor. Biz diyelim tütsü siz deyin buhur. Neticede ahşap kokusu dediğimiz şeye en yakın koku bu galiba. Kiliselere, eski yapılara karakter kazandıran rutubetle karışık o nostaljik kokunun ta kendisi. Hepimizin şıp diye tanıyıp adını koyduğu tek koku, restorana sinmiş yemek kokusu. En çok da kızartma kokusu. Agatha Christie'nin portreleri ile süslü duvarlara sinen yemek kokusu katiyen rahatsız etmiyor. Trene giriyoruz ahşap-rutubet-toz kokusunun birlikteliği burada da devam ediyor. Şekular, Orient Express'in meşhur mutfağının kokularını anımsatacak koku örneklerini çoktan çantamıza yerleştirmiş. Açıp açıp tahmin etmeye çalışıyoruz. Trenden inip sahil boyu yürüyerek Sepetçiler Kasrı'na gidiyoruz. Yol boyu egzoz ve is kokuları eşlik ediyor. Deniz çok yakınımızda ama kokusunu alamıyoruz. Diğer kokular bastırıyor olmalı. Allah'tan Sepetçiler Kasrı'nda doğanın, yeşilin kokusunu hâlâ alabiliyoruz. Buna da şükür!

Mesele UNESCO'ya girmek değil evlat!

$
0
0

Önce UNESCO'nun açılımını yeniden hatırlayalım: Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı. Kasım 1945 senesinden beri ülkelerin kültürel miraslarıyla ilgileniyor. Malum, Türkiye'den en son Efes Antik Kenti, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri listeye dâhil oldu. Peki, ülkemizden herhangi bir yere UNESCO'nun projektörlerini dikmesi ne anlama geliyor?

Bir kere uluslararası kamuoyu oluşturuyor ki bilhassa yabancı turistlerin ilgisi söz konusu bölgelerin üstünde geziniyor. Madalyonun diğer yüzünde ise trajedimiz yer alıyor, şöyle: Yaşadıkları şehirleri büyük bir yatakhaneden ibaret görenler için ‘farkındalık' oluşturuyor. Klasik bakışımız biraz biraz değişiyor. Yani önünden her gün umarsızca geçtiğimiz tarihî; ‘şey'ler bir anda popüler hale gelebiliyor. Şu bilgiyi de araya sıkıştıralım, Türkiye ilk olarak 1985'te İstanbul'un tarihî; alanlarıyla boy gösterdi dünya arenasında. Sonrasında ise devamı Nevşehir-Göreme/Kapadokya, Sivas-Divriği Ulu Camii, Çorum-Hattuşaş, Adıyaman-Nemrut Dağı, Muğla-Ksantos ve Letoon, Denizli-Hierapolis/Pamukkale, Karabük-Safranbolu, Çanakkale-Troya Antik Kenti, Edirne-Selimiye Camii, Konya-Çatalhöyük, Bursa-Osmanlı'nın kurulduğu yerler/Cumalıkızık, İzmir-Bergama ile geldi. Eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'a göre Türkiye'de tarihsel açıdan önem taşıyan bazı alanların dünya mirası olarak evrensel kayıtlara geçmesi ve korumanın hem Türkiye hem dünyanın gözetiminde yapılması, belli kurallara bağlanması anlamını taşıyor.

“UNESCO'ya girdik ama evlerimiz üstümüze çöküyor”

Haziran 2014 senesinde UNESCO, Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk başkenti Bursa ve Cumalıkızık'ı kültürel listeye dâhil etmişti. Şehirde gözle görülür bir değişim yok gibi… Mesela şehrin ortasındaki Doğanbey TOKİ hâlâ yerinde duruyor. Bursalılar ise yerinde yeller esmesini beklemeye devam ediyor. 700 yıllık Osmanlı köyü olduğu serdedilen Cumalıkızık'ta ise işler yolunda gitmiyor. Ahali, köylerine neredeyse bir yıldır yatırım yapılmadığını söylüyor. Göstermelik birkaç ev ile Etnografya Müzesi onarılmış o kadar. Galiba mevzuu özetleyen en çarpıcı tespit Cumalıkızıklı kadınlardan geliyor: “UNESCO'ya girdik ama evlerimiz üstümüze çöküyor.” Ertuğrul Günay, tam da burada mezkûr yerlerin birinci derecede arkeolojik ya da tabiat varlığı olduğu için herhangi bir yapılaşmadan uzak tutulması gerektiğini ifade ediyor ve diyor ki: “Eğer yapıları zaman içinde yıkılmaya terk ederseniz, UNESCO gelip bu eserlere bakıyor. Bu alanların tarihselliğini bozan yapılaşmalar olduysa sizi uyarıyor. Projelerinizi güzel hazırlarsanız ‘Dünya Anıtlar Fonu' size maddî; destek veriyor. Kurallara uymazsanız listeye dâhil ettiği miras alanların tehlike altında olduğunu ilan ediyor. Bu da kültürel açıdan bir yaptırımdır.” Kültürel mirasları koruyamamanın altında devletin kültüre verdiği önem ve ayırdığı kaynakla ilgili sorunlar yattığını belirten Günay, devletin sadece UNESCO'nun belirlediği alanlara değil, diğer kültürel miraslar için de yeterince kaynak ayırması gerektiğine vurgu yapıyor. Bir de çok ilginç bir bilgi paylaşıyor: “Devletin kültüre ayırdığı fon yüzde yarım ölçü, bir bile değil. Sit alanlarında yaşayan vatandaşların şikâyetleri UNESCO'ya girmekten değil, devletin bu yerlere yeterince maddî; gelir sağlamamasından kaynaklanıyor.”

Mesele ciddiye alınırsa asıl liste 30'a çıkar

Ertuğrul Günay (Eski Kültür ve Turizm Bakanı): “Türkiye'nin UNESCO macerası 1985'te başlıyor, 1998'de kesiliyor. Ben 2008'de vazifeye başladığımda dokuz kalıcı listeye 18 aday listeyle bizim UNESCO ile irtibatımız vardı. Şimdi kültürel miras olan Bergama aday listesinde bile yoktu mesela. ‘Yeni alanları listeye dâhil edelim.' dediğimizde bürokrasi bunun ‘imkânsız' olduğunu söyledi. 2009-10'da yeni alanlar için çalışmalara başladık. On yıl aradan sonra Selimiye Camii ve Külliyesi listeye girmeyi başardı. Bu önemliydi çünkü UNESCO'ya doğrudan doğruya bir Mimar Sinan eseri, Osmanlı eseri listeye girdi. Aday listesi 55'lere ulaştı. Bürokrasi, ‘bu işler olmuyor' diye kulak tıkayacağına ‘olacak' diye çabaladı mı her yıl yeni alanları listeye sokabiliriz. Örneğin, Beyşehir Eşrefoğlu Camii, Sümela Manastırı, Noel Baba Kilise Müzesi, Kula, Zile, Ödemiş, Birgi çok kolaylıkla listeye girebilir. Kültür Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı'nda bu işler için gayret gösteren arkadaşları yürekten tebrik ediyorum. Ancak meselenin üzerine daha da eğilirsek asıl liste 30'a çıkar diye ümit ediyorum.”

Türkiye'nin dünya mirasına girmeyi bekleyen mekânları:

Antalya-Karain Mağarası, Bitlis-Ahlat eski yerleşim yeri ve mezar taşları, Mersin-Alahan Manastırı, Antalya-Alanya, Şanlıurfa-Harran, Ağrı-İshak Paşa Sarayı, Konya-Selçuklu Başkenti, Mardin-Kültürel Peyzaj Alanı, Denizli/Doğubayazıt Güzergâhı-Selçuklu Kervansarayları, Antalya-St. Nicholas Kilisesi, Mersin-St. Paul Kilisesi, St. Paul Kuyusu ve çevresi, Trabzon-Sümela Manastırı, Aydın-Afrodisias Antik Kenti, Burdur-Sagalassos Antik Kenti, Şanlıurfa-Göbeklitepe Arkeoloji Alanı, Konya/Beyşehir-Eşrefoğlu Camii, Hatay-St. Pierre Kilisesi, Kars-Ani Tarihî; Kenti, Kütahya-Aizanoi Antik Kenti, Muğla-Beçin Ortaçağ Kenti, İzmir-Birgi Tarihî; Kenti, Ankara-Gordion, Nevşehir-Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesi, Muğla- Hekatomnos Anıt Mezarı ve Kutsal Alanı, Niğde-Niğde'nin Tarihî; Anıtları, Mersin-Mamura Kalesi, Eskişehir-Odunpazarı Tarihî; Kent Merkezi, Gaziantep-Yesemek Taş Ocağı ve Heykel Atölyesi, Gaziantep-Zeugma Arkeolojik Siti, Denizli-Laodikeia Antik Kenti, Manisa-Sardes Antik Kenti ve Bintepeler Lidya Tümülüsleri, Adana-Anavarza Antik Kenti, Muğla-Kaunos Antik Kenti, Mersin-Korykos Antik Kenti, Malatya-Arslantepe Arkeolojik Alanı, Kayseri-Kültepe Arkeolojik Alanı, Çanakkale-Çanakkale ve Gelibolu I. Dünya Savaşı Alanları, Konya-Hitit Su Anıtı, Bursa-İznik, Kastamonu-Mahmutbey Camii, Kırşehir-Ahi Evran Türbesi, Hatay-Vespasianus/Titus Tüneli, Mardin-Zeynel Abidin Camii ve Mor Yakup Kilisesi, Van-Akdamar Anıt Müzesi, Kütahya/Afyon/Eskişehir-Dağlık Frigya Vadisi, Antalya-Antik Aspendos Kenti Tiyatrosu ve Su Kemerleri, Amasya-Harşena Dağı ve Pontus Kral Kaya Mezarları, İstanbul-Yıldız Saray Kompleksi, Muğla- Stratonikeia Antik Kenti, Edirne-Uzunköprü, Kahramanmaraş-Ashab-ı Kehf, Bolu-Mudurnu Tarihî; Ani Kenti, Siirt-İsmail Fakirullah Türbesi.

Uğur Işık çello ile satranç oynuyor

$
0
0

Uğur Işık, günümüzün önemli viyolonsel sanatçılarından biri. Onu müzikseverler özellikle Derya Türkan ve Renoud Garcia ile yaptığı çalışmalardan hatırlar.

Batı sazıyla Türk stilini birleştirerek kendine özgü bir icra tarzı oluşturan Uğur Işık'ın yeni albümü ‘Chess of Cello' yayınlandı. Sanatçı, bu albümde kendini bir satranç oyununda hissettiğini söylüyor. Yani her eser bir hamle, her hamle satrançtaki gibi zeka ürünü. Kendi deyimiyle ilk albümde Anadolu'yu terennüm eden, ikinci albümde bir çello ile Allah'a seslenen Işık, bu albümde dinleyeni bir oyunun içine sokuyor.

Osmanlı Saray Müziği

Klasik Türk müziği tutkunuysanız ve iyi icra edilmiş peşrev, taksim ve saz semaileri dinlemekten hoşlanıyorsanız ‘Kaftan' albümü tam size göre. Kaftan'da kürdilihicazkar, nihavent, hicaz, şedabaran gibi makamlarda icra edilmiş, taksim ve saz semailerini dinleyeceksiniz. Hem Osmanlı'nın kendi oluşturduğu müzik sanatının zirvelerini keşfetme imkânı bulacak hem de kocaman bir kültürün oluşturduğu müziğe eşlik edeceksiniz.

Viyana Filarmoni'den canlı konser

Dünyanın en önemli müzik topluluklarından biri olan Viyana Filarmoni Orkestrası'nın 2015 konserlerinin canlı kayıtlarından oluşan ‘Sommernachtskonzert 2015' yayınlandı. 70 seneyi aşmış müzikal geçmişinde dünyanın en ünlü orkestra şefleri tarafından yönetilen Viyana Filarmoni Orkestrası'nın yaz konserlerini usta şef Zubin Metha ve Rudolf Buchbinder yönetti. Bu özel performans DVD ve Blu–Ray formatlarında klasik müzik severlerle buluşuyor. Program içeriği, herkesin aşina olduğu sevilen klasikler ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış eserleri kusursuzca harmanlıyor.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live