Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Suriyeli kadınlar sistematik bir şekilde istismar ediliyor

$
0
0

Mültecilerin yaşadığı her evde ayrı bir dram yaşanıyor. Türkiye'de kampta ya da kamp dışında sığınmacı olarak kalan kadınlar, birçok hak ihlaline uğruyor.

Cinsel taciz ya da tecavüz sebebiyle herhangi bir resmi merciye (polis, jandarma, valilik) şikâyette bulunmaktan çekiniyorlar. Çünkü çevrelerinden kınamaya maruz kalacaklarını düşünüyor, korkarak yaşıyorlar. Toplumsal baskı yüzünden sorun çıkaran taraf olmak istemiyorlar. Bu konuyla ilgili en kapsamlı raporu 2014 yılında Mazlumder hazırladı. 5 ay boyunca sahada çalışan 13 ilde 72 Suriyeli kadın sığınmacı ile yüz yüze mülakat yapan ekip gözlemlerini bir raporda topladı. Rapor, mağduriyetten kaynaklanan ve sistematikleşen bir istismarın olduğunu gözler önüne serdi. Rapordan bazı örnekler şöyle: 250-500 Türk Lirası komisyon karşılığında evlilikler yapılıyor. Aileler de o paraya ihtiyaç duyduğu için genç kızları evliliğe zorluyor. Bu da sistematik bir istismara kapı açıyor. Ancak bu durum suç unsuru olarak görünmediği için bir şey yapılamıyor.

KADINLARIN EVLİLİĞİ KISA SÜRÜYOR

Cinsel istismar, fuhuş ya da kadın ticareti gerçeğini düşünecek olursak; evlilik dışı doğmuş (ya da imam nikâhlı) çocuk sayısını tespit etmek oldukça güç. Ancak savaşla birlikte Suriye-Türkiye arasındaki evlilikler çoktan sektör haline dönüşmüş bile. Suriyeli kadınlar da bu yüzden ciddi baskı altında. Yetkili makamlar tarafından çocuk felci, sıtma gibi hastalıklara karşı çocuklara yeterli derecede aşı yapılmadığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) raporuna da yansımıştı. Cinsel yollardan bulaşan hastalık riskiyle birlikte kontrolsüzlüğün devam etmesi halinde salgın hastalıkların da artacağı kaygı duyulan konular arasında. Çünkü evliliklerin ömrü kısa sürüyor. Bir anlamda kadınlar da tekrar tekrar evlenebiliyor. Bu da cinsel yollarla hastalıkların bulaşmasına kapı aralıyor, hastalık riskini artırıyor.

TRAVMATİK VAKALAR ÇOK FAZLA

Kamp içi hizmet noktasında Türk hükümeti yardım kabul etmiyor. Bu istismarların önüne geçmek için güvenlik tedbirlerinin alınması oldukça önemli. Artık kamp dışındaki Suriyeliler görmezden gelinmemeli ve devletin görüş alanına girmeli. Bu noktada sivil toplum kuruluşlarına da büyük bir sorumluluk düşüyor. Zira kamuya karşı sivil baskı önemli. Özellikle kadın ve çocukların yaşadığı sorunlar göz önüne alındığında en çok iş Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'na düşüyor. Sosyal entegrasyon sağlanarak travmatik durumların tedavi edilmesi oldukça elzem.

İSTİSMARIN ÖNÜNE GEÇİLMELİ

Sorunlar açısından kritik eşikte olan iller ise Reyhanlı, Kilis, Nizip... Sınırda açık kapı politikası uygulanıyordu ancak bir süredir geçişler yasak. Kaçak geçişlerin artması istismar riskini de artırıyor. Göçmen kaçakçılığı ile bir Suriyelinin ülkeye girişi 100 dolar demek. Bu durum adeta sektör haline gelmiş durumda. O yüzden ülkeye girişler resmi olmalı ve kayıt altına alınmalı. Hükumetin bir an önce kamp dışına yönelik daha ciddi adımlar atması gerekiyor. Travma denilecek sorunlar ortadayken en büyük sorumluluk yine yetkili mercilerde. Çözüm için STK'ların istekli olup hükümetin de bu noktada destek olması gerekiyor. Uzmanlara göre, hükümet, bir an önce kamp dışına yönelik daha ciddi adımlar atmalı. Uluslararası toplumla etkin işbirliğinin sağlanması ile bu insanların istismar edilmesinin önüne geçilebilir. Devlet yetkilileri STK'lardan da yardım alarak bütün kurumları ile daha etkin bir şekilde çözüm üretebilmeli. Görünürde birtakım çalışmalar var; fakat elle tutulur ortak bir proje yok.


Daha çok parayı kim istemez!

$
0
0

Kulüpler Birliği Vakfı Başkanı Göksel Gümüşdağ’ın gündeme getirdiği proje, kulüplere daha çok gelir vaat ediyor. Ancak konuyla ilgili bir yığın belirsizlik var. Üstelik, kulüplere daha çok para verilmesinin hangi sonuçlara yol açtığı da ortada: Kazanç ne kadar artarsa harcama ve borçlar da o kadar çoğalıyor. Bugünkü batak da artan gelirlerle oluştu. Bu nedenle her şeyden önce Kulüpler Yasası’nın çıkması gerekiyor.

Futbolumuz kötü yönetiliyor demek, ilgili ve yetkili kişilere dönük bir iltifat olur. Asıl gerçek, tam anlamıyla bir dibe vurma durumu yaşadığımızdır. Memlekette futbol oynanmaya başlandığından bu yana sağlam bir yönetim anlayışı getirilemedi. Milli Takım kampında futbolcunun fazladan içtiği bir limonata için 22 imza gerektiren korkunç bürokratik yapı, rahmetli Özal’ın bu işle bizzat ilgilenmesi sayesinde kırılabildi. Günün gerçeklerine uygun iyi bir yasa yapılıp gerekli dönüşüm gerçekleştirildi.

Gerçi onun da bir yığın sakat yanı vardı. Örneğin, yasanın ilk maddesinde futbolla ilgili hiçbir konu nedeniyle kişi ve kulüplerin mahkemeye gidemeyeceği yolundaki bir taahhütname verilmesi sözkonusuydu ki hiçbir hukuk devletinde böyle birşey olamaz. Yasa bu yanıyla Anayasa’ya bile aykırıydı. Yıllar sonra bu yüzden yasa değil Anayasa değiştirildi. Belki de yeryüzünde ilk kez bununla ilgili kural tersinden işlemiş oldu!

Yine de, Futbol Federasyonu genel kurullarının oluşumundan tutun da başka pek çok noktada sorun çıkaracak boşluklar, belirsizlikler kaldı. Geçmişin o iş yapmayı olanaksız kılan boğucu bürokrasisinden kurtulabilmek o kadar önemliydi ki bunların üzerinde durulmadı. 1995’ten 2008’e kadar kazanılan başarılarda bu yasayla gerçekleştirilen dönüşümün önemli bir payı vardı. İstenen oldu, belli bir gelişme sağlandı ama sağlam bir düzen kurulamadı. Onun için başladığımız noktaya geri dönmüş bulunuyoruz.

Bugün geldiğimiz noktada yeni bir çıkmazla karşı karşıyayız. Kulüplerin tamamına yakını fiilen batık durumda. Hemen her alanda başarısızlık, boş tribünler ve öteki sorunlar her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor. Futbol Federasyonu da daha kuruluşundan malul haliyle tutarsız kararları, çelişkili icraatı ve içinde bulunulan feci durumu pek de umursamayışıyla dikkat çekiyor. Başkanın yöneticilik geçmişine bakıp ‘Başka ne olabilirdi ki?’ sonucuna varılıyor.

Bu noktada Kulüpler Birliği Vakfı’nın hamlesi gündeme geldi. Başkan Göksel Gümüşdağ kardeşimizin şu dönemde sahip bulunduğu özel güç nedeniyle işlerin istenildiği şekilde yürüyeceğine inanılıyor. Ancak, yabancı oyuncu konusunda olduğu gibi burada da hemen akıllara düşen bir yığın soruya yanıt verilemiyor. Belli ki yine istimi arkadan gelsin anlayışıyla hareket ediliyor.

Gümüşdağ’ın sözünü ettiği model gerçekten de Avrupa’nın ileri futbol ülkelerinde var ve başarıyla uygulanıyor. Fakat unutulmamalı ki onlarda, bizde olmayan başka pek çok şey var. En başta sağlam bir demokrasi, tıkır tıkır işleyen sistem, kimsenin delmeyi aklının kıyısından geçirmediği kurallar bütünü, herkesin işini en iyi biçimde yaptığı ve sonrasında da hesap verebildiği bir düzen sözkonusu.

Bizdeyse bunun tam tersi kaotik bir ortam sözkonusu. Hatta bunun artık yapısal hale geldiğini söylemek bile mümkün. Sorunların çözümü için akılcı, uzlaşmacı, sağlam adımlar atmak yerine ‘ben yaptım, oldu’ anlayışıyla hareket ediliyor. Elbette ki olmuyor. Tam tersine, zamanında çok daha rahat çözülebilecek birtakım sorunlar her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor ve içinden çıkılmaz hale gelebiliyor.

Kulüpler Yasası ne zaman çıkacak?

Olayın en önemli ve belirsiz yanını bir türlü çıkarılamayan Kulüpler Yasası oluşturuyor. Kulüplerin korkunç denilebilecek kadar kötü yönetilmesi ve gelirlerin har vurup harman savrulması karşısında en küçük bir denetim ve müeyyide sözkonusu değil. Yeni yasada bunun olacağı öğrenildi ve biraz da bu yüzden bir türlü o iş yürümüyor. Yasa çıkıp da işlerlik kazandırılamazsa bizi şu andakinden çok daha büyük bir felaket bekliyor. Halen geçerli yayın ihalesi yapıldığında kulüplerin daha çok para kazanmasının onlara rahatlık değil daha büyük sorunlar getirebileceği uzmanlarca öngörülmüştü. Aynen öyle hatta çok daha fazlası oldu. Sayın Adnan Öztürk’ün yaptığı bir çalışmadan aklımda kalan bir-iki rakamı aktardığımda siz de anlayacaksınız. Galatasaray Kulübü’nün 2007 yılı gelirleri yaklaşık 200 milyon, giderleri 230 milyon lira; 2013 gelirleri 600 milyon, giderleri ise 830 milyon lira. Ne kadar öğretici, değil mi? Ne kadar çok kazanırsan o denli fazla harcıyor, sonra da rahatlıkla çekip gidebiliyorsun!

Gümüşdağ, batık durumdaki kulüpler için can simidi sayılabilecek bir öneriyle ortaya çıktı: Başta naklen yayın ihalesi olmak üzere, sponsorluk ve benzeri gelirlerle ilgili yetkinin Kulüpler Birliği Vakfı’na devredilmesiyle gelirler 1, hatta 1,5 kat artacak. Dolayısıyla kulüplerin kasasına daha fazla para girecek. Belli ki futbolumuzun şu andaki sponsoru olan devlet desteğine güveniliyor. Çünkü herhangi bir özel kuruluşun bu yükün altına girmesi düşünülemez.

Peki sonra? Sonrası bir yığın boşluk ve belirsizlik… Kulüpler Birliği Vakfı parayı alacak ama futbolun yönetiminde başka hangi noktalarda var olacak? Bu iş için kurulacak şirkete katılım payları nasıl belirlenecek ve işleyiş nasıl olacak? Şirketin yönetimi için nasıl bir model düşünülüyor? Burada doğabilecek yönetim koltukları ve paranın paylaşılması konusunda kulüpler arasında çıkabilecek anlaşmazlıklar nasıl giderilecek? Daha bunlar gibi onlarca soru sıralanabilir ama hemen hiçbirine yanıt verilemez.

Kişi değil kurum ve sistem

Çalışmaların gerektiği gibi yürütülmediği çok açık biçimde ortada. Kulüpler Birliği Vakfı böyle bir çalışmayı kurulduğu gün başlatmalıydı. O sayede bugün çok daha ileri bir noktada olunabilirdi. Ayrıca bu çalışmanın Futbol Federasyonu ile birlikte yürütülmesi şart olan yanları epeyce fazla. Oysa arada en küçük bir irtibat bulunmadığı bile görülüyor. TFF’nin bu projeyi, kendisinin parasız ve işlevsiz bırakılması olarak görüp direneceği gün gibi ortada. Nitekim sayın Gümüşdağ’ın kulüpleri arkasına aldıktan sonra ‘Demirören’den randevu isteyeceğini’ söylemesi son derece manidar. Önceden temas etmek gerekmez miydi?

Yabancı sayısıyla ilgili karar açıklanırken Gümüşdağ ile Demirören biraradaydı ve yıllardır savunduklarının tam tersi bir kararın devrim olduğunu söyleyip buna inanmamızı bekliyorlardı. Neyse ki orada işleyiş daha kolay ve az sorunluydu. Burada ise Kulüpler Birliği Vakfı ile TFF arasında çok ciddi bir iktidar kavgasının çıkacağını görebilmek için çok da akıllı olmaya gerek yok. Ha, bu konuda sevgili Gümüşdağ’ın şu gün için sahip bulunduğu özel güç sorunu çözer diye düşünülüyorsa bugünün bir de yarını var. TFF ve kulüpler zaten bunu görmek istemedikleri için bugünkü çıkmaza düştü.

Doğru ve gerekli olan bu tür kişisel çekişmelerin çok dışında sağlam bir yönetim sistemi kurup işletebilmektir. O noktadan epeyce uzak olduğumuz açıkça görülüyor. O zaman varılabilecek yer de belli. Açıkçası pek de fark etmiyor. Zaten sürekli bir kaos içinde yaşadığımızdan buna yeni bir boyut eklenmesinin o kadar da dertlenecek bir tarafı yok.

Son iki soru: 1- Kulüpler Birliği Vakfı’nın harekete geçmesini sağlayan temel etken, sayın Aziz Yıldırım’ın havuz düzeninden dolayı mağduriyetleriyle ilgili çıkışı oldu. Peki, neredeyse kendi önerileri denilebilecek bir işin içinde neden Fenerbahçe’yi göremiyoruz?

2- Türkiye Futbol Direktörlüğü diye bir makam ve orada görev yapan biri var. Unvanı itibariyle bu memlekette futbolla ilgili her türlü gelişmeden en azından haberdar olması gerekiyor. Peki, Kulüpler Birliği Vakfı kendisiyle herhangi bir temasta bulunup fikrini almaya gerek görmüş müdür?

[Haftanın Albümleri] Karadeniz müziğine yeni bir soluk: Alabanda

$
0
0

Özgür Babacan ve İrfan Seyhan, yaptıkları amatör videolar ile sosyal paylaşım sitelerinde kısa sürede müzikseverlerin beğenisini topladı.

İkili ilk albümleri Alabanda ile karşımızda. Karadeniz müziği için yeni bir soluk olan ikilinin çalışmasında on şarkı yer alıyor. Albümdeki beş şarkıda İrfan Seyhan imzası var. Gitar ve kemençenin sakin birlikteliğine zaman zaman diğer enstrümanlar da katılıyor. Alabanda'daki şarkılar dinleyeni yormuyor ve Karadeniz'in yeşil ve sakin iklimine götürüyor. Her şarkı bir hikâyenin parçaları gibi.

Alabanda - Özgür Babacan- İrfan Seyhan - Çınar Müzik

*

Rojin ‘Yeniden’ karşımızda

Rojin, Kürtçe müzik denilince ilk akla gelen isimlerden biri. Müzisyen ilk kez Kürtçe tekli yapan ve albümünde ilk defa Kürtçe şiir okuyan sanatçı olarak müzik tarihimize geçti. Bugüne kadar birçok ülkede katıldığı uluslararası festivallerde de adından söz ettiren Rojin, uzun bir aradan sonra yeni şarkılarının yer aldığı Ji Nû Ve (Yeniden) isimli albümü ile karşımızda. Müzisyen bu albümde Kürtçe ve Soranice 15 yeni şarkı ile müzikseverleri selamlıyor. Çalışmadaki 8 şarkının söz ve bestesi Rojin'e ait. Albüm güçlü bir müzikal altyapıya sahip. Bu altyapıya Rojin'in güçlü ve yanık sesi eşlik ediyor.

Ji nû ve Rojin - Rbi Müzik

*

Söz Saz İstanbul geleneği yaşatıyor

Tamburi Refik Hakan Talu'nun önderliğinde kurulan Söz Saz İstanbul isimli topluluk, kaliteli müzik çalışmalarına imza atıyor. Topluluk yeni albümü Yaşayan Gelenek'le karşımızda. Müzisyenler daha önceki albümlerinde Osmanlı'nın son dönemleri ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında sözlü eser örnekleri verilirken Yaşayan Gelenek'te saz eserlerini seslendirdi. Geçmişimize ait değerlerimizin bazılarının tamamen kaybolduğu günümüzde bu çalışma, bu derin kültürün genç kuşaklara aktarılmasında önemli görev üstleniyor.

Yaşayan Gelenek - Söz Saz İstanbul - Çınar Müzik

Gördüklerimizle oyalanırken özümüzü unuttuk

$
0
0

Efsanevi müzik grubu Derdiyoklar'ın kurucularından İhsan Güvercin, uzun yıllar sonra Gül Budağı isimli albümle karşımıza çıktı. Yeni çalışmasında Yunus Emre, Dertli gibi büyük ozanların eserlerini besteleyen müzisyen, günümüzde yaşadığımız sıkıntıların çözüm reçetesinin bu sözlerde saklı olduğunu vurguluyor.

Sizi, efsanevi Derdiyoklar grubundan tanıyoruz. Peki müzikle nasıl tanıştınız? Hikâyeniz nasıl başladı?

Gözümü hayata açtığımda evimizde müzik vardı. Abim 50'li yılların önemli sanatçılarından biriydi. Onun önümde idol gibi duruşu beni de ister istemez müziğin içine çekti. Abimin bir sazı vardı ama çalmama müsaade etmezdi. Ben de ilerleyen yıllarda bir saz edindim ve kendi kendime çalmaya başladım. 13-14 yaşlarında okulda bir müsamere düzenlendi. İlk kez orada sahneye çıktım. İlk alkışlarımı o zaman aldım ve o alkışlar beni buraya getirdi.

Profesyonel müziğe nasıl adım attınız?

İlk plağımı 17 yaşında yaptım. Arkasından bir 45'lik daha yaptım. Ondan sonra müziğe ara verdim. Tiyatroya yöneldim. 12 Mart muhtırası zamanında tiyatro kesintiye uğradı. Arkadaşlarımın çoğu hapse girdi. Ben de önce köye gittim sonra da askere gittim. Askerliğin akabinde Almanya'ya gittim. Almanya'ya gidince de çocukluk arkadaşım Ali ile birlikte Derdiyoklar'ı kurduk.

Derdiyoklar fikri nasıl ortaya çıktı?

Köydeyken ben radyodan yabancı müzik dinlerdim. Askerliği müzisyen olarak yaptım. Orada müzisyen arkadaşlarla çalarken çok sesli müziğin zevkini aldım. Bu benim kafama takılmıştı. Bağlama bizden önce Almanya'ya gitmişti ama dışarı çıkmamıştı. Eş dost toplantılarında kaldı. Biz, bağlamayı Avrupa'da nasıl dinletebiliriz sorusuna cevap aradık. Yanına Batılı bir enstrüman ekledik. Avrupalılara da dinlettik.

Hem bateri çalıp hem de şarkı söylüyordunuz. Bunu nasıl başardınız?

Bir eğitimim yoktu ama her zaman bir ilgim vardı. Davulu da kendi kendime çalmaya başladım. İyi ki de kendi kendime öğrenmişim. Çünkü kendime ait bir tarzım oluştu. Bir de farkına varmadan bateri çalarken şarkı söylemeye başladım. Bu dünyanın en zor işlerindenmiş, bunu sonradan öğrendim. Bunu dünyada yapabilen iki kişiden biriyim herhalde. Ben en zor ritimlerde bile türkü söyleyebiliyorum.

Derdiyoklar'ın bu kadar tutacağını düşünmüş müydünüz?

Efsane olacağını düşünmüyorduk ama bir yerlere varacağını biliyorduk. İnsanların çok büyük ilgi gösterdiğini görünce buna inandık. İlk albümümüzü bir günde kaydettik ve rekor düzeyde sattı. Ali ile birlikte altı albüm yaptık. Sonra birtakım nedenlerden dolayı ben ayrıldım gruptan. Ali, Derdiyoklar'ı devam ettirdi.

Ayrılma sebebiniz neydi?

Galiba şöhreti taşıyamadık. Ünlü olmanın getirdiği yükü kaldıramadık. Çok basit çekişmeler ve basit istekler oluştu. Sonra kendi yolumuza devam ettik. Sonra uzun bir süre müziği bıraktım.

Neden?

İstediğim müzik konusunda kendimi eksik hissettim. Bilgi dağarcığımı yetersiz gördüm. Bize bu türküleri, bu deyişleri bırakıp giden insanlar hangi çizgileri takip etmişler, onları o çizgiye getiren sebepler nelerdi? Bunları öğrenmek için uzun bir Anadolu gezisine çıktım. O yolculukta anladım ki biz birçok şeyi ezbere yapıyormuşuz. Sözle müziğin kucaklaşması kavramının ne demek olduğunu bilmiyorduk. Gördüm ki sözle müzik kucaklaştığında büyük eserler çıkıyor. Bunu yakalamaya çalıştım. Oturdum, geçmişteki ozanları inceledim.

Sizi albümünüz Gül Budağı'nı yapmaya getiren süreç nasıl başladı?

Anadolu gezisinden sonra öğrendiklerimi pratiğe dökmeye başladım. İddiasız bir şekilde büyük ozanların eserlerini bestelemeye başladım. Bu çalışmalarımdan haberdar olan TRT'den bir teklif geldi. Ulu Ozanlar dizisinde Yunus Emre'de tıkanmışlardı. Çünkü piyasada Yunus Emre bestesi olan çok fazla türkü yoktu. Ben birkaç eserini bestelemiştim. Sonrasında başka ozanlar için de beste yapmam istendi ve onlar için de yaptım. Bu çalışmalar da bu albüm için ilham kaynağı oldu.

Repertuvarı neye göre belirlediniz?

Anadolu'da çok önemli ozanlar yetişmiş. Ama sokağa çıkıp insanlara isimlerini sorduğunuzda hiç tanınmıyorlar. Oysa hayatımızın büyük bölümünde o insanların bizlere bıraktığı nasihat ve öğütler var. Ben de söz yazan biriyim. Kendi eserlerim dışında bu insanların eserlerini günümüze taşımak istedim. Öncelikle bende en büyük etki bırakan isimlerin eserlerine yer verdim. Albümde hayatlarıyla ilgili bilgiler de verdim. Ayhan Evci bana çok yardım etti. Bundan sonraki çalışmalarım da bu yönde olacak.

Kültür üzerine kafa yorulmuyor

Peki günümüzde neden böyle büyük eserler yapılamıyor?

Şehrin stresinde sadece tüketime yönelmiş insanlarda böyle duygular yok. Sanatı hayatın minicik bir yerine koydular. Müzik endüstriye dönüştü. En popüler olan nedir üzerine gidildi. Kültür üzerine hiç kafa yormaz oldular.

Günümüzdeki müziği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdiki şarkılarda ben kelimesi çok geçiyor. Oysa ki bu ozanlar hep benliğe lanet edilmiş. Benlik anormal şekilde günümüze yerleşti. İki kişi arasındaki ego kavgasını yansıtan sözler yetmiyormuş gibi bir de şıkır şıkır müzikler var. Bu destekleniyor maalesef. Yeni yetişen nesil de bizim müziğimizi bu sanıyor. Benim yaptığım müziği radyolarda çalmıyorlar, televizyonlara çıkarmıyorlar. Ama inadına bu işin üstüne gittim. Popülariteye ihtiyacım yok. Bir derdim var. Bu büyük ozanları halkla tanıştırmak istiyorum. Bu memlekette bir Dertli yaşadığını bilsinler.

Bu projeden sonra neler yapmak istiyorsunuz?

Ölmeden önce bunun gibi bir iki albüm daha düşünüyorum. Harabi, Fuzuli gibi ozanlar var. İsimleri hiç duyulmamış ozanlar da var. Onları da araştırıyorum. İkinci albümün repertuvarı hazır.

Sıkıntıların reçetesi ozanların dizelerinde

Bu eserleri bestelemek zor mu?

Anadolu gezilerinde dedelerimizi ve ihtiyarlarımızı dinlerken bestelerde o ozanların söyledikleri sözün püf noktalarını yakaladıklarını gördüm. Sözlerin anlaşılması için esler vermiş. Bundan ilham aldım. Beste yaparken defalarca dinledim. Müzikle söz kucaklaşmasına günümüzde hiç dikkat edilmiyor. Ulu ozanlarımızın sözlerinin müzik içerisinde heba olmamasına çok dikkat ettim.

Bu büyük ozanların yüzyıllar önce söyledikleri hâlâ taptaze...

Günümüzdeki tartıştığımız, kutuplaştığımız, derdini çekip üzüntüsüne katlandığımız ve karşısındakine üzüntü yarattığımız şartlar o dönemlerde bu denli değildi. Olsa bile sınırları netti. Günümüzde ayrıştırıcı nüveler çoğaltıldı. Bunun bence en büyük sebebi Anadolu’yu kavramamak. Anadolu neler yetiştirmiş? Sen-ben, hep aynı özden geliyoruz. Özümüzden uzaklaşıp gözümüzle gördüklerimize yönelmişiz. Gözümüzle gördüklerimizle oyalanırken de özümüzü unutmuşuz. Bundan dolayı da bu haldeyiz. Oysa ozanlarımız yüzyıllar öncesinden o kadar öz bir şekilde bizlere söylemişler reçeteyi.Özümüze dönmeliyiz yani insanlığımıza.

Türkiye'ye iç güvenlik paketi değil özgürlük paketi lazım

$
0
0

Şimdilerde çiçeği burnunda bir siyasetçi olan Prof. Dr. İştar Gözaydın, toplumun her kesimini yakından ilgilendiren, hâlihazırda Meclis’te görüşülen iç güvenlik paketini ve geçen maddeleri değerlendirdi. Milletvekili aday adaylığı girişiminin arka planını anlattı.

Din-devlet ilişkileri, hukuk ve Diyanet üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen bir akademisyen Prof. Dr. İştar Gözaydın. Aynı zamanda Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin kurucularından olan Gözaydın şimdilerde akademideki çalışmalarıyla değil de, siyasete atılmasıyla gündemde. CHP İstanbul 2. Bölge'den milletvekili aday adayı olan Gözaydın hem vatandaş hem de bir hukukçu olarak iç güvenlik paketinin ülkeyi, toplumu nasıl etkileyeceğine dair sorularımızı eğip bükmeden cevapladı. Paketin keyfî; bir OHAL girişimi olduğunu, liderin bekasını sağlamak adına yapıldığını söyledi. Bunların yanı sıra, daha adaylığı netleşmeden çıkan ‘Kemal Kılıçdaroğlu yerini o profesöre bırakıyor' haberlerine de açıklık getirdi.

İç Güvenlik Yasa Tasarısı itirazlara rağmen neden ısrarla çıkarılmak isteniyor?

Hükümetin politikaları yüzünden ciddi bir muhalefet oluşmuş durumda. Her şeyden önce bu muhalefete yoğun bir tahammülsüzlük olduğunu görüyoruz. Otoriter yapı kurmaya doğru bir gidiş var. O otoriterlik içinde muhalefetin sesine yer yok. Gezi'den de başlayan bir şey aslında. Gittikçe yükselen farklı seslere, yorumlara imkân vermek istemeyen bir yapı. O yapının en büyük araçlarından biri hukuk ve bu kısıtlamayı hukukla düzenlemek istedikleri için de iç güvenlik paketinde ısrarcılar. Türkiye'ye iç güvenlik paketi değil, özgürlük paketi lazım.

Pakette konuşulan konular için zaten bir düzenleme yok muydu?

Vardı tabii. Cumhurbaşkanı ‘Paket gecikirse ve molotof atılırsa, topluma karşı suç işlenmiş olur' diyor. Sanki molotof atıldığında bugüne kadar hiçbir yaptırım yokmuş, ilk defa getirilecekmiş gibi davranmaları ayrı bir anlaşılmazlık. Ama bunun tek bir okuması var o da Erdoğan'ın sürekli olağanüstü hal istemesi.

Nedir sürekli olağanüstü hal?

Sıkıyönetim düzenlemeleri için hukuken belirli zamanlar vardır. Güvenliğin tehditte olması gibi. Bu paketin en büyük tehlikesi olağanlaştırılması. Nazi Almanya'sının fikir babalarından Carl Schmitt’in ortaya attığı istisnai durum kavramı var. ‘İstisnai durumlarda istisnai tedbirler alınması uygundur'. Bu anlayışı yakın bir zamanda hâlâ yaşayan bir siyaset bilimci, Giorgio Agamben yeniden işledi. Tehlikeli olan taraf şu, istisnai durum yaratılarak gayet olağan zamanlarda, birtakım istisnai liderler üretiliyor veya onların varlığı meşrulaştırılmaya çalışılıyor. O kişilerin müstesna hale getirilmesi toplumun tamamıyla baskı altına alınmasına sebep oluyor.

‘Anayasayı Tanımıyoruz' diyerek siyaset yürütülemez

Düşünüldüğü gibi istisnai bir durum var mı?

Yok, tabii ki. Yalnızca istisnai bir lider çıkarılmaya çalışılıyor. Başkanlık sistemini sağlamaya yönelik adımlar bunlar. Yine Goebbels'in dediği gibi propaganda bakanlığı gibi çalışan bir yapı söz konusu. Aslında şu an yapılan algı operasyonlarını, propagandaları Goebbels'le karşılaştırmakla hata ediyorum. Nazi Almanya'sında bile daha akılcı argümanlar üretiliyordu. Bunlar insanların akıllarıyla alay ediyor.

Paketteki maddeler tek tek Meclis'ten geçiyor. Hepsinin kabulü durumunda ülkeyi ne bekliyor?

Yargıyı baypas ederek yürütme üzerinden birtakım faaliyetlerin yürütülmeye çalışıldığını görüyoruz. Nitekim savcıların yetkilerinin vali ve polislere devretme girişimi bunun göstergesi. Yürütme her şeyi kendi üzerinden götürmeye çalışıyor. Bu da otoriterleşme çabasının çok ciddi adımlarından biri. Kuvvetler ayrılığı ilkesi yine sallantıda yani…

Peki, polisin istediği kişiyi hiçbir gerekçe olmadan araması, gözaltına alması…

Kolluk kuvveti olan polis iktidara bağlanıyor ve yetkileri genişletiliyor. Bu paket başlı başına temel insan hak ve özgürlüklerini kısıtlıyor. Var olan 1982 Anayasası ağırlıklı olarak bireyi değil devleti koruyan bir yasa. Zaten burada bir sınır var, bunlar onun da önüne geçiyor.

İçişleri eski bakanı Efkan Ala istifa etmeden önce 1982 Anayasası'nı tanımadığını söylemişti…

Madem tanımıyorsunuz, zamanında değiştirseydiniz. Elinizde bunun için çok fırsat vardı. ‘Tanımıyoruz' diyerek siyaset yürütülemez. Bu aslında hukuku tanımadığını gösteren bir ifade.

En basit, anlaşılır haliyle paketi tanımlayacak olsanız…

Keyfî; OHAL. İsteğe bağlı, sürdürülebilir OHAL, lider bekası. Keyfî; uygulamalara yol açacak, ihlallere sebep olacak. ‘Öyle bir haldeyim ki buna ihtiyacım vardı' durumundan başka bir şey değil. Vatandaş olarak gündelik yaşamımıza ciddi kısıtlamalar getirecek ve her türlü keyfî; uygulamaya imkân açacak bir düzenleme. Liderin varlığını sürdürmesi için alınan tedbirler. İktidara boyun eğmeyenleri cezalandıracak bir düzenleme. Tam otoriter rejimlere has.

Şeffaflıktan uzak bir ülke kabul edilemez

Bunlar uluslararası hukuka ters düşecek uygulamalar değil mi?

Şiddet, terör gibi durumlarda kolluk güçlerinin müdahalesi elbette olmalı. Ama gösterilerde biber gazına, TOMA'ya, tazyikli suya neden ihtiyaç duyar ki polis? Bu maddelerin kabulü bu araçların da meşrulaşması ve uluslararası arenada problemlerle karşılaşacağı anlamına gelir.

Şeffaf olmama hali devlete güvensizliği artırır mı?

Bazı alanlar vardır ve belli ölçüde kapalı kapılar ardında yapılması normaldir ama her şeyin kapalı kutulara hapsedilmesi kabul edilemez. Temsili demokrasi senin adına vekillerin orada bulunmasıdır. Bunun dışında sanki bir varlıkmışçasına iktidardaki yapıların kendilerine güç addetmeleri anlaşılabilir bir şey değil.

Paketin görüşülmeyen 63 maddesi, AK Parti'nin gece yarısı önergesiyle geri çekildi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

68. maddeden itibaren "paketin" geri çekilmiş olmasının pek bir kıymeti yok zira demokrasi ve özgürlükler açısından ciddi sorunlar taşıyan maddeler zaten muhalefete hiç bir söz hakki tanınmadan geçirildi. Ayrıca komisyona geri çekilmesi yasanın çok ufak değişiklikler ile yeniden genel kurula gelmeyeceği anlamına gelmiyor. Sonuç olarak yeni durum sadece zaman kazanma ve ‘Bakın aslında biz yumuşama istiyoruz' demenin göstermelik hali.

Söylenmek yerine, söylemek için siyasete atıldım

CHP'den aday adayı oldunuz. Siyasete atılma fikri nasıl oluştu?

Dost meclislerinde ve çeşitli programlarda şikâyet etmeye başladığımı gördüm. Bu benim yapıma uygun bir şey değil. Söylenmek yerine söylemeyi tercih ettim. O söyleme tercihi içinde aktif siyasetle ilgilenmek akla yatkın geldi. İktidarın bende uyandırdığı itirazlar, taşın altına elimi sokmaya itti.

Kılıçdaroğlu'nun milletvekili seçilme sırasını size verdiği haberleri doğru mu peki?

Haberi görüp de arayanlar Kemal Bey'in yerine genel başkan olduğumu bile düşünmüş. Dehşete kapıldım resmen. Bu tamamıyla iç tüzükle ve CHP'nin yetki organlarının tercih ettiği bir durumla alakalı. Ben kontenjandan aday adayı olarak başvurdum. Gerisi genel merkezin tercihi, takdiri.

Beyaz yakalılara kamu yararını öğretiyorlar

$
0
0

Türkiye Mimarlar Mühendisler Konfederasyonu (TÜMKON), sivil toplum bilincini artırmak için bir proje geliştirerek Sivil Toplum Okulu programı düzenliyor. Üyelerine verdiği bu hizmetle TÜMKON, STK farkındalığı oluşturmak istiyor.

Türkiye Mimarlar Mühendisler Konfederasyonu (TÜMKON), mühendis, mimar ve teknik elemanların mesleki, kişisel ve sosyal gelişimlerini sağlamak amacıyla birçok eğitim ve seminer düzenliyor. İnteraktif İngilizce, dış ticaret, yazılımla alâkalı mobil uygulama dersleri veriyor. Özellikle mesleki ve kişisel gelişimlerine fayda sağlayan eğitimler yapıyor. Çeşitli alanlarda sosyal sorumluluk projesi de düzenleyen konfederasyon, geçtiğimiz günlerde buna bir yenisini ekledi. TÜMKON Akademi olarak düzenledikleri Sivil Toplum Okulu projesiyle, üyelerini STK (sivil toplum kuruluşu) alanında bilinçlendirmeyi hedefliyor. Dersler, çeşitli üniversitelerde alanında uzman hocalar tarafından veriliyor. TÜMKON Genel Sekreteri Mevlüt Özkişi, dünyanın gelişmiş ülkelerindeki STK anlayışını Türkiye’ye nasıl taşıyabiliriz düşüncesiyle bu projeye başladıklarını söylüyor. Türkiye çapında çok sayıda üye derneklerinin olduğunu belirterek, STK farkındalığını geliştirmek istediklerini aktarıyor.

STK Okulu, ilk ders zilini Süleyman Şah Üniversitesi’nde çaldı. Yrd. Doç. Habibe İlhan’ın verdiği ilk derste İlhan, Türkiye ve dünyada STK’ların etki alanlarının karşılaştırmalı analizini yaptı. Bu gibi eğitim programlarına olan ihtiyacın çok olduğunu aktaran İlhan, Türkiye’deki STK’ların henüz olgunlaşmadığını söyleyerek “Bu kuruluşların gelir üreten, iş veren, hizmet sunan ve bunların ötesinde sosyal sermayenin oluştuğu ve beslendiği bir alan olduğu daha tam idrak edilememiş. Bu noktada daha kurumsallaşmış ama STK ruhunu kaybetmemiş kuruluşlara ve onları yönetecek bireylere ihtiyaç var. Bu da Türkiye’de niçin böyle bir projeye ihtiyaç duyulduğunu açıklıyor.” diyor.

Habibe İlhan, yurtdışındaki STK’lar ile Türkiye’deki STK’lar arasındaki farkı ise şu şekilde açıklıyor: “Sektör bizde henüz olgunlaşmamış, amatörce. Yöneticilerimiz bu sektöre yönelik eğilim göstermiyor. STK’lar da tam olarak tanımlanamamış. Örneğin hemşehri dernekleri. Çoğu zaman kahve, lokal gibi işletiliyorlar ama tanımlama noktasında ‘dernek’ olarak kayıtlılar. Verilere baktığımızda dernek olarak tanımlandıklarından analizlerimiz sağlıklı olmuyor. Sağlam veri tabanlarımız yok. Bu noktada Dernekler Dairesi Daşkanlığı’nın bir Ar-Ge kolu kurması gerekiyor.”

Nükleer silah fikri iktidarların çok hoşuna gidiyor

$
0
0

Gazeteci Filiz Yavuz, “Beni Akkuyular’da Merdivensiz Bıraktın” adlı kitabında Türkiye’nin 40 yıllık nükleer enerji serüvenini masaya yatırıyor. Yavuz’a göre Türkiye’deki birçok şey gibi nükleer meselesi de siyasî; ve bu konu üzerinden üretilen siyaset, nükleer santrallerin hayata değen kısmını görmemizi engelliyor.

Neden nükleer meselesi her zamankinden daha hararetli bir şekilde yeniden tartışılıyor?

2000’de dönemin başbakanı Bülent Ecevit, nükleer karşıtlarının baskısı ve çok pahalı olduğu gerekçesiyle Akkuyu nükleer santral projesini iptal etti ve Türkiye’de nükleer santral kurma işini 15-20 sene sonra konuşmak üzere rafa kaldırdı. 2002’de AKP başa geldikten sonra dönemin enerji bakanı Hilmi Güler, ilk zamanlarda yenilenebilir enerjiden söz ederken 2004’te bir baktık ki nükleer demeye başlamış. Nükleer endüstrinin “nükleer rönesans” diye anıldığı daha güvenilir olma iddiasındaki dönemdi, bu dönem. Türkiye’nin yeniden nükleere yüzünü dönmesinde nükleer rönesans denen bu PR atağının etkisi büyük. 2006’da nükleer ciddi ciddi tartışılır oldu ve o zamandan bu zamana da hükümetin nükleer ısrarı artarak sürdü. Israr arttıkça tartışma da hararetlendi.

Bir de kitapta ‘nükleer prestij’den bahsediyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Nükleer santrale sahip olmanın prestijli bir durum olduğu düşünülüyor. Söylemde nükleer santralle nükleer silah arasında doğrudan ilişki kuruluyor, nükleer santralim olursa her an nükleer silah yapabilirim, algısı yaratılıyor. Aba altından sopa göstermek gibi bir şey nükleer santrale sahip olmak. Hem Ortadoğu’da bir güç gösterisi hem de iç kamuoyuna ‘güçlüyüz’ mesajı bu. ‘Ortadoğu’da nükleer silaha sahip olan ülke olmak’ fikri bile iktidarların çok hoşuna gidiyor. Fakat bilim insanları nükleer silah ve nükleer santral konularının arasında böylesi bir ilişkinin olmadığını söylüyor. Nükleer silah yapmak için ille de nükleer santral sahibi olmanıza gerek yok. Örneğin İsrail’in nükleer santrali yok ama silahı var. Ya da nükleer santrali olup da silahı olmayan birçok ülke sayabiliriz.

Nükleer enerji konusunda endişelenmemiz için illa Çernobil gibi büyük çaplı bir kaza mı olması gerekiyor, yoksa karşı çıkmamız için başka sebepler de var mı?

Nükleer atık son derece ciddi bir mesele. Çünkü sürekli atık çıkaran bir mekanizmadan bahsediyoruz. Bazı izotopların yarılanma ömrü 250 bin yıl. Yani 250 bin yıl boyunca tehlike saçacaklar demek bu. Düşünün! 250 yıl değil, 2500 yıl değil, 250 bin yıl. Ve dünyada hiçbir ülke atık meselesine çözüm bulabilmiş değil. Örneğin Almanya, atıkları tuz madenlerinin içine gömmek istiyor. 1970’lerin başından beri bunun için çalışmalar sürüyor. Fakat hâlâ hükümetin istediği gibi 500 yıl boyunca bu atıkların doğadan izole edilebileceği ve 500 yıl sonra istendiği takdirde bu atıkların bulundukları yerden sorunsuz bir biçimde çıkarılabileceğine dair garanti verilemiyor. Atık sorunu aynı zamanda etik bir sorun. Örneğin 2000 yıl sonra dünyada yaşayacak insanlar seçme şansları olmadan sizin atıklarınızla uğraşmak zorunda kalacaklar. Bir de her ne kadar teorisyenler yalanlasa da rutin radyasyon salımından bahsediyor nükleer karşıtları. Yani düzenli olarak nükleer santralin düşük dozda radyasyon saldığından ve süreçler şeffaf olmadığı için açıklanmayan ufak kazalardan. Ki sürekli olarak düşük dozda radyasyona maruz kalmak hastalık oranlarını artırıyor.

Kitapta sadece nükleeri savunan politikacılara ya da şirket sahiplerine değil, nükleer karşıtlarına da eleştirileriniz var. Nükleer karşıtı hareket nerede hata yapıyor?

Öncelikle şunu vurgulamak isterim, ben nükleere karşıyım, ama bu kitap nükleer karşıtı bir propaganda kitabı değil. Öyle bir kitap yazmak istemedim. Zaten mesele şeffaf bir şekilde ortaya koyulduğunda insanların neye karşı çıkıp neye karşı çıkmayacaklarına rahatlıkla kendilerinin karar verebileceğine inanıyorum. Tam da bu yüzden kitapta nükleer karşıtlarına da eleştiri var. Hemen söyleyeyim, nükleer santrali olmayan bir memlekette nükleere karşı kırk yıldır mücadele eden bu hareketi çok önemsiyorum. Fakat nükleer karşıtlarının iktidarın çizdiği sınırlar içinde, onun diliyle muhalefet ettiğini düşünüyorum. “İstihdam”, “dışa bağımlılık”, “ucuz enerji” gibi argümanlarla nükleeri tartışan iktidar, nükleer karşıtlarına da kendi kurduğu dille bu argümanları tartıştırıyor. Bir bakıyorsunuz nükleer karşıtları da sadece bu tartışmalardan siyaset üretmeye başlamış, meselenin yaşama değen noktalarını es geçmiş. Elbette bu argümanlar üzerine de kafa yorulsun, lakin nükleer karşıtı hareketin yönünü iktidarın ortaya attığı bu argümanlar belirlemesin. İktidarın bu durumdan memnun olduğunu düşünüyorum, zira bu kısır tartışma kendisine yarıyor.

Bu kısır döngü nasıl aşılır?

Kitap tam olarak bunu öngörüyor aslında. Diyor ki, bu argümanları bir kenara bırakalım, nükleeri yaşam üzerinden tartışalım. Öne sürülen argümanlar yaşama değmiyor çünkü. Bu yüzden nükleer konusu, yurttaşların anlayamayacağı teknik bir mesele olarak algılanıyor. O kadar ki; kitabın içinde formüllerin falan olduğunu düşünenler olmuş. Hayır, nükleer teknik ya da teknolojik bir mesele değildir, sizin yaşamınızla ilgili bir kararın ta kendisidir oysa.

Bahsettiğiniz yaşama değen kısım ne?

Bu argümanların hepsi doğru olsun diyelim. Velev ki nükleer santral istihdam yaratacak, enerji ucuzlayacak, dışa bağımlılık azalacak. Santralde ya da geçici atık depolama merkezlerinde bir kaza olduğunda ve bu kaza bütün ülkeyi, komşu ülkeleri etkilediğinde bunların hiçbir önemi kalmayacak. Dolayısıyla nükleeri kaza riski, atık meselesi ve demokrasinin olmazsa olmazı olan katılımcılık üzerinden tartışalım diyorum ben.

Koltuk gider, yargı zırhı biter

$
0
0

Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduktan sonra da kişilere ve kurumlara karşı hakaret suçu sayılacak eylemlerde bulunuyor. Bir cumhurbaşkanının hakaret ve iftira suçu işleyeceği düşünülmediği için anayasaya göre görevdeyken yargılanamıyor. Ancak hukukçulara göre görev süresi bitince yargı önüne çıkmak zorunda kalacak.

10 Ağustos’ta yapılan seçimlerde cumhurbaşkanı koltuğuna oturan Recep Tayyip Erdoğan, sahip olduğu yasal koruma ile toplumun farklı kesimlerine ya da kişilere karşı hakeret ve iftira suçu sayılabilecek davranış ve sözlerde bulunuyor. O, söyledikleri nedeniyle yargı karşısına çıkmazken geçen süre içinde ‘cumhurbaşkanına hakaret’ nedeniyle gözaltına alınanların sayısı 67’yi buldu. Erdoğan, sanki cumhurbaşkanlığı koltuğunda değil de başbakan koltuğunda oturuyor gibi davranıp bütün siyasi parti liderleriyle polemiğe giriyor, birleştirici bütünleştirici bir üslup yerine ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir dili tercih ediyor. Kanunlarda suç sayılan bir çok fiili de işlemeye devam ediyor.

Oysa göreviyle ilgili suçlarına ilişkin anayasal sorumsuzluğa sahip olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişi ve kurumlara yönelik iftiraları konusunda herhangi bir yasal koruması bulunmuyor. Daha doğru bir ifadeyle bir cumhurbaşkanının toplumu kin ve nefrete sürükleyici bir üslup kullanacağı, vatandaşlar arasında ayrımcılık yapacağı ya da kendisini kanunlar çerçevesinde eleştiren bir kişiye hakaret edebileceği düşünülmediği için Anayasa’da açık bir tarif yapılması düşünülmemiş. Anayasa’da tarifi yapılmasa da milletvekillerinin kürsü (yasama) dokunulmazlığı olduğu gibi cumhurbaşkanının da her konuda dokunulmazlığı bulunduğunu savunan hukukçular var. Bazı hukukçular ise kanunda belirtilmediği için cumhurbaşkanının hiçbir korumasının bulunmadığını belirtiyor. Ancak zırh konusunda farklı düşünen hukukçuların buluştuğu ortak nokta ise er ya da geç cumhurbaşkanının yargılanması yolunun açık olduğu yönünde.

DÜNYA, CUMHURBAŞKANININ KİŞİSEL SUÇ İŞLEYECEĞİNİ DÜŞÜNMEMİŞ

Cumhurbaşkanı görev suçlarından dolayı sahip olduğu sorumsuzluk, uluslararası hukukta da kabul görmüş bir mesele. Bu anlayış, ‘Devletin başındaki şahıs suç işlemez.’ düşüncesinin bir ürünü. Aynı anlayış, kişisel suçlarla ilgili de kabul görmüş ve birçok ülkede anayasal düzenlemeye gidilmemiş. Ülkemizdeki parlamenter sistemin doğduğu yer olarak kabul edilen İngiltere’de kralın görev suçları için tam sorumsuzluk öngörülmüş. Aynı sorumsuzluk durumu, birkaç istisna ile birlikte Almanya, İtalya, Fransa gibi ülkelerde de geçerli. Bu ülkelerde, cumhurbaşkanının hata yapmasına ihtimal verilmediği için kişisel suçlarla ilgili bir düzenlemeye de gidilmemiş. Ancak ülkemizde bir kısım hukukçuların savunduğu görüş, Fransa’da baskın olarak kabul görüyor. Buna göre cumhurbaşkanının kişisel bir suçundan dolayı cezai sorumluluğunun bulunduğu ve normal ceza mahkemelerinin yargılama usulüne tabi olduğu kabul ediliyor. Bunun neticesi olarak Fransa’da, herhangi bir vatandaşa hakarette bulunan bir cumhurbaşkanı derhal yargılanıyor. Almanya’da ise cumhurbaşkanının kişisel suçlardan dolayı yargılanması çok nadir görülen bir durum. Almanya tarihi boyunca, kişisel suçlarından dolayı yargılanan ilk cumhurbaşkanı Christian Wulff. Almanya’nın 10. cumhurbaşkanı olan Wulff, 2013 yılında ‘çıkar sağlamak’ suçundan hâkim karşısına çıktı. Cumhurbaşkanının kişisel suçlarından dolayı yargılanmasına anayasasında yer veren ülkelerden biri Yunanistan. Yunan Anayasası da bu konuda ülkemizdeki yaygın görüşü takip etmiş. 49. maddede “Cumhurbaşkanı’nın görevi ile ilgili olmayan eylemlerinden dolayı yargılanması gereken hallerde görev süresinin bitiminin bekleneceği ve görev süresinin sona ermesine kadar erteleneceği” belirtilmiş.

Cumhurbaşkanının işlediği kişisel suçlardan sorumlu olduğunu söyleyen Anayasa Hukuku Profesörü Ergun Özbudun, Erdoğan’ın görevi bıraktıktan sonra yargılanabileceğini söylüyor, Ceza hukukçusu Yrd. Doç. Dr. Mustafa Zeki Yıldırım ise “Cumhurbaşkanı kişisel suç işlediğinde soruşturmanın derhal başlatılıp delillerin dosyada muhafaza altına alınması gerekir ki; beş yıllık cumhurbaşkanlığı süresi bitince bu davalar yürütülmüş olsun.” diyor. Kanunlarda cumhurbaşkanının dokunulmazlığına dair hüküm bulunmamasını değerlendiren Doç. Dr. Sezgin Seymen Çebi ise “Cumhurbaşkanının hakarete varan bu sözleri söyleyebileceği, bu tür olaylara müdahale edebileceği kanun koyucu ve anayasa düzenleyicileri tarafından düşünülmemiş şeylerdir.” ifadelerini kullanıyor. Çebi’ye göre, buna karşın cumhurbaşkanlığı görevi süresince işlenen suçlara ilişkin zamanaşımı işletilemez. Yani görev süresinin ardından Erdoğan’a yargı yolu açık.

Delikanlılık, dokunulmazlık zırhı altında etrafa hakaret yağdırmak değildir

Ceza hukukçusu Yrd. Doç. Dr. Mustafa Zeki Yıldırım: “Cumhurbaşkanlığı makamının itibarını korumak, öncelikle o makamda bulunan kişinin görevidir. Cumhurbaşkanı yalan söylemeyecek, iftira atmayacak ve hakaret etmeyecek ki; vatandaşı cezalandırmanın ahlaki ve hukuki temeli olsun. Delikanlılık, dokunulmazlık zırhı altında etrafa hakaret yağdırmak değildir. Cumhurbaşkanı hakkında, anayasa ve ceza yasalarında dokunulmazlığı sağlayan herhangi bir hüküm yoktur. Burada cumhurbaşkanının suç işlemeyeceği kabulünden hareket edilmiş olabilir. Kanaatimce cumhurbaşkanının ifadeleri ile ilgili hukuk davaları açmak mümkündür. Ceza davaları açısından da mağdur konumunda olanların şikâyette bulunmaları ve şikâyet üzerine soruşturmanın başlatılıp delillerin dosyada muhafaza altına alınması gerekir ki; beş yıllık cumhurbaşkanlığı süresi bitince bu davalar yürütülmüş olsun.”

Görevi bitince yargılanır

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ergun Özbudun: “1982 Anayasası’nda cumhurbaşkanının milletvekili dokunulmazlığına sahip olup olmadığına dair bir hüküm yok. Benim görüşüm, 550 milletvekiline ve dışarıdan atanmış bakanlara tanıdığımız dokunulmazlığı cumhurbaşkanından esirgemek bir mantıksızlık. Anayasa’da bunun belirtilmemiş olması bir özensizliktir. Cumhurbaşkanı şahsi suçlarından tabii ki sorumludur. Ancak, nasıl milletvekili dokunulmazlığının sona ermesinden sonra sorumlu tutulabiliyorsa ve milletvekilliği boyunca zamanaşımı işlemiyorsa, cumhurbaşkanının da dokunulmazlığa sahip olsa dahi, o sıfatı sona erince yargılanabilmesi gerekir. Elbette bu şahsi suçları için geçerlidir. Görev suçları açısından sadece vatana ihanet ile yargılanabilir. Onun da çok özel usulleri var.”

Zamanaşımı işlemez

Anayasa hukukçusu Doç. Dr. Sezgin Seymen Çebi: “Bu zamana kadar cumhurbaşkanına yönelik olarak söylenen sözlerin önemli bir kısmının eleştiri mahiyetinde olduğunu ve cumhurbaşkanlığı makamına herhangi bir hakaret söz konusu olmadığını düşünüyorum. Cumhurbaşkanının hakaret suçu işlemesi durumuyla ilgili ise kanunda bir düzenleme yok. Cumhurbaşkanının hakarete varan bu sözleri söyleyebileceği, bu tür olaylara müdahale edebileceği kanun koyucu ve anayasa düzenleyicileri tarafından düşünülmemiş şeylerdir. Bu konuda benim görüşüm, cumhurbaşkanının kişisel suçları görev süresinin sona ermesinden sonra yargılamaya tâbi olmalıdır. Görev süresi boyunca yargılanması mümkün değildir ancak görev süresi boyunca da suça ilişkin zamanaşımı süresi işlemez. Yani görev süresi bitince yargılanabilir.”


[BİZİM KÖY] Hangisi hayvan?

$
0
0

Hayvan hakları halen tartışmalı bizde. İki ayaklılar, eziyete devam ettiği müddetçe de sürecek gibi.

Ancak Mısır'da tarihi bir karar verildi. ‘Köpek öldürme ve kesici aletlerle yaralamak suretiyle kamuoyunda korku ve paniğe yol açma’ suçlamalarıyla yargılanan dört kişiye üçer yıl hapis cezası verildi. Ne diyelim darısı bizdeki iki ayaklıların başına.

*

Bizimkiler duymasın!

Mantar gibi türeyen gökdelenlere biz alıştık lakin Çinliler kendini aştı bu konuda. Hunan eyaletinde 19 günde tam 57 katlı bir gökdelen inşa edildi. Çin'in nüfus yoğunluğu düşünülerek inşa edilen gökdelende 800 daire ve 4 bin kişinin çalışabileceği ofisler bulunuyor. Gökdelen 19 günde tamamlandı tamamlanmasına da güvenlik konusu meçhul.

*

Selfie'ler yasaklandı

Selfie, nam-ı diğer özçekim çılgınlığı arttıkça baston taşır gibi selfie çubuğu taşıyan gençler türedi. Fransa'daki Versailles Sarayı'ndan onları üzecek bir haber var. Sarayda selfie çubuğu yasaklandı. Binlerce kişinin akınına uğrayan mekânın gerekçesiyse selfie çubuklarının değerli resim, heykel ve halı gibi sanat eserlerine zarar verebilme ihtimali.

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı: Ergenekon'da bugün de olsa müdahil olurdum

$
0
0

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Ergenekon davasının birey olarak tek müdahili. Bir dönem Adli Tıp’ta başkanlık da yapan Fincancı, derin devletin mağdurlarından biri sıfatıyla davaya müdahil olmuştu. Kendisi bugün de olsa aynı şeyi yapacağını söylüyor.

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın Çapa Tıp Fakültesi Adli Tıp bölümündeki odasına giderken iç karartıcı gündemleri düşünüyordum. Bir yanda artan şiddet ve tecavüz vakaları, kavgalı iç güvenlik yasası görüşmeleri diğer yanda Ergenekon ve Balyoz’da görev alan polis ve savcılara yapılan operasyonlar, tutuklanan gazeteciler. Malum şu sıralar herkes pişmanlıklarını açıklıyor. Hocanın kanaati neydi acaba? Aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın da başkanı olan Fincancı ile artan şiddet ve tecavüz vakalarını da konuştuk.

Son zamanlarda kamuoyunda Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili kandırılmışlık duygusu yaşadığını söyleyenler artıyor. Ergenekon’da müdahil tek kişi olarak sizin kanaatiniz nedir?

Öyle düşünmüyorum. Zaten bir kandırma çabası içinde olduklarını biliyorduk. İlk başladıklarında bunu bir biçimde devletin gücünü ele geçirme mücadelesi olarak kullanacaklarını öngörebiliyorduk. Bir devlet yapılanması var, güçler dengesi var. Müdahil olursak belki bu kullanma olanağını ortadan kaldırabiliriz, daha görünür kılabiliriz dedik. Çünkü devlette böyle bir denetimsiz gücün varlığını görünür kılmak gerekiyor.

Bu düşüncelerinizi o dönemlerde de dile getiriyor muydunuz?

Evet. Engelleyebildiğimiz kadar engelleyelim, bu denetimsiz devlet gücünün teşhir edilmesi gerekir, bu bir olanaktır. Biz de teşhir için elimizden geleni yapalım. Daha ilk birkaç duruşmada avukatlarıma soru sorma yasağı getirdiler. Dolayısıyla gerçekten zorlandık. O dönemde pek çok arkadaşımıza anlatmaya çalıştık, önemli bir davadır, bir adımdır. Bu davaya sahip çıkalım, teşhir edelim, hep beraber güçlü olalım ama bu gücü sağlayamadık. Tek başına beni dışlayabilmeleri çok kolay. Daha güçlü bir ses olabilseydi orada… Başka kimsenin müdahilliğinin kabul edilmesi de gerekmiyor. Ama çok sınırlı kaldı. Pek çok insan bunun zaten oyun olduğunu düşündüğü için girmedi. Bazı insanlar ‘yesinler bırakın birbirini’ dedi. Bence hiç uygun bir şey değil. Ortada teşhir edilmesi gereken bir şey varsa teşhir edilmesi gerekir, yapılan iyi bir şey varsa o yapılan iyi şeyi de desteklemek gerekir. Her zaman yaptığım gibi; kimin yaptığından bağımsız olarak. Ben hâlâ teşhir edilmesi gerekenler olduğunu düşünüyorum. Teşhir edilecek olan insanların şu anda bir biçimde yüceltildiğini ve onlarla işbirliği yapıldığını görüyoruz. O yüzden iyi ki yapmışım o zaman diyorum. Bugün olsa gene yaparım. Ne yazık ki birçok insanın ölümünden sorumlu ya da bizim bu kadar çatışmalı ortamda hâlâ yaşıyor olmamızdan sorumlu olan insanlar elini kolunu sallayarak dolaşıyor. El üstünde tutuluyorlar hâlâ.

Dava sürecinde yargılamalarda adaletsizlikler, yanlışlıklar yapıldı, haberlerde abartılı dil kullanıldı denildi…

Tabii bütün davalarda olduğu gibi bu davada da adil yargılama ihlali var. Gözaltına alış biçimleri bu insanların topluma teşhir edilip uygun olmayan biçimlerde gözaltına alınmaları. Cezaevinde sağlık sorunları yaşayanların sağlık sorunlarına yönelik duyarsızlıklar… Bu durum sadece bu davaya yönelik bir şey değil. Türkiye’nin genel sorunu bu zaten. Uzun göz altılarını, uzun tutukluluk dönemlerini biliyoruz. Bunlar sadece Ergenekon’la ilgili değil. Tabii ki tartışılsın ama hep beraber tartışılsın.

Bunlarla Ergenekon’un ciddiyeti mi sulandırılıyor?

Başka araçlar da kullandılar. İlgili ilgisiz herkesi o davanın içine sokmak gibi. Hatta bazılarıyla infial oluşturuldu. Nedim Şener, Ahmet Şık olayındaki gibi. Denetimsiz devlet yapılanmasının burada asıl etkili olan güç olduğunu düşünüyorum. Bu işin tamamen tavsatılması ve sulandırılmasında da böyle bir rol üstlendi.

O zaman da bunları söylediniz mi?

Evet tabii ki. O zaman da dedik. Bir başbakan nasıl müdahil olur? Kendi zarar gördüğü bir şey varsa aynı benim gibi bu ülkenin vatandaşı olarak gider ve dilekçe verir. Ama savcılığını yapamaz.

Dönemin başbakanı olarak Tayyip Erdoğan niye ‘bu davanın savcısıyım’ diye açıklama yaptı sizce?

Çeşitli nedenleri var. Biri tabiki tribünlere oynama davranışı. Çok yaygın zaten. 28 Şubat’tan zarar görmüş ya da değişik dönemlerde baskılardan zarar görmüş insanlara, toplumun kesimlerine bir mesaj veriyor, bakın ben bunlara karşıyım, askeri vesayeti sona erdireceğim. Ama bir taraftan bunu yaparken de bir güç olarak algılanmasını talep ediyor. Bir biçimde yargıyı da etkiliyor.

Devletin intikam alması söz konusu olamaz

En son köşe yazılarınızdan birinde ‘Öfkem burnumda’ başlığını kullandınız. Siz naif ve ötekine öfkelenmemeyi tercih eden bir dil kullanırsınız. Şimdi neden böyle bir şey yazdınız?

Genel olarak ülkedeki öfke düzeyinden sanırım ben de biraz etkilendim. Öfkeyle sınırlı kalsa keşke. Çünkü ülkede çok ciddi bir şiddet düzeyi var. Toplumda ayrışma gittikçe yaygınlaşıyor. Nasıl başa çıkılacak? Nasıl bu şiddet ortamından, şiddet sarmalından çıkıp da insani değerleri önemseyen, birbirine değer veren bir toplum haline dönüşebileceğiz, kaygılarım var. İnsan haklarından yana olduğunu düşündüğüm insanların, tam da insanlık suçu öneriyor olması beni öfkelendirdi sanırım. Çünkü genç kadının öldürülmesinin ardından idam cezası ve hadım cezası gibi birtakım kavramlar tartışıldı. İdam cezasını sadece hak bilinci oluşmamış insanlar değil de bu bilinci oluşmuş ya da hak mücadelesi içinde olan insanlar dahi gündeme getirdi. Devletin intikam alması söz konusu olmaz.

Barça’da golcü olmanın dayanılmaz ezikliği!

$
0
0

Dünya takımı Barcelona’da golcü olmanın birçok zorluğu var. Takıma kazandırılan golcü yıldızlar, oyun sistemi ile birlikte Messi faktörü nedeniyle gol atamamanın ezikliğini yaşıyor. Sonuçta çareyi kaçışta arıyorlar.

Günlük hayatımızda sıklıkla duyduğumuz ‘Kadının fendi erkeği yendi’ sözünü, futbola ya da futbol takımlarından birine uyarlayacak olursak sanırım en çok Barcelona’ya uyardı. Sloganı ise ‘Orta sahanın fendi, forveti yendi’ olurdu.

İspanyolların dünya takımı Barcelona, Avrupa’nın en golcü takımlarının başında gelmesine karşın, bir türlü elinde bulundurdukları golcü oyuncuları mutlu edemiyor. Çünkü dünyanın en iyi golcüleri dahi olsalar, takımın oyun sistemi ve Messi faktörü, bu yıldızların önünü tıkıyor. Yeterince forma şansı bulamıyorlar. Özellikle orta sahada Andres Iniesta ve Xavi ile birlikte kurulan sistemin düzgün işlemesiyle birlikte, Barcelona’da golcülere boş alan kalmıyor desek abartmış olmayız.

Barcelona’da forma giyen ve attığı gollerle adından söz ettiren son golcü isim Kamerunlu Samuel Eto’o idi. 2004-2009 yılları arasında formasını giydiği İspanyol ekipte oynadığı 145 karşılaşmada 108 gol atabilen Eto’o, Barça’daki Messi’siz dönemlerde her yıl 35-40 maç arasında forma giyerken Arjantinli yıldızın takımı sırtlamaya başlamasıyla birlikte bu sayı yarıya yakın düştü. Barça yönetimi de golcü futbolcuyu sezonu 30 golle tamamlamasına rağmen Inter’in yıldız golcüsü Zlatan İbrahimoviç’in takasında kullandı. Üstüne de Inter’e 40 milyon Euro ödedi. Dünyanın en iyi, bir o kadar da aykırı golcüsü olan Zlatan İbrahimoviç ise Katalan ekipte ancak bir sezon formayı taşıyabildi. 2009 yılında kadroya katılan ve büyük umutlarla takıma dahil olan İsveç Milli Takımı’nın golcüsü, bir sezon oynadıktan sonra ikinci sezonda İtalyan devi Milan’a kiralık gitti. Barcelona’da oynadığı 29 karşılaşmada 16 gol atan golcü oyuncu, daha önce formasını giydiği Inter’de 3 sezonda 88 maça çıkmış ve rakip filelere 57 gol bırakarak dikkatleri üzerine çekmişti.

İbrahimoviç’in gidişiyle İspanyol golcü David Villa ile onun boşluğunu doldurmaya çalışan Barcelona, bu futbolcusunu da 3 yıl sonra satmak zorunda kaldı.. Oynadığı 77 karşılaşmada ancak 33 gol atabilen Villa, bir önceki takımı Vallencia’da 5 sezonda 166 maça çıkmış ve 107 gol atmıştı. Bir başka golcü Şilili Alexis Sanchez de Katalan ekibe ancak 3 sezon dayanabildi ve ardından İngiltere yolcusu oldu. Barcelona’nın ilk Şilili oyuncusu Sanchez, Bordo-Mavililerde 88 maça çıkarak rakip filelere 39 gol bırakmıştı.

Arsenal’de takımın en önemli gol silahı olan Thierry Henry’de Bacelona’da uzun süre tutunamadı. Arsenal’de 254 maçta forma giyip 174 gol atmayı başaran Henry, 3 yıl formasını giydiği katalanlarda ancak 80 maça çıkıp 35 gol atabildi..

Suarez başarabilecek mi?

Görünen o ki sezon başında dünya yıldızı Uruguaylı golcü Luis Suarez’i kadrosuna katan Barcelona’da değişen bir şey yok. Katalan ekip orta sahadaki oyun sistemi kurgusuyla çıktıkları karşılaşmaları Messi’nin hünerleriyle birleştirerek gollerini atmaya devam ediyor. Dolayısıyla bu durum, teknik heyete golcü Suarez’i sık sık yedek kulübesinde oturtma lüksü tanıyor. Oysa ki Suarez bir önceki iki takımından Liverpool ve Ajax’ta vazgeçilmez bir oyuncu olarak 110 kez takımlarının formasını giymişti.

Aslında Uruguaylı yıldız, Barcelona’da da son zamanlarda üzerindeki baskıyı atlatıp kadroya girerek gollerini atmaya başlasa da, sisteme yenik düşmekten kurtulamıyor. Suarez, şu ana kadar oynadığı 24 karşılaşmada 10 gol atmasına karşın bir türlü mutlu olamıyor. Nitekim geçtiğimiz haftalarda oynanan Granada maçında bir gol, bir asist ve güzel bir futbol oynamasına karşın 79. dakikada oyundan alınması moralini oldukça bozdu. Bu değişiklikten rahatsızlık duyduğunu gizlemeyen ve yüzüne yansıtan Suarez için ‘ayrılacak’ dedikoduları basında yazılmaya başladı bile. Bakalım golcü oyuncu bu sistemde ‘ben de varım’ mı diyecek, yoksa daha fazla dayanamayıp kendine yeni bir takım mı arayacak?

Bu tatlının mevsimi yok [DÜNYALIK TATLAR]

$
0
0

Dünyada çılgınlık haline gelen cheesecake’in onlarca çeşidi var. Portakal, çikolata, vişne, limon, marshmallow, mango, kayısı, karamel ve fındık ezmesi, bal kabağı... Tek yapmanız gereken damak tadınıza uygun malzemeyi seçmek.

Hemen her ülkede yapılan bir tarif var bu hafta: Cheesecake. Fransız, İtalyan, İsveç, İngiliz, Belçika, Güney Afrika, Japonya ve daha birçok ülkede farklı usullerde cheesecake yapılıyor.

Tarihi Antik Yunan’a ve Romalılar dönemine dayanıyor. M.Ö. 776’da gerçekleştirilen ilk olimpiyat oyununda atletlere minik cheesecake’ler verildiği yazılı kaynaklarda geçiyor. Yunanlı tıpçı Aegimus’un ‘Cheesecake Yapma Sanatı’ adlı bir kitabı var, Marcus Porcius Cato ise yazdığı ‘Tarım Üzerine’ kitabında iki farklı cheesecake tarifine değiniyor. Günümüzde iki çeşit cheesecake var. ‘Baked’ ve ‘No baked’ yani fırında pişirilmiş ya da pişirilmemiş. Pişme süresi biraz zaman alıyor ama pratik bir tatlı. Cheesecakelerin tabanı sert kıvamda oluyor. Bu tabanı, bisküvilerin un gibi ufalanmasından elde ediyoruz. Bu katın üstüne gelen peynirli karışım, cheesecake’in ana katmanını oluşturuyor. Üçüncü kat ise süsleme sosu veya kreması sayılabilir. Bu katı, taze veya kaynatılmış meyveler kullanarak süsleyebilirsiniz.

Başta da belirttiğim gibi dünyanın dört bir yanında (Amerika’da 30 Temmuz Ulusal Cheesecake Günü olarak kutlanıyor) çılgınlık haline gelmiş bir tatlı. Ülkemizde de kabul görmüş durumda. Hatta adından mülhem Türkçeye ‘peykek’ olarak çevirenler var. Menüsünde cheesecake olmayan bir cafe yok gibi. Ancak en çok Amerika’da yaygın diyebilirim. Öyle ki farklı bölgelerinde farklı usulde hazırlananları mevcut. En meşhuru New York usulü. Bu cheesecake’de peynir yerine sour cream (ekşi krema) kullanılıyor. Cheesecake piştikten sonra ekşi krema, vanilya ve şeker çırpılarak üzerine yayılıyor ve tekrar fırına veriliyor. Diğerlerinde olduğu gibi çikolata veya meyve sosu kullanılmıyor.

Bazı kaynaklar, 14. yy’dan itibaren İngilizler tarafından geliştirilen bir tatlı olduğunu söylüyor. Amerikalıların cheesecake’de yaptığı fark ise pişmemiş olan dolguyu kullanmaları.

Doğrusunu söylemek gerekirse damak tadıma hitap eden bir tatlı değil cheesecake. Bana kalsa kim bilir ne zaman sıra gelir bu köşede yer verirdim bilemiyorum. Hafta içi aldığım bir e-mail fikrimi değiştirdi. Uluslararası Servis ve Lezzet Akademisi (USLA)’nde bir cheesecake workshop’u yapılacağından bahsediyordu özetle. Yakın çevremde de ‘hasta’ları olduğundan gideyim de millete bir faydam dokunsun dedim. Dört saatlik kursta cheesecake yapımına dair ne var ne yok anlatıldı, incelikleri paylaşıldı. Şef Gizem Yılmaz eşliğinde çikolatalı, portakallı, zencefilli, beyaz çikolatalı ve orman meyveli cheesecake’ler yapıldı. Hazır kış mevsimi son demlerini yaşıyor, portakal hâlâ tezgâhlarda. Bu sebeple portakallı zencefillisinin tarifini paylaşmayı yeğledim. Ağzınızın da, pazarınızın da tatlanması dileğiyle…

Portakallı zencefilli cheesecake

Malzemeler

Yulaflı bisküvi 1,5 paket

Tereyağı 40 gr

Labne peynir 500 gr

Yumurta 5 adet

Nişasta 40 gr

Krema 200 gr

1 Bardak su

Portakal 1 adet

Zençefil 1 tatlı kaşığı

Yapılışı: Bisküvileri robotta öğütün, eritilmiş tereyağıyla harmanlayın ve kalıba yerleştirin.

Labne peyniri, şeker ve portakal rendesini bir çırpma kabında pürüzsüz olana kadar çırpın.

Yumurtaları ayrı bir yerde çırpın ve içine nişastayı ilave edin. Güzelce yedirin.

Bu iki karışımı birbiriyle karıştırın.

Ardından 200 gr çırpılmış krema ile nazikçe karıştırın.

Zencefilleri ilave edin. Bisküvi yerleştirdiğiniz kaba dökün.

110 derecede 1 buçuk saat kadar pişirin.

Pişen cheesecake’e ilk soğutmayı fırının içinde kapağı hafif açık olarak yapın. Sonra oda sıcaklığına alın. Oda sıcaklığına geldikten sonra bir saat kadar buzdolabında dinlendirin ve dilimleyerek servis yapın.

İlk kez cheesecake yapacaklar bunlara dikkat

Cheesecake‘nin çökmemesi ve üzerine uygulanacak süslemelerin dağılmaması için, fırından çıkan cheesecake’in oda sıcaklığına geldikten sonra işleme başlayın. Cheesecake’in üzerini çatlatmadan ve kızarmadan pişirdiyseniz sade ve beyaz halindeyken ikram edebilirsiniz. Ya da çikolata eritip kullanabilir, aynı zamanda taze meyvelerle süsleyebilirsiniz.

Yumurtaların soğuk olmaması gerekir. Peynir ile şekerin çok çırpılmaması önemli. Düşük sıcaklıkta ve uzun sürede pişmesi çatlak oluşumunu önler.

Keki yüksek ısıda pişirmediğiniz sürece sorun yok. (En fazla 110 derece) Fırından çıkarırken de ortası hafifçe sallanabilir. Endişelenmeyin, bu pişmediği anlamına gelmiyor. Soğudukça yoğunlaştığını göreceksiniz. Son bir tavsiye, bir gün bekletip servis alırsanız, tat çok daha oturuyor.

Peynir önerileri:

İtalya’da: Mascarpone (peynirden ziyade, kaymak tadındadır. Cheesecake ve tiramisunun ana malzemesidir), Ricotta (taze lor).

Amerika’da: Philadelphia (meşhur New York tarzı cheesecake bu krem peynirden yapılıyor).

Türkiye’de: Labne kullanılıyor.

Kullanılacak peynir, tuzsuz, suyu kâğıt peçeteyle alınmış, kremsi kıvamda olmalı. Cheesecake’in hafif olması için, kullanacağınız krem peynirin oranını düşürerek taze lor (ricotto) ağırlıklı yapabilirsiniz.

Yolcular ‘koklanarak’ aranacak!

$
0
0

Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrası havalimanlarında yaygınlaştırılması istenen ‘patlayıcı madde koklama dedektörleri’ için çalışma başlatıldı.

Geçen ay yine buradan duyurduğumuz, ‘elektronik patlayıcı tarayıcısı bomba dedektörü (ETD)’ ile gerçekleştirilen kontrollerin nisan sonu veya en geç mayısta başlatılacağı ifade ediliyor. Şu anda sadece ABD ve İngiltere gibi uçuşlarda gerçekleştirilen denetimler, Türkiye’deki tüm havalimanlarında yolcunun uçağa geçişteki son kontrol noktalarında yapılacak.

Cihazlar nisanda yerleştirilecek

Avrupa’nın 11 Eylül’ü şeklinde görülen Charlie Hebdo’ya düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrası başta IŞİD ve El Kaide olmak üzere terör örgütü elemanlarının yakalanması amacıyla havalimanlarındaki güvenlik denetimlerinin en üst seviyeye çıkarılması istenmişti. Avrupa ülkeleri ve Avrupa Komisyonu’nun baskıyı artırmasıyla da havalimanlarında yeni tedbirler uygulamaya girmişti. Bu isteklerden patlayıcı madde dedektörü ETD ile yapılması istenen kontroller için Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü’nün (DHMİ), cihaz alımı konusunda harekete geçtiği öğrenildi. Çalışmaları doğrulayan yetkililer, cihazların gelecek aydan itibaren havalimanlarına yerleştirileceğini ve personelin bu konuda eğitileceğini söyledi.

Şüpheli yolcular denetlenecek

ETD cihazıyla yapılacak kontrollerin ise uzun süreceği endişesiyle sadece şüpheli yolcuların denetleneceği belirtiliyor. Eşyalara temas ettirilen bomba koklama dedektörleri, cihazla yapılan analizle kişilerin herhangi bir patlayıcı maddeye temas edip etmediğini tespit ediyor. Cihaz, hafızasında kayıtlı patlayıcı madde ve uyuşturucuların ayrışımına göre araştırma yapabiliyor. Altı saniye içinde istenen sonucu veren ve 12 voltluk elektrikle çalışan cihaz, seyyar şekilde araçlara monte edilebiliyor. Cihazın test sonuçları, araştırmanın yapıldığı ülke mahkemelerinde de delil olarak kullanılabiliyor.

Avrupa ülkeleri yolcu bilgisi istiyor

Amerika ve Avrupa ülkeleri, terör örgütü üyelerinin takibinin kolayca yapılabilmesi amacıyla yolcular hakkında bilgilerin paylaşılmasını ve bunun için ‘Yolcu İsim Kaydı’ veritabanının oluşturulmasını istiyor. Böylece, terörist yetiştiren yerlere giden veya oralardan dönen yolcuların da kolayca takip edilebileceği ifade ediliyor. Ancak Türkiye, yolcu bilgilerinin diğer ülkelerle paylaşılmasına sıcak bakmıyor. Bu yüzden ABD’nin ve diğer ülkelerin ısrarına rağmen bu konuda anlaşma imzalamıyor.

Denetimler daha da artacak

Avrupa ülkeleri, terör örgütlerinin gücünün zayıflatılması amacıyla ilk etapta para ve insan kaynağının kesilmesi konusunda ciddi tedbirler alınmasını istiyor. Bu kapsamda kara, hava ve deniz sınırlarından geçişlerdeki güvenlik tedbirlerinin en üst seviyeye çıkarılması istenirken, daha sonra ise gücü azalan terör örgütleriyle sıcak temasa yani çatışmaya girilmesinin daha doğru olacağı dile getiriliyor. Bu konuda ısrarcı olan ABD ve Avrupa ülkeleri, terör örgütü üyelerinin takibini ve yakalanmasını kolaylaştıracak tüm güvenlik tedbirlerinin acilen ve zafiyet gösterilmeksizin uygulamaya konulmasını istiyor.

Or-Gi Havaalanı mayısta uçuşa hazır

Ordu ile Giresun’un ortak kullanımı amacıyla 24 Temmuz 2011’de temeli atılan ve bugüne kadar 36 milyon ton taş dökülerek deniz ortasında 7 kilometrelik dolgu tahkimatı yapılan 3 kilometrelik piste sahip Ordu-Giresun Havaalanı’nda çalışmalar son aşamaya geldi. Ordu Valisi İrfan Balkanlıoğlu, altyapının hemen hemen tamamlandığını, halen pist etrafında bulunan havuzluk alanların doldurulması işleminin sürdüğünü söyledi. Vali Balkanlıoğlu, “Bu iş eylül ayına kalır mı?” sorusuna, “Ne eylülü? Mayısta kesin uçuyoruz.” diye cevap verdi.

Harç puluna çözüm bulunamadı

İstanbul Atatürk Havalimanı’nda, sahte pasaport kullanımını ve pasaport kontrol banko önlerindeki uzun kuyrukları ortadan kaldırmak amacıyla ‘Biyometrik Entegre Otomatik Geçiş Sistemi (e gate)’ adlı yeni sisteme geçilmişti. Pasaport polisinin görev almadığı uygulamada, kontroller elektronik sistemle gerçekleştiriliyor. Adı otomatik geçiş olan ve ocakta başlayan sistemde, yolcuların harç pulu alıp almadıkları ise görevliler tarafından kontrol ediliyor. Bu yüzden günlük 150’ye yakın yolcunun geçiş yaptığı cihazlarda harç pulu kontrollerinin kaldırılması istenirken, harç pulu fiyatının bilete dahil edilmesi veya bir başka şekilde çözümlenmesi gerektiği ifade ediliyor.

Belgrad’da uçakları şahinler koruyor

Belgrad Havalimanı’nda, uçak seferlerini engelleyen kuş sürülerine karşı şahin görevlendirildi. Yetkililer tarafından beslenen şahinler, uçakların inişi ve kalkışından önce kuş sürülerini bölgeden uzaklaştırarak güvenliği sağlıyor. Bu durumdan yolcuların da son derece memnun olduğunu belirten yetkililer, şahinlerin gelişinden sonra uçakların iniş ve kalkış saatlerinde aksamalar yaşanmadığını söyledi.

Küresel köyün uluslararası çobanları

$
0
0

İstanbul’un her geçen gün azalan yeşil alanları ve kırsal bölgeleri farklı konukları da ağırlıyor son zamanlarda. İstanbul’u çevreleyen ve göğe doğru yükselen yüksek katlı binaların gölgesinde hâlâ koyunlar, keçiler, büyükbaş hayvanlar otluyor.

Onlara göz kulak olan, çayıra çimene götürenler ise farklı kimlikleri ve kişilikleri ile öne çıkıyor. Başakşehir, Kayaşehir ve Altınşehir ‘kırsalı’nda ülkesindeki iç savaştan kaçan ya da iş bulamadığı için gelen Afgan, Gürcü ve Suriyeliler, çobanlık yaparak geçimlerini sürdürüyor.

Suriyeli Memnun ve Kao Helloş kardeşler, 2 yıldır Hüseyin Üner’in Başakşehir Şahintepe Mahallesi’ndeki çiftliğinde çobanlık yapıyor. Suriye’deki iç savaştan kaçıp burada iş buldukları için mutlular. Yaklaşık 2 bin liraya yakın maaş alıyorlar. Çiftlik sahibi Hüseyin Üner ise şehrin büyüyüp genişlemesinden rahatsız. ‘Biz burada kendi halimizde işimizi yaparken şehir üzerimize üzerimize geliyor’ diyor. İstanbul’un merkezinde hayvancılık yapmanın zor olduğunu, şehrin büyümesi ile insanların hayvanlardan rahatsız olacaklarını düşünüyor.

58 Yaşındaki Ali Ekber Baybüre, odun közünde yaptığı çayını yudumlarken bir önceki akşam kaybolan 11 koyunu düşünüyor. Patronu Ali Karabulut, ona biraz çıkışmış: ‘İki çoban yüz koyunun hakkından gelemiyorsunuz.’ demiş. 20 yıldır çobanlık yaptığını söyleyen Baybüre, 24 saatinin bu hayvanlarla birlikte geçtiğini söylüyor ve bu mesleğin zorluklarından yakınıyor.

17 yaşındaki Afganistanlı Muhsin Ali Baklan, 3 ay önce İstanbul’a gelip çobanlık yapmaya başlamış. 200 baş keçi sürüsünün peşinde hayat mücadelesi veriyor. Hasta olan babasına ve ailesine çobanlıktan kazandığı parayla destek oluyor. Toplu konutların yanında keçilerini otlatan Muhsin ise site sakinleri ile diyaloğunu anlatıyor: “Cama çıkıp kurbanlık fiyatlarını soruyorlar.”

43 yaşındaki Gürcistanlı Alix Rua, İstanbul’un diğer çobanlarından. Ayda bin 100 lira kazanarak Gürcistan’daki ailesine gönderiyor. Vize probleminden dolayı her 3 ayda bir ülkesine gidip geliyor. Yeniden hayvanlarını İstanbul’un kırlarında otlatmaya başlıyor.

Anadolu’nun köylerinde alışık olduğumuz bu manzaraları İstanbul’un gelişen bölgelerinde görmek şaşırtıcı olsa da, yakın zamanda yok olacaklarını, koyunların yerini binaların alacağını tahmin etmek zor değil..

Suriyeli Kao Helloş, 28 yaşında

Afganistanlı Muhsin Ali Baklan, 17 yaşında

Suriyeli Memnun Helloş, 18 yaşında

Afganistanlı Ali Safi, 17 yaşında

Suriyeli Mustafa Hamo, 40 yaşında

Ali Ekber Baybüre, 58 yaşında

Gürcistanlı Alix Rua, 43 yaşında

Çanakkale kahramanlarının torunları anlatıyor [Çok özel röportajlar - ZamanTV]

$
0
0

Dile kolay bir asır geçti üzerinden... Anadolu’nun dört bir yanından yarım adaya koşup, geri dönme gayesi taşımadan şehit düşenlerin arkada bıraktıklarıyla görüştük. Gördük ki her ilden yüzlerce kayıt defteri tutulmuş. Bize ise o kahramanlık hikâyeleriyle dolu defterlerin yapraklarını aralamak düştü.

Arıburnu’nda bir siperde delik deşik olmuş postallar, etrafa saçılmış üniforma parçaları, sahibi biraz evvel şehit düşmüş tüfekler… Cephede mermilerin isabet ettiği askerler, dalından düşen bir yaprak gibi toprakla buluşmuş. Biraz ilerideki limanda hiçbir hayat emaresi yok. Topların ve eskimiş çadırların gölgesinde son öğünlerini az evvel yiyen Çanakkale Kara ve Deniz Muharebesi askerleri sevinçlerini buruk yaşıyor. Karada ve denizde en çetin şartlarda devam eden savaş daha yeni zaferle nihayete ermiş. Cephede cansiparane görevlerini yapmak için uğraşan doktorlar, mülkiyeliler, aşçılar, sporcular… Eğitimini yarıda bırakmış ülkenin umudu genç dimağların tamamı bu topraklarda yitip gitti. Bu sebeple İtilaf devletlerinden arınan ülkede birkaç sene okullardan doktor, hukukçu, öğretmen çıkamadı. Geriye mektuplar ve anılardan başka bir şey kalmamasına şaşmamak gerek. Dile kolay bir asır geçti üzerinden. Ancak büyüklerinden o kahramanlıkları dinlemiş, hâlâ anlatacak bir şeyleri olan nesillere ulaşmak mümkündü. Anadolu’nun dört bir yanından yarımadaya koşup geri dönme gayesi taşımadan şehit düşenlerin geride kalanlara emanet ettikleri kıymetlilerinden savaşı dinledik. Çanakkale’den yola çıkıp İzmir, Bursa, Karabük, Ankara ve İstanbul’a döndüğümüzde gördük ki her ilden yüzlerce kayıt defteri tutulmuş. Bize ise sadece o defterlerin yapraklarını aralamak düştü.

Mustafa Canbaz

Kıbrıs’ta dedemin korumasını hissettim

Tarih 25 Nisan 1915… Çanakkale Cephesi’nde 9. Tümen’e bağlı, 26. Alay bölgeyi savunuyor. Çıkarma yapan 2 bin 500 kişilik düşman tümenine karşı 63 kişilik kahraman takımımız Ezineli Yahya Çavuş komutasında akşama kadar mücadele veriyor. Ezineli Yahya Çavuş, bölük komutanı şehit olduktan sonra komutayı ele alıp 63 askeriyle tarihe geçecek mücadeleyi başlatıyor. Ertuğrul Koyu Harekâtı’nın 2’nci gününde Yahya Çavuş bacağından yaralanıyor ancak hayatta kalarak geri çekilmeyi başarıyor. Başarılı asker Yahya Çavuş’un, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda gazi olan torunu Mustafa Canbaz olayları şöyle anlatıyor: “Dedem ayağından yaralanmış. Kırık bacağını çekip tüfeğin kayışıyla bağlamış. 4 arkadaşıyla birlikte 7 kilometre geri çekilmeyi sürdürmüş. Sargı çadırına gidip ayağını gösterdiğinde doktor, istirahat etmesi gerektiğini söylese de onun gönlü yatmaya razı gelmemiş.

‘Arkadaşlar savaşırken benim yatmam yersiz olur.’ demiş. Bir müddet daha savaşmış ve hücum emri verdiği anda eli havada öylece kalakalmış ve şehadete ermiş.” Torun Canbaz, “Dedemin malı mülkü yoktu. Adını bıraktı, o da bize yeter.” diye ifade ediyor duygularını. Çanakkale Merkez’den 52 kilometre uzaklıktaki Geyikli kasabasında yaşayan Kıbrıs gazisi Mustafa Canbaz, kardeşi Fatma Helva ile madalyalarını gururla gösteriyor. Canbaz, “Savaşta dedemi yanımda hissettim. Kıbrıs’a askere gitmeden önce Çanakkale’yi ziyaret ettim. Bu şehrin toprakları çok farklı. Belki bizim dedemiz yaşıyor diye bu kadar duygusal oluyoruz ama gururlanmamak elde değil. Kıbrıs’ta savaşta dedemin kanatları altında olduğumu hissettim. Önüme büyük mermiler düşüyor, sıcaklığı yüzüme vuruyor ama bana isabet etmiyordu. Savaşa, bayrama gidiyor gibi gittik. Çanakkale Savaşı’na gidenler ne diyorsa, onu 59 yıl sonra ben de tecrübe etmiş oldum. Bu vatanı savunmak böyle bir hismiş demek ki.” diyor.

Gülizar Ünver

Yedi köy gezen cenaze

O yıllarda bir evden yalnızca bir er alınma kuralı olmasına rağmen Karabük’ün Eskipazar ilçesinden Osmanoğlu Hasan ailesinin üç çocuğu da askere gitmiş. Hikâyeyi bize anlatan Şehit Hasan’ın ismini gururla taşıyan torununun çocuğu Hasan Ünver ve annesi Gülizar Ünver.

Üçüncü kuşaktan torun Hasan Ünver, aile meclislerinde sıkça anlatılan dedesinin anılarını şöyle paylaşıyor: “Gülsüm Ana’nın oğulları askerden gelmeyince cepheden dönen Halit Er’in evine gider. Her yeri sargı içinde olan Halit Er’in anlattığına göre dedem Hasan ile cephede karşılaşmışlar. Hasan ona ‘Herkese selam söyle. Haklarını helal etsinler. İki kardeşim şehit oldu. Benim de buradan kurtuluşum yok.’ demiş. Bunu duyan Gülsüm Ana, yüreği yanarak evin yolunu tutmuş ve gelinlerine, ‘Ağlanacak bir şey yok. Ben şehit anası oldum, siz de şehit hanımları.’ demiş.” Ünver, şehit Hasan’ın ölen bebeğini defnedecek bir erkek bile bulunamayışını şöyle anlatıyor: “Osman isimli bebek, bakımsızlıktan vefat etmiş. Gülsüm Ana torununu kucağına alarak köyde cenaze işlerini yerine getirecek bir erkek aramaya başlamış. En büyük erkeğin 5-6 yaşlarında çocuklardan ibaret olduğu köyden umudunu kesen Gülsüm Ana yedi köy gezmiş ancak torununu yıkayacak, cenaze namazını kılacak kimseyi bulamamış. En sonunda Çayeli köyünden geçerken çadırlarda yaşayan ve askerlikten muaf olan muhacirlere seslenmiş: ‘Ağalar, beyler kimse yok mu?’ demiş. Oradan biri, ‘Buyur ana ne derdin var?’ diye sormuş. Gülsüm Ana: ‘Erkeklerimiz şehit oldu, bebelerden birisi öldü, gömecek kimsemiz yok. Biz kadınız, yapamayız. Bize yardım edin.’ demiş. Oradaki erkekler hemen Gülsüm Ana’nın yardımına koşmuş.”

Ulviye Balkan

Denizaltıyı vuran Müstecip Onbaşı

Müstecip Onbaşı, Balıkesir acemi birliğinde askerliğini yaparken gönüllü olarak katılır Çanakkale Muharebesi’ne. Sevdikleri Bursa’nın Orhaniye köyünde onu beklerken, o daha da uzaklara gider ve sekiz sene harp meydanında kalarak deniz muharebesinin kahramanlarından biri olur. Savaş devam ederken düşman kuvvetler Çanakkale’nin o dar ve kıvrımlı boğazından geçeceğine inanarak buraya yönelir. Birçok gemi ve denizaltı savaşa dâhil edilir. Ancak o dönemde ileri bir teknolojiye sahip olmayan denizaltıların sık sık yüzeye çıkarak yön tayini ve oksijen dolumu yapması gerekir. Bu durum ise Çanakkale Boğazı’nın geçilmesini engellemek için çeşitli yerlere yerleştirilen Türk topçularına yarar, Müstecip Onbaşı, Fransız ‘Turquoise’ (Turkuaz) adlı denizaltını vuran topçulardan biri olur. Müstecip Onbaşı’yı bize kızı Ulviye Balkan ve torunu Kenan Balkan şöyle anlattı: “Babam, topçu olarak nöbet yerinde beklerken Fransız ‘Turquoise’ adlı denizaltını görüyor. Ateş emri gelmeden de top atamazlarmış. Babam o an yalnızmış ve denizaltını gördüğü gibi topuna sarılmış, hemen ateş etmiş. İlkinde başarılı olamamış. İkincisinde denizaltını periskobundan vurmuş.” Torun Kenan Balkan, şöyle anlatıyor devamını: “O zaman fazla mühimmat olmadığından top mermisi dedem için çok kıymetliymiş. ‘O benim canım’ dermiş. Periskobu delinen Fransız denizaltısı su yüzeyine çıkınca mürettebatı askerlerimiz tarafından esir alınmış. Denizaltına daha sonra Müstecip Onbaşı’nın ismi verilmiş. Dedemin denizaltına attığı o top Balıkesir’de müzede sergiye konulmuş.” Müstecip Onbaşı’nın kızı Ulviye Balkan, babasının elinin hasta olduğunu ve ‘Conkbayırı çürüttü beni’ diye kendi eline vurduğu o anları hiç unutmadığını söylüyor. Balkan, “Babam harpten döndükten sonra uzun bir süre çiftçilik yaptı. Bir gün devlet, babama bir miktar hibe vermeyi teklif etti. Ancak babam o parayı kabul etmedi. ‘Benim yiyecek ekmeğim var ama bu ülkenin yiyecek ekmeği kalmadı. Onun için ben bu parayı kabul edemem. Ülkemin benden daha fazla ihtiyacı var.’ dedi.”,

Bahadır Gürer

Eşinin tanıyamadığı asker

Takvimler 8 Ağustos 1915 Pazar gününü gösterdiğinde İstanbul’dan Çanakkale’ye gitmekte olan Barbaros Hayrettin Zırhlısı, İngiliz denizaltısı tarafından Gelibolu ile Bolayır arasında torpille vurularak batırılır. Gemide bulunan 71’i subay, bin 200’e yakın personel can mücadelesi vermeye başlar. Orta bölümünden torpillenen gemi, su alarak yan yatar. Gemide çalışan mürettebat güverteye çıkar ama bir kısmı tutunamayarak denize yuvarlanır. Denize düşenler ne yazık ki geminin alabora olmasıyla çalışmakta olan uskurlara takılıp şehit olur. Tecrübeli subaylar tehlikeyi fark eder ve atlayarak kurtulur. Bu şekilde hayatta kalanlardan biri de Minkaliyeli Mahmut Bey...

Minkaliyeli Mahmut Bey’in torunu Avukat Bahadır Gürer, Barbaros zırhlısından sağ kurtulan dedesinin yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Dedem yüzerek hayatını kurtarmış. Sandallarla gelen askerler, denize atlayıp sağ kalanları, şehit olanları toplamaya başlamış. Pantolon ve atletlerle denize atlayan askerler soğuktan titriyormuş. Askerlere hemen battaniye verilmiş. Bu yolculuk yaklaşık 2-3 gün sürmüş. Dedem ve kurtulan arkadaşları Eminönü’nde bırakılmış ama hepsi bitkin ve pejmürde haldeymiş. Sandalla Kasımpaşa’ya geçmiş. Dik yokuşu tırmanarak evinin yolunu tutmuş. Hasret kaldığı eşini görecek olmanın heyecanı içinde adımlamış yolları. Kapının önüne geldiğinde hava iyice kararmış. Kapıyı çalmış, eşi kapıyı açmış ve karşısında saçı sakalı birbirine karışmış birini görünce, ‘Allah versin’ diyerek kapıyı yüzüne kapatmış. Sonra tekrar açmış ve eşler birbirine kavuşmanın heyecanıyla sarılıp, ağlamışlar.”

Harun Efendi

Gazinin sekiz yıl sonra evine dönüşü

Gazeteci-yazar Selahattin Duman’ın dedesi Harun Efendi, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda gazi olanlardan biri. Medrese eğitimi alan Harun Efendi, sekiz yıl askerlik yapmış. 1915’te cephede kolundan yaralanması sebebiyle hava değişikliği için memleketine gönderilmiş. Duman, savaşa meraklı bir çocukluk geçirdiğini ifade ederek dedesinin anılarını şöyle anlatıyor: “Dedem bu mevzuları sadece benimle paylaşırdı. Uzun süre askerlik yapan dedem yaralanıp eve gelince akrabaları tarafından babaannemle evlendirilmiş. Dedem tekrar askerliğe çağrılmış. Askerdeyken de babam dünyaya gelmiş. Askerlik bitip geri döndüğünde eşinin doğumda vefat ettiğini öğrenince yıkılmış. Oğlu yani babam 7-8 yaşlarında okul çağına gelmiş bir çocuk olarak karşısına çıkmış.”

Ankara’nın Haymana ilçesinde yaşayan Kürtlerden Şeyhbızın aşiretine mensup olduklarını söyleyen Duman, dedesi Harun Efendi’nin askerlikte başından geçen ilginç olayı şöyle anlatıyor: “Dedem, asker arkadaşı Mevlut Efendi ile Çanakkale’de tanışır. Daha sonra Suriye Cephesi’ndeki 5. Ordu’ya gönderilirler ve orada Arapların eline esir düşerler. Araplar o dönemde Kürtleri, Arnavutları, Çerkezleri çok fazla taciz etmiyormuş ama Türklere zulmediyormuş. Esir kampındayken dedem, arkadaşına Kürtçe öğretmiş. Mevlut Efendi sorgusunda Kürtçe konuşup ‘Ben Kürt’üm’ demiş ve işkenceden kurtulmuş.”

Ahmet Muhteşem Ağıldere

Sıralar boş kaldı, mevziler tıklım tıklım

Halkın maddî;-manevî; tüm imkânlarını seferber ettiği Çanakkale Savaşları, bir dönemin okumuş, eğitim almış neslinin de kaybolmasına neden oldu. 250 binden fazla kayıp verilen cephede, yaklaşık 10 bin üniversiteli ve 70 bin ortaöğretim öğrencisi şehit düştü. Sivas Lisesi, 1915 yılında hiç mezun vermedi. 27. Alay’da komutan olarak görev yapan Asteğmen İbradalı Hayrettin, eğitimini yarıda bırakan civanmertlerden yalnızca biri… Hukuk fakültesi 4. sınıfta okurken her şeyi bırakıp Gelibolu’ya gelen İbradalı Hayrettin, Anafartalar’da kara çıkarmaları sırasında silah arkadaşlarıyla gösterdikleri kahramanlıkla tarihe adını yazdırdı. İbradalı Hayrettin’in torunu Prof. Dr. Ahmet Muhteşem Ağıldere, babasını küçük yaşta kaybetmiş. Dedesi hakkında tüm bilgileri amcasından ve şehidin harp meydanında tuttuğu anılardan öğrendiğini söyleyen Ağıldere, savaşa gidenlerin dünya tarihine mesaj verdiğini düşünüyor. “Menfaat beklemeden herkes her şeyini geride bırakıp gitti. Günümüzde hemen hiç kimse menfaati olmadan iş yapmıyor ama Çanakkale ruhu öyle değildi. Bu bizim için ders olmalı.”

Ağıldere, dedesiyle ilgili bir anekdotu da şöyle paylaşıyor: “25 Nisan sabahı nöbet tutan asker, gece karanlığında dedemin yanına gelmiş. Düşman birliklerinin teknelerle yaklaştığını söylemiş. Silahların menzili kısa, cephane kısıtlıymış. Belli süre beklemişler ve o kanlı savaşlar başlamış. Dedemin notlarından anladığımız, birliklerimizin makineli tüfeği de yok. Dedem İbradalı Hayrettin, notlarında şunu kaydediyor: ‘Bizim cephanemiz ve imanımız vardı.’ Dedem bu savaşlar sırasında iki kez ağır yara almış. Omzu, dizi ve ayağından yaralanmış, iki kez gazi unvanı şerefini kazanmış.”

Mehmet Tosun

Dedesinden kalan eserleri yakmak zorunda kalmış

Çanakkale’nin Bigalı köyünden savaşa katılan Mehmet oğlu Mehmet, Gelibolu Yarımadası’nın güney bölgesinde bulunan 9. Tümen’in 27. Alay’ında görevli bir asker. Köyünden ve ailesinden uzakta Yarbay Şefik Bey’in komutasındaki 27. Alay’ın birliğinde çatışan Mehmet oğlu Mehmet, savaş devam ederken yaralanır ve cephe gerisindeki bir sargı yerine götürülür. Sargı yerinden yolunu bularak evine giden Mehmet Bey’in hikâyesini torununun torunu, Bigalı köyünde hem anne tarafından hem de baba tarafından şehit torunu olan Mehmet Tosun aktarıyor.

“Dedem ilk çıkarma anlarında düşmana kurşun sıkanlardan biriymiş. Büyük dedem ve aynı zamanda büyük dedemin yanında gelen yakın köylüleri anneme şunu anlatmış: “Mehmet Bey savaş sırasında yaralandığı bir anda sargı yerlerine götürülmüş. Sargı yerinde bir süre kaldıktan sonra buraya gelen komutan ‘Anadolu’da yakın erlerden kim var?’ diye sormuş. Dedem de kendisinin olduğunu söylemiş. Çanakkale savaşlarında yiyecek, erzak ve bilhassa hayvanların yiyeceği çok az geldiği için zayıflayan hayvanları Anadolu’ya götürürlermiş, onlara da oradaki insanlar bakarmış beslensin diye. Dedeme de “Bana uğrayın. Sizinle birlikte bu hasta ve zayıf hayvanlar karşıya geçer.” denmiş. Görevlendirilen kişilerle birlikte dedemler bulundukları bölgeden karşıya geçmiş. Dedem hayvanları bakım için bir yere ulaştırdıktan sonra yolunu bulmuş, 100 kilometre yayan giderek köyümüze ulaşmış. Dedem evine varınca babası çok kızmış. ‘Komutandan izin aldın mı?’ diye sormuş. Dedem, izin almadım deyince, ‘Peki niye geldin?’ diye sitem etmiş. “Sabah kalktığımda seni burada görürsem döve döve teslim ederim.” demiş. Dedem de gece tekrar yola çıkarak birliğine teslim olmuş. Bir daha da gittiği yerden dönmemiş.”

Çanakkale’nin aslında Türkiye’nin önsözü olduğunu söyleyen Tosun, dedesinden kalan birçok mektup, anı ve hatıranın 1980 yılında yapılan ihtilalden sonra Osmanlıca, Arapça eserlerin yasak denilerek yakıldığını ve o döneme ait çoğu tarihi belgelerin de kaybolup gittiğini üzülerek anlatıyor. Geriye kalan hatıralara, özellikle de dedesinin giymiş olduğu çarıklara değer veren Tosun, müzede özel bir yer ayırmış. Çarıklar, Tosun tarafından şöyle anlatılıyor: “Dedemin giymiş olduğu bu çarıklar, manda derisinden yapılmış ve o zamanın en iyi ayakkabıları. ‘Güneş vardır çarığı sıkar, çarık ayağı sıkar, ayak canı sıkar, can da insanı sıkar.’ Böyle anlatılır bu çarıklar. Çok ıslanır öyle giyilir. Giyildikten sonra güneş vurduğu zaman da sertleşir ve ayağı sıkar. Acaba bu ayakkabıları nasıl giydiler diye soruyorum çoğu zaman.”

Serdar Halis Ataksor

Korkar, kalleşlik yaparsam beni vurun

Binbaşı Halis Bey, nam-ı diğer Kör Halis, Çanakkale ve İstiklal savaşlarında gazilik unvanı alan başarılı komutanlardan biriydi. Balkan Harbi’nde gözüne isabet eden şarapnel parçasıyla ağır yaralanmış ve yüzde 50 görme kaybına uğramıştı. O günden sonra lakabı Kör Halis olarak kalan gazi, atandığı 27. Alay’ın 3 taburunda görev almıştı. Kendi komutası altındaki erler tarafından cesaret timsali olarak adlandırılırdı. Torunu Serdar Halis Ataksor anlatıyor: “Karaya çıkan düşmanı karşılayan askerlerin komutanı olan dedem hakkında bilgilerin çoğunu babaannem ve cephede tuttuğu elyazması günlüklerden alıyoruz. Dedem, savaşın en çetin geçtiği günlerde Seddülbahir’de 20-30 kişilik İngiliz askeri ön keşif için karaya çıkmış. Dedem Halis Bey, erlerinin yanına gitmiş ve şu konuşmayı yapmış: ‘Burada görevimiz düşmanın karaya ayak basmasına engel olmaktır. Bir kişi dahi çıkarsa sizi vururum, ben de herhangi bir kalleşlik yaparsam siz de beni vurun.’ demiş.”

Binbaşı Halis Bey’in nadiren siper içine girdiğini anlatan torunu Ataksor, “Dedem kolundan, iki ayağından bir mermi almış. Komutası altındaki askerler yaralı haline rağmen dedemin, ‘Düşman mutlaka denize dökülecektir’ dediğini ifade ediyor. Askerlerden biri dedemin hareketlerinin yavaşladığını fark edince ‘sıhhiye çavuşu’ diye bağırmış ancak dedem askerin morali bozulmasın diye susturmuş. Kan kaybından halsiz düşünce askerlerin yardımıyla cephe gerisine gitmiş. Dedem hastaneye götürülünce koluna hemen müdahale etmişler. Çok kan kaybediyormuş. Hemşireler üstünü çıkartmaya başlayınca çizmesine sıra gelmiş. Meğer ayağını da bir mermi sıyırmış. Kan orada çizmeyle derisi arasında sıkışıp beton etkisi yapmış ve çizme ancak kesilerek çıkartılabilmiş. Dedem onun acısını hissedememiş bile.”

Aydoğan Helvacı

Kopan parmağını fark etmedi

Hikâyesine kulak verdiğimiz ailelerden biri de Helvacı ailesi. Dedeleri Halil Çavuş, Anzakları Arıburnu’nda ilk karşılayan 27. Alay’da mücadele verenlerden biri. Dokuz yıl boyunca askerlik yapmış Halil Çavuş. Torunu Aydoğan Helvacı, dedesinden sıkça dinlediği bir anıyı paylaşıyor: “Askerler siperde karşı taarruza başlamış. Dedem o esnada tüfeğinin patlamadığını fark edince yüzbaşının yanına giderek ‘Yüzbaşım benim tüfeğim patlamıyor’ demiş. Yüzbaşı bir tüfeğe bakmış bir Halil Çavuş’un yüzüne. Şaşkınlıkla, ‘Ne patlamaması, senin parmağın kopmuş.’ demiş. Dedem ancak o zaman kopan parmağının acısını hissetmiş.”

Torun Helvacı’nın dedesiyle ilgili anılarından biri de şehitlerle koyun koyuna uyudukları geceye ait: “Halil Çavuş bir grup askerle o kadar yorgundur ki uyumak için gösterilen bir barakaya girerler. İçerde uyuyanları rahatsız etmemek için boş buldukları yere sessizce yatarlar. Uyandıklarında ise şehitlerle koyun koyuna yattıklarını görürler.”

Timsal Karabekir

Kur’anları kalplerinin üzerinde taşımışlar

Çanakkale Muharebesi’ne yarbay olarak katılan Kazım Karabekir Paşa, Çanakkale’de Kerevizdere mevkiinde Fransızlarla çarpışır. Çadırına düşen bir bombanın hikâyesini Kazım Karabekir Paşa’nın üçüncü kızı olan Timsal Karabekir anlatıyor: “Kerevizdere’den su değil, kan akıyormuş. Karakedi denilen şarapnel parçası Kazım Karabekir’in çadırına düşmüş. Kendisi çadırın içinde olmadığı için kurtulmuş. Bombanın üzerinde onlarca delik varmış. Mehmetçik bomba havadayken nişan almış, delikler de onların kurşun izleri. Ben çocukken bunları gösterirdi. O insanlar hem savaştı hem tarihi yaptı hem de yazdılar. Askerler, kalplerinin üzerinde Kur’an-ı Kerim’lerini taşımış. Allah aşkı yüreklerinden eksik olmamış.”

Hasan Hüseyin Maltepe

Söyle bana Ömer’im kabahatim ne?

Çanakkale üzerine birçok kitap yazan Hasan Hüseyin Maltepe, savaşın canlı tanıklarıyla görüşmüş. En çok etkilendiği hikâyelerden birini şöyle anlatıyor: “Niğde’ye gittiğimde emekli öğretmen Ömer isimli birisiyle tanıştım. Ömer, halasının yaşadığı hikâyeyi bana şöyle aktardı: ‘Benim bir Hatı halam vardı. Okulu bitirip öğretmen olduktan sonra yanına gittim. ‘Ömer’im büyümüşsün, öğretmen olmuşsun. Sana bir şey soracaktım. Onun sırası geldi. ‘Ömer’im beni önce evin büyüğüyle evlendirdiler. Askere gitti gelmedi, beni ortancaya verdiler. Onu da aldılar askere, o da gitti gelmedi. Küçüğüne kaldım. Onu da aldılar askere, o da gitti dönmedi. Bir gün kaynanam da bana ‘Ey uğursuz kadın, bütün erkeklerimi senin yüzünden kaybettim. Terk et bu evi.’ dedi. ‘Söyle bana Ömer’im. Adına Çanakkale derlermiş. ‘Bu işte benim kabahatim var mı?’ dedi. Kaynanasının o sözü yüreğine oturmuş ve ömür boyu yüreğinden çıkmamış Hatı halamın.”


Bu yol yüksekten korkmayanlara

$
0
0

Polonyalı mimar, bulunduğu binanın en üst katındaki iki ofisi toprak ve çimden oluşan asma yollarla birbirine bağladı.

Çoğu kişi doğadan, güneşten ve temiz havadan yalıtılmış ruhsuz bir işyeri ortamda çalışıp kendini yorgun ve depresif hisseder. Polonyalı mimarlık şirketi Zalewski Architecture, tüm problemleri çözmek için ofisleri birbirine bağlayan, çalışanların bu yemyeşil çimenlikli yoldan gitmelerini sağlayan rüzgarlı ve dar bir asılı yol inşa etti.

Bu dar ve dolambaçlı yürüyüş yolu eğlenceli bir ortam oluşturmanın yanı sıra başka bir amaca da hizmet ediyor. Sadece 80 santimetre genişliğindeki bu yol güneş ışığının miktarını en aza indiriyor. Yolun altındaki yansıtıcı da aşağıdan yukarıya yürüyüş yoluna bakanların rahat görmesini sağlıyor.

Konsepti uygulamak binanın diğer sakinlerinden alması gereken izinlerden dolayı zor gerçekleşebilir, fakat ofis çalışanlarını bu düşünce bile başka dünyalara götürecektir, tabii yüksekten korkmayanlara.

Vidaların da duyguları var!

$
0
0

Sanatçıların duygularını dile getirmesinin en yaygın yolu resim, edebiyat, şiir sayılabilir. Bu sanatçı ise iç dünyasını duygu kattığı "vidalar" ile dile getiriyor.

Bir nalbantın güçlü darbeleriyle kor ateşten çeliği döverek ürettiği çelik bir vida insani olarak duygusallığı tanımlayacak en son neslelerden biridir.

Fakat, Oslo’da yaşayan İsveçli nalbant Tobbe Malm, sıradan çelik vidaları ve somunları sıradışı eserlere dönüştürerek ve onlara duygu yüklüyor.

Tobbe Malm, Vida Şiiri (Bolt Poetry) adını verdiği seriyi nasıl oluşturduğu şöyle anlatıyor:

"Bu vidalar, somunlar İsveç’te Bergsladen bölgesinin kalbinde eski bir çiftlikten geliyor. Ben onları bir ahırda buldum.

Vidalar bana insan şekillerini hatırlattı ve bunu gösterebileceğimi hissettim. Onları ısıttım, dövdüm, büktüm ve kıvırdım.

Bağlar, kavuşmalar ve durumlar oluşturmaya çalıştım ve birden bire keder, acı, sıcaklık ve mizaç hakkında hikayeler ortaya çıktı. Bir tür şiir oluştu. Bu nedenle yaptığım seriye bu ismi verdim."

Ahmet Takan: Öcalan istedi, Hakan Fidan MİT'e döndü, Erdoğan ile PKK danışıklı dövüşüyor

$
0
0

Yeniçağ Gazetesi Ankara Temsilci Ahmet Takan'ı takip ediyorsanız, gündeme dair birçok olayın sebebini, sonucunu öğrenme şansınız var demektir. Her ne kadar kendisi ‘Ben yazmıştım' demeyi sevmese de, genelde yazdıkları birkaç gün sonra çıkıyor. Ülkenin siyasi gündemine dair yorumları, ailesi ve kendisine dair detaylarla Ahmet Takan karşınızda…

PKK'nın valisi, kaymakamı, hâkimi, savcısı, askeri, hastanesi, hazır diyorsunuz. Her şey hazırsa ne bekleniyor, geriye ne kaldı?

Geriye çok bir şey kalmadı. Aslında yaptıkları belli. Cizre'de Yüksekova'da belirli lokal bölgelerde zaten kanton hazırlıklarını yaptılar. Zaten özerklik şu anda fiili olarak koydukları, yaşattıkları bir gerçeklik. Sizin orada devriye gezen emniyet aracınız, kışlasından çıkan askeriniz var mı? Yok. Türk bayrağını indirdiler askeri kışlaya girip. Ne yaptık? Yok. Özerlik yönetimi var istedikleri gibi meydan okuyup, istedikleri pazarlıkları yapıyorlar. Yerel yönetimler de orada. Polisi devriye geziyor, asker, jandarması, savcısı, hâkimi mahkemesi var. Normal vatandaşlar bile PKK mahkemelerinde hak arar hale gelmiş. Bunun adı özerklik değil de ne? Ama geriye bir tek, bebek katili Abdullah Öcalan'ın serbest bırakılması, eş başkan olarak gelip onların arasına katılması kaldı.

Peki, toplum buna hazır mı?

Belki söylemesi çok acı ama alıştırıla alıştırıla bugünlere gelmedik mi? 21 Mart'ta Öcalan'ın mesajı görüntülü veya sesli olacakmış. İnanın o mesajı Diyarbakır'da okutmalarına gerek yok. Ankara'da Tandoğan Meydanı'nda görüntülü olarak Öcalan'ın mesajı yayınlansa en az bir milyon insan toplarlar AKP iktidarı sayesinde. Çoğu insan da ‘Kimmiş bu insan?' diye gider izler. Çok değil 15 sene öncesinde MİT müsteşarı gidip terörist başıyla müzakere edecek dese kim inanırdı, tepkimiz ne olurdu? Ama şimdi neler duyuyoruz? Devlet heyetleri, AKP'nin bazı milletvekilleri gidiyor, İmralı'da görüşmeler oluyor.

Öcalan'ın Nevruz mesajını çözüm sürecine inananlar merakla bekliyor. Sizin öngörünüz nedir?

Ne söyleneceğiyle hiç alakadar olmuyorum. Sonuçta bir terörist başı yalnızca Türklerin değil, Kürtlerin de kanını içen bir cani var. Siz bir caniden hangi demokratik mesajı bekliyorsunuz? Dünyanın neresinde görülmüş. İnsan hakları ve demokrasiyi öğretmesini, sizi yola getirmesini bekliyorsanız, vay halinize. Ben hiç önemsemiyorum. Ama alıştırılıyoruz. İşte orada sinsi bir operasyonla karşı karşıyayız. İmralı'ya neden hapsedildiğini unuttuk mu? Eş başkanlığın propaganda metinleri bunlar. Biz gerçekleri maalesef PKK'nın sivil uzantıları aracılığıyla öğreniyoruz. ‘2015'te aramızda olacak' demişlerdi. 7 Haziran'dan sonra da zaten Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP iktidarı Öcalan'ı serbest bırakacak.

PKK'nın mayıs ayındaki kongresi için, rutin bir iç değerlendirme diyorsunuz. O zaman barışa inananlar kandırılıyor mu?

PKK iki yılda veya bir yılda bir iç değerlendirme kongresi yapar. Ne yaptıklarını gözden geçirmek için. Şimdi ortaya bir masal attılar. ‘Türkiye'ye karşı silahsızlandırma.' Ne demek bu? O zaman sen PKK'yı bir karşı devlet olarak kabul ettin ve Türkiye'ye karşı ateşkes yapıyorsun. Devletler arasında ateşkes yapılır, terör örgütüyle değil. Böyle bir durumda PKK rutin kongrelerinden birini yapacak. 7 Haziran'a kadar taraflar birbirini idare edecek. Konjonktür bu. Silahsızlanmayı tartışacakları bir kongre olarak lanse ediyorlar. Eşeği ata boyayıp, millete at diye satacaklar.

Sanki her iki taraf süreci kafasında bitirmiş sadece çıkarları için biraz daha uzatmaya çalışıyor gibi…

Neyin çözüm süreci? Neyi çözüyoruz anlayabilen var mı? Onlar için bir çözüm süreci yok. Federasyon devletlerini kurabilmek için adım adım gidiyorlar. Kendi projelerini uyguluyorlar. Çünkü karşılarında aciz ve kendilerine teslim olmuş bir iktidar yapısı var.

Erdoğan ‘Kürtlerin tek bir eksiği bile yok' derken ne demek istedi? Öyleyse, ne diye kan kusma pahasına Çözüm Süreci diyorlar?

7 Haziran'a kadar birbirlerini idare edecekler o tarihe kadar. Milliyetçi muhafazakâr kesimde bir oy kaybı yaşadığını Erdoğan kendi iç anketlerinde gördü. ‘Kürt Sorunu yoktur. Kürtlere ne istediler de vermedik' diye milliyetçi kesime yönelik bir sahte algı operasyonu var.

Yani, seçim öncesi Erdoğan milliyetçi kesimin oylarına mı oynuyor?

Tabii. Onların oylarına yönelik bir girişim. Kendi sürdüğü saltanatta bir başkanlık hevesi olduğu için, bunu pekiştirecek bir oy oranına ihtiyacı var. Ahmet Davutoğlu ile istediğini bulamadı. Şimdi PKK ile bir danışıklı dövüş gidiyor. Bazı gerçekler artık çok sırıtıyor. Milliyetçi kesimin bu söylemlere kanmaması lazım.

Peki sizce Kürt Sorunu var mı?

Bence Türkiye'nin Kürt sorunu yok ama terör sorunu var. Bölücülük hareketlerine karşı yaşanan bir sorun var. Benim Kürtlükle bir sorunum yok. Kürt'e kirvelik yapmış adamım. Adam hainse, Türk, Kürt, Çerkes de olsa düşman olurum. Kürt'ün vatanseverini baş üstünde taşırım, Türk'ün hainini lanetlerim.

Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerini kapsayan anadil gibi sorunları ne oluyor?

Bu coğrafyada yaşayan kimliklerin, insanların ortak problemleri var. İnsan hakları, demokrasi inanç fikir özgürlüğü gibi. Bırakın geçim dertleri var insanların. Kürt'ten cumhurbaşkanı başbakan var birçok yerde ticarete bürokrasiye hâkimler. Bence Türkiye'de ezilen Türklerin problemleri var. Şu andaki AKP'nin ve kabinenin yapısına bakın çoğu Kürt'tür. Bazıları saklar, bazıları saklamaz. AKP yapısını bilenler isimler iyi bilir. Bu memlekete bakan olacaksınız, genel müdür, müsteşar olacaksınız, İstanbul'da koca koca holdingleriniz olacak sonra çıkıp Kürt Sorunu'ndan bahsedeceksiniz. Türkiye'de dış mihraklar tarafından çok iyi kullanılan büyük bir bölücülük problemi var.

Hakan Fidan, Cemil Bayık'ın iddialarını cevaplamalı

MİT, AKP'nin arka bahçesi haline getirildi

Cemil Bayık, MİT Müsteşarı'nı Paris cinayetlerinin azmettiricilerini bildiği halde yakalamamakla suçluyor. Bu iddiayı nasıl yorumluyorsunuz?

Bu işi MİT yapmış mı yapmamış mı bilmiyorum. Cemil Bayık'ın bir iddiası var: Paris cinayetini MİT düzenledi, Hakan Fidan da bize bunu itiraf etti. Burada Hakan Fidan neden susuyor? MİT'in homojen bir yapı olmadığını biz Ankara gazetecileri bilir. Hele Hakan Fidan müsteşar olduktan sonra, MİT'in ayarlarının çok bozulduğunu, iç kargaşanın had safhaya yükseldiğini, Hakan Fidan'ın orada çok dar bir hücre yapılanması örgütlediğini, tamamen Erdoğan'ın özel ve siyasi isteklerine yönelik, Balkanlar'dan tutun da Arap coğrafyasına kadar birçok operasyon yaptığını biliyoruz. Bu ayrı. Ama burada eli kanlı bir katilin vahim bir iddiası var.

Koskoca MİT çıkıp terör örgütüne cevap mı versin demezler mi?

Ama öyle değil. Terör örgütüyle pazarlık yapılıyor. Çözüm süreci dediğiniz ne, bu işi yürüten kim, Oslo'da kim vardı? Hakan Fidan O zaman cevap vermesi lazım. Ama cevap veremez.

Neden veremez?

Son Hakan Fidan krizini hatırlarsanız. Milletvekili adayı oldu, geri çekildi, tekrar müsteşar oldu. Benim tanıdığım Tayyip Erdoğan normalde onun MİT müsteşarlığındaki bu hareketinden sonra geri getirmezdi. Ama Öcalan Akdoğan'la mesaj gönderdi. ‘MİT'in başına tekrar göndersin' diye. O yüzden Hakan Fidan Cemil Bayık'a cevap veremez.

Hakan Fidan hakkındaki en somut iddia Selam Tevhid dosyası içinde geçiyor. İran casuslarının kendi aralarında MİT Müsteşarı için ‘Emin' kod adını kullandığı söyleniyor.

Bunlar temel bir sorunun farklı parçaları. Türkiye'de devlet çarkı çığırından çıktı. Çivileri tutmaz hale geldi. Hakan Fidan gibi bir ismin MİT müsteşarı yapılması en baştan hata. Daha sonra Hakan Fidan'la ilgili yapılan operasyonlar, MİT'in farklı tanımlanması, AKP'nin arka bahçesi haline getirilmesi daha başka hata.

Neden hata?

Hakan Fidan'ın başbakanlığa ilk gelişini, hangi konumdan nereye getirildiğini iyi biliyorum. Özelde de tanıyorum, bilgi sahibiyim. MİT'in dünyadaki örneklerine bakın oraya insanların nasıl seçildiğine bakınca anlaşılır bu sözlerimin sebebi. Selam Tevhid örneğinden bahsettiniz. Keşke yargının eli kolu rahat bırakılsaydı, yargı rahat çalışır hale gelseydi de, biz de gerçekleri öğrenseydik. Hakan Fidan'ın bahsi geçen olaylardaki rolü neydi, ya da rolü var mıydı? Bağımsız yargı bize bunu gösterseydi. Yargıya neden operasyonları yapıldı? MİT müsteşarı çıkıp siyasete soyundu, bıraksalardı da biz bu soruları ona sorsaydık ya da Meclis'teki vekiller sorsaydı. Hakan Fidan da bir siyasetçi olarak cevap verseydi. Türkiye'nin en büyük sorunlarından biri de bu. Karanlıkta bırakma ve karartma operasyonları. Karartma operasyonlarından çektiğimiz kadar hiçbir şeyden çekmiyoruz.

İç güvenlik paketi de üzeri kapatılan konulardan biri olma yolunda ilerliyor. Paketi ne için çıkarılıyordu şu an neden geri çekildi?

AKP ve PKK'nın sivil uzantısı HDP danışıklı dövüş yaptı. Yine bir kayıkçı kavgası tezgâhladılar. Elinizdeki kanunları uygulayamıyorsanız, ne kadar kanun çıkarırsanız çıkarın hikâye. Ama benim burada gördüğüm temel şey 7 Haziran'dan sonra şiddetlenecek başkanlık isteğiyle çözülme sürecinde özerkliğin resmen tanınması, Öcalan'ın serbest bırakılması, diğer PKK'lılara af getirilmesi gibi uygulamalara doğal olarak tepki bekleniyor, özellikle batı kesimlerinde. Bu tepkileri bastırmak için çıkarılmış bir kanundur. AKP'nin kendini garantiye almak için en ufak bir demokratik tepkiyi bile şiddet bastırmak için çıkardıkları bir paket. Bu milletin yurtseverlerinin bastırılması için çıkarılmış bir kanun.

Ülkücülük bir sokak hareketi değil

Ülkücü hareket bu ülkenin emniyet supabı

Bölünme, özerklik durumunda ülkücüler artık sokağa çıkıp, isyan eder mi?

‘Ülkücüler neden sokağa çıkmıyor, ülkücüler sokağa çıkmaz ki' Beni çok rahatsız eden bir kavram gibi kavramlar. Ülkücülük bir sokak hareketi değil ki.

Ama geçmişten bu yana ülkücü gençliğin sokağa çıktığı, şimdilerde çıkmadığı yorumları hep yapılıyor…

Ülkücülük vatanseverliktir. Bu ülkenin devlet, emniyet güçleri TSK'sı MİT'i var. Refleks göstermesi gereken bunlar. Ülkücülerin vatan sevgisi ve hassasiyetinden kim kuşku duyabilir? Ülkücülükten korkup da ülkücülüğü mafyavari bir hareket göstermek isteyenlerin söylemi bunlar.

Ülkücü gençleri Bahçeli'nin dizginlediği, sükûnete çağırdığı söylemleri doğru değil mi o zaman?

Ülkücü hareket aklı olan bir hareket. Devlet Bahçeli ‘sokağa çık deyince çıkacak, çıkma deyince çıkmayacak' bir hareket değil. Bu kadar basit de değil. Ülkücü hareket kendini yönetir, birinin çağrı yapmasına gerek yok. Bir hassasiyet gösterilecekse herkesin hassas olması gerekiyor. Ülke bölünüyor, elden gidiyor. Dağ başındaki katil çetesi şehre iniyor, kanuna aykırı bir yığın iş yapıyor, ülkenin jandarması, polisi, askeri var, sonra birileri çıkıp ‘Ülkücü hareket neden sokağa çıkmıyor?' diye soruyor. Önce şunu sorun: ‘TSK neden kışlasından çıkmıyor. Emniyet niye karakolundan çıkmıyor? MİT niye görevini yapmıyor? Türkiye'de Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı diye bir müsteşarlık kuruldu. Burası neden var, niye kuruldu? Şimdi nerede? Önce bunları cevaplasınlar. Ülkücü hareket bu ülkenin emniyet supabıdır.

8 Haziran'a Erdoğan ve Öcalan kâbusuyla uyanmamak için…

“7 Haziran'dan sonra büyük kaosa hazırlıklı olun” diyorsunuz. 8 Haziran'a nasıl uyanacağız?

Bu gidişata demokratik olarak sandıkta ‘dur' diyemezsek Erdoğan ve Öcalan kâbusuyla uyanacağız 8 Haziran'a. Demokratik yollardan bu iktidara bir ihtar verilmesi, silkelenmemiz lazım.

Yazılarınızdan dolayı tehdit aldığınız, hain ilan edildiğiniz oluyor mu?

Tepkiler geliyor ama kervan yürür. Kim ne derse desin. Benim abdestimden şüphem yok.

Yıllardır gazetecilik yapan biri olarak medyanın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Medyada çok uzun yıllardır bir kokuşma var. Bu da ANAP iktidarıyla başlar. Yandaş medya yandaş gazeteciler kavramı oradan başlar. Vakti zamanında Ecevit'in, Demirel'in hatta İnönü'nün de gazetecileri vardı. Ama hiçbir zaman bu dönemdeki kadar kokuşmuşluk ve kötüye gidişat yoktu. Basın danışmanlığı yaptığım dönemde mesleğe öbür taraftan baktım. Gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatsam aklınız tavana vurur. Siyasi iktidarlar bu gazetecileri kendi lehine kullanır. Tayyip Erdoğan'ın kurduğu Baas rejimiyle iş çok farklı boyutlara geldi. Paçalardan akıyor rezalet.

Bunun yanı sıra bir de akreditasyon sorunu var…

Gazeteci dediğiniz muhalif olur. Ben bu işin şimdilerde keyfini yaşıyorum. Mesela, MHP genel başkanının beni özel toplantılarına çağırmamasını anlarım. Sevmiyorsa, çağırmaz. Ama MHP genel başkanı başbakan olursa, Başbakanlık'taki toplantıya beni çağırmama, benim akreditasyonuma karar verme hakkı yok.

Siz de, Hizmet Hareketi özeleştiri yapsın diyenlerdensiniz. Ancak yapılan özeleştiriler dikkate alınmıyor gibi. Özeleştiriden kasıt ne?

Erdoğan kendini şahsi çıkarları için hareketi bir mayın temizleme aygıtı gibi kullandı. Cemaati kullanarak kendine alan açtı. Kendinin yapamayacağı birçok şeyi hareketi kullanarak yaptı. Kullandıktan sonra bir kavga oldu, kendi zamanlamana göre dirsek attı. İktidar paydaşlığından hareketi çıkarttı. Bunun yöntemleri, doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir. Ama bana göre bugünlere gelmemizde, yaşanan olumsuz şeylerde maalesef Hizmet Hareketi'nin de katkısı var. Burada kendisine özeleştiri yapması gerekiyor. Türkiye'ye çıkıp bu kavganın nereden çıktığını anlatmalı. Türkiye'de ve yurtdışında bu kadar faydalı işler yapmış. Bu kadar iyi niyetli insanların olduğu bir hareketin Tayyip Erdoğan'ı tanıyamaması üzerine hâlâ soru işaretlerim var. Bunun çok iyi anlatılması gerekiyor.

Sebep dershanelerin kapatılması ya da 17-25 Aralık diyenler var…

Bu kadar basit değil. Erdoğan bence bir tercih yaptı. Camia mı Öcalan mı? derken Öcalan'ı tercih etti. Bu tercihe de birileri zorladı onu. Tayyip Erdoğan tek başına siyasi kabiliyetleri ile gelmiş biri değil. Erdoğan da AKP de büyük bir senaryonun ürünü. 17-25 Aralık işin görünen küçük bir yüzü, bütünü değil. Çıkıp anlatacak olan da cemaat. Yoksa yolsuzlukları rüşvetleri 17 Aralık'a kadar bilmeyen yoktu ki. Bunlar birdenbire patlamadı.

Eşim, gazeteciliği bırakmamı istiyor

Gazetecilik benim için 7/24

Farklı bir üslubunuz var yazılarınızda sanki okuyucuyu karşınıza almış konuşur gibi. “Takipte kalın, haberlerin devamı gelecek” yorumlarınız okuyucuyu bağımlı yapıyor olmalı. Gazeteciye haber kaynağı sorulmaz ama sizin yazılarınız nereye dayanıyor?

Sağlam ve oldukça güvenilir kaynaklara dayanıyor. Bu meslekte epey yol kat ettim. Bir haber babamdan dahi gelse sorgularım. Bana gelen günlük bilgileri her gün yazmaya kalksam gazetenin bana iki sayfa vermesi lazım, doldururum o iki sayfayı ama iş bu değil. Hakan Fidan'ın vekil olmayacağını 3 gün önceden yazmıştım. Ama üç-dört kaynağa teyit ettirerek yazdım. Gazeteciler kendi yazdığından bile şüphe etmeli.

Fuat Avni ve Ahmet Takan bombaları kıyaslaması yapılıyor. Sizin Fuat Avni olduğunuzu iddia edenler var…

Bana da çok mesaj geliyor bu yönde. Ben Fuat Avni falan değilim. Ortada dolaşan bir adamım. Adresim, telefonum her şeyim ortada. Ne biliyorsam yazıyorum. Sakladığım şeyler var ama onlara dair bazı çekincelerim var. Ben Fuat Avni'nin çok iyi bir psikolojik harekât olduğunu düşünüyorum.

Abdullah Gül'ün basın danışmanlığını yapmışsınız. Gül'ün siyasete girmeme kararı sizi şaşırttı mı?

Abdullah Gül'ün basından sorumlu başdanışmanıydım. Gül'ün kararına şaşırmadım. Klasik Abdullah Gül politikası. Kendisi savaşarak, mücadele ederek siyaset yapmaz.

İstihbarat ve bürokrasi ile iç içe olan bir Ankara gazetecisinin siyasetten başka gündemi yok gibi dışarıdan bakınca. Siz iş dışında neler yapıyorsunuz?

Mesleğe ara vermiştim. Abdullah Gül maceramdan sonra (2002-2003). Kolay da olmadı dönüşüm. Yeniçağ'ın dışında bir yerde gazetecilik yapacağımı da sanmıyorum. Çünkü burası bağımsız bir yer. Sabah erkenden gelirim. Salim kafayla tüm gazeteleri interneti tararım. Gündemi sıcak yaşarım. Gün içinde yazıyı yazana kadar görüşmelerimi yaparım. Gazetecilik benim için 7/24'tür. Hafta tatili yapmam. Pazarları da genelde ofiste geçiririm. Buradan çıkınca gittiğim yer bellidir. Çok severim nargile içmeyi, en büyük lüksüm bu. Maç izlemeyi çok severim. Çok şükür Fenerbahçeliyim. Tam bir türkü hastasıyım. Arabada bütün kanallar türkülere göre ayarlı. Evde müzik dinleyeceksem türkü dinlerim.

Gazetecilik yaptığınız için eşiniz de sizin kadar mutlu mu?

Hayır değil. Hatta bugünlerde mesleği bırakmam için ciddi baskı yapıyor. Bir karar arifesindeyim aslında.

17 Aralık’ın sezon finali oldu, film devam edecek

$
0
0

Ahmet Dönmez ve Ufuk Köroğlu ortak kaleme aldıkları ‘17 Aralık Sıfır Noktası’ adlı kitaplarında ‘17 Aralık bir darbe girişimi mi yoksa yolsuzluk operasyonu mudur?’ sorusuna cevap arıyor. Süreci polisiye ve siyasi yönleriyle değerlendiren gazetecilere göre şimdi kazanmış siyasi bir irade var ancak bu sadece sezon finali.

Takvim yaprakları 17 Aralık 2013 sabahını gösterdiği zaman, Türkiye bakan çocuklarının ve Halk Bankası Genel Müdürü’nün evindeki ayakkabı kutularındaki paralara, kasalar ile para sayma makinesinin olduğu görüntülere uyandı. Gazeteci yazar Ahmet Dönmez ile Ufuk Köroğlu, Klas Yayınevi’nden çıkan ‘17 Aralık Sıfır Noktası’ adlı kitaplarında ‘17 Aralık bir darbe girişimi mi yoksa yolsuzluk operasyonu mudur?’ sorusuna cevap arıyor. Sürecin hem polisiye hem de siyasi ayaklarını ele alan kitap, aslında kendi çıkarları için ülkeyi, ülkenin demokrasisini, hukukunu ve geleceğini sıfırlamayı göze alanları anlatıyor. Adeta bir kuyumcu titizliği ile 17 Aralık sürecini anlatan gazeteci-yazar Ahmet Dönmez ile Ufuk Köroğlu, “Bu bir sıfırlama, ikiyüzlülüğün kitabıdır.” diyor. Bunu da şu cümlelerle açıklıyorlar: “Kamuoyunda ümmetin iktidarı, dindar, çalmayan, yetimin malına el uzatmayan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP algısı, imajı var. Kitapla da bunun tamamen sahte bir makyaj, kozmetik bir Erdoğan imajı olduğunu iddia ediyoruz. Bu iddiamızı bir akademisyen titizliği ile delillendirmeye çalışıyoruz.”

Bu operasyonla ilgili insanların sorduğu ilk soru şuydu: Cemaat-hükümet kavgası olmasaydı bu operasyon yine de olur muydu? Dönmez ve Köroğlu bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Operasyonun 17 Aralık’ta yapılmasının en önemli nedeni dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler’dir. Güler’in emniyetin hemen her birimini soruşturması ve hatta Reza Zarrab’a ‘Senin hakkında bir şey olursa önüne yatarım’ teminatı vermesi operasyonun 17 Aralık’ta yapılmasının en önemli sebebidir. Güler, oğlunun ve oğlunun adamlarının takip edildiğini anlaması üzerine soruşturmayı deşifre etmek üzere bir çaba içerisine giriyor, bunların hepsi polis dinlemelerine takılıyor. Siz soruşturmayı yürüten savcı ve polisler olsanız ne yapardınız? Önünüzde iki seçenek var; ya hemen harekete geçip operasyon yapacaksınız ya da sizi görevden alıp soruşturmayı deşifre etmelerini bekleyip bu dosyanın tamamen tarihin çöplüğüne atılmasına göz yumacaktınız.”

DEVLET, BU OPERASYONU YAPANLARA İADE-İ İTİBAR VERECEK

Kitapta, operasyonun emniyet ayağına ve o sabah nelerin olup bittiğine dair detaylı bir şekilde değinilmiş. Yakub Saygılı’nın “Yarın görevden alınır, 3 ay sonra da hapse gireriz.” tezi doğrulanıyor ve soruşturmayı yürütenler şimdi cezaevinde bedel ödüyor. Dönmez’e göre, tüm bunlar 17 Aralık’ın darbe olmadığının bir delili: “Zira hiçbir darbeci, bir cuntanın lideri ‘yarın ben yakalanırım, hapse tıkılırım’ deyip silahını gömerek yola çıkmaz. Burada odasını boşaltan ‘yarın ben görevden alınırım’ deyip bunu da göze alarak operasyonu yapan polislerden, emniyet müdürlerinden söz ediyoruz. Herkesin hükümetin gözüne girip taltif, terfi almaya çalıştığı bir dönemde siz cezaevine girmeyi, gözaltına alınmayı göze alabiliyorsanız sizin yüksek idealleriniz vardır. Bugün bu milletin ve devletin teşekkür etmesi, hatta madalya takması gereken insanlar cezaevinde. Yarın bir gün, 6 ay ya da 6 yıl sonra şundan eminim başta bu millet, Yakub Saygılı başta olmak üzere bu operasyonda ismi geçenlerden özür dileyecek, devlet onlara iade-i itibar verecek.”

17 ARALIK DOSYASI YENİDEN AÇILACAK

Dönemin başbakanı Erdoğan, 28 Şubat 2014’te tutukluların tamamı tahliye edilince “Hak yerini buldu.” demişti. Gerçekte hak yerini bulacak mıydı? Yoksa adalet Reza’nın önüne mi yatmıştı? “17 Aralık kapanmaz...” diyen Köroğlu, bu dosyanın hukukun ve gücün esiri olmadığı bir Türkiye’de yeniden açılıp tarafsız ve bağımsız mahkemelerde yargılanacağı görüşünde. 17 Aralık’ın ardından yapılan bütün makyajların döküldüğünü söyleyen Dönmez ise “Şu anda bile hiçbir yalanın üzerini örtemiyorlar. Kabataş olayı örneğin… Mesela bu paraları polisler koydu dediler, daha sonra da bavullarla geri aldılar. Bunun darbe girişimi olduğuna inanan vatandaşlar dosyayı bilse, aptal yerine konulduklarının farkına varacaklar. Gazeteci olarak Türkiye’nin çok kritik soruşturmalarını takip ettim. Gördüğüm en sağlam dosya budur. Her şeyin ayan beyan, reddedilemez bir şekilde ortada olduğu bir dosya.” tespitinde bulunuyor.

Tüm bu olup bitenleri masaya yatırdıktan sonra insanın aklına şu sorular geliyor: ‘Acaba bu yolsuzluk, hırsızlık çarkı hâlâ devam ediyor mu?’ Dönmez’e göre bu çark işlemeye devam ediyor. Hatta üzülerek şunları aktarıyor: “Alınan komisyonlar, yüzdeler artmış durumda. Çünkü yerel seçimlerden sonra ‘sandıkta biz aklandık’ dediler, yolsuzlukta daha da bir pervasızlaşma ve keyfileşme oldu. Bu toplum üzerine düşen tarihi görevi yerine getirmeyi reddetti. Kendi torunlarına karşı kıyamete kadar mahcup olacağı bir ayıba imza attı. Geçmişte de yolsuzluklar vardı ancak siyasiler bir bedel ödeyeceklerini bilirlerdi. Şimdi ise tam tersi bunu ortaya çıkaranlara bedel ödetildi.”

Türkiye’nin bu halini aksiyon macera filmine benzetirsek eğer, film bitti mi dersiniz? “Sen kazandın ama ben haklıydım” cümlesinden mülhem Dönmez’e göre şimdi kazanmış siyasi bir irade var ancak bu sadece sezon finali. Öyle ki dikkatli izleyiciler için film devam ediyor. Daha bu filmde çok şeyler yaşanacak.

Renkli rüyalar atlası

$
0
0

Son zamanlarda haberlerde Rusya’nın merkezi ve güneyindeki yoğun orman yangını görüntüleri nedeniyle ortaya çıkan görüntülerle, 1909 ve 1912 yılları arasında çekilen renkli fotoğraflardan oluşan sıra dışı koleksiyonda zaman sanki durmuş.

Daha çok siyah-beyaz fotoğraflarla tarihe düşülen kayıtlar bu sefer renkli. Fotoğrafçı Sergey Mihayloviç Prokudin-Gorskii (1863-1944) Çar II. Nicholas desteği ile Rus İmparatorluğu üzerine bir fotoğraf çalışması yürütür. Bu çalışma, Sultan İkinci Abdülhamid’in ‘Yıldız Albümleri’ olarak bilinen ve imparatorluk coğrafyasından enstantaneler ihtiva eden çalışmayla da örtüşüyor. Farklı olarak burada kırmızı, yeşil ve mavi filtrelerle arka arkaya üç siyah ve beyaz görüntü çekip bunları birleştirilebilen ve görüntünün neredeyse gerçek rengini yakalamaya imkan tanıyan özel bir kamera kullanılmış. Parlak renkler ile kombine olmuş yüksek kalitedeki görüntüler, fotoğrafa bakanları bu fotoğrafların 100 yıl öncesine ait olduğuna inanmakta zorluyor. Bu fotoğraflar çekildiğinde ne 17 Ekim Sosyalist Rus Devrimi ne de 1. Dünya Savaşı başlamamıştı. Çekilen yüzlerce renkli fotoğrafın bir kısmı Amerikan Kongre Kütüphanesi (LOC) tarafından 1948 yılında cam plakalarla birlikte arşive alınmış. Olağanüstü güzellikteki bu arşivin en güzel yönlerinden biri de Türkiye’nin kuzey doğusundan, Artvin ve çevresinden de görüntüler içermesi. Prokudin-Gurskii sehpasını bugünkü Türkiye topraklarına da kurmuş ve unutulmaz kareler bırakmış.

Artvin’in genel manzarası. (1910)

Dağıstanlı bir adam ve kadın. (1910)

Pinkhus Karlinskii, 84 yaşında ve 66 yıldır görevde. Marinski Kanalı’nın bir parçası olan Chernigov Benti’nin sorumlusu. (1909)

Buhara Emiri Seyyid Mir Muhammed Alim Han. (1910)

Trans-Sibirya demiryolu. Bir makas memuru, Yuryuzan Nehri üzerinde Ust Katav kasabası yakınlarında poz veriyor. (1910)

Semerkant’ta öğretmenleriyle beraber bir grup çocuk.

Beloomut yakınlarında Oka Nehri üzerinde bir baraj bentinin temel atma hazırlıkları. İşçiler ve ustaları, baraj kapağı için beton döşüyor. (1912)

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live