Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Baha Boduroğlu, alkolü yenip geri döndü: Herkes bilsin, bu şarkıların bestecisi benim

$
0
0

Müziğimizin efsane ikililerinden Güzin’le Baha’nın Bahası, Baha Boduroğlu Gençlik Başımda Duman, Gölgeler gibi şarkılara imza atmış bir besteci. Alkol bağımlısı olduğu için yıllardır ortada görünmeyen sanatçı, ‘Baha’nın 40 Yıllık Şarkıları’yla geri döndü.

Şöhretinizin en tepesindeyken bir anda adeta yok oldunuz. Nerelerdeydiniz?

Aslında müzikten hiç kopmadım. Sadece stüdyo çalışmaları yaptım. Bahsettiğiniz dönem alkolle uğraştığım dönem. Alkol bağımlısı olduğumu öğrendim. Sahneden ve müzikten çekildim. Beni o halde kimsenin görmesini istemiyordum.

Alkol bağımlılığınız nasıl başladı?

Heyecanlı biriyim. Müzisyen büyüklerim sahneye çıkmadan önce bir bardak içki içmenin rahatlatacağını söylediler. İlk dönemde o bir duble heyecanımı yenmemi sağladı. Daha sonra iki dubleye çıktı. 1975’ten sonra daha çok içmeye başladım. Sonrasında Güzin’den ayrıldım. Ondan sonra kendimi stüdyoya kapattım.

Peki nasıl kurtuldunuz?

Zaten bırakmak istiyordum. Bir gün Mansur Beyazyürek televizyona röportaja gelmişti. Orada tedavi olan insanlar görmüştüm. Ona danıştım, kliniğe davet etti. Ancak gitmedim. Bir gün sızmışım. Annem ve kız kardeşim telefonlara çıkmayınca endişe etmiş. Evin kapısını kapıcıya açtırıp beni hastaneye kaldırmışlar. Kalp krizi sanmışlar ama alkol kriziymiş. Sonrasında Balıklı Rum Hastanesi’ne götürmüşler. Yirmi yıldır içmiyorum.

Şimdi hastanede seminerler veriyormuşsunuz…

Haftada iki gün yeni yatan alkoliklerle bir araya geliyoruz. Hastaneye yeni yatanlar alkolik olduklarını kabul etmez. Onlara kendi yaşadıklarımı anlatıyorum.

Keşke hiç alkol almasaydım bunları yaşamasaydım dediğiniz oluyor mu?

Bunları görmem beni yaşamda daha derviş yaptı galiba. Çok demokrat yaptı. Sinirlerine hakim, sabırlı herkesi her şeyi seven biri haline geldim.

‘Baha’nın 40 Yıllık Şarkıları’ albümü fikri nasıl oluştu?

Herkes beni yorumcu olarak tanıyor. İşin mutfağında yıllarca emek verdiğimi çokları bilmez. 1969’larda beste yapmaya başladım. Şat Yapım’da tonmaister ve prodüktör olarak çalışıyordum. Stüdyoya gelenler A yüzüne kendi şarkılarını B yüzüne de benden bir beste alırlardı. Birçok kez onların değil de B yüzündeki benim bestelerim hit olurdu. (Gülüyor) Mesela Gençlik Başımda Duman şarkısı Beyaz Kelebeklerin diye bilinir. Besteci tarafımı pek dışarı yansıtmadım. O gün şöhret olmuş ve bugün hâlâ bilinen pek çok isimde benim emeklerim vardır.

Siz aslında bu şarkılar benim demek istiyorsunuz yani…

Evet o bir sıkıntıydı içimde. Dert Şarkısı diye bir bestem var. Emel Sayın, Neşe Karaböcek okumuş. O dönemde hit olmuş bir şarkı. Ama kimse bestecisinin ben olduğumu bilmez. Artık herkes bu şarkıların bana ait olduğunu bilsin.

Bu kadar sanatçı nasıl bir araya geldi?

Bu albümdeki isimlerin hepsi beni çok sever. Ercan Turgut çok değerli bir dostum. Yeliz’i Yeşim’i küçüklüğünden beri tanırım. Sezen’i İstanbul’a ilk günden beri tanırım. Erol Evgin’i keza çok iyi tanırım. Hepsi bir telefonla gelip okudu. Bu bana yapılmış en büyük saygıdır.

Müzikle öleceğim

Ah çekerek özlem duyulan yılların müziğini oluşturmuş kişilerden biri olarak günümüzdeki şarkıları nasıl buluyorsunuz?

Biz bu işi yaparken müzik endüstrisi diye bir şey yoktu. Yüreğimizden kopanı yapıyorduk. Ondan sonra birtakım kurallar oluştu. Yok ritim 120 bpm olacak, sözler slogan olacak, tribünlerde söylenecek… Gözünüzü kapatıp dinlediğinizde bütün şarkılar neredeyse birbirinin aynısı. Ben öyle düşünmedim ama Ateş Böceğim yıllarca tribünlerde söylendi.

Peki ülkemizdeki müziğin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bizim zamanımızda da kötüler vardı. Elene elene gelenler bugünlere kaldı. Bugün de iyi müzik yapanlar var. Özellikle rock grupları iyi işler yapıyor. Müzikte bizim dönemimizin anlayışına dönüleceğini düşünüyorum. Çünkü son yıllarda bir cover modası var.

İsteyip de yapamadığınız bir şey var mı?

Senfonik orkestra ile çalınmasını istediğim bestelerim var. O şarkıları orkestraya çaldırmak ve yönetmek istiyorum. Benim bir felsefem var: Müzik nerede ise oraya git. Orada kötülük yoktur. Ben müzik yaparak öleceğim. Kendimi kenara çekemem.

Aysel Gürel, ‘Baha beni bestele’ dedi

Aysel Gürel’in yazdığı sözlere birçok beste yaptınız. Albümdeki Efsane Kadınlar şarkısını sanırım kendisi için yazmış. Bu beni anlatıyor diye gelip sizden bestelemenizi istemiş...

Aysel’in Osmanbey’de bir dairesi vardı. Telefonlara çıkmazdı. Çıktığında da yakın dostlarına kod adı vermişti. Benim kod adım Vlademir’di. Bir gün beni eve davet etti. Alkol aldığım dönemde ona kötü bir şey demesinler diye uzak durmuştum. Efsane Kadınlar’ı yaptığımda alkolü bırakmıştım. Altı tane söz verdi. İçlerinden Efsane Kadınlar’ı verirken “Baha bu şarkıdaki benim. Baha beni bestele.” dedi. Aysel’in yaşamıyla ilgili her şey vardı. Onu bir çırpıda besteledim.

Albümde Onuncu Köy diye bir şarkı var. Bu şarkı plak şirketi tarafından diyalektiği uygun değil denilerek yayınlanmıyor. Bu albümde ilk kez gün yüzüne çıkıyor doğru mu?

Evet doğru. Sözleri Şanar Yurdatapan’a ait. O devirde diyalekti aykırı bahanesi ile Yankı Plak bu şarkıyı çıkartmadı. Günümüzde de o şarkıda anlatılan bütün her şey devam ediyor. Yine çalıp çırpmak marifet. Siyah beyaz, beyaz siyah olarak gösteriliyor. Doğru söyleyen dokuz köyden kovuluyor. Bu albümde olması gerekiyordu. Kızım Beste okudu çok da güzel oldu.

Albümde Güzin Hanım da var, kızınız da. Yeniden bir aile olmuşsunuz…

Evet. Ancak biz Güzin’le boşandıktan sonra da görüşmeye devam ettik. Dostluğumuzu bozmadık. Sık sık bir araya gelir çocuklarımızla yemek yeriz.

Güzin Hanım’la ayrılış sebebiniz de alkol müydü?

Alkolden ötürü Güzin’i daha fazla üzmek istemiyordum. Ayrılıkla da üzüldü ama en azından ondan sonraki yaşamında mutlu olsun istedim.


BİZİM KÖY

$
0
0

Bir uçağın fiyatı nedir yahu?

Yunanistan'ın iflasın eşiğinde olduğu hepimizin malumu. Bundan halk kadar yönetim de etkileniyor. Başbakan Aleksis Çipras, Letonya'nın Riga şehrinde toplanan AB liderler toplantısına katılmak üzere hareket edecekti. Ancak üç adet VIP uçağa parasızlıktan yedek parça alınamayınca Çipras, uçak bulamadı. Özel uçak kiralama da masraflı olacağından başbakan, Riga şehrine Yunan Hava Kuvvetleri'ne ait C-130 nakliye uçağıyla uçmak zorunda kaldı. Bizde olsa değerli devlet büyüklerimiz, "Bir özel uçağın fiyatı nedir yahu?" diyerek hemen duruma el koyar, en afillisinden alırlardı.

En can alıcı selfie

Selfie, can almaya devam ediyor. Brezilya’nın Parana eyaletindeki Sarandi kentinde bir aile, tren geçerken raylara yakın oturarak fotoğraf çektirmek istedi. Ama trenin boyutundan tam haberi olmayan aile neredeyse yok oluyordu. Tren lokomotifinin köşesinin çarptığı baba ve kucağındaki çocuk yere yuvarlandı. Olayı görenler “Bu kaçıncı selfie kazası?” demekten kendini alamadı.

Polisten acil vuruş

Polis şiddeti dünyanın her yerinde. Ancak bu kez olay, şiddeti aşıp vahşete döndü. Kanada’nın Ontario eyaletine bağlı Guelph kentinde, iki polis hastanenin acil servisi bekleme salonunda bir kişiyi vurarak öldürdü. Olaya özel soruşturma birimi el koydu neyse ki. ABD’de polis 16 ayda en az bin 500 kişiyi öldürdü. Olayda ölen şahsın erkek olduğu bildirilirken, ismi ve yaşı açıklanmadı.

Eşleri için meydanlara indiler

$
0
0

Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan eski emniyet müdürleri Yakub Saygılı ve Nazmi Ardıç, bağımsız milletvekili adayı. Onların seçim çalışmalarını yürütmek ise eşlerine düştü. Saygılı ve Ardıç’ın eşleriyle adaylık sürecini ve bu süreçte yaşadıklarını konuştuk.

17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu yürüten iki isim Yakub Saygılı ve Nazmi Ardıç, bağımsız milletvekili adayı oldu. Saygılı, İstanbul 2. Bölge’den, Ardıç da Ankara 1. Bölge’den milletvekili adayı. Operasyondan sonra görevden alınan Saygılı ve Ardıç, Silivri Cezaevi’nde kalıyor. Onların seçim çalışmalarını yürütmek ise eşlerine düştü. Adlarını şimdiye kadar operasyon haberleriyle duyduğumuz Saygılı ve Ardıç’ın adaylık sürecini ve bu süreçte yaşadıklarını eşleriyle konuştuk.

İstanbul Mali Şube eski Müdürü Yakub Saygılı, eylül ayında yapılan operasyondan itibaren tutuklu. Eski Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç ise milletvekilliği adaylığını açıkladıktan kısa bir süre sonra tutuklandı. Siyasete atılan eski müdürlerin seçim çalışmalarını şimdi hayat arkadaşları büyük bir gayretle yürütüyor. Eşini anlatma görevi kendisine düşen üç çocuk annesi Esra Saygılı, 11 yıllık hayat arkadaşının her zaman olduğu gibi arkasında. Seçim çalışmalarını avukatı, arkadaşları ve altı aylık bebeği Kenan ile yürütüyor. “Eşim doğru bildiğini yapmaktan hiç vazgeçmedi, 17 Aralık da bunun en bariz örneği.” diyen Saygılı, yaşadığı onca şeyden sonra hissettikleri için ise, “Yaşananlar için üzgünüm, kızgınım fakat Yakub Bey ile iftihar ediyorum. Eşim cezaevindeyken bile ‘çocuklarımız daha iyi bir Türkiye’de büyüyecek’ diyordu. Bu sebeple umutluyum.” ifadelerini kullanıyor.

17 Aralık operasyonunun diğer ayağını yürüten eski Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç’ın eşi Nuray Ardıç da Ankara’da aday olan eşi için gece gündüz seçim çalışmalarını yürütüyor. İstanbul’da yaşayan Ardıç, son bir aydır İstanbul-Ankara arası mekik dokuyor. Eşi için kapı kapı gezen Ardıç’ın tek amacı, eşinin milleti için hizmetine bundan sonra Meclis’te devam etmesi.

Nuray Ardıç: 20 yıl boyunca haftada bir kez birlikte yemek yedik

“Nazmi Bey vazife yaptığı dönemlerde son derece yoğun bir çalışma temposundaydı. İşi; aşından, eşinden ve çocuklarından önce gelirdi. Çoğu zaman yemek yemeyi unuturdu. Önemli günleri geçtim, 20 yıllık evlilik hayatımızda akşam yemeklerimizi belki haftada bir gün birlikte yiyorduk. Onun hassasiyeti tamamen işe odaklıydı. Milletin hakkına girmekten, vazifesinin hakkını verememekten korkardı.

Şartlar milletvekilliğine mecbur bıraktı

Milletvekili olmak gibi bir düşüncesi hiçbir zaman olmadı. Şartlar bizi buna mecbur bıraktı. Eşimin hakkı-hakikati duyurmak adına Meclis’e girip vatanına hizmet etme isteğini destekliyorum. Nazmi Bey, cezaevinde olduğu için çalışmalarını ben yürütüyorum. Seçim bölgesindeki vatandaşlarımızla bire bir görüşüp eşim hakkında bilgi veriyorum. Çalışmalarımıza eşimin arkadaşları da destek veriyor. İstanbul’da yaşamama rağmen, eşim Ankara’dan aday olduğu için bu dönemde hep Ankara’da kalıyorum.

Özel işlerinde devletin kalemini bile kullanmazdı

Nazmi Bey, her zaman inandığı şeyleri savundu. Bu anlamda ne hedefe konulmaktan, işinden olmaktan ne de hapse konulmaktan çekinmedi. Aynı anlayışa tüm aile olarak sahibiz. Biz dünyevi meselelere kalben bağlanmamaya çalıştık ve Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadık. Aslına bakarsanız korkacak bir şey de görmedik zira eşim yasalarla çerçevelenmiş işinden başka bir şey yapmadı. Eşimin 22 yıllık çalışma hayatı boyunca 300’den fazla operasyon yaparak en fazla operasyon yapan emniyet müdürlerinden birisi olduğunu eşim tutuklandıktan sonra öğrendim. Eşim devlet malına karşı da çok hassastı, cebinde iki kalem taşırdı. Devlet işi için devletin kalemini, özel işleri için kendi kalemini kullanırdı. Makam aracını bana ve çocuklara hiç kullandırtmazdı.”

Esra Saygılı: Üç çocuğumu da yalnız dünyaya getirdim

“Eşimin ne kadar stresli bir işinin olduğunu 17 Aralık’tan sonra daha iyi anladım. Bunu bize hiç hissettirmedi. Haberdar olmadığımız için ‘keşke bana ve çocuklara daha fazla vakit ayırsa’ diye sitem ettiğim oluyordu. Şimdi ‘İyi ki çalışmış’ diyorum. Eşimin yoğunluğu nedeniyle iki çocuğumu da yalnız dünyaya getirdim. Eşim vakit ayıramadığı için doğum öncesinde annemin yanına gittim. Kendisi yanımıza sonradan gelebildi. Ne yazık ki üçüncüsünde o da olmadı, hiç gelemedi.

Yetim hakkı yedirmemek için uğraştı

Son bir buçuk yıldır çok fazla şey yaşadım. Hem iki kızıma yaşananları açıklamak hem de Kenan’ın yalnız büyümesi çok zordu. 16 Aralık’a geri dönsem, yalnız doğum yapacağımı, son altı ay yaşayacaklarımı bilsem yine onu desteklerdim. Eşim 17 Aralık operasyonunu yetim hakkı yedirmemek için yaptı. İyi ki geri adım atmamış. Biz bedelini ayrılıkla ödüyoruz ama vatan sağ olsun. Şimdi vekil adayı oldu, onun amacı yine vatanına hizmet, kendi cebini doldurmak değil.

Vatanı için ailesinden ayrıldı

Eşim büyüklerine saygıda kusur etmez ama ihmal olduğu zaman üstlerini bile uyarmaktan çekinmezdi. Doğru bildiğini yapmaktan hiçbir zaman korkmadı, 17 Aralık bunun en bariz örneği. Başına gelecekleri tahmin edip görmezden gelebilirdi ama o ailesi için değil, vatanı için gerekli olanı yaptı. Aksi takdirde kimler tarafından yönetildiğimiz ortaya çıkmayacaktı.

Makam aracını ailesi için kullanmadı

Yakub Bey, devlet malı kullanımında aşırı derecede hassastır. Şehir dışından anne-babası geldiğinde bile makam aracıyla aldırtmazdı, ben gider alırdım. Resmi evrak yazışmalarında da çok hassas olduğu için bazen bir harf yüzünden yazıya başka bir kâğıtla yeniden başlardı. Devlet malını israf ederim endişesiyle de ayda 2-3 top kâğıt alıp işyerine götürürdü. Oturduğumuz ev kira, eşim hiçbir zaman mala mülke tenezzül etmedi.

Çocuklara her gece kitap okurdu

Vaktini hiçbir zaman boşa harcamak istemezdi. Arabadayken bile muhakkak kitap okur, çok az uyku uyuyarak çalışmalarını yapardı. İngilizcesini geliştirmek için boş vakitlerini yabancı film ve haber izleyerek geçirirdi. Şu anda da kitap yetiştiremiyoruz, hem İngilizce hem Türkçe kitap götürüyoruz. Günde beş gazete, haftada iki kitap okuyor. Operasyonda olmadığı günler eve geldiğinde çocukları eşim yatırırdı, mutlaka onlara kitap okurdu.”

Kült filmlere minyatür dokunuşu

$
0
0

İlgi alanı sinema olan güzel sanatlar öğrencisi nasıl bir tez hazırlar? Murat Palta, filmlerden unutulmaz sahneleri, 500 yıl önce yapılmış izlenimi veren minyatürlere dönüştürmüş.

Baba filminin bir Osmanlı eseri olabileceğini düşündünüz mü hiç? Marlon Brando’nun yerinde kavuklu, cübbeli bir padişah ve etrafında el pençe divan duran has adamları... Ya da Star Wars’u hayal edelim. Darth Vader siyahlar içinde padişah olmuş, stormtrooper’lar yeniçeri kılığında, Yoda sarıklı… İşte iki kardeş böyle hayal güçlerini çarpıştırırken ortaya ilginç bir proje çıkmış. Murat Palta’nın yerli ve yabancı kült filmlerin unutulmaz sahnelerini minyatür tablolara dönüştürdüğü eserlerinin adı, Tasvir-i Beyaz Perde.

Dumlupınar Üniversitesi’nde grafik tasarım bölümünde okurken bitirme tezini ne yapacağını düşünür Murat Palta. Bir gece kardeşiyle Star Wars izlerken gelen ilhamla filmin Osmanlı döneminde olsa nasıl olacağını hayal ederler. Buradan yola çıkan Palta, tez konusu olarak ilgisini çeken minyatür sanatıyla bu filmlerin akılda kalıcı sahnelerini anlatmaya karar verir. Fakat aklındakileri hocalarına kabul ettirmek pek kolay olmaz. Zira bu orijinal fikrin somuta döküldüğünde ne olacağı belli değildir. Kâğıtlara çizdiği birkaç eskizden sonra onay alınır ve filmlerin minyatür dünyasındaki serüveni başlar.

Genç sanatçı, okulda geleneksel sanatlarla ilgili teorik bilgiler öğrense de daha çok kendi uğraşlarıyla minyatür çizimini geliştirir. Kendi alanı olan illüstratörlükle minyatürün birbirine çok da yabancı olmadığını söylediğinde biraz şaşırsak da, “Anlatılan hikâye, içerik, yapım şekli üç aşağı beş yukarı bugünküyle aynı. Kullanılan teknikler farklı. Çünkü minyatürde de kitabın içinde anlatılan bir konu var, onu resimleyen minyatür var. Zaten illüstrasyonun da amacı bu, bir şeyi resimlemek.” cevabını aldığımızda ikna olduk.

Peki, malzeme olarak neden İstanbul’un fethi, III. Ahmed’in tahta çıkması gibi klasik konular yerine sinemayı seçmiş? Palta, bunları zaten kendi kültürümüz içerisinde fazlasıyla tükettiğimiz için, yeni bir şeyden ilham alarak biraz bu klişeyi kırmak istemiş aslında. Yani Tasvir-i Beyaz Perde’yle gelenekselle modernin harmanlanabileceğini göstermek istemiş.

Atlı Terminatör, fesli Yaralı Yüz

Filmleri neye göre seçtiğini sorduk Murat Bey’e. Her film uygulanabilir değilmiş. Bu yüzden kafasında birkaç kriter belirlemiş: En başta sevdiği filmler olacak ki bu bir nevî; onlara teşekkür. İkincisi herkesin bildiği, baktığında anlayacağı, “Aaa, aslında bu filmmiş!” diyebileceği, üçüncüsü de malzemesi itibarıyla Batı kültürüne ait olup geleneksele, minyatüre uyarlanabilecek referanslara sahip filmler olacak.

Zaten bunları uygulayınca epey bir eleme gerçekleşmiş ve ortaya somut bir liste çıkmış. Tabii Batı’dan Doğu’ya, yeniden eskiye aktarım sırasında filmlerde birtakım değişiklikler de meydana gelmiş. Mesela Terminatör’de at ve at arabası var. İçinden yaratık çıkan Alien, Osmanlı döneminde rastlayabileceğimiz bir yer sofrasında yatıyor. Yaralı Yüz başında fes taşıyor, Eşkıya’yı şalvarlı polisler kovalıyor ve daha neler neler... Hasılı Palta’nın tasvirlerinde Hollywood ve Yeşilçam, yaklaşık 500 yıl öncenin Osmanlı’sında hayat buluyor.

Bir bitirme tezinin nasıl uluslararası üne dönüştüğünü de merak ettik doğrusu. Okulu bitiren genç sanatçımız, iş başvurularında CV niyetine kullanmak için yaptığı işlerden oluşan online bir portfolyo hazırlamış. Sonrasında buraya yurtdışından e-mailler gelmeye başlamış. Karma sergiler vs. derken İtalya’da ilk kişisel sergisini açmış. Ardından Türkiye’de duyulmaya başlamış. Yani Palta’nın minyatürlerinin namı alıştığımızın aksine dünyadan Türkiye’ye yayılmış. Batı’da hal böyleyken Doğu’daki tepkileri de sormadan olmaz. Murat Bey bize örnek olarak Cezayir’de katıldığı bir minyatür festivalini anlatıyor: “Orada Hindistan’dan, İran’dan, çeşitli ülkelerden senelerini vermiş insanlar vardı. İlgilerini çekti. Ben hatta başta korktum. Acaba “Biz senelerimizi verdik buna, sen ne yapıyorsun? Çocuk oyuncağına çevirmişsin.” falan derler mi diye. Ama hiç öyle olmadı. Kendi yaptıkları işin bambaşka bir boyuta açılması kendilerinin de hoşuna gitti.” Yani hem gelenekten hem modernden takdirle karşılanmış yaptığı iş. Merak edenler için hatırlatmadan geçmeyelim, Tasvir-i Beyaz Perde’den bazı eserler, İstanbul’un ardından şu an Bursa’da Office 4200’deki karma sergide görülebilir. Sanatçı ayrıca, temmuz ayında İstanbul’da X-İst Sanat Galerisi’nde gerçekleşecek Endülüs Köpekleri isimli sergide de siyah beyaz bir tablosuyla yer alacak.

[Haftanın Albümleri] Ceza, Suspus oldu

$
0
0

Ceza rap müziğin ülkemizdeki en önemli isimlerinden biri. Bugüne kadar yaptığı çalışmalarla hem Türkiye'de hem de yurtdışında adından sıkça söz ettirdi.

Müzisyen yaklaşık beş yıl süren albüm suskunluğunu Suspus ile bozdu. Suspus hem söz gücü hem de müzikal olarak dikkat çeken bir albüm. Ceza, adeta kılı kırk yararcasına çalışmış. Yıllar içinde müzisyenin söz söyleme gücünün daha da arttığını görüyoruz. Ancak hızından hiçbir şey eksilmemiş. Ceza bu çalışmasında da yine evrensel dertlere odaklanıyor ve adeta bunlar karşısında suspus kalanları eleştiriyor.

SUSPUS - Ceza

Esen Müzik

Anadolu sazları ile Rachmaninov

Klasik müzik eserlerinin Anadolu enstrümanları ile buluşması sürprizler ortaya çıkarabiliyor. Genç piyanist Güldiyar Tanrıdağlı'nın Rachmaninov'un solo piyano ve lied (şarkı) alanındaki eserlerini Anadolu enstrümanları ile buluşturduğu Rachmaninov Anatolian adlı projesi de böyle bir çalışma. Tanrıdağlı, son dönemde adından sıkça bahsettiriyor. Piyano kariyerinin yanı sıra doğduğu toprakların birikimiyle bir doğu-batı sentezi oluşturuyor. Bu albümde müzisyenin Rachmaninov'un eserlerine hakimiyeti kadar sazlarımızı bu müziğin içine dahil etme düşüncesi de çokları için şaşırtıcı olacak.

Rachmaninov Anatolian - Güldiyar Tanrıdağlı

Kalan Müzik

Mode XL, Mevzu Makamı'nda

Mode XL, ilk tekli çalışmasının ardından geçtiğimiz günlerde bir albüm ile dinleyici karşısına çıktı. İkili mevzularını açık bir dille, biraz da sertçe ifade ederek şarkılarını kulaklarımıza iliştiriyor. Ragge tınılarından, rock ritimlerine, birbirinden farklı müzik türlerinden detaylara yer veren Mode XL, Mevzu Makamı albümünde, bilinen hip-hop müziğini farklı bir platforma taşıyor. Her şarkı bu tarzda farklı bir akımın bir habercisi gibi. Hip-hop dinlemeseniz bile en azından müzikal farklılık ve söz gücünü keşfetmek için Mevzu Makamı'nı keşfetmelisiniz.

Mevzu Makamı - Mode XL

Sony Müzik

Sporu kadınlar, geyiğini erkekler yapıyor

$
0
0

Türkiye’nin kadınlara yönelik ilk spor kanalı Sportstvkadın yayında. SportsTV bünyesinde kurulan kanalda kadınlar tarafından hazırlanan programlar yine kadınlar tarafından sunulacak. Amaç kadın ve çocuklar aracılığıyla sporu topluma yayma.

Türkiye’de futbol dışındaki bir spor dalında elde edilen uluslararası bir başarının konuşulma süresi bir sonraki güne bile sarkmıyor. O gün hatta birkaç saat içinde tüketilip bir sonraki başarıya kadar unutulup gidiyor. Halbuki futbol öyle mi? Basit bir lig maçı bile üzerinde saatlerce konuşulacak malzemeye sahip. Kanıt arayanlara Eczacıbaşı bayan voleybol takımının henüz birkaç hafta önce elde ettiği dünya şampiyonluğunu söylemek mümkün. Kaçımız hatırlıyor bu önemli galibiyeti? Geçen hafta Galatasaray’ın süper lig şampiyonluğunu bilmeyen, hakkında iki kelam etmeyen ise sanırız çok az. Voleybol bile bu haldeyken artistik patinaj, tenis, atletizm gibi kadınların da aktif olduğu spor dallarını konuşmak iyiden iyiye lüks... Peki nereden kaynaklanıyor bu futbol kibri? Bu soru çok soruldu. Cevabını sosyologlara bırakıp bu konuda çözüme yönelik adımlar atanlara bakmakta fayda var. Tam da Türkiye’nin ilk kadın spor kanalı açılmışken. Spordaki futbol tekelini kırmak yolunda önemli bir girişime imza atarak Sports TV’yi kuran ve böylece sporu kadınların da ilgileneceği bir noktaya çeken Ahmet Gülüm bununla kalmadı, Türkiye’nin kadınlara yönelik ilk TV kanalı olan Sportstvkadın’ı kurdu. Lansmanı geçtiğimiz çarşamba günü gerçekleşen kanalın hedef kitlesini sporun hem performans hem de sağlık kısmı ile ilgilenen kadınlar hatta erkekler de oluşturuyor. Türkiye’yi farklı dallarda temsil eden başarılı kadın sporcularının da katıldığı tanıtım toplantısının ardından Ahmet Gülüm neden kadınlara yönelik bir TV kanalı kurma gereği duyduklarını anlattı.

Gülüm’ün kendisi de eski bir voleybolcu. Futbol değil de voleybol gibi kadınların önemli ağırlığı olan bir spor dalında geçmişi olmasının bu kanalı açmasını etkileyip etkilemediğini soruyoruz. Cevabı ‘kesinlikle evet’ oluyor. “Voleybolda kadın-erkek birlikte hep başarılı bir süreç geçirdik.” diyen Gülüm, kadın voleybolunun ise Türkiye’de çok daha büyük bir başarı hikâyesi olduğunu ifade ediyor. Oradaki deneyimleri şüphesiz bir yol çizmiş ancak kendisini esas harekete geçiren şeyin kadın ve spor arasındaki ilişkiyi gösteren araştırmalar olduğunu söylüyor: “Araştırmalar bize dünyada kadın ve spor ilişkisinin başka bir boyutta gittiğini gösteriyor. Bugün bütün gelişmiş ülkeler bu konuya büyük yatırım yapıyor. Biz bunun dışında kalmamalıyız. En azından burada bir ateş yakalım dedik.”

Sporun insan hayatını pozitif yönde değiştirdiğini söyleyen Gülüm’e göre araştırmalar bu etkinin kadınlarda daha güçlü olduğunu gösteriyor. Spor kültürünün Türkiye’de iki kaynaktan yayıldığını, birinin okul diğerinin aile olduğunu söyleyen Gülüm, konunun aile ayağında birincil görevin annelerde olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: “Bu anlamda sporu içselleştirmiş, yaşantısının bir parçası haline getirmiş kadınlarımızın spor yapma alışkanlıklarının gelişmesi adına iletişim halinde olabilecekleri bir platformun varlığının önemli bir görevi yerine getireceğini düşünüyorum.”

Tam da bu noktada Olimpik Anneler adlı programdan bahsediyor Ahmet Gülüm: “Çocuğuna spor yaptıran her anne birer olimpik anne. Çünkü spor yapan çocuklar fiziksel olarak güçleniyor ve sağlıklı oluyorlar. Sporun sağladığı disiplin okul hayatında da başarıyı getiriyor. Bunda annelerin rolü büyük. Her hafta stüdyoda olimpik anneler ağırlanacak ve deneyimlerini izleyicilerle paylaşacak.” Bunun dışında annelerin çocuklarının hangi spor dalına uygun olduğunu öğrenebilecekleri ‘Spor ve Çocuk’ adlı program da olacak. Spor camiasının başarılı ve ünlü isimlerinin ağırlanacağı ‘Spor ve Yaşam’ programı ile kadınların spor yaparken ne giyeceklerine dair fikir edinebilecekleri ‘Spor ve Moda’ adlı program da var. Kanalın en çok ilgi çekeceği düşünülen programlarından biri de her hafta farklı spor dallarının tecrübe edileceği ‘Birlikte Deneyelim’. Gülüm Sportstvkadın’ın bir müsabakayı ya da bir faaliyeti yayınlayan bir kanal olmayacağından, sadece kendi ürettikleri içeriklere yer verecekleri bir yayın anlayışları olacağından bahsediyor.

Voleybol, Cumhuriyet tarihinin en büyük kadın hareketidir

Lansman sırasında binicilik, artistik patinaj gibi alanlarda faal olan sporcuların seslerinin duyurulmasına yönelik TV kanalından beklentilerini sıralamaları dikkatimizi çekiyor. Gülüm’e kanala şimdiden bir misyon yüklendiğini hatırlatıp bunun altından kalkmanın zor olup olmayacağını soruyoruz. Gülüm’ün bu soruya cevabı şöyle oluyor: “Sözcülüğünü yapmak bile önemli. Bu insanların bugüne kadar ‘biz buradayız’ diye konuşabilecekleri bir platform bile yoktu. Onlar adına bir şeyler söyleyebilmek önemli.”

Voleybolla başladık, voleybolla bitirelim madem. Gülüm’e göre kadınların spordaki ağırlığının yeterince bilinmemesi bir iletişim sorunu. Ve televizyon, iletişimde güçlü bir araç. Şöyle diyor: “Kadınlar, sporun alzheimera yakalanma riskini yüzde 25, göğüs kanserine yakalanma oranını yüzde 40 azalttığını öğrensin. Bunun da dışında Türkiye kadın voleybolu ile yüzleşsin, kadın basketbolu ile yüzleşsin. Bu ülke hangi konuda ekol dünyada? Voleybolda ekolüz mesela. Hem de erkekte değil kadın voleybolunda. Hangi alanda dünya şampiyonu, şampiyonlar ligi şampiyonu olduk. Bir bakmak lazım. 81 ilde Türkiye’nin en yaygın branşıdır kadın voleybolu ve bana göre Cumhuriyet tarihinin en büyük kadın hareketidir.”

Anneler, babalardan daha çok spor yapıyor

Ahmet Gülüm, toplumda yaygın olan ‘kadınlar sporda yok’ söylemine cevabı, lansman sonunda kadın sporcuları sahneye davet ederek veriyor. Bunlar arasında futbol, voleybol ve basketbolcu kadınların yanı sıra eskrim, okçuluk, artistik patinaj hatta frizbi branşlarından temsilcileri görmek sporda kadın potansiyelini gerçekten gözler önüne seriyor. Bu, Gülüm’ün ilk başta bahsettiği sporun performans kısmı. Bir de hayatına sağlık katmak için yapılan spor var ki kadınlar bu noktada açık ara erkekleri geçmiş durumda. Anlamak için Gülüm’ün verdiği istatistiklere göz atmak yeterli: “Annelerin yüzde 50’si spor yaparken, bu oran babalarda yüzde 31’e iniyor. Düzenli spor yapan kadınların okuldan mezun olma oranı yüzde 45. Ailesine spor alışkanlığı kazandırma oranı yüzde 70. Spor yapan kadınların yüzde 77’si kendine daha çok güvendiğini, yüzde 85’i kendisiyle gurur duyduğunu belirtiyor. Yüzde 59’luk bir kesim sporun stres ve öfkeyle başa çıkmalarına yardım ettiğini düşünüyor.” Gülüm’ün araştırmaların özeti niteliğindeki cümlesi ise şöyle oluyor: “Sporun, erkekler geyiğini, kadınlar kendisini yapıyor.”

Mesele sadece Gezi Parkı arkadaş!

$
0
0

Şehrin kalabalığından kurtulup sırtınızı toprağa ya da bir ağaç gövdesine dayayıp burnunuzda çimen kokusuyla uykuya daldığınız oldu mu?

Sıcaktan bunaldığınız bir anda sizi gölgesinde serinleten bir ağaç dalı altında soluklandığınız?.. Şehrin rant uğruna giderek betona terk edildiği günümüzde “Siz neden bahsediyorsunuz?” diyebilirsiniz. Ama Gezi Parkı tam da burada ‘ben burdayım’ dercesine sıcaktan bunalan, ‘bir uyku çekeyim doğayla baş başa’ diyenlere ev sahipliği yapıyor. Önceden rezervasyon yaptırmadıysanız öğlen saatlerinde yer bulmanız biraz zor gözüküyor. Gündüz Taksim Beyoğlu yokuşu çıkışında sıcaktan bunalanlar, iş arasında bir soluk almak isteyenler ve turistlerin adeta buluşma noktası Gezi Parkı. Akşamları ise evsizler, yolda kalmışlar için kapılarını açıyor. Kimisi bir battaniye ile kimisi de bulabildiği bir karton parçasında geceyi geçiriyor. Park onlar için adeta bir ev oluyor. Londra’da şehrin tam ortasında, tek başına İstanbul’daki toplam parkların alanı kadar bir alana sahip Hyde Park gibi yerler bizim için ulaşılması imkansız bir hayal artık. Ve galiba park kelimesine sadece AVM isimlerinde rastlayabileceğimiz zamanlar bekliyor bizi. İki yıl önce insanlar Gezi Parkı’na AVM yapılmasına karşı çıkıp günlerce parkta yatıp kalkmıştı. O dönemde sanatçı Mehmet Ali Alabora’nın ‘Mesele sadece Gezi Parkı değil, arkadaş sen hala anlamadın mı’ tweeti Gezi eylemlerinin amacıyla ilgili sorgulamalar yapanlarca sıklıkla gündeme getirilmişti. Aradan iki yıl geçti. Bu fotoğrafların da gösterdiği gibi, ”Mesele gerçekten de Gezi Parkı’ymış arkadaş.”

Yeni nesil gazeteciler daha cesur!

$
0
0

Sansasyonel kapaklarıyla Türkiye’de tabu sayılan pek çok konuyu ele alan NOKTA, 8 yıl aradan sonra yayın hayatına geri döndü. Dergiyi ve bu dönüşü yeni genel yayın yönetmeni Cevheri Güven ile konuştuk.

Seksenli yılların efsanevi dergisiydi Nokta. Yaptığı kapaklar gündem belirliyordu. 12 Eylül dönemi uygulamalarının devam ettiği dönemde cesaret edilmesi zor konuları masaya yatırıyordu. YÖK, Özal, işkenceci polis, İSKİ Nokta’nın sansasyon meydana getiren kapaklarından yalnızca birkaçı. Haber dergiciliğinde bir ekol olan Nokta, Türk basınındaki birçok gazetecinin de mezun olduğu okullardan biriydi. İlk olarak Ercan Arıklı tarafından çıkarılan Nokta, zaman içinde değişik kişilerce satın alındı. En son Alper Görmüş yönetimindeki dergi, 2007 yılında emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen Darbe Günlükleri’ni yayımlamasının ardından peş peşe uğradığı soruşturmalar ve baskın olayları sonucu yayın hayatına son vermek zorunda bırakılmıştı. 8 yıl aradan sonra, geçtiğimiz hafta yine adına yakışır “bomba” bir kapakla yayın hayatına geri döndü. Derginin yeni sahibi Fransa’da yaşayan ve finans sektöründe faaliyet gösteren işadamı Ramazan Köse. Genel Yayın Yönetmeni Cevheri Güven ile Nokta’nın dönüşünü konuştuk.

“Geri döndük bebeğim” diyorsunuz. Ancak dönüşünüz pek de efsanevi olmadı sanki. Reklam bile yayınlamadınız...

Önceliğimiz Nokta Dergisi’nin eski müdavimleriydi, o kitleye de sesimizi duyurabildik. Reklam konusu biraz konjonktür ile ilgili. İlk kapağımızın reklamını yayınlamayan bazı medya organları oldu, mesela merkez medya. Nokta’yı uzun vadeli bir proje olarak düşünüyoruz. 6 aylık dilimlerde yapacağımız hamleler olacak. Reklam, yazar atılımları, onlar ileriki dönemlerde olacak.

Dergiyi Ercan Arıklı ve Alper Görmüş dönemi olarak ikiye ayırdığımızda geri dönen Nokta, hangisine daha yakın?

Ercan Arıklı dönemi Nokta’sı, kapaklarıyla bilinir. Türk dergiciliğinde bir daha hiç öylesi tirajlara ulaşılamamış. Ben 2007 yılında da Nokta’da çalışmıştım. Nokta’nın Ercan Arıklı dönemi kapaklarını çerçeveleyip duvarımıza asmıştık. Çünkü üzerinden yıllar da geçse ‘bir şey’ ifade ediyordu. Biz de her kapağımızı yıllar sonra bakıldığında bir şey ifade edecek tablolar gibi yapmaya çalışıyoruz.

İlk kapağınızda da yapmışsınız bunu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı elinde pimi çekilmiş bir el bombasıyla basmışsınız. Tepki ya da tehdit oldu mu?..

Kadromuz, Gezi Parkı ve 17 Aralık gibi süreçlerden sonra işten atılan gazetecilerden oluşuyor. Böyle bir kadronun çıkaracağı dergi de cesur bir dergi olur. Ercan Arıklı dönemi gibi kapaklar çıkarma iddiasıyla çıkmışsanız bunun bir faturası olacak. Tehditler, baskılar, tutuklamalar olabilir. Böyle bir durumda Nokta’yı çıkaracak cesur kalemler elbette çıkacaktır.

Kadronuz epey genç bir ekipten oluşuyor...

Yaş ortalamamız yirmili, otuzlu yaşlarda. Türkiye’de kırklı yaşlarında olanlara Erdoğan’ın baskıları normal geliyor. Ama yirmili yaşlardakiler 28 Şubat’ı, 12 Eylül’ü görmemişler, bunlara Erdoğan’ın 2013 yılındaki baskısı bile fazla geliyor. Böyle baskılardan geçmemiş bir kadro özgür düşünebiliyor.

Eski kadrodan birçok gazeteci şu an işsiz. Onlara da teklif ettiniz mi?

Evet, ama şu anki baskı ortamında çok da bu işe girmek istemediler.

Eski Noktacılar artık çok da cesur değil o zaman...

Yeni nesil gazeteciler, şu süreçte işsiz bırakılan gazeteciler daha cesurlar diyelim.

Gazeteler ve televizyonlar bile habercilikte sosyal medya ile yarışırken ve de dergicilik öldü tartışmaları yapılırken haftalık haber dergisi çıkarmak ne kadar akıllıca?

Bir dönem medya grupları arasındaki fiyat rekabeti savaşları dergiciliği öldürdü. Üstüne bir de internet, sosyal medya sayesinde her şey çok anlık tüketiliyor. Fakat bu kendi içinde bir derinlik problemi de oluşturuyor. Dergi konuların derince işlenmesi açısından önemli bir mecra. Avrupa ve Amerika’da da sosyal medya yaygın ancak tirajlarını koruyan dergiler var. Biz de derinlemesine işliyoruz konularımızı. İnternet ve sosyal medya ayaklarımız da devam ediyor.

Türkiye’de son 4 yıldır neredeyse tek haber dergisi Aksiyon diyebiliriz. Newsweek Türkiye, Aktüel yayın hayatına son verdi. Ekonomik anlamda dergilerin can çekiştiği bir dönemde sizi sektöre dönmeye ikna eden ne oldu?

Medyaya yönelik müthiş bir baskı süreci söz konusu. Baskı süreçleri medya organlarının markalaşmasının önünün açılmasının, kitlelere ulaşmanın en kolay olduğu dönemlerdir. Gerçekten gazetecilik yapan bir derginin kitlelerde karşılık bulacağını düşündük. İlk haftadan aldığımız tepki de bunun bir karşılığı olacağı yönünde.

Erdoğan üzerinden beslenmeyeceğiz

Türkiye medyası gazetecilik ve habercilik açısından ciddi bir sınav veriyor. Haberler ya aşırı provokatif ya da aşırı yanlı. Nokta, nasıl bir çizgiyi benimseyecek?

Ana akım medya Erdoğan üzerinden besleniyor. Bunun dışına çıkmak lazım. Türkiye’nin pek çok sosyal, toplumsal ve ekonomik problemi var. Sosyal konulu kapaklarımız olacak. Örneğin, önümüzdeki kapakta Renault işçilerinin direnişini ele alacağız. Bu arada Suriyeli fahişeleri çalışacağız. Sosyal tabanlı konuların Erdoğan karşıtlığından daha çok karşılık bulduğunu düşünüyorum.

Eski Nokta, her kapağıyla şaşırtırdı. Türkiye’de son birkaç senede yaşanan olayları ele aldığımızda toplum olarak hiçbir şeye şaşırmaz durumdayız. Bu açıdan işiniz biraz zor değil mi?

Doğru. Normal ülkelerde iktidarları sarsacak haberler Türkiye’de sıradan, hatta kutu haber olarak bile girebiliyor gazetelere. Bu açıdan okurları şaşırtmak zor fakat kastettiğiniz haberlerin çoğu Erdoğan karşıtlığı ile ilgili. İnsanlar şaşırmıyor çünkü olmuştur, yapmışlardır diye düşünüyorlar. Ayrıca biz gazeteciliği ortalığı sarsayım sıkışmışlığı içinde yapmayacağız.

2 yıllık yayını planladık

Reklam sıkıntısı medya için ciddi bir sorun, bunu nasıl aşmayı planlıyorsunuz?

2 yıllık planlarımızı yaparken Türkiye’nin bütün gerçeklerini, ekonomik sıkıntıları, reklam vs. ile ilgili sorunları baz aldık. Eski Nokta’nın 30 kişilik bir kadrosu vardı. Şu anki kadromuz ise üçte biri ve daha az sayfa sayısıyla çıkıyoruz. Ama ekonomik olarak sürdürülebilir, uzun vadeli bir planlama yaptık. Başka sektör dergileri çıkarma planımız var. Başta ekonomi olmak üzere.

Gazeteciler tutuklanıyor, gözaltına alınıyor. Bir tweet, akrostij yüzünden davalar açılıyor, kendilerini savunmak zorunda bırakılıyorlar. Böyle bir süreçte dönmeye korkmadınız mı?

Aslında korkuyoruz (gülüşmeler). Hatta erkekleri katlederler de, ya kızları da cariye yaparlarsa diyoruz. Korkuyu dizginlemek, önemli olan. Bu dergideki bütün gazeteciler zaten doğru düzgün gazetecilik yaptığı için işsiz bırakıldılar. 3 yıldır işsizdiler. Ama biz tekrar bir araya geldik ve yine düzgün gazetecilik yapacağız. Bunun bir faturası olacaksa ki Hasan Cemal gibi gazetecilerin işsiz kaldığı bir süreçteyiz, biz buna razıyız. Pek şey olabilir ama derginin sahibi Ramazan Köse arkamızda. Okurlarımız arkamızda. Dolayısıyla tüm bunlar bir araya geldiğinde terazinin korku kefesi çok hafifliyor.


[BİZİM KÖY] Taktiğin böylesi...

$
0
0

Okula gitmemek için hasta taklidi yapan çocuklara aşinayız. Ancak hem Çinli ebeveynler hem de çocuklar işi abarttı.

Çin’de bir baba, oyun oynayan 10 yaşındaki çocuğunu okula götürmek için boğazına ip bağlayarak önce kamyonetten çekerek indirdi, sonra da yerde sürükledi. Çocuğunu yaklaşık yüz metre sürükleyen vicdansız babanın, çığlıklara daha da sinirlendiği görülüyor. Olay büyük tepki çekti.

Orangutana af çıktı

İnsanlar için cezaevleri neyse, hayvanlar için hayvanat bahçesi de o. Neyse ki Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te 20 yıldır hayvanat bahçesinde tutulan orangutan Sandra’ya af çıktı. Mahkeme, 29 yaşındaki orangutanın insanlar gibi özgür kalma hakkı olduğuna ve kanunsuz bir şekilde hayvanat bahçesinde alıkonulduğuna hükmetti.

Allah gecinden verdi

Yaşlı insanlar ölümden bahsederken ‘Allah gecinden versin’ denir. İngiltere’de bu dua gerçek oldu. 103 yaşındaki Florence Davies ve Glenys Thomas adlı kardeşler, bir ay arayla öldü. Dünyanın en yaşlı tek yumurta ikizleri olan kardeşlerden Glenys Thomas, 23 Nisan’da hayatını kaybetti. Florence Davies ise 20 Mayıs’ta hayata gözlerini yumdu.

Hostesleri kampta yetiştiriyor

$
0
0

Psikoloji eğitimi almak üzere geldiği İstanbul’da, önce hostesliğe (kabin memuru), sonra da gyrocopter adlı hava aracıyla uçuşlara başlayan Hatice Nur Gündoğdu, şimdilerde kabin memuru yetiştiriyor.

Genç havacı, kabin memurlarını geliştirdiği ‘kamp modeliyle’ eğitiyor. Haftanın 7 günü öğrencileriyle vakit geçiren başarılı eğitmen, onları gece-gündüz gerçekleştirdikleri tatbikatlarla uçuşa hazırlıyor.

Gündoğdu’nun hayatı, 2003’te Atatürk Havalimanı’nda Çelebi Hava Servisi’nde yer hostesliği görevine başlamasıyla değişmiş. Burada yaklaşık 1 yıl çalışan Gündoğdu, daha sonra Onur Air, THY ve diğer özel havayollarında kabin memuru olarak görev almış. Bu süreçte ultralight (çok hafif) tipi döner kanatlı hava aracı gyrocopter uçuşlarına merak saran genç havacı, hostesliği bırakarak gyrocopter pilotu olmaya karar vermiş. Bu idealini de kısa sürede gerçekleştirip Türkiye’de gyrocopter lisansı alan ilk kadın pilot olmayı başarmış.

İKİ RESİM SERGİSİ AÇTI

Uçuş sırasında fotoğraf çekmeyi ihmal etmeyen Hatice Nur Gündoğdu, iki sergi açtı. İlk kişisel fotoğraf sergisini geçen yıl 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Şişli Kent Kültür Merkezi’nde açan Gündoğdu, buradan elde ettiği geliri şiddet mağduru kadınlar için bağışladı. Başarılı fotoğrafçı, ikinci kişisel sergisini, Küçükçekmece Belediyesi Halkalı Kültür ve Sanat Merkezi’nde açtı. Gündoğdu, ‘Gökyüzünden Türkiye’ isimli 45 fotoğraftan oluşan serginin gelirini ise gelecek ay açılacak Avrupa’daki en büyük diyabet merkezi olma özelliğini taşıyan Diyabet Köyü’ne bağışlayacak.

YETİŞTİRDİĞİ HOSTESLER GÖREVDE

Gyrocopter pilotu olabilmek için eğitimlerine devam eden Gündoğdu, bir süre önce de kabin memuru yetiştirmeye başladı. Türkiye’nin üniversite kapsamındaki ilk yüzde yüz iş garantili kabin memuru yerleştirme kursunun, Onur Air ve Ondokuz Mayıs Üniversitesi işbirliği ile gerçekleşmesini sağlayan Gündoğdu’nun, Havacılık ve Uzay Teknolojileri Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde (UZAYTEM) yetiştirdiği öğrencileri, Onur Air’de önceki gün uçuşlara başladı. İkinci grup ise 4 Mayıs’ta eğitim programına dahil oldu. 6 Temmuz’da mezun olacak kabin memuru adayları, bir ay da Onur Air’de eğitimlerini tamamlayıp gökyüzüyle buluşacak. Kabin memurluğu eğitimiyle ilgili üçüncü grup mülakatlar ise temmuzda gerçekleşecek. Eğitimle ilgili bilgilere Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nin resmî; web sitesi ile kabinmemuru.net adresinden ulaşılabiliyor.

GYROCOPTER PİLOTU YETİŞTİRECEK

Bir yandan gyrocopter pilotu eğitmeni lisansı almak için kendi eğitimlerine de devam eden başarılı havacı, 18 ay sonra tamamlanacak kabin memuru yetiştirme projesinin ardından gyrocopter pilotu yetiştirmeyi hedefliyor. UZAYTEM’deki Ultralight Okulu’nda eğitmen olarak görev almak istediğini anlatan Hatice Nur Gündoğdu, bu okuldan da genç pilotlar mezun etmeyi hedefliyor.

Özel kampa giriyorlar

Hatice Nur Gündoğdu, kabin memuru adaylarını psikolojik yönden en iyi şekilde hazır hale getiren kamp sistemini ilk defa hayata geçirdiklerini ifade ederek, uygulamanın yaygınlaşmasını istiyor. Öğrencilerle haftanın 7 günü birlikte vakit geçirdiklerine ve gece-gündüz tatbikat yaptıklarına dikkat çeken başarılı eğitmen, Kızılırmak Deltası’nda survivor gibi birçok etkinlik gerçekleştirdiklerini anlatıyor.

Uçak biletine yeni düzenleme

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, uçak bilet fiyatlarına ilişkin hazırladığı genelge taslağını, internet sayfasında görüşe açtı. Taslakta, havayolu işletmelerinin bilet rezervasyon, pazarlama, reklam ve satış işlemlerinde müşterilerin bilet tercihlerini daha bilinçli yapabilmesi amacıyla, havayolu bilet ücret detaylarına tam, şeffaf ve sürekli erişiminin sağlanmasına yönelik düzenlemeye gidilmesi ihtiyacının doğduğu bildirildi. Taslağa göre havayolu şirketleri, bilet ücretlerini tüm zorunlu ücretleri de kapsayarak ‘her şey dahil bilet ücreti’ şeklinde açık şekilde belirtecek.

Pilot, yolculara pizza ısmarladı

ABD'de bir uçağın kaptanı, rötar yapan uçaktaki tüm yolculara pizza ısmarladı. O anlar da, uçaktaki yolcular tarafından fotoğraflanarak sosyal medyadan paylaşıldı. Philadelphia-Atlanta seferini yapan uçak, olumsuz hava koşulları nedeniyle Naksvill Havalimanı'na inmek zorunda kalmıştı. Daha sonra iki saatten fazla süre uçakta bekleyen yolcular, tepki göstermeye başladı. Durumu yatıştırmaya çalışan pilot, yolcular için pizza sipariş etti. Uçağa bir bagaj taşıma aracıyla ulaştırılan pizzaların ücretini pilot ödedi.

Teknolojinin ‘İsviçre çakısı’

$
0
0

Akıllı telefonlara övgüler yağdırmaya ve onların hayatımızda ne denli yer edindiğini dile getirmeye lüzum yok. Bu cihazları o kadar efektif kullanıyoruz ki bunu fark eden girişimciler karşımıza envai çeşit uygulama ve aksesuar çıkarıyor.

Çünkü uyurken bile yanımızdan ayırmadığımız bu cihazların ihtiyaçları bitmek bitmiyor. İşte telefonların ardı arkası kesilmeyen sorunlarına iyi bir çözüm ‘wondercube’ (akıllı küp).

Anahtarlık boyutundaki bu küp, tıpkı bir İsviçre çakısı gibi telefonunuzun olası birçok ihtiyacını içinde barındırıyor. Adına neden mi İsviçre çakısı dedik: Akıllı telefonunuzla bir yolculuğa çıkarken yanınıza sizin daha doğrusu telefonunuzun da yol ihtiyaçlarını almanız artık mecbur. Hemen biten şarjına yedek şarj alet hatta taşınabilir şarj aletleri, dolan hafızasına aktarma kablosu ve yedek hafıza kartı bunların başında gelir. Birçok akıllı telefonun kendi özelliği ya da uygulama olarak eklediğiniz LED ışık ya da el feneri var. Olur da bu çok akıllı telefonunuzda bir şey izlemek isterseniz saatlerce elinizde tutmanız mümkün olmadığında onu ayakta tutacak bir standa da ihtiyacınız olacak. Wondercube, telefonunuzu her anlamda ayakta tutmaya yarıyor ve saydığımız tüm bu ihtiyaçları içinde barındırıyor.

Bir anahtarlık boyutundaki bu akıllı küpün özellikleri şöyle: Standart ve microUSB çıkışlarıyla uygun her ortamdan telefonunuzu şarj edebilirsiniz. Başka hiçbir alete gereksinim duymadan içindeki 9 voltluk pille de telefonunuzu şarj etmeniz mümkün. MicroSD kartıyla telefonunuzla dosya aktarıp, dosya alabilirsiniz. SD kartına yüklediğiniz büyük boyuttaki videoları telefonunuzun ekranından izleme imkânı da var. Hatta bazı firmalar küpe projeksiyon özelliği de yüklemiş durumda. Bu da size telefonunuzla sinema ortamında video izleme şansı veriyor. Küp aynı zamanda telefonunuzu sabitleyebileceği mini stand görevi de görüyor. LED ışığı özelliğiyle mini fener olabilen aletin kullanımı gittikçe yaygınlaşıyor. Türkiye’de henüz pazarı olmayan ‘küp’e yurtdışından siparişle sahip olmak için yaklaşık 40 dolar ödemeniz gerekiyor.

Erhan Başyurt: Hizmet'in dünyadaki itibarı arttı

$
0
0

Bugün Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Erhan Başyurt, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının ardından başta Hizmet Hareketi olmak üzere toplumun tüm kesimlerine yapılan hukuksuzluk ve zulümleri ‘Paralel Paranoya Cadı Avı’ kitabında topladı. Amacının “Türkiye’de biz bunları da yaşadık” notunu düşmek olduğunu söyleyen Başyurt ile ‘Paralel Paranoya’yı konuştuk.

Kitabınız son dönemde yapılan hukuksuzlukları ve arka planını açıklıyor.

Türkiye’nin çok olağanüstü bir süreç geçirdiğinden şüphe yok. İleri demokratik uygulamaların tamamından geri dönülen, özgürlüklere yönelik reformların tek tek geri alındığı, Türkiye’yi muhaberat devletine yaklaştıran bir dönem. Medya özgürlüklerinin kısıtlandığı, ifade hürriyetinin sınırlandığı, bir tweet bile atsanız ağır cezada yargılanmaya başladığınız, kitap yazdığı için mahkemeye gönderilenler, haber yaptığı için hakim ve savcıların karşısına çıkmak zorunda kalan gazeteciler… Bu süreçte yaşanan mağduriyetleri derleyip toparlamaktı amacım.

Daha önce Kahire’de çalıştınız, Ortadoğu rejimlerini biliyorsunuz, Türkiye, Ortadoğu’ya örnek olarak gösteriliyordu. Şimdilerde ise bu rejimlerin gerisine düştüğü yönünde eleştiriler var…

Ortadoğu rejimlerinin gerisine düştü demek biraz abartı olur ama onlara benzemeye başladı. Kaddafi’nin Libya’sına, Saddam’ın Irak’ına, Esed’in Suriye’sine, Mübarek’in Mısır’ına benzemeye başlayan uygulamalar. Eskiden Türkiye’nin demokratik ve ileri reformları ön plandaydı. AK Parti, demokrasiy ile muhafazakâr kimliği buluşturabildiği için Avrupa, bizi model ülke olarak anmaya başlamıştı. Hitler de seçimle gelmiştir. Seçim tek başına meşruiyetin nedenidir ama devamını sağlamaz. Seçimle gelip kötü işler yapan insanlar var.

Ankara savcısı muhalif medyayı susturma talimatı verdi. Bu uygulanabilir bir karar mıdır?

Medya çeşitliliğinin bu boyuta geldiği bir dönemde medyayı büsbütün susturmak kolay bir şey değil. Ancak Ortadoğu rejimlerindeki gibi medyayı tamamen kamulaştırırsanız bu mümkün olur. Ana akım medyanın büyük kısmına TMSF yoluyla el konuldu, yandaş işadamlarına verildi ve partileştirildi. Böylelikle bir iktidar medyası oluşturdu. Yandaş medya patronlarına kamu ihaleleri, kamu reklamları veriyorlar. Vergi denetimlerinde kestikleri cezaları sıfırlayarak kendi kontrollerinde tutmaya çalışıyorlar. Reklamı kesiyorlar, reklam verenleri tehdit ediyorlar. Vergi denetmenleri gönderiyorlar.

NY Times yayınladığı bir analiz yüzünden miting meydanlarında Erdoğan’ın hışmına uğradı. NY Times, Türkiye’de yayınlansaydı başına ne gelirdi?

NY Times Türkiye’de özgür ve bağımsız bir gazetecilik yapacak olsaydı, bizim başımıza gelen onlara da gelirdi. Zaman Grubu’na, Doğan Grubu’na, Sözcü’nün patronuna yapılan hukuksuzluklar onların da başına gelirdi. Davalarla, baskılarla, meydanlarda hedef göstermelerle susturulmaya çalışılırdı. Ancak herkesi satın alamazsınız, herkesi susturamazsınız. Bu bir şekilde patlar.

BU KADAR MAZLUMUN AHI YERDE KALMAZ

27 Mayıs, 28 Şubat ve 12 Eylül’ün tanıkları şu anda yapılan zulümlerin o günlerle karşılaştırılamayacak noktaya geldiğini söylüyor. Bugünler gelecekte nasıl hatırlanır?

27 Mayıs ile ilgili, iktidarın aşırı güçlenmesinden kaynaklı hak ihlallerinin yaşandığı söylenir. Ancak bugün yaşadıklarımız o dönemle karşılaştırılmayacak kadar korkunç. 28 Şubat’ta hak mağduriyeti yaşandı, inançlı insanlar hedef gösterildi, cadı avına maruz kaldı. Onunla çok benzerlik var. O zaman yeşil sermaye demişler; bazı sermaye gruplarının baskılanması, güçlenmesi önlenmeye çalışılmış. Bugün de paralel adı altında hedef gösteriyorlar. Mesela o zaman bazı insanlar fişlenmiş, kamuda görev almaları engellenmiş. Bugün de var. O zaman haksız suçlamalarla hatta andıçlarla insanlar işten atılmış, içeri alınmaya çalışılmış. Bugün de var. O zaman da Türk okullarına yönelik düşmanlık vardı, bugün de var. O zaman Kur’an kurslarına yönelik baskı vardı, bugün de var. Kur’an kursları kapatılıyor, yurtlar kapatılmaya çalışılıyor, inançlı insanlar hedefe konuluyor. Tek fark, o zaman tüm başörtülüler daha genel bir kitleyken, bugün daraltılmış bir kitle hedef gösterilip sonuç elde edilmeye çalışılıyor. Ama 28 Şubat gibi bin yıl süreceği öngörülen süreç 10 yıl süremediği gibi bugün 2073 yılına kadar tek başına iktidarda kalacağını zanneden insanların da bu hak ihlalleriyle, bu kadar mazlumun ahıyla, bu kadar insanın hakkıyla iktidarda kalabileceğini sanmıyorum.

Dünyanın paralel iddialarına bakışı nasıl sizce?

Önce temkinle yaklaştılar, sonra paralel adıyla yapılan eylemlerle Türkiye’de özgürlüklerin hedef alındığını gördüler. Hukukun dışına çıkıldığında hukukun üstünlüğünden vazgeçildiğinden, güçlülerin hesap vermeyip güçsüzlere zulmeden bir yapıya dönüştüğüne şahit olduktan sonra tepki gösterip iktidarla aralarına mesafe koydular. Ülkeyi yönetenler Türk okullarının kapatılması için ülke ülke dolaşıyor, diplomatik baskı yolunu deniyor. Hatta o ülkeleri ikna edecek bazı araçlar da kullandılar Afrika’da. Fakat bu da ters tepti. O insanlar yapılanın haksızlık olduğunu gördü. O insanlar sizin siyasal İslamcı olmadığınızın tescillenmiş olmasından memnun. ‘Bu kişilerin hiçbir siyasi beklentisi yokmuş, bunlardan tehlike gelmezmiş’ dediler. İktidar kendi elleriyle kendi kuyularını kazdı.

Kitapta öne çıkan başlıklar

-Dershanelerin kapatılması,

-Basına sızan MGK kararları,

-Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Abdullah Gül’e mektubu,

-Cemaat’i bitirme planı ve yapılan hakaretler,

-17-25 Aralık süreci,

-Selam-Tevhid dosyasının kapatılması,

-Yeni MİT Yasası,

-Yolsuzluk soruşturmalarını yapan polislerin tutuklanması,

-Kur’an-ı Kerim ile alay edilen ses kayıtları dökümü,

-Havuz medyasının oluşumu,

-49 vatandaşın IŞİD’e rehin düşmesi,

-Hizmet’e kumpas ve böcek soruşturması,

-Süleyman Şah tapeleri,

-Medya özgürlüğüne darbe ve gazetecilerin tutuklanması,

-Bank Asya operasyonu,

-Yurtdışındaki Türk okullarını karalama girişimleri,

-Makul şüphe.

Yağmurdan korunmak bizim işimiz!

$
0
0

Yağmur yağdığında insan dışında şemsiye taşıyan canlı göremezsiniz. Ancak, vahşi hayvanların da ıslanmamak için kendilerine göre uyguladıkları yöntemler var.

Canlıların dünya üzerindeki yaşantısını sürdürebilmesi en vazgeçilmezlerden biridir su. Ancak bazen de canlılar sudan korunmak zorunda kalırlar.

Yağmur suyuyla mücadele etmek için kendilerine göre yöntemleri olan vahşi hayvanlar için bu bazen, otomobil tekerleğinin üstü, bazen bir ağaç kovuğu, bazen bir yaprak olur.

Doğal ortamlarında yaşayan ayı, çakal, kurt gibi birçok büyük hayvanlar ağaçların, ya da kayalıkların altına saklanmaya çalışır. Maymunların muz yapraklarını ya da kendi ormanlarındaki diğer büyük yaprakları şemsiye gibi kullanıyor. Hatta balıklar bile yağmur damlalarından korunmak için göllerin daha derinlere dalarken, küçük bir salyangoz hayatını garanti altına alabilmek için karahindiba tohumunu şemsiye olarak kullanmak zorunda kalıyor.

'Lambam, telefonum ve minyatürlerim'

$
0
0

Ofis çalışanlarının iş yoğunluğu, seyahatler, aksilikler ve türlü sendromlarla dolu günlük yaşantıları, minyatürlerle eğlenceli bir sunum haline geldi.

Sadece bir okuma lambası, bir iPhone ve küçük minyatürlerle bir ajansta marka stratejisti olarak çalışan Derrick Lin, reklam ajanslarında çalışanların günlük hayatları ile senaryolarını minyatürlerle birlikte yeniden kurguladı.

Müşteri ağırlamadan, sunum aksiliklerine, sabahın erken saatlerinde müşteri görüşmeleri, iş için yoldaki seyahatlere ve Pazartesi sendromuna kadar ofiste yaşanan her şey bu minyatürlerle sergileniyor. Görüntüler tüm dünyadaki ajans çalışanlarının günlük yaşantılarının bire bir sunumu gibi.

"Bazen iş gerçekten çok yoğun, karmaşık, kararsız olabilir. Bu sıkıcı, bunaltıcı halleri sıradan bir hale getirmek istedim." diyen Derrick Lin, minyatürlerle her gün yaşanan problemlerini neşeli hale dönüştüğünü belirterek, görüntülerinin internette gördüğü ilginin de kendisini cesaretlendirdiğini belirtti.

Oyunculuk babadan yadigâr

$
0
0

‘Seninle Bir Ömür‘ filmiyle bu hafta izleyici karşısına çıkan Scott Eastwood, kendine baba mesleğini seçenlerden. Ünlü aktör Clint Eastwood’un oğlu Scott, henüz yolun başında. Onun gibi birçok oyuncu, babasının başarısını ya geçiyor ya da sadece gölgesinde kalıyor.

Bu hafta vizyona giren ‘Seninle Bir Ömür’ filminin başrol oyuncularından biri Scott Eastwood. Şöhret basamaklarını adım adım çıkmakla meşgul son dönemlerde. Oyunculuk yaptığı yıllarda bir yandan da yüzme havuzları için çukur kazarak geçimini sağlayan Clint Eastwood’un oğlu o. Babasının geçtiği zorlu yollardan Scott Eastwood’un geçmeyeceği muhakkak. Çünkü önüne çıkan projelerde babası gibi güçlü bir referansı olacak. Ne var ki genç oyuncunun babası kadar başarılı olup olamayacağı bir muamma.

Aslına bakarsanız Hollywood bu aralar birçok Scott Eastwood örneğini içinde saklıyor. Beyaz perdenin ünlü aktörleri şimdilerde yerlerini çocuklarına bırakıyor tek tek. Henüz adını duyurmayı başaracak kabiliyeti gösterenlerin sayısı az ama sinema adına hâlâ ümitvarız. Çünkü geçmişte babasının peşinden beyazperdeye öyle isimler çıktı ki, ‘boynuz kulağı geçti’ dedirtti adeta. Kimler yoktu ki listede… Kirk Douglas’ın kendisi kadar ünlü olan oğlu Michael Douglas örneğin. Angelina Jolie ise Altın Küre Ödülü’nü iki defa kazanmış Jon Voight’un kızı. İlk defa babasıyla bir TV dizisinde çocuk yaşta karşılıklı oynayan Jolie, bu işin eğitimini de alanlardan. Küçük yaşlarda ekran karşısına geçenlerden biri de Drew Barrymore. Soyu ‘Hollywood hanedanı’ olarak bilinen aktristin babası da kendisi gibi bir oyuncu olan John Drew Barrymore idi. Oscar ödülünün sahibi Reese Witherspoon ve Christina Ricci, babasının izinden giden diğer oyunculardan. Mevzumuzun yerli örnekleri de bir hayli fazla: Ali Şen-Şener Şen, Sadri Alışık-Kerem Alışık, Mustafa Alabora-Mehmet Ali Alabora, Kemal Sunal-Ali Sunal, Tanju Korel-Bergüzar Korel, Ceyda Düvenci-İsmail Düvenci, Aziz Rutkay-Doğa Rutkay ve daha niceleri... Görülüyor ki yerli sinema bu konuda Hollywood’u geçmeye çoktan talip.

Tom Hanks - Colin Hanks

Oscar ödülünü iki defa kazanan Tom Hanks, sinema tarihinin birçok kült yapımında başrol oynadı. Ünlü aktörün ilk çocuğu olan Colin Hanks (37) de baba mesleğini seçenlerden. Ancak o baştan beri babasının gölgesinde kalmayı tercih etmiş. Genellikle TV dizilerinde yer alan Colin’in en göze çarpan son projesi ise Fargo dizisinde oynadığı polis memuru karakteri ‘Gus Grimly’ oldu.

Arnold Schwarzenegger - Katherine Schwarzenegger

Terminatör filmleriyle hafızalarda yer edinen Arnold Schwarzenegger, vücut geliştirme şampiyonluğundan beyazperdeye uzanan bir hayatın sahibi aynı zamanda. Kızı Katherine Schwarzenegger (26) de onun gibi oyuncu. Ancak Katherine, 19 yaşında başladığı kariyerini bugüne kadar sadece TV dizileri üzerinden devam ettirdi.

Will Smith - Jaden Smith

Yer aldığı filmlere en çok gişe hâsılatı kazandıran oyuncular listesinin başını çekiyor Will Smith. Hatta bu dalda Guinness Rekorlar Kitabı’na girmişliği bile var. Oğlu Jaden Smith (16) de onun izinden gidiyor. Sinemaya asıl adımını sekiz yaşında babasıyla ekran karşısına geçtiği Umudunu Kaybetme ile yapan Jaden, son olarak ‘Dünya: Yeni Bir Başlangıç’ta rol aldı.

Nicolas Cage - Weston Cage

Oynadığı film başına aldığı yüksek ücretlerle dikkat çeken Nicholas Cage, Oscar sahibi ünlülerden. Oğlu Weston Cage kendisi gibi sinema tozu yutmak için yol alıyor. Weston ilk kez babasının filminde küçük bir rolle 16 yaşında kamera karşısına geçti. Ardından ‘Öfke’ adlı yapımda baba-oğulun yolları yeniden kesişti. Ancak Weston’un babası kadar yetenekli bir oyuncu olmadığı, projelerinin yan roller olmasından anlaşılıyor.

Robin Williams - Zelda Ren Williams

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Robin Williams, gelmiş geçmiş en yetenekli aktörlerden kabul ediliyordu. Unutulmaz birçok filmde imzası bulunan Williams’ın kızı Zelda Ren Williams (25), babasının bıraktığı yerden kendince devam ediyor. TV ekranlarında başladığı oyunculuk macerasını sinemadan ziyade ekranlarda sürdürüyor.

Antonio Banderas - Stella Banderas

İyi bir futbolcu olma hayalleri kurarken kendini sahnelerde bulan bir isim Antonio Banderas. Sıra dışı ve farklı rollerin oyuncusu o. Kızı Stella Banderas (19) da oyunculukta onun izini sürmek için yola çıktı. İlk defa babası Antonio Banderas’ın yönettiği bir filmle henüz üç yaşındayken kamera önüne geçti. Fakat Stella’nın şu an için parlak bir kariyer vaat ettiğini söylemek zor.

Sean Penn - Dylan Penn

Sinema tarihinin en iyi oyuncularından sayılan biri de şüphesiz Sean Penn. İki kez Oscar kazanan aktör, oyunculuğunun yanı sıra politik söylemleri ve yönetmenliğiyle de çok konuşuluyor. Ünlü aktörün kızı Dylan Penn (24) de babasının mesleğini sürdürme gayretinde olanlardan. Sinemaya yeni yeni adım atan Dylan’ın önümüzdeki zamanlar için post prodüksiyon aşamasında projeleri bulunuyor.

Jean-Claude Van Damme - Kristopher Van Varenberg

Çocuk denilecek yaşta dövüş sanatlarıyla ilgilenen Jean-Claude Van Damme, bu ilgisi sayesinde önce Hollywood’da figüran olarak iş bulur. Ardından başrolleri kapar. Bugünlerde oğlu Kristopher Van Varenberg (28) baba mesleğini benimsemiş durumda. Babası gibi dövüş sporlarına ilgi duyan Kristopher, sinema seçimlerinde de babasının peşini bırakmıyor ve aksiyonlara kapı açıyor.

Sidney Poitier - Sydney Tamiia Poitier

Oscar ödülü alan ilk siyahi oyuncu olan Sidney Poitier, hem yönetmen hem de aktörlük yapanlardan. Kızı Sydney Tamiia Poitier (32) yönetmenlik yapar mı bilemeyiz ama oyunculuğu hayli benimsemiş. Son yıllarda daha çok TV dizilerinde yer alan Tamiia, geçmişte sinema filmlerinde de rol almayı başarmış.


Lezzetli bir atıştırmalık...

$
0
0

Şu İtalyanlar ağızlarının tadını, birkaç basit malzemeden leziz tarifler üretmeyi ve dünyaya pazarlamayı gayet iyi beceriyor. Bunlardan biri bruschetta. Damağımıza pek tanıdık, yedikçe yiyesiniz gelecek bir atıştırmalık…

İtalyan mutfağının en bilindik atıştırmalıklarından bruschetta. İster kahvaltıda ister beş çayında, isterseniz mideniz kazındığında yiyin. Zira bana kalırsa günün her saati yenilebilir. İtalyanlar için ise ‘antipasto’ yani başlangıç olarak kabul görmüş bir yiyecek. İtalyanlar üzerine sarımsak ve zeytinyağı sürülmüş kızarmış ekmeğe ‘bruschetta’ diyor. Geçmişi Rönesans’a dayanıyor. Sarımsak, domates, zeytinyağı, fesleğen ve peynirli halde fırınlanmış ekmek dilimleri olan bu lezzet bir İtalyan klasiği. 15. yüzyıldan günümüze dek Toskana bölgesinde fettuna, Roma mutfağında ise bruscare olarak biliniyor. Bölgelere göre farklılık gösteren bir lezzet. Ancak klasik bruschetta tarifi Toskana bölgesinde yapılıyor. Toskanalılar, kızarmış ekmeğin üzerine sarımsak sürüyor, zeytinyağı gezdirildikten sonra tuz ve karabiber serpiyor. Günümüzde ise bruschetta; jambon, sucuk, sosis, füme somon, karides, ançüez, közlenmiş sebze, geçtiğimiz haftalarda tarifini paylaştığım guacamole sos, küp küp doğranmış domates ve mozzarella peyniri ya da zeytin gibi çeşitli malzemelerle zenginleştiriliyor. Taze fesleğen olmazsa olmazı. Kekik ve biberiye ile de çeşnilendirilebilir. Unutmadan kimileri sarımsağın yanı sıra soğan da katıyor.

BRUSCHETTA

Malzemeler

1 adet baget ekmeği

6 adet orta boy domates

3 diş sarımsak

Yarım fincan kurutulmuş domates

Yarım fincan zeytinyağı

2 yemek kaşığı balzamik (arzuya göre)

Yarım fincan taze fesleğen

¼ çay kaşığı tuz

¼ çay kaşığı karabiber

2 fincan mozeralla peyniri (tulum, eski ya da taze kaşarla da yapabilirsiniz.)

Hazırlanışı: Domatesleri küp küp kesin. Sarımsakları soyup, bıçak yardımıyla ezin, ardından minik minik doğrayın. Fesleğen yapraklarını (tercihen geniş yapraklı) saplarından ayırın ve ince ince kıyın. Domates kurusunu da ince dilimler halinde doğrayın. Tüm malzemeleri geniş bir kâseye alın. Zeytinyağı, balzamik sirke, tuz ve karabiberi ekleyip güzelce karıştırın. Bir kenara alıp 10 dakika dinlendirin. Bu arada ekmekleri orta kalınlıkta dilimleyin ve yâğlı kağıt koyduğunuz fırın tepsisine yerleştirin. Önceden ısıtılmış fırında bir-iki dakika kızartın. (Fazla kızarmamasına özen gösterin.) Ekmekleri fırından çıkarıp üzerine harcı yerleştirin, peyniri serpip tekrar fırına verin. Peynir eriyinceye dek fırında tutun. Ardından çıkarıp servis edin. Servis sırasında üzerini ekstra fesleğenle süsleyebilirsiniz.

Not: Büyük marketlerde paket içinde farklı lezzetlerle aromalandırılmış-kurutulmuş bruschetta ekmekleri satılıyor. Ama her şeyin evde yapılanı ve tazesi makbul. Bu nedenle kendiniz yapın derim. Zaten toplamda yarım saatinizi almayacak.

Hakan Şükür'le bir gün

$
0
0

Seçimler yaklaştıkça siyasî; partiler kadar bağımsız adaylarda da heyecan dorukta. Onlardan biri de Hakan Şükür. İstanbul 3. Bölge bağımsız milletvekili adayı Şükür ile bir günü beraber geçirdik. Söyleyeceği çok şey var…

Seçimlere tam bir hafta kaldı. Koca koca reklam panolarında ve televizyonlarda gözümüze ilk elden siyasi partiler çarpsa da en az onlar kadar iddialı bağımsız adaylar da var. Bu adaylardan biri de herkesin yakından tanıdığı ve hâlâ milletvekilliğine devam eden Hakan Şükür. Seçim kampanyası eşliğinde yaptığı ziyaretlere biz de eşlik ettik. Ne yapıyor ne ediyor diye meraklandık ve bir günü beraber geçirdik. Esnafları ziyaret ederken, insanlarla çay kahve içerken ve kuaförde tıraş olurken kendisini biraz daha yakından tanıdık. Vatandaş ile kurduğu ilişkiyi bizzat görebilme imkânımız oldu.

İpleri çok sıkı tutuyor Şükür. Tek tek, üşenmeden ve elinden geldiğince herkesin elini sıkmaya, hal ve hatır sormaya çalışıyor. Nasıl bir karşılık aldığını sorduğumuzdaysa insanımızın kendilerini tanıdığını ve Allah’a şükrederek bugüne kadar onları mahcup edecek bir şey yapmadıklarını söylüyor.

Fakat beslendikleri kaynaktan dolayı yanlış anlaşılmaların da olduğunun altını çiziyor: “Seviyeyi bozmadan işin doğrusunu anlatıyoruz, anlatmaya da devam edeceğiz. Bizim gibi siyaset alanından hiçbir beklentisi olmayan insanların niyeti sadece bu millete hizmet etmek. Onlar için özgürlüğün ve bağımsızlığın mücadelesini vermek. Bugün Türkiye’deki korku imparatorluklarının esiri olmasınlar, kendilerini edeple ifade etmekten alıkoymasınlar, derdimiz bu. Ama bugün, bir güce karşı korku var. Farklı düşünmesine rağmen kendini ifade edememek ve içe kapanmak söz konusu. Sadece ekonomik anlamda değil, uluslararası ile de ilişkisi kalmayan bir Türkiye’ye doğru gidiyoruz.”

İstifa ettiğimi bile bilmeyen insanlar var

Esnafları gezerken ve onlarla sohbet ederken karşılaştığı ilginç tepkilerin olup olmadığını soruyoruz Şükür’e. Daha istifa ettiğini bilmeyen insanların bile olduğunu söylüyor. Sevgisinin tezahürünü gösterirken hâlâ bir partideymiş gibi davrananlar varmış.

İyi bir baba olan Şükür’ün çocuklarla da arası oldukça iyi...

Mesela kararsız olup ‘Artık hiçbirinden bir şey beklemiyorum’ diyenler de mevcut: “Ben artık bağımsızım diyorum, ‘Öyle mi’ diyorlar. Haberleri yok. Kendimizi anlatma fırsatımız yok çünkü. Bir tek benim değil, genel olarak insanların kendilerini anlatma sorunu var. Çözüm arıyorlar fakat bulamıyorlar. Onların sesi olmak için, en azından onlar için mücadele etmeye değer diye düşündüğüm için aday oldum. İnşallah olacak ama olmasa da mücadelem devam edecek.”

Tıraş olurken tabii ki memleket meseleleri konuşulur

‘En iyi sosyologlar berberlerdir’ deyip soluğu bir kuaförde alıyoruz. Şükür, tıraş olurken biz de damardan memleket meselelerinin içine dalıyoruz. O da başlıyor anlatmaya. Bugün milletin değerlerinin ayaklar altına alındığından ve siyasetin en tepelerinde bunların çok normalmiş gibi anlatıldığından bahsediyor.

Hakan Şükür, sabah namazının hemen ardından işe koyuluyor. Gece yarısına kadar esnafları ziyaret ediyor.

“Biz bu değiliz, insanımız bu değil. Milletimize bunları hatırlatmak istiyoruz. Bağımsız bir milletvekili ne yapar sorusuna da cevap veriyoruz.” diyor. Şükür’ün temas etmek istediği bir başka konu da insanların özünü hatırlamasıyla ilgili. Ele geçirilen medyayla, pek çok kuruluşa uygulanan baskıyla ve üst perdeden kendi düşüncelerini dayatan bir anlayışla mücadele ettikleri için insanların özüne yabancılaştığını vurguluyor. Ama yüz yüzeyken başka. Aslında kendisini insanlara anlatmadığını, onlara kendilerini tanıttığının altını çiziyor. “Ben böyleyim, siz de benim gibi olun değil, siz de zaten böyleydiniz diyorum. ‘Ama birileri maalesef bizim sürekli kavga ve kargaşa içinde olmamızı istiyor. İnancı, değerleri, mezhebi ya da tuttuğu takımı ne olursa olsun insan olduğumuzu bize unutturuyor. Bunların ortaya çıkması için size ihtiyacımız var’ diyoruz.”

Hep beraber, özümüzü hatırlamamız gerekiyor

Sohbet devam ederken konu dönüp dolaşıp siyasete ilk girdiği günlere geliyor. O zamanlar kendisi hakkında yazılan şeylerin hep başka işler yapabileceği şeklinde olduğunu dile getiriyor Şükür. ‘Siyasete girdiyse acaba buradan ne kazanacak’ şeklinde yazılar yazmış insanlar. Medyanın siyasete bakış açısı böyleyse ve insanlara da bunlar dayatılıyorsa bu tutumun yanlış olduğunu söylüyor. İnsanların ve medyanın özgür ve bağımsız olmasını istediğini fakat bunların olmadığı bir ülkede yine bunları anlatmanın da kolay olmadığını ifade ediyor: “Ama bunun tesisi için mücadele etmeye değer. Çünkü bu millet bunu hak ediyor. ‘Tek başına üstesinden gelemezsin’ diyebilir insanlar ama bu sistemin getirdiği bir sorun. Her ne kadar tek başıma gibi gözüksem de aslında tek başıma değilim. Hayatımın her kademesinde hissettiğim dualar, beni tanıyan insanların desteğiyle ve bu ülkenin güzel insanlarıyla, inancı ve değerleri ne olursa olsun insan olarak bir insan modelini ortaya çıkarmamız lazım. Hep beraber özümüzü hatırlamamız gerekiyor. Ben yelkenlerimi açtım, milletimden de rüzgâr bekliyorum.”

Yaptığı ziyaretlerde en çok ilgiyi emekçilere gösteriyor Hakan Şükür. Hal hatır soruyor, gönüllerini hoş ediyor, dertlerini dinliyor.

Sohbet güzel fakat her güzel şeyin bir de sonu var. Mebde-mead meselesi. Lakin bitirirken Hakan Şükür’ün altını çizmek istediği bir konu daha var. Geçmişte güçlülerin hukuku var diye şikâyet edenlerin bugün o gücü ele geçirdikten sonra aynı sistemi devam ettirmeye çalışmasının fark edilmesi önemli Şükür’e göre. Bu ise bir sıkışmışlık halinin tezahürü: “Biz hukuka, insan haklarına, ifade özgürlüğüne, şeffaflığa ve denetlenebilirliğe inanıyoruz. Böyle bir anlayışın tesisi için adayız ve insanlara bunu anlatıyoruz. Vatandaş bunu istemez mi? Esnaf bugün kepenk kapatıyor gittiğimiz yerlerde. Suriyeliler başımızın gözümüzün üzerinde, kapımız açık, evimiz açık. Paramızı pulumuzu, soframızı paylaşalım ama yanlış bir politikadan sonra biz bunu yaşıyorsak bunu da sorgulamamız lazım. Bütün bunların tesisi için de mücadele etmek lazım. Ben herkese bağımsızlık vaat ediyorum.”

Adım adım İstanbul'un fethi

$
0
0

562 sene önce İstanbul, Fatih Sultan Mehmed'in önderliğinde İslam toprağı oldu. Peki, bugün kimi siyasi partiler ve idarecilerce şova dönüştürülüp oy avcılığı yapılan o zafer nasıl kazanılmıştı? İşte günümüzde ‘Fetih Şöleni' diye sloganlaştırılıp içi boşaltılan fethin bütün aşamaları...

Tuzla'dan Beylikdüzü'nün uçlarına değin geniş bir araziyi kaplıyor İstanbul. Başka bir ifadeyle Kocaeli il sınırından Tekirdağ tabelasına kadar her yer İstanbul olarak geçiyor kayıtlarda. Peki, tarih kitaplarında bol kahramanlık destanıyla anlatılan “İstanbul'un Fethi” nerede gerçekleşti? Yani 21 yaşında Kostantinapolis'i İslam toprağı yapan II. Mehmed, şehrin neresini aldı? Bugün etrafından otomobil, minibüs, dolmuş, otobüs, tramvay, metro, metrobüsün geçtiği o meşhur tarihî; surlardan girildi içeri. Bu söylediklerimiz yeni bilgiler değil kuşkusuz. Bundan muradımız her gün önünden gündelik telaşın aceleciliğiyle koşturduğumuz tarihî; surlara bir an olsun dikkat çekmek. Hele hele 29 Mayıs'ın hamasî; şölenlerle kutlandığı bu zamanlarda... Evet, bugün sarhoşların, tinercilerin ve sokak çocuklarının evi olan surlar tekin yerler değil. Ama Osmanlı askerinin Bizans'ın kalbine girdiği kapılar, diğer surlara göre daha güvenli, yol güzergâhı olduğu için. Şimdi gelin, İsmail Hami Danişmend'in de ‘İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi' kitabının feneri eşliğinde, Feth-i Mübî;n'in izini sürelim, kısa kısa…

26 Mart 1453: Rumeli Hisarı'nın inşası

Mart 1453'te inşası başlayan Rumeli Hisarı, Boğaz'ın öbür tarafında bulunan ve Yıldırım Bayezid'in banisi olduğu Anadolu Hisarı'nın karşısına yapılır. Takriben 15 bin işçinin çalıştığı hisar, ağustos ayında tamam olur. Nam-ı diğer ‘Boğazkesen' Bizans'ın tarih sahnesine vedasında ilk adım olarak kayıtlara geçer. Bu arada bu inşaattan rahatsız olan Bizans İmparatoru, elçiler vasıtasıyla II. Mehmed'in huzuruna çıkar. Genç Sultan da ünü kendisini aşacak şu sözü burada söyler: “Benim kudretimin yettiği yerlere imparatorunuzun ümit ve emeli bile yetişemez!”

2 Nisan: Haliç'in ağzına zincir gerilmesi

Bugün bir kısmı Harbiye Askerî; Müze'de sergilenen bu meşhur zincir, Bizans İmparatoru 11. Konstantin Palaiologos'un emriyle Venedikli Bartolomeo Soligo tarafından Haliç'e konulur. Türk donanmasının içeri girmesine mani olmak için gerilen bu büyük zincirin bir ucu Sarayburnu'nda diğer ucu da Galata rıhtımının olduğu yerdedir.

2 Nisan: Şahî; topunun İstanbul'a getirilmesi

Mehmed-i Sani aynı gün, çok önceden Edirne'de döktürdüğü ve üç ayda yapıldığı rivayet edilen Şahî; topunu İstanbul önlerine getirir. Tunçtan yapılan bu muazzam topun içi iki saatte doldurulduğundan günde ancak yedi-sekiz defa atılabilir. Topun hizmetinde ise yaklaşık bin kişi çalışıyordur.

6 Nisan: Fatih'in karargâhını kurması

Sultan Sultan Mehmet, surlara en yakın ve güvenli bölge olan, günümüzün Maltepe Askerî; Hastanesi'nin olduğu yere karargâhını kurar. Karargâhın etrafı, hendekler ve siperlerle tahkim edilir ve çok sıkı muhafaza altına alınır.

12 Nisan: Surların bombalanmaya başlaması

Büyük topların mevzilere yerleştirilmesi üzerine surlar, şafak vakti bombalanmaya başlar. Topçu ateşlerine Fatih, bizzat nezaret eder. Aynı gün Türk donanması Dolmabahçe önlerine gelir. Yani Bizans, yavaş yavaş içine kapanıyordur.

18 Nisan: Adaların fethi

Büyükada kalesinin düşmesi üzerine Prens Adaları’nın hepsi Türklerin eline geçer. Böylece Bizans'ın denizden gelebilecek yardımlarının önüne geçilmek istenir. Lakin Papalık makamından gönderilen dört Latin ve bir Rum gemisi Osmanlı donanmasından kurtulup Haliç'e girmeyi başarır.

22 Nisan: Gemilerin karadan yürütülmesi

Fethin belki de kırılma anlarından olan gemilerin karadan yürütülmesi, bugün halen tartışılan bir konu. Sayıları 70'i bulan kürekli ve yelkenli gemiler, Tophane'den hareketle Galatasaray hizasına çıkarılır. Sonrasında Tarlabaşı, Dolapdere üzerinden Kasımpaşa'ya getirilen gemiler, buradan Haliç'e indirilir.

16 Mayıs: Yer altı savaşlarının başlaması

Fatih, Bizans'ı her yönden köşeye sıkıştırmak istiyordur, stratejilerini bunun üzerine kurar. Mesela büyük bir lağım kazdırarak yer altından İstanbul'a girme teşebbüsü gemilerin karadan yürütülmesi kadar mühimdir. Eğrikapı tarafından surun ilerisine büyük ve derin tünel kazdırır. Ancak bu yöntem çok da başarılı olmaz ve Bizans'ın başşehrine yer altından girilemez.

28 Mayıs: Ordunun dinlenmesi

Türk askeri, büyük bir teslimiyet içinde çadırlarına çekilir. Bu sükûnet hali, Bizans'ı ümide sevk etse de ertesi gün bir çağın sonu olacaktır. Birbirleriyle helalleşen Osmanlı askeri, o günü akşama kadar vasiyetnamelerini yazmak ve uyuyup dinlenmekle geçirir.

29 Mayıs: Bir devrin sonu ve başlangıcı

Kroniklerin Feth-i Mübî;n yani mübarek fetih diye andığı o gün başlamış olur. Mehterin coşturduğu ilk hücuma 50 bin yiğit katılır. Topkapı'da açılan gedikten içeri koşan Türk askeri, şehre adım adım yaklaşıyordur. Türk askeri, Edirnekapı'dan At Meydanı istikâmetine nidalarla yürüyüşe geçer. Bursa Subaşısı Cebe Ali Bey'in, ki halk diline Cibali olarak geçecektir, Haliç kapılarından birini kırdırıp askerlerine yol açması Doğu Roma'nın ümidini yere düşürür. Bizans'ın son imparatoru 11. Kostantin öldüğünde 50, II. Mehmed Fatih 21 yaşındadır. 29 Mayıs Salı günü Ortaçağ kapanır, Yeni Çağ açılır. 1 Haziran Cuma günü ise Ayasofya'da kılınan cuma namazıyla İstanbul, Dar'ül-İslam olur. İstanbul Fetih Derneği'nin 1953 senesinde Türk askerinin şehre girdiği sur kapılarına astığı kitabelerin bulunduğu Cibali'ye, Edirnekapı'ya ve Topkapı'ya gidin. Ve askerlerin manevî; huzuru önünde şehre girin.

Devlet bu, söver de döver de!

$
0
0

Geçmişten bugüne devlet şiddetinin baş gösterdiği olaylar Tek Parti dönemiyle zikredilir. Ancak AKP iktidarında halka yapılan muamele öyle bir noktaya geldi ki o dönemi aratır oldu. Artık ‘Devlet bu, sever de döver de!’ sözü bile geçerliliğini yitirdi.

Geçen yıl Soma’da yaşanan facia sırasında dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ı protesto eden maden işçisi Erdal Kocabıyık’ın başına gelmeyen kalmadı. Erdoğan’ın müşaviri Yusuf Yerkel tarafından herkesin gözü önünde tekmelenen Kocabıyık’a korumaların makam aracını tekmelediği gerekçesiyle para cezası kesildi. Ayrıca dört yıla kadar da hapis cezasıyla yargılanıyor. Bir yıldır kimse ona iş vermiyor. Yani devlet hem dövüyor hem de üzerine ceza kesiyor. Aslına bakarsanız bu konularda oldukça tecrübeli... Daha geçen hafta bir esnaf, AKP’lilerin elini sıkmadığı için dükkanının ortasında dayak yedi. 60 yaşındaki çiftçi tekmelendi, bir muhtar AKP’li adayı desteklemediği için dövüldü.

Yakın siyasi tarihimize şöyle bir göz attığımızda devletin tokadını ya da fırçasını yiyenlerin epey fazla olduğunu görüyoruz. Örnekler o kadar çok ki ister istemez akla Tek Parti döneminin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın merhum Osman Yüksel Serdengeçti’ye söylediği sözler geliyor. Vali Tandoğan, 3 Mayıs 1944’te Türkçülük davası’ndan tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye şöyle demişti: “Ulan öküz Anadolulu!.. Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa, bunu biz yaparız... Komünizm gerekirse, onu da biz getiririz... Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek, ikincisi askere çağırdığımızda askere gelmek!” O döneme dair devletin vatandaşa bakışını ve zulmünü gösteren örnekleri çoğaltmak mümkün. Devletin vatandaşa bugünkü tutumu o günlerden izler taşıyor. Dün vatandaşına ‘öküz Anadolulu’ diyen validen bugün ‘gavat’ diyen valilere, ‘ulan İsrail dölü’ diye tokat atan Başbakan’a kadar birçok örnek var.

Çiftçiye: ‘Ananı da al git’ (Şubat 2006)

Dönemin başbakanı Erdoğan’a Mersin gezisi sırasında bir çiftçi, “Çiftçinin hali ne olacak? Anamız ağladı. Hangi yüzle geliyorsun buraya?” diye bağırdı. Erdoğan’ın cevabı ise “Ananı da al git” şeklinde oldu.

Askere: ‘Askerlik yan gelip yatma yeri değildir’ (Eylül 2006)

Balıkesir’de TOKİ konutları toplu açılış törenlerine katılan Erdoğan, “Şehit cenazesi görmek istemiyo­ruz.” diye tepki gösteren kişilere, “Askerlik yan gelip yatma yeri de­ğildir.” diye cevap verdi.

Özel koruması/yeğeni protestocuları döverse… (Eylül 2006)

Bi­le­cik’in Sö­ğüt ilçesinde 11 Ey­lül 2006’da­ki Er­tuğ­rul Ga­zi­‘yi An­ma ve Sö­ğüt Şen­lik­le­ri­‘n­de dö­ne­min baş­ba­ka­nı Er­do­ğan’ın özel ko­ru­ma­sı ve ye­ğe­ni Ali Er­do­ğan, Er­do­ğa­n’­ı pro­tes­to eden va­tan­daş­la­rı po­lis zo­ruy­la ka­la­ba­lık için­den tek tek çe­ke­rek ko­ru­ma­lar­la döv­dü. Bunun üzerine Ali Er­do­ğan’ı bir va­tan­daş darp etti ve Er­do­ğan’ın yü­zü­ne di­kiş atıldı.

Gazetecilere: ‘Bunlar köpekleriyle yatar, köpekleriyle kalkarlar’ (Şubat 2009)

Tayyip Erdoğan, seçim çalışmaları çerçevesinde Sivas’ta halka hitap eder: “Ama bunların şu anda yandaş medyaları var. Yandaş med­yaların oralarda yandaş köşe yazarları da var. Bunların sevgili kö­pekleri vardır, onlarla yatarlar onlarla kalkarlar.”

Vatandaşa: ‘Artistlik yapma’ (Mart 2009)

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Meh­di Eker, seçim gezisinde Bitlis’te AKP seçim bürosunda derdini an­latmak isteyen bir kişiye, “Artistlik yapma, sesini yükseltme.” diye­rek tepki göstermişti.

‘Afedersin Rum’ (Haziran 2011)

Dönemin başbakanı Erdoğan, 10 Haziran 2011’de kendisinin eleştirildiğini söylerken “Bu kitaplar içerisinde ne Yahudiliğimiz ne Ermeniliğimiz ne afedersiniz Rumluğumuz hiçbir şeyimiz kalmadı.” demişti.

Gazetecilere: ‘Sizi tasmalarınızdan kurtardık’ (Mayıs 2012)

Recep Tayyip Erdoğan’dan gazetecilere: “Bunları bu tasmalarından kurtaran biz olduk. Ama bu tasma dün ulusaldı. Bugün terfi ettiler. Uluslararası tasmaları boyunlarına taktılar.”

Şehitlere: ‘Birkaç Mehmet öldü diye Meclis toplanmaz’ (Ağustos 2012)

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, CHP’nin TBMM’nin toplanmasına yönelik çalışmalarını eleştirirken: “Birkaç Mehmet şehit oldu diye Meclis’i toplamayız.” demişti.

Atanamayan öğretmenlere: ‘Al onu kendine sakla’ (Ocak 2013)

Erdoğan, Gaziantep’te Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Beşler Grup’a ait nişasta ve yem fabrikasının açılı­şına katılır. Bir öğretmenin, “Şubatta atama yoksa oy da yok.” sö­züne Erdoğan karşılık verir: “Al onu kendine sakla. Tamam, ken­dine sakla. Sen vermen gereken yere ver. Sen kendine sakla.”

Asgari ücretliye: ‘800 TL iyi para’ (Mart 2013)

Asgari ücretle ilgili eleştirileri yanıtlayan Çalışma ve Sosyal Güven­lik Bakanı Faruk Çelik: “800 lira iyi para. Peynirin, ekmeğin, zey­tinin fiyatı bellidir. Geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz.”

Çevrecilere: ‘Nankörlük yapma otur’ (Mart 2013)

Şırnak’ta Silopi Termik Santrali’nin açılış törenine katılan Erdoğan, konuşması sırasında kendisine tep­ki gösteren bazı izleyicilere: “Nankörlük yapma, sus, nankörlük yapma. Ekmek bulamazsınız yemeğe, ekmek gelince de tepersiniz.”

Çapulcular (Haziran 2013)

9 Haziran 2013’te Adana’da kendisini karşılayan kalabalığa hitap eden Başbakan Erdoğan, Gezi Parkı direnişçilerini şöyle eleştirmişti: “Biz birkaç çapulcunun yaptıklarını yapmayız. Onlar yakar, yıkar. Çapulcunun tanımı budur zaten.”

‘O gavatı bana getirin’ (Kasım 2013)

Adana’daki 10 Kasım törenleri sırasında dönemin Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, vatandaşlar tarafından protesto edilir. Protestolar üzerine makam aracından öfkeyle inen Coş, ‘Allah belanı versin’ diyen bir vatandaş için, “O gavatı bana getirin.” der.

Vatandaşa yumruk ve ‘Ulan İsrail dölü’ (Mayıs 2014)

2014’ün Mayıs’ında Soma’da 301 madencinin ölümüne sebep olan maden faciasında Somalıların acısı tazeliğini korurken, bölgeyi ziyaret eden Erdoğan, kendisini protesto ettiği iddiasıyla bir vatandaşı yumrukladığı videolar internete düştü. Erdoğan’ın markette genci ensesinden tutarak, ‘Niye kaçıyorsun ulan İsrail dölü?’ dediği iddia edildi.

Vatandaşa müşavir tekmesi (Mayıs 2014)

301 madencinin hayatını kaybettiği Soma maden faciasında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın müşavirliğini yapan Yusuf Yerkel herkesin gözü önünde acılı madenciye tekme attı.

‘Affedersin Ermeni’ (Ağustos 2014)

Erdoğan: “Benim için neler söylediler. Çıktılar bir tanesi aynı zihniyet. ‘Gürcü’dür.’ diyen oldu. Çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle ‘Ermeni’ diyen oldu.”

ABD’de Türk gazeteciye tekme ve küfür (Eylül 2014)

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurul toplantısı için gittiği ABD’de, Türk vatandaşlarının protestolarına korumaları küfür ve tekmelerle cevap verdi. Programı takip etmek isteyen gazetecilerden bazıları yaka paça otelden dışarı çıkartıldı.

El sıkmayan esnafa darp (Mayıs 2015)

İstanbul Beyoğlu’nda esnaf ziyareti yapan AKP milletvekili adayı Hüseyin Bürge’nin elini sıkmak istemeyen kuaför Mustafa Genç, Bürge’nin yanında bulunan partililer tarafından darp edildi. Kendisini dövenlerden şikâyetçi olan Genç’in hastaneden aldığı darp raporunda; ‘sol gözünde ödem ve ekimoz, göz altında ise şişlik ve aşınma mevcut’ ibaresi bulunuyor.

Muhtara ‘AKP’yi neden desteklemedin?’ dayağı (Mayıs 2015)

Burdur’da köylerindeki kuraklık nedeniyle düzenlenecek yağmur duası için AKP İl Başkanlığı’na davet için giden Bayındır Köyü Muhtarı Ahmet Yılmaz, Burdur İl Genel Meclis Üyesi AKP’li Ali Evren ve partililer tarafından tartaklandığı iddiasıyla savcılığa şikâyetçi oldu. Muhtar Yılmaz, seçimlerde Ali Evren’i desteklemediği için dayak olayının yaşandığını söyledi.

60 yaşındaki çiftçiye tekme (Mayıs 2015)

Tokat Turhal’da Pancar Ekicileri Kooperatifi’nin mali kongresinde taraftarlar birbirine girdi. Kavga sırasında torununu kurtarmak isteyen çiftçi Mehdi Altınkaynak (60), polisin tekmesiyle yere düştü. Tokat Valisi Cevdet Can, soruşturma başlatılıp başlatılmadığı sorusuna, “Polis görevini yaptı.” dedi.

Küresel köyden manzaralar

$
0
0

Gecenin geç saatlerinde taksicilerin müşteri götürmeye çekindiği, suç oranının diğer semtlere göre daha yüksek olduğu yerler buraları. Kentin merkezinde veya kıyısında fark etmiyor.

Binbir umutla İstanbul’a gelip gökdelenlerin arasında sıkışmış insanların, hayat mücadelesi için sığındıkları semtlerden sadece birkaçı Tarlabaşı, Fikirtepe, Şahintepe, Küçükköy!

‘Varoş’ olarak adlandırılan, ötelenen ve ayrıştırılan bu semtlerin sakinleri, düşük gelirleriyle İstanbul’da çilesini çekiyor. Birçoğu yaşadıkları gecekonduların önünü bahçe yapmış, birkaç ufak ihtiyacını buradan gidermeye çalışıyor. Durumu biraz daha iyi olanlar ise inek, koyun ya da tavuk gibi besi hayvanı besliyor. Büyük umutlarla taşı toprağı altın İstanbul’a gelen bu insanlar, metropolün acımasız şartlarında hayata tutunabilmek için köy yaşantılarını bir nevi şehre uyarlamaya çalışıyor.

Kentsel dönüşümün projelerinin son yıllarda rant kapısı olması da onları tedirgin eden başka bir etken. Büyüyen İstanbul, bu daracık ve sıkıştırılmış hayatları yok etme yolunda ilerliyor.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live