Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Yılda sadece 2 kez kırmızı et tüketiyorum

$
0
0

Harvard Üniversitesi Beslenme Bölüm Başkanı Prof. Dr. Walter Willett, sağlıklı beslenmede Akdeniz mutfağının çok önemli olduğunu söylüyor. Vitamin haplarının dengeli alınması gerektiğine işaret eden Willett, kahvaltılarda yumurta yerine kabuklu kuruyemişleri tercih ediyor.

Beslenme biliminde doğru bilinen yanlışları ortaya koymak ve sağlıklı yaşamı teşvik etmek amacıyla Sabri Ülker Vakfı'nca düzenlenen 3. Beslenme ve Sağlıklı Yaşam Zirvesi gerçekleştirildi. Zirveye Harvard Üniversitesi Beslenme bölümü başkanı olan, “Ye, İç ve Sağlıklı Ol” kitabıyla uzun süre çok satanlar listesinde kalan Prof. Walter Willett ve çocuk obezitesi konusunda uzman Prof. Barbara Rolls da katıldı. Beslenme konusunda uluslararası alanda en çok atıfta bulunulan beş bilim insanından biri olan Willett ile nasıl beslenmemiz gerektiğini konuştuk.

Herkes vitamin hapı kullanıyor. Bu alanda gizli bir teşvik de var. İlaç firmalarının bir oyunu mu yoksa sizce de gerekli mi?

Vitamin hapı besinin yerini tutamaz ama destekleyici olarak kullanılabilir. Bir gıda maddesi içerisinde çok fazla besin var. Vitamin hapı aldığınızda bunu karşılamanız mümkün değil. Esas olan dengeli beslenmedir ama günümüzde insanların çok fazla dengeli beslenme imkanı olmayabiliyor. Bu şartlarda vitamin haplarını destekleyici olarak görüyorum. Bunun ötesinde aşırıya kaçılmaması gerekli.

Yıllar önce sakın yemeyin denilen besinlerin şimdi önerilmesi karşısında nasıl tavır almalıyız? Mesela yumurta için kolesterolü artırıyor denilirken bir süre sonra her gün yenilmesi önerildi.

Haklısınız, yumurta gibi bir besin maddesine dair o dönemde uzun soluklu incelemeler yapılamadı. Günümüzde bunun böyle olmadığını biliyoruz ama yine de günde bir yumurtadan fazla yememek gerekiyor. Bana göre kahvaltıda yumurta yerine kolesterol düşürücü başka besinlerle beslenmek daha mantıklı. Mesela kabuklu kuruyemişleri yiyebiliriz.

Uzun süre çok satanlar listesinde yer alan “Ye, İç ve Sağlıklı Ol” kitabınızın sırrı nedir?

Daha fazla meyve ve sebze tüketmemiz. Uzun soluklu yapılan araştırmalar da sebze ve meyve yiyen insanların kilo alma oranının düşük olduğunu söylüyor. En sağlıklı beslenme şekli geleneksel Akdeniz beslenme şeklidir. Ama günümüzdeki Akdeniz mutfağı içinde çok fazla et var. Geleneksel Akdeniz mutfağını öneriyorum.

Günümüzde iklim kuşağını gözetmeksizin, mesela Ortadoğu'daki

bir ülke ile Kuzey Avrupa'nın sağlıklı diye ısrarla ‘avokado’ yemesi mantıklı mı?

Eskiden insanlar çok kısıtlıydı. Mesela Finlandiya'daki birisi yerel olarak beslenmek zorundaydı. Orada hayvancılık çok geliştiği için süt, süt ürünleri ve et çok fazla tüketiyordu. Akdeniz tarzı beslenmeyi gerçekleştirmesi mümkün değildi. Araştırmalara baktığımızda o zamanlar oradaki insanların ortalama ömrünün Akdeniz insanına göre çok düşük olduğunu görüyoruz. Beslenme alışkanlıklarıyla da ilişkisi var ama soğuk havanın da kalp krizini artırdığı biliniyor. Günümüzde ise kuzeydeki soğuk bölgeler de zeytinyağına ulaşabiliyor. Türkiye'de veya Akdeniz mutfağında insanların çok çeşitli şeyler tüketme alışkanlığı olduğunu görüyorum. Ama Asya veya Hint mutfağında çok fazla beyaz pirinç ya da aşırı tuzlu şeyler tüketiliyor, insanlar tek çeşide yöneliyor. Demek istediğim Asya kıtasında da Akdeniz kuşağında olan faydalı besinlerle eşdeğer elementleri taşıyanların bilinip Asya'da yetişen eşit değerdeki besinlerin tüketilmesi. Asya mutfağına gittiğimizde besin değerlerinden haberdarsak, neyi seçeceğimizi bilerek dengeli beslenmek mümkün.

Peki bize kendi yeme alışkanlıklarınızdan bahsedebilir misiniz?

Ben insanlara sağlıklı, sebze-meyve ağırlıklı beslenmelerini öneriyorum. Tam işlenmemiş kuru meyve hububat ağırlıklı beslenmelerini öneriyorum. Kahve, kalp krizi oranını azaltır. Bilimsel araştırmalara göre intihar oranını bile azaltıyor, insanın kendini daha iyi hissetmesini sağlıyor. Yılda sadece 2 kez kırmızı et tüketiyorum. Ama haftada birkaç kez balık ve sıklıkla tavuk tüketiyorum.

Keşke Hollywood yıldızları filmlerde brokoli yese

ABD'de “Volümetriks” (Az kalori alımı ile daha doygun hissetme) adıyla geliştirdiği diyetle isminden söz ettiren Pensilvanya Üniversitesi'nden Prof. Barbara Rolls, aşırı kilo ile mücadelede çocukluktan itibaren eğitimin önemine değiniyor. Uzmanlık alanı çocuk obezitesi olan profesör, Amerika'da her yerde olmasa da özellikle gelir düzeyi yüksek bölgelerde çocuklara bu eğitimin verildiğini söylüyor. Hükümetin bu konuda politikaları olsa da yeteri kadar fon ayrılmadığını ifade eden Rolls, “Gerekli adımlar atılmazsa çocukların nasıl şişmanladığını hepimiz göreceğiz.” diyor. Rolls, bütün dünyada fast food'a yönelen çocuklara geleneksel Akdeniz mutfağını sevdirmenin yollarının bulunması gerektiğini söylüyor. Çocukların sadece yeme alışkanlığı dolayısıyla obeziteye yakalanmadığına dikkat çeken Rolls, “Bu durum anne karnında başlıyor. Çocuğun biyolojik yapısı da etkili. Ve sosyolojik etkenler de var. Aile bağları ortadan kalktı. Birlikte bir odada yemek yeme alışkanlığı bitti. Çocuk televizyonun karşısında tek başına yemek yiyor. Bütün bu döngü çocukları şişmanlatıcı etkiye sahip.” diyor. Bu noktada annenin hamilelik sırasında ne yediğinin önemini soruyoruz, şöyle cevap veriyor Rolls: “Anne adayının ne yediği çocuğun genlerini dolaylı olarak da olsa etkiliyor. Örneğin anne hamileliğinde çok fazla havuç yerse çocuk daha fazla havuca yöneliyor. Yani havuç ve benzeri tattaki yiyecekler çocuğun ağız tadına uygun hale geliyor. Damak tadını değiştiriyor. Bu çok yeni bir bilimsel alan, biz de bunun üzerine heyecanla çalışıyoruz.”

Çizgi filmlerdeki karakterin, oyuncakların beslenme alışkanlıkları üzerindeki etkisi olup olmadığını sorusuna ise Rolls, şunları söylüyor: “Keşke film endüstrisi bu farkındalığa ulaşsa ama onlar sadece kendilerini destekleyen firmalara ve bu firmaların verdiği reklam gelirlerine göre ürün yerleştirme yapıyorlar. Hollywood yıldızlarının daha çok brokoli yediğini görsek muhteşem olurdu.”

Kendisinin de 6 torunu olan profesör, “Amerika'da çocuklarda genel olarak sebze yemenin iyi bir şey olmadığına dair bir algı var. Ben 6 torunuma sebze yemeğini sevdirmeyi başarmakta zorlanıyorum.” diyor. Çocukları hazır besinlerden uzaklaştırmanın çok zor olduğunu söyleyen profesör, anne-babaların kendi yöntemlerini bulup çocuklar için sebze ağırlıklı beslenmeyi daha sevimli hale getirmeleri gerektiğini ifade ediyor. Rolls'tan Türkiye'deki beslenme alışkanlıklarını değerlendirmesini istiyoruz. “Sebze ve meyve tüketimine bakınca beslenme alışkanlığının Türkiye'de hiç kötü olmadığını görüyorum.” diyerek cevap veriyor.


Basketbolda Avrupa’nın en büyüğü kim olacak?

$
0
0

Euroleague’in bitmesine ramak kaldı. İki maçın ardından tüm sene uğruna verilen şampiyonluk mücadelesi son bulacak. 15-17 Mayıs tarihleri arasında Madrid’in ev sahipliği yapacağı dörtlü final, her sonuca açık. Biz de finalistleri yakından tanıyalım istedik.

Euroleague’de bu hafta Final Four heyecanı yaşanacak. Fenerbahçe Ülker, CSKA Moskova, Olympiakos ve Real Madrid Avrupa'nın en büyüğü olmak için mücadele edecek. Önümüzdeki hafta İspanya'nın başkenti Madrid'de düzenlenecek Euroleague dörtlü finalde; takımlar tüm kozlarını parkede paylaşacaklar. Yarı finalin startı 15 Mayıs saat 19.00'da Rus temsilcisi CSKA Moskova ile Yunan ekolü Olympiakos maçı ile verilecek. Kazanan, finalde ev sahibi Real Madrid ile tarihinde ilk kez Final Four'a kalan Fenerbahçe Ülker maçının galibi ile 17 Mayıs saat 21.00'de Barclaycard Center'da karşılaşacak… Böylelikle 15 Ekim 2014 tarihinde Laboral Kutxa Vitoria ile Neptunas Klaipeda arasında oynanan maçla başlayan THY Euroleague'de 2014-2015 sezonu Madrid'de Final Four organizasyonu ile son bulacak.

202 ülkeden canlı olarak yayınlanacak olan Euroleague Final Four'u 500'den fazla akredite gazeteci takip edecek. 13 bin seyirci kapasiteye sahip Barclaycard Center'da tarihe tanıklık edecek basketbolseverler, 800 doları gözden çıkarmak zorunda. Parkeye en yakın oturmak isteyenlerin cebinden çıkacak meblağ yaklaşık 3 bin dolar. 1998 yılından itibaren dörtlü final formatında oynanan Euroleague kupasını 12 ülkeden 17 farklı takım kaldırdı. Turnuvanın son şampiyonu ise Maccabi Tel Aviv. 2002'den bu yana ev sahibi ülkeler Final Four'a 7 kere takım göndermeyi başarmış. Bunların 4'ü finale kalmayı başarıp 3'ü ise şampiyonluğa ulaşmış. Bu sezon 7 olan katılma sayısı 8 oldu. Umalım ki 4 rakamı aynı şekilde kalsın. Biz de yaklaşan Final Four öncesi takımları ve MVP (Most Valuable Player) adaylarını mercek altına aldık.

Tarihte bir ilk…

Sırp koç Željko Obradović yönetimindeki Fenerbahçe'nin final yolunda geçmesi gereken rakibi 8 kez kupayı müzesine götüren ev sahibi Real Madrid. Fenerbahçe Ülker tarihinde ilk kez Final Four heyecanı yaşarken, bu heyecanı 2000 yılında ilk kez Anadolu Efes yaşatmıştı Türkiye'ye. Öte yandan, Euroleague tarihinin en başarılı koçu olarak gösterilen Zeliko Obradovic ise dokuzuncu kupasını Fenerbahçe Ülker ile almayı hedefliyor. Gruplarda 10 maçta 18 puan toplayan Fenerbahçe Ülker, Barcelona Regal'in ardından ikinci olarak Top 16'ya kalır. Yine CSKA Moskova'nın ardından ikinci sırayı elde eden Sarı-Lacivertlilerin çeyrek finaldeki rakibi ise geçen senenin şampiyonu Maccabi Electra olur. İlk maçın ilk yarısı hariç rakibine hiç göz açtırmayan temsilcimiz, rakibini iki ev bir deplasman galibiyeti ile 3-0 yener ve yenilgisiz Madrid vizesini alan tek takım olur. Euroleague'de toplamda 164 bin 459 seyirci ile bu alanda birinci olan Fenerbahçe Ülker, parkeyi rakiplerine adeta dar etti. Sarı-Lacivertlilerin en büyük kozları ise bu sezon Euroleague'de 16,4 sayı ortalaması ile Andrew Goudelock, otoriteler tarafından Avrupa'nın en yetenekli 3 oyuncusundan biri olarak gösterilen Nemanja Bjelıca ve Euroleague'de senenin en iyi genç oyuncusu ödülüne verilen “Yükselen Yıldız Ödülü”nü alan 22 yaşındaki Bogdan Bogdanovic… 27 maça çıkan ve bu maçların 25'inde ilk beşte yer alan Sırp oyuncu, 10,7 sayı, 2,9 ribaund, 2,7 asist 0,8 top çalma ve 0,3 blok ortalamaları ile oynadı. Temsilcimizin göze çarpan en büyük handikabı ise tecrübesizlik.

Real Madrid, misafirlerini nasıl ağırlayacak?

Basketbol şöleninin adresi İspanya'nın başkenti Madrid. Bu da Real Madrid'in ev sahipliği anlamına geliyor. Euroleague'de İspanya'yı 5 takım temsil ediyor. Bunlardan biri olan ve A Grubu'nda sezona başlayan Real Madrid, 8 galibiyet 2 mağlubiyetle ilk sırada tamamadı grubu. FC Barcelona Regal, Maccabi Electra Tel Aviv, Panathinaikos, Galatasaray Liv Hospital gibi ekiplerin yer aldığı Top 16'da da grup birinciliğini kimseye kaptırmayan Eflatun-Beyazlılar, çeyrek finalin dördüncü karşılaşmasında temsilcimiz Anadolu Efes'i deplasmanda 76-63 yenerek seriyi 3-1 önde bitirerek adını Final Four'a yazdırdı. 3 sezon önce bütün bu olumsuzluklara rağmen antrenör Pablo Laso ile olan sözleşmesini uzatan Real Madrid'in verdiği kararın doğruluğu yıllar sonra anlaşılıyordu. 2012-2013, 2013-2014 sezonlarında İspanya ACB Ligi'nde şampiyonluğu elde ederken, son iki Euroleague'de finalde şampiyonluğu kaybetti. Final Four'un favorisi gösterilen İspanyol ekibinin kadrosunda; şubat ayının MVP'si seçilen Rudy Fernandez, Sergio Llull, Sergio Rodriguez, Felipe Reyes gibi Avrupa'nın önemli oyuncuları yer alıyor. Maçlarını Pab.Dep. Comunidad de Madrid'de oynayan Real Madrid, 1964, 1965, 1967, 1974, 1978, 1980 ve 1995 yıllarında Avrupa'nın en büyüğü olmuştu.

28 maçta 25 galibiyet

Euroleague'de iki sezon önce şampiyonluğun en büyük favorisi olarak gösterilen CSKA Moskova, finalde Olympiakos'a 62-61'lik skorla yenilir. Bu mağlubiyetin şokunu hemen üzerinden atamayan Rus temsilcisi, son iki sezonda Final Four'a kalır ancak yarı finalde elenir. Litvanyalı Jonas Kazlauskas'ın görevine son verilmesinin ardından antrenörlük koltuğuna organizasyona büyük başarılar yaşatan Ettore Messina getirilir. Ancak Messina'dan da istediği verimi alamayan Rus ekibi, 2014 yazında tanıdık bir isimle Banvit'in eski antrenörü Yunan Dimitrios Itoudis ile anlaşır. Itoudis, yeni sezona Nenad Krstic, Jeremy Pargo, Vladimir Micov gibi oyuncuları göndererek başlar. Eski yıldızı Andrei Kirilenko, Nando De Colo gibi oyuncuları kadroya dahil edilir. Önemli oyunculardan kurulu kadrosuyla şampiyonluğa ulaşamayan CSKA Moskova, buna karşın yine Avrupa'nın en iddialı kadrolarından birine sahip. Verimlilik puanında, Avrupa'nın 164 puanla ilk sırasındalar. Euroleague Final Four'una gelene kadar 28 maça çıkan Rus ekibi, üst üste 15 galibiyet aldı. Play-offt'ta Olympiakos ve Fenerbahçe Ülker'e kaybeden ve çeyrek finalde Panathinaikos'a karşı bir kez yenilen CSKA Moskova 25 galibiyet ile en iyi galibiyet yüzdesiyle Madrid biletini cebine koydu. Ayrıca Final Four'da yer alan takımlar arasında 87,8 ile sayı ortalaması ile rakip potalara en fazla sayı bırakan ekip. 91 yıllık tarihe sahip olan CSKA Moskova, Avrupa'da 6 şampiyonluk yaşadı. Play-off'un en iyi savunmacısı olarak gösterilen Andrei Kirilenko, Euroleague'de yılın savunmacısı ödülüne layık görülen 28 yaşındaki Amerikalı Bryant Dunston ve Sırpların yıldızı Milos Teodosic CSKA'nın kadrosunda ilk göze çarpan isimler…

Son üç yılda iki şampiyonluk...

2012 ve 2013 yıllarının Turkish Airlines Euroleague şampiyonu Olympiakos. Yunanistan'da yaşanan ekonomik kriz yüzünden eski antrenör Dusan Ivkovic dahil olmak üzere birçok oyuncu, kontrat yenilemedi. Ancak bu süreçte Avrupa'nın en önemli oyuncularından biri olarak gösterilen Vassilis Spanoulis'in takımda kalması en önemli avantajları. Bu sezon Euroleague'de oynadığı maçlarda yedi mağlubiyet aldı Olimpiakos. Final Four'a kalan takımlar içinde hiçbiri onlar kadar mağlup olmadı. 4 takım arasında en az Index puanı da 83,2 ile Olipmpiakos'a ait. Ancak Yunan ekibinin en önemli özelliği mücadeleci kimlikleri. Nisan ayının oyuncusu seçilen Yunan Georgios Printezis, takımın en önemli oyuncularından biri. Çeyrek finalde Barcelona Regal karşısında attığı son saniye üçlüğü ile takımının Madrid vizesi almasını sağlamıştı. İlk maçı çıkardığımızda Printezis’in 16 sayı, 6 asist ortalaması var. Takımın 7 numarasını terleten Spanoulis ise Olympiakos'un tek üst düzey hücumcusu. Takımın İyi şutörleri, tamamlayıcıları muhakkak ki var ancak ikinci bir elit hücum silahına sahip değil.

Spielberg’in oyuncak dünyası Türkiye’de

$
0
0

Bugüne kadar ‘Shrek’, ‘Madagaskar’ ve ‘Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?’ gibi 20 animasyon filmini yapan yönetmen Steven Spielberg’in kurduğu Dreamworks, Türkiye’de 400 milyon Euro’ya ulaşan lisanslı ürün pazarında bizzat işin başında olmak için İstanbul’da ofis açtı.

Bir animasyon filminin maliyetini kontrol edebilmek, sinema filminin maliyetini kontrol etmekten daha zor. Çoğu zaman bilgisayar destekli özel efektler bir filmin bütçesinin yarısını oluşturur. Animasyon filmlerinde bu maliyetten kaçmanın imkânı yok. Ortalama maliyeti 100 milyon doların üzerine çıkan animasyonlarda 200 milyon doların altında gişe geliri zarar anlamına geliyor. Haliyle 3-5 yıl süren yapım süreci sonunda pazarlama yoluyla gelecek tüm gelirler en ince ayrıntısına kadar hesaplanıyor. Oyuncak, kırtasiye gibi yan ürünlerden gişenin yüzde 10’unun üzerinde gelir elde etmek hayati değer taşıyor. Bugüne kadar Shrek, Madagaskar ve Ejderhanı Nasıl Eğitirsin? gibi 20 animasyon filmini yapan ünlü yönetmen Steven Spielberg’in kurduğu Dreamworks, Türkiye’de 400 milyon Euro’ya ulaşan lisanslı ürün pazarında bizzat işin başında olmak için İstanbul’da ofis açtı.

Dreamworks Türkiye Ülke Müdürü Özlem Civelek, şirketin bu kararında Türkiye’nin Avrupa’ya göre çok dinamik bir nüfusa sahip olmasının etkili olduğunu söylüyor. Civelek, şirketin hedeflerini şöyle anlatıyor: “Lisanslı ürün sektöründe büyük bir potansiyel var. Dünyanın önde gelen firmaları Türkiye’de temsil ediliyor. Dreamworks hem bu pazarı büyütmek hem de perakende sektörüne canlılık getirmek istiyor. 2016 sonunda lisanslı ürün pazarında payımızın yüzde 25’e ulaşacağını hedefliyoruz.”

Lisanslı ürün işinde büyük oranda animasyon ve sinema filmleri etkili. Mevcut çizgi film karakterleri sayesinde içerik sorunu yaşamayan Dreamworks, 2016 Mart’ında vizyona girecek Kung Fu Panda 3 ve 2016 bitmeden sinemalarda oynayacak Trolls animasyonlarından da umutlu. Şirket, tezgâhın başına geçmenin faydalarını şimdiden görmeye başlamış. Geçen ay kırtasiye ve çanta sektöründe ilk lisans anlaşmasına imza atmış. Ayrıca küreselde oyuncak devleri Hasbro, Mattel ve Spinmaster ile yaptığı işbirliklerinin yerli üretici ve yapımcılar için avantaj sağladığını düşünüyor.

HOLLYWOOD’UN DEV ŞİRKETLERİNDEN

Hollywood’un en büyük yapım şirketlerinden Dreamworks, Avrupa pazarında yatırımlarını acente olarak seçtiği Planeta Junior ile yapıyor. 1949’da İspanya’da kurulan Planeta Junior, daha sonra İtalyanlarla ortak olmuş ve Dreamworks’un Avrupa operasyonlarını takip ediyor. Türkiye’de de işbaşında olacak. Şirket, 2004’te İtalya’da ofis açarak başlattığı dışa açılımını Fransa, Yunanistan ve Varşova’ya giderek yapmış. Şimdi de Türkiye’ye gelen şirket yetkilileri, Akdeniz’e komşu ülkeler coğrafyasında büyümelerini İstanbul ofisiyle tamamladı.

En büyük hasılat Shrek 2’den

Şirketin tam adı Dreamworks SKG Studios. Kurucu ortaklarının baş harfleri. Steven Spielberg, Jeffrey Katzenberg ve David Geffen. 30 milyon dolar sermayeyle 1994’te kurulan şirket, 2006’da yaşadığı mali krizden bir diğer dev yapımcı Paramount ile 1,6 milyar dolarlık bir ortaklık anlaşması yaparak kurtulmuş. Dreamworks adıyla 62 film yapan şirket en büyük geliri 2004’te vizyona giren Shrek’in ikinci devam filminden yaptı. 150 milyon dolara mal olan animasyon tüm dünyada 919 milyon dolar gişe yaptı. 130 milyon dolara yapılan Kung Fu Panda 631, 150 milyon dolar harcanan devam filmi ise 665 milyon dolar gelir getirdi. Tüm zamanların en yüksek gişe yapan 20 animasyon filmi listesinde 8 Dreamworks yapımı yer alıyor. Şirketin, gelirini gişe hasılatıyla sınırlandırmak istemediğini söylemekte fayda var. TV çizgi dizileri de bunlardan biri.

8 adımda hasılat rekortmeni bir filmin bütçesi

Senaryo: Bestseller bir kitap hakkı satın almak 500 bin dolar ile 2 milyon dolar arasında değişir. Bunun senaryoya dönüşmesi için de bir o kadar bütçe ayrılır.

Yönetmen: 10 milyon doları gözden çıkarmalı, gelirden pay vermeyi de vaat etmelisiniz.

Yapımcı: Filme ayrılan parayı istediği gibi harcamaya hakkı olan kişi. Sektörde 5 milyon dolar gibi örnekler var.

Oyuncu: Filmi beklenen oyuncu 10 ile 20 milyon dolar arasında garanti alır. Tom Cruise gibi isimlerin maliyeti 75 milyon doları bulur.

Yapım maliyeti: 500 bin dolara tamamlanabileceği gibi 50 milyon dolar da harcanabilir.

Görsel efektler: Bilgisayar destekli efekt kullanmadan bir filmi ne kadara yapabiliyorsanız bunu bol efektli hale getirmek için bütçeyi ikiyle çarpın.

Müzik: Oyuncu, yönetmen, yapımcı ve efektlere 100 milyondan fazla harcayınca meşhur bir şarkıya 1 milyon dolar ödemek rahatsızlık vermeyecektir.

Pazarlama: Sadece bir örnekle pazarlamanın önemini anlamaya çalışalım. James Cameron’un 2,8 milyar dolarla tüm zamanların gişe rekortmeni Avatar filmi için 200 milyon dolar, yapımı için 200 milyon dolar harcadığı, bundan fazlasını da pazarlama faaliyetleri için bütçeye koyduğu söyleniyor.

Bayrama kadar bilete zam yok!

$
0
0

Ocakta 50 doların altına gerileyen petrol fiyatları, şimdilerde 70 dolara dayandı. Bu endişe verici duruma rağmen havayolu şirketlerinden ‘zorunlu da olsa’ müjdeli bir haber geldi.

Petrol ve dolardaki artışın yanı sıra yolcu sayısındaki düşüş nedeniyle kış döneminde zor günler yaşayan havayolu şirketleri, Ramazan Bayramı’na kadar bilet ücretlerine zam yapmama kararı aldı.

Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme eski Bakanı Lütfi Elvan’a, ‘309 TL’lik tavan fiyatın üzerine çıkmama sözü verdiklerini’ hatırlatan şirket yöneticileri, Bakan’ın görevden ayrılmasına rağmen bu sözün tutulacağını ve temmuzun ortasına kadar zamlı tarifeye geçilmeyeceğini ifade ediyor.

İç hat bilet fiyatlarının artması üzerine geçen haziranda havayolu şirket yetkilileri ile bir araya gelen eski Bakan Elvan, şirketlerin 309 TL’lik tavan fiyatı kabul edip uyguladıklarını söylemişti. Yılbaşından sonra petrol fiyatlarının düşmesi üzerine yetkililerle yeniden bir araya gelen Elvan, bilet ücretlerinin biraz daha aşağı çekilmesini istemişti. Ancak görüşmelerde, iç hat bilet fiyatının düşük seviyede seyrettiğini dile getiren yöneticiler, 309 TL’nin üzerinde satış yapmayacakları yönünde bir kez daha söz vermişti.

KAMPANYALARI TAKİP EDİN

Bakan Elvan görevden ayrıldı diye sözlerinden dönmeyeceklerini ifade eden Pegasus Havayolları Genel Müdürü Sertaç Haybat, bugüne kadar zam yapmadıklarından bilet ücretlerinde yaklaşık 10 TL’lik gerileme yaşandığını söylüyor. Haybat, bayram sonrası düşük bilet fiyatıyla seyahat yapmak isteyenlere şimdiden bilet almaları tavsiyesinde bulunuyor.

Atlasglobal Havayolları Genel Müdürü Orhan Coşkun da Ramazan’daki yolcu sayısında yüzde 30 oranında düşüş gerçekleştiğine dikkat çekerek, şirketlerin bu dönemdeki kayıplarını karşılamak amacıyla bayram haftasından itibaren bilet fiyatlarını artırdığını belirtiyor. Bu yüzden 13 Temmuz’dan itibaren fiyatlarda artış yaşanacağını dile getiren Coşkun, yüksek fiyatlarla seyahat yapmak istemeyenlerin şimdiden uçuş programını planlayarak biletini almasını tavsiye ediyor.

Havayolu şirketleri, kış sezonunda düşük fiyattan seyahat imkanı sunsa da, yolcu sayısını artırmak amacıyla yaz-kış demeden kampanyaları ihmal etmiyor. Eğer kampanyaları kaçırmak istemiyorsanız, şirketlerin web sitelerinin yanı sıra sosyal medyadan yapılan duyuruları sıkı takibe alın. Daha sonra da, vakit geçirmeden rezervasyon yaptırın ve biletinizi satın alın. Ayrıca bilet satış acenteleri de, size alternatif uçuşlar sunacaktır.

Emirates’ten ücretsiz Wi-Fi hizmeti

Emirates Havayolları, filosundaki ücretsiz Wi-Fi hizmeti sunduğu uçak sayısını 106’ya çıkardı. Şubat başındaki yazılım güncelleştirmeleri ile hizmetin kullanımında ise yüzde 25 oranında artış yaşandı. Şirket, Wi-Fi bağlantısı sağlayan sistemleri yüklemek ve işletmek amacıyla her yıl 20 milyon dolardan fazla yatırım gerçekleştiriyor.

Atlasglobal Paris’e uçacak

Atlasglobal Havayolları, 10 Temmuz’dan itibaren Paris uçuşlarına başlıyor. Haftanın her günü Atatürk Havalimanı’ndan Paris Charles de Gaulle Havalimanı’na gerçekleşecek uçuşlar, İstanbul’dan saat 13.25, Paris’ten saat 17.10’da düzenlenecek. Adana, Antalya, Bodrum, İzmir ve Gaziantep’ten de uygun bekleme süreleri ile İstanbul bağlantılı Paris’e rahatça seyahat edebilecek yolcular, uçan şeflerin hazırladığı özel ikramlar eşliğinde seyahatin keyfini çıkaracak.

Sözlü tacize bin lira ceza!

Kabin ekibine sözlü tacizde bulunan bir yolcuya, bin lira para cezası kesildi. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, uçuşta sözle tacizde bulunan ve talimatları yerine getirmeyen yolcuya, bin lira ceza uygulandığını açıkladı.

Yana Yakıla derdimi anlatıyorum

$
0
0

Oyuncu Tuna Orhan, sürpriz yaptı ‘Yana Yakıla’ albümüyle karşımıza çıktı. Orhan, “Kendime gitaristim diyemem, o ayrı bir iş. Enstrümancı, virtüöz olmak haddim değil. İyi çalarım ama gitarcıyım dersem müzisyen arkadaşlara ayıp olur.” diyor.

Yeni filmle beklerken albümle çıkıp geldiniz. Nedir Yana Yakıla’nın hikâyesi?

Bana da sürpriz oldu. Yana Yakıla birebir yaşadığım bir hikâyeyi anlatıyor. İnsanların aşklarına tercüman olacak kendimle alakalı şeyler. Parçaların bir kısmı gerçek, bir kısmı hayallerle süslenmiş. Sanat yapıyorsan kendi özelini anlatırken öyle kelimeler kullanmalısın ki dinleyen de kendinden bir şey bulsun. Sözü yazar, duyguyu anlatırken dikkat ediyorsun. Duygular her ne kadar içinizden çıksa da başkasının da empati kurmasını sağlayacak cümleler ve durumlar oluşturmalısın. Bunu yapmaya çalıştım.

Antidepresan parçası Gezi olaylarını hatırlatıyor. Nasıl karşılanır?

Gırgır bir parça oldu. Gezi olayları yokken sözlerini yazmaya başlamıştım. Haberleri izliyorum, magazin programları gibi az sonralarla bitiyor. İnternetten bilgi alayım diyorsun, internetin kapanıyor. Ot olsam yaşamam için gübreye, suya ihtiyacım var. Belediyeler ‘çimlere basmayın’ tabelası koyuyor, nereye basayım? Hep betonda mı gezeceğim? Çimlere basma diyorsunuz ama tepemde tepişiyorsunuz. Bu zoruma gidiyor. Öyle başlayan bir şarkıydı. Kendi içimdeki isyanı anlattım. Öyle zannediyorum ki toplumun birçok kesimi de bu sıkıntıları paylaşacaktır.

Söz ve müzikler size ait. Yazıyla aranız bu kadar iyi miydi?

Sadece şarkı sözü yazabiliyorum. Özgeçmişi anlatan bir yazıyı bile çok zor yazıyorum, öyle bir becerim yok. Yazabilsem senaryo yazmak isterim ama olmuyor.

Şiir yazma deneyimleriniz oldu mu?

Şiir yazmıyorum, o başka bir şey. Şiirlerin şarkı sözü olarak kullanılmasını doğru bulmuyorum. Gitara yeni başladığım, biraz isyankâr ruhlu bir genç olduğum lise döneminde Nazım Hikmet’ten beste yapmaya başladım. ‘Hepsini yapacağım arkadaş’ durumundaydım. Bir şairin sözünü kesip biçip şarkı sözüne çeviriyoruz. Bu eser sahibine haksızlık, şiirini niye parçana alet etmeye çalışıyorsun, dedim. ‘Yiyorsa sözünü kendin yaz’la başlayan bir süreçle bugünlere geldik.

Size bu konularda öncülük eden biri oldu mu?

Söz yazma konusunda yok. Mustafa (Uğurlu) dayım bağlama çalardı, ona özenip başladım. Sonra biri elime gitar tutuşturdu, tiyatro oyununda çalmam gerekiyordu. Gitarı öğrenince armoni daha ağır basmaya başladı. Bu durum gitarla devam etti. Ödünç bir gitarla başladı her şey.

Kimin gitarı, ne zaman?

16 yaşında Datça’dan bir teklif geldi, yarı profesyonel müzisyen arıyorlarmış. Benim de bildiğim 20 şarkı vardı, kabul ettim. Öğrenci için iyi bir teklifti, para kazanabilirdim ama gitarım yoktu. Bir arkadaşım sağ olsun gitarını verdi, öyle gittik. Sonra can sıkıntısından gündüzleri çalışarak, metot kitaplarına bakarak ilerlemeye çalıştım. Hâlâ kendime gitaristim diyemem, o ayrı bir iş. Enstrümancı, virtüöz olmak haddim değil. İyi çalarım ama gitarcıyım dersem müzisyen arkadaşlara ayıp olur.

Bugüne kadar müzisyen yönünüzü neden görmedik?

Oyunculuğumla ön plandayım. İnsanların haberinin olmaması doğal. Müzisyenliğim tescillidir, 30 yıldır oyun müziği yapıyorum. Tiyatro kapalı devre bir durum olduğu için dışarıda gezen birinin bunu biliyor olması zor.

Bu yönünüzü nasıl diri tuttunuz bugüne kadar?

Konservatuvarda öğrenciyken barlarda gitar çaldım, o şekilde para kazandım. Sonra 15 sene kadar Devlet Tiyatrosu maceram oldu, o dönem şartlardan dolayı böyle bir şey yapmadım. İstifa ettim, İstanbul’a yerleştim, birkaç sene önce yine başladım. Yazın Bodrum’da çaldım, İstanbul’a bir mekânda sahne aldım. Yine kestim. Albümün olmadan şarkı söylediğinde insanlar klasik eğlence havasına girebiliyor. Ben de o tarzı sevmiyorum. Daha dinleti tarzı olsun, albüm çıksın ki ağırlıklı olarak kendi şarkılarımı söyleyeyim. Yakında yine başlarım, konserler olacaktır.

Yapımcıların para istemesi mantıksız

Müziği derdinizi anlatmak için kullandığınızı söylemiştiniz...

Yazlık bir parça koyalım kafasında değilim. Tatil köyü müyüm ben? Tutsun, insanlar kumsalda dinlesin falan filan. Kendi derdimi anlatıyorum ben. Aşk yaza, kışa bakmıyor. Ne gecesi var, ne gündüzü.

Yaş 49. Bugüne kadar neden beklediniz?

Hiçbir yapımcı ciddiye almadı. Defalarca gittim. Şu an doluyuz falan derken kırk dereden su getirdiler. Tamam yapmıyorum, internete koyacağım oradan yayınlayacağım, dedim en son. Dinleyip beğeniyorsun, albüm yapmaya gelince benden para istiyorsun. Öyle şey mi olur? Şarkı sözünü yazan, yorumlayan, söyleyen benim, üstüne sana para vereceğim. Hiç adil değil. İlhan Şeşen’e telefon açtım bir gün, aynı zamanda avukatlık yapıyor. ‘Bir sözleşme var, okur musun?’ dedim. O da seni en doğru adrese yönlendireceğim, dedi. Beni prodüktörüm ve editörüm Erdem Uyanık ile tanıştırdı, o da ‘Parçalar senin, niye para veriyorsun?’ dedi. Onunla iyi anlaştık ve şirketinden albümü çıkardık. Özellikle 49 yaşıma kadar bekleme niyetim yoktu. Böyle denk geldi. 10 sene önce albüm çıksaydı, başka bir modaya kaptırabilirdim kendimi. Keşkem yok.

Bir grup oluşturma fikri olmadı mı hiç?

Yok. Çekirdek bir orkestra olsun istiyorum, 6-7 kişilik. Sahneye çıkıp nasıl çalacaksak, albümü de öyle yaptık. Alta 20 keman döşemedik.

Elveda Rumeli’de düet yapmıştınız. Düet olabilirdi…

Yüksek Giriş adlı dizide de Hüsnü Şenlendirici ile düet yapmıştık. O klarnet çalmıştı, ben gitar. Albümdeki şarkılar düete çok uygun değil. Bir de Hüsnü Şenlendirici’den rica etsek, gelip çalsa. Adam çok iyi ya, beni yer. Korktum, kıskandım, çağıramadım. Dört parçada klarnet var çünkü. Usta adamlar, başka projelerde inşallah çalarız.

Kimleri dinlersiniz?

MFÖ’yü çok severim. Grup Gündoğarken, İlhan Şeşen, Fikret Kızılok, Bülent Ortaçgil, Fatih Erkoç… Çok isim var, direkt sorunca akla gelmiyor. Gençlerden de var. Duman’ı severim, Mor ve Ötesi’ne bayılıyorum. Söylemek için tarzım değil ama dinlerim.

AKP, Hizmet hareketi’ni hiçbir zaman kabullenemedi

$
0
0

Taha Ünal, 17 Aralık ile ortaya çıkan gerçeklerin arka planını kaleme aldı: ‘Cemaat Neyi Tehdit Etti?’ “Yaşadığımız süreç belki uzun sürmeyecek ama bunun rehabilite süreci birkaç nesil alabilecek çapta.” diyen Ünal’a göre, AKP hiçbir zaman Hizmet Hareketi’ni kabullenemedi.

Din sosyolojisi üzerine çalışmaları olan, aynı zamanda öğretmenlik de yapan Taha Ünal, Zaman Gazetesi yazarı Ali Ünal’ın oğlu. Yazı hayatına samanyoluhaber.com’da başlayan Ünal, daha sonra Yeni Şafak gazetesinde köşe yazdı. Üç yıldır da rotahaber.com’da yazmaya devam ediyor.

Kitabınızın ismiyle başlayalım..

Cemaat neyi tehdit etti?

Dünyada bir görünen iktidarlar var, bir de görünmeyen derin yapılar… Bu derin yapılar iktidarları bir şekilde yönlendiriyor. Diğer tarafta ise, Hizmet Hareketi’nin tarihinden itibaren bayraklaştırdığı bir hoşgörü meselesi var. Hoşgörü ülkede sosyal bütünleşmeye ve dolayısıyla ülkenin ilerlemesine katkıda bulunacağından, dünyadaki derin yapılar rahatsız odular. Türkiye’deki derin yapının uzantıları da kendilerine tehdit olarak görmüş olabilir. Çünkü, Hizmet eğitimli kişiler tarafından temsil ediliyor ve bunun neticesinde ortaya çıkacak olan hukukun hâkim olduğu bir sistemde, statükoyu kaybedeceğini düşünenler endişe duydular. Bunu engellemek için ne yaptılar; iftiraya başvurdular, asılsız suçlamalarda bulundular, yeri geldi tehdit ettiler…

Statükodan bahsediyorsunuz...

AK Parti’nin vaatlerinden biri de statükonun karşısında olacağının sözü değil miydi?

Evet, görüntüde öyle gibiydi. Çünkü statükonun karşısında bulunmak bir dönem AKP’nin lehineydi. Böylelikle hem milletten oy alacaktı hem de ülkedeki askeri vesayet kırılacaktı. AKP’nin özellikle Hizmet Hareketi’ne destek veriyor gibi görünmesinin de arkasında bu statükoyu kırma düşüncesi yatıyor. AK Parti ne zaman ki ‘dereyi geçtim’ mülahazasına kapıldı, o andan itibaren kendi hukukunu uygulamaya başladı.

Kopuş nerede yaşandı?

Benim fikrim, bir birlikteliğin olmadığı yönünde. Şöyle ki; AKP’nin hiçbir zaman Hizmet Hareketi’ni ve Hocaefendi’yi kabullenemediği görüşündeyim. Bundan dolayı bir birliktelik olmadı ki kopuş olsun.

Peki karşılıklı verilen destekler için ne diyeceksiniz?

Hizmet Hareketi, AKP’ye bazı değerleri temsil ettiği için belli prensipler içerisinde destek verdi. Destek şahıstan ziyade, ilkelere verildi. Ne zamanki bu ilkelerde sapma meydana geldi, o zaman ayrılık oldu. AK Parti’nin ise Hizmet Hareketi’ne yakın gibi görünmesinin altındaki sebep yetişmiş insan gücü. Çünkü onlar bundan mahrumdu. Askerî; vesayete ve muhalefetlerine karşı yalnız kalan AKP, her zaman insana yatırım yapan Hizmet’e yakınlaşma ihtiyacı hissetti.

DEVLETİ KABUL ETMEDİĞİNE DAİR EMARE YOK

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Kuveyt dönüşü uçakta Hizmet Hareketi’ne yönelik, ‘Bu ülkede bunlar ya bu devletin varlığını kabul edecekler veya yok olacaklar.’ söyleminde bulundu...

Hizmet Hareketi’nin devleti kabul etmediğine dair bir emare var mı? Hizmet Hareketi’nin ilk günden itibaren kurallara uymayan hukuka aykırı hangi hareketi olmuştur veya hangi adımı atmıştır ki devleti kabul etmediği söyleniyor. Ancak burada söylenen söz ‘benim icraatlarımı kabul etmiyorsan hak, hukuk gözetmeksizin bertaraf ol’ anlamına geliyor. Yüreğinde Hizmet sevdası kalmayan tek bir insan kalmaması lazım ki yeryüzünde Hizmet’i bitirebilsin.

Türkiye’de ‘eski derinlerle, yeni derinleşenlerin’ ittifak yaptığından bahsediyorsunuz kitabınızda. İki cambaz bir ipte oynar mı?

Oynamaz. Menfaat ve çıkar etrafında oluşum sağlayan bu yapılar çıkarları ellerinden gitmeye başladığı an birbirlerini yok etmeye başlarlar. Çünkü onları bir arada tutan çimento menfaattir. Ancak kendi durumlarını koruma telaşında oldukları için topyekûn hizmete karşı bir mücadele veriyorlar. Çünkü onları tehdit eden en büyük engel Hizmet. Türkiye’deki hukuksuzlukların önünde durabilecek tek güç…

Hizmet’e farklı kesimlerden destek arttı

Bu süreçten en büyük zararı Cemaat’in gördüğünü düşünenler var. Cemaat’in yalnızlaştırıldığını düşünüyor musunuz?

Halkın bir kısmı süreci anlayamadığı için Hizmet’e karşı bir duruş gösterdi. Ancak aradan geçen süreçte onlar da ‘acaba’ demeye, hatta bir kısmı Hizmet’in duruşunu desteklemeye başladı. Yalnızlaşma için; süreçten önce Hizmet’ten görünmek, makam mevki ve istikbal adına güzel bir şeydi birtakım insanlar için. Farklı niyet ve mülahazalarla Hizmet’ten görünenler ayrılınca bu noktada bir yalnızlaşma olduğu söylenebilir. Ben buna bir şey eklemek istiyorum. Geçtiğimiz dönemlerde AKP’nin icraatlarına verdiği destek sebebiyle AKP hükümetinin dünya görüşünden farklı düşünen insanlardan küsenler olmuştu Hizmet Hareketi’ne. Bu süreç onlarla Hizmet arasında bir köprü vazifesi gördü ve Hizmet’in daha geniş kesimlere açılmasına vesile oldu.

Her türlü adaletsizlik bize ‘ulan’ dedirtiyor 

$
0
0

Rock müziğin yeni gruplarından Ulan, Dua Tarlası isimli ilk albümleriyle müzikseverlere ‘merhaba’ dedi. Grup üyeleri Volkan Diyaroğlu ve Levent Aybay ile Ulan’ın hikâyesini konuştuk.

Volkan Diyaroğlu ve Ziya Levent Aybay kimdir? Nasıl bir araya geldi?

Volkan Diyaroğlu: Genelde beni ressam olarak tanırlar. Türkiye ve dünyanın çesitli yerlerinde birçok sergi açtım, projeler ürettim. Ancak 20 senelik bir müzik geçmişim de var ve bunu ortaya koymanın zamanı geldi diye düşündüm.

Levent Aybay: 10 senedir reklam ajanslarında sanat yönetmenliği yapıyorum. Volkan'la lise arkadaşıyız. Bir de grubumuz vardı o zamanlar. Albümdeki bazı şarkıları ta lisedeyken çalıyorduk. Seneler sonra o kadar şarkı birikince dedik ki bunları yavaştan ısıtalım artık.

Neden grubunuza bir isyan sözcüğü olan Ulan'ı isim olarak verdiniz?

Levent: İsyan, çok farklı yöntemlerle dışa vurulan bir davranış şekli. Çünkü içinde insanın yaşadığı bütün duygular var. ‘Ulan' kelimesi bu irili ufaklı isyanları ifade etmenin en naif yollarından biri. Ulan'ın müziği de bütün bu isyanları içinde barındıyor.

Uğraştığınız sanat dalları müziğinize nasıl yansıdı? Bir nevi müzikle tuval üzerinde çalışıyor gibisiniz. Yanılıyor muyum?

Volkan: Aslında müzik, resim veya başka bir sanat dalı, birbirlerini sürekli besler. Aralarındaki fark belki üretim aşamalarıdır ancak hepsi aynı ihtiyaçtan doğup, bir şekil alıp, zaman ve mekana bırakılıyor. Her iki durumda da ürettiğiniz eser artık sizden çıkıp kendi hayatını yaşamaya başlıyor. Kısacası bir zamana ve mekana el atıp ona bir heykeltıraş gibi şekil veriyorsunuz.

Grubunuzu saykodelik rock'un son kalesi olarak nitelendirenler var. Siz de aynı şeyi düşünüyor musunuz?

Volkan: Tanımlamalara fazla takılmıyoruz. Kafamızdaki sesleri nasıl en iyi şekilde açığa çıkarabiliriz diye düşünüyoruz. Geniş bir yelpazede olduğumuzu düşünüyorum. Tanımlama yaparak kendimizi kısıtlamamız gereksiz. Tabii ki insanlar kendi tanımlamalarını yapacaktır, sonuçta dil bunun için var.

Ülkemizdeki mevcut rock müziğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu camianın içinde kendinizi nerede görüyorsunuz?

Levent: 90'ların sonundaki hareketliliğin yeniden yaşandığını düşünüyorum Türkçe rock müzik adına. Kendi sözü ve tavrı olan gruplar yeniden artmaya başladı. Biz Ulan'ı bu noktada söylediğini sakınmadan söyleyen, kendini özgürce ifade edebilen ender gruplardan biri olarak görüyoruz.

Nev’i şahsınıza münhasır bir müzikal tarzınız var. Ancak ülkemizdeki çoğu dinleyici için yeni bir müzik bu. Bu riski nasıl göze aldınız?

Levent: Bunu risk olarak görmüyoruz. Müziğe bakış açımızda dünyada olanlar ve Türkiye'de olanlar gibi ayrımlar yok. Dijital paylaşımların çoğaldığı günümüzde müziğe bizim gibi bakan insanlar olduğunu biliyoruz. Bu durumda fark olarak belirteceğimiz nokta bu müziğin Türkçe olarak ilk defa icra edilmesi olabilir. Bu müziğe yeni olan insanları yakalayacak olan tarafın da Türkçe olacağını düşünüyoruz.

Şarkı sözleri sanki bir hikâyenin parçaları gibi. Büyük resimde yani hikâyede anlatmak istediğiniz nedir?

Volkan: Yaşanılan ve üretilen her şey bilinmeyen bir hikâyenin parçaları. Dolayısıyla şarkıların, sözlerin, üretilen resimlerin hepsinin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde hikâyesi var. Benim kişisel üretim aşamamda konu dönüp dolaşıp yaşam ve ölüme, dolayısıyla yaşama ve yaşamın getirdiklerine isyana, ölüme kafa tutmaya gelir. Varoluşsal bir mesele diyebiliriz.

Birazcık huzur ve hoşgörü

Şarkların ana ekseninde zaman mefhumu var.

Zamanla alıp veremediğiniz nedir?

Volkan: Kişisel mevzuların yanında bence insanoğlunun çözemediği en büyük problemidir zaman.

Levent: Bizim zamanla ilgili bir problemimiz yok aslında, ancak zamanın bizimle bir sorunu olabilir.

Şarkılarda çok fazla hicivler var. Özellikle hayata dair çok fazla. Sizi bu dünyada en çok üzen ve ulan dedirten şey ya da şeyler neler?

Levent: Gözümüzün gördüğü her şey bizim için hiciv. Bu durum doğal olarak şarkılarımıza da yansıyor. İnsanın başına gelebilecek her türlü ayrımcılık ve adaletsizlik bize ulan dedirtiyor.

Yurtdışında yaşıyorsunuz. Ülkemize gelmek gibi bir niyetiniz var mı?

Volkan: Sürekli gidip geliyorum zaten. Uzun süredir yurtdışında yaşıyorum ve artık hiçbir yerde rahat olamayan, melez bir yaratığa dönüştüm sanırım. Bu yaştan sonra aradığım şey üretimim için huzur ve hoşgörü. Bu değerler ülkemizde pek yok maalesef. Ben kendi ülkemde yaşıyorum aslında, kafamın içinde kendi yarattığım bir ülkede. Tek isteğim özenle yarattığım bu ülkeyi rahat ve barış içinde bıraksınlar. Bu durumun oluştuğu her yerde yaşayabilirim.

Ak Saray’a var, Soma’ya yok

$
0
0

Resmi kaynaklara göre 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma’da yaşananların üzerinden bir yıl geçti. Bu zaman diliminde maalesef birçok vaat yerine getirilmemiş. İşsiz kalan 2 bin 831 madenciden sadece 300’ü işe geri alınmış. Ne ölenlere ne de kalanlara sahip çıkılmadığını söyleyen madenciler, “Ak Saray’a milyarlar harcadılar ama kaybettiğimiz arkadaşlarımız için yapılan şehitliği bitiremediler.” diyor.

Kırkağaç girişinde yolun solunda kalan soğuk hava depoları, bir yıl önce yaşanan facianın sessiz tanıkları. Depolar mahşer yeri gibiydi. Binlerce madenci yakınının acaba oğlum, eşim, babam sağ mı diye bekledikleri toplanma yeriydi. Meraklı gözlerle her gelen ambulansın arkasından koşturan anneler, gözleri yaşlı şekilde kalabalığın içerisinde kayboluyordu. Resmi kaynaklara göre 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma’da yaşananların üzerinden bir yıl geçti. Geride kalan gözü yaşlı anneler, eşler ve Türkiye’ye emanet edilen 432 yetim! Dile kolay…

Aradan geçen zamanda maalesef birçok vaat yerine getirilmemiş. Henüz iki gün önce annesinin tedavi masrafını karşılayamadığından dolayı hayatını kaybeden şehit madenci çocuğu Enes Baygül, bunun en somut örneği. Madendeki kazanın ardından işsiz kalan 2 bin 831 madenciden sadece 300’ü işe geri alınmış durumda. İşsizlik nedeniyle evlerini terk edip gurbete gitmek zorunda kalanların sayısı binleri buluyor. 26 yaşındaki oğlu Uğur Çolak’ı maden kazasında kaybeden İsmail Çolak’a göre Soma’da devlet ne ölenlere ne de kalanlara sahip çıkabildi. “Oğlumdan geriye kalan yetimler için 633 lira maaş bağlandı. Her şey kâğıt üzerinde kaldı. Şehitlik ise lafta kaldı! Ailelere verilecek olan dairelerin nerede olduğu bile belli değil. Biz kimseden daire de istemiyoruz. Biz sorumluların adil bir şekilde yargılanmasını istiyoruz.” diyor acılı baba.

Şehit madenciler için yaptırılan mezarlık için bir senedir beklendiğini anlatan eski madenci Cafer Bülbül ise “Ak Saray’ın yapımı için milyonlarca lira harcadılar. Yıldönümüne beş gün kala şehitliği tamamlamaya çalışıyorlar.” diyor.

Kazanın ardından psikolojik sorun yaşayan birçok madenci ise kredi ve banka borçları nedeniyle madene geri dönmek zorunda. Fakat bu o kadar kolay olmadı. Çünkü geri alımlarda psikolojik tedavi gören madenciler ve basına konuşanlar işe alınmadı. İşsizlik maaşıyla geçinen çoğu madenci iki ay sonra son maaşını alacak. Ailesini geçindirebilmek için çay ocağında çalışan Adil, on yıllık deneyim sahibi bir madenci. “Bir ay sonra işsizlik maaşımın süresi doluyor. Aylık 1.200 lira ödemem var. Buradan kazandığım ise 900 lira. Madene geri dönmekten başka şansım yok.” diyor.

İstasyon meydanında fotoğraflarının çekilmesini istemeyen madencilerin büyük bir kısmı işten atılma korkusu yaşıyor. İsim vermeden konuşuyorlar: “Şimdi denetimler daha düzenli, maaşlarımızda ve izin günlerimizde düzenlemeler yapıldı. İleride ne olur bilemiyoruz!”


Yurt ve Anadolu Atayün'ün annesi: Evlatlarımı Allah’a emanet ettim

$
0
0

Aysel Atayün; annesini kaybetmiş bir evlat, kocasını kaybetmiş bir eş, evladını kaybetmiş ve hâlâ evlat hasreti çeken bir anne. Geçen aylarda üç aylık maaşını alıp İstanbul’a gelmiş ancak cezaevindeki oğluyla görüşmesine izin çıkmamıştı. Anneler Günü’nü vesile edip İzmir’de yalnız yaşayan Aysel Atayün ile görüştük.

Aysel Atayün, 22 Temmuz polislere yönelik sahur operasyonuyla tutuklanan İstanbul Terörle Mücadele Şube eski müdürü Yurt Atayün ve Mersin Emniyet Müdürlüğü eski Polis Başmüfettişi Anadolu Atayün’ün annesi. Biz onu “Canla başla çalışanlar içeride, hırsızlar dışarıda.” sözleriyle tanıdık. Geçen mart ayında üç aylık maaşını alıp da ziyarete geldiği oğlu Yurt Atayün ile görüşülmesine izin verilmemişti. Atayün’ün üzüntüsü basına da yansımıştı. Biz de bunun üzerine Anneler Günü’nü de vesile kılarak, İzmir’de yalnız yaşayan Aysel Atayün’ü ziyaret edip Atayün ailesinin hikâyesini kendisinden dinleyelim istedik.

Aysel Atayün, ilk olarak içine dert olan oğlu Yurt Atayün ile görüştürülmemesini anlatmaya başladı. Sadece açık ve kapalı görüşte ve bir de savcılık izniyle oğlunu görme hakkı varmış Aysel teyzenin. Açık ve kapalı görüşe denk gelmezse, savcının gönlünün olmasını bekliyormuş anlaşılan. En son gittiğinde kapalı görüşte bile görememiş oğlunu. Savcıya rica için gittiğinde, yanına bile yaklaşamamış. Sonra belki insafa gelir de görüştürürler diye düşünüp Silivri yollarına düşmüş. Ama yine kapalı kapılarla karşılaşmış. “Çok sıkıntı çektim o gün. Belki onlar da öyle emir alıyor ama ben de yaşlı bir anneyim, üç ayda bir, maaşımı alınca gidebiliyorum ve gelmişken evladımı görmek istiyorum. Eskiden benim ev kiramı, elektriğimi oğullarım öderdi. Şimdi onlar da kendi derdinde. Para biriktirip de gelmeye çalışıyorum. Havuzcuların yazdığı gibi ne benim ne de oğullarımın evi arabası yok. İlk açık görüş ne zaman olacak bilmiyorum. Aylığımı alınca 1 ya da 2 Haziran gibi gidebilirim ancak.” diyor.

SADECE BİR ŞEY İÇİN ‘KEŞKE’ DEDİM

Aysel Atayün, aslen İzmir’de doğup büyümüş. Büyükannesi Saraybosnalıymış. Oradan İpek’e yani Kosova’ya gelin gitmiş. Babası da İzmir’de doğmuş. Ama ‘muhaciriz’ diyor. Daha dört yaşındayken vefat etmiş annesi. Lohusayken bebeği de kendisi de terk-i diyar eylemiş. Aysel teyze ve iki yaşındaki erkek kardeşini babaannesi büyütmüş, üvey anne eline vermek istememiş. Annesiz büyüdüğü için, “Benim Anneler Günü’m hep buruk geçerdi. Annenin ne olduğunu hiç bilmedim. O yüzden hep bir kez rüyamda görsem kokusu, sesi, yüzü nasılmış bir göreyim istedim.” sözleriyle dile getiriyor anne hasretini. Anne terbiyesiyle yetişmediği halde, babaannesinin onu da, kardeşini de çok güzel eğittiğini, “Yerde değil, nurda yatsın.” duasıyla anlatıyor. “Anneli babalı büyümedik ama bizdeki bilgi, görgü, ahlâk, dürüstlük, asalet anneli babalı büyüyenlerde yok. Babaannem cahil bir kadındı ama bize görgüyü, ahlâkı, helali, haramı, saygıyı öğretti. Ben büyük terbiyesiyle yetiştirmeseydim 23 sene kayınvalidemle oturmazdım. Eşim vefat ettiği halde ona hâlâ bakmaya devam etmezdim. Ama ektiğimi biçiyorum. Kayınvalideme nasıl davrandıysam gelinlerim de bana öyle davranıyor çok şükür.” diyor.

Severek evlendiği eşi Bülent Atayün, deri fabrikalarında işverenken, işler kötü olunca işçilik yapmak zoruna gitmiş. Ve bir süre sonra ne iş bulduysa onu yapmış. Çocuklarına haram lokma yedirmeme duygusu pazarda limon satma duygusuna ağır basmış. “Yeter ki namusumla helalinden kazanayım.” diyerek pazarcılık yapmaya başlamış. Derken Anadolu ve Yurt Atayün kardeşler iki sene arayla polis kolejini kazanıp babalarının hayran olduğu polislik mesleğine başlamış. Safra kesesi hastası olan eşinin kalp krizinden vefatı yıkmış Aysel teyzeyi. Peşi sıra da oğlu Cenk’i kalp krizinden kaybetmiş.

YURT’UNA SAHİP ÇIK

Aysel Atayün, oğlu Yurt Atayün’ün Ankara İkinci Bölge bağımsız milletvekili adayı olduğunu duyunca çok sevinmiş. “Demek ki haram yiyen evlat doğurmamışım. Hâlâ devletin, memleketin ekmeğini yediği için vatana hizmet etmek istiyor.” diye düşünmüş. Oğlunun bu ülkeye daima alnı ak bir şekilde hizmet ettiğini söyleyen Aysel Atayün, oğlu vekil olursa da hizmet etmeye devam edeceğine inanıyor.

Bu arada bağımsız milletvekili adayı Yurt Atayün’ün seçim koordinasyon merkezi hafta içi Ankara’da törenle açıldı. “Yurt’una sahip çık” sloganının yanı sıra “Temiz siyasete sahip çık, Birliğe bütünlüğe sahip çık, Hukuka sahip çık, Demokrasine sahip çık, Geleceğine sahip çık, Adalete sahip çık, Ahlâka sahip çık” sloganlarıyla seçim çalışmaları Yurt Atayün adına yürütülüyor. Atayün’ün seçim çalışmalarını takip etmek isteyenler için...

İnternet sitesi: www.yurtatayun.com

Facebook ve Twitter: @yatayun @yurtunasahipcik f/yurtunasahipcik

TAKDİRNAMEYİ REZA ZARRAB’A VERSİNLER

Aysel Atayün, oğullarının üstün başarı madalyalarının, takdirnamelerin sayısını sayamıyor. Oğlu Anadolu’nun, ölmüş abisinin çocukları, kendi çocukları dışında görev yaptığı yerlerdeki kimsesiz ya da terörün pençesinden aldığı çocuklara nasıl babalık ettiğini anlatıyor. Yurt Atayün’ün günlerce eve gelmediğini hatırlıyor. Aysel Atayün, oğluna takdir, teşekkür belgesi veren Recep Tayyip Erdoğan’a kızgın. Bugün terörist dediği oğluna Erdoğan’ın zamanında takdir belgesi verdiğini ne çabuk unuttuğunu soruyor. “Bu saaten sonra evimize yakışmaz o takdirler. Doğu Perinçek’e, Reza Zarrab’a, Abdullah Öcalan’a göndersin.” diyor. Ve oğlunun suçunu merak ediyor. “Oğlum casus değil, casus avcısı. Paralel diyorlar. Yemin ederim ben paralelin ne olduğunu bilmiyorum. Söylesinler ona göre cevap vereyim. Kişi kendinden bilir işi. Benim çocuklarım ne ailelerine ne de memleketlerine en küçük bir leke getirmedi. Oğullarımı ağızlarına almadan evvel aynaya baksınlar.” diyor.

ASIL MAHKEME ÖBÜR TARAFTA, NE CEVAP VERECEKLER?

“Aslan oğlum, Hamza duruşlu, Hamza yürekli oğlum” diye mektup yazmış Yurt Atayün’e Aysel teyze. Allah dürüstten yana olduğu için ümitli olduğunu anlatmış. Günün birinde her şeyin ortaya çıkacağına inanıyor. Ancak ümidinin oğluna bir gün afla kavuşmak olmadığını da ekliyor: “Af gelecek diye ümit ettiğimiz yok. Oğlum suçlu değil ki affedilsin. Gerçekler bir gün çıkacak diye ümitliyiz.” Oğullarının suçlu olması durumunda kendi elleriyle teslim edeceğini de belirtiyor. Ama görünen o ki, Aysel teyze hesabını pek de buraya bırakma niyetinde değil. “Bu dünyanın üstü varsa altı da var. Asıl mahkeme, asıl yargıç orada. Orada ne cevap verecekler? Nasıl ölecekler, nasıl hesap verecekler merak ediyorum. Bence onlar bunları düşünsün.” diyerek, bu zulmü yapanları Allah’a havale ediyor. Sohbetin başından beri dua eden Aysel teyze, yine bir duasıyla bitiriyor sözlerini: “Ben evlatlarımı Allah’a emanet ettim. Rabb’im onlara Hz. Ali kuvveti, Hz. Ömer adaleti, Hz. Hamza cesareti, Hz. Yunus sabrı, Hz. Yusuf başarısı versin. Yusuf kuyulardan, zindanlardan çıktı, Mısır’a sultan oldu. Benim evlatlarım da çıksın, hayırlısıyla millete vatana hayırlı işler yapsın. Yunus’u balığın karnından çıkaran Allah, benim oğlumu da, diğerlerini de o zindandan çıkarsın inşallah.”

Vatandaş Ali amca nasıl geçiniyor?

$
0
0

Yapılan araştırmalar, Türkiye’de yoksulluk sınırının 4 bin 259, açlık sınırının ise bin 307 lira olduğunu gösteriyor. Ancak nüfusun büyük bölümünün bu rakamları kazanamadığı malum. Peki fakir fukara sofralarının vazgeçilmezleri patates, domates, biber gibi sebzelerin fiyatlarının 5 liradan aşağı olmadığı ve 30-40 liraya pazar alışverişleri yapılan günlerin geride kaldığı ülkemizde dar gelirli aileler ay sonunu nasıl getiriyor?

Her evde farklı bir hikâye yazılsa da yöntemler birbirine benziyor. Tek kişinin çalışmasıyla karınlar doymuyor. Ekonomik olsun diye ekmekler evde yapılıyor, kışın doğalgaz olsa bile soba yakılıyor. Kahvaltıda çeşit sayısı ikiyi-üçü geçmiyor, kıyafet alırken markaya bakılmıyor. Kırmızı et deseniz bayramdan bayrama... İşte onlardan biri de İstanbul Silivri’de yaşayan Kaya ailesi. Kirada oturmadıkları için şanslı olduklarını söyleyen Ali Kaya, en büyük hazinelerinin kanaat olduğunu dile getiriyor.

Gezici Araştırma Şirketi’nin 4 bin 860 kişiyle yaptığı ankette halkın yüzde 66,8’i geçim sıkıntısı yaşadığını söylüyor. Türk-İş’in yaptığı bir başka araştırma da dört kişilik bir ailenin aylık giderini ortaya koyuyor. Bu araştırmaya göre ailenin yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) bin 307 lira 55 kuruş. Giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) ise 4 bin 259 lira 13 kuruş. Bu rakamların gerçeği yansıtıp yansıtmadığını anlamak için birkaç aileyi ziyaret etmek kafi.

Kapısını çaldığımız Kaya ailesi Silivri’de yaşıyor. Yedi nüfusu barındıran eve üç maaş giriyor. Zaten tek kişi çalışsa karınlarını doyurmaları imkânsız. 51 yaşındaki Ali Kaya inşaat işçisi, iş buldukça çalışıyor, emekliliğine bir yıl var. Evin oğlu Mustafa, taşeron bir firmada çalışıyor ve aylık geliri bin lira. Evin kızı ise bir yandan üniversite okuyor bir yandan da tekstil firmasında çalışıyor, 900 lira maaş alıyor. Onların bir şansı da hepsinin çalışması, İstanbul’a uzak olmaları ve evlerinin kira olmaması.

Evin reisi Ali Kaya, Tokat’ta çiftçilik yapıyormuş ama geçinmek ne mümkün. İstanbul yoluna düşmüş ve inşaatlarda çalışmaya başlamış. Yılın sekiz ayı İstanbul’da, dört ayı Tokat’ta... Bu durum aileyi yormaya başlamış, çocuklarını okutacağı okul da yokmuş köyde. Tası tarağı toplayıp ailece İstanbul’a göçmüşler. Ali Kaya’nın ilk işi bir arsa almak olmuş, kardeşleriyle el ele verip kendi evlerini yapmaya başlamışlar. Gündüz başka inşaatta, gece kendi evinin inşaatında çalışarak kısa sürede evi bitirip yerleşmişler. Başlarını sokacak evleri olduğu için şükreden Kaya ailesi, “Kira verenler nasıl geçiniyor?” diye şaşırıyor. Kira vermedikleri halde aylık giderlerinin 3 bin lira olduğunu anlatan Ali Kaya, 2 bin lirayla idare ettiklerini söylüyor. Aynı çatı altında iki aile bir arada yaşıyor. Evin oğlu Mustafa evli ve iki çocuğu var ama bu zamanda ayrı eve çıkmak cesaret istiyor. Kaya ailesi haline sürekli şükrediyor, kanaatin en büyük hazine olduğunu vurguluyor.

‘Doktora gittik, 263 lira masraf’

Ali Kaya, geçtiğimiz ay doktora gittiklerini anlatıyor. Devlet hastanesinden sıra almanın meşakkatli olduğunu söyleyen Kaya, göz muayenesi için eşiyle beraber özel hastaneye gitmiş. Muayene 30 lira, iki kişinin ki 60 lira... Ali Bey’in ilaçları 45, Dudu Hanım’ınkiler ise 18 lira tutmuş. 70’er lira da gözlüğe vermişler. Yol parasını da dâhil ederseniz 280 lira harcamışlar o gün. Dillerinde daima şükür… Ali Kaya, “Vardı harcadık çok şükür, olmayanlar ne yapsın?” diyor.

Kahvaltıda iki-üç çeşit yetiyor

Kaya ailesinin kahvaltı menüsünü merak ediyoruz. Ali Kaya, bazen iki bazen dört çeşit kahvaltılık olduğunu söylüyor. Zeytin, peynir kahvaltının baş tacı. 10 liraya da peynir var, 20 liraya da. Ali Bey’e göre çok ucuz peynirler yenecek gibi değil. Zeytin de aşağı yukarı aynı fiyat. Dudu Hanım, ara sıra reçel veya tahin helvası aldıklarını aktarıyor. Eşi lafa girip köyden tereyağı ve bal getirdiklerini ifade ediyor. Ali Kaya, pazar alışverişlerinin haftalık 200 lira tuttuğunu söylüyor. Üstelik sepetleri dolmuyor bile. Dudu Hanım, “Eskidendi 20 lirayla pazara çıkmak. Domatesin kilosu olmuş 4-5 lira.” diyor. Akşam yemeklerinde de kırmızı mercimek, pilav gibi yemeklerle iki çeşit yediklerini anlatıyor.

Doğalgaz var ama soba yakıyoruz

Mütevazı döşenmiş evde kalorifer olmasına rağmen kış aylarında soba kuruluyor: “Doğalgazı üç ay yaktık, dikkatli kullandığımız halde fatura 300 liradan aşağı gelmiyor. En son 230 lira gelince kapattık. Güzelce ısınalım desek 600 liradan aşağı gelmez. Soba kurduk. Bir torba kömür 13 lira, kışın 25 torba kömür harcadık, odunlarımız da vardı. Çok şükür kışı böyle geçirdik.” diyor Ali Bey.

Kurbandan kurbana et

Muhabbetin tadından ikram edilen kek, börek ve kurabiyeleri yemeye fırsat bulamıyoruz. Ali Kaya, “Size kuru fasulye ikram etmeyi isterdik ama kilosu 10 lira.” esprisini patlatıyor. Dudu Hanım, altı aydır kuru fasulye yemediklerini anlatıyor. Söz kırmızı ete gelince eşi, “Et yemeye yemeye rengimiz soldu baksana.” diye şaka yapıyor. Kırmızı eti kurbandan kurbana yediklerini anlatıp hallerine şükretmeyi ihmal etmiyorlar.

Ayda 15 liralık kontör yüklüyor

Ali Kaya’ya telefon masrafını soruyoruz. “Ahırdaki hayvanlar hariç herkeste cep telefonu var.” deyip güldükten sonra ev telefonunu kapattırdıklarını anlatıyor. Cep telefonunu gösteriyor: “Beş sene önce 320 liraya almıştım. Dünya çağ atlasa yine bunu kullanırım. Her ay 15 liralık kontörle idare ediyorum.”

Nefesimizden tasarruf edeceğiz!

Evin faturaları ne kadar tutuyor derseniz; elektrik faturası 80-120 lira, su faturası da 40-60 lira arasında değişiyor. Ali Kaya, bu yıl elektriğin zamlandığından bahsediyor ve tasarruflu ampul kullandıklarını söylüyor. Fazladan bir dakika elektrik yakılmadığını, su tüketilmediğini kaydeden Ali Kaya, tasarrufun hayat düsturları olduğunu anlatıyor. “Elden gelse nefesimizi tutup ondan da tasarruf edeceğiz.” diye şaka yapan Kaya’ya göre insanın trilyonu da olsa israfa kaçmamalı.

Ucuz oluyor diye ekmeği evde yapıyor

Kaya ailesi, yedikleri ekmekten de tasarruf ediyor. Dudu Kaya’nın ifadesiyle, yedi nüfuslu bir aile olarak günde beş ekmek alsalar haftada 35, ayda 140 lira tutuyor. Bir çuval un ise 66 lira. Ay başında bir çuval un alıp ekmeği evde yapıyorlar. Böylece hem ekmek gideri yarı yarıya azalıyor hem de daha doyurucu oluyor. İnekleri olduğu için süt, yoğurt masrafları da olmuyor. Dudu Hanım, her sabah ineği sağıyor, torunlara süt kaynatıyor, kalanıyla yoğurt mayalıyor. Dışarıdan alsalar bir litre kutu sütün fiyatı 2-3, beş kiloluk yoğurdun fiyatı 5-7 lira arasında değişiyor.

Zeki adamın vedası...

$
0
0

Komediydi Zeki Alasya’nın işi. Yarım asrını tiyatro ve sinemada güldürmek için harcadı. Kendi ne kadar güldü, emin değiliz. Tatlı bir tebessümle analım.

Zeki Alasya öldü, arkasında gülümseyerek izleyeceğimiz onlarca film, oyun bıraktı. Nasıl geldi bugünlere, neler bıraktı? Bakalım.

Zeki Alasya’nın hayatı iki çizgide değerlendirilebilir. Yan yana akan iki nehir gibi; yer yer birleşen, köpürüp yuvasından taşan iki çizgi… Alasya’yı yarınlara taşıyan elbette filmleri olacak ama onu unutulmaz kılan tiyatrodaki arayışları, öncü kimliği. Bunun için film ve tiyatroya ayrı bir parantez açmak gerek.

Zeki Alasya, yakın dönem tiyatromuzun tarihi yazıldığında kabare türünün Türkiye’deki öncülerinden biri olarak anılacak. Enteresandır yaklaşık 20 yıldan fazla süredir ekibi perde açmamasına rağmen rol aldığı oyunlar geniş kitleler (90 kuşağı dâhil) tarafından iyi kötü biliniyor. Deve Kuşu Kabare’nin hikâyesi usta oyuncunun bugünlere gelişini özetliyor.

Deve Kuşu, Haldun Taner’in 70’li yıllarda Milliyet gazetesindeki köşesinin adı. Tiyatro üzerine eğitim almak için Viyana’ya giden Taner, orada 18. yy’dan bu yana yaygın olarak sahnelenen kabareyi izledi ve bu türün Anadolu’nun seyir alışkanlıklarına çok uygun olduğunu düşünerek Türkiye’de uygulamaya karar verdi. Bunun için köylerde, kasabalarda oyun oynayan Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar ile bir tiyatro kurdu. İsim olarak da gazetedeki köşesinin adını seçti. Yıl: 1967. Ekip mekân olarak kendine Taksim’de bir gece kulübünü seçti, uzun süre sahne aldı burada. Toplumsal ve politik taşlamalarla dolu oyunlar büyük ilgi görünce zamanla büyük sahnelere, yazlık sinemalara taşındı. Türün farkı şuydu: Bütün oyunlar mizah üzerine kurulu, parodilerden oluşuyor, güncel konulara değiniyor, hazır metin olsa da doğaçlamaya açık, karakterlerin yerine tipler var, interaktif, seyirciye açık. Geleneksel oyun mantığına yakın bu tür kabul görünce Zeki-Metin ikilisi de geniş kitleler tarafından tanınır oldu. 1978’de ekibin fikir babası Haldun Taner, Ahmet Gülhan’la beraber oyunların amacından saptığı gerekçesiyle tiyatrodan ayrıldı. Taner’in kendi deyimiyle “Seyircinin maç kalabalığına dönüşmesi, sorgulamanın kapı dışarı edilip her şeyin komedinin üzerine kurulması doğru değil.” Zeki-Metin ikilisi, sonrasında yollarına beraber devam ettiler. Bir süre Taner’in oyunlarını oynadılar, sonra kendileri yazıp yönettiler. Kadroya Kemal Sunal, Ayşen Gruda, Halit Akçatepe gibi popüler isimler eklenince komedi rotasında, arkasına kuvvetli rüzgârlar alarak yoluna devam etti. Deliler, Aşk Olsun, Beyoğlu Beyoğlu, Reklamlar ve Yasaklar Dün Bugün gibi birçok oyun sahneye taşındı. Ta ki özel televizyonların hayatımıza girip tiyatronun üvey evlat muamelesi görmeye başladığı güne kadar. Tiyatronun kapanış yılı: 1992.

ESKİ FİLMLER DAHA SAMİMİ

Tek kanalın olduğu dönemde sahnede hatırı sayılır bir şöhret yakalayan ikili, yapımcılar tarafından göz ardı edilmedi haliyle. Zeki-Metin ikilisi, onlarca filmde rol aldı. Liste uzun: Köyden İndim Şehire (1974), Mavi Boncuk (1974), Petrol Kralları (1978), Vay Başımıza Gelenler (1979), Namus Düşmanı (1986)… Çoğu Arzu Film’in. Kiminde Anadolu’dan kalkıp miras peşinde ‘goca şehir İstanbul’a gelen Kayserili oldu, kiminde yıldız bir oyuncu kaçırıp evlerinin çatı katında saklayan saf, temiz kalpli kardeşlerden biri, evinin altından petrol çıkan ‘fakir kral’… Hepsinde Anadolu’daki hikâyelerin bir parçasıydı, karakterlerin yansıması. Son dönemde Ömerçip (2003), Hababam Sınıfı Merhaba (2004), Cumhurbaşkanı Öteki Türkiye’de (2007) gibi tamamen gişe kaygısıyla çekilen, sinema açısından pek değer taşımayan filmlerde rol aldı ama eski filmlerin sıcaklığını bir türlü yakalayamadı. Kendisi de eski filmlerini kayıp bir dostu anar gibi anlatırdı: “Bizim filmler daha samimiydi, ukalalık azdı. Hikâyenin geneline bakıldığında daha çok pastel renkleri görürdünüz, yumuşacık filmlerdi. İtalya ve Fransa hâlâ bu şekilde filmler yapıyor. Oysa biz nedense başka arayışlar peşindeyiz.”

Cennet Mahallesi, Akasya Durağı, Küçük Ağa... Alasya’yı tiyatro ve sinemadan takip etmeyenlerin yakından tanıdıkları diziler. Son yıllarda bir balık restoranı açıp iflas eden (1,2 milyon dolar) oyuncu, salt para kazanmak için dizilerde rol aldığını söylerdi: “Param olsa hiçbir güç beni bu piyasada tutamaz.”

Zeki Alasya göz önünde bir hayat sürmese de siyasi duruşu, ideolojik çıkışlarıyla her daim gündemde olan bir sanatçıydı. Emek Sineması yıkılmadan önce film festivali açılışında “Sahnesinde namaz kılınacaksa hiç açılmasın daha iyi” sözleri tepki topladı. Sonrasında kendisinin de ibadet ettiğini, yanlış anlaşıldığını söyledi. En çok dikkat çeken çıkışı ise masonlukla ilgiliydi. Murat Menteş’e verdiği röportajda 15 yıldır mason olduğunu açıkladı. En büyük şikâyeti partneri Metin Akpınar’ı mason olması için ikna edememesiydi.

Alasya’yı en son Bazıları Sıcak Sever filminin uyarlaması Balım müzikalinde (Yön: Yücel Erten) izledim; İlker Aksum, Özge Borak, Şebnem Sönmez’li kadroyla. Dinç görünüyordu, enerjisi yüksek, mutlu… Seyirci sahnede alkışla karşılıyor, kahkahayla uğurluyordu onu. Ama. Aması var işte. Ne denir ki? Yunus’un deyimiyle ‘Bu dünyadan gider olduk. Kalanlara selam olsun.’

Yemeye kıyamayacaksınız!

$
0
0

Japonların ‘Amezaiku’ hayvan şeklinde lolipop yapma sanatını duydunuz mu? Bin 200 yıllık geleneği sürdüren genç ustaların ürettiği şekerleri insan yemeye kıyamıyor.

Amezaiku, gerçekçi hayvan lolipop yapma sanatı, 8'inci yüzyıldan bu yana bir Japon geleneği olarak süregelmiştir. Ülkenin şeker ustalarından biri olan Shinri Tezuka bu sanatı sürdürenlerin en ünlülerinden biri.

Geçtiğimiz yıllarda kendi işletmesini kuran Tezuka, ürettiği lolipopların tanesini 1000-2000 Japon Yeni (Türk fiyatına göre yaklaşık 20-40 TL arası) fiyatlarla satıyor. Tezuka, burada aynı zamanda şekerli şurup, nişasta ve organik boyalardan sıradışı lolipopların nasıl yapıldığını merak eden ve bu işi öğrenmeye ilgi duyanlar için kurslar da düzenliyor.

Dünyanın en sıra dışı güzellikleri

$
0
0

Çeşitli ülkelerde çekilen bu fotoğraflara bakınca kendinizi başka bir gezegende gibi hissedebilirsiniz.

Bazen burnunuzun dibinde farkına varmadığınız egzotik yerler olabilir. Birisi bu güzellikleri fotoğraflayıp size sununca değerini anlarsınız. Hem bu güzelliklerin arasında ülkemizden de bir yer var.

Yedi kıtadan çok ilginç fotoğrafların bulunduğu galerimizi ilgiyle takip edeceksiniz.

Onların gönlü ‘Anadolu' için atıyor

$
0
0

Futbol tutkunu ünlülerin büyük takımlarla gönül bağlarına sıklıkla şahit oluyoruz. Ancak bazı ünlüler var ki onların gönlü dört büyükler için değil, ya doğdukları mahallenin ya da şehrin takımı içi atıyor. Kimisi gönül verdiği takımın yönetimine giriyor, kimisi lisanslı futbolcu oluyor, kimisi amigoluk yapıyor, kimisi de takımının maçına giderek vefasını gösteriyor.

Baba yadigârı…

Babasının emanetiydi; amigoluk… Göztepe’nin efsane amigolarından ‘Başbakan’ lakaplı İsmail Kocaoğlu’nun oğlu olan ünlü oyuncu Rıza Kocaoğlu’ndan bahsediyoruz. Spor Toto 2. Lig Kırmızı Grup’ta bitime bir hafta kala sahasında Kırıkkalespor’u 3-1 yenen Göztepe, şampiyonluğunu ilan etti. Tam 31 bin 460 biletli seyircinin izlediği karşılaşmanın en çok dikkat çeken ismi ise oyuncu ve yönetmen Rıza Kocaoğlu idi. Maçta tıpkı babası gibi amigoluk yapan Kocaoğlu, hem coştu hem de taraftarı coşturdu. Ardından sahaya inerek, futbolcularla birlikte şeref turu attı.

Tribündeki Behzat Ç.

Behzat Ç. dizisindeki Başkomiser Behzat rolüyle milyonların beğenisini kazanan oyuncu Erdal Beşikçioğlu, sıkı bir Gençlerbirliği taraftarı. Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda gönül verdiği takımın maçlarını tribünde izliyor. Sanatçının Gençlerbirliği sevgisinin nedeni ise yarım asırdan beri Gençlerbirliği’nin başkanı olan İlhan Cavcav’ın öz yeğeni olması. İki çocuk babası olan Beşikçioğlu’na maçlarda 12 yaşındaki kızı Derin de eşlik ediyor.

İkametgâhını aldı, başkan oldu

Son zamanlarda futbola merak salan ünlülerden biri de Nejat İşler. Bodrum’da yaşayan İşler’in futbola merakı hastalığı sonrası daha da arttı. Dizi ve sinema sektöründen uzakta olan Nejat İşler, Muğla 1’inci Amatör Küme A Grubu’nda yer alan Gümüşlükspor’un başkanlığına seçildi. İkametgâhını da aldırdığı Bodrum’un Gümüşlük Mahallesi’ne yerleşen sanatçı, kendini spor ve öğretmenliğe adadı. Haziran ayında futbol okulu açacaklarını söyleyen İşler; “Amacımız Gümüşlük ve Bodrum için yetenekli sporcuları kendi açacağımız okullardan yetiştirerek kendi kaynağımızı kendimiz yaratmak olacak. Bodrum’dan çok yetenekli oyuncular çıkacağına inanıyoruz.” diyor.

Hem futbolcu hem asbaşkan

Ferhat Göçer… Meslek hayatına cerrah olarak başlar. Ardından 2005 yılında ilk albümünü çıkarır. 2014 yılının Haziran ayında Sarıyer Spor Kulübü’nün Saffet Akkoyun başkanlığındaki yönetim kuruluna seçilerek asbaşkan olur. Yıl 2015… Bu unvanlarının yanına bir yenisini daha ekledi Göçer: Lisanslı futbolcu... Futbola olan tutkusunu resmiyete döken sanatçı, geçtiğimiz şubat ayında Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) lisanslı sporcusu oldu. 45 yaşındaki sanatçı, Master Ligi’nde mücadele eden Üsküdar Masterler Futbol Kulübü ile anlaştı. Ayrıca Göçer asbaşkanlığını yürüttüğü 2. Lig ekibi Sarıyer, play-off’ta mücadele etme hakkını elde etti. Lacivert-Beyazlı kulübün taraftarları da stadı, “Ferhat başkan Sarıyer şampiyon” sloganları ile inletti.

Es Es Es...

Yeşilcam’ın bir unutulmaz ismi de Nuri Alço, sıkı bir Eskişehir taraftarı. Alço, memleketinin yanında olmak için sık sık İstanbul’dan Eskişehir’e gidiyor. Atkısını boynuna takıp maçı tribünlerden izliyor. İmza törenlerinde de yer alan Alço, sık olmamakla beraber deplasmanda takımını yalnız bırakmıyor.

Kendi pankartını yapıyor

Kurtlar Vadisi’nin Kara’sı Hakan Boyav’ın da oyunculuk haricindeki tutkularından biri futbol. “Üç büyük takımdan birini tutmak televizyondaki bir ünlüye, bir Anadolu takımını tutmak mahallenin en güzel kızına âşık olmaktır.” sözü, belki de Boyav için söylenmiş olabilir. Çünkü deplasmanda takımını yalnız bırakmadığı, takım otobüsünü karşıladığı, kendi pankartını kendi yaptığı söylenenler arasında. Hatta bir gün Galatasaray-Kayseri maçı esnasında tuttuğu takımın formasını giyerek otelin lobisinde maçı izlemiş. Unutmadan Boyav’ın fanatiği olduğu takım, forma rengi sarı lacivert olan Başkent’in 105 yıllık çınarı Ankaragücü.

Memlekete vefa…

Bursalı sanatçı Fettah Can, tam bir futbol tutkunu. Bursa Amatör Süper Lig takımlarından Zaferspor’un geçtiğimiz hafta yapılan kongresinde yönetim kuruluna seçildi.

53 yıllık tribün tecrübesi

Herkesin lakabı ile tanıdığı yılların Yeşilçam oyuncusu Coşkun Göğen, hem Galatasaray hem de sıkı bir Antalyaspor taraftarı. Yıllarca Galatasaray tribünlerinde de taraftarları coşturan ünlü sanatçı, bundan 25 yıl önce Antalya’ya yerleşir. O tarihten sonra da Antalyaspor tribünlerinde amigoluk yapar. Hatta deplasmanlara bile gider. Galatasaray-Antalyaspor maçlarında tribüne Antalyaspor formasıyla çıkıyor, bundan da hiç rahatsız olmuyor.

Yırcalı’da yarım kalan hayaller

$
0
0

Boyu dize kadar uzanan otların arasında köklerinden kopartılmış zeytin ağaçları arasında ilerlerken gözyaşlarını tutamıyor Emine Sezer. Dile kolay, tam 30 yılını harcamış bu ağaçlara.

Eşi Ahmet Sezer “Çocuklarımızdan daha fazla emek harcadık.” diye kendi kendine söyleniyor. Güneşin battığı noktada yükselen karartı ise 1980 yılında yapılan termik santralin bacasından çıkan duman. 1974 yılında inşaatına başlanan santral o günden bu yana Yırca köylüsünün bütün emeklerini alıp götürmüş. Birçok köylü kanser hastalığına yakalanmış. Emine teyze, dozerlerle yıkılan zeytin ağacının köklerinden birisine yaslanıp anlatmaya başlıyor. “Oğlum biz burada önceden pamuk yapardık. Tütün yapardık. Santral açıldı bütün suyumuzu çekti. Su kalmayınca pamuk da bitti. Devlet istedi, tütüncülük bitti! Tutunacak başka dalımız kalmayınca zeytine bel bağladık. 10 dönümlük arazimize 265 fidan diktik. İçlerinde 7 yaşında olan da var 50 yaşında olan da…”

Gelin görün ki, Kolin grubuna ait termik santral yapımı nedeniyle yaklaşık 6 bin zeytin ağacının bulunduğu arazi için acil kamulaştırma kararı almış devlet. Kendi topraklarını satmak zorunda kalmışlar. Gönüllü vermeyince mahkeme kararını beklemeden dozerlerle gelip ağaçları kökünden sökmüşler. Daldaki zeytini bile toplamalarına izin vermemişler. “Kalbim buna dayanmıyor. Ağaçlarım cayır cayır yandı.” diyor Emine teyze.

Köyünü, toprağını bırakmamakta ısrarcı olan Mustafa Okçu’nun emeklilik hayalleri ise 56 zeytin ağacının köklerinden sökülmesiyle yarım kalmış. 20 yıl önce babasından kalan araziye diktiği zeytin fidanlarından tam da mahsul almaya başlamışken evine gelen bir boşaltma kararıyla şaşkınlık yaşamış. “Yedi gün içerisinde 20 yıllık emeğimi bırakmamı, verdikleri üç kuruş paraya toprağımı satmamı istediler. Vermeyince de gelip yıktılar.” diyor.

Şimdilik geçimini hayvancılık yaparak sağlayan Mustafa Okçu, arkasında yükselen kül dağını gösteriyor. “Çoğumuz esen poyrazla birlikte bu külü soluyoruz. Termik santralin arıtma bacası 6 yıl önce faaliyete geçti. Hayatını kaybedenlerin büyük bölümünde kanser var. Küçük çocuklar bile solunum zorluğu çekiyor. Yeni bir santral bütün köylü için facia olur.“ diyor.

Güneşin batması ile birlikte termik santralin kara gölgesinde kalan zeytin ağaçlarının kesildiği alan bir matem yerini andırıyor. Başları öne eğilmiş, sararmış yapraklar çok şey anlatıyor.


Türkiye, geçmişiyle nasıl yüzleşir?

$
0
0

Türkiye; Dersim, 1915, Sivas, Maraş, Çorum, Hrant Dink, JİTEM gibi faili meçhullerin yaşandığı karanlık bir geçmişe sahip. Bunlarla yüzleşmek için bugüne kadar ciddi adımlar atılmadı. Almanya geçmişiyle yüzleşirken, gazeteciler önemli bir rol üstlenmişti. Türkiye’de ise gazetecilerin bu konuda çok istekli davrandıkları söylenemez.

Geçmişiyle yüzleşerek, kendi toplumu nezdinde ve uluslararası platformda saygınlık kazanmış bir ülkenin bunu nasıl başardığını görmek üzere geçtiğimiz haftalarda Almanya’daydım. Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi’nin yönettiği Nazi Almanya’sı döneminde yaklaşık altı milyon Yahudi’nin sistemli bir şekilde öldürüldüğü Holokost katliamı ile uzun süredir yüzleşmeye çalışan Almanya’da bulunmak, bu anlamda doğru bir tercih olmuştu.

Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) ve Friedrich Eberts Stiftung tarafından düzenlenen “Geçmişle Yüzleşmek, İleriye Bakmak” programının altı katılımcısından biri olarak Almanya’nın önde gelen medya kuruluşları, gazetecileri, medya yöneticileri ve tarihçileri ile görüşme fırsatımız oldu. Program süresince bilhassa cevap aradığım iki konu oldu. Birincisi Almanya’daki gazetecilerin böylesi bir katliamla yüzleşmek için neler yaptığı, neleri yapmak isteyip de yapamadığı, toplumun nasıl hazırlandığı. İkincisi ise Türkiye’deki gazetecilerin ne yaptığı, yüzleşme sürecinde devletin, medyanın rolü ve toplumun nasıl hazırlanabileceği...

Almanya’daki yüzleşme bitmedi

Toplumsal hafızanın kurulmasında medyanın sorumluluğunu araştırmak amacıyla düzenlenen programda, ilk olarak Almanya’nın muteber medya kuruluşlarından Der Spiegel’in eski genel yayın yönetmeni Dr. Martin Doerry, toplum sayfası editörü Özlem Gezer ve okuyucu servisi müdürü Catherine Stockinger ile görüştük.

16 yıl boyunca genel yayın yönetmenliği yapan Martin Doerry, Holokost’un (Nazilerin Yahudilere yönelik yaptığı soykırım) hem medyada hem de kamuoyu vicdanında tartışılmasına Der Spiegel’in büyük imkan tanıdığını anlatıyor. Doerry’e göre bu imkanın sebebi, vaktiyle verdikleri basın özgürlüğü mücadelesi. Der Spiegel’in kurucusu Rudolf Augstein’in de tutuklandığı “Der Spiegel Skandalı”nı hatırlatan Doerry, olayın kamuoyunda büyük tepki çektiğini ve insanların basın özgürlüğü için sokaklara çıktığını söylüyor. Almanya ve yüzleşme deyince akla gelen ilk görüntü ise eski Almanya Başbakanı Willy Brandt’ın Varşova’daki soykırım anıtı önünde diz çökmesi. Çoğu Almanya vatandaşında yüzleşmenin bu görüntüyle sona erdiği izlenimi oluşsa da, Martin Doerry öyle düşünmüyor. Doerry’e göre “Bu aslında Brandt’ın Doğu’ya açılma politikasıydı. Eski savaş düşmanları ile barışma amacıyla attığı bir adımdı. Ve bu barışma sürecinin bir parçası olarak bu diz çökme yaşandı. Ama geçmişle yüzleşme hâlâ devam ediyor.”

Gazeteciler bireysel yaptırımlara uğramayı göze almalı

Yıllarca yapılan katliama rağmen mağdur olduğunu düşünen Alman toplumunun Willy Brandt’ın bu hareketine tepki gösterdiği biliniyor. Doerry, Willy Brandt’ın Doğu’ya açılım siyasetini eleştirenler olduğunu, diz çökmenin işlenen suçların kabulü, Yahudi soykırımı tanımanın işareti olarak görüldüğünü söylüyor. O dönemde nüfusun büyük bir kısmının muhafazakâr medyanın da etkisiyle bu suçları kabul etmediğini anlatıyor. Ama ve var ki, kamuoyunun tepkilerine rağmen Willy Brandt’ın izlediği siyasetin yüzleşmede etkili olduğunu söylemeden geçmiyor. Almanya’nın yüzleşme başarısının sadece Der Spiegel’e ya da Willy Brandt’a ait olmadığını düşünen Martin Doerry, genel olarak Alman medyasının İkinci Dünya Savaşı katliamına yönelik önemli yayınlar yaptığını vurguluyor. Ve Doerry, toplumsal zeminin hazırlanmasında, sorumluluk algısının oluşturulmasında bu yayınların etkisi olduğuna inanıyor.

Holokostla ilgili yayın yapmak bizim için ahlaki bir görev

NDR’yi (Kuzey Almanya Radyo Televizyonu) ziyaretimizde ise gazeteci, aynı zamanda Auschwitz’in kurtuluşunun 70. yıldönümü programları sorumlusu da olan Dr. Jürgen Meier-Beer ile genel yayın yönetmeni ve gazeteci Kuno Habermusch gibi iki tecrübeli isimden dinledik yüzleşme tarihini. Bilhassa kamu yayıncılığı yapan gazeteciler olarak önemli bilgiler verdiler.

Ağırlıklı olarak Holokost, yakın tarih ve Stasi sonrası döneme dair çalışmalar yapan Kuno Habermusch, geçmişle yüzleşmede, gazetecilerin bağımsızlığına, yayınlarda kamu sorumluluğu taşınmasına ve bireysel ahlak tutumlarıyla hareket edilmesine dikkat çekiyor: “Neyin doğru olup olmadığına kendimiz karar veriyoruz. Özellikle Holokost ile ilgili yayınlarda kişisel motivasyonlar önem taşıyor. Geçmişte olan bitenleri duyduğumuzda utanç hissediyoruz. Savaş suçlularının ne kadar az ceza aldıklarını görmek öfkemizi artırıyor. Dolayısıyla bu insanlık suçunu hatırlatmak benim ve gazeteci arkadaşlarımın görevi.”

Habermusch, aynı zamanda NDR’nin belgesel bölümünde yönetici. Holokost’la ilgili daha önce ekrana gelmeyen görüntülerden oluşan, izleyiciyi geçmişle yüzleşmeye davet eden belgeseller yayınlanmasına karar veren isim. Türkiye’de bu tarz belgesellerin ilk etapta devlet engeliyle, ikinci olarak reklam getirisi az olacağından kanal engeliyle karşılaşacağını düşününce devlet kanalında böyle bir belgeselin yayınlanmasının önemini anlamak zor olmuyor. Dr. Meier-Deer, kamu yayıncılığının, geçmişle yüzleşme politikalarındaki önemine dikkat çekiyor: “Özel yayın kuruluşlarının finanse edemeyeceği yayınları kamu kuruluşları yapmakla yükümlü. Meşruiyetimiz de buradan kaynaklanıyor. Geçmiş büyük öneme sahip. Çünkü geleceğe doğru ilerlemek ancak geçmişimizle sorumlu bir ilişki kurmamızla mümkün.”

Yüzleşme, cesur gazetecilerle yapılır

NDR, ne pahasına olursa olsun geçmişle yüzleşmeye yönelik yayınlarını sürdürüyor. Kuno Haberbusch, “Yüzleşme cesur gazetecilerle yapılır. Siyasiler size müdahale etmeye çalışabilir. Başınız ağrıyabilir. Ama omurgalıysanız, atlatırsınız ve sorumlu gazeteciliğe devam edersiniz.” diyor. Haberbusch’u dinlerken, Türkiye'de geçmişle yüzleşmenin önündeki bariyerleri kaldırmaya çalışacak ‘cesur gazeteci'lerin azlığını düşünüyoruz.

Almanya federal bir devlet olduğu için, NDR de dokuz ayrı kuruluşa bağlı. Bu çoğulculuk sayesinde daha şeffaf bir yönetim ortaya çıkıyor. Kuruluşun çoğulcu yapısı, siyasetin yayına müdahalesine de engel oluyor. Türkiye'deki gibi yayın politikalarını belirleyen bir ‘Alo Fatih'in olmaması en büyük özgürlük. Kuno Haberbusch, 25 yıl evvel siyasilerin kanala müdahale etmeye kalkıştığını ama yönetim kadrosundaki arkadaşlarının denetleme kuruluşunda koltukları olan siyasileri bertaraf etmeye çalıştıklarını büyük bir onurla anlatıyor. En büyük desteği ise yüksek yargı vermiş. Federal Almanya Anayasa Mahkemesi, siyasilerin bu girişimini engellemiş. Mahkeme konuyla ilgili verdiği tüm kararlarda, kanalın mesafeli yayın yapmasını desteklemiş. Bu örnek; yasama, yürütme, yargı organlarının neredeyse tek elde birleştiği Türkiye adına ibretlik bir durum.

Siyaset ve medya destek olmalı

Toplumun geçmişle yüzleşmeye hazırlanması için devletlerin yüzleşme fikrine açık olması, siyaset ve medyanın bu konuda katkıda bulunması büyük önem taşıyor. Türkiye’de Dersim katliamı, 1915 Ermeni tehciri gibi yüz yıl evvel yaşanmış ya da Sivas, Çorum, Maraş gibi yakın tarihte yaşanan ve davası hâlâ devam eden birçok olay yüzleşmeyi bekliyor. Hrant Dink cinayeti, Engin Çeber ve JİTEM gibi faili meçhuller de bunlar arasında… Yargılamalar yoluyla geçmişle yüzleşme mücadelesi veren avukat ve insan hakları örgütleri mevcut. Ancak onların bu mücadelesine destek olunması, geçmişte yaşanan şiddet olaylarının faillerinden hesap sorma isteğini geniş kitlelere duyurmak, toplumun vicdanını harekete geçmek için bilhassa medyanın hükümete ve siyasi partilere yönelik bir baskı oluşturması gerekiyor.

Oyunu seven saysın

$
0
0

Geçtiğimiz seçimlerde sandık güvenliğini ve katılımcı demokrasiyi sağlamak amacıyla kurulan Oy ve Ötesi Derneği’nin gündemi bu kez 7 Haziran seçimleri. Dernek, yaklaşık 52 milyon seçmenin oy kullanacağı seçimlerde oyların yüzde 62’sini gözlemlemeyi hedefliyor.

Dernek başkanı Sercan Çelebi, “Devir canını seven kaçsın değil, oyunu seven saysın devri.” diyerek seçimin kritikliğine vurgu yapıyor. Seçimlerde usulsüzlük yapılabileceğine dikkat çeken Çelebi, Kâğıthane’deki oy hırsızlığını örnek gösteriyor ve “Seçim usulsüzlüğüyle ilgili ilk defa bir dava kabul edildi. 29 kişi ağır cezada yargılanıyor. Bunları tespit edebiliyorsanız, ıslak imzalı tutanakları ortaya koyabiliyorsanız yasal itiraz mekanizmaları işliyor ve olay yargıya taşınıyor. Demek ki sonuç alınabiliyor.” şeklinde konuşuyor. Kâğıthane olayını caydırıcılık perspektifinden okumak gerektiğini söylüyor. Peki, bu sistem ne zaman çalışmıyor? Çelebi’ye göre sandık başında kimse yoksa, bu süreç sıkı takip edilmiyorsa veya bir usulsüzlüğe rastlayanlar bunun arkasına yasal dayanak koyamıyorlarsa yasal süreç işlemiyor. Demek ki sandık başında var olmak gerekiyor.

Geçtiğimiz seçimlerde meydana gelen elektrik kesintileri malum. Çelebi, ‘trafoya kedi girdi’, ‘sandığın üzerine oturun’ şeklindeki açıklamaların seçim sürecine zarar verdiğini ifade ediyor. Bu açıklamalar insanların oy vermeye ve sisteme olan inançlarını yok ediyor. Çelebi, “Ülkenin 10 senesini belirleyecek bir seçim gününde kökten bir sıkıntı yaşanıyor ve biz bunu 3 santimetrekarelik bir hayvana bağlıyoruz. Bu noktada seçim güvenliğinin ötesinde başka şeyleri de sorgulamamız lazım.” diyor.

Çelebi’ye göre bugünkü iktidarı sevenler de sevmeyenler de seçim sürecinin doğru işlediğinden emin olmalı ki bir sonraki seçimde başka birilerinin de doğru süreçten geçerek seçildiğine güven duysun. Oy ve Ötesi Derneği, bunu sağlamayı amaçlıyor. Takip mekanizmaları iyi işlerse hangi kedi nerede dolaşmak istiyorsa dolaşsın ya da elektrik nerede kesiliyorsa kesilsin bu süreçler takip edilebilir.

‘Sivil seçim gözlemciliğine inanıyoruz’

Dernek Başkanı Çelebi, “Oy ve Ötesi’nin bir tane kırmızı çizgisi var; bütün partilere eşit mesafede olmak. Biz kendi aramızda bile kimin hangi partiye oy vereceğini sormadık, gönüllülerle asla böyle bir diyaloğumuz olmuyor.” şeklinde konuşuyor. Oy ve Ötesi Derneği, demokratik süreçlerin pekiştirilmesi ve geliştirilmesinde ilk adım olan adil, güvenilir, şeffaf seçimler için tarafsız, partiler üstü ve sivil seçim gözlemciliğinin önemine yürekten inanıyor. Sivil seçim gözlemciliğini Türkiye genelinde de yaygınlaştırmak isteyen dernek İstanbul, İzmir, Adana, Bursa, Ankara ve Antalya başta olmak üzere 45 il 162 ilçede yer alacak olan gönüllüleriyle oyların yüzde 62’sini gözlemlemeyi hedefliyor.

Birileri poz verdi, ben de deklanşöre bastım! İşte o şarkı; Babacım babacım

$
0
0

17-25 Aralık operasyonlarının ardından ‘Babacım Babacım’ isimli şarkıyı yapan Erdal Güney, sanatçıların daha özgürlükçü olması gerektiğini vurguluyor. Çalışmalarını geleneksel müzikle temellendiren sanatçı, halk edebiyatındaki taşlama geleneğini devam ettiriyor.

Erdal Güney kulakları iyi müziğe aşina olanların yakından tanıdığı bir sanatçı. Geleneksel müzikten aldığı ilhama, içinde yaşadığı toplumu ve naif duyguları katıp şarkılarını geleceğe taşıma gayretinde olan bir kent ozanı. Film ve dizi müziği dendiğinde ülkemizde en önde gelen isimlerden biri. Hatırla Sevgili, Elveda Rumeli gibi çok sevilen dizilerin yanında birçok film müziğinde imzası var. Ayrıca üniversitede ders veren bir akademisyen. Son dönemde onun adını çok farklı bir şarkıyla yeniden duyduk. 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından yazdığı Babacım Babacım (Ayakkabı Kutusu) isimli şarkı oldukça dikkat çekti. Mizahi bir dille yaşananları hicvettiği şarkı özellikle sosyal medyada çok paylaşıldı, paylaşılmaya devam ediyor. Popülerlik kaygısı gütmediği ve şarkılarını araç olarak görmediği için bu şarkı ile de gündeme gelmek istemedi Güney.

BİRKAÇ İYİ ADAM BU ŞARKIYI YAZDIK

Erdal Güney, Babacım Babacım’ın kendi müzikal arayışının bir parçası olduğunu söylüyor. Müziğini geleneksel müzikle temellendiren sanatçı, halk edebiyatındaki taşlama geleneğini devam ettiriyor bir anlamda. “Bizdeki mizahın ana damarlarından biri toplumsal hayat ve politik süreç. Bir arkadaşımın kendi deneyimini benimle paylaşması ile bende fikir oluştu. Birkaç iyi adam bu şarkıyı yazdık ve konserde çalmaya başladık. Amacımız insanlarda öfke ya da nefret oluşturmak değil. Zihinsel anlamda kendi dünyasında yaşamış olduğu şeyleri başka bir algıyla yakalamasını sağlamak. Yani soyutlama yapabilmesi.” diyor. Bu şarkıyla bir resim çektiklerini, bunu da mizah yoluyla yaptıklarını ifade ediyor sanatçı. “Mizah çok önemli algı açıcı bir durum. Kendi içinde barışıktır. Ama çok da güçlü bir şeydir. İnsanları taciz etmeye, duygu dünyasını şekillendirmeye hakkımız yok. Bir resim çekersiniz ortaya koyarsınız.”

Sanatla ilgili olanların ve sanatçıların daha özgürlükçü, daha kabuk kırıcı olması gerektiğini anlatıyor Erdal Güney. İktidara karşı bir pozisyon almak zorunda olduğunu da vurguluyor. Bunun sebebinin iktidarı hırpalamaktan çok, iktidarın kendi meşruiyetini korkular üzerinden kurmasının ve kitleleri korkularla durağanlaştırmasının önüne geçmek olduğunu belirtiyor. Türkiye’de ortak akılla ilgili bir problem olduğunu, bu aklı yeniden kurmak için doğru araçların kullanılması gerektiğini dile getiriyor. Şarkıyı yaparken herhangi bir tedirginlik yaşayıp yaşamadığını sorduğumuzda bunun bir marş olmadığını söylüyor. Bu yüzden de bir tedirginlik yaşamadıklarını anlatıyor ve ekliyor: “Birileri poz verdi bu hayatta ben de enstrümanımla deklanşöre bastım.”

Babamın oğluyum kimseden korkmam

Erdal Güney, gelecek tepkilerden korkmuş muydu? Zira çoğu sanatçının konser mekanında bile sıkıntı yaşadığı herkesin malumu. “Ben babamın oğluyum. Babam yıllarca devlette görev yaptı. Oradaki toplumsal hayatı zedeleyecek her türlü yanlışa karşı çıktığı için şu anda emekliliğini çiftçilik yaparak geçiriyor. Yaşadığım bu hayatta hak, hakkaniyet, hukuk ve vicdanla ilgili en ufak kurabileceğim bir cümle bile benim için önemli. Sanatın kendi dinamiği içinde bu korkuları kırmak üzere kendini ifade etmesi gerek.” diyen Güney, birçok sanatçının maddi kaygılar yüzünden siyasi angajmanlar içine girmesinin üzücü olduğunu ifade ediyor. Babacım Babacım şarkısını taraf olma üzerinden yorumlayanların olumsuzlayacağını söyleyen Güney, bu mantıkla olumlayanlara da karşı olduğunu anlatıyor. “Ana haber bültenleri ve gazetelerden teklifler geldi. Şarkının araç haline gelmemesi için bunları hep geri çevirdim. Ben farkında yaşamaya çalışan bir insanım.” diyor.

Ankara’nın Bağları’ndan gına geldi

Erdal Güney’e bir kültür arkeoloğu desek yanlış olmaz. Anamurlu sanatçı doğup büyüdüğü Taşeli platosunun kültür varlığı ile yakından ilgileniyor. Anadolu’nun herhangi bir bölgesindeki insanların sanatla kurdukları ilişki onun ilgi alanına giriyor. Onu bu işe yönlendiren şey bu değerlerin unutulması. “Kitle iletişim araçlarından ötürü özgün noktalar yıprandı. Anamur’da Ankara’nın Bağları’nın, Hayatı Tesbih Yapmışım’ın çalındığı garip kültürel etkinliklerden gına geldi. Ahlak, hukuk, erdem, birlikte yaşama kültürünün içi saftır. Buraları popüler kültürle doldurmaya başladığınızda diğer olgular da boşalır. Bu dokunun bozulduğu coğrafyada bu kavramları sıfırlarsınız. Sıfırladıkça birileri de başka şeyleri sıfırlar. Çünkü bu meşrudur artık.”

İŞTE O ŞARKI

Babacım babacım, matematik çalıştır,

Sıfırlamak ne demek, ufak ufak alıştır,

Bu işin en doğrusu, elbet çıkar kokusu.

Babamın tek tutkusu…

Ayakkabı kutusu…

Geometrim çok zayıf, çember sakal çizemem,

Paraleller karıştı, tapeleri çözemem,

Yandaş medya havuzda kirlileri yıkıyor.

Sen üzülme babacım, çitiledik çıkıyor.

Dört parmak dört bakan, baş parmak şşşşş…

Bizim işimiz hep talan, hizmet de falan filan,

Dalgacı, makaracı, takkeden görünmez kel,

Balkona gel babacım, manzaramız çok güzel,

“Anlamadım babacım!”

Haftanın albümleri

$
0
0

Karşı kıyıdan hüzünlü ve neşeli şarkılar

Dilek Koç, Yunanistan'da müzik kariyerine başlayan bir sanatçı. 2006’da ve 2010’da yayınladığı iki albümü Türk ve Yunan müzikseverler tarafından beğeni ile karşılanmıştı. Müzisyen yeni albümü Souvenir De Salonique ile karşı kıyıdan seslenmeye devam ediyor. Genellikle mübadele türkülerini söyleyen ve konserlerinde Yunanca şarkılar da yorumlayan sanatçı yeni albümünde hem hüzünlendirecek hem de neşelendirecek şarkılara yer vermiş. Osman Aga, Aman Arap Kızı gibi bilindik şarkılarla da sürpriz yapmış.

Müzikte yeni bir köprü

2008 yılında Ahmet Tirgil'in girişimleriyle kurulan Anadolu Quartet, The Bridge-Köprü isimli albümüyle karşımızda. Grup albümün adı gibi müziğiyle bir köprü olmayı hedefliyor. Topluluk Anadolu'da yaşayan halkların dilden dile söylenerek bugüne ulaşmış ezgilerini, klasik Batı müziğinin yaylı enstrümanlarıyla yeniden yorumluyor. Albüm, klasik ile modern, doğu ile batı, farklı diller, farklı ezgiler ve coğrafyalar arasında kurulan bir köprü. Özellikle klasik müzik tutkunlarının mutlaka arşivinde olmasını isteyeceği bir çalışma.

Zeynep Casalini Yas Uykusu'nda

Ülkemizin en önemli kadın vokallerinden Zeynep Casalini, bir dönem Fethiye'ye yerleşmiş, müziği bırakacağı hissini uyandırıp sevenlerini üzmüştü. Ancak müzisyen güçlü bir albümle geri döndü. Yas Uykusu adlı çalışmasıyla müzikseverlere merhaba dedi. 11 şarkının yer aldığı albümde bizi bildiğimiz bir Zeynep Casalini karşılıyor. Güçlü yorumuyla kulvarda her zaman var olduğunu ıspatlıyor. Albümü alacakları bekleyen sürpriz ise Casalini'nin söz ve müziğini İlker Aydemir'le birlikte yazdığı ve albüme adını veren Yas Uykusu isimli şarkı.

Yüzde yüz Fransız, yüzde yüz Türk!

$
0
0

Fransa’ya Türk işçi göçünün başlamasından bugüne 50 sene geçti. Yarım asır, ne tam olarak Türklere ne de tam olarak Fransızlara benzeyen yeni bir topluluk oluşmasına sebep oldu. Strasbourg Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Samim Akgönül’ün deyişiyle yüzde yüz Fransız, yüzde yüz Türk olan bir toplum bu.

1960’ların başında Avrupa’ya göç etmeye başlayan Türkiyeliler sadece Almanya’ya gitmedi. İleride çok önemli sosyolojik neticeler verecek olan bu göç sürecinin başka ayakları da vardı. Mesela Fransa. Bugün Fransa’da Türkiye ile bir şekilde ilişkili olan aşağı yukarı 500 bin kişi yaşıyor. Ancak Avrupa’ya göçün bu ayağı da diğerleri gibi Almanya’nın gölgesinde kalıyor. Halbuki içinde bulunduğumuz yıl Fransa’daki Türkiye kökenliler için önemli bir sene. Çünkü Fransa ile yapılan işçi göçü anlaşmasının üzerinden tam 50 yıl geçmiş. Biz de yarım asrın hatırına binaen kendisi de Fransa’da yaşayan tarihçi ve siyaset bilimci Samim Akgönül’den Fransa’daki Türkiye kökenlilere dair bir portre çizmesini istedik. Strasbourg Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü ve Türk Etüdleri Bölümü öğretim üyesi Akgönül, bazıları sosyolojik bakımdan kendileri için de sürpriz olan çok ilginç şeyler anlattı.

Memleketlisini getiren başta rahat yaşadı sonra zorlandı

Akgönül, Fransa’ya üç çeşit göç olduğunu anlatarak başlıyor söze. Bunlardan ilki ‘karışık göç’ ve ilginç bir arka planı var. Fransa’nın işgücüne ihtiyacı olan yıllar… Fabrikalar devletten belli miktarda yabancı işçi talebinde bulunuyor. Ülkeyi yönetenler de bir fabrikanın talep ettiği miktarı farklı ülkelere dağıtıyor. Yani diyelim 500 işçi isteniyor, 150’si Türkiye’den, 100’ü Senegal’den, 50’si Fas’tan vs. Aynı zamanda Türkiye’den gelecek 100 işçi de farklı şehirlerden oluyor. Böylece o fabrikanın bulunduğu bölgede karışık yapılı bir göçmen topluluğu oluşuyor. Bir de zincirleme göç denilen bir olgu var ki Fransa’ya gelmiş bir Türk’ün eş dost akrabasını getirmesiyle oluşan bir topluluk. Karışık göçle gelenler zorlanarak da olsa etraftaki insanlara uyum sağlamak, dil öğrenmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla onların ilk dönemi zor geçiyor. Zincir göçle gelenler ise aynı bölgenin insanı olduğu için dayanışma içindeler ve ilk zamanları kolay geçiyor. Ancak daha sonra karışık göçle gelenlerin çocukları daha rahat bir hayat yaşarken zincir göçle gelenlerin çocukları zor bir dönem yaşıyor. Üçüncü grup ise Türkiye’den önce başka ülkelere özellikle Almanya’ya gidip daha sonra Fransa’ya yerleşenler.

Fransa’daki Posoflu sayısı Posof’takilerden fazla

Karışık göç-zincir göç ayrımının ne gibi etkileri olduğunu soruyoruz Akgönül’e. Şöyle cevap veriyor: “Fransa’da öyle yerler var ki o kasabada ya da şehirde yaşayan insanların nüfusu, kökeni oldukları Türkiye’deki ilçeden daha fazla. Fransa’nın kuzeybatısında bir kasaba var; Flers. Burada yaşayan Posoflular Posof’ta yaşayan Posoflulardan daha fazla. Yepyeni bir Posof oluşmuş. Halbuki karışık göçle gelenler eski hiyerarşiyi sil baştan inşa etmek zorunda kalıyor.”

Fransa’nın dışından bir örnek veren Akgönül, Brüksel’in Türk mahallesi olarak bilinen Scharbeck’e uzanıyor ve buranın aslında Türk mahallesi değil Emirdağ mahallesi olduğunu anlatıyor. Nüfusunun tamamına yakını Afyon-Emirdağ’dan gelen yer için şunları söylüyor: “Oradakiler Emirdağlı olmayanları da yabancı görüyor. Benim yaşadığım Strasbourg’da da Kayseri, Konya, Malatya kökenliler yoğun, kendi ağlarını kurmuşlar.”

Müslümanların talepleri Fransa’yı dinin içine çekti

Bir farklılık da dine bakışlarında. Anketlerden çıkan sonuca göre ‘Din ve devlet işlerinin ayrılması hakkında ne düşünüyorsunuz?’ sorusuna Fransa’dakilerin bakış açısı Fransızlara, Almanya’dakilerin bakış açısı Almanlarınkine yakınmış. Fakat dilsel talepleri az olan Türk toplumunun dinî; talepleri Fransa gibi bir ülke için fazla sayılabilir. Hatta Akgönül’e göre bu talepler Fransa gibi laik bir ülkeyi tekrar dinin içine çekmiş durumda. Ülkedeki Müslümanların ise cami inşası, helal et gibi pratik hayata ilişkin ortak talepler dışında aralarındaki dayanışma düşük. Yine bir anket çalışmasına göre banliyölerden taşınan Türklere bunun nedeni sorulduğunda ‘Artık daha iyi kazanıyorum.’ değil ‘Orada çok Arap var.’ cevabı veriliyormuş.

Fransa ile Almanya arasındaki bir diğer farklılık da Türkiye kökenlilerin başarı ve başarısızlığının daha az görünmesi. Almanya’da bir Türkiye kökenlinin olumlu ya da olumsuz bir şekilde kamuya yansıyan bir davranışı Türk ve Alman toplumu tarafından çok sık dile getirilirken aynı duruma Fransa’da rastlanmıyor.

Fotoğraf: Samim Akgönül

Konyalıyım diyen bin kat daha Strasbourglu

Kendi öğrencilerinden örnek veren Akgönül 'Nerelisin?' diye sorduğunda biri bile Strasbourg'luyum, Parisliyim demiyormuş. Konyalıyım, Kayseriliyim diyen öğrencilere ‘Seviyor musun oraları?' diye sorunca aldığı cevap ise şu oluyormuş: “Bilmem çok az gittim.” Halbuki Akgönül'e göre 'Konyalıyım' diyen aslında bin kat daha Strasbourg'lu. Daha doğrusu Akgönül'ün söylemiyle her ikisi birden. Yani ‘yüzde yüz Fransız yüzde yüz Türk'. Ama çoğul aidiyet pozitive edilen bir şey olmadığı için çocuk diğerini seçiyor. Fransız'ım demek ‘asimile, dejenere olmuş' gibi algılanıyor.

Eskiden Sibel popülerdi şimdi Semanur

Akgönül’e Fransa’daki çocukların Türk isimlerinin yanı sıra bir de Fransızca isimleri olduğuna dair söylenenleri soruyoruz. Bunun bir efsane olduğunu anlatan Akgönül’ün isimler konusunda çalışan biri olarak söyleyecekleri var: “İlk yıllarda aileler çocuklara isim verirken Fransızca okunuşu da kolay olan isimler tercih ettiler. Melis, Rana gibi. Ya da yüzlerce Sibel vardır mesela Fransa’da. Ama 2000’lerden sonra bu değişmeye başladı. Artık daha çok Sümeyye, Semanur, Tuğba, Kübra gibi isimler tercih ediliyor.”

Ülkücü olduğunu Fransızca ifade eden öğrencilerim var

Samim Akgönül’e göre Fransa’daki göçmenlerin Almanya’daki göçmenlerden en bariz farkı dil konusunda. Fransa’daki Türklerin çoğunluğunun güçlü dilinin Fransızca olduğunu söyleyen akademisyen, bunun sebebini Almanya’daki Türkiye kökenli sayısının Fransa’ya göre çok daha fazla olmasıyla açıklıyor ve ekliyor: “Öğrencilerim arasında ülkücü çocuklar var ama ülkücü olduklarını Fransızca ifade ediyorlar.”

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live