Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı: Ergenekon'da bugün de olsa müdahil olurdum

$
0
0
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın Çapa Tıp Fakültesi Adli Tıp bölümündeki odasına giderken iç karartıcı gündemleri düşünüyordum. Bir yanda artan şiddet ve tecavüz vakaları, kavgalı iç güvenlik yasası görüşmeleri diğer yanda Ergenekon ve Balyoz’da görev alan polis ve savcılara yapılan operasyonlar, tutuklanan gazeteciler. Malum şu sıralar herkes pişmanlıklarını açıklıyor. Hocanın kanaati neydi acaba? Aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın da başkanı olan Fincancı ile artan şiddet ve tecavüz vakalarını da konuştuk.

Son zamanlarda kamuoyunda Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili kandırılmışlık duygusu yaşadığını söyleyenler artıyor. Ergenekon’da müdahil tek kişi olarak sizin kanaatiniz nedir?

Öyle düşünmüyorum. Zaten bir kandırma çabası içinde olduklarını biliyorduk. İlk başladıklarında bunu bir biçimde devletin gücünü ele geçirme mücadelesi olarak kullanacaklarını öngörebiliyorduk. Bir devlet yapılanması var, güçler dengesi var. Müdahil olursak belki bu kullanma olanağını ortadan kaldırabiliriz, daha görünür kılabiliriz dedik. Çünkü devlette böyle bir denetimsiz gücün varlığını görünür kılmak gerekiyor.

Bu düşüncelerinizi o dönemlerde de dile getiriyor muydunuz?

Evet. Engelleyebildiğimiz kadar engelleyelim, bu denetimsiz devlet gücünün teşhir edilmesi gerekir, bu bir olanaktır. Biz de teşhir için elimizden geleni yapalım. Daha ilk birkaç duruşmada avukatlarıma soru sorma yasağı getirdiler. Dolayısıyla gerçekten zorlandık. O dönemde pek çok arkadaşımıza anlatmaya çalıştık, önemli bir davadır, bir adımdır. Bu davaya sahip çıkalım, teşhir edelim, hep beraber güçlü olalım ama bu gücü sağlayamadık. Tek başına beni dışlayabilmeleri çok kolay. Daha güçlü bir ses olabilseydi orada… Başka kimsenin müdahilliğinin kabul edilmesi de gerekmiyor. Ama çok sınırlı kaldı. Pek çok insan bunun zaten oyun olduğunu düşündüğü için girmedi. Bazı insanlar ‘yesinler bırakın birbirini’ dedi. Bence hiç uygun bir şey değil. Ortada teşhir edilmesi gereken bir şey varsa teşhir edilmesi gerekir, yapılan iyi bir şey varsa o yapılan iyi şeyi de desteklemek gerekir. Her zaman yaptığım gibi; kimin yaptığından bağımsız olarak. Ben hâlâ teşhir edilmesi gerekenler olduğunu düşünüyorum. Teşhir edilecek olan insanların şu anda bir biçimde yüceltildiğini ve onlarla işbirliği yapıldığını görüyoruz. O yüzden iyi ki yapmışım o zaman diyorum. Bugün olsa gene yaparım. Ne yazık ki birçok insanın ölümünden sorumlu ya da bizim bu kadar çatışmalı ortamda hâlâ yaşıyor olmamızdan sorumlu olan insanlar elini kolunu sallayarak dolaşıyor. El üstünde tutuluyorlar hâlâ.

Dava sürecinde yargılamalarda adaletsizlikler, yanlışlıklar yapıldı, haberlerde abartılı dil kullanıldı denildi…

Tabii bütün davalarda olduğu gibi bu davada da adil yargılama ihlali var. Gözaltına alış biçimleri bu insanların topluma teşhir edilip uygun olmayan biçimlerde gözaltına alınmaları. Cezaevinde sağlık sorunları yaşayanların sağlık sorunlarına yönelik duyarsızlıklar… Bu durum sadece bu davaya yönelik bir şey değil. Türkiye’nin genel sorunu bu zaten. Uzun göz altılarını, uzun tutukluluk dönemlerini biliyoruz. Bunlar sadece Ergenekon’la ilgili değil. Tabii ki tartışılsın ama hep beraber tartışılsın.

Bunlarla Ergenekon’un ciddiyeti mi sulandırılıyor?

Başka araçlar da kullandılar. İlgili ilgisiz herkesi o davanın içine sokmak gibi. Hatta bazılarıyla infial oluşturuldu. Nedim Şener, Ahmet Şık olayındaki gibi. Denetimsiz devlet yapılanmasının burada asıl etkili olan güç olduğunu düşünüyorum. Bu işin tamamen tavsatılması ve sulandırılmasında da böyle bir rol üstlendi.

O zaman da bunları söylediniz mi?

Evet tabii ki. O zaman da dedik. Bir başbakan nasıl müdahil olur? Kendi zarar gördüğü bir şey varsa aynı benim gibi bu ülkenin vatandaşı olarak gider ve dilekçe verir. Ama savcılığını yapamaz.

Dönemin başbakanı olarak Tayyip Erdoğan niye ‘bu davanın savcısıyım’ diye açıklama yaptı sizce?

Çeşitli nedenleri var. Biri tabiki tribünlere oynama davranışı. Çok yaygın zaten. 28 Şubat’tan zarar görmüş ya da değişik dönemlerde baskılardan zarar görmüş insanlara, toplumun kesimlerine bir mesaj veriyor, bakın ben bunlara karşıyım, askeri vesayeti sona erdireceğim. Ama bir taraftan bunu yaparken de bir güç olarak algılanmasını talep ediyor. Bir biçimde yargıyı da etkiliyor.

Devletin intikam alması söz konusu olamaz

En son köşe yazılarınızdan birinde ‘Öfkem burnumda’ başlığını kullandınız. Siz naif ve ötekine öfkelenmemeyi tercih eden bir dil kullanırsınız. Şimdi neden böyle bir şey yazdınız?

Genel olarak ülkedeki öfke düzeyinden sanırım ben de biraz etkilendim. Öfkeyle sınırlı kalsa keşke. Çünkü ülkede çok ciddi bir şiddet düzeyi var. Toplumda ayrışma gittikçe yaygınlaşıyor. Nasıl başa çıkılacak? Nasıl bu şiddet ortamından, şiddet sarmalından çıkıp da insani değerleri önemseyen, birbirine değer veren bir toplum haline dönüşebileceğiz, kaygılarım var. İnsan haklarından yana olduğunu düşündüğüm insanların, tam da insanlık suçu öneriyor olması beni öfkelendirdi sanırım. Çünkü genç kadının öldürülmesinin ardından idam cezası ve hadım cezası gibi birtakım kavramlar tartışıldı. İdam cezasını sadece hak bilinci oluşmamış insanlar değil de bu bilinci oluşmuş ya da hak mücadelesi içinde olan insanlar dahi gündeme getirdi. Devletin intikam alması söz konusu olmaz.

]]

Barça’da golcü olmanın dayanılmaz ezikliği!

$
0
0
Günlük hayatımızda sıklıkla duyduğumuz  ‘Kadının fendi erkeği yendi’  sözünü, futbola ya da futbol takımlarından birine uyarlayacak olursak sanırım en çok Barcelona’ya uyardı. Sloganı ise ‘Orta sahanın fendi, forveti yendi’ olurdu.

İspanyolların dünya takımı Barcelona, Avrupa’nın en golcü takımlarının başında gelmesine karşın, bir türlü elinde bulundurdukları golcü oyuncuları mutlu edemiyor. Çünkü dünyanın en iyi golcüleri dahi olsalar, takımın oyun sistemi ve Messi faktörü, bu yıldızların önünü tıkıyor. Yeterince forma şansı bulamıyorlar. Özellikle orta sahada Andres Iniesta ve Xavi ile birlikte kurulan sistemin düzgün işlemesiyle birlikte, Barcelona’da golcülere boş alan kalmıyor desek abartmış olmayız.

Barcelona’da forma giyen ve attığı gollerle adından söz ettiren son golcü isim Kamerunlu Samuel Eto’o idi. 2004-2009 yılları arasında formasını giydiği İspanyol ekipte oynadığı 145 karşılaşmada 108 gol atabilen Eto’o, Barça’daki Messi’siz dönemlerde her yıl 35-40 maç arasında forma giyerken Arjantinli yıldızın takımı sırtlamaya başlamasıyla birlikte bu sayı yarıya yakın düştü. Barça yönetimi de golcü futbolcuyu sezonu 30 golle tamamlamasına rağmen Inter’in yıldız golcüsü Zlatan İbrahimoviç’in takasında kullandı. Üstüne de Inter’e 40 milyon Euro ödedi. Dünyanın en iyi, bir o kadar da aykırı golcüsü olan Zlatan İbrahimoviç ise Katalan ekipte ancak bir sezon formayı taşıyabildi. 2009 yılında kadroya katılan ve büyük umutlarla takıma dahil olan İsveç Milli Takımı’nın golcüsü, bir sezon oynadıktan sonra ikinci sezonda İtalyan devi Milan’a kiralık gitti. Barcelona’da oynadığı 29 karşılaşmada 16 gol atan golcü oyuncu, daha önce formasını giydiği Inter’de 3 sezonda 88 maça çıkmış ve rakip filelere 57 gol bırakarak dikkatleri üzerine çekmişti.

İbrahimoviç’in gidişiyle İspanyol golcü David Villa ile onun boşluğunu doldurmaya çalışan Barcelona, bu futbolcusunu da 3 yıl sonra satmak zorunda kaldı.. Oynadığı 77 karşılaşmada ancak 33 gol atabilen Villa, bir önceki takımı Vallencia’da 5 sezonda 166 maça çıkmış ve 107 gol atmıştı. Bir başka golcü Şilili Alexis Sanchez de Katalan ekibe ancak 3 sezon dayanabildi ve ardından İngiltere yolcusu oldu. Barcelona’nın ilk Şilili oyuncusu Sanchez, Bordo-Mavililerde 88 maça çıkarak rakip filelere 39 gol bırakmıştı.

Arsenal’de takımın en önemli gol silahı olan Thierry Henry’de Bacelona’da uzun süre tutunamadı. Arsenal’de 254 maçta forma giyip 174 gol atmayı başaran Henry, 3 yıl formasını giydiği katalanlarda ancak 80 maça çıkıp 35 gol atabildi..

 Suarez başarabilecek mi?

Görünen o ki sezon başında dünya yıldızı Uruguaylı golcü Luis Suarez’i kadrosuna katan Barcelona’da değişen bir şey yok. Katalan ekip orta sahadaki oyun sistemi kurgusuyla çıktıkları karşılaşmaları Messi’nin hünerleriyle birleştirerek gollerini atmaya devam ediyor. Dolayısıyla bu durum, teknik heyete golcü Suarez’i sık sık yedek kulübesinde oturtma lüksü tanıyor. Oysa ki Suarez bir önceki iki takımından Liverpool ve Ajax’ta vazgeçilmez bir oyuncu olarak 110 kez takımlarının formasını giymişti.

Aslında Uruguaylı yıldız, Barcelona’da da son zamanlarda üzerindeki baskıyı atlatıp kadroya girerek gollerini atmaya başlasa da, sisteme yenik düşmekten kurtulamıyor. Suarez, şu ana kadar oynadığı 24 karşılaşmada 10 gol atmasına karşın bir türlü mutlu olamıyor.  Nitekim geçtiğimiz haftalarda oynanan Granada maçında bir gol, bir asist ve güzel bir futbol oynamasına karşın 79. dakikada oyundan alınması moralini oldukça bozdu. Bu değişiklikten rahatsızlık duyduğunu gizlemeyen ve yüzüne yansıtan Suarez için  ‘ayrılacak’ dedikoduları basında yazılmaya başladı bile. Bakalım golcü oyuncu bu sistemde ‘ben de varım’ mı diyecek, yoksa daha fazla dayanamayıp kendine yeni bir takım mı arayacak?

]]

Bu tatlının mevsimi yok [DÜNYALIK TATLAR]

$
0
0

Hemen her ülkede yapılan bir tarif var bu hafta: Cheesecake. Fransız, İtalyan, İsveç, İngiliz, Belçika, Güney Afrika, Japonya ve daha birçok ülkede farklı usullerde cheesecake yapılıyor.

Tarihi Antik Yunan’a ve Romalılar dönemine dayanıyor. M.Ö. 776’da gerçekleştirilen ilk olimpiyat oyununda atletlere minik cheesecake’ler verildiği yazılı kaynaklarda geçiyor. Yunanlı tıpçı Aegimus’un ‘Cheesecake Yapma Sanatı’ adlı bir kitabı var, Marcus Porcius Cato ise yazdığı ‘Tarım Üzerine’ kitabında iki farklı cheesecake tarifine değiniyor. Günümüzde iki çeşit cheesecake var. ‘Baked’ ve ‘No baked’ yani fırında pişirilmiş ya da pişirilmemiş. Pişme süresi biraz zaman alıyor ama pratik bir tatlı. Cheesecakelerin tabanı sert kıvamda oluyor. Bu tabanı, bisküvilerin un gibi ufalanmasından elde ediyoruz. Bu katın üstüne  gelen peynirli karışım, cheesecake’in ana katmanını oluşturuyor. Üçüncü kat ise süsleme sosu veya kreması sayılabilir. Bu katı, taze veya kaynatılmış meyveler kullanarak süsleyebilirsiniz.

Başta da belirttiğim gibi dünyanın dört bir yanında (Amerika’da 30 Temmuz Ulusal Cheesecake Günü olarak kutlanıyor) çılgınlık haline gelmiş bir tatlı. Ülkemizde de kabul görmüş durumda. Hatta adından mülhem Türkçeye ‘peykek’ olarak çevirenler var. Menüsünde cheesecake olmayan bir cafe yok gibi. Ancak en çok Amerika’da yaygın diyebilirim. Öyle ki farklı bölgelerinde farklı usulde hazırlananları mevcut. En meşhuru New York usulü. Bu cheesecake’de peynir yerine sour cream (ekşi krema) kullanılıyor. Cheesecake piştikten sonra ekşi krema, vanilya ve şeker çırpılarak üzerine yayılıyor ve tekrar fırına veriliyor. Diğerlerinde olduğu gibi çikolata veya meyve sosu kullanılmıyor.

Bazı kaynaklar, 14. yy’dan itibaren İngilizler tarafından geliştirilen bir tatlı olduğunu söylüyor. Amerikalıların cheesecake’de yaptığı fark ise pişmemiş olan dolguyu kullanmaları.

Doğrusunu söylemek gerekirse damak tadıma hitap eden bir tatlı değil cheesecake. Bana kalsa kim bilir ne zaman sıra gelir bu köşede yer verirdim bilemiyorum. Hafta içi aldığım bir e-mail fikrimi değiştirdi. Uluslararası Servis ve Lezzet Akademisi (USLA)’nde bir cheesecake workshop’u yapılacağından bahsediyordu özetle. Yakın çevremde de ‘hasta’ları olduğundan gideyim de millete bir faydam dokunsun dedim. Dört saatlik kursta cheesecake yapımına dair ne var ne yok anlatıldı, incelikleri paylaşıldı. Şef Gizem Yılmaz eşliğinde çikolatalı, portakallı, zencefilli, beyaz çikolatalı ve orman meyveli cheesecake’ler yapıldı. Hazır kış mevsimi son demlerini yaşıyor, portakal hâlâ tezgâhlarda. Bu sebeple portakallı zencefillisinin tarifini paylaşmayı yeğledim. Ağzınızın da, pazarınızın da tatlanması dileğiyle…

Portakallı zencefilli cheesecake

Malzemeler

 Yulaflı bisküvi 1,5 paket

 Tereyağı 40 gr

 Labne peynir 500 gr

 Yumurta 5 adet

 Nişasta 40 gr

 Krema 200 gr

 1 Bardak su

 Portakal 1 adet

 Zençefil 1 tatlı kaşığı

Yapılışı: Bisküvileri robotta öğütün, eritilmiş tereyağıyla harmanlayın ve kalıba yerleştirin.

Labne peyniri, şeker ve portakal rendesini bir çırpma kabında pürüzsüz olana kadar çırpın.

Yumurtaları ayrı bir yerde çırpın ve içine nişastayı ilave edin. Güzelce yedirin.

Bu iki karışımı birbiriyle karıştırın.

Ardından 200 gr çırpılmış krema ile nazikçe karıştırın.

Zencefilleri ilave edin. Bisküvi yerleştirdiğiniz kaba dökün.

110 derecede 1 buçuk saat kadar pişirin.

Pişen cheesecake’e ilk soğutmayı fırının içinde kapağı hafif açık olarak yapın. Sonra oda sıcaklığına alın. Oda sıcaklığına geldikten sonra bir saat kadar buzdolabında dinlendirin ve dilimleyerek servis yapın.

İlk kez cheesecake yapacaklar bunlara dikkat

Cheesecake‘nin çökmemesi ve üzerine uygulanacak süslemelerin dağılmaması için, fırından çıkan cheesecake’in oda sıcaklığına geldikten sonra işleme başlayın. Cheesecake’in üzerini çatlatmadan ve kızarmadan pişirdiyseniz sade ve beyaz halindeyken ikram edebilirsiniz. Ya da çikolata eritip kullanabilir, aynı zamanda taze meyvelerle süsleyebilirsiniz.

Yumurtaların soğuk olmaması gerekir. Peynir ile şekerin çok çırpılmaması önemli. Düşük sıcaklıkta ve uzun sürede pişmesi çatlak oluşumunu önler.

Keki yüksek ısıda pişirmediğiniz sürece sorun yok. (En fazla 110 derece) Fırından çıkarırken de ortası hafifçe sallanabilir. Endişelenmeyin, bu pişmediği anlamına gelmiyor. Soğudukça yoğunlaştığını göreceksiniz. Son bir tavsiye, bir gün bekletip servis alırsanız, tat çok daha oturuyor.

Peynir önerileri:

İtalya’da: Mascarpone (peynirden ziyade, kaymak tadındadır. Cheesecake ve tiramisunun ana malzemesidir), Ricotta (taze lor).

Amerika’da:  Philadelphia (meşhur New York tarzı cheesecake bu krem peynirden yapılıyor).

Türkiye’de: Labne kullanılıyor.

Kullanılacak peynir, tuzsuz, suyu kâğıt peçeteyle alınmış, kremsi kıvamda olmalı. Cheesecake’in hafif olması için, kullanacağınız krem peynirin oranını düşürerek taze lor (ricotto) ağırlıklı yapabilirsiniz.

]]

Yolcular ‘koklanarak’ aranacak!

$
0
0
Geçen ay yine buradan duyurduğumuz, ‘elektronik patlayıcı tarayıcısı bomba dedektörü (ETD)’ ile gerçekleştirilen kontrollerin nisan sonu veya en geç mayısta başlatılacağı ifade ediliyor. Şu anda sadece ABD ve İngiltere gibi uçuşlarda gerçekleştirilen denetimler, Türkiye’deki tüm havalimanlarında yolcunun uçağa geçişteki son kontrol noktalarında yapılacak.

Cihazlar nisanda yerleştirilecek

Avrupa’nın 11 Eylül’ü şeklinde görülen Charlie Hebdo’ya düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrası başta IŞİD ve El Kaide olmak üzere terör örgütü elemanlarının yakalanması amacıyla havalimanlarındaki güvenlik denetimlerinin en üst seviyeye çıkarılması istenmişti. Avrupa ülkeleri ve Avrupa Komisyonu’nun baskıyı artırmasıyla da havalimanlarında yeni tedbirler uygulamaya girmişti. Bu isteklerden patlayıcı madde dedektörü ETD ile yapılması istenen kontroller için Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü’nün (DHMİ), cihaz alımı konusunda harekete geçtiği öğrenildi. Çalışmaları doğrulayan yetkililer, cihazların gelecek aydan itibaren havalimanlarına yerleştirileceğini ve personelin bu konuda eğitileceğini söyledi.

Şüpheli yolcular denetlenecek

ETD cihazıyla yapılacak kontrollerin ise uzun süreceği endişesiyle sadece şüpheli yolcuların denetleneceği belirtiliyor. Eşyalara temas ettirilen bomba koklama dedektörleri, cihazla yapılan analizle kişilerin herhangi bir patlayıcı maddeye temas edip etmediğini tespit ediyor. Cihaz, hafızasında kayıtlı patlayıcı madde ve uyuşturucuların ayrışımına göre araştırma yapabiliyor. Altı saniye içinde istenen sonucu veren ve 12 voltluk elektrikle çalışan cihaz, seyyar şekilde araçlara monte edilebiliyor. Cihazın test sonuçları, araştırmanın yapıldığı ülke mahkemelerinde de delil olarak kullanılabiliyor.

Avrupa ülkeleri yolcu bilgisi istiyor

Amerika ve Avrupa ülkeleri, terör örgütü üyelerinin takibinin kolayca yapılabilmesi amacıyla yolcular hakkında bilgilerin paylaşılmasını ve bunun için ‘Yolcu İsim Kaydı’ veritabanının oluşturulmasını istiyor. Böylece, terörist yetiştiren yerlere giden veya oralardan dönen yolcuların da kolayca takip edilebileceği ifade ediliyor. Ancak Türkiye, yolcu bilgilerinin diğer ülkelerle paylaşılmasına sıcak bakmıyor. Bu yüzden ABD’nin ve diğer ülkelerin ısrarına rağmen bu konuda anlaşma imzalamıyor.

Denetimler daha da artacak

Avrupa ülkeleri, terör örgütlerinin gücünün zayıflatılması amacıyla ilk etapta para ve insan kaynağının kesilmesi konusunda ciddi tedbirler alınmasını istiyor. Bu kapsamda kara, hava ve deniz sınırlarından geçişlerdeki güvenlik tedbirlerinin en üst seviyeye çıkarılması istenirken, daha sonra ise gücü azalan terör örgütleriyle sıcak temasa yani çatışmaya girilmesinin daha doğru olacağı dile getiriliyor. Bu konuda ısrarcı olan ABD ve Avrupa ülkeleri, terör örgütü üyelerinin takibini ve yakalanmasını kolaylaştıracak tüm güvenlik tedbirlerinin acilen ve zafiyet gösterilmeksizin uygulamaya konulmasını istiyor.

Or-Gi Havaalanı mayısta uçuşa hazır

Ordu ile Giresun’un ortak kullanımı amacıyla 24 Temmuz 2011’de temeli atılan ve bugüne kadar 36 milyon ton taş dökülerek deniz ortasında 7 kilometrelik dolgu tahkimatı yapılan 3 kilometrelik piste sahip Ordu-Giresun Havaalanı’nda çalışmalar son aşamaya geldi. Ordu Valisi İrfan Balkanlıoğlu, altyapının hemen hemen tamamlandığını, halen pist etrafında bulunan havuzluk alanların doldurulması işleminin sürdüğünü söyledi. Vali Balkanlıoğlu, “Bu iş eylül ayına kalır mı?” sorusuna, “Ne eylülü? Mayısta kesin uçuyoruz.” diye cevap verdi.

Harç puluna çözüm bulunamadı

İstanbul Atatürk Havalimanı’nda, sahte pasaport kullanımını ve pasaport kontrol banko önlerindeki uzun kuyrukları ortadan kaldırmak amacıyla ‘Biyometrik Entegre Otomatik Geçiş Sistemi (e gate)’ adlı yeni sisteme geçilmişti. Pasaport polisinin görev almadığı uygulamada, kontroller elektronik sistemle gerçekleştiriliyor. Adı otomatik geçiş olan ve ocakta başlayan sistemde, yolcuların harç pulu alıp almadıkları ise görevliler tarafından kontrol ediliyor. Bu yüzden günlük 150’ye yakın yolcunun geçiş yaptığı cihazlarda harç pulu kontrollerinin kaldırılması istenirken, harç pulu fiyatının bilete dahil edilmesi veya bir başka şekilde çözümlenmesi gerektiği ifade ediliyor.

Belgrad’da uçakları şahinler koruyor

Belgrad Havalimanı’nda, uçak seferlerini engelleyen kuş sürülerine karşı şahin görevlendirildi. Yetkililer tarafından beslenen şahinler, uçakların inişi ve kalkışından önce kuş sürülerini bölgeden uzaklaştırarak güvenliği sağlıyor. Bu durumdan yolcuların da son derece memnun olduğunu belirten yetkililer, şahinlerin gelişinden sonra uçakların iniş ve kalkış saatlerinde aksamalar yaşanmadığını söyledi.

]]

Küresel köyün uluslararası çobanları

$
0
0

 Onlara göz kulak olan, çayıra çimene götürenler ise farklı kimlikleri ve kişilikleri ile öne çıkıyor. Başakşehir, Kayaşehir ve Altınşehir ‘kırsalı’nda ülkesindeki iç savaştan kaçan ya da iş bulamadığı için gelen Afgan, Gürcü ve Suriyeliler, çobanlık yaparak geçimlerini sürdürüyor.

Suriyeli Memnun ve Kao Helloş kardeşler, 2 yıldır Hüseyin Üner’in Başakşehir Şahintepe Mahallesi’ndeki çiftliğinde çobanlık yapıyor. Suriye’deki iç savaştan kaçıp burada iş buldukları için mutlular. Yaklaşık 2 bin liraya yakın maaş alıyorlar. Çiftlik sahibi Hüseyin Üner ise şehrin büyüyüp genişlemesinden rahatsız. ‘Biz burada kendi halimizde işimizi yaparken şehir üzerimize üzerimize geliyor’ diyor. İstanbul’un merkezinde hayvancılık yapmanın zor olduğunu, şehrin büyümesi ile insanların hayvanlardan rahatsız olacaklarını düşünüyor.

58 Yaşındaki Ali Ekber Baybüre, odun közünde yaptığı çayını yudumlarken bir önceki akşam kaybolan 11 koyunu düşünüyor. Patronu Ali Karabulut, ona biraz çıkışmış: ‘İki çoban yüz koyunun hakkından gelemiyorsunuz.’ demiş. 20 yıldır çobanlık yaptığını söyleyen Baybüre, 24 saatinin bu hayvanlarla birlikte geçtiğini söylüyor ve bu mesleğin zorluklarından yakınıyor.

     17 yaşındaki Afganistanlı Muhsin Ali Baklan, 3 ay önce İstanbul’a gelip çobanlık yapmaya başlamış. 200 baş keçi sürüsünün peşinde hayat mücadelesi veriyor. Hasta olan babasına ve ailesine çobanlıktan kazandığı parayla destek oluyor. Toplu konutların yanında keçilerini otlatan Muhsin ise site sakinleri ile diyaloğunu anlatıyor: “Cama çıkıp kurbanlık fiyatlarını soruyorlar.”

43 yaşındaki Gürcistanlı Alix Rua, İstanbul’un diğer çobanlarından. Ayda bin 100 lira kazanarak Gürcistan’daki ailesine gönderiyor. Vize probleminden dolayı her 3 ayda bir ülkesine gidip geliyor. Yeniden hayvanlarını İstanbul’un kırlarında otlatmaya başlıyor.

Anadolu’nun köylerinde alışık olduğumuz bu manzaraları İstanbul’un gelişen bölgelerinde görmek şaşırtıcı olsa da, yakın zamanda yok olacaklarını, koyunların yerini binaların alacağını tahmin etmek zor değil..

Suriyeli Kao Helloş, 28 yaşında

Afganistanlı Muhsin Ali Baklan, 17 yaşında

Suriyeli Memnun Helloş, 18 yaşında

Afganistanlı Ali Safi, 17 yaşında

Suriyeli Mustafa Hamo, 40 yaşında

Ali Ekber Baybüre, 58 yaşında

Gürcistanlı Alix Rua, 43 yaşında

]]

Çanakkale kahramanlarının torunları anlatıyor [Çok özel röportajlar - ZamanTV]

$
0
0
Arıburnu’nda bir siperde delik deşik olmuş postallar, etrafa saçılmış üniforma parçaları, sahibi biraz evvel şehit düşmüş tüfekler… Cephede mermilerin isabet ettiği askerler, dalından düşen bir yaprak gibi toprakla buluşmuş. Biraz ilerideki limanda hiçbir hayat emaresi yok. Topların ve eskimiş çadırların gölgesinde son öğünlerini az evvel yiyen Çanakkale Kara ve Deniz Muharebesi askerleri sevinçlerini buruk yaşıyor. Karada ve denizde en çetin şartlarda devam eden savaş daha yeni zaferle nihayete ermiş. Cephede cansiparane görevlerini yapmak için uğraşan doktorlar, mülkiyeliler, aşçılar, sporcular… Eğitimini yarıda bırakmış ülkenin umudu genç dimağların tamamı bu topraklarda yitip gitti. Bu sebeple İtilaf devletlerinden arınan ülkede birkaç sene okullardan doktor, hukukçu, öğretmen çıkamadı. Geriye mektuplar ve anılardan başka bir şey kalmamasına şaşmamak gerek. Dile kolay bir asır geçti üzerinden. Ancak büyüklerinden o kahramanlıkları dinlemiş, hâlâ anlatacak bir şeyleri olan nesillere ulaşmak mümkündü. Anadolu’nun dört bir yanından yarımadaya koşup geri dönme gayesi taşımadan şehit düşenlerin geride kalanlara emanet ettikleri kıymetlilerinden savaşı dinledik. Çanakkale’den yola çıkıp İzmir, Bursa, Karabük, Ankara ve İstanbul’a döndüğümüzde gördük ki her ilden yüzlerce kayıt defteri tutulmuş. Bize ise sadece o defterlerin yapraklarını aralamak düştü.

Mustafa Canbaz

Kıbrıs’ta dedemin korumasını hissettim

Tarih 25 Nisan 1915… Çanakkale Cephesi’nde 9. Tümen’e bağlı, 26. Alay bölgeyi savunuyor. Çıkarma yapan 2 bin 500 kişilik düşman tümenine karşı 63 kişilik kahraman takımımız Ezineli Yahya Çavuş komutasında akşama kadar mücadele veriyor. Ezineli Yahya Çavuş, bölük komutanı şehit olduktan sonra komutayı ele alıp 63 askeriyle tarihe geçecek mücadeleyi başlatıyor. Ertuğrul Koyu Harekâtı’nın 2’nci gününde Yahya Çavuş bacağından yaralanıyor ancak hayatta kalarak geri çekilmeyi başarıyor. Başarılı asker Yahya Çavuş’un, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda gazi olan torunu Mustafa Canbaz olayları şöyle anlatıyor: “Dedem ayağından yaralanmış. Kırık bacağını çekip tüfeğin kayışıyla bağlamış. 4 arkadaşıyla birlikte 7 kilometre geri çekilmeyi sürdürmüş. Sargı çadırına gidip ayağını gösterdiğinde doktor, istirahat etmesi gerektiğini söylese de onun gönlü yatmaya razı gelmemiş.

‘Arkadaşlar savaşırken benim yatmam yersiz olur.’ demiş. Bir müddet daha savaşmış ve hücum emri verdiği anda eli havada öylece kalakalmış ve şehadete ermiş.” Torun Canbaz, “Dedemin malı mülkü yoktu. Adını bıraktı, o da bize yeter.” diye ifade ediyor duygularını. Çanakkale Merkez’den 52 kilometre uzaklıktaki Geyikli kasabasında yaşayan Kıbrıs gazisi Mustafa Canbaz, kardeşi Fatma Helva ile madalyalarını gururla gösteriyor. Canbaz, “Savaşta dedemi yanımda hissettim. Kıbrıs’a askere gitmeden önce Çanakkale’yi ziyaret ettim. Bu şehrin toprakları çok farklı. Belki bizim dedemiz yaşıyor diye bu kadar duygusal oluyoruz ama gururlanmamak elde değil. Kıbrıs’ta savaşta dedemin kanatları altında olduğumu hissettim. Önüme büyük mermiler düşüyor, sıcaklığı yüzüme vuruyor ama bana isabet etmiyordu. Savaşa, bayrama gidiyor gibi gittik. Çanakkale Savaşı’na gidenler ne diyorsa, onu 59 yıl sonra ben de tecrübe etmiş oldum. Bu vatanı savunmak böyle bir hismiş demek ki.” diyor.

Gülizar Ünver

Yedi köy gezen cenaze

O yıllarda bir evden yalnızca bir er alınma kuralı olmasına rağmen Karabük’ün Eskipazar ilçesinden Osmanoğlu Hasan ailesinin üç çocuğu da askere gitmiş. Hikâyeyi bize anlatan Şehit Hasan’ın ismini gururla taşıyan torununun çocuğu Hasan Ünver ve annesi Gülizar Ünver.

    Üçüncü kuşaktan torun Hasan Ünver, aile meclislerinde sıkça anlatılan dedesinin anılarını şöyle paylaşıyor: “Gülsüm Ana’nın oğulları askerden gelmeyince cepheden dönen Halit Er’in evine gider. Her yeri sargı içinde olan Halit Er’in anlattığına göre dedem Hasan ile cephede karşılaşmışlar. Hasan ona ‘Herkese selam söyle. Haklarını helal etsinler. İki kardeşim şehit oldu. Benim de buradan kurtuluşum yok.’ demiş. Bunu duyan Gülsüm Ana, yüreği yanarak evin yolunu tutmuş ve gelinlerine, ‘Ağlanacak bir şey yok. Ben şehit anası oldum, siz de şehit hanımları.’ demiş.” Ünver, şehit Hasan’ın ölen bebeğini defnedecek bir erkek bile bulunamayışını şöyle anlatıyor: “Osman isimli bebek, bakımsızlıktan vefat etmiş. Gülsüm Ana torununu kucağına alarak köyde cenaze işlerini yerine getirecek bir erkek aramaya başlamış. En büyük erkeğin 5-6 yaşlarında çocuklardan ibaret olduğu köyden umudunu kesen Gülsüm Ana yedi köy gezmiş ancak torununu yıkayacak, cenaze namazını kılacak kimseyi bulamamış. En sonunda Çayeli köyünden geçerken çadırlarda yaşayan ve askerlikten muaf olan muhacirlere seslenmiş: ‘Ağalar, beyler kimse yok mu?’ demiş. Oradan biri, ‘Buyur ana ne derdin var?’ diye sormuş. Gülsüm Ana: ‘Erkeklerimiz şehit oldu, bebelerden birisi öldü, gömecek kimsemiz yok. Biz kadınız, yapamayız. Bize yardım edin.’ demiş. Oradaki erkekler hemen Gülsüm Ana’nın yardımına koşmuş.”

Ulviye Balkan

Denizaltıyı vuran Müstecip Onbaşı

Müstecip Onbaşı, Balıkesir acemi birliğinde askerliğini yaparken gönüllü olarak katılır Çanakkale Muharebesi’ne. Sevdikleri Bursa’nın Orhaniye köyünde onu beklerken, o daha da uzaklara gider ve sekiz sene harp meydanında kalarak deniz muharebesinin kahramanlarından biri olur. Savaş devam ederken düşman kuvvetler Çanakkale’nin o dar ve kıvrımlı boğazından geçeceğine inanarak buraya yönelir. Birçok gemi ve denizaltı savaşa dâhil edilir. Ancak o dönemde ileri bir teknolojiye sahip olmayan denizaltıların sık sık yüzeye çıkarak yön tayini ve oksijen dolumu yapması gerekir. Bu durum ise Çanakkale Boğazı’nın geçilmesini engellemek için çeşitli yerlere yerleştirilen Türk topçularına yarar, Müstecip Onbaşı, Fransız ‘Turquoise’ (Turkuaz) adlı denizaltını vuran topçulardan biri olur. Müstecip Onbaşı’yı bize kızı Ulviye Balkan ve torunu Kenan Balkan şöyle anlattı: “Babam, topçu olarak nöbet yerinde beklerken Fransız ‘Turquoise’ adlı denizaltını görüyor. Ateş emri gelmeden de top atamazlarmış. Babam o an yalnızmış ve denizaltını gördüğü gibi topuna sarılmış, hemen ateş etmiş. İlkinde başarılı olamamış. İkincisinde denizaltını periskobundan vurmuş.” Torun Kenan Balkan, şöyle anlatıyor devamını: “O zaman fazla mühimmat olmadığından top mermisi dedem için çok kıymetliymiş. ‘O benim canım’ dermiş. Periskobu delinen Fransız denizaltısı su yüzeyine çıkınca mürettebatı askerlerimiz tarafından esir alınmış. Denizaltına daha sonra Müstecip Onbaşı’nın ismi verilmiş. Dedemin denizaltına attığı o top Balıkesir’de müzede sergiye konulmuş.” Müstecip Onbaşı’nın kızı Ulviye Balkan, babasının elinin hasta olduğunu ve ‘Conkbayırı çürüttü beni’ diye kendi eline vurduğu o anları hiç unutmadığını söylüyor. Balkan, “Babam harpten döndükten sonra uzun bir süre çiftçilik yaptı. Bir gün devlet, babama bir miktar hibe vermeyi teklif etti. Ancak babam o parayı kabul etmedi. ‘Benim yiyecek ekmeğim var ama bu ülkenin yiyecek ekmeği kalmadı. Onun için ben bu parayı kabul edemem. Ülkemin benden daha fazla ihtiyacı var.’ dedi.”,

Bahadır Gürer

Eşinin tanıyamadığı asker

Takvimler 8 Ağustos 1915 Pazar gününü gösterdiğinde İstanbul’dan Çanakkale’ye gitmekte olan Barbaros Hayrettin Zırhlısı, İngiliz denizaltısı tarafından Gelibolu ile Bolayır arasında torpille vurularak batırılır. Gemide bulunan 71’i subay, bin 200’e yakın personel can mücadelesi vermeye başlar. Orta bölümünden torpillenen gemi, su alarak yan yatar. Gemide çalışan mürettebat güverteye çıkar ama bir kısmı tutunamayarak denize yuvarlanır. Denize düşenler ne yazık ki geminin alabora olmasıyla çalışmakta olan uskurlara takılıp şehit olur. Tecrübeli subaylar tehlikeyi fark eder ve atlayarak kurtulur. Bu şekilde hayatta kalanlardan biri de Minkaliyeli Mahmut Bey...

Minkaliyeli Mahmut Bey’in torunu Avukat Bahadır Gürer, Barbaros zırhlısından sağ kurtulan dedesinin yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Dedem yüzerek hayatını kurtarmış. Sandallarla gelen askerler, denize atlayıp sağ kalanları, şehit olanları toplamaya başlamış. Pantolon ve atletlerle denize atlayan askerler soğuktan titriyormuş. Askerlere hemen battaniye verilmiş. Bu yolculuk yaklaşık 2-3 gün sürmüş. Dedem ve kurtulan arkadaşları Eminönü’nde bırakılmış ama hepsi bitkin ve pejmürde haldeymiş. Sandalla Kasımpaşa’ya geçmiş. Dik yokuşu tırmanarak evinin yolunu tutmuş. Hasret kaldığı eşini görecek olmanın heyecanı içinde adımlamış yolları. Kapının önüne geldiğinde hava iyice kararmış. Kapıyı çalmış, eşi kapıyı açmış ve karşısında saçı sakalı birbirine karışmış birini görünce, ‘Allah versin’ diyerek kapıyı yüzüne kapatmış. Sonra tekrar açmış ve eşler birbirine kavuşmanın heyecanıyla sarılıp, ağlamışlar.”

Harun Efendi

Gazinin sekiz yıl sonra evine dönüşü

Gazeteci-yazar Selahattin Duman’ın dedesi Harun Efendi, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda gazi olanlardan biri. Medrese eğitimi alan Harun Efendi, sekiz yıl askerlik yapmış. 1915’te cephede kolundan yaralanması sebebiyle hava değişikliği için memleketine gönderilmiş. Duman, savaşa meraklı bir çocukluk geçirdiğini ifade ederek dedesinin anılarını şöyle anlatıyor: “Dedem bu mevzuları sadece benimle paylaşırdı. Uzun süre askerlik yapan dedem yaralanıp eve gelince akrabaları tarafından babaannemle evlendirilmiş. Dedem tekrar askerliğe çağrılmış. Askerdeyken de babam dünyaya gelmiş. Askerlik bitip geri döndüğünde eşinin doğumda vefat ettiğini öğrenince yıkılmış. Oğlu yani babam 7-8 yaşlarında okul çağına gelmiş bir çocuk olarak karşısına çıkmış.”

    Ankara’nın Haymana ilçesinde yaşayan Kürtlerden Şeyhbızın aşiretine mensup olduklarını söyleyen Duman, dedesi Harun Efendi’nin askerlikte başından geçen ilginç olayı şöyle anlatıyor: “Dedem, asker arkadaşı Mevlut Efendi ile Çanakkale’de tanışır. Daha sonra Suriye Cephesi’ndeki 5. Ordu’ya gönderilirler ve orada Arapların eline esir düşerler. Araplar o dönemde Kürtleri, Arnavutları, Çerkezleri çok fazla taciz etmiyormuş ama Türklere zulmediyormuş. Esir kampındayken dedem, arkadaşına Kürtçe öğretmiş. Mevlut Efendi sorgusunda Kürtçe konuşup ‘Ben Kürt’üm’ demiş ve işkenceden kurtulmuş.”

Ahmet Muhteşem Ağıldere

Sıralar boş kaldı, mevziler tıklım tıklım

Halkın maddî-manevî tüm imkânlarını seferber ettiği Çanakkale Savaşları, bir dönemin okumuş, eğitim almış neslinin de kaybolmasına neden oldu. 250 binden fazla kayıp verilen cephede, yaklaşık 10 bin üniversiteli ve 70 bin ortaöğretim öğrencisi şehit düştü. Sivas Lisesi, 1915 yılında hiç mezun vermedi. 27. Alay’da komutan olarak görev yapan Asteğmen İbradalı Hayrettin, eğitimini yarıda bırakan civanmertlerden yalnızca biri… Hukuk fakültesi 4. sınıfta okurken her şeyi bırakıp Gelibolu’ya gelen İbradalı Hayrettin, Anafartalar’da kara çıkarmaları sırasında silah arkadaşlarıyla gösterdikleri kahramanlıkla tarihe adını yazdırdı. İbradalı Hayrettin’in torunu Prof. Dr. Ahmet Muhteşem Ağıldere, babasını küçük yaşta kaybetmiş. Dedesi hakkında tüm bilgileri amcasından ve şehidin harp meydanında tuttuğu anılardan öğrendiğini söyleyen Ağıldere, savaşa gidenlerin dünya tarihine mesaj verdiğini düşünüyor. “Menfaat beklemeden herkes her şeyini geride bırakıp gitti. Günümüzde hemen hiç kimse menfaati olmadan iş yapmıyor ama Çanakkale ruhu öyle değildi. Bu bizim için ders olmalı.”

Ağıldere, dedesiyle ilgili bir anekdotu da şöyle paylaşıyor: “25 Nisan sabahı nöbet tutan asker, gece karanlığında dedemin yanına gelmiş. Düşman birliklerinin teknelerle yaklaştığını söylemiş. Silahların menzili kısa, cephane kısıtlıymış. Belli süre beklemişler ve o kanlı savaşlar başlamış. Dedemin notlarından anladığımız, birliklerimizin makineli tüfeği de yok. Dedem İbradalı Hayrettin, notlarında şunu kaydediyor: ‘Bizim cephanemiz ve imanımız vardı.’ Dedem bu savaşlar sırasında iki kez ağır yara almış. Omzu, dizi ve ayağından yaralanmış, iki kez gazi unvanı şerefini kazanmış.”

Mehmet Tosun

Dedesinden kalan eserleri yakmak zorunda kalmış

Çanakkale’nin Bigalı köyünden savaşa katılan Mehmet oğlu Mehmet, Gelibolu Yarımadası’nın güney bölgesinde bulunan 9. Tümen’in 27. Alay’ında görevli bir asker. Köyünden ve ailesinden uzakta Yarbay Şefik Bey’in komutasındaki 27. Alay’ın birliğinde çatışan Mehmet oğlu Mehmet, savaş devam ederken yaralanır ve cephe gerisindeki bir sargı yerine götürülür. Sargı yerinden yolunu bularak evine giden Mehmet Bey’in hikâyesini torununun torunu, Bigalı köyünde hem anne tarafından hem de baba tarafından şehit torunu olan Mehmet Tosun aktarıyor.

    “Dedem ilk çıkarma anlarında düşmana kurşun sıkanlardan biriymiş. Büyük dedem ve aynı zamanda büyük dedemin yanında gelen yakın köylüleri anneme şunu anlatmış: “Mehmet Bey savaş sırasında yaralandığı bir anda sargı yerlerine götürülmüş. Sargı yerinde bir süre kaldıktan sonra buraya gelen komutan ‘Anadolu’da yakın erlerden kim var?’ diye sormuş. Dedem de kendisinin olduğunu söylemiş. Çanakkale savaşlarında yiyecek, erzak ve bilhassa hayvanların yiyeceği çok az geldiği için zayıflayan hayvanları Anadolu’ya götürürlermiş, onlara da oradaki insanlar bakarmış beslensin diye. Dedeme de “Bana uğrayın. Sizinle birlikte bu hasta ve zayıf hayvanlar karşıya geçer.” denmiş. Görevlendirilen kişilerle birlikte dedemler bulundukları bölgeden karşıya geçmiş. Dedem hayvanları bakım için bir yere ulaştırdıktan sonra yolunu bulmuş, 100 kilometre yayan giderek köyümüze ulaşmış. Dedem evine varınca babası çok kızmış. ‘Komutandan izin aldın mı?’ diye sormuş. Dedem, izin almadım deyince, ‘Peki niye geldin?’ diye sitem etmiş. “Sabah kalktığımda seni burada görürsem döve döve teslim ederim.” demiş. Dedem de gece tekrar yola çıkarak birliğine teslim olmuş. Bir daha da gittiği yerden dönmemiş.”

    Çanakkale’nin aslında Türkiye’nin önsözü olduğunu söyleyen Tosun, dedesinden kalan birçok mektup, anı ve hatıranın 1980 yılında yapılan ihtilalden sonra Osmanlıca, Arapça eserlerin yasak denilerek yakıldığını ve o döneme ait çoğu tarihi belgelerin de kaybolup gittiğini üzülerek anlatıyor. Geriye kalan hatıralara, özellikle de dedesinin giymiş olduğu çarıklara değer veren Tosun, müzede özel bir yer ayırmış. Çarıklar, Tosun tarafından şöyle anlatılıyor: “Dedemin giymiş olduğu bu çarıklar, manda derisinden yapılmış ve o zamanın en iyi ayakkabıları. ‘Güneş vardır çarığı sıkar, çarık ayağı sıkar, ayak canı sıkar, can da insanı sıkar.’ Böyle anlatılır bu çarıklar. Çok ıslanır öyle giyilir. Giyildikten sonra güneş vurduğu zaman da sertleşir ve ayağı sıkar. Acaba bu ayakkabıları nasıl giydiler diye soruyorum çoğu zaman.”

Serdar Halis Ataksor

Korkar, kalleşlik yaparsam beni vurun

Binbaşı Halis Bey, nam-ı diğer Kör Halis, Çanakkale ve İstiklal savaşlarında gazilik unvanı alan başarılı komutanlardan biriydi. Balkan Harbi’nde gözüne isabet eden şarapnel parçasıyla ağır yaralanmış ve yüzde 50 görme kaybına uğramıştı. O günden sonra lakabı Kör Halis olarak kalan gazi, atandığı 27. Alay’ın 3 taburunda görev almıştı. Kendi komutası altındaki erler tarafından cesaret timsali olarak adlandırılırdı. Torunu Serdar Halis Ataksor anlatıyor: “Karaya çıkan düşmanı karşılayan askerlerin komutanı olan dedem hakkında bilgilerin çoğunu babaannem ve cephede tuttuğu elyazması günlüklerden alıyoruz. Dedem, savaşın en çetin geçtiği günlerde Seddülbahir’de 20-30 kişilik İngiliz askeri ön keşif için karaya çıkmış. Dedem Halis Bey, erlerinin yanına gitmiş ve şu konuşmayı yapmış: ‘Burada görevimiz düşmanın karaya ayak basmasına engel olmaktır. Bir kişi dahi çıkarsa sizi vururum, ben de herhangi bir kalleşlik yaparsam siz de beni vurun.’ demiş.”

    Binbaşı Halis Bey’in nadiren siper içine girdiğini anlatan torunu Ataksor, “Dedem kolundan, iki ayağından bir mermi almış. Komutası altındaki askerler yaralı haline rağmen dedemin, ‘Düşman mutlaka denize dökülecektir’ dediğini ifade ediyor. Askerlerden biri dedemin hareketlerinin yavaşladığını fark edince ‘sıhhiye çavuşu’ diye bağırmış ancak dedem askerin morali bozulmasın diye susturmuş. Kan kaybından halsiz düşünce askerlerin yardımıyla cephe gerisine gitmiş. Dedem hastaneye götürülünce koluna hemen müdahale etmişler. Çok kan kaybediyormuş. Hemşireler üstünü çıkartmaya başlayınca çizmesine sıra gelmiş. Meğer ayağını da bir mermi sıyırmış. Kan orada çizmeyle derisi arasında sıkışıp beton etkisi yapmış ve çizme ancak kesilerek çıkartılabilmiş. Dedem onun acısını hissedememiş bile.”

Aydoğan Helvacı

Kopan parmağını fark etmedi

Hikâyesine kulak verdiğimiz ailelerden biri de Helvacı ailesi. Dedeleri Halil Çavuş, Anzakları Arıburnu’nda ilk karşılayan 27. Alay’da mücadele verenlerden biri. Dokuz yıl boyunca askerlik yapmış Halil Çavuş. Torunu Aydoğan Helvacı, dedesinden sıkça dinlediği bir anıyı paylaşıyor: “Askerler siperde karşı taarruza başlamış. Dedem o esnada tüfeğinin patlamadığını fark edince yüzbaşının yanına giderek ‘Yüzbaşım benim tüfeğim patlamıyor’ demiş. Yüzbaşı bir tüfeğe bakmış bir Halil Çavuş’un yüzüne. Şaşkınlıkla, ‘Ne patlamaması, senin parmağın kopmuş.’ demiş. Dedem ancak o zaman kopan parmağının acısını hissetmiş.”

Torun Helvacı’nın dedesiyle ilgili anılarından biri de şehitlerle koyun koyuna uyudukları geceye ait: “Halil Çavuş bir grup askerle o kadar yorgundur ki uyumak için gösterilen bir barakaya girerler. İçerde uyuyanları rahatsız etmemek için boş buldukları yere sessizce yatarlar. Uyandıklarında ise şehitlerle koyun koyuna yattıklarını görürler.”

Timsal Karabekir

Kur’anları kalplerinin üzerinde taşımışlar

Çanakkale Muharebesi’ne yarbay olarak katılan Kazım Karabekir Paşa, Çanakkale’de Kerevizdere mevkiinde Fransızlarla çarpışır. Çadırına düşen bir bombanın hikâyesini Kazım Karabekir Paşa’nın üçüncü kızı olan Timsal Karabekir anlatıyor: “Kerevizdere’den su değil, kan akıyormuş. Karakedi denilen şarapnel parçası Kazım Karabekir’in çadırına düşmüş. Kendisi çadırın içinde olmadığı için kurtulmuş. Bombanın üzerinde onlarca delik varmış. Mehmetçik bomba havadayken nişan almış, delikler de onların kurşun izleri. Ben çocukken bunları gösterirdi. O insanlar hem savaştı hem tarihi yaptı hem de yazdılar. Askerler, kalplerinin üzerinde Kur’an-ı Kerim’lerini taşımış. Allah aşkı yüreklerinden eksik olmamış.”

Hasan Hüseyin Maltepe

Söyle bana Ömer’im kabahatim ne?

Çanakkale üzerine birçok kitap yazan Hasan Hüseyin Maltepe, savaşın canlı tanıklarıyla görüşmüş. En çok etkilendiği hikâyelerden birini şöyle anlatıyor: “Niğde’ye gittiğimde emekli öğretmen Ömer isimli birisiyle tanıştım. Ömer, halasının yaşadığı hikâyeyi bana şöyle aktardı: ‘Benim bir Hatı halam vardı. Okulu bitirip öğretmen olduktan sonra yanına gittim. ‘Ömer’im büyümüşsün, öğretmen olmuşsun. Sana bir şey soracaktım. Onun sırası geldi. ‘Ömer’im beni önce evin büyüğüyle evlendirdiler. Askere gitti gelmedi, beni ortancaya verdiler. Onu da aldılar askere, o da gitti gelmedi. Küçüğüne kaldım. Onu da aldılar askere, o da gitti dönmedi. Bir gün kaynanam da bana ‘Ey uğursuz kadın, bütün erkeklerimi senin yüzünden kaybettim. Terk et bu evi.’ dedi. ‘Söyle bana Ömer’im. Adına Çanakkale derlermiş. ‘Bu işte benim kabahatim var mı?’ dedi. Kaynanasının o sözü yüreğine oturmuş ve ömür boyu yüreğinden çıkmamış Hatı halamın.”

]]

Bu yol yüksekten korkmayanlara

$
0
0

Çoğu kişi doğadan, güneşten ve temiz havadan yalıtılmış ruhsuz bir işyeri ortamda çalışıp kendini yorgun ve depresif hisseder. Polonyalı mimarlık şirketi Zalewski Architecture, tüm problemleri çözmek için ofisleri birbirine bağlayan, çalışanların bu yemyeşil çimenlikli yoldan gitmelerini sağlayan rüzgarlı ve dar bir asılı yol inşa etti.

Bu dar ve dolambaçlı yürüyüş yolu eğlenceli bir ortam oluşturmanın yanı sıra başka bir amaca da hizmet ediyor. Sadece 80 santimetre genişliğindeki bu yol güneş ışığının miktarını en aza indiriyor. Yolun altındaki yansıtıcı da aşağıdan yukarıya yürüyüş yoluna bakanların rahat görmesini sağlıyor.

Konsepti uygulamak binanın diğer sakinlerinden alması gereken izinlerden dolayı zor gerçekleşebilir, fakat ofis çalışanlarını bu düşünce bile başka dünyalara götürecektir, tabii yüksekten korkmayanlara.

]]

Vidaların da duyguları var!

$
0
0

Bir nalbantın güçlü darbeleriyle kor ateşten çeliği döverek ürettiği çelik bir vida insani olarak duygusallığı tanımlayacak en son neslelerden biridir.

Fakat, Oslo’da yaşayan İsveçli nalbant Tobbe Malm, sıradan çelik vidaları ve somunları sıradışı eserlere dönüştürerek ve onlara duygu yüklüyor.  

Tobbe Malm, Vida Şiiri (Bolt Poetry) adını verdiği seriyi nasıl oluşturduğu şöyle anlatıyor:

"Bu vidalar, somunlar İsveç’te Bergsladen bölgesinin kalbinde eski bir çiftlikten geliyor. Ben onları bir ahırda buldum.

Vidalar bana insan şekillerini hatırlattı ve bunu gösterebileceğimi hissettim. Onları ısıttım, dövdüm, büktüm ve kıvırdım.

Bağlar, kavuşmalar ve durumlar oluşturmaya çalıştım ve birden bire keder, acı, sıcaklık ve mizaç hakkında hikayeler ortaya çıktı. Bir tür şiir oluştu. Bu nedenle yaptığım seriye bu ismi verdim."

]]

Ahmet Takan: Öcalan istedi, Hakan Fidan MİT'e döndü, Erdoğan ile PKK danışıklı dövüşüyor

$
0
0
<![CDATA[<p><strong>PKK'nın valisi, kaymakamı, hâkimi, savcısı, askeri, hastanesi, hazır diyorsunuz. Her şey hazırsa ne bekleniyor, geriye ne kaldı?</strong></p> <p>Geriye çok bir şey kalmadı. Aslında yaptıkları belli. Cizre'de Yüksekova'da belirli lokal bölgelerde zaten kanton hazırlıklarını yaptılar. Zaten özerklik şu anda fiili olarak koydukları, yaşattıkları bir gerçeklik. Sizin orada devriye gezen emniyet aracınız, kışlasından çıkan askeriniz var mı? Yok. Türk bayrağını indirdiler askeri kışlaya girip. Ne yaptık? Yok. Özerlik yönetimi var istedikleri gibi meydan okuyup, istedikleri pazarlıkları yapıyorlar. Yerel yönetimler de orada. Polisi devriye geziyor, asker, jandarması, savcısı, hâkimi mahkemesi var. Normal vatandaşlar bile PKK mahkemelerinde hak arar hale gelmiş. Bunun adı özerklik değil de ne? Ama geriye bir tek, bebek katili Abdullah Öcalan'ın serbest bırakılması, eş başkan olarak gelip onların arasına katılması kaldı.</p> <p><strong>Peki, toplum buna hazır mı?</strong></p> <p>Belki söylemesi çok acı ama alıştırıla alıştırıla bugünlere gelmedik mi? 21 Mart'ta Öcalan'ın mesajı görüntülü veya sesli olacakmış. İnanın o mesajı Diyarbakır'da okutmalarına gerek yok. Ankara'da Tandoğan Meydanı'nda görüntülü olarak Öcalan'ın mesajı yayınlansa en az bir milyon insan toplarlar AKP iktidarı sayesinde. Çoğu insan da ‘Kimmiş bu insan?' diye gider izler. Çok değil 15 sene öncesinde MİT müsteşarı gidip terörist başıyla müzakere edecek dese kim inanırdı, tepkimiz ne olurdu? Ama şimdi neler duyuyoruz? Devlet heyetleri, AKP'nin bazı milletvekilleri gidiyor, İmralı'da görüşmeler oluyor.</p> <p><strong>Öcalan'ın Nevruz mesajını çözüm sürecine inananlar merakla bekliyor. Sizin öngörünüz nedir?</strong></p> <p>Ne söyleneceğiyle hiç alakadar olmuyorum. Sonuçta bir terörist başı yalnızca Türklerin değil, Kürtlerin de kanını içen bir cani var. Siz bir caniden hangi demokratik mesajı bekliyorsunuz? Dünyanın neresinde görülmüş. İnsan hakları ve demokrasiyi öğretmesini, sizi yola getirmesini bekliyorsanız, vay halinize. Ben hiç önemsemiyorum. Ama alıştırılıyoruz. İşte orada sinsi  bir operasyonla karşı karşıyayız. İmralı'ya neden hapsedildiğini unuttuk mu? Eş başkanlığın propaganda metinleri bunlar. Biz gerçekleri maalesef PKK'nın sivil uzantıları aracılığıyla öğreniyoruz. ‘2015'te aramızda olacak' demişlerdi. 7 Haziran'dan sonra da zaten Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP iktidarı Öcalan'ı serbest bırakacak.</p> <p><strong>PKK'nın mayıs ayındaki kongresi için, rutin bir iç değerlendirme diyorsunuz. O zaman barışa inananlar kandırılıyor mu?</strong></p> <p>PKK iki yılda veya bir yılda bir iç değerlendirme kongresi yapar. Ne yaptıklarını gözden geçirmek için. Şimdi ortaya bir masal attılar. ‘Türkiye'ye karşı silahsızlandırma.' Ne demek bu? O zaman sen PKK'yı bir karşı devlet olarak kabul ettin ve Türkiye'ye karşı ateşkes yapıyorsun. Devletler arasında ateşkes yapılır, terör örgütüyle değil. Böyle bir durumda PKK rutin kongrelerinden birini yapacak. 7 Haziran'a kadar taraflar birbirini idare edecek. Konjonktür bu. Silahsızlanmayı tartışacakları bir kongre olarak lanse ediyorlar. Eşeği ata boyayıp, millete at diye satacaklar.</p> <p><strong>Sanki her iki taraf süreci kafasında bitirmiş sadece çıkarları için biraz daha uzatmaya çalışıyor gibi…</strong></p> <p>Neyin çözüm süreci? Neyi çözüyoruz anlayabilen var mı? Onlar için bir çözüm süreci yok. Federasyon devletlerini kurabilmek için adım adım gidiyorlar. Kendi projelerini uyguluyorlar. Çünkü karşılarında aciz ve kendilerine teslim olmuş bir iktidar yapısı var.</p> <p><strong>Erdoğan ‘Kürtlerin tek bir eksiği bile yok' derken ne demek istedi? Öyleyse, ne diye kan kusma pahasına Çözüm Süreci diyorlar?</strong></p> <p>7 Haziran'a kadar birbirlerini idare edecekler o tarihe kadar. Milliyetçi muhafazakâr kesimde bir oy kaybı yaşadığını Erdoğan kendi iç anketlerinde gördü. ‘Kürt Sorunu yoktur. Kürtlere ne istediler de vermedik' diye milliyetçi kesime yönelik bir sahte algı operasyonu var.</p> <p><strong>Yani, seçim öncesi Erdoğan milliyetçi kesimin oylarına mı oynuyor?</strong></p> <p>Tabii. Onların oylarına yönelik bir girişim. Kendi sürdüğü saltanatta bir başkanlık hevesi olduğu için, bunu pekiştirecek bir oy oranına ihtiyacı var. Ahmet Davutoğlu ile istediğini bulamadı. Şimdi PKK ile bir danışıklı dövüş gidiyor. Bazı gerçekler artık çok sırıtıyor. Milliyetçi kesimin bu söylemlere kanmaması lazım.</p> <p><strong>Peki sizce Kürt Sorunu var mı?</strong></p> <p>Bence Türkiye'nin Kürt sorunu yok ama terör sorunu var. Bölücülük hareketlerine karşı yaşanan bir sorun var. Benim Kürtlükle bir sorunum yok. Kürt'e kirvelik yapmış adamım. Adam hainse, Türk, Kürt, Çerkes de olsa düşman olurum. Kürt'ün vatanseverini baş üstünde taşırım, Türk'ün hainini lanetlerim.</p> <p><strong>Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerini kapsayan anadil gibi sorunları ne oluyor?</strong></p> <p>Bu coğrafyada yaşayan kimliklerin, insanların ortak problemleri var. İnsan hakları, demokrasi inanç fikir özgürlüğü gibi. Bırakın geçim dertleri var insanların. Kürt'ten cumhurbaşkanı başbakan var birçok yerde ticarete bürokrasiye hâkimler. Bence Türkiye'de ezilen Türklerin problemleri var. Şu andaki AKP'nin ve kabinenin yapısına bakın çoğu Kürt'tür. Bazıları saklar, bazıları saklamaz. AKP yapısını bilenler isimler iyi bilir. Bu memlekete bakan olacaksınız, genel müdür, müsteşar olacaksınız, İstanbul'da koca koca holdingleriniz olacak sonra çıkıp Kürt Sorunu'ndan bahsedeceksiniz. Türkiye'de dış mihraklar tarafından çok iyi kullanılan büyük bir bölücülük problemi var.</p> <p><img style="display: block; margin-left: auto; margin-right: auto;" src="http://cdnimage.zaman.com.tr/embedded/65/49/2891e56a6ec01b7c700998e77bc6.jpeg" alt="" /></p> <p><span style="color: #ff0000;"><strong>Hakan Fidan, Cemil Bayık'ın iddialarını cevaplamalı</strong></span></p> <p><span style="color: #ff0000;"><strong>MİT, AKP'nin arka bahçesi haline getirildi</strong></span></p> <p><strong>Cemil Bayık, MİT Müsteşarı'nı Paris cinayetlerinin azmettiricilerini bildiği halde yakalamamakla suçluyor. Bu iddiayı nasıl yorumluyorsunuz?</strong></p> <p>Bu işi MİT yapmış mı yapmamış mı bilmiyorum. Cemil Bayık'ın bir iddiası var: Paris cinayetini MİT düzenledi, Hakan Fidan da bize bunu itiraf etti. Burada Hakan Fidan neden susuyor? MİT'in homojen bir yapı olmadığını biz Ankara gazetecileri bilir. Hele Hakan Fidan müsteşar olduktan sonra, MİT'in ayarlarının çok bozulduğunu, iç kargaşanın had safhaya yükseldiğini, Hakan Fidan'ın orada çok dar bir hücre yapılanması örgütlediğini, tamamen Erdoğan'ın özel ve siyasi isteklerine yönelik, Balkanlar'dan tutun da Arap coğrafyasına kadar birçok operasyon yaptığını biliyoruz. Bu ayrı. Ama burada eli kanlı bir katilin vahim bir iddiası var.</p> <p><strong>Koskoca MİT çıkıp terör örgütüne cevap mı versin demezler mi?</strong></p> <p>Ama öyle değil. Terör örgütüyle pazarlık yapılıyor. Çözüm süreci dediğiniz ne, bu işi yürüten kim, Oslo'da kim vardı? Hakan Fidan O zaman cevap vermesi lazım. Ama cevap veremez.</p> <p><strong>Neden veremez?</strong></p> <p>Son Hakan Fidan krizini hatırlarsanız. Milletvekili adayı oldu, geri çekildi, tekrar müsteşar oldu. Benim tanıdığım Tayyip Erdoğan normalde onun MİT müsteşarlığındaki bu hareketinden sonra geri getirmezdi. Ama Öcalan Akdoğan'la mesaj gönderdi. ‘MİT'in başına tekrar göndersin' diye. O yüzden Hakan Fidan Cemil Bayık'a cevap veremez.</p> <p><strong>Hakan Fidan hakkındaki en somut iddia Selam Tevhid dosyası içinde geçiyor. İran casuslarının kendi aralarında MİT Müsteşarı için ‘Emin' kod adını kullandığı söyleniyor.</strong></p> <p>Bunlar temel bir sorunun farklı parçaları. Türkiye'de devlet çarkı çığırından çıktı. Çivileri tutmaz hale geldi. Hakan Fidan gibi bir ismin MİT müsteşarı yapılması en baştan hata. Daha sonra Hakan Fidan'la ilgili yapılan operasyonlar, MİT'in farklı tanımlanması, AKP'nin arka bahçesi haline getirilmesi daha başka hata.</p> <p><strong>Neden hata?</strong></p> <p>Hakan Fidan'ın başbakanlığa ilk gelişini, hangi konumdan nereye getirildiğini iyi biliyorum. Özelde de tanıyorum, bilgi sahibiyim. MİT'in dünyadaki örneklerine bakın oraya insanların nasıl seçildiğine bakınca anlaşılır bu sözlerimin sebebi. Selam Tevhid örneğinden bahsettiniz. Keşke yargının eli kolu rahat bırakılsaydı, yargı rahat çalışır hale gelseydi de, biz de gerçekleri öğrenseydik. Hakan Fidan'ın bahsi geçen olaylardaki rolü neydi, ya da rolü var mıydı? Bağımsız yargı bize bunu gösterseydi. Yargıya neden operasyonları yapıldı? MİT müsteşarı çıkıp siyasete soyundu, bıraksalardı da biz bu soruları ona sorsaydık ya da Meclis'teki vekiller sorsaydı. Hakan Fidan da bir siyasetçi olarak cevap verseydi. Türkiye'nin en büyük sorunlarından biri de bu. Karanlıkta bırakma ve karartma operasyonları. Karartma operasyonlarından çektiğimiz kadar hiçbir şeyden çekmiyoruz.</p> <p><strong>İç güvenlik paketi de üzeri kapatılan konulardan biri olma yolunda ilerliyor. Paketi ne için çıkarılıyordu şu an neden geri çekildi?</strong></p> <p>AKP ve PKK'nın sivil uzantısı HDP danışıklı dövüş yaptı. Yine bir kayıkçı kavgası tezgâhladılar. Elinizdeki kanunları uygulayamıyorsanız, ne kadar kanun çıkarırsanız çıkarın hikâye. Ama benim burada gördüğüm temel şey 7 Haziran'dan sonra şiddetlenecek başkanlık isteğiyle çözülme sürecinde özerkliğin resmen tanınması, Öcalan'ın serbest bırakılması, diğer PKK'lılara af getirilmesi gibi uygulamalara doğal olarak tepki bekleniyor, özellikle batı kesimlerinde. Bu tepkileri bastırmak için çıkarılmış bir kanundur. AKP'nin kendini garantiye almak için en ufak bir demokratik tepkiyi bile şiddet bastırmak için çıkardıkları bir paket. Bu milletin yurtseverlerinin bastırılması için çıkarılmış bir kanun.</p> <p><strong><span style="color: #ff0000;">Ülkücülük bir sokak hareketi değil</span></strong></p> <p><strong><span style="color: #ff0000;">Ülkücü hareket bu ülkenin emniyet supabı</span></strong></p> <p><strong>Bölünme, özerklik durumunda ülkücüler artık sokağa çıkıp, isyan eder mi?</strong></p> <p>‘Ülkücüler neden sokağa çıkmıyor, ülkücüler sokağa çıkmaz ki' Beni çok rahatsız eden bir kavram gibi kavramlar. Ülkücülük bir sokak hareketi değil ki.</p> <p><strong>Ama geçmişten bu yana ülkücü gençliğin sokağa çıktığı, şimdilerde çıkmadığı yorumları hep yapılıyor…</strong></p> <p>Ülkücülük vatanseverliktir. Bu ülkenin devlet, emniyet güçleri TSK'sı MİT'i var. Refleks göstermesi gereken bunlar. Ülkücülerin vatan sevgisi ve hassasiyetinden kim kuşku duyabilir? Ülkücülükten korkup da ülkücülüğü mafyavari bir hareket göstermek isteyenlerin söylemi bunlar.</p> <p><strong>Ülkücü gençleri Bahçeli'nin dizginlediği, sükûnete çağırdığı söylemleri doğru değil mi o zaman?</strong></p> <p>Ülkücü hareket aklı olan bir hareket. Devlet Bahçeli ‘sokağa çık deyince çıkacak, çıkma deyince çıkmayacak' bir hareket değil. Bu kadar basit de değil. Ülkücü hareket kendini yönetir, birinin çağrı yapmasına gerek yok. Bir hassasiyet gösterilecekse herkesin hassas olması gerekiyor. Ülke bölünüyor, elden gidiyor. Dağ başındaki katil çetesi şehre iniyor, kanuna aykırı bir yığın iş yapıyor, ülkenin jandarması, polisi, askeri var, sonra birileri çıkıp ‘Ülkücü hareket neden sokağa çıkmıyor?' diye soruyor. Önce şunu sorun: ‘TSK neden kışlasından çıkmıyor. Emniyet niye karakolundan çıkmıyor? MİT niye görevini yapmıyor? Türkiye'de Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı diye bir müsteşarlık kuruldu. Burası neden var, niye kuruldu? Şimdi nerede? Önce bunları cevaplasınlar. Ülkücü hareket bu ülkenin emniyet supabıdır.</p> <p><span style="color: #ff0000;"><strong>8 Haziran'a Erdoğan ve Öcalan kâbusuyla uyanmamak için…</strong></span></p> <p><strong> “7 Haziran'dan sonra büyük kaosa hazırlıklı olun” diyorsunuz. 8 Haziran'a nasıl uyanacağız?</strong></p> <p>Bu gidişata demokratik olarak sandıkta ‘dur' diyemezsek Erdoğan ve Öcalan kâbusuyla uyanacağız 8 Haziran'a. Demokratik yollardan bu iktidara bir ihtar verilmesi, silkelenmemiz lazım.</p> <p><strong>Yazılarınızdan dolayı tehdit aldığınız, hain ilan edildiğiniz oluyor mu?</strong></p> <p>Tepkiler geliyor ama kervan yürür. Kim ne derse desin. Benim abdestimden şüphem yok.</p> <p><strong>Yıllardır gazetecilik yapan biri olarak medyanın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?</strong></p> <p>Medyada çok uzun yıllardır bir kokuşma var. Bu da ANAP iktidarıyla başlar. Yandaş medya yandaş gazeteciler kavramı oradan başlar. Vakti zamanında Ecevit'in, Demirel'in hatta İnönü'nün de gazetecileri vardı. Ama hiçbir zaman bu dönemdeki kadar kokuşmuşluk ve kötüye gidişat yoktu. Basın danışmanlığı yaptığım dönemde mesleğe öbür taraftan baktım. Gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatsam aklınız tavana vurur. Siyasi iktidarlar bu gazetecileri kendi lehine kullanır. Tayyip Erdoğan'ın kurduğu Baas rejimiyle iş çok farklı boyutlara geldi. Paçalardan akıyor rezalet.</p> <p><strong>Bunun yanı sıra bir de akreditasyon sorunu var…</strong></p> <p>Gazeteci dediğiniz muhalif olur. Ben bu işin şimdilerde keyfini yaşıyorum. Mesela, MHP genel başkanının beni özel toplantılarına çağırmamasını anlarım. Sevmiyorsa, çağırmaz. Ama MHP genel başkanı başbakan olursa,  Başbakanlık'taki toplantıya beni çağırmama, benim akreditasyonuma karar verme hakkı yok.</p> <p><strong>Siz de, Hizmet Hareketi özeleştiri yapsın diyenlerdensiniz. Ancak yapılan özeleştiriler dikkate alınmıyor gibi. Özeleştiriden kasıt ne?</strong></p> <p>Erdoğan kendini şahsi çıkarları için hareketi bir mayın temizleme aygıtı gibi kullandı. Cemaati kullanarak kendine alan açtı. Kendinin yapamayacağı birçok şeyi hareketi kullanarak yaptı. Kullandıktan sonra bir kavga oldu, kendi zamanlamana göre dirsek attı. İktidar paydaşlığından hareketi çıkarttı. Bunun yöntemleri, doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir. Ama bana göre bugünlere gelmemizde, yaşanan olumsuz şeylerde maalesef Hizmet Hareketi'nin de katkısı var. Burada kendisine özeleştiri yapması gerekiyor. Türkiye'ye çıkıp bu kavganın nereden çıktığını anlatmalı. Türkiye'de ve yurtdışında bu kadar faydalı işler yapmış. Bu kadar iyi niyetli insanların olduğu bir hareketin Tayyip Erdoğan'ı tanıyamaması üzerine hâlâ soru işaretlerim var. Bunun çok iyi anlatılması gerekiyor.</p> <p><strong>Sebep dershanelerin kapatılması ya da 17-25 Aralık diyenler var…</strong></p> <p>Bu kadar basit değil. Erdoğan bence bir tercih yaptı. Camia mı Öcalan mı? derken Öcalan'ı tercih etti. Bu tercihe de birileri zorladı onu. Tayyip Erdoğan tek başına siyasi kabiliyetleri ile gelmiş biri değil. Erdoğan da AKP de büyük bir senaryonun ürünü. 17-25 Aralık işin görünen küçük bir yüzü, bütünü değil. Çıkıp anlatacak olan da cemaat. Yoksa yolsuzlukları rüşvetleri 17 Aralık'a kadar bilmeyen yoktu ki. Bunlar birdenbire patlamadı.</p> <p><span style="color: #ff0000;"><strong>Eşim, gazeteciliği bırakmamı istiyor</strong></span></p> <p><span style="color: #ff0000;"><strong>Gazetecilik benim için 7/24</strong></span></p> <p><img style="float: right; margin: 8px;" src="http://cdnimage.zaman.com.tr/embedded/88/49/35e8632293a45152643ad157077e.jpeg" alt="" /><strong>Farklı bir üslubunuz var yazılarınızda sanki okuyucuyu karşınıza almış konuşur gibi. “Takipte kalın, haberlerin devamı gelecek” yorumlarınız okuyucuyu bağımlı yapıyor olmalı. Gazeteciye haber kaynağı sorulmaz ama sizin yazılarınız nereye dayanıyor?</strong></p> <p>Sağlam ve oldukça güvenilir kaynaklara dayanıyor. Bu meslekte epey yol kat ettim. Bir haber babamdan dahi gelse sorgularım. Bana gelen günlük bilgileri her gün yazmaya kalksam gazetenin bana iki sayfa vermesi lazım, doldururum o iki sayfayı ama iş bu değil. Hakan Fidan'ın vekil olmayacağını 3 gün önceden yazmıştım. Ama üç-dört kaynağa teyit ettirerek yazdım. Gazeteciler kendi yazdığından bile şüphe etmeli.</p> <p><strong>Fuat Avni ve Ahmet Takan bombaları kıyaslaması yapılıyor. Sizin Fuat Avni olduğunuzu iddia edenler var…</strong></p> <p>Bana da çok mesaj geliyor bu yönde. Ben Fuat Avni falan değilim. Ortada dolaşan bir adamım. Adresim, telefonum her şeyim ortada. Ne biliyorsam yazıyorum. Sakladığım şeyler var ama onlara dair bazı çekincelerim var. Ben Fuat Avni'nin çok iyi bir psikolojik harekât olduğunu düşünüyorum.</p> <p><strong>Abdullah Gül'ün basın danışmanlığını yapmışsınız. Gül'ün siyasete girmeme kararı sizi şaşırttı mı?</strong></p> <p>Abdullah Gül'ün basından sorumlu başdanışmanıydım. Gül'ün kararına şaşırmadım. Klasik Abdullah Gül politikası. Kendisi savaşarak, mücadele ederek siyaset yapmaz.</p> <p><strong>İstihbarat ve bürokrasi ile iç içe olan bir Ankara gazetecisinin siyasetten başka gündemi yok gibi dışarıdan bakınca. Siz iş dışında neler yapıyorsunuz?</strong></p> <p>Mesleğe ara vermiştim. Abdullah Gül maceramdan sonra (2002-2003). Kolay da olmadı dönüşüm. Yeniçağ'ın dışında bir yerde gazetecilik yapacağımı da sanmıyorum. Çünkü burası bağımsız bir yer. Sabah erkenden gelirim. Salim kafayla tüm gazeteleri interneti tararım. Gündemi sıcak yaşarım. Gün içinde yazıyı yazana kadar görüşmelerimi yaparım. Gazetecilik benim için 7/24'tür. Hafta tatili yapmam. Pazarları da genelde ofiste geçiririm. Buradan çıkınca gittiğim yer bellidir. Çok severim nargile içmeyi, en büyük lüksüm bu. Maç izlemeyi çok severim. Çok şükür Fenerbahçeliyim. Tam bir türkü hastasıyım. Arabada bütün kanallar türkülere göre ayarlı. Evde müzik dinleyeceksem türkü dinlerim.</p> <p><strong>Gazetecilik yaptığınız için eşiniz de sizin kadar mutlu mu?</strong></p> <p>Hayır değil. Hatta bugünlerde mesleği bırakmam için ciddi baskı yapıyor. Bir karar arifesindeyim aslında.</p>]]

Yöneticiler için başarının anahtarları

$
0
0

Başbakanlık Müşaviri Fatih Acar, deneyim ve tecrübesini genç kuşaklara anlatmak için kaleme aldığı 'Hayattan Öğrendim: Başarı İçimizde' adlı kitabında özellikle kamu yöneticilerine başarıya giden yolda önemli tavsiyelerde bulunuyor.

Herkesin farklı ideal ve hayalleri olsa da hayat, bu farklılıkları bazen birleştirebiliyor. O yoldan geçmiş insanların tecrübeleri de sonraki kişilere birikim sağlıyor.

Başbakanlık Müşaviri Fatih Acar’ın kaleme aldığı ‘Hayattan Öğrendim: Başarı İçimizde’ kitabı kendisinin çeyrek asırlık memurluk ve yöneticilik hayatında elde ettiği tecrübeleri konu alıyor. Yaşadığı deneyimleri gelecek kuşaklara aktarma düşüncesiyle yola çıkan Acar, meslekteki ilk yıllarından başlayarak bugüne kadar süregelen zamanı işliyor.

Acar, kitapta edindiği kanaatleri, bir yöneticiyi başarıya taşıyacak anahtarlar halinde takdim ediyor. Özellikle üst düzey yöneticilere başarılı olabilmeleri için nelerin dikkate alınması gerektiği konusunda özet bilgiler sunuyor. Kitap, bir bürokratın devleti nasıl temsil etmesi gerektiğiyle başlayıp, uygulamaların gerçek olaylarla açıklandığı 13 bölümden oluşuyor. Kitapta, Takip-Kontrol-Koordinasyon-Motivasyon ilkeleri adının verildiği ve uygulandığı kişisel yönetim anayasası da bulunuyor. Hem kurum içinde hem de kurum dışındaki ilişkilerinde kendine çizdiği yol haritasını TKKM ilkeleri olarak tanımlayan Acar, “Takip yoksa sonuç da yoktur.” diyor. Tarihten günümüz yöneticilerine mesajlar başlıklı son bölümünde Lokman Hekim’den Hz. Ömer’e, İmam Gazzali’den İbrahim Hakkı Hazretleri’ne kadar tarihteki önemli şahsiyetlerin öğüt ve tavsiyelerine de yer veriyor. Kitapta gerçek olaylara, çözümlere ve bunlara ilişkin yorumlara yer veren Acar, “Bürokratlar vatandaşın işini zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için görev yapmalı.” diyor. Başarıya giden yolda bazen umutsuzluğa düştüğü, çaresiz kaldığı anların olduğunu belirtiyor. Bu sorunları nasıl çözdüğünü şu sözlerle anlatıyor: “İmdadıma engeller karşısında mücadele azmi ve inanç konusunda örnek aldığım kişiler yetişti. Karşılaştığım engellerin çok daha fazlasına rağmen ısrarla ve inançla yoluna devam eden ve başarıyı yakalayan liderler… Ben de onların yaptığını yaptım. Sabrettim ve mücadeleye devam ettim. Sonunda ümitsizliğe düştüğüm, inancımı büyük ölçüde kaybettiğim birçok olayın başarıyla neticelendiğine şahit oldum.”

Çeyrek asırlık memuriyet hayatındaki gözlem ve deneyimlerini paylaşan Acar, kitapta özellikle kamu yöneticilerinin başarılı olmalarını sağlayacak önemli anahtarlar sunuyor. Başarıya gidilmesini sağlayacağı belirtilen tüm anahtarların kapıları açabilmesinin yolunun, anahtarları elinde bulunduranların samimiyeti olacağını açıklıyor. Küçük hesaplar içinde bulunmadan, makam, mevki, unvan hırsları taşımadan, samimi duygularla hizmet etmek gerektiğini de aktarıyor.

Yöneticilerin başarılı olabilmesi için...

Çalışmak, çalışmak, çalışmak

Halkın hizmetinde olduğunuzu unutmamak

Adaletten ve istişareden kopmadan yönetmek

Ruhsuz bir mevzuatçı olmayıp vicdanlı bir yönetici olmak

Başarının ‘ben’li bir şey değil, ‘biz’li bir şey olduğunu unutmamak ve başarıyı tüm çalışma arkadaşlarınızın aynı hedefe yönelmeleri ve birlikte elde edebileceğinizi unutmamak, takım ruhunu kaybetmemek

Bütün işlerinizde takip, kontrol, koordinasyon ve motivasyon olarak belirlenen dört altın kuralı uygulamak

İşe başladığınızda mutlaka mevcut durumun fotoğrafını çekerek kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirlemek ve stratejik plan hazırlamak

Sevgi ve samimiyetle hareket etmek

O uçakta sorulamayan sorular

$
0
0

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yurtdışı gezilerinde uçağına kendisine yakın medya temsilcilerini davet ediyor ve gidiş ya da dönüş yolunda bu gazetecilerin sorularını cevaplıyor.

Yayın politikasını beğenmediği gazetecilere ise akreditasyon uyguluyor. Erdoğan, bu hafta da Suudi Arabistan'a gitti ve gazetecilere görüşlerini açıkladı. Peki akreditasyon nedeniyle uçağa alınmayan gazete ya da televizyonların temsilcileri orada olsa neler sorardı? İşte 'yerdeki gazetecilerin' Erdoğan'dan cevaplamasını istedikleri sorular...

Yeni Asya Gazetesi Ankara Temsilcisi Mehmet Kara:Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ne başbakanlığı döneminde ne de cumhurbaşkanlığı döneminde uçağına binmek bir yana hiçbir programına davet edilmedim. Hep hukuksuz akreditasyon uygulandı. 46 yıllık bir gazetenin cumhurbaşkanının ve başbakanın programlarına davet edilmemesi basın özgürlüğü adına bir ayıptır.

Basın mensuplarına yönelik baskılar için ne söylersiniz?

Darbeyi deşifre etmek suç mu? Darbe planları hazırlıkları kumpassa, o belgeleri haber yapanların yargılanması normal mi?

Merkez Bankası'nın faiz politikalarını her fırsatta eleştiriyorsunuz. Her eleştirdiğinizde de dolar fırlıyor. Bu artıştan birileri zarar ederken, birileri yüklü miktarda kâr ediyor. Kâr elde edenler biliniyor mu?

Söylemlerinizden Fethullah Gülen'e karşı çok şiddetli derecede bir öfke ve kırgınlığınız olduğu anlaşılıyor. Şu anda karşınızda olsa ona nasıl hitap ederdiniz? Barışmayı ve tekrar eski günlere dönmeyi ister miydiniz?

Taraf Gazetesi Ankara Temsilcisi Hüseyin Özay: Cumhurbaşkanı, başbakan veya bakanların hiçbir yurtiçi ve yurtdışı gezisine davet edilmedim. Bırakın gezilere, basın toplantılarına bile davet edilmiyoruz. Yaklaşık bir buçuk ay önce, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun katıldığı bir etkinliğe çağırdılar. Meğerse, bizi yanlışlıkla davet etmişler. Yani Ankara’daki muhalif basının hali böyle...

Sayın Cumhurbaşkanı, şiir okuduğunuz için hapis yatan siyasetçi olarak, attıkları bir tweet yüzünden okulundan öğrencilerin alınmasını, tutuklanmasını, yargılanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Size son dönemde yöneltilen eleştirilerin başında yaptırdığınız ‘Saray’ geliyor. Hiç ‘sarayı yaptırmasaydım’ dediğiniz oldu mu?

Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’yı atamak için yoğun çaba sarf ettiniz. Bugün ise en ağır eleştirileri yöneltiyorsunuz. Erdem Başçı mı değişti, sizin ekonomik politikalarınız mı?

Yeniçağ Gazetesi Ankara Temsilcisi Ahmet Takan:Öncelikle ben o uçağa binmem. Saltanat uçaklarında işim olmaz. Elime önce yazılı bir soru sonra da yazılı cevap verilmesine, böyle bir muameleye gazeteci olarak hayatta rıza göstermem. 'Bir yerde Cumhurbaşkanı ile karşılaşsanız ne sorarsınız?' derseniz eğer sorularım şunlar olurdu:

Abdullah Öcalan ile yüz yüze veya telefonla direkt bir görüşmeniz oldu mu?

MİT Müsteşarı'nın istifasını neden kabul ettiniz? Buna neden zorunlu kaldınız? Bunun arkasındaki gerçek sebepler nedir?

Sizce PKK mı daha tehlikeli, gazeteciler mi?

Milli Gazete Ankara Temsilcisi Mustafa Yılmaz: Eğer o uçakta olsaydım doğal olarak, ‘İlk kez o uçakta olmanın sebebi hikmetini' öğrenmek isterdim. Bu sebeple Sayın Cumhurbaşkanı'na şunu sorardım:

Uçakta olmayı neye borçluyuz?

İkinci sorumu, Sayın Cumhurbaşkanı’na değil, her seyahatte kendisiyle birlikte uçma imkânı bulan gazeteci arkadaşlara yöneltirdim: Bu uçakta olmayı neye borçlusunuz?

Samanyolu Televizyonu (STV) Ankara Temsilcisi Abdullah Abdulkadiroğlu:Siz her ne kadar darbe deseniz de anketler toplumun büyük bir kesiminin yolsuzluklara inandığını gösteriyor. Hatta Başbakan Davutoğlu’nun başdanışmanı Etyen Mahçupyan da ‘AK Partililer yolsuzluklara inanıyor ve bundan rahatsızlar.’ dedi. Toplumun siz ve partiniz hakkında yolsuzluk yapıldığını düşünmesi sizi rahatsız etmiyor mu?

Havuz medyası olarak bilinen iktidara yakın medyada bugüne kadar ‘paralel yapı’ diye yapılan haberlerle ilgili yargının önüne ciddi hiçbir belge ve delil konulamamasının, sürekli bahsettiğiniz paralel söyleminin inandırıcılığını kaybettirdiğini düşünüyor musunuz?

Bir TV dizisinden silahlı terör örgütü çıkarılarak tutuklanan gazeteci Hidayet Karaca’ya, soruşturma ve mahkeme sırasında silahlı örgüt ile ilgili tek bir soru sorulmadığını ve bir delil gösterilemediği biliyor musunuz?

Herhalde bu soruların birini bile sorsam beni uçaktan atarlardı!

Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül:Ülke, bir süredir artan biçimde iki Türkiye görüntüsü veriyor. Gazetecilik alanında da iki Türkiye görüntüsü yaşanıyor: Uçaktaki gazeteciler, yerdeki gazeteciler. Uçaktaki gazeteciler de bence kendi aralarında ayrılabilir. Uçaktaki masanın etrafından hiç ayrılmayan gazeteciler var örneğin. Bir de her uçakta olmayan ama yine de bazı uçaklara alındıkları gibi uçağa binme izni almış kategorisine girenler var. Onlar için uçakta olmak da dert, olmamak da.

Uçakta ara sıra bulunanların bizzat uçağın sahibi tarafından seçildikleri için çok tedirgin olduklarını düşünüyorum. Çünkü uçağa alındıkları için soracakları soru da, alacakları yanıtlara ilişkin yazdıkları konusunda da çok dikkatli olmak zorunda olduklarını tahmin etmek zor değil. Dolayısıyla bu arkadaşların da bir ‘uçak mutluluğu’ yaşamadıklarını düşünüyorum.

Biz yerdekiler için de sıkıntılar var. Çünkü uçağa alınmamakla iş bitse iyi. Karada da iktidarın kontrol ettiği ki, biz bunlara kamusal alan diyoruz, oralardaki haber etkinliklerine yine çağrılmama riskiniz var.

İlk sorum şu olurdu: İstediğim soruyu sormakta özgür müyüm? Elbette ben istediğim soruyu sormakta özgür olduğumu biliyorum, bunun için haber kaynağından vize almam gerekmez ama yine de uçağa alınanlar, alınmayanlar ayrımı bakımından uçağın sahibinin bu konudaki görüşünü öğrenmek isterdim.

12 yıldır oylarınızı sürekli artırarak üst üste seçimler kazanmış bir lidersiniz. Bu kadar büyük desteğe rağmen kendinizi yalnız hissediyor musunuz?

Bugün TV Genel Yayın Yönetmeni Tarık Toros:Cumhurbaşkanı ve başbakan yaklaşık iki yıldır uçaklarına tümüyle AKP'ye yakın havuz medyasına mensup yayın yönetmenleri ve yazarlarını davet ediyor.

Arada, hâlâ kendine ‘merkez’ veya ‘ana akım’ diyen isimler de çağrılıyor (Fikret Bila gibi) fakat onlar da cumhurbaşkanına, başbakana sorulması gereken soruları sormuyor, soramıyorlar... Belki de sormamaları telkin ediliyordur bilmiyorum ya da soruyorlardır, uçak indikten sonra bu bölüm mülakattan çıkartılıyordur. Hepsi olabilir. Neticede gazetecilik yapılmıyor. Ben şunları sorardım:

Açıktan eski partinize oy istiyor, muhalefet partilerine yükleniyorsunuz. Neden tarafsız bir cumhurbaşkanı olmuyorsunuz?

17-25 Aralık dosyalarında montaj-dublaj dediğiniz ses kayıtları, dava delilleriyle ilgili olarak takipsizlik veren savcılar bile bunları söylemedi. Hatta o ses kayıtlarında ismi geçen kişiler açılan davalarda savunma yaptılar (bkz. işadamı Mehmet Cengiz). 16 ay oldu, aksi ispatlanamadığı halde neden bu yönde propaganda yapıyorsunuz?

Fethullah Gülen grubuyla ilgili bir açıklamanızda, ‘Bizler bunları 28 Şubat'taki ihanetlerinden tanırız.’ diye konuştunuz, ‘O ihaneti, o işbirlikçi tavrı bu millet unutmadı.’ dediniz. Yani siz, bu gruba o zamandan beri kin besliyormuşsunuz. Bunu neden şimdi, 18 sene sonra söylüyorsunuz? Madem 28 Şubat’ta millete ihanet etmişlerdi, neden 2012'de Fethullah Gülen için, ‘Bitsin bu gurbet, bitsin bu hasret.’ çağrısı yaptınız?

Zaman Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal:

Politik tarafsızlığınız eleştiri konusu. Siyasi liderleri Saray’da ne zaman ağırlayacaksınız?

Karşı çıkmanıza rağmen istifa eden Hakan Fidan’ın milletvekili adaylığına sıcak bakmadığınız değerlendirmelerine ne diyorsunuz?

Saray’da yalnızlaştığınız yorumları yapılıyor. Partinin başına tekrar dönmeyi düşünür müsünüz?

Bugün Gazetesi Ankara Haber Müdürü İrfan Galip Dumlu:

14 Nisan 2013’te Kızılay’ın genel kurulunda yaptığınız konuşmada 2013 Mayıs sonunda Gazze’ye gideceğinizi açıklamıştınız. Aradan neredeyse iki yıl geçti. Arabistan’a umreye gittiğimiz gibi, bu uçakla Gazze’ye ne zaman gideceğiz?

Sayın Cumhurbaşkanım, birçok ülke ziyaret ettiniz. Buralardaki mevkidaşlarınızdan Türk okullarını kapatmalarını istediniz. Türk büyükelçilerine de bulundukları ülkelerde bu isteğinizi devlet yetkililerine iletmeleri talimatını verdiniz. Ancak aradan geçen bir yıllık süre içinde isteğinizin, sizin beklentinizin çok altında karşılandığını gördük. Yabancı devletlerin, Türk okulları konusunda sizinle aynı fikirde olmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birbirinden çok farklı ve geniş toplumsal grupların itiraz ettiği, Meclis’te görüşmeleri süren iç güvenlik paketine açık şekilde sahip çıkıyorsunuz. Özgürlükler ve demokrasiyi diktatörlükle yönetilen ülkeler seviyesine indiren bu düzenleme sizin için neden bu kadar önemli?

Schengen'de tedirgin bekleyiş! Terör ayarı mı geliyor?

$
0
0

Artan terör tehditlerinin ardından Avrupa Birliği ülkeleri, Schengen vizesi uygulamasında kısıtlamalara hazırlanıyor. Şu anda üç ülke Schengen vizesi nereden alınmışsa ilk olarak o ülkeye seyahat zorunluluğu şartı koşuyor.

Yurtdışı seyahat planlamasında öncelikli konulardan biri kuşkusuz vize başvurusu. Bilet ve konaklama işlemlerinizi yapmanıza rağmen kabul edilmeyen vize başvurularınız tatil hayalinizin bozulmasına neden olurken, ruhsal açıdan da çöküntü yaşamanıza yol açabiliyor. Bu yüzden vize başvuruları konusunda çok hassas davranmanız ve tüm evrakları eksiksiz hazırlamanız gerekiyor.

Ancak Avrupa ülkelerine yapacağınız seyahatlerde bundan sonra vize almanız da yeterli olmayacak gibi görünüyor. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün (SHGM) duyurusuna göre Schengen vizesi ilk defa kullanılırken vizenin alındığı ülkeye giriş yapma zorunluluğu bulunuyor. Yani İtalya’nın temsilciliklerinden alınan vize ile önce İtalya’ya giriş yapılması gerekiyor. Şu anda sadece Almanya, Hollanda ve Belçika gibi ülkelerde yürürlükteki uygulamanın da terör endişesi nedeniyle kısa süre sonra diğer Avrupa ülkelerine yayılacağı ifade ediliyor. Uygulamayla seyahat yoğunluğu bulunan ülkelerdeki vize müracaatlarında ciddi yığılma yaşanacağı ve vize almanın daha da zorlaştırılacağı kaydediliyor.

Avrupa ülkeleri sözleşme imzaladı

Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, 1995’te yürürlüğe giren Schengen Sözleşmesi ile sınırlardaki kontrolleri kaldırdı. Oluşturulan Schengen bölgesinde dış sınır kontrollerinde ortak uygulama ve kurallar hayata geçirildi. Vize, polis ve yargı alanlarında da işbirliğine gidildi.

Schengen’e üye ülkeler Almanya, Avusturya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İspanya, İsveç, İtalya, Lüksemburg, Macaristan, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Malta, Polonya, Portekiz, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan’dan oluşuyor. AB’ye üye olmayan İsviçre, İzlanda ve Norveç de Schengen ülkeleriyle özel anlaşma imzalayarak aynı uygulamaları benimsedi. Sözleşmeyle tatilciler, Schengen bölgesine üye ülkelerden birinin vizesiyle girdiğinde diğerine serbestçe seyahat edebilme hakkına kavuştu.

Kural uygulanmıyor

Ülkelerin imzaladığı sözleşmeye göre Schengen vizesi hangi ülke için alındıysa ilk seyahatin o ülkeye yapılması gerekiyor. Örneğin İspanya için alınan vizeyle önce Almanya’ya gidilemiyor. Bir kere İspanya’ya gidilmesi durumunda sonraki seyahatlerde diğer Schengen ülkelerine seyahat yapılabiliyor. Ancak ülkelerin turizm geliri kaygısı nedeniyle bu kural üç ülke dışında uygulanmıyor. Almanya, Belçika ve Hollanda. Diğer ülkelerden alınan vizeyle gelen Türk vatandaşlarının yaklaşık 90’ını kabul etmiyor. Ülkeye girişine izin verilmeyen Türk vatandaşları ilk uçakla geri gönderiliyor.

Paris saldırısı korkuttu

Paris’te Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdo’ya ocakta düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrası havalimanı ve yolculara yönelik güvenlik tedbirleri artırılmıştı. Bu kapsamda, yolcular hakkındaki bilgilerin, AB üyesi ülkeler arasında paylaşılması için ‘Avrupalı Yolcu İsim Kaydı’ veritabanı oluşturması istendi. Böylece Avrupa ülkeleri ve ABD’nin, terörist yetiştiren yerlere giden veya oralardan dönen kişilerin takibinin de kolayca sağlanması amaçlanıyor. Avrupa ülkelerinin ayrıca terör endişesi yüzünden Schengen vizesi konusunda da hassas davrandığı, bu yüzden imzalanan Schengen Sözleşmesi’ne uyulması konusunda baskı yaptığı belirtiliyor.

Vizesiz ülkeleri tercih ediyoruz

Araştırmalara göre tatilciler, vize işlemlerinin uzun sürmesi, istenen evrakların fazlalığı, yüksek vize ücreti, görevlilerin katı ve kaba davranışlarından büyük rahatsızlık duyuyor. Bu yüzden her dört kişiden biri yaşadığı sıkıntılar nedeniyle vize uygulayan ülkeye gitmek istemiyor. Vize uygulamasının dolaşım özgürlüğünü kısıtladığını düşünen ve buna tepki gösteren tatilciler, Türkiye’nin de vize uygulayan ülkelere aynı şekilde karşılık vermesini istiyor.

Manukyan’a altı yıl hapis istendi

Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü’nün, İstanbul Atatürk Havalimanı üzerinde uzaktan kumandalı insansız hava aracı (Drone) uçuran Aspet Manukyan (27) hakkında yaptığı suç duyurusu sonuçlandı. Savcı, ‘Trafik güvenliğini tehlikeye düşürdüğü’ gerekçesiyle Manukyan hakkında altı yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı.

Şubatta 10,2 milyon kişi uçtu

Türkiye geneli havalimanlarında geçen ay 10 milyon 257 bin 836 yolcuya hizmet sunuldu. İç hat yolcu sayısı yüzde 4,2 artışla 6 milyon 393 bin 581, dış hat yolcu sayısı yüzde 3,4 artışla 3 milyon 847 bin 688 oldu. Toplam yolcu sayısı geçen yılın aynı ayına göre yüzde 4 arttı. Üstgeçişler ile uçak trafiği ise yüzde 4 artışla 108 bin 1’e ulaştı. Uçak trafiği iç hatlarda 52 bin 246, dış hatlarda 31 bin 926 olmak üzere toplamda 84 bin 172’ye yükseldi.

Faik Tunay: Yüzde 55 Tayyip'in 'T'sini duymak istemiyor

$
0
0

CHP İstanbul milletvekili Faik Tunay ile bir aylık bir bekleyişin sonunda röportaj yapmak üzere buluştuk. Önce çok sevdiği ve sık ziyaret ettiği Yahya Efendi Külliyesi'ne gittik. Tunay hem kendisi, hem CHP ile ilgili iddialara cevap vermekten geri durmadı. Ancak benim röportajdan beklentim ses getirmesiyken, Tunay'ınki hayırlı bir kısmetti…

CHP'nin din algısının zaman içinde değiştiği, özellikle mütedeyyin insanları anlama çabası içinde olduğu söyleniyor. Bu çizgi devam edecek mi yoksa köprüyü geçene kadar mı sürecek?

İnançlar konusu siyasete alet edilecek bir konu değil. Hangi siyasi parti olursa olsun, ‘Biz iktidara gelmek için mütedeyyin insanlara zeytin dalı uzatalım, iktidara geldikten sonra işimize bakarız' mantığı ahlaksız bir davranış şekli. Bu bizlerin ya da partimizin savunacağı bir şey değil. Bugün TBMM'ne başörtülü milletvekilleri girebiliyorsa, kimse kusura bakmasın bunda CHP'nin büyük katkısı vardır. Bu talep gündeme geldiğinde CHP'den çatlak bir ses çıktı mı? Kemal Kılıçdaroğlu ‘bu bir inanç meselesidir. İsteyen istediği gibi meclise gelebilir.' Dedi. Kemal Kılıçdaroğlu ile değişen çok şey var. Bunları görmemek takdir etmemek vicdansızlık olur. Geldiğim günden beri şunu savunuyorum. Meseleye inanç eksenli değil de genel bir yaklaşım içerisinde bakmak lazım. CHP varsa herkes için var sloganı. Benim bugün partiye gelmemdeki en büyük etken bu.

CHP'yi sağa yaklaştıracak kişi olduğunuz söyleniyor…

Bazen kafamı yastığa koyduğumda şunu düşünüyorum. Bir yandan Cemaatin CHP'deki temsilcisi, paralel vekilim, bir yandan ABD'nin CHP'deki temsilcisiyim, bir yandan Sorosçu'yum, diğer yandan CHP'yi sağa yaklaştırıyorum. 35 yaşımda on parmağımda on marifet ( gülüyor) Benim bir tane derdim var bu partiyle ilgili. CHP gerçek anlamda sosyal demokrat bir parti olmayı yüzde yüz gerçekleştirdiği an CHP iktidar olur Türkiye'de rahatlar. Ertuğrul Günay 4,5 yıl AKP'de vekillik yaptı. Hiç kimse çıkıp da solcular AKP'yi ele geçirdi, AKP sola kayıyor dedi mi? Meclis başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı kendisi CHP kökenli sosyalist birisidir. Ama Erdoğan Bahçekapılı'yı aldı başkanvekili yaptı. Kimse sosyalistler AKP'yi ele geçirdi dedi mi? Neden birileri Faik Tunay'ın ya da sağa yakın diğer isimlerin varlığından rahatsız? Bizim partinin rotasını sağa kaydırmak gibi bir derdimiz yok. Ben zaten sağa-sola çok da inanan biri değilim. Kaldı ki insanlar ideolojiye değil cebine, ekonomiye bakıyor. Herkesin derdi iyi yaşamak. Türkiye'de Cem uzan diye bir adam çıktı. Genç Parti diye bir parti kurdu 60 günde yüzde 7.3 oy aldı. Ne sağı ne solu? Türkiye'de hiç kimse artık ideolojiye bakarak oy vermiyor. İdeolojiye takılanlar binde 5, yüzde 1. Faik Tunay gibiler CHP'yi sağa yaklaştırmaya çalışmıyor. CHP hakkındaki eksik kötü algıları kırmaya, toplumun her kesimini kucaklamaya çalışıyor. Adam ülkedeki yönetim şeklini değiştirmeye çalışıyor, İstediği adamı alıp istediği yere koyuyor, bizde de bir bardak suda fırtına koparmaya çalışıyorlar.

CHP gerçekten herkes için mi var?

2010 yılında genel başkan olduktan sonra vurguladığı söz buydu Kemal Kılıçdaroğlu'nun. Bu toplumun her kesimini kapsayan kucaklayan bir söylem. Bunun içine Türk Kürt Alevi Sünni muhafazakar gayri-müslim de ateist de girer. Ben de geçmişte ANAP da siyaset yapmış biri olarak bu söylemden çok etkilendim. Kemal Bey'in samimiyetine inandım ve CHP'de varım. Ama Tek parti dönemindeki birtakım yanlışların üzerinden gidip 90 yıllık bir partiyi toptan kötülemek inkar etmek doğru bir yaklaşım değil. Geldiğim ilk günden beri söylüyorum. Bizim toplumumuzun en büyük eksikliği özeleştiri kültürünün olmaması. Yani bu sadece bir partiye ya da insana has değil bizim toplumumuza has bir eksiklik. CHP olarak bizim de hatalarımız eksiklerimizi yanlışlarımız olmuştur ama biz bunların farkındayız. Özellikle Kemal Bey'le beraber herkesi kucaklamaya çalışan yeni bir anlayış var.

Düne kadar Sivas'ın ötesine geçemeyen bir parti olarak anılıyordu ama…

Recep Tayyip Erdoğan yıllarca söyledi bunu. Ama Kemal Kılıçdaroğlu'ndan sonra kimse böyle bir iddia ortaya atamaz. Çünkü Kemal bey, 81 ili dört kez gezmiş, bir sürü organizasyona da katılmış. Çaba gösterdiğiniz zaman, geçmişte yapılan eleştiriler bugün yapılamıyor. Ama iktidar partisi CHP söz konusu olduğunda sadece Tek Parti dönemini ve o günlerin hatasını konuşuyor. Ben de onlara şunu soruyorum. Acaba 40-50 sene sonra bugünleri konuştuğumuzda, biz yaşarsak ya da bizden sonrakiler AK Parti'nin bu tek başına iktidar dönemini nasıl konuşacaklar, nasıl anacaklar acaba? Şimdi siz 50 sene öncesine gidip istediğiniz gibi eleştiriyorsunuz. Acaba 50 sene sonra sizi nasıl anacaklar? Geçmiş geçmişte kaldı. CHP elbette ki geçmişinde hatalar yaptı ki, bugün iktidar da değil.77 yılından beri iktidara gelemiyor. Kemal bey de bunun bilincinde. Partinin üst kademesi de bilincinde. Biz önümüze bakıyoruz.

Önünüze bakmak kadar geçmişle yüzleşmek de önemli değil mi?

Geçmişle reddi miras yapılarak yüzleşme olmaz. Ders alarak, hatalardan arınıp gelecekte bunları tekrarlamamak için yüzleşilir. 2015'te Türkiye'nin önünde bir sürü sorun varken her grup toplantısında sürekli olarak tek parti dönemine atıf yapılmasından bir milletvekili olarak bıktım. Tabiri caizse midem bulanıyor. İktidar partisine söylüyorum. Biz yaptığımız hataları da yanlışları da biliyoruz. Hiç kimse bize istikamet çizemez. Biz bunların farkında olmasak kabul etmesek bizi suçlayabilirler. Ama bugünkü iktidar hep tek parti dönemini kullanarak moda tabirle algı operasyonu yapıyor. Bazı şeyleri canlı ve diri tutmaya çalışıp, bunun üzerinden CHP'ye hep saldırı halinde. Bugün sağ siyasetin göz bebeği, vazgeçilmezi, doğal lideri olan rahmetli Adnan Menderes'e Demokrat Partiyi kurmadan evvel CHP milletvekiliydi. Bizzat Atatürk'ün ricasıyla CHP'yi girip siyaset yapmış biri. Rahmetli cumhurbaşkanı Celal Bayar Atatürk'ün yani CHP iktidarının başbakanıydı. Eğer bugün tek parti döneminde yapılan birtakım eksiklikler hatalardan dolayı özür dilemesi gereken CHP değil devlet. Tayyip Erdoğan gibilerin dedeleri, dedelerinin dedesi de CHP de siyaset yapıyordu. Şimdi bunu görmeden inkar etmeden siyaset yapamazsın. Cumhuriyet kurulduğunda bir tek parti vardı. Herkes orada siyaset yapıyordu. Ama bugün bizim tek işimiz çalışmak ve CHP hakkındaki algıları yıkmak, herkese gitmek. O yüzden CHP varsa herkes için var.

CHP'yi tek parti geçmişiyle eleştiren iktidarın tek partiye benzediği iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün Tek Parti dönemindeki yanlışlıkları vurgulayan insanların sürekli 60-70 sene öncesine gidenlerin bugünkü uygulamalarına bakıyorum, Tek Parti dönemine rahmet okuturlar. Bugün Tayyip Erdoğan'ın kurduğu hegomanyaya, düzene baktığınızda iş adamları, sanatçılar, gazeteciler korkuyor. Ismarlama gazetecilerle TV programı yapıyor, istediği soruları sorduruyor ondan sonra demokrasi var diyor. Tek parti dönemini eleştirip basın özgür değildi diyor. İsmet İnönü üzerinden vuruyor ama bugün Tek Parti dönemine rahmet okutacak uygulamalar yapıyor. O yüzden ben bugün Tek Parti dönemini bırakıyorum ve 50 yıl sonra bugünkü iktidarın nasıl anılacağına bakıyorum.

Nedir rahmet okutan uygulamalar?

Bugün bir vatandaş olarak AK Partiye en çok kızdığım şey, ülkenin inanılmaz derecede kutuplaşması. Türkiye için yapılabilecek en büyük kötülük bu. Geçmişte sağ sol çatışmasının olduğu dönemlerde dahi hiçbir liderden bu kadar nefret edilmemiş. Türkiye'de Tayyip Erdoğan'ın aldığı yüzde 43 oy var. Ama bu oyların yüzde 23'ü kemik oy yani Erdoğan ne yaparsa yapsın yine gidip AKP'ye oy verecek insanlar. Bunu kendileri de biliyor. Geriye kalan yüzde 20 yüzer gezer oylar. Yarın öbür gün merkez sağda yeni bir oluşum olması durumunda uçup gidecek oylar. Geriye kalan yüzde 55 ise bugün Tayyip Erdoğan'ın ‘t'sini duymak istemiyor. Kim yaptı bunu? Bu muhalefet partileri de yapmadı. Erdoğan'ın eline ciddi fırsatlar geçmişti ama heba edildi. AKP adına değil de, ülkemiz adına heba edilen fırsatlara üzülüyorum. 2003 yılında daha başbakan olmayan Erdoğan bizim hedefimiz AB derken, bugün bizi kızdırmasınlar Şangay'a gireriz diyor. Bunu biz mi yaptık?

Kim yaptı?

2007 genel seçimler öncesi. Recep Tayyip Erdoğan bir televizyon programına çıkıyor. Ruşen Çakır, Kadir Çöpdemir ve Tayfun Talipoğlu gibi gazeteciler var. Kadir Çöpdemir ‘Sayın Başbakanım aldığınız maaş, geliriniz belli. Ama oğlunuz Bilal Erdoğan ile ilgili ciddi iddialar var. Üçüncü dördüncü gemisini aldığı söyleniyor. Bunlarla ilgili ne diyorsunuz?' diye sorunca Erdoğan bugünkü gergin ve sinirli halinden uzak ‘ Şimdi gemi var, gemicik var.' diyor. Cevap çok tartışıldı ama o gün bir gazeteci karşına geçip bu soruyu sorabiliyordu. Hadi bakalım bugün bir gazeteci aynı soruyu Erdoğan'a sorsun. Bu soruyu sorabilecek bir tane delikanlı gazeteci var mı? Ülkenin geldiği nokta bu. 2007'deki Tayyip Erdoğan bu, 2015'teki Erdoğan bu. Bunu ben demiyorum. Bunu kendisi yaptı, hareketleriyle gösteriyor zaten.

Başbakan yardımcı Bülent Arınç ‘toplumun yüzde 50'si nefret ediyor, Türkiye yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkabilir' sözleri bunu destekler nitelikte…

Her AKP'linin ayna karşısına geçip bu sözler üzerinde düşünmesi gerekiyor. Bunu bir muhalefet partili milletvekili söylediğinde kızıp, bağırıp, çağırıyorlar. Bunu AKP'nin kurucularından. Milli Görüş'ün en köklü en simge isimlerinden biri, tecrübeli bir siyasetçi olan Bülent Arınç söylüyor. Erdoğan'ın da bu sözler üzerinde düşünmesi gerekiyor. Anadolu coğrafyası enteresan bir yer. Tarih boyunca hiç kimse tam anlamıyla bir tahakküm kontrol kuramamış. 600 küsur yıllık Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, küllerinden yeni bir cumhuriyet kurulmuş. Bugün bile hala Atatürk'ü kabul etmeyen, söven, eleştiren bir kesim var. Bu coğrafyada bu kadar başarılara imza atan, devrimler yapan Atatürk'ü bile kabul etmeyenler varken, sen Erdoğan olarak aldığın yüzde 43 oyla her şeyi istediğin gibi şekillendirmek istiyorsun. Böyle bir dünya yok. Birilerinin bunu ona anlatması gerekiyor.

Erdoğan'ı Özal'a benzetmek rahmetlinin manevi şahsına hakarettir

ANAP'ta siyaset yapan bir isim olarak, Erdoğan'ın Özal'a benzetilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Bu rahmetlinin manevi şahsına yapılmış bir hakarettir. Turgut Özal'ın tontonluğu, yumuşaklığı, hoşgörüsü yok. Hem Turgut Özal'ın devamıyız, açtığı yoldan ilerliyoruz diyorlar ama Özal'ın kişiliğini, karakterini yaptıklarını hiç örnek almıyorlar.

Siyasetini örnek alıyorlar mı?

80 darbesi sonrası karışmış bitmiş bir Türkiye'ydi. Herkesi bir pota içine eritti ve çok da başarılı işlere imza atıldı. Anavatan Partisi Türkiye'ydi. AK Parti de ilk kurulduğunda ANAP'ı model almaya çalışıyordu ama n olduysa 2009'dan sonra Erdoğan başka bir kişiliğe büründü. Daha az tahammüllü, çevresini dinlemeyen muhalefete tahammülü olmayan bir yapı içine girdi. Bu ülkemiz için üzücü bir durum. Yaptıklarından dolayı sadece kendisi bedel ödese sorun yok ama bedeli hepimiz ödüyoruz. En ufak bir konuşmasına dolar, borsa inip çıkıyor. Siyasilerin daha aklı başında, hassas olması lazım. Bugün artan bir kutuplaşma, kamplaşma var. İnsanların okuduğu gazete, TV ayrıldı, gittiği kahveler ayrıldı. Bazı AKP'liler ‘Bizim reisin geri vitesi yok' diyor. Allah aşkına bu övünülecek bir şey değil. Trilyonluk arabalarda bile 5 ileri bir geri vites var. Geri vites kendini inkar etmek rezil etmek demek değil. Olması gereken bir şey. Hep ileri gidemeyiz ki hayatta. Sanırım cumhurbaşkanını da böyle dolduruyorlar. ‘Efendim sizin geri vitesinizi yok. Halk sizi böyle seviyor, devam edin' diyorlar. Sürekli ileri gidersen, bir yerde toslarsın bunun sonu duvar.

Özal döneminde de başkanlık konuşulmuştu. Bugün konuşulanlarla benzerlik taşıyor mu?

20 sene önce olan bir tartışmayla bugünün tartışması nasıl aynı olabilir. Böyle bir mantık var mı? Yeni doğan bir çocukla 20 yaşındaki bir çocuğun yapmak istedikleri hayta bakışı öncelikleri aynı olabilir mi? Olamaz. Ama AKP'nin yaptığı en büyük hata bu. Sürekli Tek Parti dönemine, 30 sene öncesine, ‘bizden önce' dediği noktaya gidiyor. Türkiye'de her şeyin tartışılması gerekiyor. Başkanlık da tartışılsın ama nasıl bir başkanlık? Erdoğan kafasında ‘yargı, parlamento ayak bağı olmasın tek adam sistemi olsun' diyor. Bu coğrafyada olmaz. Ortadoğu ülkelerinde olur adına diktatörlük derler. Saddam Hüseyin, Kaddafi, Hüsnü Mübarek olur. Türkiye'de bu haliyle, bu anayasayla başkanlık sistemi olmaz. Hala darbe hükümeti tarafından yazılmış, 100 küsur kez değiştirilmiş adeta bir yamalı bohçaya dönmüş bir anayasayla yönetiliyoruz. Tam demokrat sivil, vesayet sisteminden arınmış, karmaşık olamayan kısa öz bir anayasa yapalım sonra başkanlık sistemini de tartışalım.

Ya dinin siyasete alet edilmesi…

Benim kalbimi yaralayan en önemli konu bu. Gerçek anlamda dindar olmaya, Cenabı hakkın emirlerini uygulamaya çalışan insanların en büyük üzüntüsü bu. Şekilsel Müslümanlık, İslamiyet daha doğrusu Emevi İslamiyeti uygulanıyor AKP neden tek başına iktidara geldi? Bu ülkede bazı ahmakların yaptığı hatalar sonucunda iktidara geldi.28 Şubat'ı hepimiz yaşadık. Bir ailenin evladını askere alıyorsunuz, şehit oluyor. Askerin annesinin başı kapalıydı denmiyor. Ama aynı anne başörtüsüyle baba sakalıyla ordu evine giremiyor. Böyle saçma, yanlış uygulamalar oldu bu ülkede. AKP de bu yanlışların sonucunda doğdu. Millet bilerek ve isteyerek oy verdi. Büyük bir umuttu AKP aslında. Bu yanlışları intikam kin duygusuyla hareket etmeden, bu yanlışları yapanların yüzüne vurarak belki onları da doğru yola sevk ederek icraatlar yapılacak dendi. Bugün bakıyorsunuz, şekilsel bir Müslümanlık var. Geçenlerde bir büyüğüm ‘Eskiden insanlar ev içinde ibadet yapar, dışarıda dünya işleriyle uğraşırdı. Şimdi evinde dünya işlerini, dışarıda şov amaçlı ibadetini yapıyor. Burada bir yanlışlık var' dedi. Çok doğru bir tespit. Bugün sırf iktidara yaranmak, iktidarın birtakım nimetlerinden faydalanmak için bir sürü insan dindar oldu. Gerçek anlamda bunu uyguluyorlarsa mutlu olurum.

Uygulanmadığını nerden biliyorsunuz?

Ama televizyon dizilerinde sınırsız bir ahlaksızlık, bonzai kullanımı almış başını gidiyor, uyuşturucu kullanımı yüzde 200 artmış, alkol tüketimi yüzde 400 artış göstermiş, fuhuş deseniz aynı oranda. Başta İslami bir parti var sözüm ona İslamı referans alan politikalar var ve dindar nesil diyorlar ama topluma bakıyorum bizim gelenek göreneklerimizle alakalı olmayan şeyler. Bir ay önce umredeydim aynı şeyi Vahabilerde Suudlar ‘da da gördüm. İlk kez gittim ve orada da tamamen şekilsel bir İslamiyet var. Üzüldüm Bu kutsal topraklar kimlerin ellerinde diye. Bu İslamiyet değil ki. Kabe'nin etrafına 50-60 katlı gökdelenler yapılmış. Kalacağım oteli son gün değiştirdiler. Nedenini sorduğumuzda, otelin yıkılacağını söylediler. Vefat eden ölmeden önce bir program açıklamış meğer. Kabe'nin etrafındaki bütün binalar yıkılacak yerine yenileri yapılacak. İsrafa bakın. İslamiyet'te böyle bir şey var mı? Ülkende insanlar açlık sıkıntı çekerken, Allah'ın evinin etrafındaki binaları her 10 yılda bir yıkıp yenisini yapıyorsun, İslam'ın bayraktarlığını da kimseye bırakmıyorsun. Bu şekilsel bir İslamiyet ve Müslümanlık. Türkiye'de de birileri buna özeniyor, bunu uygulamaya çalışıyor. Anadolu İslamiyeti'nde böyle bir şey yok. Toplumda açtıkları en büyük yara bu. Şekilsellik ön planda, derinlik yok. Camilerde, cumalarda görüneyim, kandillerde, bayramlarda tweet atayım. İslamiyeti bilme var mı yok.

Bunlar Ulusalcı falan değil!

Seçimlere yakın CHP'li vekiller ile ilgili bazı kasetlerin çıkacağı iddiaları var…

Bu kasetler mevzuunu konuşmak dahi istemiyorum. Siyasi rakiplerimize bile bu ahlaksızlığı kim yapıyorsa onun yakasına ben yapışırım. Ben ne diğer parti temsilcilerinin ne de kendi partimdeki temsilcilerle ilgili kaset iddialarının konuşulmasını doğru bulmuyorum. Bunu kim yapıyorsa yapan benim babam dahi olsa Allah iki yakasını bir araya getirmesin.

CHP'ye gelişinizden rahatsız olanlar mı var?

Partiye geldiğimden beri belli kesimler tarafından hakkımda birtakım iddialar çıkarılıyor. Benim umurumda bile değil ama soruldu cevap vereyim. Kim çıkardı bu iddiaları? Toplumda hiçbir karşılığı olmayan İşçi partisi uzantıları, binde 5'lik bir kesim CHP'ye geldiğimden beri bana takık. Söylemlerimden ve siyaset tarzımdan rahatsızlar. Bu çıkışlar birilerini rahatsız etti. Yıllardır CHP'yi batıran güruh. Bunlar milletten CHP'yi soğutanlar. Sovyet dönemindeki gibi insanlar tek tip olsun diyen zihniyet.

Kimler o zihniyet?

Yıllardır CHP'yi batıran güruh. Bunlar milletten CHP'yi soğutanlar. Sovyet dönemindeki gibi insanlar tek tip olsun diyen zihniyet. 30 yaşında sağdan gelen, ANAP kökenli bir adam milletvekili olmuş. Baştan bunu kabullenemediler. Üzerime oynamaya başladılar. Onlar benim üzerime oynadıkça inadına ben de onların üzerinde oynadım. Mesela Bediüzzaman Said Nursi'nin ölüm yıldönümüyle alakalı bir tweet attım. ‘Risale-i Nurların okunması gerektiğini düşünüyorum. Rahmetliyi iyi anlamak gerekiyor' dedim. Hemen Nurcu milletvekili dediler. Bu sözleri söyleyen herkes Nurcu mu oluyor. Kaldı ki bir tarikata cemaate bağlı olmak ayıplanacak bir şey değil ama benim Nurcu olmadığımı herkes biliyor. Öyle olsam öyleyim derim zaten. Said Nursi'nin okuduğum eserlerinden etkilendiğim nokta Osmanlı'nın çöküşüne dair tespitlerinden biridir. Bilim ile dinin mecz edilmemesini Osmanlı'nın çöküşündeki etkenlerden biri olarak görüyor. Bunu söyleyen ateist de olsa takdir ederim. CHP'ye geldiğimden beri ayırt etmeden bütün kanallara çıktım, gazetelere röportaj verdim. Yurt dışına çıktığımda Türk okullarını da ziyaret ettim. Ama o kadar ahmaklar ki Ruanda'ya gittiği ilk ziyaret ettiğim okul Süleyman Hocaefendi'nin okullarıydı. O okulda çektirip paylaştığım okulu ertesi gün sürmanşetten CHP'li vekil Fetullah Gülen'in okulunda diye verdiler. Bunu yaptılar ama sinmedim. Benim her kesimden cemaatten arkadaşlarım var. Bana yakınlık gösterene ben de yakınlık gösteririm.

Peki CHP bu zihniyetten temizlendi mi?

Valla Ulusalcı diye biliniyor bu grup ama vatanını milletini sevmek, sahip çıkmaksa ulusalcılık hepimiz ulusalcıyız. Ama bunlar ulusalcı falan değil. Bunlar tek tip isteyen kendisinden başka kimseye yaşam hakkı tanımayan ve kendisinden başka herkesi eleştiren mutsuz bir azınlık. Adamın 45-50 bin tirajı olan bir gazeteci var her gün CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nu eleştiriyor. CHP'nin yöneticilerini eleştiriyor. Senin yazdığın gazetenin sahibi bugün adı Vatan olan İşçi Partisinin genel başkanı. Adam partiyi binde 5 ‘ten bir gram yukarı çıkaramamış, onunla ilgili bir tane yazı yazmayıp sürekli CHP'yle uğraşıyorsun. Üzüldüğüm nokta, CHP içindeki bazı insanlar da bunlara çanak tutuyor. İtibar bile etmem. Etmediğim için deliriyorlar zaten. Bunlar CHP'yi zayıflatma çabaları.

130 küsur maddelik bir paketi molotofa indirgediler

İç güvenlik paketinde 37 madde geçti. Neler oluyor mecliste bu paket görüşülürken…

Bunu da sağlıklı tartışamıyoruz. İktidar Partisi temsilcileri soruyor. Molotof atana yüzünü kapatana ceza verilmesin mi diye? İyi de kardeşim 130 küsur maddelik bir paketi molotofo yüz kapatmaya bağlıyorsunuz. Mesela bir maddeden bahsedeyim. Biz sizinle Erdoğan hakkında konuşuyoruz bir vatandaş bizi gidip gammazlıyor. Karakoldan gelip sayın cumhurbaşkanı hakkında konuşuyormuşsunuz, karakola gelip ifade vereceksiniz deniyor. Bu olacak. Bunu nasıl savunuyorlar? Böyle bir mantık olabilir mi?

Turgay Oğur'un camii çıkışı geçen hafta başına gelenler gibi…

Turgay Oğur yakın arkadaşım aradım o gün doğru mu diye sordum. Duyunca doğrusu şaşırmadım, çünkü bu yasanın içinde bu da var. Ve ben bunu onaylayamam. Ama iktidar bir konumda çok yetenekli. Bizim muhalefetin en önemli eksikliği. Bunun üzerinde düşünmemiz lazım. İktidar müthiş bir algı operasyonu yapıyor. O kadar başarılılar ki.130 küsur maddelik paketi alıp, molotofa indirgediler. Vatandaşa da ‘Bunları görüyor musunuz, bunlar Molotof atanlarla beraberler' diye gösteriyorlar. 17-25 Aralık'ta da yaptılar. Birçok şeyi aldılar, kapattılar algı operasyonu yaptılar. Bizim muhalefet olarak bunu konuşmamız lazım. Biri bir şey söylüyor, hemen sosyal medyadan başlayan bir algı ile başarılı oluyorlar.

Algı operasyonu 17-25 Aralık'ı kapattı belki ama unutturur mu?

Meselenin hukuksal siyasi ve vidan boyutu var. Siyasi güç iktidarda olduğu için Meclisten çıkan yasalarla kapatıldı. Bir de vicdan boyutu var ki, vicdanlarda mahşere kadar sürecek. O süreçte anlayarak takip etmeye yorumlamaya çalıştım. Mesela 700 bin liralık bir saat iddiası çıktı. İlgili bakan önce böyle bir saat yok dedi. Sonra böyle bir saat var, kendim aldım dedi. Sonra kendisinin almadığı ortaya çıkınca Reza Zarrab aldı parasını ben verdim dedi. En sonunda da saat var, Reza aldı parasını da ben vermedim dedi. Şimdi bir ay içinde beş yalan. Öbürü bakara- makara diye ayetlerle dalga geçti. İnkâr edemediler. Para sayma makinaları, paraları polis koydu dediler. Bunu söylemek için bir insanın akıl noksanlığının olması lazım. Geçenlerde bir canlı yayında bunların yalaka gazetecisine sordum. “Paraları paralel polisler koyduysa, neden daha sonra Reza Zarrab ve birkaç kişi faiziyle birlikte geri aldı? O zaman bunlar tam sahtekar. Kendilerine ait olmayan bir parayı faiziyle alıyorlar.” dedim. Bana bunun cevabını versinler, bütün kameralar önünde '17-25 Aralık operasyonu yalandır, hükümete darbe yapılmaya kalkılmıştır' diyeceğim.

Bu operasyonları yapan polislerin tutukluluğuna, savcıların görevden alınmasına nasıl bakıyorsunuz?

Sayısal çoğunlukları olduğu için istediklerini yapıyorlar. Evet polisler içerde, savcılar görevden alındı belki dava kapatıldı ama 17-25 Aralık tarihteki yerini aldı. Artık kimse unutturamaz. O yüzden bugün bu polisler içerde, yarın iktidar baskısıyla başka insanlar da tutuklanabilir ama hiç önemli değil. Bugünler de geçecek. Yapılan hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değil. Tarihte öyle yalanlar vardır ki, beş yüz, bin yıl sonra ortaya çıkar. Bu zamanda sabırlı olup mücadele etmek lazım.

Bir siyasi lidere kutsallık atfetmek Allah'a şirk koşmaktır

Muhalefet eden, eleştiren herkes son günlerde vatan haini ilan ediliyor...

Hiç kimse hiçbir şahıs TC devletinden daha önemli değil bu ister Tayyip Erdoğan ister başkası olsun. Bugün Türkiye'nin temel problemlerinden biri bazılarının Erdoğan'ı TC devletinden daha üstün tutuma çabasıdır. Bizim hiçbir siyasi partiyle problemimiz yok ama bazı insanlar Erdoğan' dokunulmaz bir mit kutsal gibi sunma çabasında. O yüzden ben o insanlara hep bu dünyanın faniliğini ve geçiciliğini anlatıyorum. Bir siyasi lidere kutsallık atfetmek Allah'a şirk koşmaktır zaten.

Fuat Avni nin yazdıklarıyla ilgilenmediğinizi söylüyorsunuz

Öyle ama Fuat Avni'nin yazdığı her şey çıktı bugüne kadar. Bu ilginç tabi. Ama geçenlerde Erdoğan ‘Delikanlıysan gerçek isminle yazsana' demesi beni şaşırttı. 77 milyonluk koca bir ülkenin hem de halk oyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanının Twiter'da 8 yüz bin takipçisi olan bir kişiyi kaile alıp, laf atması. Bu hesabın amacı zaten seni delirtmek, senin bazı şeylerini ortaya çıkarmak neden gerçek adıyla yazsın. Bunu nasıl dikkate aldığının göstergesi.

CHP'li Umut Oran ile gazeteci Emre Uslu arasında Twitter'dan mesajlaşma iddialarını nasıl yorumluyorsunuz?

Allah aşkına CHP li milletvekillerinin hepimizin ev cep telefonları dinleniyor, özel hayatı didik didik ediliyor. Af edersiniz giydiğimiz iç çamaşırının rengini bile bilir halde. Biz de salak gibi gidip sanal ortamda mesajlaşacağız. Buna inanan gerçekten ahmaktır. Buna inanmak isteyene hayret ediyorum. Havuz medyasındaki gazeteciler gazetecilik onurunu da ayaklar altına aldılar artık. Bunlar çamur at izi kalsın olayını da aştılar. Bir şey söylüyorlar, çıkıp açıklama yapsan bir dert, sussan bir dert. Bütün medya ellerinin altında her gün birini hedef gösteriyorlar. Onunla ilgili iddialar ortaya atıyorlar. Türkiye'nin böyle uzun süre devam etmesi mümkün değil. Nereye kadar gidecek? Ortadoğu'da en baskıcı yönetimlerin yıkıldığına şahit olduk. Burası başka bir yere benzemez. Birinin böyle tahakküm kurması mümkün değil.

Hidayet Karacayı ziyaret ettiniz…

Hapse düşmüş birini ziyaret etmek benim için bir insanlık vazifesi. Bizim bugünkü milletvekilimiz Haberal, NHP Milletvekili Engin Alan, Mustafa Balbay da içerdeyken ziyaret ettim. Benim bir ayrımın yok yani. Hidayet Karaca son derece moralli. ‘bugünler de geçecek, bu da bir imtihan sabır etmemiz lazım' diye bakıyor. İnanan bir insanın başka bir şey düşünmesi mümkün değil. Kendisine mahkemede isnat edilen suçla ilgili bir şeyden bahsetti. Kendisiyle ilgili bir kasetten söz etmiş hâkim. Karaca kaseti dinlemek istemiş, hâkim kaseti dinlemek için avukatların başvuru yapması gerektiğini söylemiş. Avukatlar başvuru yapmış ama sonra böyle bir kaset olmadığı ortaya çıkmış. Hâkim de evet kaset yok demiş ve daha sonra iddiadan düşmüşler. Bunun gibi birkaç örneği anlattı. Gerçekten olanlar ortada.

Ortadoğu'ya abilik hülyası devam ederse başımıza dert alırız

Balkanlarla olan bir gönül bağınız var. 3 yıl farklı ülkelerde yaşadınız. Türkiye'nin komşularla sıfır sorun politikasından değerli yalnızlık konumuna gelmesini gözlemleme fırsatınız oldu mu?

İktidarın yaptığı en başarılı şey algı operasyonu dedim ya. Bu da ona bir örnek. Komşularla sıfır sorunluyken, birtakım hatalar yapıldı ve bu hataların kabul edilmesi gerekirken adamlar değerli yalnızlık diye bir şey attı ortaya. Çıldırmamak elde değil. Yalnızlığın değerlisi mi olur? Katar vardı Ortadoğu'da onunla ilişkiler limonileşmeye başladı. Allah rızası için bir tane müttefik ülke gösterin. Ama onlara göre bizi kıskanıyorlar, Türkiye'nin güçlenmesini istemiyorlar. Ortadoğu'da Arap baharı döneminde Erdoğan posterleriyle yürüyüş yapılıyordu. Ama bugün gelinen noktaya bakın Türk düşmanlığı başladı. Mesela Libya'da Türk firmaları yasaklı, Türkler tahliye ediliyor. Bütün bölgede aynı şekilde Suriye'de Irak'ta, Mısır'da. Ne oldu? Ortadoğu coğrafyası sakat bir coğrafya burada izleyeceğiniz politikalarda çok dikkatli olmak zorundasınız. Bugün Türkiye Cumhuriyeti ve İran dışında bölgedeki ülkeler kalemle Sykes Picot anlaşmasıyla sınırları çizilmiş suni ülkeler. Şimdi sen çıkacaksın bu ülkelerin abisi, lideri olacaksın. Yedirmezler ki! Bu hülya devam ederse de başımıza dert alırız.

Allah Hac da nasip etsin…

Bir ay önce beş CHP'li milletvekili ile yaptığınız umre nasıl geçti?

Meclis çatısı altında olduğum diğer milletvekili arkadaşlarla umre yapmak farklı bir tecrübe oldu. İhsan Özkes beni de davetti. Annemle gidecektim zaten, bu plan olunca hep beraber gittik. Tarifsiz bir duygu. Allah gitmeyen ve isteyen herkese nasip etsin. Anlatılacak, konuşulacak bir şey değil. Yaşanarak tecrübe edilecek bir şey. Allah en kısa zamanda hacca gitmeyi de nasip eder inşallah.

Umrede çekilmiş fotoğrafları paylaşarak dini kullandığınızı düşünenler olduysa…

Ben zaten böyle fotoğraflar çekip paylaşan biri değilim. Bulunduğum fotoğraf kareleri de o anı ölümsüzleştirmek hatıra olsun diye çekilmiş fotoğraflar. Deniz kenarında, piknikte, eğlencede çekilmiş bir fotoğraf gibi bakılabilir. Nerede ya da hangi anı olduğu önemli değil. İnanın böyle bakanlar kötü düşünceli insanlardır.

Ailem siyaset atılmamı istememişti

Babanızın siyasetinizle ilgili tavsiyeleri, eleştirileri oluyor mu?

ANAP'tan siyasete atılırken, ailem çok da girmemi istemedi. Yaşanan acı darbe tecrübeleriyle beraber, aynı aileden insanların sağ sol yüzünden birbirini katletmesinden dolayı siyasete girmemi istemediler. Ama hep de şu söylendi Türkiye'de. Neden iyi yetişmiş insanlar yabancı dil bilen üniversite mezunları toplumun gerçeklerinden uzak olmayan insanlar siyasete girmiyor dendi. Bu sebeple siyasete girmiş olmayı önemsiyorum. Bizim gibi insanlar siyasete girmediği zaman, işsiz güçsüz insanlar siyasete giriyor. Sonra neden siyaset bunların elinde deniyor? İlk başta karşıydılar ama şu an en büyük destekçim ailem. Bugüne kadar onları utandıracak hiçbir şey yapmadım. Doğru bulduğum yolda ilerliyorum. Eğer genç yaşta milletvekili olduysam, televizyon gazeteye çıktığında kamuoyuna faydalı şeyler söylediysem, yaptıysam ne mutlu bana. 15-20 sene vekillik yapıp bir kez televizyona çıkmamış, soru önergesi vermeyenler var. Benden beklenenin çok üzerinde performans göstermeye çalışıyorum.

Belki röportaj vesile olur, kısmetim açılır!

Bu yüzden evliliğe fırsat bulamıyorsunuz sanırım…

Aynen öyle. Bunu özellikle vurgulayalım. Belki röportaj vesile olur kısmetim açılır. ( gülüyor) Annem özellikle çok istiyor. Ama en son anneme şunu söyledim. ‘Siz tabi ki evlenmemi torun sahibi olmak istiyorsunuz. Ama şu an toplumda evlenip, çocuk sahibi olup sonra boşanan bir sürü insan var. Acele evlenip yanlış bir tercih yapmaktansa, doğru tercih için beklemek lazım' dedim. Bir de bu evlilik kesinlikle nasip işi. Belki benim kısmetim Amerika'da Afrika'da belki çok yakınımda bunu bilemem. Evleneceğin insanı seçme gibi bir durum olduğuna da inanmıyorum. Nasip, kısmet.

Girişimci kadınlar kadınlara ekmek kapısı oldu

$
0
0

Birçok kadın hayata kurdukları işle bağlanırken, bu ağa başka kadınları da ekliyor. Açtıkları ekmek teknesiyle kadınlara istihdam sağladıkları gibi, kimi de kazançlarıyla öğrenci okutuyor.

‘Tek bir gömlek ile yola çıktık’

“Sıfırdan başlayarak tamamen kendi emeğimizi, alın terimizi ortaya koyduk. Hiçbir şekilde hırs yapmadık. İşe başlarken tamamen halis niyetlerle; kazançlarımızla öğrenci okutalım dedik. Bu niyetle yola çıktık. Ama işimizi hafife almadık. Yapmamız gerekenin en iyisini yapmaya çalıştık. Bir gömlek modeliyle yola çıktık. Ama tek bir gömlek için bile 6 defa kalıp değiştirdik. Her seferinde biraz daha iyi olması için gayret ettik.” Bu sözler Esvab tasarım kurucularından Hanife ve Tevhide Çolak'a ait. Markalarını kurmadan önce kişiye özel gelinlik tasarladıklarını aktaran genç girişimciler, çocuklarının doğmasıyla işlerine ara verir ama bu süre zarfında da hiç boş durmazlar. Aradan yıllar geçer, yardıma muhtaç çocuklara yardım etmek için yeniden kolları sıvar bu kez günlük kıyafet tasarlamaya başlarlar. Tevhide Çolak, “Uzun bir gömleğim vardı. Birçok kişi de nereden aldığımı sorardı. Kendim özel diktirmiştim. Buradan yola çıkarak neden olmasın dedik. Bir tane gömlek tasarladık ve onu sosyal medyaya yükledik. Sonra bir gün, bir butik aradı ve toptan satışımızın olup olmadığını sordu. Bizde daha yolun başındayız. Hemen ‘Evet' dedik ve görüşmeye gittik. Ama toptancılıkla alakalı da hiçbir şey bilmiyoruz. Velhasıl görüşme olumlu geçti ve biz o gün 33 gömlek siparişiyle geri döndük. O bizim için inanılmazdı.” diyor. “Biz ileri hedefli çalışıyoruz.” ifadelerini kullanan Hanife Çolak ise birçok eğitim programlarına katılarak e-ticaret seminerleri aldıklarını belirtiyor. Yakın zamanda da Fas'ta dünyaca ünlü bir fuara katılacaklarını belirten Çolak, “Hiçbir fuarı kaçırmamaya özen gösteriyoruz. Çünkü mutlaka bize katacağı bir şeyler vardır. Oraya yatırdığımız maddiyatında bir önemi yok. Ortadoğu hedefimiz ama önce Avrupa'ya açıldık. Ürün biraz da kendi reklamını getirdi.” diyor.

‘Anne olunca tüm çocukları düşünerek bu işe yöneldim’

“Bir anne olarak çocuğumun sağlıklı ve doğal beslenmesi benim ilk önceliğimdi. Bu konuda bir anne duyarlılığı ile hareket ettim hayvancılık sektörüne girip keçi çiftliği kurmaya karar verdim.” bu sözler Baltalı Gıda’nın kurucusu Funda Özer Baltalı’ya ait. Hukuk fakültesinden mezun olan Funda Baltalı, öncesinde deri sektöründe faaliyet gösteren bir şirketin sahibiydi. Çocuğunun doğmasıyla ilgisini keçi sütüne çevirdiğini aktarıyor. Türkiye’de inek sütüne alerjisi olan pek çok kişi olduğunu belirten Baltalı, bu düşünceyle önce Hollanda’ya gider ve bir çiftlikte uzun bir süre çalışarak işi öğrenir. Türkiye’ye geldiğinde 2008 yılında keçiler satın alarak yola çıkar. Çiftliğini tamamlar ve 2 yıl sonra da ürünleri raflarda yerini almaya başlar. İşinin püf noktasının ve bu işe yaptığı yatırımın nedenini ‘annelik hassasiyeti’ olarak açıklayan Baltalı, “Çünkü anne olunca sadece kendi çocuğunuzu değil, diğer tüm çocukları da düşünüp, küçükten büyüğe herkesin sağlıklı ve doğal beslenmesini istiyorsunuz.” diyor ve ekliyor: “Kadın girişimci olarak kadınların iş dünyasına girmelerini tavsiye ediyor ve destekliyorum. Kadınların bulunduğu her alanda bir iyileştirme, kalite, duyarlılık ve zarafetin geldiğini görüyorum.”

Atıklar, kadınların eliyle hayat buluyor!

26 senedir Türkiye’de yaşayan Tara Hopkins nam-ı diğer ‘Çöp(m)adam’ farklı bölgelerden ev kadınları ile hem atık ambalajlardan çantalar üretiyor hem de kadınların iş hayatında aktif rol oynamasına vesile oluyor. Daha önce hayatlarında hiç para kazanmamış kadınların, çanta tasarlayabilmek için işlerine dört elle sarıldığını kaydeden Amerikalı Hopkins, kadınların istihdamı için neler yapabilirim diye düşünürken Meksika’daki hapishanelerde çanta yapımı öğretildiğini duyunca soluğu Meksika’da alır. “Amacım sadece nasıl çanta yapıldığını öğrenmekti. Gündüz ambalaj çantanın yapılışıyla alakalı ders alıyor, gece ise otelin yolunu tutuyordum. Zira insanlar hapishaneye gittiğimi duyduklarında oradaki deneyimlerimi merak edip bana şaşırıyorlardı.” diyerek başından geçenleri gülerek anlatıyor başarılı girişimci. Şu anda toplam 40 kadının çalıştığını belirten Hopkins, “Bugüne kadar yaklaşık 400 kadın ile birlikte çalışarak onlara iş öğrettik. İlk iş tecrübelerini bizimle kazanmaları ise ayrıca gurur verici. Gençler bana umut veriyor. Ne istediklerini çok iyi biliyorlar. Daha bağımsızlar. Kadınlar da önce kendilerine saygı duymalı ve dayanışma içinde olmalı. Ne istediğini iyi düşünmeli…”diyor.

İtalyan pilavı, Türk lapası [Dünyalık Tatlar]

$
0
0

Görüntüsüne aldanıp ‘böyle pilav mı olur?’ demeyin. Tadına diyecek söz yok. Namı mı? Neredeyse tüm ülkelerin menülerinde yer alıyor.

Bir İtalyan klasiği var bu hafta. Risotto… Hani şu yıllar önce müzisyen ve yönetmen Mahsun Kırmızıgül’ün bir röportajında, “Dalarak, kayarak, risotto yiyerek özümü kaybetmedim.” dediğinde magazin haberlerini epey meşgul etmiş bir pirinç yemeği. Kendine özgü pişirme tekniği var, oldukça doyurucu ve lezzetli.

Görüntü itibarıyla ev hanımlarının burun bükeceğine yüzde bir milyon emin olduğum bir pilav türü. Nedeni basit. Pilav, sofralarımızın olmazsa olmazlarından. Tane tane olması maharetten. Olmayana ‘lapa’ deriz. Bu da hiç makbul değildir. Ama bu yemek için görüntüye aldanmayın derim. Çünkü bu İtalyanların beceriksizliğinden değil, risottoda kullanılan pirinç türünden. Üstelik bu lapamsı kıvamı tutturmak da tane tane pilav yapmaktan daha zor. Zira risottoda bir Japon pirinci olan ve İtalya’nın kuzey kesimlerinde yetiştirilen arborio türü pirinç kullanılıyor. Bu da alışkın olduğumuz pirinçlere benzemiyor. Arborio, nişastasını salıyor, bunun sonucunda ortaya çıkan kremamsı sos, risottoya karakteristik özelliğini veriyor. Böyle anlattığıma bakmayın aslında oldukça pratik. Yapmanız gereken tek şey risottoyu pişirirken başından ayrılmamak. En önemli özelliği ve farkı ise suyun birden değil, azar azar katılması. Hazırlanması yarım saat olsa da bizim yaptığımız gibi kapa kapağını, kendi başına demlensin olmuyor. Anlayacağınız nazlı ve özen isteyen bir yemek. Lezzetinden emin olduğumdan Kanyon’daki Carluccio’s’ın kapısını çaldım bu hafta. Executive şef Cengiz Saraman ile girdim mutfağa. Tadına doyamadığım karışık bir risotto pişirdi. Klasik risotto tariflerinden biri olduğundan mantar kullandı. Soğan, sarımsak ve parmesan peyniri olmazsa olmazlarından. (İstediğiniz peyniri kullanabilirsiniz ama ilk defa deneyecekseniz orijinal tarife riayet etmenizi tavsiye ederim.) Gerisi damak tadınıza kalmış. Arzu ettiğiniz sebze ya da et türü kullanabilirsiniz. Dışarıda yiyeceklere ise küçük bir uyarım var. Orijinal tarifinde içine bir miktar şarap konuluyor. İstemiyorsanız sipariş vermeden bunu belirtmeniz gerekiyor.

Neden Milano usulü risotto?

Sene 1574… Milano’daki Duomo katedralinin inşasında görevli cam işçilerinden biri kendisi gibi camcı olan birinin kızıyla evlenmeyi düşünüyordur. Cam işlemelerinde altın yaldız kullanmayı çok sevmesinden lakabı zafferano yani safrandır. Bu arada sevdiği kıza bir başka talip daha vardır. Ancak sevgililer evlenme kararı almıştır bile. Düğün günü geldiğinde intikam almak isteyen adam, düğün yemeği olarak hazırlanmış risottonun içine bir avuç safran atar. Lakin hiç beklemediği bir şey olur. Davetliler safranlı pilava bayılır ve o zamandan beri safranlı risotto, Milano’nun tipik bir yemeği haline gelir.

Mantarlı risotto

Malzemeler (2 kişilik)

1 su bardağı risotto pirinci (200 gr)

2 su bardağı sebze suyu (pirince göre biraz az ve fazla olabilir.)

150 gr mantar (1 büyük fincan doğranmış ve isteğe göre mantar çeşidi veya çeşitleri)

½ çay bardağı zeytinyağı

2 yemek kaşığı parmesan peynir rendesi

1 tatlı kaşığı tereyağı

1 diş sarımsak (ince doğranmış)

1 adet orta kuru soğanın ¼’ü kadar ince doğranmış

1 adet domates soyulmuş ve doğranmış.

1 dal kıyılmış maydanoz yaprağı, tuz ve karabiber.

Sebze suyu için herhangi sebze kökleri (biriktirilen havuç, soğan, pırasa, kereviz, maydanoz kökü gibi sebzeler kullanılır.)

Yapılışı:Tencereye zeytinyağı konur ve kızdıktan sonra mantarlar kavrulur, ince kıyım soğan ve sarımsak ilave edilir, soğanlar pembeleşmeden risotto pirinci konur ve pirinç iyi ısınana kadar kavrulur. Ardından pirince sebze suyu kontrollü olarak azar azar verilir. İstenilen kıvama gelen rissottoya (nişastasını salmış ve şişmeye başlamış) doğranmış domates, maydanoz konur ve az biraz daha pişmesi sağlanır. Ocak kapatılır.

Not: Risotto çok katı veya çok sulu olmamalı, akıcı kıvamda olmalı, tereyağı ve peynir konarak hızla karıştırılır, risotto sıcak servis edilmeli. Arzuya göre peynir ilavesi yapılabilir.


Bu ülkeden kadın portreleri

$
0
0

Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. ‘Emek’ dediğimiz şey ise ucu bucağı olmayan çok geniş bir kavram. Hasta çocukları için hastane hastane koşturan Hatice Elmas’ın yaptıkları da giriyor bu kavramın içine; yirmi yıldır uzun yol şoförlüğü yapan Zeynep Alemdar’ınki de.

8 yıl aynı sektörde mücadele ettikten sonra 8 mağazalık bir zincirin sahibi olan Tuğba Taşçı’yı başarıya ulaştıran şeyde de emeğin katkısı büyük. İşte ‘emeksiz yemek olmaz’ sözünü düstur edinen kadınlardan manzaralar.

Hatice Elmas

34 yaşında 3 çocuk sahibi. Dört yaşındaki en küçük oğlu Yasin’in enzim eksikliği olarak da bilinen glikoz -6 fosfat dehidrogenaz enzimi eksikliği rahatsızlığı var. Geçtiğimiz yıl ilk çocuğu Hüsna’yı aynı hastalıktan kaybeden Elmas, yıllardır iki çocuğunun rahatsızlıklarından dolayı hastane kapılarını aşındırıyor. Hatice Elmas hastanede olduğu zamanlar diğer çocuklarla eşi ilgileniyor ve bu yüzden eşinin düzenli bir işi yok. Elmas çifti, geçinebilmek için geri dönüşüm malzemeleri toplayıp satıyorlar.

Zeynep Alemdar

10 yaşında iken babasının arabasını kaçırarak şoförlüğü öğrenen Zeynep Alemdar 18 yaşında B sınıfı, 20 yaşına geldiğinde ise E sınıfı ehliyet almış. Şu anda 40 yaşında olan Alemdar, tam yirmi yıldır uzun yol otobüs kaptanlığı yapıyor. Aynı şirkette tanışarak evlendiği eşi de otobüs kaptanı. Daha anne karnındayken yollara alışan iki yaşındaki kızı Cennet Zülal de birçok yolculuğunda annesine eşlik ediyor.

Şenay Gündoğan

46 yaşında iki çocuk annesi Şenay Gündoğan, tekstil sektöründen mobilyaya kadar birçok işte çalışmış. 8 yıldır bir taksi durağında yemek, temizlik ve çay servisi yapıyor. İşi bu kadarla sınırlı değil, taksi durağının önünden kalkan öğrenci servislerinden taksi yönlendirmesine kadar her işe bakıyor.

Tuba Taşçı

İki çocuk annesi Tuba Taşçı, Hello Accessories markası adı altında bujiteri zincirini idare ediyor. 2 yıl bebek sektöründe girişimcilik yapan Taşçı 8 yıl önce başladığı sektörde kısa sürede yerini edinmiş. 30 yaşında önemli bir başarıyı yakalayan Taşçı’nın ikisi franchise olmak üzere 8 mağazası var.

Hülya Ak

İki çocuk sahibi Hülya Ak, içinde altı markayı barındıran kadın dış giyim ürünleri imalatı ve ihracatı yapan bir şirketin hissedarı ve finans yöneticisi. Öğrencilik yıllarından beri çalışma hayatının içinde olan Ak, şu anda 47 yaşında ve 20 yıldır eşi ile beraber kurdukları aile şirketinin başında.

Münire Erdal

Üniversite yıllarında tanıştığı derneklerden çok etkilenen Münire Erdal (33), eğitimini aldığı turist rehberliğini çok kısa bir süre yapabilmiş. 10 yıl önce Çalışan Bayanlar Derneği’nde (ÇABADER) çalışmaya başlayan Erdal 8 yıldır derneğin genel sekreterlik görevini yürütüyor.

Esma Marangoz

39 yaşındaki kimya öğretmeni Esma Marangoz 3 ve 7 yaşlarında iki kız çocuk sahibi. 13 yıldır dershane öğretmenliği yapan Marangoz, gençlerle beraber çalışmanın insanın genç kalmasını sağladığını düşünüyor.

Ünlülerden ortak temenni: Şiddet ve eşitsizlik son bulsun!

$
0
0

Türkiye’de kadına yönelik şiddet ve cinsiyet ayrımcılığı, her kesimden insanın hayatında olumsuz izler bırakıyor. Sanat ve medya dünyası da bundan oldukça mustarip. Kimi eşitsizliğin hayatın ahengini bozduğunu söylüyor, kimi de bu şiddetin etkisinden kurtulamıyor.

Amerika'da tarihler 8 Mart 1857'yi gösterdiğinde dokuma işçiliği yapan 40 bin kişi daha iyi koşullarda çalışmak istediğini belirterek bir tekstil fabrikasında greve başladı. Çok geçmeden polis işçilere saldırdı ve işçiler fabrikaya kilitlendi. Daha da kötüsü fabrika önüne barikatlar kurulup, o sırada çıkan yangında 129 kadın işçinin alevlerin kucağına teslim edilmesiydi. Bu acı gün 53 yıl sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin'in teklifi ile Dünya Kadınlar Günü olarak tanımlandı. Şimdilerde hakları için kadınların seslerini daha güçlü bir şekilde duyurmaya çalıştığı bu günü, bizde Türkiye'nin sanat ve medya dünyasındaki güçlü isimlerine sorduk. Herkesin temennisi ortak: Şiddet ve eşitsizlik son bulsun…

‘Kadınlar Günü'ne ihtiyaç duyulmayan bir dünya diliyorum'

GAZETECİ-YAZAR PROF. MEHMET ALTAN:

Kadın-erkek doğanın içerisinde bir ahenktir. Bu ahenk bozulduğu zaman, yaşam duruyor. Yaşam durunca bu ahengin yansıtılamadığı toplum da sakatlanıyor. Kadın-erkek ahenginin topluma yansıtılması sağlıklı olduğunun bir göstergesidir. Türkiye'de maalesef kadın-ahenk topluma yansıtılmadığı için bir sakatlık söz konusu. Yani toplum doğal ahenkten kopunca sağlıksızlaşıyor. Bir üreme mekanizmasının parçası olarak erkek, iştahla kadına bakıp saldırdığında, bu amaçla kadına katliamlar yaptığında toplum sağlığını kaybediyor ve kadının olmadığı bir dünya yaşanmasına sebep oluyor. Dünya Kadınlar Günü'ne ihtiyaç duyulmadığı bir dünya diliyorum. Kadın erkek ahenginin topluma yansıtıldığı bir Türkiye diliyorum. Tüm kadınların Kadınlar Günü'nü kutluyorum.

‘Bu dünyayı biz erkeklerin elinden alsalar, daha güzel bir yer olur'

EDEBİYATÇI-YAZAR AHMET ÜMİT:

Türkiye'de kadının yeri korkunç bir durumda. Bunun birkaç sebebi var: Birincisi, kadınlar ekonomiden siyasete, sanattan medyaya hayatın her alanında 2. sınıf durumunda. Onların kendilerini gerçekleştirmelerine izin verilmiyor. Bunun sebebi de erkek egemen düşüncenin kurulmasıdır. Bir başka şey ise ortada bir riyakarlık var. Türkiye'de ister sağ ister sol düşünce olsun, kadın meselesi her zaman siyaset, politika malzemesi yapılıyor. Bu başörtüsünde de, mini etekte de, tecavüz konusunda da, şiddet konusunda da böyleydi. Hayatımızı belirleyen aşk, sanat, gibi unsurların sakat olması hep kadınların yaşadığı bu eşitsizlikten kaynaklanıyor. Bu dünyayı biz erkeklerin elinden alırlarsa daha güzel bir yer olacak…

‘Kadın hakları konusunda söz yine kadına verilmeli'

OYUNCU CENGİZ BOZKURT:

Bence kadınlarla ilgili konular erkeklere sorulmamalı ve mümkünse bu işe erkekler karıştırılmamalı. Çünkü bize bir şey düşmez. Dünyanın birçok yerinde kadınlar kendi mücadeleleri ile haklarını elde etmişler. Çünkü hak verilmez alınır. İngiltere'de kadınlar seçme ve seçilme haklarını elde etmek için büyük mücadeleler verdi ve sonunda bunu elde etti. Daha 1800'lü yılların sonlarında yapılan direnişlerle, kamu toplantılarını bölerek, açlık grevi yaparak kadınların seçme ve seçilme hakkını savundular. Bizde seçme ve seçilme hakkı bile bir lütuf gibi erkekler tarafından veriliyor. Bu sebeple bence kadın hakkı konusunda yine söz kadınların olmalı.

‘8 Mart'a bir sanatçı olarak umutla bakmak istiyorum'

SANATÇI BELKIS AKKALE:

Gönlüm arzu ederdi ki, ülkemde kadınlar bu kadar hunharca hırpalanmasın, katledilmesin. Son senelerde neden olduğunu bilemediğim bir vahşet yaşanıyor kadınlar üzerinde. Dayak yiyen, öldürülen kadınlar… Ve buna bir türlü çözüm bulamayan devlet yetkilileri... Kadın erkek eşitliği diye bir şey var. Hiçbiri birbirinden önde olmayacak. Ben bir erkek annesiyim. Benim çocuğum okula gidiyordu. Ben ona düğme dikmeyi, ütü yapmayı öğrettim. Anneler, erkek evlatlarını güzel yetiştirsinler. Onlara kadınları sevdirsinler. 8 Mart'ta bir sanatçı olarak umutla bakmak isterim. Kadınlarımıza da sesleniyorum. Bizler Allah'ın yarattığı çok önemli varlıklarız. Bunu böyle kabul edelim. Kendimizde özgüven olsun ve Mustafa Kemal'in bizlere miras bıraktığı haklarımızı bilelim.,

‘Kadın-erkek diye bölünmeyi bir kenara koyalım'

SANATÇI DENİZ ARCAK:

Kadınlar bu dünyanın bel kemiği. Erkekler de öyle tabii, biri olmasa diğeri olmaz. Ama erkekleri de yetiştirenler kadınlardır. Şu da bir gerçek ki, kadınların öğrenme kapasitesi, olaylara derin bakma, algılama kapasitesi, duygusal zekâları erkeklerden daha yüksek. Bu yüzden kadınların bilinçlenerek, kendi kıymetlerini bilmesi ve ona göre insanlar yetiştirmesi çok önemli. Kadın cinayetleri olmaması adına daha bilinçli bireyler yetiştirilmeli. Özgecan'ın annesi de yandı. Onu öldürenin annesinin de canı yandı. O da kadındı. İnsan çok kıymetli. Kadın–erkek diye bölünmeyi bir kenara koymalıyız. Başkalarının hayatına, isteklerine, tercihlerine saygı duymalı. Başka pencereden bakanları hoş görmeli. Onların birer zenginlik olduğunun farkına varılabilmeli.

‘Şiddet, en üst sınırda cahillik göstergesidir'

OYUNCU İNCİ TÜRKAY:

Şiddetin her türlüsü cahillik göstergesinin en üst sınırıdır. Ülkemiz ve dünyamızda yaşanan kadına şiddet olaylarının tümünün eğitimsizliğin, yobazlığın, ahlaksızlığın son örnekleri olmasını diliyorum. Bütün kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü kutluyor, eşitlik, özgürlük, güven, mutluluk ve huzur dolu bir yaşam sürmelerini diliyorum.

Kadının her yerde derdi var, Türkiye’de can derdi var!

$
0
0

Yakılma, bıçaklanma, arabayla üzerinden geçme, kurşunlanma ve komaya sokacak kadar dövülme… Bunlar Türkiye’de kadının ölüm sebeplerinden sadece birkaçı. Toplum zaman zaman Özgecan Aslan cinayetinde olduğu gibi büyük tepkiler verse de kadın ölümleri, üçüncü sayfa haberlerinin sıradanlığına düşmekten kurtulamıyor.

Tüm bu acıların son bulması için ‘Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ Temsilcisi Dr. Gülsüm Kav ile bir araya geldik. Kadının öldürülebildiği bir yerde diğer hak ihlallerinin çok daha rahat yapılabileceğini kaydeden Kav, erkek egemenliği ve onun sırtını sıvazlayan hükümet nedeniyle böyle kanlı bir süreç yaşandığını söylüyor.

Özgecan Aslan cinayetine toplumun topyekûn tepki vermesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özgecan için gösterilen tepki aslında toplumun günlerdir TV haberlerinde izlediği kadın cinayetlerinin tümüne göstermiş olduğu bir tepkidir. Bizim toplumumuz durur ama bir yerde vicdani bir patlama yaşayınca tepkisini gösterir. Berkin Elvan meselesinde de böyle oldu. Kadınlardan örnek verecek olursak Güldünya Tören hastane ortamında öldürülmüştü. Töre ve namus adına işlenen bir cinayetle, hastane gibi hayat kurtarılan bir yerde onun öldürülmesi ve kurtarılamaması gibi skandal bir şeye karşı da toplum çok iyi bir tepki verdi. Bir kısım insanlar namus saikiyle ayağa kalksa da büyük bir bölümü kadın cinayetine karşı çıktığı için sesini çıkarıyor. Tabii bir kısım insanların yine namus kavramıyla yaklaşması sebebiyle bu tepki daha faşizan bir tepki ile gündeme geldi. İdam gibi…

Türkiye’de iş hayatında, sosyal hayatta kadının durumu ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz?

Türkiye’de kadınların konumu, olması gerektiği gibi bir noktada değil. Kadın olabilecek en üst düzeyde zararı görerek can kaybı yaşıyor. Ölümlü durum en önemli durumdur. O yüzden de biz platformda nokta hedef olarak kadın cinayetlerini durdurma olarak seçtik. Çünkü kadınların hayatını alabildiğin, kadını kolay öldürebildiğin bir durumda diğer hak ihlalleri çok rahat yapılabilir. Kadına yönelik şiddet en üst düzeyde ifadesiyle cinayet olarak Türkiye’de büyük bir problem. Bu konuşulduğunda ‘Dünyada da şiddet var’ sözüyle karşılaşıyoruz. Sorumlu makamlar tarafından sık dile getiriliyor. Tabii ki dünyada kadınların yaşadığı sorunlar bitmedi. Her ülkede farklı türden sorunlar yaşanıyor. Ama böyle ölümlü sorunu yaşayan yer Türkiye. Bir dönem Meksika sınırında göçmen kadınlar çok sık öldürülüyordu, hatta filmlere bile konu oldu. Orada bile alınması gereken önlemler alındı. Hindistan’da cinsel taciz, saldırı çok, onunla uğraşıyor kadınlar. Ama can meselesiyle uğraşan biziz…

KADINLAR İSTİHDAMDA DA ŞİDDET GÖRÜYOR, ÇALIŞANLARIN ÇOĞU MEVSİMLİK İŞÇİ

Türkiye’de kadının ikinci problemi istihdam. Kadın iş istihdamında da çok büyük bir şiddet olduğunu düşünüyorum. Kadınların yüzde 70’i istihdam alanının dışında. Bu yüzde 70’lik rakam işsizlik rakamlarında da sayılmıyor. Yani kadın üretici bir özne olarak bu rakama bile giremiyor. Resmi makamların gösterdiği kadın işsizlik rakamı böyle. TÜİK verilerinde çalışıyor olarak gösterilen kadınlar ise tarım işçisi, mevsimlik işçi… Yani onlar da tam güvenceli olarak çalışıyor değiller. O bakımdan bu kadar yüksek oranda üretim alanından dışlanma, kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmesinin yaygınlaştırılmaması, çok kolay zedelenebilir hale getiriyor.

Bunun dışında siyasal temsil gibi haklara gelirsek, onlarda da yeterince temsil edilmediğini görürüz. İktidar partisinin herhangi bir toplantısını açıp baktığımızda göreceğiz ki kadını bu toplantılarda mikroskopla aramak gerekiyor. Nüfusun yarısı olduğu halde hiç hakkı olan bir şekilde yansımıyor.

Kadını korumak için çıkarılan 6284 sayılı yasa yeterince uygulanıyor mu?

Ben yasayı yeterli görüyorum. Problem uygulanmaması. Uygulanması yönünde kararlı bir irade de ortaya konulmuş değil. Bu yasadan sonra kadınlar lehine yapılan bir şey yok. O aile paketiydi, izinlerdi… Öyle sunuluyor ama onların verdiklerinden götürdükleri daha fazla. Yarardan daha fazla zarar getirecek şeyler, özellikle istihdam konusunda. Ayşe Paşalı bu düzenlemeden önceki çağdışı yasa olduğu zaman hayatını kaybetti. Bundan önceki koruma kanunu, resmi evlilik şartı arıyor ve resmi evli olmayanları da korumuyordu. Yani Özgecan hayatta olsaydı ve o minibüsçüden tehdit alsaydı, resmi evli olmadıkları için önceki yasa onu korumayacaktı. Bunun böyle olduğu Ayşe Paşalı ile ortaya çıktı. Çünkü onun suratını darmaduman eden eski koca, tehdit görülmemişti ve başvurmasına rağmen koruma alamamıştı.

KADINI KORUMA YASASI BİLİNÇLİ BİR ŞEKİLDE UYGULANMIYOR

Fatma Şahin şimdiki bakana göre kadın hayatıyla daha ilgili bir bakandı ve gereği yapılıp yasa çıkarıldı. Ancak hükümet bu yasayı bilinçli bir şekilde uygulamamakta ısrarlı. Şöyle ki eğitimler verildiği söyleniyor ama hiç etkili olmuyor demek ki. Polisler hâlâ eski yasaya, eski kafaya göre davranıyorlar. Hayatlarını kurtarmaları gereken kadınları evlerine geri gönderiyorlar. Savcılar yaptırım uygulaması gereken adamları serbest bırakıyor. Serbest bıraktıkları adam da gidip kadını öldürüyor. Dolayısıyla yasaları iradi bir şekilde uygulamaları gerekirken, iradi bir şekilde uygulanmıyor. Son olarak da Meclis’te şiddeti araştırma komisyonu kuruldu. Bizi de mecbur kaldıkları için davet ettiler. Yasada bizim kültürümüze uymadığını iddia ederek bazı yasaları değiştirmeye çalıştılar.

Hangi maddelerdi bunlar?

Mevcut 6284 sayılı yasada yer alan şiddet gösteren erkeğin evden uzaklaştırılmasını bizim geleneğimize aykırı buluyorlar ve adamlar evden uzaklaştırılınca daha çok şiddete başvuruyor diyorlar. Ya da kadınlar bunu istismar ediyor. Aslında şiddet nedeniyle değil, çocuğunu kocaya göstermek istemiyor ama bu yasadan yararlanıp çocuğumu istismar ediyor diyor. Ama bunlar o kadar nadir olan şeyler ki… Ayrıca her iyi şey istismar edilebilir. Bu onun iyi bir şey olmasını ortadan kaldırmaz. Demokrasi de böyledir.

Koruma almak için polise başvuran kadına, polis memurunun ‘ölsen de kurtulsak’ dediğini gündeme getirdiniz. Bu örneğe bakıldığında kamu personeline verilen eğitimler yeterli mi?

İzmir’de olmuştu bu olay. Biz de suç duyurusunda bulunduk, o polise terfi etmeme cezası verilmişti. Bunu biz yapıyoruz. Yani görevini yerine getirmeyen kamu görevlileri hakkında asıl kendi idarecileri bu yaptırımları uygulamıyor. Biliyorsunuz koruma altında da kadınlar öldürülüyor. Ayşenur İslam bunu reddetmişti. Ama emniyet müdürünün sunumunda kendisi ‘23 kadın koruma altında öldürüldü’ diye söyledi. Bu çok vahim bir şey. Emniyet müdürü kendi ağzıyla diyor ki ‘ben koruyamadım’. Demek ki bunlar eğitimlerin tek başına etkili olmadığını gösteriyor. Bu konu siyasi bir konudur. Kadın politikasıyla ilgili. Kadın olmaları gerçeği sebebiyle öldürülmeleri, politik bir şeydir. Bu sebeple başka bir kadın politikası lazım. Şimdiye kadar olanın sonuçları bunlar…

Bu sebeple de ‘kadın cinayeti’ teriminin hukuka girmesini istiyorsunuz sanırım…

Evet, artık fiilî; olarak da bu kabul gördü. Herkes kadın cinayeti terimini kullanıyor ama hâlâ hukukta yerini almadı. Bu ceza kanunuyla ilgili bir şey.

KADIN CİNAYETLERİNİN HEPSİNE MÜEBBET VERİLMELİ VE İNDİRİM UYGULANMAMALI

Bununla ilgili bir çalışmanız var mı?

Var. İki sene önce ilgililere ilettik. Biz yola çıktığımızda birinci olarak koruma kanununun yetersiz olduğunu fark ettik, ikincisi de ceza kanununda indirimlerin sürüyor olmasını cinayetlerin sürmesine sebebiyet verdiğini belirttik. Kadını öldürenler de bunu açık ediyor. Örneğin Ayşe Paşalı’nın katili cinayet sonrasında delil taramada ceza kanunlarını araştırmış, indirimleri araştırmış, görmüş rahatlamış ve Ayşe Paşalı’yı öldürmüştü. Zaten böyle bir indirimin devam etmesi, insan haklarına ve evrensel hukuka aykırı. Baktık bunu yapması gerekenler yapmıyor. İstanbul Sözleşmesi’nden hareketle kendimiz bir ek madde teklifi hazırladık. Yeniden bir ceza kanunu yazmaya gerek yok, ilgili maddeye bir sözcüğün yani ‘cinsiyet ayrımcılığıyla öldürme’ ifadesinin girmesi yeterli. Kısacası ceza ile ilgili yapılması gereken indirimlerin uygulanmaması, ağırlaştırılmış müebbet cezasının bütün kadın cinayetlerine tereddütsüz verilmesidir.

Sizin müdahil olup ağırlaştırılmış müebbet cezası verilmesini sağladığınız davalar diğer davalara emsal teşkil etmiyor mu? Neden her davaya müdahil olmak zorunda kalıyorsunuz?

Biz gittiğimizde dahi, itirazlar oluyor. Bu kanunda bu düzenleme olmadığı için karşı taraf her zaman ağırlaştırılmış müebbete itiraz ediyor. Benzer şekilde eğer mahkeme indirim vermişse biz de ona itiraz ediyoruz. Ama Yargıtay son zamanlarda değişti. Eski Yargıtay başkanı ‘acımasızca kadın cinayeti var ve ben indirimle gelen dosyaları reddedeceğim’ demişti. Bu çok olumluydu. Son dönemde Yargıtay, ağır ceza almış olanları bozabiliyor. O yüzden kadın cinayetleri Türkiye’de istisnai kalana kadar bu davları izlememiz şart.

Ceza indiriminin olmadığı bir 8 Mart umuyorum!

Kadına yönelik bu şiddet dilinin sebebi sizce nedir?

Erkek egemen düşünceden kaynaklanıyor. ‘Bu dünya benim, kadınlar benim mülküm, istediğim gibi alırım, kadın erkek fıtratı başkadır eşit olamazlar’ gibi sırtını da yaslayacağı en üst düzey yönetici konuşunca, Türkiye’de çözüm yönünde değil, bu eşitsizliğin sürmesi yönünde bir iradeye rastlanıyor. Kadınlara gözdağı veriliyor, kadınların hayatına dil uzatılıyor. Ayrı varlıkların ayrı haklarına sürekli bir saldırı var kısacası. Adalet mekanizmalarında böyle eşitsizlikler var: Annelik indirimi yok ama babalık indirimi var. Cem Garipoğlu’nun babası, oğlunu babalık içgüdüsüyle korudu diye babalık indirimi aldı. Anne ceza aldı.

Aslında Türkiye’de kadınların öldürülmesinin derinlerinde bir şey var: Türkiye’deki kadınların eskisi gibi yaşamak istemediği sorunu çözmesi gerekenlerin görmesi gerekiyor. Dünya görüşü ne olursa olsun. Şimdiki hükümete oy verenler bile… İşte kadınların bu olumlu arayışlarının farkında olup onun arkasında duran bir hükümet olduğunda yaşarız biz. Bu yapan erkek egemenliği, onun sırtını sıvazlayan da hükümet nedeniyle böyle kanlı bir süreç yaşıyoruz. Yoksa böyle bir geçiş sürecini bütün dünyadaki ülkeler yaşamıştır.

Son olarak Kadınlar Günü mesajınız nedir?

Biz her 8 Mart’ta kadın cinayetlerini durduracağız dedik. Bu sene Özgecan olayıyla çözüme yaklaştığımızı düşünüyoruz. Bu acı çok büyük ama bir umut doğdu. Toplum her şehirde çözüm istedi. Ceza indiriminin olmadığı bir 8 Mart olacaktır diye umut ediyorum. Bu 8 Mart ağırlaştırılmış müebbet cezasının yasalaştığı bir Kadınlar Günü olmalıdır…

Çalışan ve zulme karşı duran öncü Müslüman kadınlar

$
0
0

Kadınların meslek sahibi olup belli bir alanda çalışarak uzmanlaşması, söz sahibi olması, bilhassa Müslüman kadınlar için modern zamanlara ait bir durummuş gibi algılanıyor.

Oysa, Peygamber Efendimiz’in (sas) sağlığından başlayıp sonraki yüzyıllarda devam eden İslam geleneğinde kadınlar hemen her alanda aktif konumda olmuşlardır. Kimi toplumların gelenekleri, devrin hayat şartlarının uygunsuzluğu, savaş ve göçler gibi değişik sebeplerle kadınlar bazen arka planda kalsa da, temelde İslam inancı kadınların da en az erkekler kadar sosyal hayatta aktif olmasına, toplumun gelişmesi için katkıda bulunmasına imkan verir. Haramlar ve helaller kadın-erkek ayırmadan herkesin hayatını sınırlar zaten. Cenab-ı Hakk’ın izin verdiği alan içinde kadınlar her türlü işi yapabilmiştir. Kimi zaman hayatta kalmak, ailesinin geçimini temin etmek; kimi zaman da başkalarına yardım etmek için evinin içinde veya dışarıda çalışmış. Bu bazen ticaret, bazen ilim tahsili, bazen el sanatları şeklinde olmuştur.

‘En önde gelen muhalif Müslüman kadın kim?’ diye sorulsa, akla ilk gelen isim Hz. Zeynep olmalıdır. Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın kızı Zeynep, ağabeyi Hz. Hüseyin ve ailesinin Kerbela’da katledilmesinin ardından muhalif kimliği ile ön plana çıkar. Katliamdan sonra metanetini koruyan, ailesini bir arada tutan ve zalim idarecilere boyun eğmeyen Hz. Zeynep, Hz. Hüseyin’in saltanata karşı yürüttüğü davanın anlaşılmasında ve sonuca ulaşmasında en büyük rolü üstlenmiştir. O meşum günden itibaren hiç susmadan haklı davasını savunmaya devam etmiş, Emevi sarayları başta olmak üzere gittiği her yerde saltanat yönetiminin zalim yüzünü, ehl-i beyte yaşatılan haksızlıkları korkusuzca anlatmıştır. Zeynep’in, devrin mütekebbir yöneticilerine karşı kullanabileceği tek silahı sözdür. Bu anlamda onun Kufe valisine ve halife Yezid’e karşı yaptığı konuşmalar çok dikkat çekicidir.

İslam tarihinde, özellikle dini ilimlerde ve çeşitli sanat dallarında birçok kadın âlim ve sanatkâr yetişmiş; bunlar devirlerinde itibar görmüş, önde gelen isimler arasında sayılmışlardır. Bilgilerini hizmet yolunda kullanmış, kendi talebelerini yetiştirmiş, sohbet ve vaazlarıyla muhitlerinde irşad faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bazıları yaşlılık dönemlerinde kürsüye çıkıp erkeklere de vaaz vermiş, bazıları tekke kurup kadın dervişlere yol yordam öğretmiştir. Yaşadığı devirde büyük itibar gören isimlerden biri ‘Fakihe’ lakabıyla anılan Semerkantlı Fatıma’dır. Meşhur alim Alaaddin Semerkandî;’nin kızı ve talebesi olan Fatıma, babasının bütün eserlerini ezberlemişti. Babasının meşhur öğrencilerinden Ebu Bekir Kaşanî; ile evlendi. Bundan sonra Semerkandî;’nin evinden fetvalar üçlü imza ile çıkmaya başladı. Babası ve eşinin yazdığı fetvalar en son Fatıma’ya geliyor, onun da onaylayıp imzalamasından sonra muhatabına ulaşıyordu. Onlardan gelen fetvalarda bir eksiklik bulursa hiç çekinmeden kendi düşüncesini aktarıyor, buna göre fetva yeniden yazılıyordu.

Günümüzde, Anadolu insanının dünyanın dört bir yanına uzanan hizmet kervanına bakınca, bilhassa kadınların yaptığı hayır faaliyetlerini nazara aldığımızda, dünyanın ilk sivil kadın örgütünün Anadolu Türkmenleri arasında kurulması şaşırtıcı gelmiyor. “Bâciyân-ı Rûm” (Anadolu Bacıları) denilen bu topluluk, Moğol baskınlarıyla Anadolu’ya göçen Türk boyları arasında oluşturulan Ahî; teşkilatının, dolayısıyla Ahi yaşam tarzının, kadınlar tarafından uygulanmış haliydi. Ahilerin Kayseri’de kurdukları sanayi sitesinde kadınlar da çadırcılık, keçecilik, halı, nakışçılık, örgücülük, kilim, dokumacılık, oya dantelcilik ve kumaş imalinde ve bunlardan elbise yapılması gibi faaliyetler gösterdiler. Birbirlerine Anadolu’da hâlâ yaygın olarak kullanılan ve ‘abla veya kızkardeş’ manasına gelen ‘bacı’ diye hitap ediyorlardı. Anadolu bacılarının sanat, üretim ve yaşam tarzı üzerine ilkeleri kısaca ‘işine, eşine, aşına sahip ol’ şeklinde ifade edilir. Ekonomik faaliyetlerin yanı sıra yetim, yoksul çocukların himaye edilmesi, ihtiyarların bakımı, genç kızların evlendirilmesi, misafirlerin ağırlanması gibi hizmetlerde bulunur; maddi sıkıntıda olanlara yardım ederlerdi. At binmeyi, kılıç kalkan kullanmayı da bilen bacılar, Moğolların Anadolu’yu istilasına karşı erkeklerle beraber savaştılar. Moğollar halkı kılıçtan geçirirken, ahi ve bacıları dağıttı. Sonraki yıllarda örgütlü bir topluluk olmasa da münferit olarak bacılar çeşitli üretim ve hayır faaliyetleri yaptılar. Anadolu bacılarının çalışkan, gayretli, imanlı, cengaver, fedakar ruhları bu toprakların bağrına sindiğini, bugün yine her türlü hayırlı hizmetlerin aynı bacılık, kardeşlik geleneğinin devamı olarak Anadolu kadının omuzlarında yükselmesinden anlıyoruz.

Cinsiyetçi bir söylem olarak: Erkek gibi kadın (!)

$
0
0

İnsanda bir kez cinsiyetçilik radarı işler haline geldiğinde, “erkek gibi kadın” övgüsü ile “kadın gibi erkek” yergisinin kulağa artık hiç de masum gelmediğini fark edecektir. Bütün bu cinsiyetçi anlayış ve uygulamaların belki de en temel sebebi kullandığımız dilin kendisinin cinsiyetçi oluşu. Dilimize pelesenk olmuş atasözleri ve deyimler, bize ısrarla kadınların erkeklerden değersiz olduğunu söyletiyor.

Belki de çoğumuzun hayatına yeni giren bir kavram bu. Hiçbir art niyetimiz olmaksızın çocukluğumuzdan beri kullanageldiğimiz ifadelerin, kalıpların ve dahi dişi ve erkek türlerine dair değer yargılarımızın aslında neredeyse tamamının “cinsiyetçi” olarak nitelendirilebileceğini öğrenmek bizi şaşırtacaktır en başta. Ama bir kez o farkındalığa eriştikten sonra, insanda bir kez cinsiyetçilik radarı işler haline geldiğinde, “erkek gibi kadın” övgüsü ile “kadın gibi erkek” yergisinin kulağa artık hiç de masum gelmediği fark edilecektir. Peki nedir cinsiyetçilik?

Sözlük anlamı… Maalesef veremiyorum çünkü Türk Dil Kurumu sözlüğünde tanımlanmış bir sözcük değil henüz. Ama kavramın İngilizcesi olan “sexism” kelimesini sözlüklerde aradığımızda karşımıza şu tanım çıkıyor: “Prejudice, stereotyping, or discrimination, typically against women, on the basis of sex.” Yani çoğunlukla kadınlara karşı yapılan, cinsiyet temelli önyargı, tektipleştirme veya ayrımcılık. Kelimenin eş anlamlıları olarak ise şunları görüyoruz: şovenizm, ayrımcılık, önyargı, tarafgirlik. Daha basit bir dille ifade edecek olursak bir cinsiyetin diğer cinsiyete üstün olarak görülmesi, cinsiyet üzerinden insanlara ayrımcılık yapılması, bir cinsiyete mensup insanlara dair genellikle olumsuz bir biçimde genelleme ve tektipleştirme yapılması.

Bizde cinsiyetçilik y(ç)oktur!

Cinsiyetçilik kelimesinin Türkçe sözlüğünde tanımının olmayışı, iyimser bir biçimde “bizde cinsiyetçilik yok ki tanımı olsun” şeklinde savunulabilir belki. Oysaki tam tersine, bir şeyin tanımlanmamış olması onun havaya karışmış bir gaz gibi her yerde solunduğunu gösteriyor; tıpkı karbonmonoksit gibi renksiz, kokusuz, farkına varılamayan bir zehir. Cinsiyetçilik soluduğumuz havaya öyle teneffüs etmiş ki, varlığının farkına varıp da tanımlamamışız bile.

Sokakta cinsiyetçilik

Özellikle karanlık çöktükten sonra kadınların sokakta yürürken tedirginlik hissetmeye başlaması ve saat ilerledikçe bu tedirginliğin daha da had safhaya ulaşması, sokağın genel itibariyle ama özellikle gece vakti erkeklere ayrıldığı ve o saatte sokakta olan bir kadının yanlış bir şey yapıyor olduğu algısının yaygınlığından kaynaklanıyor. Sokağın erkeğe ait olarak görülmesinin bir diğer tezahürü de kadının sokağa hangi hallerde ve hangi giyimle çıkabileceğinin yine erkekler tarafından belirlenmeye çalışılması. İster mini etek olsun, ister burka, kadının sokak kıyafeti o sokağın “hakiki sahibi” olan erkekler tarafından onaylanmadıkça, sokak kadın için hiçbir zaman güvenli olmayacaktır.

Okulda cinsiyetçilik

Kız ve oğlan çocuklarının cinsiyet rollerini aile dışında ilk defa öğrendikleri ve edindikleri yer okulları oluyor. Ders kitaplarından tutun da defter, kalem, kitap, çanta gibi kırtasiye malzemelerine kadar her iki cinsiyeti belli kalıplara hapseden söylemlerle cinsiyet kimlikleri şekilleniyor. Bu söylemlerde, kız çocuklarına narin prenses ve erkek çocuklarına güçlü kahraman rolleri biçiliyor ve bu roller büyüdükleri zaman kırılgan, narin ve korunmaya muhtaç anne ve güçlü, otoriter, koruyucu ve evin idarecisi olan baba şeklinde kalıplaşıyor. Dahası, erkek-egemen anlayışın hakim olduğu bir toplumda kız çocukları okula gitme şansı bulsa bile onlara verilen eğitim kendilerini ileride iyi birer anne ve evhanımı, en iyi ihtimalle de kadınların fıtratına uygun olduğu düşünülen öğretmen ya da hemşire yapmaya yönelik oluyor.

Ailede cinsiyetçilik

Çoğu ailede görülen kız ve erkek çocuklarına yönelik çifte standart neticesinde, erkeklerin kadınlardan daha önemli, daha güçlü, daha saygıdeğer, daha imtiyazlı vs. olduğu algısı yerleşir. “Erkek adam”dır, dışarıda ne yaptığı sorulmaz, kadın ise ailenin namusudur. Erkeğin başına gelebilecek kötü bir şey, sadece kötü bir şey olarak kalırken, kadının başına gelen kötü bir şey aile için, hatta mahalle için bir felaket olur. Ve kadın düşünür durur, çevresindekiler tarafından bedenine verilen bu önem çok değerli olduğu için mi yoksa çok değersiz olduğu için midir diye.

Medyada cinsiyetçilik

Kadın bedeninin değerli mi yoksa değersiz mi olduğunun sorgulandığı en önemli alan aslında medyadır. Bir yandan kadın bedenine sayısız güzellemeler yapılırken, aynı beden bir yandan da alakalı alakasız her türlü metanın pazarlanmasında bir altın tepside erkeklere sunulmaktadır. Güzellik olgusunu kadın bedenine indirgeyen bir medya yaklaşımı, aynı zamanda kadını da güzelliğe indirgerken, kadın yine bir ikilem içerisindedir: kıymet gören bedeni midir yoksa kendisi midir? Bu da yetmezmiş gibi, kadını ev içi ve hizmet rollerine hapseden reklamlar dönüp durur ekranlarda. Deterjanlar, çamaşır bulaşık makineleri, yemek pişirme malzemeleri, çocuk bakım malzemeleri hep kadınlara pazarlanmaya çalışılır.

İş hayatında cinsiyetçilik

Kadınların yemek, temizlik, çocuk bakımı ve erkekleri hoşnut etmek gibi vazifelerle tanımlandığı bir toplumda, bir kadının iş hayatında var olması da hep bir mücadeleyle geçer. İş hayatı kadına genellikle iki seçenek sunar: Alabildiğine dişi olmak, ya da alabildiğine erkekleşmek. Çünkü orası erkeklere ait bir alandır, kadın erkeğin gözünde bir işgalcidir. Ya dişileşip kendini o erkeğin arzularının hizmetine sunmalı, ya da maskülenlik dozunu arttırarak, veya dişiliğini görünmez kılarak, oranın sahibi olan erkeklerle eşit hale gelmelidir.

Siyasette cinsiyetçilik

İş hayatı nasıl erkeklere ait bir alan ise, siyaset bundan daha fazla erkek-egemendir. Başarılı bir kadın siyasetçi “erkeklik sadece cinsiyetle olmaz” dedirtendir; yani siyasette erdem olan, övülen yine erkekliktir. Siyasetin zor olduğu ve bununla baş edebilmek için erkek olmak gerektiği neredeyse tartışılmaz bir hakikattir. Bu nedenledir ki, kadınların parlamentoda yer alabilmeleri için kendilerine özel bir kota ayrılması gerekmektedir.

Dilimizdeki cinsiyetçilik

Bütün bu cinsiyetçi anlayış ve uygulamaların belki de en temel sebebi kullandığımız dilin kendisinin cinsiyetçi oluşu. Dilimize pelesenk olmuş atasözleri ve deyimler, bize ısrarla kadınların erkeklerden değersiz olduğunu (Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün), kadınlara şiddet uygulanabileceğini (kızını dövmeyen dizini döver), ve kadınların alınıp satılabilecek bir nesne olduğunu (tarlayı düz al kadını kız al) söyletiyor.

*Fatih Üniversitesi Sosoyoloji Bölümü, Yard. Doç. Dr

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live