Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Zulmü yaşayan kadınlar

$
0
0

Türkiye tarihinde ilk kez çok sayıda polisin aynı dönemde görev yeri değiştirildi, meslekten uzaklaştırıldı. Hırsızı yakalamaya çalışırken mağdur konumuna düşen polislerin mücadelesinde madalyonun diğer yüzünde aileler var. ‘Polis Eşleri ve Anneleri’ kitabı tarihe tanıklık eden kadınların anlattıkları süreci özetler nitelikte.

17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan bu yana görevden uzaklaştırılan, yerleri değiştirilen, tutuklanan ve haklarında onlarca soruşturma yürütülen polislerin sayısı 80 bini buldu. Hâlâ neyle suçlandıkları delilleriyle ortaya konulamayan emniyet görevlilerinin mücadelesi aynı zamanda Türkiye tarihinin önemli dönüm noktası olarak yorumlanıyor. Ancak polislerle birlikte tarih yazan birileri daha var; polis eşleri ve anneleri. Zira yaşanan onca haksızlığa ve mağduriyete rağmen birinden bile mahcubiyet imalı ifadeler duyulmadı. Emniyet ve adliye önünde uzun bekleyişleri sırasındaki vakur duruşlarıyla tanıdık onları. Her biri türlü türlü zorlukları göğüslemişti. Yaşanan hukuksuzluk sürecince kimi eşi gözaltındayken evladını dünyaya getirdi, kimi iki çocukla apar topar lojmanlardan taşınmak zorunda kaldı. Gazeteci Buket Güney’in kaleme aldığı ‘Polis Eşleri ve Anneleri’ kitabı da polis eşleri ve annelerindeki ‘dik duruş’un ardındaki hissiyatı aktarıyor. Güney, Cumhuriyet tarihinin en sıra dışı hukuksuzluğunu yaşayanların duygularına tercüman olmak istediğini söylüyor: “Sürece şahitlik edenler konuşuyor burada. Okuyanlar ise bu hukuksuzluğa, yolsuzluğa karşı çıkanların bir gecede hayatlarının nasıl altüst edildiğini görecek. Ancak en önemlisi de haklı ve suçsuz olduklarına inanan kadınların dünya başlarına yıkılsa ne kadar güçlü durabildikleri...”

İstanbul eski TEM Şube Müdürü Ömer Köse’nin eşi Semra Köse, gözaltı sürecini şöyle anlatıyor: “Haberlerde görmüştüm. Kelepçe takılmıştı ellerine. Bir an kalakaldım. Eşime baktım, yüz ifadesinde hiçbir değişiklik yoktu. Duruşu bana cesaret verdi. Onu tanıyan-tanımayan herkesin tebrik ettiği bir duruştu. Herhalde haklı olmanın, doğru olmanın, işini hakkıyla yerine getirmenin, Allah’a inanmanın ve sadece O’na dayanmanın dik duruşuydu bu. O andan itibaren evde duramadım. Eşimin ailesiyle birlikte Vatan Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Yanında, yakınında olmak istedim. Onunla gurur duyduğumu, dünyaya yeniden gelsem yine onunla evlenmek istediğimi ve onu çok sevdiğimi söylemek için…” Kitabın hazırlanma aşamasında haksız yere görevinden uzaklaştırılan, tutuklanan polis eşleriyle görüşen Buket Güney, “Onların böylesine vakur duruşlarının ardında haklı ve suçsuz olduklarına dair inançları var.” diyor. Görüştüğü kadınlar tek tek şu soruları soruyor yetkililere, “Eşlerimiz ne yaptı? Hırsızlık mı, yolsuzluk mu, devlet malına ya da güvenliğine zarar mı verdi?” Bir polis annesinin, “Lojmanda evinin duvarına bir çivi bile çakmadı benim oğlum.” sözleri ne kadar hassas olduklarının bir örneği...

Evlatlarımıza bunlar yaşatılmasaydı...

Yakub Saygılı’nın eşi anlatıyor: “... ‘Anne sen üzülme, ben iyiyim. Sadece içimde anlatamadığım bir his var. Ne olduğunu bilmiyorum.’ Eşim tutuklandıktan üç gün sonra büyük kızım Nedam, böyle ifade ediyordu duygularını. Dişlerini sıkıyor, yutkunuyordu. Gözyaşlarını tutamadı artık… Sözüm ona olabileceklere hazırlamaya çalıştığım on yaşındaki kızım bu kadar dayanabilmişti. Güçlü görünmeye, hislerini benden saklamaya çalışıyordu. Hiçbir şey haklı, gururlu ve onurlu insanları kolay kolay yıkmazdı ama evlatlarımıza bunlar yaşatılınca dayanamıyor anne yüreği…”

Yine de isyan etmiyorum

Eski Başkomiser Metin Canbay’ın eşi Ayşegül Canbay, yaşadıklarını şöyle özetliyor: “Hakkında hiçbir suç ve ihmali yokken, şubesi tekrar tekrar değiştirildi, açığa alındı, aylarca evde ifadesi alınsın diye bekledi. Açığa alınma sebebini bile öğrenemedik. 22 Temmuz’da evimiz didik didik arandığında, diyabet ilaçları ve yedek kıyafetlerini vermek için İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün kapısında üç saat suçlu gibi bekletildiğimde, dosyasında tek bir ikaz cezası bile olmayan eşimin bir ayı aşkın süredir delilsiz şekilde Metris’te yattığını düşündüğümde… Yine de isyan etmiyorum.”

Farklı görüşten insanları bir avluda buluşturdu

Yaşanan hukuksuzluk sürecinin mağdur kadınlarından biri de eski Emniyet Müdürü Ahmet Öztürk’ün eşiydi. İkinci bebeğini dünyaya getirmeye hazırlanan anne, eşinin yaşadığı gözaltı sürecindeki strese dayanamayınca önce bebeğini kaybetti. İki hafta sonra ise kendisi hayata gözlerini yumdu. Polis eşleri ve annelerinin hissiyatlarının anlatıldığı kitapta Ahmet Öztürk’ten eşine bir mektup da var. Bir kısmını paylaşıyoruz:

“Bu milletin vatansever evlatlarına yönelik sürdürülen cadı avı sürecindeki tüm sıkıntıları içinde yaşayan, üzülen ve gözünden yaşlar dökülen… Böyle yaşarsan böyle gidersin dedirterek tüm sevenlerine adeta ders veren... Ellerimiz arasından bir anda uçup giden, her kesimden her coğrafyadan sevgi insanlarını hem dualarda hem de bir avluda buluşturan, arkasında kendi kadar kıymetli bir emanet bırakan, son yolculuğunda mutluluğu yüzünden okunan, bizleri ağlatırken kendisi gülen... Geç bulup erken kaybettiğim, yol arkadaşım, canım eşim Ayşegül Öztürk ve onunla birlikte bu sürecin cefasını çeken tüm eş ve annelere takdir ve teşekkürlerimi sunuyorum.”

Göreve gitmeden namımız gidiyordu

Üç ayda üç kez tayinlerinin çıktığını söyleyen eski Başkomiser Ramazan Olgun Altınışık’ın eşi Seval Altınışık, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Önce sebepsizce çalıştığı şubeden gönderildik. Sonrasında ise İstanbul’da art arda iki farklı ilçeye tayin edildik. Yeni görev yerimize gitmeden önce namımız gidiyordu. Hiçbir personel göreve dahil olmayacak şekilde görevlendirilme yapılıyordu. Eşimin yeni müdürleri tarafından da hafifçe kulağı bükülüyor, bir şeye karışmaması tembihleniyordu. Bir de insanların arkamızdan ‘bunlar da mı paralelmiş’ yaftalamaları vardı.”


Babalarının sesi oldular

$
0
0

Onlar iki ‘küçük kadın’ ama omuzlarındaki yük büyük. 22 Temmuz’dan beri hayatlarını babalarının suçsuzluğunu ispat etmeye adamışlar. Kanunları araştırıyor, hesaplarını yönetiyor ve seçim kampanyalarını yürütüyorlar.

Biri 22, diğeri 23 yaşında. Biri maliye mezunu, diğeri hukuk son sınıf öğrencisi. 22 Temmuz 2014 hayatlarının dönüm noktası. Zira onlar sahur operasyonuyla tutuklanıp cezaevine konulan emniyet müdürlerinin çocukları. Fatma Saadet (fotoğrafta soldaki), Ali Fuat Yılmazer’in, Elif Beyza ise Yurt Atayün’ün kızı. İkisinin de babası şu an Silivri’de. Onları kader ortağı yapan da bu zaten. Hayatları birbirine çok benziyor. İkisi de bu süreçten sonra hem evin tüm sorumluluğunu üstlenmiş hem de babalarının hukuk mücadelesini… Annelerine moral veriyor, evin en büyük çocuğu oldukları için kardeşleriyle ilgileniyor, babalarının yokluğunu hissettirmemeye çalışıyorlar. Hayatlarının odağında ise ‘kahramanım’ dedikleri babaları var. 10 aydır deyim yerindeyse gece gündüz bu konuya kafa yoruyorlar. Babalarının hakkındaki suçlamalara dair yapmadıkları araştırma, okumadıkları metin kalmamış. İkisi de bir avukat titizliğinde çalışıyor. Fatma zaten hukuk öğrencisi. Bu süreçle birlikte araştırma yapmaktan, ilgili kanunları didiklemekten en zor derslerinden bile rahatlıkla geçmiş hatta not ortalaması yükselmiş. Elif ise mezun olmasına rağmen çalışmıyor, tüm mesaisini babasına ayırıyor. Sosyal hayatları yok gibi. Hafta sonlarını Silivri’de geçiriyor, diğer günler ise bu meselelerle meşgul oluyorlar. Yaşananlar ikisini de erken yaşta olgunlaştırmış. Aylardır hem maddi hem de manevî; anlamda sıkıntılı günler geçirmelerine rağmen motivasyonlarından bir şey eksilmemiş. Yaşlarından beklenmeyecek bir metanete sahipler ve dimdik duruyorlar. Bu hallerini babalarının masumiyetlerine olan inançlarıyla açıklıyor ve her fırsatta onlarla gurur duyduklarını ifade ediyorlar. Yoğunlukları şu sıralar ikiye katlanmış durumda. Zira ikisinin de babası bağımsız milletvekili adayı. Fatma Saadet’in babası eski İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer, İstanbul 1. Bölge’den; Elif Beyza’nın babası eski İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün ise Ankara 2. Bölge’den milletvekili adayı. Bugünlerde bu iki genç kız mahalle mahalle, sokak sokak dolaşıp babalarının elleri, kulakları, dilleri oluyor. Onlar adına oy istiyorlar. Ajanslarla iletişime geçmekten slogan hazırlamaya, kapı kapı dolaşıp babalarını anlatmaya kadar her işle bizzat kendileri ilgileniyor. Bu iki cesur, zeki, çalışkan ‘küçük kadın’ı bir araya getirdik ve bu süreç yaşantılarını nasıl etkiledi, çevrelerinden nasıl tepki gördüler, Silivri günlüklerinde neler var diye sorduk. İşte kendi ifadeleriyle yaşadıkları…

Biz babama değil, o bize moral veriyor

Fatma Saadet Yılmazer: 23 yaşındayım, benden küçük üç kardeşim var. 22 Temmuz 2014 tarihinde haksız bir şekilde babamızdan ayrıldık. Ortada ne bir suç ne bir delil... Proje olduğu aşikâr mahkemelerce verilen hukuka aykırı karar nedeniyle babam Ali Fuat Yılmazer ve diğer polisler ‘hukuken’ serbest olmalarına rağmen 10 aydır tutuklu!

Cezaevi süreci ve görüş günlerini kelimelere dökmek çok zor. Bir ayda üç kapalı, bir açık görüş imkânımız var. Kapalı görüşlerde babamla aramızda bir camın arkasından telefon aracılığıyla iletişim kuruyor, açık görüşlerde ise aramızda bir masa var ve ancak onun arkasından konuşabiliyoruz. Anlayacağınız babama ayda sadece bir kez sarılabiliyorum. Süre kısıtlı… Her şeye rağmen görüş günleri bayram havasında geçiyor. Birbirimize moral oluyoruz ama daha çok o bize moral veriyor. Masum olmanın babama vermiş olduğu huzur ve rahatlık en büyük güç kaynağımız. Görüş günlerinin bir diğer güzelliği; bizden önce veya sonra görüşleri olan polis aileleriyle beş-on dakika dahi olsa vakit geçirebilmemiz. Görüş günlerinde aileler bile birbirini görüp motive olmasın diye gün ve saatlerimizi ayırdılar. Tüm engellemelere rağmen Silivri’de olmasa da bir araya geliyor ve birbirimize destek oluyoruz. Bu süreçte hepimiz kocaman bir aile olduk.

Kardeşim için psikolojik destek aldık

Polisler babamı evden almaya geldiğinde kardeşime babamın göreve gittiğini söyledik. Daha sonra bu konuyu kendisine nasıl anlatırız diye psikoloğa danıştık. Aldığımız tavsiyelerle kardeşime olanları anlayabileceği şekilde anlattık. Durumu kavrayınca babama daha çok bağlandı. Babamı çok özlüyor ama küçücük yaşına rağmen güçlü olmaya çalışıyor.

Onu şimdi daha iyi anlıyorum…

Babamla aramızda normal bir baba-kız ilişkisinden çok daha güçlü bir bağ vardı. Çalışırken çok vakit geçiremezdik. Ne mesai saati diye bir kavram ne de hafta sonu… Arkadaşlarım her hafta sonu babalarıyla birlikte bir şeyler yaparken, ben uyumadan babam eve gelir mi diye beklerdim. Bir gün ona neden bu kadar çok çalıştığını sordum. Verdiği cevap hiç aklımdan çıkmadı: “Bu kadar çok çalışıyorsam, bizden öncekilerin tembelliğinden… Keşke bize daha güzel, daha özgür bir ülke bırakabilselerdi. Bu boşluğu kapatmak zorundayız. Yoksa sizler de aynı sıkıntıları yaşamaya devam edeceksiniz. Sizin bir korku cumhuriyetinde yaşamanızı istemiyorum.” O zamanlar ne demek istediğini anlamamıştım ama bugün çok iyi anlıyorum. İyi ki babam gece-gündüz çalışmış. 25 yıllık meslek hayatı boyunca bireylerin hak ve özgürlüklerini layıkıyla yaşayabilmesi için, canının ve mallarının korunması için gece-gündüz demeden kanunun kendisine verdiği yetkilere uygun olarak bir tane bile hukuka veya ahlâka aykırı bir iş yapmadan çalıştı. Nasıl çoğulcu olunacağını, asla ayrımcılık yapılmaması gerektiğini, değerlere saygı duymayı, o değerler ve ilkeler çerçevesinde yaşamamız gerektiğini hep babamdan öğrendik.

Sorumluluğun ne demek olduğunu öğrendim. Bunun yanında meşru bir amaç için çaba sarf etmeye başladım. Hayatım anlam kazandı. Babamın devam ettiği yolda arkasından gidiyor olmak benim için çok önemli. Model olarak babamı örnek aldım. Bu süreç babamı daha iyi anlamama vesile oldu.

Not ortalamam yükseldi

Malum bitirmem gereken bir okulum var. Bu sebeple tüm enerjimi babamla ilgili konulara ayıramıyorum. Tutuklandığı dönemde hakkında iddia edilen her şeyi en ince ayrıntısına kadar araştırdım. Bunu babamın suçsuzluğuna olan inancımı güçlendirmek için değil, insanlar sorduğunda rahat cevap verebilmek adına yaptım. Zira babamın hukuksuz tek bir iş bile yapmadığına olan inancım tam. Babamın davasına ilişkin yaptığım araştırmalar bazı derslerden kolaylıkla geçmemi sağladı. Not ortalamam yükseldi. Bunda bizim için edilen duaların da etkisi büyük. O kadar çok insan destekliyor ve dua ediyor ki, Allah’a çok şükür bu sayede işlerimiz rast gidiyor.

Her çevreden destek geldi

Hem kendi hem de kardeşlerimin çevresinden olumsuz hiçbir tepki almadık. Hocalarım, arkadaşlarım, akrabalarımız… Herkes bize destek oldu. Bu da bizim dik durmamızı sağlayan nedenlerden biri. Herkes şu an yaşadığımızın, bize yapılan bir zulüm olduğunun farkında.

Onun sesi olmak çok değerli

Babamın Twitter hesabını kullanırken çok dikkatli davranıyorum. Tweet atmadan önce yazdıklarımı birkaç kez okuyorum. Daha sonra annemden veya kız kardeşimden okumalarını, eksik gördükleri veya yanlış anlaşılmaya müsait bir husus olup olmadığını soruyorum. Babam gibi birinin sesi olmak benim için çok değerli. Bu süreç sahip olduğumuz değerlerin, hak ve özgürlüklerin ne kadar önemli olduğunu ve bunlar için her ne pahasına olursa olsun hukuka ve ahlâka uygun olarak savaşmanın bu dünyadaki en kıymetli şey olduğunu anlamamı sağladı. Babamın seçim çalışmalarını da ben yürütüyorum. Ajansla anlaşma yapıldı, bürolar kiralandı, broşürler basıldı. Umarım sonuçlar herkes için hayırlı olur. Babam gibi, toplumun gerçekten sesi olabilecek, hak ve özgürlükleri koruyup kollayan, çoğulcu bir yapıya sahip birinin Meclis’te olmasının vatanımız adına özellikle de biz gençler için çok büyük bir şans olduğunu düşünüyorum.

Erken olgunlaştım

Yaşananların beni çok fazla olgunlaştırdığını hissediyorum. Hayatım boyunca asla böyle bir tecrübe kazanamazdım. Bazen yorulduğum anlar oluyor ama yılmıyorum. İçimde taşıdığım umut yorgunluktan çok daha ağır basıyor. Meşru bir amaç uğruna çalışmak, hakkı savunmak bu dünyada yapılabilecek en güzel şey.

Her zaman tasarruflu yaşadık

Babam bu süreçte yapılan baskılardan ötürü emekli olmaya mecbur edildi. Haliyle emekli ikramiyesi ve bugüne kadar kendisinin biriktirmiş olduklarıyla geçiniyoruz. Annem ev hanımı, ben de öğrenciyim. Ama biz her zaman tasarrufluyduk. Hâlâ öyle devam ediyor, mütevazı yaşıyoruz.

Tahliye kararının uygulanmaması bizi üzmedi

Cumartesi görüş günümüz. Görüş saati her ne kadar öğlen olsa da trafiğe kalmamak için erkenden evden çıkıyoruz. O gün de sabah Silivri’deydik. Görüşü tamamladık, dört saatlik çileli bir yolculuk sonrası eve vardık. Geleli birkaç saat olmuştu ki tahliye kararı verildiğini öğrendik. Kendimizi nasıl dışarıya attığımızı hatırlamıyorum. 40 dakika sonra Silivri’deydik. Cezaevinin önünde bir dünya insan… Tıpkı babamların ilk tutuklandığında adliye önünde olduğu gibi. Büyük bir sevinçle yaklaşık 12 saat bekledik ama avukatların adliyede yaşadıkları zorlukları duyunca şoke oldum. Bir hukuk öğrencisi olarak kendi adıma değil, millet adına çok üzüldüm. Kararın uygulanmaması bizi üzmedi. Aksine bu durum babamların haklılığını ve masumluğunu tüm dünyaya kanıtlamış oldu. Proje mahkemelerin nasıl hukuka aykırı işlediğini, bugün başımızda olan zihniyetin nasıl bütün değerleri, ilkeleri ve hukuk kurallarını ayaklar altına aldığını herkes gördü. Bugün bu zulmü bize reva görenler ileride kendi çıkardıkları kanunlar tarafından yargılanacak. Babamıza kavuşacağımız gün çok yakın inşallah…

İyi ki mağdur taraftayım

Babam tutuklandıktan sonra elimden geldiğince aileme destek oluyorum. Babamla ilgili tüm hukukî; süreci takip ediyorum. Yoğunluktan dolayı işe girmedim. Üç kardeşiz, evin en büyüğü benim. Babam tutuklanmadan önce açığa alınmıştı. Bu yüzden maaşının 3’te 2’sini alabiliyordu. Şimdi milletvekili adaylığı için istifa etti. Kenarda biraz birikmişimiz var, onunla idare ediyoruz, anneannemler de destek oluyor. Bu süreçte büyüdüğümü, olgunlaştığımı hissediyorum. Üzerimde çok fazla sorumluluk var. Evin en büyüğü olmak zor ama şikâyet ya da isyan etmiyorum. Bilakis yaşadıklarıma şükrediyorum çünkü karşı tarafta da olabilirdim. İyi ki zulmeden değil, mağdur taraftayım.

Kardeşimin okulunu değiştirmek zorunda kaldık

Babamdan 10 aydır ayrıyız ama hayatımızda çok şey değişmedi. Eskiden nasıl yaşıyorsak çizgimizi bozmadan, babam evdeymiş gibi düzenimize devam etmeye çalışıyoruz. Yaşamımıza sadece büyük hasretlikler girdi. 12 yaşında bir kardeşim var. Yakın arkadaşları sosyal medya üzerinden “Oh olsun bu polislere, uzun adamın gücünü gördünüz!” tarzında hoş olmayan cümleler göndermiş. O yaştaki çocukların bu cümleleri kasıtlı sarf ettiğini düşünmüyorum. Aile ve çevresinin etkisiyle yazılabilecek cümleler. Bu muamelelere daha fazla maruz kalmasın diye kardeşimin okulunu değiştirdik. Bunun dışında olumsuz bir olay yaşamadık. Herkes dua ettiğini söylüyor. Zaten şu hukuksuzlukları görüp gözünden yaş gelmeyen, ağlamayan, yanımızda olmayanlar utansın.

Kafamı kaşıyacak vaktim yok

Kendime zaman ayıramıyorum hep bir yoğunluk ve telaş var. Babamın işlerini takip ettiğim, ailem ve evin işleriyle ilgilendiğim için kafamı kaşıyacak vaktim olmuyor. Malum seçim çalışmalarımız başladı. Tempomuz daha da artacak. Bundan en ufak bir şikâyetim yok, çok mutluyum. Seçim irtibat büroları açıyoruz, seçim arabaları giydirdik. Afiş ve broşürlerimiz basıldı. Tabii sosyal medyayı da aktif şekilde kullanıyoruz. Akrabalar ve arkadaşlarımızla kapı kapı gezip babamı, bugüne kadar yaptığı başarılı işleri anlatıyoruz.

Kardeşim, özlemini gidermek için babamın eşyalarına sarılıyor

Çok zor günler yaşadık, hâlâ yaşıyoruz. Daha önce cezaevinin önünden bile geçmemiş insanlar aylardır zulme maruz bırakılıyor. Silivri çok uzak bir yer, görüş günleri sabah erkenden yola çıkıyoruz. Büyük bir heyecanla camın arkasından 45 dakika da olsa hasret gidermeye çalışıyoruz. Ama özlemi 45 dakikaya sığdırmak çok zor… Yine de görüş günleri babamın sağlam, kendinden emin duruşu bize güç veriyor.

Babam evden ayrılmadan önce kardeşimle konuştu, anlayabileceği şekilde durumu izah etti. Küçük olduğundan anlamakta çok zorlanıyor, özlüyor, babama mektuplar yazıyor, resimler çiziyor. Babamın eşyalarına sarılıyor, öpüyor, kokluyor. Bazen de giyiyor. Gözyaşlarımızın hesabını elbet verecekler. ‘Abla, arkadaşlarım hafta sonlarını babalarıyla nasıl geçirdiklerini anlatınca içim çok kötü oluyor. Biz ne zaman ailecek vakit geçireceğiz?’ diye sorduğunda 10 aydır ‘en yakın zamanda’ cevabını vermek inanın çok zor.

Görüş günlerinde gündem değerlendirmesi yapıyoruz

Babamın Twitter hesabını kendisine danışarak kullanıyorum. Görüş günlerinde gündem değerlendirmesi yapıyoruz. Bu doğrultuda tweet atıyorum. Babam bununla gurur duyuyor. “Dünyaları verseler, evlatlarımın bu güzel duruşunu görmeye değişmem. Duruşunuzu sakın bozmayın kızım.” demesi tarif edilemez bir mutluluk. Evlatları sokağa çıkamayanlar utansın, biz babamın arkasında dimdik durmaya devam ediyoruz.

Havalimanına da makul şüphe standardı

$
0
0

Havalimanlarındaki güvenlik uygulamalarına yeni bir standart daha geliyor. Üzerinde çalışılan projeye göre, bugüne kadar yolculara yönelik gerçekleştirilen güvenlik uygulamaları, bu kez havalimanlarındaki çalışanlara yönelik daha da ağırlaştırılmış şekilde uygulanacak.

Gelecek yılın ortasında devreye girmesi planlanan projeyle, öncelikle sabıkalı yani suç kaydı bulunan kişilerin işe girişleri kabul edilmeyecek. Çalışanların kullandığı ‘Apron Terminal Giriş Kartı’ adı verilen kimlik kartları da, kişiye özel şekilde tasarlanacak. Havalimanlarındaki güvenlik tedbirlerinin en üst seviyeye çıkarılmasıyla, özellikle IŞİD ve El Kaide gibi terör örgütlerine katılımların engellenmesi sağlanarak ‘insan kaçakçılığı’ gibi olayların da önüne geçilmesi hedefleniyor.

MAKUL ŞÜPHELİ OLMAYACAK

Ev ve işyeri aramalarında, ‘somut delil’ şartını ‘makul şüphe’ ile değiştiren ve kamuoyunda ‘yargı paketi’ şeklinde bilinen kanun tasarısı, geçen aralıkta TBMM’den geçtikten sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın da onayıyla yasalaşmıştı. İşte bu yasa maddesi bundan sonra havalimanında çalışmak isteyen kişiler için de geçerli olacak. Yani iş için müracaat edenlerin sabıkası temiz olacak ve en önemlisi de, ‘şüphe uyandıran bir faaliyette bulunmamış’ olması gerekecek. Bu tür çalışanların iş akitleri feshedilirken, sabıkası bulunanların da müracaatları geri çevrilecek.

İNSAN KAÇAKÇILIĞI ENGELLENECEK

Riskli kabul edilen olaylara karışan ancak mahkeme tarafından beraat kararı alan kişilerin de, havalimanında çalışması kısıtlanacak. Bu kişilerin, ‘hava tarafında’ yani yolcuların geçiş yaptığı pasaport kontrol noktası arkasındaki arındırılmış bölgede çalışmasına izin verilmeyecek. Uygulamanın, Anayasa’ya aykırı olmaması için de havalimanında faaliyet gösterecek şirketlerin ‘idari karar alması’ istenecek. Böylece, son yıllarda IŞİD ve El Kaide gibi terör örgütlerine katılımlarda artış yaşanan havayolu koridoru kapatılmaya çalışılacak. Ayrıca pasaportu veya vizesi bulunmayan kişilerin yasa dışı yollarla iltica etmesini sağlayanların yanı sıra her türlü hayvan veya eşyanın kaçak yollarla yurda sokulmasına aracılık eden kişilerin de görev yapmasına engel olunmaya çalışılacak.

PARMAK İZİ KONTROLÜ GELİYOR

‘Apron Terminal Kartları’ kişiye özel tasarlanacak, kartlarda TC kimlik numaraları yer alacak ve her çalışan için bilgi bankası oluşturulacak. Ayrıca parmak izi veya göz retinasıyla kimlik kontrolü sağlanacak. Parmak izi veya göz retinası verileri, TC kimlik numarasıyla eşleştirilerek diğer alanlara kaçak geçişlerin engellenmesi sağlanacak.

Çılgın 'Max' geri döndü

$
0
0

Başrolünde Mel Gibson’un oynadığı Mad Max serisi 30 yıl aradan sonra geri dönüyor. Post-apokaliptik filmlerin başlangıcı kabul edilen yapımda, Max rolünü bu defa İngiliz oyuncu Tom Hardy üstleniyor.

30 yıl önce, post-apokaliptik (kıyamet sonrası bilim-kurgu) filmlerin baş tacı sayılan Mad Max serisinin son yapımı izleyiciyle buluşmuştu. Bu hafta ise yeniden uyarlaması olan Mad Max: Fury Road vizyona girdi.

İlki 1979'da çekilen seri üç filmden oluşuyor; Mad Max, Mad Max: Yol Savaşçısı (1981) ve Mad Max: Gökkubbenin Ardında (1985). Kahramanımız ise Max Rockatansky. Bilinen adıyla nam-ı diğer Çılgın Max. Yönetmenliğini George Miller'ın yaptığı filmin başrolünde yani Max rolünde Mel Gibson bulunuyor. Ancak o zamanlar Gibson şimdiki gibi değil tabii. Henüz çok genç ve daha yolun başında. Tiyatro sahneleri arasında oyun peşinde koşarken yönetmen Miller tarafından keşfediliyor ve Mad Max ile sinemaya adım atıyor. Ama ne adım… İlk filmle Avustralya sinemasında adını duyuran Gibson, serinin ikinci yapımında dünyaya yeteneğini ispat ediyor. Film sayesinde sadece onun değil, hem Miller'ın hem de Avustralya sinemasının şansı açılır. Çünkü o güne kadar gizli bir kutu gibi olan Avustralya sineması, bu bağımsız yapıtla adından söz ettirmeyi başararak uluslararası pazara açılır.

Serinin hikâyesine gelecek olursak… Distopik bir gelecekte Avustralya'dayız. Düzen bozulmuş ve kanunlar çiğnenmeye başlanmıştır. Toplumun başına tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de motosiklet çeteleri, yükselen petrol fiyatları bahanesiyle bela olur. Çeteyle başa çıkacak biri vardır, o da Ana Güç Devriyesi'nde çalışan polis memuru Max. Ancak karşılığında çete üyeleri de Max'ın eşini ve çocuğunu öldürür. Her ne kadar ilk yapımda intikamını almış olsa da artık o eski halinden eser yoktur. İkinci filmde Max, bambaşka bir halde çıkar karşımıza. Ailesini kaybetmiş ve yalnızlığı kendisine felsefe edinmiştir. Hem çılgın hem deli denilebilecek bir haldedir. Issız çöllerde benzin peşinde yaşam sürdüren Max, bu sefer de karşılaştığı bir kabileye yardım etmek için koşuşturur durur. Serinin alametifarikalarından araba kovalamaca sahneleri bu filmde daha çok ön plana çıkar. Son yapımda ise aradan on beş yıl geçmiş ve nükleer savaş, uygarlık ve insanlık adına ne varsa silip süpürmüştür. Mavi gökyüzü ve yeşil alanlar artık yoktur. Çılgın Max, kendisi için bir sığınak ararken, çölün kıyısına gelir. Yaşadığı yer olan bu çölü korumanın mücadelesini verir. Diğerlerinin aksine daha umut doludur.

Serinin en iyisi Mad Max: 2 olarak gösterilirken son film ise eleştirmenlerden geçer not alamamıştı. Western kökenli film, sahip olduğu distopik yapıyı mekân ve mizansen unsurlarıyla beslemeyi başardı. Müzikler ise film için ayrı bir yerde duruyor. Elektronik altyapısı güçlü rock müzik, hikâyeye fazlasıyla destek oluyor. İnsanoğlunun dünyayı nasıl mahvedeceğini öngörmeye çalışan yapım, petrolü asıl meselesi yapıyor. Bu sebeple motorlar, kamyonlar, arabalar ve daha ne kadar motorlu taşıt varsa ki buna helikopter de dahil hepsi fazlasıyla kullanılmış. Issız çöllerin ortasındaki kovalamacalar arasında Max, sürekli bir yaşam savaşı verir. Düşmanları ise asla bitmez çünkü yalnızlığı ilke edinmiş dahi olsa yardımseverliğini kaybetmemiştir.

Yönetmenin tıp tecrübesi Max'in çıkış noktası oldu

Her sahnesi şiddetten beslenen filmin senaryosu kadar onu besleyen öyküsü de hayli ilginç. Max’in hem yönetmeni hem de senaristi olan Miller, tıp eğitimi alır ve Sidney'de bir acil serviste çalışmaya başlar. Her gün birçok kaza manzarasıyla karşılaşan Miller'ın yakınlarından bazıları da trafik kazası sonrası hayatını kaybeder. Hastanede tanık olduklarından sonra sinemaya yönelir ve düşük bütçeli bir film çekmeye karar verir. Yaşadıklarına 1973 petrol krizi de eklenince projesi için fikir bulmuş olur. Kendisinden sonraki birçok filme ilham veren yapım, dünya çapında yaklaşık 200 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde eder.

Rock ve opera arasında...

Mad Max: Fury Road (Öfkeli Yollar)'ın başrolünde Tom Hardy bulunuyor. Max olarak izleyeceğimiz Hardy'e, Charlize Theron ‘Imperator Furiosa' karakteriyle eşlik ediyor. Artık bu kez ülkeler tamamen yıkılmıştır. Yeşil alanlar yok olmuş ve toprağa fazlasıyla asit karışmıştır. Tek derdi petrol ve su haline gelen insanlık bunun için savaşmaya başlamıştır. ‘Sığınak' adlı kalede acımasız bir çete tarafından köleleştirilen insanlarla bir sistem mevcuttur. Max ise bunu yıkmak için yola çıkar. Ona bu yolda hayatı acı içinde geçen ve yaşadıkları karşısında kendini kefaret olarak gören Furiosa yol arkadaşlığı yapacaktır. Furiosa'nın hayali ise çocukluğunun geçtiği Yeşil Diyar'ı bulabilmektir. Tom Hardy'nin Charlize Theron'a göre daha az diyalog kullandığı filmde kadınların toplumdaki yeri üzerinden önemli bir düşünce oluşturulmaya çalışılıyor. Bu kez sadece çorak arazilerin hüküm sürdüğü filmde müzik, önceki seriye göre daha sert hale gelmiş. Farklılığı hem melodide hem de zamanlamada görmek mümkün. Miller, bu durum için, “Fury Road çılgın bir rock konseri ile opera arasında bir yerde.” tanımlamasını yapıyor.

Öne çıkan detaylar...

1979’da vizyona giren serinin ilk filmi Mad Max, on iki haftada çekildi.

Film, Avustralya’nın komşu ülkesi Yeni Zelanda’da yasaklanmıştı.

İlk filmde motorları, onlardan daha süratle seyreden araçlara yerleştirilmiş kameralar çekiyordu.

Ülkemizde yaşanan dağıtım düzensizliğinden ötürü serinin ikinci filmi Mad Max 2, ilk filmden daha önce gösterime girdi.

Amerikan sürümü için filmdeki tüm oyuncular kendilerine dublaj yaptı.

‘Mad Max: Fury Road’ çekimleri yaklaşık 150 miyon dolara mal oldu.

Fury Road’da kullanılmak üzere 150 araç hazırlandı.

Kulislerden gelen bilgilere göre Tom Hardy, serinin 2. filminde yer almak için imzayı atmış bile. Zaten yönetmen Miller “Fury Road gişede başarılı olursa anlatacağım iki hikâyem daha olacak.” diyerek, devam için müjdeyi vermişti.

Furiosa karakteri için Charlize Theron saçlarını kazıttı ve aynı zamanlarda oynadığı diğer filmi için peruk kullanmak zorunda kaldı.

BİZİM KÖY

$
0
0

En pahalısı o: Dünyanın yarısı açlıkla boğuşurken diğer bir kısmı parayı nereye saçacağını şaşırmış vaziyette. Christie’s Müzayede Evi’nin açıklamasına göre, İsviçre’nin Cenevre kentinde düzenlenen müzayedede 35 karat kaşmir safir yüzük, 7,3 milyon dolara alıcı buldu. Kaşmir safir yüzüğün, ismini vermek istemeyen bir Asyalıya satıldığı söyleniyor. Her karatı 209 bin 689 dolar değerindeki yastık kesim mavi renkteki kaşmir safir yüzük, dünyanın en pahalı kaşmir safiri unvanına sahip.

En sevdiği yemek kum

Zevklerle renkler tartışılmaz derler ama bu kadarı fazla. Hindistan’da yaşan Sudama Devi isimli kadın günde en az bir kilo kum yiyor. 10 yaşından beri bu alışkanlığını sürdüren kadın bir kez bile doktora gitmemiş, sağlığı da gayet iyi. Devi, ilerleyen yaşına rağmen gayet iyi durumda olan sağlığını kum yeme alışkanlığına bağlıyor. Sudama Devi’nin tatlı alışkanlığı da bir tuhaf. Bazen kumun üzerine şeker serperek yiyor. Kum tutkunu Devi, çocuklarının kum yemedikleri için yeterince sağlıklı olmadığını düşünüyor.

En az 13 çocuk

Oğlu olan ebeveynler kız, kızı olanlar erkek bebek istiyor. Ancak şansı fazla zorlamamakta fayda var. ABD’li Jay-Katherina Schwandt çifti 12 erkek çocuktan sonra bir kızları olmasını arzuladı. Ancak 13’üncü gebelikten de erkek çocuk dünyaya geldi. Önceki gün doğum yapan ABD’li anne, “Aslında beş çocukta tamam diyecektik. Kız çocuğmuz olsun derken 13’ü bulduk. Umarım bir dahaki sefere kız olur.” diyor.

Devlet-i Âlî’yi hicveden sivri dilli şairler

$
0
0

‘Şair sözü yalandır’ dediklerine bakmayın, divan şairleri arasında doğruyu söyleyip dokuz köyden kovulanların sayısı hiç az değil. Onlara sadece ‘saray şairi’ diyenleri yalanlarcasına, sarayı da yaşadıkları toplumu da keskin dilleriyle yerden yere vurmuşlar.

Klasik Türk edebiyatı şairlerini, genelde medhiyeleriyle biliriz. Öyle ya, geleneğe göre divanlar önce Allah’ı, ardından Habibullah’ı (aleyhissalatü vesselam), padişahları ve devlet adamlarını övgüyle anarak başlar. Lakin sivri dilli şairlerden bazıları, divanlarında bu kurala uysalar da, sarayda ve âvânelerinde ya da içtimai hayatta gördükleri olumsuzlukları söylemekten, hicvetmekten geri duramaz. Hatta kendisi için “Nef’î; diliyle uğradı Hakk’ın belâsına” mısrâı söylenen Nef’î; gibi bunun bedelini başıyla ödeyenler bile olur. Madem günümüz demokrasisinde sarayı eleştiren saray şairleri bulamıyoruz, biz de geçmişte saray dostu hâmî;leri olmadan şairlik yapmaları mümkün olmayan bu cesur divan şairlerini analım o vakit…

Bozuk düzene ‘yuf’ çekenler

İnsanın makam mansıpla imtihanı bitmediğinden, her dönemde olduğu gibi Osmanlı’da da devlet yönetiminde veya toplumda bozulmalar, kokuşmalar baş göstermiş. Kendi devrinde gördüklerine kayıtsız kalamayan bazı şairler ise ‘yuf’ redifli şiirleriyle hicivlerini düzmüş. Bunlardan biri Cem Sultan’ın padişah olmasını istediği için II. Bayezid ve onun kurduğu düzene karşı duran Aynî;. Şair, devletin bütün imkânlarının hak etmeyenlere sunulmasını şu mısralarla hicvediyor:

“Âb-ı devletden hayatın her hasisün tazeler

Rismânına anun delvine vü çahına yuf”

(Devletin imkânlarını hayat bağışlayıcı bir su kuyusu gibi alçaklara sunan bu zamanın ipine de kovasına da kuyusuna da yuh olsun!)

Kânunî; dönemi şairlerinden Bağdatlı Rûhî; ise, taşrada yaşayan şairlerdendir. Şair, oralarda gördüğü çarpıklıkların suçunu para karşılığı makam alıp satanlarda bulur. Onları yuhaladıktan sonra âriflerin kadrinin bilmemelerinden şöyle yakınır:

“Ârif ki ola müdbir ü nâdân ola mükbil

İkbâline yuf âlemin idbarına hem yuf”

(Arifler hor görüldüğü, cahiller el üstünde tutulduğu bu dünyanın talihine de talihsizliğine de yuh olsun!)

Dünya makam ve mansıplarının ne kadar aldatıcı olduğunu anlatan bir başka şair de, klasik şiirin geldiği en üst seviye kabul edilen Şeyh Galib’dir. Zira yaşadığı dönem 18. yüzyıl olduğundan Osmanlı bürokrasisi de toplumu da ciddi bir çözülme içindedir. İşte şair bu kötü gidişe, insanların mevki sahibi olabilmek için yaptığı hokkabazlıklara yuh çeker:

“Billah yuf bu şu’bede-i hiç-kâra yuf

Yuf kadr-i câh u tantana-i iştihara yuf”

(Bu dünyada oynanan boş oyunlara billahi yuh olsun! O kıymetli makamlara, şöhretin göz alıcılığına, lüksüne yuh olsun!)

Selamı rüşvet değil diye alınmayan şair

Fuzulî;’nin, Kânunî; döneminin en meşhur şairlerinden olduğunu bilmeyen yoktur. Osmanlı’nın bu en şaşaalı günleri, aslında yozlaşmaların da bir tümör gibi yayılmaya başladığı dönemdir. Bürokrasideki arızalara, rüşvetçiliğe, haksızlıklara şahit olan Fuzulî;, Nişancı Celalzâde Mustafa Çelebi’ye bir mektup yazar. Devlet yönetiminin kötü işlediğini, memuriyet ve makamın adeta parayla satıldığını anlatır. Şikayetnâme adıyla bilinen bu mensur eser, secileri, iç kafiyeleri sebebiyle şiir gibidir. Topluma mâl olmuş bir kısmı ise, bugün bile kulaklarımızı çınlatıyor:

“Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar

Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler

Gerçi görünürde itaat eder gibi

davrandılar ama

Bütün sorduklarıma hal diliyle

karşılık verdiler.”

Nefretini kazanmadığı devlet erkânı kalmadı

Sadece 17. yüzyılın değil, belki tüm Osmanlı’nın en iyi hiciv şairi desek yeri Nef’î; için. Siham-ı Kaza (Kaderin okları) başlığında topladığı hicviyeleri, şairin başına açmadık bela bırakmaz. Dönemin birçok devlet adamının nefretini üzerinde toplar. Bunlardan biri Şeyhülislam Yahya Efendi’dir. Nef’î;’yi överken aynı zamanda onun kâfir olduğunu ima eden bir dörtlük yazar Yahya Efendi. Nef’î;’nin bu tekfire cevabı ise ağır olur:

“Bize kâfir demiş Müftî; Efendi

Tutalum ben diyem ana müselmân

Varıldıkda yarın rûz-ı cezâya

İkimüz de çıkaruz anda yalan”

(Müftü Efendi bize kâfir demiş, ben de ona Müslüman diyeyim. Ama mahşer günü ikimiz de yalancı çıkarız. Çünkü ne ben kâfirim ne o Müslüman.)

Yukarıdaki dizeler ağır bir itham içerse de şairin ‘ok’larından nasibini alan herkes üslup noktasında Şeyhülislam Yahya Efendi kadar şanslı değildir. Zira IV. Murad zamanında sadrazamlığa getirilen Gürcü Mehmet Paşa, Nef’î;’nin ‘a köpek’ redifine muhatap olur. Küfürlerle dolu bu şiir, zehir zemberek hakaretler içerir. Köpek mevzuuyla ilgili başı ağrıyan başka biri de Tahir Efendi’dir. Nef’î;’ye ‘boşboğaz köpek’ diyen Tahir Efendi’ye bakalım şair ne demiş:

“Tahir Efendi bana kelp demiş

İltifatı bu sözde zahirdir

Maliki mezhebim benim zira

İtikadımca kelp tahirdir”

(Tahir kelime manası olarak ‘temiz’dir. Şair bu kelimeyi iki anlama gelecek şekilde, yani “Benim inancıma göre köpek temizdir/Tahir Efendi’dir.” anlamlarıyla kullanır.)

‘Devletin sözünde durduğunu kim görmüş?’

Genelde nasihatname örnekleriyle tanınan 17. yüzyıl şairi Nâbî; de, dönemin yolsuzluklarına, devletin düştüğü hale duyarsız kalamaz. Hicvedici mısralar da kaleme alır. Fakat bunu Nef’î; gibi direkt kişileri hedef alarak değil, genel olarak devleti ve makam sahiplerini eleştirerek yapar. Örneğin devletin hiçbir zaman sözünde durmadığını anlatmak için şu beyti söyler:

“Var mı görmiş kim ile

eylese akd-ı peyvend

Turdığın ahdine

devlet didigün gaddarun”

(Devlet denilen gaddarın biri ile sözleştiğinde sözünde durduğunu gören var mıdır?)

Yine bu dönemde devlet düzenindeki bozulmalar ve uzun yıllar süren savaşlar devletin masraflarını artırır. Haliyle bu masraflar, fakir halkın ödemek zorunda olduğu vergilere yüklenir. Giderek fakirleşen ve devlet tarafından sömürülen fukaranın durumunu mizahi bir dille anlatan Nâbî;, fakir halkı balığa, devleti de onu önce soyup sonra ateşe atan insana teşbih eder:

“Halkun emvâlin alıp sonra teselli vermek

Füls-i mâhî;yi soyup yağda pişirmek gibidir”

(Halkın mallarını alıp sonra teselli vermek balığın pulunu soyup sonra onu yağda pişirmeye benzer.)

‘İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı’

Osmanlı’nın son dönem şairlerinden Şair Eşref’in dili son derece keskin, hatta küfürlüdür. Şahit olduğu yolsuzlukları, çürümüş düzeni, toplumun yozlaşmasını sert bir dille hicveder. Toplumun geldiği halden öylesine yılar ki vasiyetname gibi şu dörtlüğü yazar:

“Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için

Gelmesin reddeylerim, billahi öz kardeşimi

Gözlerim ebnâ-yi âdemden o kadar yıldı ki

İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı”

Şairin insanlardan umutsuzluğu onlardan bir Fatiha bile beklemeyecek derecededir. Lakin “El-hak, şair haklıymış.” demeden edemiyoruz. Zira Eşref’in korktuğu başına gelir, mezar taşı bu yazdıklarına rağmen çalınır…

Her mevsime, psikolojiye göre çay [DÜNYALIK TATLAR]

$
0
0

Arnavutköy’de şirin mi şirin bir çay mağazası. İçinde dünyanın farklı coğrafyalarından getirtilmiş onlarca çay...

Siyah çaya müptelayız tamam ancak farklı tatları denemenin ziyanı yok. 2007 yılında kurulmuş Chado. Japonca kelime ‘The way of tea’ anlamına geliyor ve çayın hazırlanışından sunuş ve içilmesini içeren tüm seremoniye verilen isim. Bu seremonide öne çıkan dört öğe var; saygı, sükunet, saflık ve uyum. Aslında bunlar çayın anavatanı olan Uzakdoğu felsefesinin de özeti. Neyse konumaza döneyim. O tarihten bu yana Chado; birçok kafe, restoran, market, gurme ve organik ürün satan mağazalarla çalışıyor. İnternet üzerinden de çay satışı yapıyor. Ancak bu sene müşterilerine farklı çayları gösterip deneyebilecekleri, koklatıp tattırabilecekleri butik bir mağaza açmak istemişler. Çok da iyi etmişler. Düşünsenize Hindistan, Çin, Japonya, Brezilya, Güney Afrika, Tayvan ve Vietnam gibi ha deyince gidemeyeceğiniz, gitseniz de çok özel bir ilginiz yoksa tüm çeşitlerini deneme fırsatını bulamayacağınız onca çay mevcut mağazada. Çıkış noktaları şu olmuş: “Siz bir ülkede çay içip beğendiyseniz bizde vardır.” Hakikaten de öyle, mağazada yok yok! Beyaz, yeşil, oolong, siyah, pu-erh çayı gibi çok sayıda çay çeşidinin yanı sıra rooibos gibi farklı bitkisel çayları da var. Mağazada genellikle son hasat çayları satılıyor ancak yıllandırılmış pu-reng gibi çok özel çaylar da bulunuyor. Hindistan’dan Mystic India, Sumatra Adası’ndan Sumatra, Çin’den Jasmine Pearls, Güney Afrika’dan Rooibos Vanilla, Almanya’dan Monday Thearapy gibi gurme çaylar arasında yer alıyor. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, ‘Rooibos’a bayıldım. Aromatik, kafeinsiz nefis bir çay, içinde bir sürü baharat var. C vitamini çok yüksek. Kadınların emzirme döneminde kullanması tavsiye ediliyor, süt artırıyormuş.

Çay danışmanları sayesinde hangi çayı ne zaman ve nasıl içmeliyim, damak tadıma hangisi uygun, hangi çay neye iyi gelir sorularının cevaplarını da buluyorsunuz. Çayları denemekle kalmıyor, güleryüzlü danışmanları Merve Sezen sayesinde detaylı malumata da sahip oluyorsunuz. Tüm çayları bir günde tatmanız ya da sevmeniz elbette mümkün değil. Hafta içi öğle vakti ziyaret ettim Chado Tea Shop’ı. Kurucu ortaklarından Barış Çekin karşıladı beni. Önce mağazadaki tüm çaylar ve kültürleri hakkında bilgi verdi. Daha sonra Merve Hanım tarafından hazırlanan birkaç çayı denedik. Bana en ilginci Türkiye’ye ilk kez Chado’nun getirdiği matcha çayı oldu. Japon çay seremonilerinin olmazsa olmazıymış. Toz halinde ve yeşil bir çay. Görüntüsüyle kınaya benziyor diyebilirim. Çay yaprağı toplandıktan sonra özel bir değirmende toz haline getiriliyormuş. Antioksidanı yüksek, bu sebeple çok faydalı. Zira çay yaprağı toplanmadan, üzeri bambuyla kapatılıyor. Çay daha çok güneş alabilmek için içindeki klorofil miktarını artırıyor. Çaya fayda katan da klorofil. Bir diğer faydası da şu. Biz çay içerken yapraklarını atıyoruz ancak çayın yüzde yetmiş oranda faydası yapraklarındaymış. Bu çayda ise yapraklar toz halinde olduğundan tüm faydası vücuda alınmış oluyor. Sütle içiliyor. Bu yüzden ‘matcha latte’ deniliyor. Matcha çayı aynı zamanda sütlü tatlı yapımında da kullanılıyor. Ne yalan söyleyeyim, matcha damak tadımıza pek uygun değil. Hele hele çay yerine koyup içmek isteyeceğiniz bir lezzet hiç değil. Ama başta da belirttiğim gibi, damak tadı geliştikçe ve zamanla değişiyor.

Bu arada mağazada sadece çay satışı yapılmıyor, aynı zamanda; tasarım demlikler, fincanlar, özel kokulu mumlar da var. Bu aksesuarlarla farklı ülkelere ait çay kültürlerine dair bilgi ediniyorsunuz. Söylenecek çok şey var, ama sığdırabileceklerim bu kadar. Benim gibi çaya ve farklı tatlara meraklıysanız en kısa zamanda Chado’yu ziyaret edin derim. Değişik çaylı bir pazar dileğiyle...

Kaliteli çay 4 dakikada demlenir

En az işlemden geçen çay beyaz, sonra yeşil, ardından oloong ve en son siyah çay geliyor.

Siyah çay 100 derecede, yeşil çay 90, beyaz çay ise 75 derecede demlenir. Çayın rengi açıldıkça sıcaklığı düşürmek lazım.

Kaliteli çayı uzun demlemek iyi değil. Dünyanın hiçbir yerinde çay saatlerce demlenmiyor. Bu sadece bize özgü bir alışkanlık. Kaliteli çay aslında 3-4 dakikada demlenen ve tadını verendir. Demleme süresi arttıkça tat acılaşır, kalite düşer.

İlk defa deneyecekler...

Saf mı aromalı mı, sert mi yumuşak çay mı seviyorsunuz sorusuna cevap vererek damak tadına uygun olanı bulabilirsiniz.

Sert sevenlere yerli siyah çay, aromalı sevenlere blue flowers, aromasızdan hoşlananlara golden yunnan, yumuşak çay severlere ise yeşil ya da beyaz çay öneriliyor.

Siyah çay sevenler geç saatte içecekse kafeinsiz olanını tercih etmeli.

Sabahları uykunuzu açmak istiyorsanız yüksek kafeinli çayları deneyin. Ancak bu çayı akşam içmeyin, zira uykunuz kaçmasa bile uyku kaliteniz düşecektir. Bu yüzden yeşil ve beyaz çayı akşamları için. İkisi sabah da içilir ancak kafeini düşük olduğundan uyanmak istiyorsanız etkisi az olacaktır.

Özellikle pazartesi sabahları siyah ve matchayı için, uyarıcı etkisi yüksek.

Çok çay içenler siyah çaydan uzak durun, zira kafein oranı yüksek. Yok vazgeçemem diyorsanız, içine bir miktar bitkisel çay katmayı deneyin. Bu kişiler english breakfast tea’yi içebilir.

Sandığın kör noktaları

$
0
0

Genel seçimlere iki hafta kaldı.. Ancak şu günlerde tartışılan bir konu ciddi sayıda seçmeni sandığa gitmekten alıkoyacak nitelikte. Zira seçim günü ve oy sayımıyla ilgili bazı uygulamalar sandık güvenliğine yönelik kafalarda soru işareti bırakıyor.

Sandık güvenliğine gölge düşüren uygulamaların başında sandık başkanlarının seçimi geliyor. Oyların sayımı ve sisteme işlenmesi konusunda kritik öneme sahip sandık başkanlığı bu yıl ilk kez farklı bir uygulamayla belirlendi. Buna göre sandık başkanlarının büyük kısmı siyasî; partilere mensup kişilerden oluşuyor. Çünkü Yüksek Seçim Kurulu, bu seçimde ilk kez sandık başkanlığı için partilerden isim istedi. Asıl tartışma nedeni ise bu kişilerin yüzde 90'a yakınının AK Parti'ye yakınlığıyla bilinen Eğitim Bir Sen üyesi memurlar olması. Yaklaşık 20 yıldır her seçimde sandık başkanlığı görevinde bulunan Eğitim Sen İstanbul 5 No'lu Şube Başkanı Mehmet Aydoğan, bu yıl başvurmasına rağmen görevin kendisine verilmediğini söylüyor. Sendika olarak diğer üyeleri de sandıkta görev almaya yönlendirdiklerini anlatan Aydoğan, "Ben yoğun olarak bu tür çalışmaların özellikle iktidar partisi tarafından yapıldığını düşünüyorum. Bölgemize baktığımızda da seçilen sandık başkanlarının büyük kısmı Eğitim Bir Sen üyesi." diyor.

Aydoğan, seçilen isimlerin de devlet memuru olduğunu, dolayısıyla onları zan altında bırakmanın yanlış olacağını savunuyor. Ancak bir ayrıntıya daha dikkat çekiyor: “Türkiye’deki sendika ortamı belli. Eğitim Bir Sen eski genel başkanı şu anda milletvekili adayı. Buradan bile çıkarılabilir ne kadar taraflı olduğu.”

Mehmet Aydoğan ve Eğitim Bir Sen üyesi memurlar görev için başvurduğunda ise kendilerine Halk Eğitim'in vereceği eğitimden sonra görevlilerin kuraya göre belirleneceği söylenmiş. Ancak o eğitimlerin de yapılmadığını anlatan Aydoğan, şöyle konuşuyor: "Bildiğim kadarıyla birçok yerde yapılmadı. Çünkü seminer başvuru tarihlerini ben takip ettim. Daha sonra da bir açıklama yaptılar kimlerin seçildiğiyle ilgili. Ama ağırlıklı olarak AKP'nin verdiği isimlerden çıktığını görüyoruz."

Aydoğan'a göre seçim yaklaştıkça şaibeler konuşuluyor ama seçimden sonra daha yoğun tartışılacak.

Sandık başkanının bağımsızlığı neden önemli?

Sandık başkanının bağımsız olmaması oy vermedeki güvenilirliği ne kadar etkiliyor? Bu yıla kadar birçok kez bu görevi üstlenen Mehmet Aydoğan'a göre oy verme ve oyların sayımı sürecinde sandık başkanının etkisi oldukça fazla. Örneğin oy pusulası katlanıp mürekkebin karşı tarafa bulaşması durumunda sandık kurulunda çeşitli tartışmalar olur. Geçerli sayılıp sayılmayacağına karar verilir. Burada sandık başkanı inisiyatifini kullanabilir. Mehmet Aydoğan, diğer etki alanlarını ise şöyle sıralıyor: “Yaşlıların, okuma-yazma bilmeyenlerin ve görme problemi yaşayanların velayeti yoksa oy vermeye sandık başkanıyla giriyor. Burada her türlü yönlendirme yapılabilir. Oyların kullanılmasından sonra ise sayılan oylar sisteme geçilirken, tutanak tutulurken sandık başkanının etkisi olabiliyor. Diyelim ki sandıkta oy eşit çıktı, bu durumda sandık başkanının görüşü ağırlıkta oluyor. Sayılan oyun sisteme aktarılması ise seçim merkezinde bilgisayar başındaki kişi ile sandık başkanının arasındaki bir şey.” Bütün bu gerekçeler ise sandık başkanının bağımsızlığı konusundaki kaygıların haklılığını ortaya koyuyor. Nitekim sandık kurulu başkanlarının AKP'ye mühür bastırması, açık oy kullanılması ve sandık kurulu başkanı tarafından evde mühürlenen sandıklar da geçmiş seçimlerde belgelenmişti.

Bu seçimde de sahte seçmen eklendi mi?

CHP'nin geçtiğimiz yıllardan tespit ettiği hilelere göre seçim sonuçlarını şaibeli hale getiren bir müdahale de sahte seçmen eklenmesi. Özellikle 2007'den sonra olmayan bir adres üzerine seçmen kaydederek ya da var olan adrese orada yaşamayan kişileri kaydederek seçmen sayısında ciddi oynamalar yapıldığı tespit edilmişti. Aynı müdahalenin bu seçimlerde de yaşanacağını düşündüren olay ise geçtiğimiz günlerde ortaya çıktı. Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi'nin oluşturduğu Milli İttifak'tan aday Şaban Yavuz'un evine farklı kişilerin seçmen kâğıtları gönderildi. Yavuz, seçmen kâğıtlarında yazan isimlerin 20 yıldır bulundukları sokakta dahi oturmadığını belirtti: “Bu olay seçim hilelerinden biri. Muhtarlığı arayıp yanlışı düzeltmeye çalıştım ancak 'kişinin nüfusunu düşürün' diye cevap verdiler. Ortalıkta öyle birileri yok. Kullanmayanların yerine oy kullandıracaklar."

Fazladan basılan oy pusulaları ne olacak?

54 milyon seçmenin olduğu seçimde, bu sayıdan 15 milyon daha fazla pusula basıldı. CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Meclis'e sunduğu soru önergesinde endişelerini şöyle dile getirmişti: "Fazladan basılan oy pusulalarının güvenliği nasıl sağlanacak? İl ve ilçe seçim kurullarında kullanılmayan oy pusulalarının denetimini kim yapacak?” Yasaya göre her sandık için seçmen sayısının yüzde 15'i kadar fazla oy pusulası konulması gerekiyor. Ancak 54 milyon seçmen düşünüldüğünde bu rakam 9 milyon fazla pusulaya denk geliyor. Akıllardaki soru işareti ise geri kalan 8 milyon pusulanın ne olacağı ve nasıl denetleneceği.

Yurtdışı oyları tamamen hükümetin kontrolünde

Oy sayımının sağlıklı neticelenmesi konusunda bir endişe de yurtdışından gelecek sandıklarla ilgili. İsviçre’de seçim sonuçlarının bulunduğu kriptolu odanın yedek anahtarının büyükelçilikte çıkması, Almanya’da bir imamın iki kez oy kullanması şaibelerden sadece ikisi.


Yalan söyleyen siyasetçiler korksun bizden

$
0
0

Avrupa’da en ucuz doğalgazı satan ülke Türkiye mi? İşsizlik, muhalefetin bahsettiği kadar yüksek mi? ‘Doğruluk Payı Girişimi’ bu soruların cevabını bulmak için var. Seçimlere günler kala demeçleri ve iddiaları mercek altına alan ekibin uzun vadede amacı bilinçli veya bilinçsiz yanlış beyan veren siyasetçilerin korkulu rüyası olmak.

Seçim arefesinde kitleleri etkilemek için tabiri caizse bol keseden atan siyasetçilerden titiz bir şekilde araştırılmış, güvenilir beyanlar beklemek zor. Meydanlarda ya da ekran önünde verdiği demecin ya da dile getirdiği iddianın yanlış olduğunu öğrenince ‘affedersiniz halkım, yanılmışım’ diyecek bir siyasetçi profili ummak da aşırı naif bir beklenti. Medyanın karnesi de çok parlak olmayınca geriye tek bir yol kalıyor. Amerika’da uzun yıllardır uygulanan ‘fact checking’ yöntemi. Yani politikacıların ve medyanın sunduğu verilerin bağımsız kuruluşlar tarafından kontrol edilmesi. Fact checking’in öncüsü konumundaki Politifact’e gazeteciliğin en prestijli ödülü olan Pulitzer dahi verilmiş. Zaten yapılan iş de bir nevi gazetecilik. Veri kontrol konusunda Türkiye’deki en etkin girişim olan Doğruluk Payı Koordinatörü Koray Kaplıca da “Yaptığımız işle medyanın bir fonksiyonunu üstlendik açıkçası.” diyor. Bir yıldır faaliyette olan internet sitesinin koordinatörü, Türkiye’de muhabirlerin veri kontrol görevinin biraz geri planda kaldığını belirtip devam ediyor: “Bunun çeşitli sebepleri var ama şu bir gerçek ki, Türkiye’de bu hiçbir zaman yerleşmiş bir kural olmadı. Bu nedenle biz aslında medya kökenli olmamamıza rağmen gazeteciliğin önemli bir fonksiyonunu üstlenmiş olduk.”

Doğruluk Payı, Ortak Gelecek için Diyalog Derneği’nin bir projesi. Demeç tarama ve bunların analizine dayalı işler yapan ekip, Kaplıca dahil üç kişiden oluşuyor. Bengi Ruken Cengiz ve Batuhan Ersun diğer iki editör. Hepsi de medya değil, sosyal bilimler kökenli. Kaplıca, siyaset biliminde doktora yapıyor. İki günde bir veri doğrulama analizi yaparak siteye katkıda bulunurken, Batuhan Ersun ise tam zamanlı çalışıyor. Bengi Ruken Cengiz de doktora öğrencisi. Koray Kaplıca, sosyal bilimler kökenli olmalarının bir şans olduğu görüşünde: “Metedolojik geçmişimiz olduğu için o veri ne kadar doğru, nedensellik bağlamına ne kadar uyuyor kısmında antrenmanlıyız. Bazı iddialar bakıldığında hemen anlaşılacak şeyler olmayabiliyor. Öncesi ve sonrası bilgisi olması gerekiyor. Teori bilgisi olması gerekiyor. Gazeteciliğin görev alanı içinde farklı farklı kısımlar var. Bizim ise burada aslî; görevimiz bu. Aynı zamanda gazetelere de içerik üretmiş oluyoruz. Buyursunlar alsınlar.”

DEMEÇ SEÇİMİNİ NASIL YAPIYORlar?

Doğruluk Payı, objektif olmayı önemseyen bir girişim. Sosyal medyada da sık sık ‘tarafsızlıklarına’ vurgu yapılıyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz diye sorduğumuzda şu cevabı veriyorlar: “Objektifliğimiz veri odaklı çalışmamızdan geliyor. Veri odaklı beyanların doğrusu yanlışı çok daha nettir. Gerek iktidar partisinden gerek muhalefet tarafından dile getirilen iddialara ait verileri farklı farklı kaynaklardan kontrol etmek objektifliği sağlıyor.” Batuhan Ersun aslında veri kontrolünü açık kaynaklara bakarak yaptıklarını söylüyor: “Aslında herkesin ulaşabileceği kaynaklar bunlar ama genelde yapılmıyor. Ya zamanları yok ya da uğraşmak istemiyorlar. Biz de buna yardımcı olmayı istiyoruz.”

Objektifliğe halel getirecek başka bir işin de beyanların seçimi noktasında olabileceğini anlatan Kaplıca, meclisteki sandalye dağılımına paralel bir şekilde beyanları seçerek bu sorunu bertaraf etmeye çalıştıklarından bahsediyor: “İktidar partisinin beyanları daha fazla olacak her halükarda. Onların demeçleri medyada çok daha fazla yer buluyor. Diğer partilerin bu az görünürlüğünü de tutanakları mercek altına alarak telafi etmeye çalışıyoruz.”

Doğruluk Payı şimdilik sadece siyasetçilerin demeçlerinin güvenilirliğini ölçüyor ama uzun ve kısa vadede medya ayağı ve vaatler konusuna odaklanma planları var. Hükümete adını verdikleri ölçekle iktidarın seçim beyannamesinde sıraladığı bütün vaatlerini gerçekleştirip gerçekleştirmediğinin kontrolünü yapacaklar. Bir de medyanın bir kısmında çok sık yer alan komplo teorilerine eğilecek ve son olarak köşe yazarlarını mercek altına alacaklar. Görünen o ki bol keseden atmanın o kadar kolay olmayacağı bir dönem bekliyor Türkiye’yi.

Doğruluk Payı’nda partilerin karnesi nasıl?

10 üzerinden 7,11 ile HDP doğruya en yakın parti. Onu CHP (6,49) ve MHP (5,94) takip ediyor. AK Parti’nin 4,98’lik doğruluk payı oranı, ölçekte ‘kısmen doğru’ya çok yakın bir noktaya tekabül ediyor. HDP’nin özel bir durumu olduğunu söyleyen Kaplıca, şöyle anlatıyor: “İddiaları basında çok yer bulamıyor. Bu yüzden tutanaklardan da bakıyoruz ve iddialarının çok büyük bir kısmını kontrol etmiş oluyoruz. Örneğin AKP ve CHP’nin bütün demeçlerini kontrol edemeyiz. Bir yerlerde gözümüzden kaçan demeçleri mutlaka vardır. Ama HDP için böyle bir durum yok diyebiliriz. O yüzden doğruluk payı oranı gerçekten o civarda olabilir. Tutturduğumuz partilerden biri o diye düşünüyorum.” Türk siyasetinin genel doğruluk payı ise ‘kısmen doğru’ noktasında. Bu, derneğin Türkiye’de bugüne kadar incelediği 408 beyanın ‘kısmen doğru’ olduğu anlamına geliyor. Puan bazında ise 10 üzerinden 5,76’ya denk geliyor.

Avrupa’nın en ucuz doğalgazı bizdeymiş!

Batuhan Ersun, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın “Avrupa’da en ucuz doğalgaz bizde. En ucuz elektrik satan ülkelerden biri de Türkiye.” şeklindeki iddiasını hatırlatıyor. Yaptıkları analiz sonucunda Avrupa’da en pahalı doğalgaz ve elektrik satan ülkelerden biri olduğumuzun ortaya çıktığını söyleyen Ersun, “Birbirinden o kadar ayrı sonuçlar çıktı ki, bu bize doğru olmayan bir iddianın çok basit şekilde dile getirilebildiğini gösterdi.” diyor. Muhalefet kanadından ise Kılıçdaroğlu’nun işsizlerin sayısının, çalışanların sayısından daha çok olduğu yönündeki iddiasını örnek gösteriyorlar. Bir de Devlet Bahçeli’nin gıda enflasyonuyla ilgili verdiği abartılı rakamlar var. Yaptıkları analiz sonucunda beklenmedik şekilde doğru çıkan bir iddia olmuş mu peki? Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in ‘asgari ücretin 8 AB ülkesinden daha fazla olduğu’ yönündeki iddiası yaptıkları analiz sonucunda doğru çıkmış.

Macar usulü lahana dolması [DÜNYALIK TATLAR]

$
0
0

Dolmayı sevmeyenimiz yoktur. Her türlüsü sofranın baş tacıdır. Macar usulü lahana dolması var bu hafta. Bakalım beğenecek misiniz?

“O kadar yer ki Macar, taa tabuta girinceye kadar.” der bir Macar atasözü. Ben o kadar yemedim ama o gece ikram edilen yemeklerin tadına baktım elbette. Geçtiğimiz hafta Macar Kültür Merkezi öncülüğünde düzenlenen ‘Macar Kültür Akşamı’ndan bahsediyorum. Aslında ilk değil, gelenekselleşmiş Macar Kültür Merkezi’nin dört yıldır gerçekleştirdiği bir organizasyon bu. Ben ilk defa katıldım, nasip bu seneyeymiş…

Türk Macar İşadamları Derneği, Tempo Uno Kft. ve Üsküdar Filizler Köftecisi desteğiyle gerçekleştirildi organizasyon. Görüntüsüyle iştah kabartan Macar mutfağının birbirinden leziz yemekleri tanıtıldı yemekte. Menü; Macar aşçı, yemek yazarı ve bloggerı Zsófia Mautner tarafından hazırlanmıştı. Mautner, ülkesinde epey tanınan bir şef. Geniş izleyici kitlesine sahip bir yemek programı da yapıyor. Yemekler geleneksel Macar mutfağından seçkiler yapılarak belirlenmiş. Mauther, tüm tarifleri eski usulle, babaannesinden öğrendiği şekilde hazırlamış. Doğrusu Macar mutfağına dair hiçbir fikrim yoktu. Lakin o gece ikram edilen yemekler pek şaşırtmadı. Hatta mutfağımıza pek yakındı diyebilirim. Başlangıç için bizdeki pişiyi andıran hamur kızartması içinde baharatlı süzme yoğurt servis edildi. Ardından Bektaşi üzümlü lahana dolması, kuşkonmazlı ve taze fasulyeli kuskus makarna, dana çenesi güveci ve tatlı olarak da çilek kompostolu gelincik pastası. Yemekler lezzetli olmakla birlikte hafif yağlı gibiydi. Belki de ben yağlı sevmediğimdendir, bilemiyorum. Ben en çok dolmayı beğendim, merak etmeyin, tarifini paylaşacağım. Bu arada gecemiz, ‘Macar Kültür Akşamı’nda bir yandan yediğimiz güzel yemeklerle öte yandan da Macar edebiyatçıları ve şairleri Attila Jòzsef, Ferenc Moln·r, Fodor Ákos, Karinthy Frigyes ve György Faludy’den Macar edebiyatının yemek odaklı eserlerinden Türkçe ve Macarca yapılan alıntılar, şiirlerle şenlendi. Anlayacağınız hem ruha hem de mideye hitap eden keyifli bir organizasyondu.

Bektaşi üzümlü lahana dolması

Malzemeler (4 kişilik)

Dolma için:

250 gr kıyma (kuzu eti)

2 yemek kaşığı pilavlık pirinç

1 yumurta

Tuz

Karabiber

1 büyük beyaz lahana

2 yemek kaşığı tuz

1 tane ince dilimlenmiş büyük soğan

300 gram Bektaşi üzümü

2 demet dereotu

300 gram yoğurt

2 yemek kaşığı mısır nişastası

2 yemek kaşığı şeker

1 limon

Öncelikle dolmayı hazırlamak için kıymayı, yumurtayı ve pirinci karıştırıp üzerine tuz, karabiber katın. Lahananın dış yapraklarından 12 adet ayırın. Kalın dal kısımlarını ayıkladıktan sonra elinizde kalan lahanayı ince ince doğrayın. Sonra karışımı büyük bir tabağa yerleştirip 2 kaşık tuz ekleyin ve buruşması için bekleyin. Yaprakları kaynar suda birkaç dakika haşlayın ve kurutun. Yaprakların alt kısımlarına bir-iki kaşık dolma koyarak yan taraflarını örtün ve sıkıca sarın. Suyunu alıp buruşturduğunuz doğranmış lahanayı dilimlenmiş soğan ve Bektaşi üzümüyle birlikte büyük tencereye koyun. Üstüne de lahana dolmalarını yerleştirin. Üzerine bir demet dereotu koyup içindeki malzemeyi tencere içinde kaplayacak kadar (yaklaşık 400 ml) su ilave edin. Tencereyi yarım ocakta tutun, lahana yumuşayana kadar bekleyin. Dolmaları çıkartın.

Yoğurda mısır nişastası, şeker, limon suyu rendelenmiş limon kabuğu, bir demet dereotu katarak karıştırın. Bu karışımı lahana üzerine ekleyerek birkaç dakika pişirip dolmaları tekrar tenceresine yerleştin. Afiyet olsun.

Okumanın yeri olmaz ama…

$
0
0

Kitap okumak zor iş! Mesela, ülkemizde üzerinize çeşitli sıfatlar yakıştırılabilir. Bu kitapsever ise kendi projesiyle okumanın yeri ve zamanı olmadığını duyuruyor.

Slovakya’da doğan fakat Çek Cumhuriyeti’nde yaşayan 21 yaşındaki Jakub Pavlovsky, insanların modern teknolojilerini tercih ederek daha önce okudukları kadar kitap okumadıklarını gözlemlemiş.

Bunun üzerine kafa yoran Pavlovsky, “Kitaplar çağırıyor” isimli bir proje geliştirdi. Geleneksel kitap okuma fikrini modern sistemle yaymak için bunu sosyal medyada tanıtan Pavlovski’nin parolası ise “her yerde, her zaman, kitap okumak için zaman bul.”

Çeşitli mekanlarda çekilen tüm fotoğraflarda aynı açı ve aynı duruşla oturuşunu muhafaza eden kitapsever, günümüzde kitapların kıymetini bilmeyenlerin sayısını bir hayli fazla olduğunu ifade ederek projesini şöyle açıklıyor: “Sanki dünya ve ortamlar gün boyunca her gün bu poz etrafında dönüyor. Kitaba dalmışım ve benim işim, günlük hayatta okuma portrelerini kapsıyor. Umarım daha çok insanın kitap okumasını ve kitap sayfalarının içinde kaybolmasını teşvik ederim.”

Denizanası hapishanesi!

$
0
0

Denizanalarına hayranlığını eserlerine yansıtmaya karar veren bir sanatçı bu canlıları cam fanus içine koydu! Ancak endişelenmeyin bu denizanaları sadece camdan.

Sanatçı Rick Satava, bir havuz dolusu Pasifik deniz anası karşısında hayranlığını gizleyemedi. Müzede onlara bakarak ilham aldı. Bu güzel hayvanları cam şeklinde yeniden oluşturmaya karar verdi. Cam içinde cam tekniğini kullanan sanatçı renkli ve zarif deniz anası vücudu gibi görünmesi için camı işledi.

Sanatçının yaptığı işler çok gerçekçi görünüyor, gerçek deniz anaları camdan yapılmış hapishanelerde tutsakmış gibi görünüyor. Onun bu yaptığı için parçalarının bazıları Marvel’in 2014 yılındaki ‘Guardians of the Galaxy’ adlı filminde dekor sütunu olarak kullanıldı. Stava, iki heykelin filmin 2 sahnesinde görüldüğünü belirtti.

Hatay çok renkli, gelsenize!

$
0
0

Son dönemde Hatay denince sınır kapısında patlayan bombalarla ellerini gökyüzüne kaldıran bir kadının fotoğrafı aklımıza geliyor.

Ama şehrin, sınır ötesinde savaş patlamadan önceki fotoğrafı çok başkaydı: Üç dinin simgesinin yanı başında künefe resmi… Kırk yıl düşünseniz bir araya geleceğini tahmin edemeyeceğiniz tatların oluşturduğu eşsiz mutfağı… Marshall, işte bu eski günlerdeki renkliliği ‘Renk Hareketi’ projesi ile yeniden hatırlattı. Dünya çapında devam eden projenin Hatay ayağı geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Bizim de içinde olduğumuz bir grup gazeteci, Hatay’ın meşhur Herod Caddesi’ndeki (Türk Yurdu Sokağı) evlerini boyadı. Bu vesileyle Hatay’ın aslında hep bildiğimiz ama son zamanlarda hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz büyülü havasını soluma imkânı bulduk.

Şehir Müzesi’nde geçmişe doğru heyecanlı bir yolculuk yaptık. Ancak müzeden çıkınca karşı tepede kralların özenle oyulmuş mezarlarının önüne yapılan gecekonduları görünce az önceki heyecanımızdan eser kalmadı haliyle. Rehberimiz de bizimle hemfikir, ancak onun derdi daha çok Hatay’ın kaybolan turizm potansiyeli. Çünkü Suriye’de başlayan iç savaş Türkiye’de en çok Hatay’ı vurdu. Hatay’a komşu olan Şanlıurfa ya da Kilis gibi iller de iç savaştan nasibini alsa bile Hatay’ın kaybı hepsinden fazla oldu.

Farklı kültürlere ve dinlere ev sahipliği yapmakla öne çıkan ‘Medeniyetler Kenti Hatay’, komşu ülkede başlayan savaşın ardından büyük bir turizm kaybına uğramış. Şehre gelen turist sayısında ciddi azalma olmuş. Özellikle de yurtdışından turist getiren acentaların birçoğu rotadan Hatay’ı çıkarmış. Şehirde gözle görülür şekilde kendini anlatma çabasına şahit olduk. Eski günlerdeki gibi bir turizm kenti olmak için gayret içindeler. Rehberimiz, yıllardır Hatay’da sürdürdüğü mesleğini turist sayısının düşmesiyle birlikte İzmir’de devam ettirmiş, savaş nispeten durulunca geri dönmüş.

Hatay’a gelmişken Medeniyetler Korosu’nu dinlememek olmaz elbette. İbranice, Türkçe, Kürtçe, Süryanice ve Ermenice söylenen eserlerle şehrin ruhunu yakalamamak mümkün değil. Medeniyetler Korosu’nun 2012 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesinin de ne kadar anlamlı olduğunu anlarsınız.

Bizi Hatay’a renkler getirdi, yazıyı da renklerle bitirmek gerek. Renklendirilen Herod Caddesi’nin aynı zamanda dünyada ilk sokak aydınlatılmasının yapıldığı yer olması projeyi anlamlı kılan önemli ayrıntı. Bir zamanlar meşalelerle aydınlatılan şimdi ise yeni bir proje ile renklenen Antakya’nın barış ortamına şahit olmak isterseniz yolunuzu buraya düşürmeniz gerekecek.

Süper Lig takımlarını kıskandırıyorlar

$
0
0

Spor Toto 2. Lig’de mücadele eden Göztepe, geçtiğimiz günlerde Kırklarelispor ile 31 bin 460 biletli seyirci önünde mücadele etti. Birçok Süper Lig ekibini kıskandıracak bu tribünler Göztepe ile sınırlı değil.

Türk futbolunda maça giden taraftarların az olması tartışmaları da beraberinde getiriyor. Özellikle büyük kulüpler başta olmak üzere geçmiş sezonlara nazaran statlarda önemli ölçüde boşluklar gözleniyor. Dünyanın en önemli derbilerinden biri olarak gösterilen Galatasaray ile Fenerbahçe karşılaşmasında bile Arena'nın yaklaşık yüzde 25'i boş kalabiliyor. Tabii ki suçu sadece taraftarda aramamak gerek. Passolig, bilet fiyatları, futbolun kalitesizliği de diğer etkenler… Süper Lig'de taraftarların tribünlerden uzaklaştığı da herkesin malumu. Peki Türkiye'deki alt liglerin tribünleri de böyle mi? Göztepe, Kocaelispor, Sakaryaspor, Samsunspor, Erzurumspor gibi takımların tribünlerine bakmak sualimize cevap olabilecek nitelikte.

Şirinler çizgi film değildir!

Bir taraftar topluluğuna en ilginç isim olarak ne seçilebilir? Sizin yerinize 1986 yılında Samsunspor gönüllüleri bunu düşündü ve taraftar grubunun adını 'Şirinler' olarak belirledi. Günümüzde Samsunspor tribünlerinin en etkin grubu, ismini 80'lerin popüler çizgi filminden alıyor. Çekirdek kadrosunu korumayı başaran Şirinler, yıllar içerisinde birkaç defa aç-kapa, kapa-aç modelini uygulasa da gelecek sezon 30 yılı geride bırakacak. Şirinler, Ankaragücü'nün Gecekondu'su ve Bursaspor'un Teksas grubuyla da kardeş ilişkisini sürdürüyor. Son yıllardaki meşale şovu ile ünlenen grup, 2011-12 sezonunda kendini feshettiğini açıklasa da sadece 42 gün sonra tekrar tribünlere döndüklerini duyurdu. PTT 1. Lig'de mücadele veren Samsunpor, Süper Lig'e çıkma mücadelesi de veriyor aynı zamanda. Bugün evinde Denizlispor'u ağırlayacak olan 19 Mayıs Stadyumu'nun tribünlerini hıncahınç doldurması bekleniyor. Kırmızı-Beyazlı tribünlerin bu sezonki ortlaması ise 8-10 bin civarında.

Efsane takım Amatör Lig rekorunu kırdı

Türkiye Birinci Ligi'nin en güçlü kadrosuna sahip ekiplerinden biriydi, Kocaelispor. Bu sezon, Bölgesel Amatör Lig 11. Grup'ta mücadele eden Kocaelispor, hâlâ taraftarlarının gözdesi. İzmit İsmetpaşa Stadı'nda sezonu 10-15 bin arası seyirci ortalaması ile geçiren Yeşil-Siyahlılar, borçları nedeniyle transfer yapamadığından geçtiğimiz sezon Türkiye 3'üncü Ligi'nden, Bölgesel Amatör Lig'e düşmüştü. Üst liglere çıkma hayali kuran Kocaelispor'un en büyük kozu taraftarı. Bu sezon, Büyükçekmece Belediyespor ile sahasında oynadığı karşılaşmada taraftarlar rekor denilebilecek bir sayıya ulaşmıştı: 15 bin 450 biletli. Biletsizlerle birlikte sayı 20 bin civarındaydı.

'Guinness Rekorlar Kitabı'na aday

İzmir her ne kadar futbolu ile ün yapmamış olsa bile Göztepe’nin seyircisi takdire şayan. Spor Toto İkinci Lig Kırmızı Grup’ta bitime bir hafta kala şampiyonluğunu ilan etmişti, Göztepe. Bu sezon sahasında Kırklarelispor’u misafir eden Göztepe taraftarı sezon rekorunu da kırdı: 31 bin 460. İzmir Atatürk Stadı’nda maçlarını oynayan İzmir ekibi sezonu 15 bin civarında seyirci ile oynadı. Avrupa’da yaşayan Göztepelilerin kurduğu Göz Göz Avrupa grubu son hafta maçı için Amsterdam’dan otobüs ile yola çıktı, Almanya, Avusturya, Macaristan, Sırbistan, Makedonya ve Yunanistan’ı geçerek İzmir’e ulaştı. Grup yaptıkları seyahatin ‘en uzun deplasman rekoru’ adı ile Guinness Rekorlar Kitabı’na girmesi için de harekete geçti.

Dolup taşan tribünler yeni stadı getiriyor

Türk futbolunun köklü kulüplerinden biri Sakaryaspor. 2 sezon önce düştüğü 3. Lig 3. Grubu’nu bu sezon üçüncü sırada tamamladı Yeşil-Siyahlılar. Atatürk Stadı’na çıktığı her maçı 12-14 bin taraftar önünde oynayan takımın arkasındaki en önemli taraftar topluluğu ise Tatangalar. 2006-2007 sezonunda Süper Lig’de mücadele ederken önce bir alt lige sonra 2. Lig’e düşen, 2 yıldır da 3. Lig’de mücadele eden Sakaryaspor, borçlar nedeniyle transfer yasağı almıştı. Yasağın kalkması ile beraber eski günlerine dönüşün sinyalini vermeye başladı. Önümüzdeki hafta, Ankara Demir ile 2. Lig’e çıkma mücadelesi verecek. ayrıca Sakarya’da 25 bin kişilik yeni bir stadyum da yapım aşamasında.

Nerede rekor, orada Dadaş!

Hangi 3. Lig takımı tribüne 20 bin seyirciyi getirip rekor kırabilir ki? Söz konusu Dadaşlar ise üzerine bir 20 bin taraftarı daha ekleyin. Erzurumspor 2. Lig'in hesaplarını yapıyor, bu yolda da her geçen gün çok sayıda Erzurumluyu stada çekmeye devam ediyor. Kent, 1998 ve 2001 sezonlarındaki Süper Lig maceralarının tekrar yaşanmasına hazır. Dadaşlar futbolu çok özledi, tribünler de onları bekliyor. Ancak bu sene olmadı, seneye kısmet!

Turuncu mu, laci mi?

Akdeniz'in incisinde 3 büyük yoktur. Sadece 2 takım tutulur. ‘Turuncu mu, laci mi?' sorusu karşınızdakinin sempati duyduğu takımı öğrenmenize yeter. Adanaspor ve Adana Demirspor… Kent iki büyük taraftar grubunu bünyesinde barındırıyor. Adanaspor taraftarı Turbeyler ile Adana Demirspor'un grubu Şimşekler arasındaki çekişme, Adana derbilerine damgasını vuruyor. Turbeyler koreografileriyle bilinirken Şimşekler sadece maçlarda değil antrenmanlarda dahi takımının yılmaz bekçileri olmasıyla tanınıyor.

Madenciler diyarı…

Bu sezon ilk kez profesyonel liglerde mücadele etme şansı yakalayan 3. Lig ekibi Zonguldak Kömürspor, Karaelmas Kemal Köksal Stadı'nda ortalama 8 bin taraftara oynuyor. Bir üst lige çıkma mücadelesi veren Kırmızı-Lacivertliler, İstanbulspor'a yarı final mücadelesinde elendi. Zonguldakspor'un taraftar topluluğunu Genç Zonguldaklılar, KömürKentliler ve Ultras Elmas oluşturuyor. 2014-2015 sezonu onuncu haftasında Süper Lig takımlarının taraftar ortalaması 8 bin 500 civarındayken, bu sayı Zonguldak Kömürspor'da 9 bin 562 idi.

En iyi kâğıt uçak pilotları yarıştı

$
0
0

Dünyanın en iyi pilotlarının kokpitte değil kağıt üzerinde kozlarını paylaştığı Red Bull Paper Wings kâğıt uçak yarışması, Avusturya'nın Salzburg kentinde yapıldı. 80 ülkeden 200 pilotun katıldığı yarışma, şehrin havaalanının hemen yanı başında karşısındaki dağlarla mükemmel uyumlu mimarisi olan Hangar 7'de gerçekleşti. Etkinliğe Türkiye'den 12 üniversite kampüsünde yapılan elemeler sonucu akrobasi dalında Ceylan Güneş, mesafe dalında Selman Aydın ve süre kategorisinde Gökhan Emiroğlu katıldı.

Katılımcıların nerdeyse hepsi üniversite öğrencisi, yani 90 kuşağı. 80 farklı ülkeden gelen bu jenerasyonun Avrupa'nın bu sakin şehrinde ortak onlarca şarkı, parodi eşliğinde eğlenebilmeleri ilginçti. Aynı bilgisayar oyunlarını oynamış, aynı çizgi filmleri izlemiş kişilerin o kadar çok ortak şarkısı, anısı vardı ki. Sesleri Salzburg'un sessizliğini bozmaya yetmese de dünya çapında yapılan üniversiteler arası sıradan kâğıt uçaklar bunu görmemize bahane oldu. Hangar'da sahneye çıkan her yarışmacı ülkesinden bir işaret ile gelme kaygısını taşıyordu. Vikingler, Rusların Kakalin şarkısı eşliğinde süzülen kâğıt uçakları, Japonların “bakın çok değişik tekniğimiz var” denemeleri sahnedeydi. Yine de bu kuşak birbirine o kadar yakınlaşmıştı ki Sudan ve Afrika'nın diğer ülkelerinden gelen öğrencilerin başarındaki sarıklar da olmasa nereden geldiklerini anlamak imkansızdı.

Hangar'dan bir an dışarı çıktığınızda ise Salzburg'un İkinci Dünya Savaşı'nda yerle bir olduğuna şahitlik eden insanların sessizce 90 kuşağını izlemeye geldiğini görüyordunuz.

Yarışma sonucu ülke bayrakları ile bir dünya kupası edasında kutlandı. En uzun süre havada kalma dalında 14.36 derecesiyle Ermenistan’dan Karen Hambardzumyan dünya şampiyonu olurken, en uzun mesafede 53.2 metre ile Bulgaristan’dan Veselin Ivanov birinciliği göğüsledi. Akrobasi dalında Lübnanlı Avedis Tchamitchian, aralarında Vine fenomeni Zach King’in de bulunduğu jüriyi etkileyerek 50 tam puanla en beğenilen uçuşu gerçekleştirerek şampiyonayı kazandı. Türkiye’den Selman Aydın ise en uzun mesafe dalında elemeleri birinci bitirmesine rağmen finalde 46 metreyle 6’ncı oldu.


Oyunculuk, resim yapmaya engel değil

$
0
0

Zerrin Tekindor, Cüneyt Arkın, Güven Kıraç, Fırat Tanış… Türkiye'de resim yapan oyuncu sayısı azımsanmayacak kadar çok. Kimi profesyonel olarak yapıp sergi açıyor; kimi stresten arınmak, sözünü farklı bir yolla dile getirmek için tuvalin karşısına geçiyor.

Zerrin Tekindor, kendi kuşağının en iyi kadın oyuncularından biri… Tiyatro izleyicilerinin uzun yıllardır beğeniyle takip ettiği, Gogol'den Shakespeare'e birçok ustanın klasiklerinde başrole soyunmuş, sinemada pek görünmese de (ilk ve tek filmi Cem Yılmaz'ın Pek Yakında'sı), Aşk-ı Memnu dizisiyle büyük kitlelere ulaşan bir oyuncu… Salt oyuncu değil, aynı zamanda ressam. Dizilerle görünür olduğu için diğer kimliğinin biraz gölgede kaldığı söylenebilir. Tekindor resmi hobi olarak yapanlardan değil, oyunculuk gibi hayatının merkezinde. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda kadrolu görev yaptığı dönemlerde Bilkent Üniversitesi Resim bölümüne özel öğrenci olarak kabul görmüş, Halil Akdeniz atölyesinde geliştirmiş çizgilerini. Tecrübeli oyuncu, o gün bugündür düzenli olarak resim yapıyor, belirli periyotlarda sergiler açıp, uluslararası sanat fuarlarında çalışmalarını sergiliyor. Sanatseverlerle buluşan sergi sayısı: 15. Tekindor genellikle kadın yüzü çiziyor. Kimi kendine benzeyen, kabarık saçlı, takma kirpikli, bol makyajlı kadınlar… Eskiden özel bir atölyesi vardı, birkaç yıldır ise evinin bir bölümünü atölyeye çevirmiş, çalışmalarını orada yürütüyor. Gecenin bir yarısı eve gelip, sabahlara kadar resim yapabilir diye. ‘Oyunculuk ile resimden birini tercih etmek zorunda kalsanız hangisini seçersiniz, sorusuna cevabı şu: “Tiyatro yapmazsam ölürüm diyemem ama resim yapmamayı düşünemiyorum.”

Gezi'den sonra minyatüre başladı

Fırat Tanış, Gezi olaylarından sonra kanalların tutumundan, sektörün çalışma şartlarından dem vurarak bir daha dizilerde oynamayacağını duyurdu. Durdu da sözünde. Şimdilerde salt sinema filmlerinde rol alıyor, müzikle uğraşıyor. Taze baba olduğu için bol bol ailesiyle vakit geçiriyor. Bu sezon komedi ağırlıklı filmlerle seyircinin karşısına çıkan Tanış, dizilerden elini eteğini çektiği günden beri resimle ilgileniyor. Aslında resim değil, minyatür. İki boyutlu, geleneksel motiflerin ön plana çıktığı çalışmalar. Kitapları okuyarak, deneysel bir yolla çizimler yapan oyuncu, Gezi özelinde son yıllarda yaşananları kalıcı kılıyor. Polislerin Gezi baskınını, çadırları yakışını, direnişçilerin protestolarını anlatan çalışmalarını iki yıl önce görmüştüm. Hatırladığım kadarıyla sarı, kahverengi tonları ağırlıkta, direnişçiler insanlığın doğuşu referansıyla üryan. Geleneksel motifler var. Tanış, minyatür dünyasının çok geniş olduğunu, bunu keşfetmek için okumalar ve çizimler yapmaya çalıştığını anlatıyor.

Güven Kıraç yüz buldu!

Güven Kıraç'ın resimle ilişkisini öğrenmek için ta çocukluğuna inmek gerekiyor. Kıraç, asker ressamlar kuşağının popüler isimlerinden Halil Paşa'nın uzaktan akrabası. Paşa'nın resimleriyle büyüyen oyuncu, geçtiğimiz yıl sohbet için bir araya geldiği ressam bir dostunun atölyesinde keşfetmiş yeteneğini. Tuvale yaptığı karalamalar olumlu tepki alınca atölyeden çıkmaz olmuş. Oyuncu bir yıla yakın süre üzerinde çalıştığı resimlerini geçtiğimiz yılın sonunda ‘Yüz Buldum' adlı sergiyle karşımıza çıkarmıştı. Hayatına girmiş, iz bırakmış veya hayal ürünü yüzleri soyutlayarak resmettiği çalışmaları yoğun ilgi gördü. Cem Yılmaz'dan Demet Evgar'a popüler yol arkadaşlarının ziyaretinin serginin daha fazla ön plana çıkmasında payı var. Kıraç, uzun hazırlıklar sonunda resim yapanlardan değil. İçinden geldiği gibi, kimi zaman çalakalem, bir tabloya bir daha dokunmadan çalışıyor. Resim kariyeri planlaması yok, çalışmalarını artırırsa resimle de konuşulan biri olacağı inancında.

Cüneyt Arkın çocukluğunun peşinde

Yeşilçam sinemasının yıldız isimlerinden Cüneyt Arkın, yeni Türkiye sinemasında çok fazla yer almıyor veyahut yer bulamıyor. Sinemayla beraber oyunculuğun da dili değişti ne de olsa. Eskisi gibi gününün 24 saati sette geçmediği, köy kasaba dolaşıp alkolün, uyuşturucunun zararları üzerine söyleşiler vermediği için bir hayli boş vakti var. Arkın, geniş vaktini şiir, hikâye yazıp, resim yaparak değerlendiriyor. Oyuncunun tuvalin karşısına geçtiği dönem 2000'li yılların başı. O günden beri düzenli olmasa da sıklıkla çalışmalarına devam ediyor. İşleri yağlıboya ağırlıklı. Köy evleri, tarlada çalışan işçiler, doğa manzarası öne çıkanlar... Anadolu insanını resmettiği birkaç tablosu da var. Hemen hepsi çocukluğunun geçtiği Eskişehir günlerinin yansıması. Arkın'ın kendine usta kabul ettiği bir isim yok. O da Güven Kıraç gibi içinden geldiği gibi çiziyor. Ancak onun gibi sürrealist değil, aksine olabildiğince gerçekçi. Son görüşmemizde resim mevzuu açıldığında ‘Ressamım iddiam yok, rahatlamak için çiziyorum.' demişti. Rahatlamak için daha iyi bir yol olabilir mi?

Nurgül Yeşilçay, Tuba Büyüküstün, Çiğdem Batur, Nur Fettahoğlu, Serkan Öztürk, Müjdat Gezen… Türkiye'de resimle yoğrulan oyuncu sayısını artırabiliriz, sayı fazla. Hepsinin tuvalle ilişkisi farklı. Kimi Gezen gibi gençlik yıllarında Burhan Uygur, Mehmet Güleryüz gibi ustalara yol arkadaşlığı yapmış, yıllar sonra açmış kişisel sergisini, kimi Çiğdem Batur gibi stresten arınmak için resim yapıyor. Ne diyordu Henri Rousseau, ‘Resim yapan ben değilim, elimi başka biri tutuyor.' Belki bir gün bizim elimizi de başka bir el tutar. Fena mı olur?

Giden Trenin Ardından

$
0
0

İstanbulluların 1955 yılında Sirkeci-Halkalı arasında başlayan banliyö tren yolculuğu, 2013 itibarıyla son buldu. Yenileme çalışmaları sebebiyle kapatılan tren hattı, yerini daha modern Marmaray projesine bıraktı. Arkasında ise yarım asırlık insan hikâyeleri…

Tren güzergâhında oturan mahalle sakinleri önce sevinçle karşılamış hattın kapatılmasını. Daha modern, daha konforlu bir görünüme dönüşecek olması umutlandırmış onları. Hattın yıllar boyunca nasıl bir iz bıraktığını ise istasyonlar sessizliğe gömülünce hissetmeye başlamışlar. Sürekli kullananlar için banliyö sadece bir ulaşım aracı değilmiş. Yaklaşık 50 yıl önce başlayan ilk seferinden bu yana bir kültür oluşturmuş İstanbul’da. Her gün aynı istasyonda, aynı saatte karşılaşan yolcular, her trene binişinde aynı koltuğa oturup, aynı gazeteyi okuyan fötr şapkalı amcalar, her tren gelişinde heyecanla sokağa fırlayan çocuklar, işyerine istasyonun ismini veren esnaf… Hepsi banliyö kültürünün bir parçası olmuş. ‘Özlüyor musunuz?’ diye sorduğumda her biri farklı hikâyeler anlatıyor. En fazla da trenin sesini ve istasyona gelip giden kalabalıkları özlüyorlar.

Yenileme çalışmaları başlayınca eski istasyonlar kapatılmış, bazıları ise yıkılmış. İstasyon alt geçitleri ise hâlâ kullanılıyor. Güzergâh üstündeki esnaf, eskisi gibi iş yapamıyor artık. Kıraathanelerin eski hareketliliği yok.

Şimdi ise daha modern tren hattıyla birlikte hat üzerinde yepyeni bir kültürün oluşacağı umudunu taşıyorlar.

Mercan Dede bu kez koltuk tasarladı

$
0
0

Sufi müziğin tanınmış ismi Mercan Dede, farklı bir projeye imza attı. Sanatçının geçmiş ile geleceği, Doğu ile Batı’yı buluşturduğu koltuk tasarımları, yarından itibaren havalimanlarındaki yerini alacak.

Görsel sanatlar ve müzik alanında Türkiye’nin dünyadaki önemli isimlerinden Mercan Dede (Arkın Ilıcalı), bu kez çok farklı bir projeyle karşımıza çıktı. Ünlü sanatçı, primeclass yolcu salonları ve kişiye özel hizmetlerle ayrıcalıklı bir havalimanı deneyimi sunan TAV İşletme Hizmetleri için özel koltuklar tasarladı. ‘Journey is the Destination’ (Yolculuk Gidilecek Yerin Kendisidir) serisi ile yolculuğun varılacak yerle paralel başlı başlına bir seyahat tecrübesi olduğuna dikkat çeken genç sanatçı, tasarımlarında geçmişle gelecek, Doğu ile Batı, eski ile yeni arasındaki köprüleri anlatıyor.

Mercan Dede’nin koltukları, İstanbul Atatürk Havalimanı İç Hatlar Terminali’ndeki Primeclass Yolcu Salonu’nda yarından itibaren sergilenmeye başlanacak. Bu özel tasarım 3 koltuk, sanatçının müzisyen kimliğinin yanında görsel sanatlar alanındaki projeleriyle son 25 yılda 3 milyon kilometreyi aşan ve 5 kıtayı kapsayan seyahatlerinden elde ettiği anılarının ve biriktirdiği nesnelerin yer aldığı evrensel bir yorum şeklinde değerlendiriliyor.

DOĞU İLE BATI BULUŞUYOR

Sufi müziğin Türkiye’deki en başarılı isimlerinden Mercan Dede’nin, 15. yüzyılda yaşamış Alman Ressam Albrecht Dürer’e saygı mahiyetindeki tasarımı, Dürer’in portresi ile sanatçının kendi portresini buluşturuyor. Eser, Doğu ile Batı’nın, eski ile yeninin, geçmişle geleceğin buluşmasını ve zamanın değişimini insanlık tarihi içinde kurguluyor. Sanatçının zamanı, mekandan bağımsız ama mekanı etkileyen bir kavram şeklinde algıladığı Fatıma’nın Eli ise zamanın en küçük birimi olan ‘an’ı, metal düzenek ve çarklarla sembolleştiriyor.

Stantta büyük ilgi toplayan New York isimli tasarım da sanatçının zaman kavramının gelir geçerliği üzerine kurulu. Çalışma, seyahat kavramının insanlık tarihindeki en önemli adımını atan Astronot Neil Armstrong’dan, tasavvuf etkisini içeren eski semazenlere, ney üfleyen, sema eden dervişlere kadar pek çok objeyle hayatın hem manevî; hem de fiziki boyutunu ifade ediyor. Mercan Dede bu eseri, Mevlânâ’nın Göç şiirine atfediyor.

RİGA’DA DA ÖZEL HİZMET

TAV İşletme Hizmetleri Genel Müdürü Bora İşbulan, primeclass markasıyla yurtiçi ve yurtdışında işlettikleri 30’dan fazla özel yolcu salonunda konuklara yolculuk öncesi konforlu zaman geçirme imkanı sunduklarını söylüyor. Riga Havalimanı’ndaki özel yolcu salonlarının işletmesini devraldıklarını hatırlatan İşbulan, Air France-KLM işbirliğinde Münih, Stuttgart ve Frankfurt havalimanlarındaki yolcu salonlarını da geçen yıl işletmeye başladıklarını dile getiriyor. İşbulan, Türkiye’nin uluslararası alandaki önemli sanatçılarından Mercan Dede’nin tasarımlarıyla, yakaladıkları başarıyı taçlandırdığını ifade ediyor.

18 HAVALİMANINDA ÖZEL HİZMET

TAV primeclass, sunduğu butik hizmetlerle yolculara ayrıcalıklı bir dünyanın kapılarını açıyor. Müşterilerine farklı imkanlar sunmak isteyen havayolu şirketleri, bankalar ve diğer kurumlar için Türkiye ve yurtdışındaki havalimanlarında çözüm üreten şirket, 7 ülkedeki 18 havalimanında 30’dan fazla genel ve özel yolcu salonunu işletiyor. Havalimanlarındaki bu özel yolcu salonlarında misafirlere açık büfe, internet bağlantısı, televizyon, günlük gazeteler, bilardo, eğlence alanları, çocuk odası, duş gibi hizmetler sunuluyor.

Yorgun pilot tehlikeli pilottur

Türk Havayolu Pilotları Derneği Başkanı Gürcan Mantı, 195 bin kişiden fazla istihdam sağlayan sektörde, her yıl 500 yeni pilota ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Artan rekabet ve işletmenin kârlılığı için yapılan yeni düzenlemelerin çalışma koşullarını zorlaştırdığına dikkat çeken Mantı, “Anketlere göre, 10 pilottan 9’u kendisini yorgun hissettiğini söylüyor. Ancak unutulmamalıdır ki yorgun pilot, tehlikeli pilottur.” dedi.

Lufthansa, Frankfurt’tan Bodrum’a uçacak

Alman Lufthansa Havayolları, 16 Mayıs’tan itibaren Frankfurt’tan Bodrum’a tarifeli seferlere başlıyor. Şirketin, Bodrum’a haftada bir düzenleyeceği uçuşlar, Frankfurt’tan cumartesi günü saat 13.35’te, Bodrum’dan ise saat 18.35’te gerçekleşecek. Bodrum’dan ortalama 3 saat 20 dakika sürecek yeni uçuşta A320 tipi uçaklar kullanılacak.

British, Bodrum ve Dalaman’a uçacak

İngiliz havayolu şirketi British Airways, Londra Gatwick Havalimanı’ndan Bodrum ve Dalaman Havalimanı’na uçuş başlattı. 22 Ekim’e kadar sürecek Bodrum-Londra seferleri, pazartesi ve perşembe olmak üzere haftada iki gün, Dalaman-Londra uçuşları ise pazartesi, çarşamba, perşembe ve cumartesi günleri olmak üzere haftada dört gün gerçekleştirilecek.

Beyazıt Meydanı’nda gözden düşen bir darbe hatırası

$
0
0

Beyazıt Meydanı’nda yıllar yılı bir hürriyet heykeli olarak bilinen Turan Emeksiz abidesi, darbe ile gelen hürriyetin gölgesinde unutulmaya mahkûm edildi.

İstanbul gazeteleri şehrin öğrenci olaylarıyla çalkalandığı 1960 senesi Nisan’ındaki bir cinayet haberini duyururken, kimsenin ölenlerden birinin birkaç hafta sonra “Hürriyet Kahramanı” ilan edileceğinden haberi yoktu.

28 Nisan günü Beyazıt Meydanı, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin protestolarıyla inliyordu. İktidar tarafından kurulan Tahkikat Komisyonu aleyhinde tepkiler önlenemez şekilde artmıştı. Derslere girmeyen üniversiteliler, attıkları sloganlarla meydanı inletiyordu. Olayları önlemek için örfi idare polisi devreye girdi. Güvenlik görevlileri, üniversitenin bahçesine girmiş ve yaşanan olayları ateş açarak bastırmak istemiş, elim cinayet işte bu hengamede vuku bulmuştu. Protestoculardan yirmi yaşındaki Orman Fakültesi talebesi Turan Emeksiz, açılan ateş sonucu hayatını kaybetti. Yönetime el konulmasından bir ay sonra Emeksiz’in ismi artık gazeteci Hasan Tahsin, Kubilay gibilerin arasında ‘Hürriyet Şehidi’ olarak anılıyordu. Milli Birlik Komitesi baskısı altındaki yurdun dört bir yanında Turan Emeksiz’in adını taşıyan açılışlar yapıldı. Önce öldüğü yere bir Türk bayrağı dikildi sonra memleketi Malatya’ya büstü yapıldı, ismi caddelere, vapurlara, ormanlara verildi. Öğrenciler hain bir kurşunla ölen Emeksiz’i öldüğü Marmara Sineması önünde yere çelenk bırakarak andı. Artık o, yeni askeri dönemin bir simgesiydi. Ölümünün üçüncü yıldönümünde heykeltıraş Semahat Acuner tarafından yapılan soyut bronz heykel tam da vurularak düştüğü yere dikildi.

Zaman geçer esamesi okunmaz

Ordu, bir hışımla ele aldığı ülke idaresine katı tedbirlerle yön verdi. Öğrenci olaylarının toplumun geneline tesir etmesi için sıkıyönetim kadroları Beyazıt Meydanı’nın ismini Hürriyet Meydanı olarak değiştirmişti. Aradan yıllar geçti. İdare tekrardan sivil hükümete devredilmiş ama asker bir gölge gibi durmaya devam etmişti. Bu sırada Turan Emeksiz’in hatırası sol fikrin mensupları arasında revaç bulmuş, adına şarkılar, şiirler söylenir olmuştu. Heykel, 60lı yıllar boyunca 6. Filo’nun denize dökülmesi gibi olaylarda sol görüşlü grupların toplanma noktası oldu. Nazım Hikmet, “Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü” şiirini Turan Emeksiz adına yazdı. Demir yumruğun hüküm sürdüğü senelerde bu şiir sık sık okunur oldu. “...İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda./ Bir ölü yatıyor/ ders kitabı bir elinde/ bir elinde başlamadan biten rüyası /bin dokuz yüz altmış yılı Nisan’ında/ İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda. Bir ölü yatıyor.”

Turan Emeksiz hadisesi, seneler sonra Meclis Araştırma Komisyonu’nda tetkik edilmiş ve onu öldüren kurşunun polisten değil başka bir yerden geldiği anlaşılmıştı. Suikasta kurban giden Emeksiz’in cebinde 2 adet sinema bileti bulunmuştu.

Bir kuytuda Hürriyet

Hürriyet Heykeli, heykeli 1985 senesine gelindiğinde belediye yönetimince mevcut yerinden alınarak tramvay yolu ile meydan kotunun arasındaki çimenliğe taşındı. Beyazıt Meydanı ismi de yıllar sonra iade edildi. Bir köşede geçenlerin dikkatini dahi çekmeyen Hürriyet Heykeli zaman zaman renkli boyaların hücumuna uğruyor.

Haftanın albümleri

$
0
0

Usta İzzet Altınmeşe'den türküler

İzzet Altınmeşe Türk halk müziğinin yaşayan efsanelerinden. Yıllardır türküleri aslını bozmadan yorumlayan ve en az yorumculuğu kadar duruşu ve mütevazı yaşantısı ile de müzikseverlerin beğenisini kazanan sanatçı, Usta isimli yeni albümünü yayınladı. İzzet Altınmeşe Usta'da adeta türkü nasıl yorumlanır dersi veriyor. Geçen yıllara rağmen sesinden ve yorumundan hiçbir şey kaybetmemiş sanatçı. Yazımı Kışa Çevirdin, Maden Dağı gibi türkülerin yanında bir reklam filminde nakaratını seslendirdiği Kesiyorum gibi sürprizler de var. Türkücü ile Türk halk müziği sanatçısı arasındaki farkı dinlemek isteyenlere...

Gelenekten geleceğe Musa Eroğlu

Gerek derlediği eserlerle gerekse kendi besteleriyle Türk halk müziğine büyük emek veren Musa Eroğlu için vefa olarak bir albüm hazırlandı. Aralarında Sibel Can, Kenan Doğulu, Candan Erçetin, Volkan Konak, Kardeş Türküler ve Kurtalan Ekspres gibi sanatçı ve grupların bulunduğu pek çok isim, Eroğlu için bir araya geldi. Sanatçılar Gelenekten Geleceğe Musa Eroğlu ile Bir Asır isimli albümde Eroğlu'nun türkülerini kendi tarzlarıyla yorumluyor. Sibel Can, Mihriban ve Telli Turnam'ı söylemiş. Kenan Doğulu ise Halil İbrahim'i söyleyerek, müzik kariyeri boyunca ilk kez bir türkü yorumlamış oldu.

Sarp Maden ile Bilinmez'e yolculuk

Sarp Maden ülkemizin en önemli caz sanatçılarından biri. Sürekli yeni arayışlar içinde olan sanatçının bestelerinde her daim yeni sürprizler karşılıyor dinleyenleri. Sanatçı yeni albümü Bilinmez'le karşımızda. Engin Recepoğulları, Ercüment Orkut, Alper Yılmaz ve Ercüment Orkut'un yer aldığı albümde Sarp Maden'in yedi bestesi bulunuyor. Yüksek enerjili parçaları heyecan verici sololarla yükselten müzisyenler, ağır parçalarda ise boşluklu ve nüanslı çalımlarıyla ustalıklarını gösteriyor. Özellikle caz ve enstrümantal müzik dinleyicileri için güzel bir deneyim olacak.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live