Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı: Ergenekon'da bugün de olsa müdahil olurdum

0
0
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Ergenekon davasının birey olarak tek müdahili. Bir dönem Adli Tıp’ta başkanlık da yapan Fincancı, derin devletin mağdurlarından biri sıfatıyla davaya müdahil olmuştu. Kendisi bugün de olsa aynı şeyi yapacağını söylüyor.Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın Çapa Tıp Fakültesi Adli Tıp bölümündeki odasına giderken iç karartıcı gündemleri düşünüyordum. Bir yanda artan şiddet ve tecavüz vakaları, kavgalı iç güvenlik yasası görüşmeleri diğer yanda Ergenekon ve Balyoz’da görev alan polis ve savcılara yapılan operasyonlar, tutuklanan gazeteciler. Malum şu sıralar herkes pişmanlıklarını açıklıyor. Hocanın kanaati neydi acaba? Aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın da başkanı olan Fincancı ile artan şiddet ve tecavüz vakalarını da konuştuk.Son zamanlarda kamuoyunda Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili kandırılmışlık duygusu yaşadığını söyleyenler artıyor. Ergenekon’da müdahil tek kişi olarak sizin kanaatiniz nedir?Öyle düşünmüyorum. Zaten bir kandırma çabası içinde olduklarını biliyorduk. İlk başladıklarında bunu bir biçimde devletin gücünü ele geçirme mücadelesi olarak kullanacaklarını öngörebiliyorduk. Bir devlet yapılanması var, güçler dengesi var. Müdahil olursak belki bu kullanma olanağını ortadan kaldırabiliriz, daha görünür kılabiliriz dedik. Çünkü devlette böyle bir denetimsiz gücün varlığını görünür kılmak gerekiyor.Bu düşüncelerinizi o dönemlerde de dile getiriyor muydunuz?Evet. Engelleyebildiğimiz kadar engelleyelim, bu denetimsiz devlet gücünün teşhir edilmesi gerekir, bu bir olanaktır. Biz de teşhir için elimizden geleni yapalım. Daha ilk birkaç duruşmada avukatlarıma soru sorma yasağı getirdiler. Dolayısıyla gerçekten zorlandık. O dönemde pek çok arkadaşımıza anlatmaya çalıştık, önemli bir davadır, bir adımdır. Bu davaya sahip çıkalım, teşhir edelim, hep beraber güçlü olalım ama bu gücü sağlayamadık. Tek başına beni dışlayabilmeleri çok kolay. Daha güçlü bir ses olabilseydi orada… Başka kimsenin müdahilliğinin kabul edilmesi de gerekmiyor. Ama çok sınırlı kaldı. Pek çok insan bunun zaten oyun olduğunu düşündüğü için girmedi. Bazı insanlar ‘yesinler bırakın birbirini’ dedi. Bence hiç uygun bir şey değil. Ortada teşhir edilmesi gereken bir şey varsa teşhir edilmesi gerekir, yapılan iyi bir şey varsa o yapılan iyi şeyi de desteklemek gerekir. Her zaman yaptığım gibi; kimin yaptığından bağımsız olarak. Ben hâlâ teşhir edilmesi gerekenler olduğunu düşünüyorum. Teşhir edilecek olan insanların şu anda bir biçimde yüceltildiğini ve onlarla işbirliği yapıldığını görüyoruz. O yüzden iyi ki yapmışım o zaman diyorum. Bugün olsa gene yaparım. Ne yazık ki birçok insanın ölümünden sorumlu ya da bizim bu kadar çatışmalı ortamda hâlâ yaşıyor olmamızdan sorumlu olan insanlar elini kolunu sallayarak dolaşıyor. El üstünde tutuluyorlar hâlâ.Dava sürecinde yargılamalarda adaletsizlikler, yanlışlıklar yapıldı, haberlerde abartılı dil kullanıldı denildi…Tabii bütün davalarda olduğu gibi bu davada da adil yargılama ihlali var. Gözaltına alış biçimleri bu insanların topluma teşhir edilip uygun olmayan biçimlerde gözaltına alınmaları. Cezaevinde sağlık sorunları yaşayanların sağlık sorunlarına yönelik duyarsızlıklar… Bu durum sadece bu davaya yönelik bir şey değil. Türkiye’nin genel sorunu bu zaten. Uzun göz altılarını, uzun tutukluluk dönemlerini biliyoruz. Bunlar sadece Ergenekon’la ilgili değil. Tabii ki tartışılsın ama hep beraber tartışılsın.Bunlarla Ergenekon’un ciddiyeti mi sulandırılıyor?Başka araçlar da kullandılar. İlgili ilgisiz herkesi o davanın içine sokmak gibi. Hatta bazılarıyla infial oluşturuldu. Nedim Şener, Ahmet Şık olayındaki gibi. Denetimsiz devlet yapılanmasının burada asıl etkili olan güç olduğunu düşünüyorum. Bu işin tamamen tavsatılması ve sulandırılmasında da böyle bir rol üstlendi.O zaman da bunları söylediniz mi?Evet tabii ki. O zaman da dedik. Bir başbakan nasıl müdahil olur? Kendi zarar gördüğü bir şey varsa aynı benim gibi bu ülkenin vatandaşı olarak gider ve dilekçe verir. Ama savcılığını yapamaz.Dönemin başbakanı olarak Tayyip Erdoğan niye ‘bu davanın savcısıyım’ diye açıklama yaptı sizce?Çeşitli nedenleri var. Biri tabiki tribünlere oynama davranışı. Çok yaygın zaten. 28 Şubat’tan zarar görmüş ya da değişik dönemlerde baskılardan zarar görmüş insanlara, toplumun kesimlerine bir mesaj veriyor, bakın ben bunlara karşıyım, askeri vesayeti sona erdireceğim. Ama bir taraftan bunu yaparken de bir güç olarak algılanmasını talep ediyor. Bir biçimde yargıyı da etkiliyor.Devletin intikam alması söz konusu olamazEn son köşe yazılarınızdan birinde ‘Öfkem burnumda’ başlığını kullandınız. Siz naif ve ötekine öfkelenmemeyi tercih eden bir dil kullanırsınız. Şimdi neden böyle bir şey yazdınız?Genel olarak ülkedeki öfke düzeyinden sanırım ben de biraz etkilendim. Öfkeyle sınırlı kalsa keşke. Çünkü ülkede çok ciddi bir şiddet düzeyi var. Toplumda ayrışma gittikçe yaygınlaşıyor. Nasıl başa çıkılacak? Nasıl bu şiddet ortamından, şiddet sarmalından çıkıp da insani değerleri önemseyen, birbirine değer veren bir toplum haline dönüşebileceğiz, kaygılarım var. İnsan haklarından yana olduğunu düşündüğüm insanların, tam da insanlık suçu öneriyor olması beni öfkelendirdi sanırım. Çünkü genç kadının öldürülmesinin ardından idam cezası ve hadım cezası gibi birtakım kavramlar tartışıldı. İdam cezasını sadece hak bilinci oluşmamış insanlar değil de bu bilinci oluşmuş ya da hak mücadelesi içinde olan insanlar dahi gündeme getirdi. Devletin intikam alması söz konusu olmaz.

Barça’da golcü olmanın dayanılmaz ezikliği!

0
0
Dünya takımı Barcelona’da golcü olmanın birçok zorluğu var. Takıma kazandırılan golcü yıldızlar, oyun sistemi ile birlikte Messi faktörü nedeniyle gol atamamanın ezikliğini yaşıyor. Sonuçta çareyi kaçışta arıyorlar.Günlük hayatımızda sıklıkla duyduğumuz ‘Kadının fendi erkeği yendi’ sözünü, futbola ya da futbol takımlarından birine uyarlayacak olursak sanırım en çok Barcelona’ya uyardı. Sloganı ise ‘Orta sahanın fendi, forveti yendi’ olurdu.İspanyolların dünya takımı Barcelona, Avrupa’nın en golcü takımlarının başında gelmesine karşın, bir türlü elinde bulundurdukları golcü oyuncuları mutlu edemiyor. Çünkü dünyanın en iyi golcüleri dahi olsalar, takımın oyun sistemi ve Messi faktörü, bu yıldızların önünü tıkıyor. Yeterince forma şansı bulamıyorlar. Özellikle orta sahada Andres Iniesta ve Xavi ile birlikte kurulan sistemin düzgün işlemesiyle birlikte, Barcelona’da golcülere boş alan kalmıyor desek abartmış olmayız.Barcelona’da forma giyen ve attığı gollerle adından söz ettiren son golcü isim Kamerunlu Samuel Eto’o idi. 2004-2009 yılları arasında formasını giydiği İspanyol ekipte oynadığı 145 karşılaşmada 108 gol atabilen Eto’o, Barça’daki Messi’siz dönemlerde her yıl 35-40 maç arasında forma giyerken Arjantinli yıldızın takımı sırtlamaya başlamasıyla birlikte bu sayı yarıya yakın düştü. Barça yönetimi de golcü futbolcuyu sezonu 30 golle tamamlamasına rağmen Inter’in yıldız golcüsü Zlatan İbrahimoviç’in takasında kullandı. Üstüne de Inter’e 40 milyon Euro ödedi. Dünyanın en iyi, bir o kadar da aykırı golcüsü olan Zlatan İbrahimoviç ise Katalan ekipte ancak bir sezon formayı taşıyabildi. 2009 yılında kadroya katılan ve büyük umutlarla takıma dahil olan İsveç Milli Takımı’nın golcüsü, bir sezon oynadıktan sonra ikinci sezonda İtalyan devi Milan’a kiralık gitti. Barcelona’da oynadığı 29 karşılaşmada 16 gol atan golcü oyuncu, daha önce formasını giydiği Inter’de 3 sezonda 88 maça çıkmış ve rakip filelere 57 gol bırakarak dikkatleri üzerine çekmişti.İbrahimoviç’in gidişiyle İspanyol golcü David Villa ile onun boşluğunu doldurmaya çalışan Barcelona, bu futbolcusunu da 3 yıl sonra satmak zorunda kaldı.. Oynadığı 77 karşılaşmada ancak 33 gol atabilen Villa, bir önceki takımı Vallencia’da 5 sezonda 166 maça çıkmış ve 107 gol atmıştı. Bir başka golcü Şilili Alexis Sanchez de Katalan ekibe ancak 3 sezon dayanabildi ve ardından İngiltere yolcusu oldu. Barcelona’nın ilk Şilili oyuncusu Sanchez, Bordo-Mavililerde 88 maça çıkarak rakip filelere 39 gol bırakmıştı.Arsenal’de takımın en önemli gol silahı olan Thierry Henry’de Bacelona’da uzun süre tutunamadı. Arsenal’de 254 maçta forma giyip 174 gol atmayı başaran Henry, 3 yıl formasını giydiği katalanlarda ancak 80 maça çıkıp 35 gol atabildi..Suarez başarabilecek mi?Görünen o ki sezon başında dünya yıldızı Uruguaylı golcü Luis Suarez’i kadrosuna katan Barcelona’da değişen bir şey yok. Katalan ekip orta sahadaki oyun sistemi kurgusuyla çıktıkları karşılaşmaları Messi’nin hünerleriyle birleştirerek gollerini atmaya devam ediyor. Dolayısıyla bu durum, teknik heyete golcü Suarez’i sık sık yedek kulübesinde oturtma lüksü tanıyor. Oysa ki Suarez bir önceki iki takımından Liverpool ve Ajax’ta vazgeçilmez bir oyuncu olarak 110 kez takımlarının formasını giymişti.Aslında Uruguaylı yıldız, Barcelona’da da son zamanlarda üzerindeki baskıyı atlatıp kadroya girerek gollerini atmaya başlasa da, sisteme yenik düşmekten kurtulamıyor. Suarez, şu ana kadar oynadığı 24 karşılaşmada 10 gol atmasına karşın bir türlü mutlu olamıyor. Nitekim geçtiğimiz haftalarda oynanan Granada maçında bir gol, bir asist ve güzel bir futbol oynamasına karşın 79. dakikada oyundan alınması moralini oldukça bozdu. Bu değişiklikten rahatsızlık duyduğunu gizlemeyen ve yüzüne yansıtan Suarez için ‘ayrılacak’ dedikoduları basında yazılmaya başladı bile. Bakalım golcü oyuncu bu sistemde ‘ben de varım’ mı diyecek, yoksa daha fazla dayanamayıp kendine yeni bir takım mı arayacak?

Bu tatlının mevsimi yok [DÜNYALIK TATLAR]

0
0
Dünyada çılgınlık haline gelen cheesecake’in onlarca çeşidi var. Portakal, çikolata, vişne, limon, marshmallow, mango, kayısı, karamel ve fındık ezmesi, bal kabağı... Tek yapmanız gereken damak tadınıza uygun malzemeyi seçmek.Hemen her ülkede yapılan bir tarif var bu hafta: Cheesecake. Fransız, İtalyan, İsveç, İngiliz, Belçika, Güney Afrika, Japonya ve daha birçok ülkede farklı usullerde cheesecake yapılıyor.Tarihi Antik Yunan’a ve Romalılar dönemine dayanıyor. M.Ö. 776’da gerçekleştirilen ilk olimpiyat oyununda atletlere minik cheesecake’ler verildiği yazılı kaynaklarda geçiyor. Yunanlı tıpçı Aegimus’un ‘Cheesecake Yapma Sanatı’ adlı bir kitabı var, Marcus Porcius Cato ise yazdığı ‘Tarım Üzerine’ kitabında iki farklı cheesecake tarifine değiniyor. Günümüzde iki çeşit cheesecake var. ‘Baked’ ve ‘No baked’ yani fırında pişirilmiş ya da pişirilmemiş. Pişme süresi biraz zaman alıyor ama pratik bir tatlı. Cheesecakelerin tabanı sert kıvamda oluyor. Bu tabanı, bisküvilerin un gibi ufalanmasından elde ediyoruz. Bu katın üstüne gelen peynirli karışım, cheesecake’in ana katmanını oluşturuyor. Üçüncü kat ise süsleme sosu veya kreması sayılabilir. Bu katı, taze veya kaynatılmış meyveler kullanarak süsleyebilirsiniz.Başta da belirttiğim gibi dünyanın dört bir yanında (Amerika’da 30 Temmuz Ulusal Cheesecake Günü olarak kutlanıyor) çılgınlık haline gelmiş bir tatlı. Ülkemizde de kabul görmüş durumda. Hatta adından mülhem Türkçeye ‘peykek’ olarak çevirenler var. Menüsünde cheesecake olmayan bir cafe yok gibi. Ancak en çok Amerika’da yaygın diyebilirim. Öyle ki farklı bölgelerinde farklı usulde hazırlananları mevcut. En meşhuru New York usulü. Bu cheesecake’de peynir yerine sour cream (ekşi krema) kullanılıyor. Cheesecake piştikten sonra ekşi krema, vanilya ve şeker çırpılarak üzerine yayılıyor ve tekrar fırına veriliyor. Diğerlerinde olduğu gibi çikolata veya meyve sosu kullanılmıyor.Bazı kaynaklar, 14. yy’dan itibaren İngilizler tarafından geliştirilen bir tatlı olduğunu söylüyor. Amerikalıların cheesecake’de yaptığı fark ise pişmemiş olan dolguyu kullanmaları.Doğrusunu söylemek gerekirse damak tadıma hitap eden bir tatlı değil cheesecake. Bana kalsa kim bilir ne zaman sıra gelir bu köşede yer verirdim bilemiyorum. Hafta içi aldığım bir e-mail fikrimi değiştirdi. Uluslararası Servis ve Lezzet Akademisi (USLA)’nde bir cheesecake workshop’u yapılacağından bahsediyordu özetle. Yakın çevremde de ‘hasta’ları olduğundan gideyim de millete bir faydam dokunsun dedim. Dört saatlik kursta cheesecake yapımına dair ne var ne yok anlatıldı, incelikleri paylaşıldı. Şef Gizem Yılmaz eşliğinde çikolatalı, portakallı, zencefilli, beyaz çikolatalı ve orman meyveli cheesecake’ler yapıldı. Hazır kış mevsimi son demlerini yaşıyor, portakal hâlâ tezgâhlarda. Bu sebeple portakallı zencefillisinin tarifini paylaşmayı yeğledim. Ağzınızın da, pazarınızın da tatlanması dileğiyle…Portakallı zencefilli cheesecakeMalzemelerYulaflı bisküvi 1,5 paketTereyağı 40 grLabne peynir 500 grYumurta 5 adetNişasta 40 grKrema 200 gr1 Bardak suPortakal 1 adetZençefil 1 tatlı kaşığıYapılışı: Bisküvileri robotta öğütün, eritilmiş tereyağıyla harmanlayın ve kalıba yerleştirin.Labne peyniri, şeker ve portakal rendesini bir çırpma kabında pürüzsüz olana kadar çırpın.Yumurtaları ayrı bir yerde çırpın ve içine nişastayı ilave edin. Güzelce yedirin.Bu iki karışımı birbiriyle karıştırın.Ardından 200 gr çırpılmış krema ile nazikçe karıştırın.Zencefilleri ilave edin. Bisküvi yerleştirdiğiniz kaba dökün.110 derecede 1 buçuk saat kadar pişirin.Pişen cheesecake’e ilk soğutmayı fırının içinde kapağı hafif açık olarak yapın. Sonra oda sıcaklığına alın. Oda sıcaklığına geldikten sonra bir saat kadar buzdolabında dinlendirin ve dilimleyerek servis yapın.İlk kez cheesecake yapacaklar bunlara dikkatCheesecake‘nin çökmemesi ve üzerine uygulanacak süslemelerin dağılmaması için, fırından çıkan cheesecake’in oda sıcaklığına geldikten sonra işleme başlayın. Cheesecake’in üzerini çatlatmadan ve kızarmadan pişirdiyseniz sade ve beyaz halindeyken ikram edebilirsiniz. Ya da çikolata eritip kullanabilir, aynı zamanda taze meyvelerle süsleyebilirsiniz.Yumurtaların soğuk olmaması gerekir. Peynir ile şekerin çok çırpılmaması önemli. Düşük sıcaklıkta ve uzun sürede pişmesi çatlak oluşumunu önler.Keki yüksek ısıda pişirmediğiniz sürece sorun yok. (En fazla 110 derece) Fırından çıkarırken de ortası hafifçe sallanabilir. Endişelenmeyin, bu pişmediği anlamına gelmiyor. Soğudukça yoğunlaştığını göreceksiniz. Son bir tavsiye, bir gün bekletip servis alırsanız, tat çok daha oturuyor.Peynir önerileri:İtalya’da: Mascarpone (peynirden ziyade, kaymak tadındadır. Cheesecake ve tiramisunun ana malzemesidir), Ricotta (taze lor).Amerika’da: Philadelphia (meşhur New York tarzı cheesecake bu krem peynirden yapılıyor).Türkiye’de: Labne kullanılıyor.Kullanılacak peynir, tuzsuz, suyu kâğıt peçeteyle alınmış, kremsi kıvamda olmalı. Cheesecake’in hafif olması için, kullanacağınız krem peynirin oranını düşürerek taze lor (ricotto) ağırlıklı yapabilirsiniz.

Yolcular ‘koklanarak’ aranacak!

0
0
Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrası havalimanlarında yaygınlaştırılması istenen ‘patlayıcı madde koklama dedektörleri’ için çalışma başlatıldı.Geçen ay yine buradan duyurduğumuz, ‘elektronik patlayıcı tarayıcısı bomba dedektörü (ETD)’ ile gerçekleştirilen kontrollerin nisan sonu veya en geç mayısta başlatılacağı ifade ediliyor. Şu anda sadece ABD ve İngiltere gibi uçuşlarda gerçekleştirilen denetimler, Türkiye’deki tüm havalimanlarında yolcunun uçağa geçişteki son kontrol noktalarında yapılacak.Cihazlar nisanda yerleştirilecekAvrupa’nın 11 Eylül’ü şeklinde görülen Charlie Hebdo’ya düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrası başta IŞİD ve El Kaide olmak üzere terör örgütü elemanlarının yakalanması amacıyla havalimanlarındaki güvenlik denetimlerinin en üst seviyeye çıkarılması istenmişti. Avrupa ülkeleri ve Avrupa Komisyonu’nun baskıyı artırmasıyla da havalimanlarında yeni tedbirler uygulamaya girmişti. Bu isteklerden patlayıcı madde dedektörü ETD ile yapılması istenen kontroller için Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü’nün (DHMİ), cihaz alımı konusunda harekete geçtiği öğrenildi. Çalışmaları doğrulayan yetkililer, cihazların gelecek aydan itibaren havalimanlarına yerleştirileceğini ve personelin bu konuda eğitileceğini söyledi.Şüpheli yolcular denetlenecekETD cihazıyla yapılacak kontrollerin ise uzun süreceği endişesiyle sadece şüpheli yolcuların denetleneceği belirtiliyor. Eşyalara temas ettirilen bomba koklama dedektörleri, cihazla yapılan analizle kişilerin herhangi bir patlayıcı maddeye temas edip etmediğini tespit ediyor. Cihaz, hafızasında kayıtlı patlayıcı madde ve uyuşturucuların ayrışımına göre araştırma yapabiliyor. Altı saniye içinde istenen sonucu veren ve 12 voltluk elektrikle çalışan cihaz, seyyar şekilde araçlara monte edilebiliyor. Cihazın test sonuçları, araştırmanın yapıldığı ülke mahkemelerinde de delil olarak kullanılabiliyor.Avrupa ülkeleri yolcu bilgisi istiyorAmerika ve Avrupa ülkeleri, terör örgütü üyelerinin takibinin kolayca yapılabilmesi amacıyla yolcular hakkında bilgilerin paylaşılmasını ve bunun için ‘Yolcu İsim Kaydı’ veritabanının oluşturulmasını istiyor. Böylece, terörist yetiştiren yerlere giden veya oralardan dönen yolcuların da kolayca takip edilebileceği ifade ediliyor. Ancak Türkiye, yolcu bilgilerinin diğer ülkelerle paylaşılmasına sıcak bakmıyor. Bu yüzden ABD’nin ve diğer ülkelerin ısrarına rağmen bu konuda anlaşma imzalamıyor.Denetimler daha da artacakAvrupa ülkeleri, terör örgütlerinin gücünün zayıflatılması amacıyla ilk etapta para ve insan kaynağının kesilmesi konusunda ciddi tedbirler alınmasını istiyor. Bu kapsamda kara, hava ve deniz sınırlarından geçişlerdeki güvenlik tedbirlerinin en üst seviyeye çıkarılması istenirken, daha sonra ise gücü azalan terör örgütleriyle sıcak temasa yani çatışmaya girilmesinin daha doğru olacağı dile getiriliyor. Bu konuda ısrarcı olan ABD ve Avrupa ülkeleri, terör örgütü üyelerinin takibini ve yakalanmasını kolaylaştıracak tüm güvenlik tedbirlerinin acilen ve zafiyet gösterilmeksizin uygulamaya konulmasını istiyor.Or-Gi Havaalanı mayısta uçuşa hazırOrdu ile Giresun’un ortak kullanımı amacıyla 24 Temmuz 2011’de temeli atılan ve bugüne kadar 36 milyon ton taş dökülerek deniz ortasında 7 kilometrelik dolgu tahkimatı yapılan 3 kilometrelik piste sahip Ordu-Giresun Havaalanı’nda çalışmalar son aşamaya geldi. Ordu Valisi İrfan Balkanlıoğlu, altyapının hemen hemen tamamlandığını, halen pist etrafında bulunan havuzluk alanların doldurulması işleminin sürdüğünü söyledi. Vali Balkanlıoğlu, “Bu iş eylül ayına kalır mı?” sorusuna, “Ne eylülü? Mayısta kesin uçuyoruz.” diye cevap verdi.Harç puluna çözüm bulunamadıİstanbul Atatürk Havalimanı’nda, sahte pasaport kullanımını ve pasaport kontrol banko önlerindeki uzun kuyrukları ortadan kaldırmak amacıyla ‘Biyometrik Entegre Otomatik Geçiş Sistemi (e gate)’ adlı yeni sisteme geçilmişti. Pasaport polisinin görev almadığı uygulamada, kontroller elektronik sistemle gerçekleştiriliyor. Adı otomatik geçiş olan ve ocakta başlayan sistemde, yolcuların harç pulu alıp almadıkları ise görevliler tarafından kontrol ediliyor. Bu yüzden günlük 150’ye yakın yolcunun geçiş yaptığı cihazlarda harç pulu kontrollerinin kaldırılması istenirken, harç pulu fiyatının bilete dahil edilmesi veya bir başka şekilde çözümlenmesi gerektiği ifade ediliyor.Belgrad’da uçakları şahinler koruyorBelgrad Havalimanı’nda, uçak seferlerini engelleyen kuş sürülerine karşı şahin görevlendirildi. Yetkililer tarafından beslenen şahinler, uçakların inişi ve kalkışından önce kuş sürülerini bölgeden uzaklaştırarak güvenliği sağlıyor. Bu durumdan yolcuların da son derece memnun olduğunu belirten yetkililer, şahinlerin gelişinden sonra uçakların iniş ve kalkış saatlerinde aksamalar yaşanmadığını söyledi.

Küresel köyün uluslararası çobanları

0
0
İstanbul’un her geçen gün azalan yeşil alanları ve kırsal bölgeleri farklı konukları da ağırlıyor son zamanlarda. İstanbul’u çevreleyen ve göğe doğru yükselen yüksek katlı binaların gölgesinde hâlâ koyunlar, keçiler, büyükbaş hayvanlar otluyor. Onlara göz kulak olan, çayıra çimene götürenler ise farklı kimlikleri ve kişilikleri ile öne çıkıyor. Başakşehir, Kayaşehir ve Altınşehir ‘kırsalı’nda ülkesindeki iç savaştan kaçan ya da iş bulamadığı için gelen Afgan, Gürcü ve Suriyeliler, çobanlık yaparak geçimlerini sürdürüyor. Suriyeli Memnun ve Kao Helloş kardeşler, 2 yıldır Hüseyin Üner’in Başakşehir Şahintepe Mahallesi’ndeki çiftliğinde çobanlık yapıyor. Suriye’deki iç savaştan kaçıp burada iş buldukları için mutlular. Yaklaşık 2 bin liraya yakın maaş alıyorlar. Çiftlik sahibi Hüseyin Üner ise şehrin büyüyüp genişlemesinden rahatsız. ‘Biz burada kendi halimizde işimizi yaparken şehir üzerimize üzerimize geliyor’ diyor. İstanbul’un merkezinde hayvancılık yapmanın zor olduğunu, şehrin büyümesi ile insanların hayvanlardan rahatsız olacaklarını düşünüyor. 58 Yaşındaki Ali Ekber Baybüre, odun közünde yaptığı çayını yudumlarken bir önceki akşam kaybolan 11 koyunu düşünüyor. Patronu Ali Karabulut, ona biraz çıkışmış: ‘İki çoban yüz koyunun hakkından gelemiyorsunuz.’ demiş. 20 yıldır çobanlık yaptığını söyleyen Baybüre, 24 saatinin bu hayvanlarla birlikte geçtiğini söylüyor ve bu mesleğin zorluklarından yakınıyor. 17 yaşındaki Afganistanlı Muhsin Ali Baklan, 3 ay önce İstanbul’a gelip çobanlık yapmaya başlamış. 200 baş keçi sürüsünün peşinde hayat mücadelesi veriyor. Hasta olan babasına ve ailesine çobanlıktan kazandığı parayla destek oluyor. Toplu konutların yanında keçilerini otlatan Muhsin ise site sakinleri ile diyaloğunu anlatıyor: “Cama çıkıp kurbanlık fiyatlarını soruyorlar.” 43 yaşındaki Gürcistanlı Alix Rua, İstanbul’un diğer çobanlarından. Ayda bin 100 lira kazanarak Gürcistan’daki ailesine gönderiyor. Vize probleminden dolayı her 3 ayda bir ülkesine gidip geliyor. Yeniden hayvanlarını İstanbul’un kırlarında otlatmaya başlıyor. Anadolu’nun köylerinde alışık olduğumuz bu manzaraları İstanbul’un gelişen bölgelerinde görmek şaşırtıcı olsa da, yakın zamanda yok olacaklarını, koyunların yerini binaların alacağını tahmin etmek zor değil.. Suriyeli Kao Helloş, 28 yaşında Afganistanlı Muhsin Ali Baklan, 17 yaşında Suriyeli Memnun Helloş, 18 yaşında Afganistanlı Ali Safi, 17 yaşında Suriyeli Mustafa Hamo, 40 yaşında Ali Ekber Baybüre, 58 yaşında Gürcistanlı Alix Rua, 43 yaşında

Çanakkale kahramanlarının torunları anlatıyor [Çok özel röportajlar - ZamanTV]

0
0
Dile kolay bir asır geçti üzerinden... Anadolu’nun dört bir yanından yarım adaya koşup, geri dönme gayesi taşımadan şehit düşenlerin arkada bıraktıklarıyla görüştük. Gördük ki her ilden yüzlerce kayıt defteri tutulmuş. Bize ise o kahramanlık hikâyeleriyle dolu defterlerin yapraklarını aralamak düştü.Arıburnu’nda bir siperde delik deşik olmuş postallar, etrafa saçılmış üniforma parçaları, sahibi biraz evvel şehit düşmüş tüfekler… Cephede mermilerin isabet ettiği askerler, dalından düşen bir yaprak gibi toprakla buluşmuş. Biraz ilerideki limanda hiçbir hayat emaresi yok. Topların ve eskimiş çadırların gölgesinde son öğünlerini az evvel yiyen Çanakkale Kara ve Deniz Muharebesi askerleri sevinçlerini buruk yaşıyor. Karada ve denizde en çetin şartlarda devam eden savaş daha yeni zaferle nihayete ermiş. Cephede cansiparane görevlerini yapmak için uğraşan doktorlar, mülkiyeliler, aşçılar, sporcular… Eğitimini yarıda bırakmış ülkenin umudu genç dimağların tamamı bu topraklarda yitip gitti. Bu sebeple İtilaf devletlerinden arınan ülkede birkaç sene okullardan doktor, hukukçu, öğretmen çıkamadı. Geriye mektuplar ve anılardan başka bir şey kalmamasına şaşmamak gerek. Dile kolay bir asır geçti üzerinden. Ancak büyüklerinden o kahramanlıkları dinlemiş, hâlâ anlatacak bir şeyleri olan nesillere ulaşmak mümkündü. Anadolu’nun dört bir yanından yarımadaya koşup geri dönme gayesi taşımadan şehit düşenlerin geride kalanlara emanet ettikleri kıymetlilerinden savaşı dinledik. Çanakkale’den yola çıkıp İzmir, Bursa, Karabük, Ankara ve İstanbul’a döndüğümüzde gördük ki her ilden yüzlerce kayıt defteri tutulmuş. Bize ise sadece o defterlerin yapraklarını aralamak düştü.Mustafa CanbazKıbrıs’ta dedemin korumasını hissettimTarih 25 Nisan 1915… Çanakkale Cephesi’nde 9. Tümen’e bağlı, 26. Alay bölgeyi savunuyor. Çıkarma yapan 2 bin 500 kişilik düşman tümenine karşı 63 kişilik kahraman takımımız Ezineli Yahya Çavuş komutasında akşama kadar mücadele veriyor. Ezineli Yahya Çavuş, bölük komutanı şehit olduktan sonra komutayı ele alıp 63 askeriyle tarihe geçecek mücadeleyi başlatıyor. Ertuğrul Koyu Harekâtı’nın 2’nci gününde Yahya Çavuş bacağından yaralanıyor ancak hayatta kalarak geri çekilmeyi başarıyor. Başarılı asker Yahya Çavuş’un, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda gazi olan torunu Mustafa Canbaz olayları şöyle anlatıyor: “Dedem ayağından yaralanmış. Kırık bacağını çekip tüfeğin kayışıyla bağlamış. 4 arkadaşıyla birlikte 7 kilometre geri çekilmeyi sürdürmüş. Sargı çadırına gidip ayağını gösterdiğinde doktor, istirahat etmesi gerektiğini söylese de onun gönlü yatmaya razı gelmemiş.‘Arkadaşlar savaşırken benim yatmam yersiz olur.’ demiş. Bir müddet daha savaşmış ve hücum emri verdiği anda eli havada öylece kalakalmış ve şehadete ermiş.” Torun Canbaz, “Dedemin malı mülkü yoktu. Adını bıraktı, o da bize yeter.” diye ifade ediyor duygularını. Çanakkale Merkez’den 52 kilometre uzaklıktaki Geyikli kasabasında yaşayan Kıbrıs gazisi Mustafa Canbaz, kardeşi Fatma Helva ile madalyalarını gururla gösteriyor. Canbaz, “Savaşta dedemi yanımda hissettim. Kıbrıs’a askere gitmeden önce Çanakkale’yi ziyaret ettim. Bu şehrin toprakları çok farklı. Belki bizim dedemiz yaşıyor diye bu kadar duygusal oluyoruz ama gururlanmamak elde değil. Kıbrıs’ta savaşta dedemin kanatları altında olduğumu hissettim. Önüme büyük mermiler düşüyor, sıcaklığı yüzüme vuruyor ama bana isabet etmiyordu. Savaşa, bayrama gidiyor gibi gittik. Çanakkale Savaşı’na gidenler ne diyorsa, onu 59 yıl sonra ben de tecrübe etmiş oldum. Bu vatanı savunmak böyle bir hismiş demek ki.” diyor.Gülizar ÜnverYedi köy gezen cenazeO yıllarda bir evden yalnızca bir er alınma kuralı olmasına rağmen Karabük’ün Eskipazar ilçesinden Osmanoğlu Hasan ailesinin üç çocuğu da askere gitmiş. Hikâyeyi bize anlatan Şehit Hasan’ın ismini gururla taşıyan torununun çocuğu Hasan Ünver ve annesi Gülizar Ünver. Üçüncü kuşaktan torun Hasan Ünver, aile meclislerinde sıkça anlatılan dedesinin anılarını şöyle paylaşıyor: “Gülsüm Ana’nın oğulları askerden gelmeyince cepheden dönen Halit Er’in evine gider. Her yeri sargı içinde olan Halit Er’in anlattığına göre dedem Hasan ile cephede karşılaşmışlar. Hasan ona ‘Herkese selam söyle. Haklarını helal etsinler. İki kardeşim şehit oldu. Benim de buradan kurtuluşum yok.’ demiş. Bunu duyan Gülsüm Ana, yüreği yanarak evin yolunu tutmuş ve gelinlerine, ‘Ağlanacak bir şey yok. Ben şehit anası oldum, siz de şehit hanımları.’ demiş.” Ünver, şehit Hasan’ın ölen bebeğini defnedecek bir erkek bile bulunamayışını şöyle anlatıyor: “Osman isimli bebek, bakımsızlıktan vefat etmiş. Gülsüm Ana torununu kucağına alarak köyde cenaze işlerini yerine getirecek bir erkek aramaya başlamış. En büyük erkeğin 5-6 yaşlarında çocuklardan ibaret olduğu köyden umudunu kesen Gülsüm Ana yedi köy gezmiş ancak torununu yıkayacak, cenaze namazını kılacak kimseyi bulamamış. En sonunda Çayeli köyünden geçerken çadırlarda yaşayan ve askerlikten muaf olan muhacirlere seslenmiş: ‘Ağalar, beyler kimse yok mu?’ demiş. Oradan biri, ‘Buyur ana ne derdin var?’ diye sormuş. Gülsüm Ana: ‘Erkeklerimiz şehit oldu, bebelerden birisi öldü, gömecek kimsemiz yok. Biz kadınız, yapamayız. Bize yardım edin.’ demiş. Oradaki erkekler hemen Gülsüm Ana’nın yardımına koşmuş.”Ulviye BalkanDenizaltıyı vuran Müstecip OnbaşıMüstecip Onbaşı, Balıkesir acemi birliğinde askerliğini yaparken gönüllü olarak katılır Çanakkale Muharebesi’ne. Sevdikleri Bursa’nın Orhaniye köyünde onu beklerken, o daha da uzaklara gider ve sekiz sene harp meydanında kalarak deniz muharebesinin kahramanlarından biri olur. Savaş devam ederken düşman kuvvetler Çanakkale’nin o dar ve kıvrımlı boğazından geçeceğine inanarak buraya yönelir. Birçok gemi ve denizaltı savaşa dâhil edilir. Ancak o dönemde ileri bir teknolojiye sahip olmayan denizaltıların sık sık yüzeye çıkarak yön tayini ve oksijen dolumu yapması gerekir. Bu durum ise Çanakkale Boğazı’nın geçilmesini engellemek için çeşitli yerlere yerleştirilen Türk topçularına yarar, Müstecip Onbaşı, Fransız ‘Turquoise’ (Turkuaz) adlı denizaltını vuran topçulardan biri olur. Müstecip Onbaşı’yı bize kızı Ulviye Balkan ve torunu Kenan Balkan şöyle anlattı: “Babam, topçu olarak nöbet yerinde beklerken Fransız ‘Turquoise’ adlı denizaltını görüyor. Ateş emri gelmeden de top atamazlarmış. Babam o an yalnızmış ve denizaltını gördüğü gibi topuna sarılmış, hemen ateş etmiş. İlkinde başarılı olamamış. İkincisinde denizaltını periskobundan vurmuş.” Torun Kenan Balkan, şöyle anlatıyor devamını: “O zaman fazla mühimmat olmadığından top mermisi dedem için çok kıymetliymiş. ‘O benim canım’ dermiş. Periskobu delinen Fransız denizaltısı su yüzeyine çıkınca mürettebatı askerlerimiz tarafından esir alınmış. Denizaltına daha sonra Müstecip Onbaşı’nın ismi verilmiş. Dedemin denizaltına attığı o top Balıkesir’de müzede sergiye konulmuş.” Müstecip Onbaşı’nın kızı Ulviye Balkan, babasının elinin hasta olduğunu ve ‘Conkbayırı çürüttü beni’ diye kendi eline vurduğu o anları hiç unutmadığını söylüyor. Balkan, “Babam harpten döndükten sonra uzun bir süre çiftçilik yaptı. Bir gün devlet, babama bir miktar hibe vermeyi teklif etti. Ancak babam o parayı kabul etmedi. ‘Benim yiyecek ekmeğim var ama bu ülkenin yiyecek ekmeği kalmadı. Onun için ben bu parayı kabul edemem. Ülkemin benden daha fazla ihtiyacı var.’ dedi.”,Bahadır GürerEşinin tanıyamadığı askerTakvimler 8 Ağustos 1915 Pazar gününü gösterdiğinde İstanbul’dan Çanakkale’ye gitmekte olan Barbaros Hayrettin Zırhlısı, İngiliz denizaltısı tarafından Gelibolu ile Bolayır arasında torpille vurularak batırılır. Gemide bulunan 71’i subay, bin 200’e yakın personel can mücadelesi vermeye başlar. Orta bölümünden torpillenen gemi, su alarak yan yatar. Gemide çalışan mürettebat güverteye çıkar ama bir kısmı tutunamayarak denize yuvarlanır. Denize düşenler ne yazık ki geminin alabora olmasıyla çalışmakta olan uskurlara takılıp şehit olur. Tecrübeli subaylar tehlikeyi fark eder ve atlayarak kurtulur. Bu şekilde hayatta kalanlardan biri de Minkaliyeli Mahmut Bey...Minkaliyeli Mahmut Bey’in torunu Avukat Bahadır Gürer, Barbaros zırhlısından sağ kurtulan dedesinin yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Dedem yüzerek hayatını kurtarmış. Sandallarla gelen askerler, denize atlayıp sağ kalanları, şehit olanları toplamaya başlamış. Pantolon ve atletlerle denize atlayan askerler soğuktan titriyormuş. Askerlere hemen battaniye verilmiş. Bu yolculuk yaklaşık 2-3 gün sürmüş. Dedem ve kurtulan arkadaşları Eminönü’nde bırakılmış ama hepsi bitkin ve pejmürde haldeymiş. Sandalla Kasımpaşa’ya geçmiş. Dik yokuşu tırmanarak evinin yolunu tutmuş. Hasret kaldığı eşini görecek olmanın heyecanı içinde adımlamış yolları. Kapının önüne geldiğinde hava iyice kararmış. Kapıyı çalmış, eşi kapıyı açmış ve karşısında saçı sakalı birbirine karışmış birini görünce, ‘Allah versin’ diyerek kapıyı yüzüne kapatmış. Sonra tekrar açmış ve eşler birbirine kavuşmanın heyecanıyla sarılıp, ağlamışlar.”Harun EfendiGazinin sekiz yıl sonra evine dönüşüGazeteci-yazar Selahattin Duman’ın dedesi Harun Efendi, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda gazi olanlardan biri. Medrese eğitimi alan Harun Efendi, sekiz yıl askerlik yapmış. 1915’te cephede kolundan yaralanması sebebiyle hava değişikliği için memleketine gönderilmiş. Duman, savaşa meraklı bir çocukluk geçirdiğini ifade ederek dedesinin anılarını şöyle anlatıyor: “Dedem bu mevzuları sadece benimle paylaşırdı. Uzun süre askerlik yapan dedem yaralanıp eve gelince akrabaları tarafından babaannemle evlendirilmiş. Dedem tekrar askerliğe çağrılmış. Askerdeyken de babam dünyaya gelmiş. Askerlik bitip geri döndüğünde eşinin doğumda vefat ettiğini öğrenince yıkılmış. Oğlu yani babam 7-8 yaşlarında okul çağına gelmiş bir çocuk olarak karşısına çıkmış.” Ankara’nın Haymana ilçesinde yaşayan Kürtlerden Şeyhbızın aşiretine mensup olduklarını söyleyen Duman, dedesi Harun Efendi’nin askerlikte başından geçen ilginç olayı şöyle anlatıyor: “Dedem, asker arkadaşı Mevlut Efendi ile Çanakkale’de tanışır. Daha sonra Suriye Cephesi’ndeki 5. Ordu’ya gönderilirler ve orada Arapların eline esir düşerler. Araplar o dönemde Kürtleri, Arnavutları, Çerkezleri çok fazla taciz etmiyormuş ama Türklere zulmediyormuş. Esir kampındayken dedem, arkadaşına Kürtçe öğretmiş. Mevlut Efendi sorgusunda Kürtçe konuşup ‘Ben Kürt’üm’ demiş ve işkenceden kurtulmuş.”Ahmet Muhteşem AğıldereSıralar boş kaldı, mevziler tıklım tıklımHalkın maddî-manevî tüm imkânlarını seferber ettiği Çanakkale Savaşları, bir dönemin okumuş, eğitim almış neslinin de kaybolmasına neden oldu. 250 binden fazla kayıp verilen cephede, yaklaşık 10 bin üniversiteli ve 70 bin ortaöğretim öğrencisi şehit düştü. Sivas Lisesi, 1915 yılında hiç mezun vermedi. 27. Alay’da komutan olarak görev yapan Asteğmen İbradalı Hayrettin, eğitimini yarıda bırakan civanmertlerden yalnızca biri… Hukuk fakültesi 4. sınıfta okurken her şeyi bırakıp Gelibolu’ya gelen İbradalı Hayrettin, Anafartalar’da kara çıkarmaları sırasında silah arkadaşlarıyla gösterdikleri kahramanlıkla tarihe adını yazdırdı. İbradalı Hayrettin’in torunu Prof. Dr. Ahmet Muhteşem Ağıldere, babasını küçük yaşta kaybetmiş. Dedesi hakkında tüm bilgileri amcasından ve şehidin harp meydanında tuttuğu anılardan öğrendiğini söyleyen Ağıldere, savaşa gidenlerin dünya tarihine mesaj verdiğini düşünüyor. “Menfaat beklemeden herkes her şeyini geride bırakıp gitti. Günümüzde hemen hiç kimse menfaati olmadan iş yapmıyor ama Çanakkale ruhu öyle değildi. Bu bizim için ders olmalı.”Ağıldere, dedesiyle ilgili bir anekdotu da şöyle paylaşıyor: “25 Nisan sabahı nöbet tutan asker, gece karanlığında dedemin yanına gelmiş. Düşman birliklerinin teknelerle yaklaştığını söylemiş. Silahların menzili kısa, cephane kısıtlıymış. Belli süre beklemişler ve o kanlı savaşlar başlamış. Dedemin notlarından anladığımız, birliklerimizin makineli tüfeği de yok. Dedem İbradalı Hayrettin, notlarında şunu kaydediyor: ‘Bizim cephanemiz ve imanımız vardı.’ Dedem bu savaşlar sırasında iki kez ağır yara almış. Omzu, dizi ve ayağından yaralanmış, iki kez gazi unvanı şerefini kazanmış.”Mehmet TosunDedesinden kalan eserleri yakmak zorunda kalmışÇanakkale’nin Bigalı köyünden savaşa katılan Mehmet oğlu Mehmet, Gelibolu Yarımadası’nın güney bölgesinde bulunan 9. Tümen’in 27. Alay’ında görevli bir asker. Köyünden ve ailesinden uzakta Yarbay Şefik Bey’in komutasındaki 27. Alay’ın birliğinde çatışan Mehmet oğlu Mehmet, savaş devam ederken yaralanır ve cephe gerisindeki bir sargı yerine götürülür. Sargı yerinden yolunu bularak evine giden Mehmet Bey’in hikâyesini torununun torunu, Bigalı köyünde hem anne tarafından hem de baba tarafından şehit torunu olan Mehmet Tosun aktarıyor. “Dedem ilk çıkarma anlarında düşmana kurşun sıkanlardan biriymiş. Büyük dedem ve aynı zamanda büyük dedemin yanında gelen yakın köylüleri anneme şunu anlatmış: “Mehmet Bey savaş sırasında yaralandığı bir anda sargı yerlerine götürülmüş. Sargı yerinde bir süre kaldıktan sonra buraya gelen komutan ‘Anadolu’da yakın erlerden kim var?’ diye sormuş. Dedem de kendisinin olduğunu söylemiş. Çanakkale savaşlarında yiyecek, erzak ve bilhassa hayvanların yiyeceği çok az geldiği için zayıflayan hayvanları Anadolu’ya götürürlermiş, onlara da oradaki insanlar bakarmış beslensin diye. Dedeme de “Bana uğrayın. Sizinle birlikte bu hasta ve zayıf hayvanlar karşıya geçer.” denmiş. Görevlendirilen kişilerle birlikte dedemler bulundukları bölgeden karşıya geçmiş. Dedem hayvanları bakım için bir yere ulaştırdıktan sonra yolunu bulmuş, 100 kilometre yayan giderek köyümüze ulaşmış. Dedem evine varınca babası çok kızmış. ‘Komutandan izin aldın mı?’ diye sormuş. Dedem, izin almadım deyince, ‘Peki niye geldin?’ diye sitem etmiş. “Sabah kalktığımda seni burada görürsem döve döve teslim ederim.” demiş. Dedem de gece tekrar yola çıkarak birliğine teslim olmuş. Bir daha da gittiği yerden dönmemiş.” Çanakkale’nin aslında Türkiye’nin önsözü olduğunu söyleyen Tosun, dedesinden kalan birçok mektup, anı ve hatıranın 1980 yılında yapılan ihtilalden sonra Osmanlıca, Arapça eserlerin yasak denilerek yakıldığını ve o döneme ait çoğu tarihi belgelerin de kaybolup gittiğini üzülerek anlatıyor. Geriye kalan hatıralara, özellikle de dedesinin giymiş olduğu çarıklara değer veren Tosun, müzede özel bir yer ayırmış. Çarıklar, Tosun tarafından şöyle anlatılıyor: “Dedemin giymiş olduğu bu çarıklar, manda derisinden yapılmış ve o zamanın en iyi ayakkabıları. ‘Güneş vardır çarığı sıkar, çarık ayağı sıkar, ayak canı sıkar, can da insanı sıkar.’ Böyle anlatılır bu çarıklar. Çok ıslanır öyle giyilir. Giyildikten sonra güneş vurduğu zaman da sertleşir ve ayağı sıkar. Acaba bu ayakkabıları nasıl giydiler diye soruyorum çoğu zaman.”Serdar Halis AtaksorKorkar, kalleşlik yaparsam beni vurunBinbaşı Halis Bey, nam-ı diğer Kör Halis, Çanakkale ve İstiklal savaşlarında gazilik unvanı alan başarılı komutanlardan biriydi. Balkan Harbi’nde gözüne isabet eden şarapnel parçasıyla ağır yaralanmış ve yüzde 50 görme kaybına uğramıştı. O günden sonra lakabı Kör Halis olarak kalan gazi, atandığı 27. Alay’ın 3 taburunda görev almıştı. Kendi komutası altındaki erler tarafından cesaret timsali olarak adlandırılırdı. Torunu Serdar Halis Ataksor anlatıyor: “Karaya çıkan düşmanı karşılayan askerlerin komutanı olan dedem hakkında bilgilerin çoğunu babaannem ve cephede tuttuğu elyazması günlüklerden alıyoruz. Dedem, savaşın en çetin geçtiği günlerde Seddülbahir’de 20-30 kişilik İngiliz askeri ön keşif için karaya çıkmış. Dedem Halis Bey, erlerinin yanına gitmiş ve şu konuşmayı yapmış: ‘Burada görevimiz düşmanın karaya ayak basmasına engel olmaktır. Bir kişi dahi çıkarsa sizi vururum, ben de herhangi bir kalleşlik yaparsam siz de beni vurun.’ demiş.” Binbaşı Halis Bey’in nadiren siper içine girdiğini anlatan torunu Ataksor, “Dedem kolundan, iki ayağından bir mermi almış. Komutası altındaki askerler yaralı haline rağmen dedemin, ‘Düşman mutlaka denize dökülecektir’ dediğini ifade ediyor. Askerlerden biri dedemin hareketlerinin yavaşladığını fark edince ‘sıhhiye çavuşu’ diye bağırmış ancak dedem askerin morali bozulmasın diye susturmuş. Kan kaybından halsiz düşünce askerlerin yardımıyla cephe gerisine gitmiş. Dedem hastaneye götürülünce koluna hemen müdahale etmişler. Çok kan kaybediyormuş. Hemşireler üstünü çıkartmaya başlayınca çizmesine sıra gelmiş. Meğer ayağını da bir mermi sıyırmış. Kan orada çizmeyle derisi arasında sıkışıp beton etkisi yapmış ve çizme ancak kesilerek çıkartılabilmiş. Dedem onun acısını hissedememiş bile.”Aydoğan HelvacıKopan parmağını fark etmediHikâyesine kulak verdiğimiz ailelerden biri de Helvacı ailesi. Dedeleri Halil Çavuş, Anzakları Arıburnu’nda ilk karşılayan 27. Alay’da mücadele verenlerden biri. Dokuz yıl boyunca askerlik yapmış Halil Çavuş. Torunu Aydoğan Helvacı, dedesinden sıkça dinlediği bir anıyı paylaşıyor: “Askerler siperde karşı taarruza başlamış. Dedem o esnada tüfeğinin patlamadığını fark edince yüzbaşının yanına giderek ‘Yüzbaşım benim tüfeğim patlamıyor’ demiş. Yüzbaşı bir tüfeğe bakmış bir Halil Çavuş’un yüzüne. Şaşkınlıkla, ‘Ne patlamaması, senin parmağın kopmuş.’ demiş. Dedem ancak o zaman kopan parmağının acısını hissetmiş.”Torun Helvacı’nın dedesiyle ilgili anılarından biri de şehitlerle koyun koyuna uyudukları geceye ait: “Halil Çavuş bir grup askerle o kadar yorgundur ki uyumak için gösterilen bir barakaya girerler. İçerde uyuyanları rahatsız etmemek için boş buldukları yere sessizce yatarlar. Uyandıklarında ise şehitlerle koyun koyuna yattıklarını görürler.”Timsal KarabekirKur’anları kalplerinin üzerinde taşımışlarÇanakkale Muharebesi’ne yarbay olarak katılan Kazım Karabekir Paşa, Çanakkale’de Kerevizdere mevkiinde Fransızlarla çarpışır. Çadırına düşen bir bombanın hikâyesini Kazım Karabekir Paşa’nın üçüncü kızı olan Timsal Karabekir anlatıyor: “Kerevizdere’den su değil, kan akıyormuş. Karakedi denilen şarapnel parçası Kazım Karabekir’in çadırına düşmüş. Kendisi çadırın içinde olmadığı için kurtulmuş. Bombanın üzerinde onlarca delik varmış. Mehmetçik bomba havadayken nişan almış, delikler de onların kurşun izleri. Ben çocukken bunları gösterirdi. O insanlar hem savaştı hem tarihi yaptı hem de yazdılar. Askerler, kalplerinin üzerinde Kur’an-ı Kerim’lerini taşımış. Allah aşkı yüreklerinden eksik olmamış.”Hasan Hüseyin MaltepeSöyle bana Ömer’im kabahatim ne?Çanakkale üzerine birçok kitap yazan Hasan Hüseyin Maltepe, savaşın canlı tanıklarıyla görüşmüş. En çok etkilendiği hikâyelerden birini şöyle anlatıyor: “Niğde’ye gittiğimde emekli öğretmen Ömer isimli birisiyle tanıştım. Ömer, halasının yaşadığı hikâyeyi bana şöyle aktardı: ‘Benim bir Hatı halam vardı. Okulu bitirip öğretmen olduktan sonra yanına gittim. ‘Ömer’im büyümüşsün, öğretmen olmuşsun. Sana bir şey soracaktım. Onun sırası geldi. ‘Ömer’im beni önce evin büyüğüyle evlendirdiler. Askere gitti gelmedi, beni ortancaya verdiler. Onu da aldılar askere, o da gitti gelmedi. Küçüğüne kaldım. Onu da aldılar askere, o da gitti dönmedi. Bir gün kaynanam da bana ‘Ey uğursuz kadın, bütün erkeklerimi senin yüzünden kaybettim. Terk et bu evi.’ dedi. ‘Söyle bana Ömer’im. Adına Çanakkale derlermiş. ‘Bu işte benim kabahatim var mı?’ dedi. Kaynanasının o sözü yüreğine oturmuş ve ömür boyu yüreğinden çıkmamış Hatı halamın.”

Bu yol yüksekten korkmayanlara

0
0
Polonyalı mimar, bulunduğu binanın en üst katındaki iki ofisi toprak ve çimden oluşan asma yollarla birbirine bağladı. Çoğu kişi doğadan, güneşten ve temiz havadan yalıtılmış ruhsuz bir işyeri ortamda çalışıp kendini yorgun ve depresif hisseder. Polonyalı mimarlık şirketi Zalewski Architecture, tüm problemleri çözmek için ofisleri birbirine bağlayan, çalışanların bu yemyeşil çimenlikli yoldan gitmelerini sağlayan rüzgarlı ve dar bir asılı yol inşa etti. Bu dar ve dolambaçlı yürüyüş yolu eğlenceli bir ortam oluşturmanın yanı sıra başka bir amaca da hizmet ediyor. Sadece 80 santimetre genişliğindeki bu yol güneş ışığının miktarını en aza indiriyor. Yolun altındaki yansıtıcı da aşağıdan yukarıya yürüyüş yoluna bakanların rahat görmesini sağlıyor. Konsepti uygulamak binanın diğer sakinlerinden alması gereken izinlerden dolayı zor gerçekleşebilir, fakat ofis çalışanlarını bu düşünce bile başka dünyalara götürecektir, tabii yüksekten korkmayanlara.

Vidaların da duyguları var!

0
0
Sanatçıların duygularını dile getirmesinin en yaygın yolu resim, edebiyat, şiir sayılabilir. Bu sanatçı ise iç dünyasını duygu kattığı "vidalar" ile dile getiriyor. Bir nalbantın güçlü darbeleriyle kor ateşten çeliği döverek ürettiği çelik bir vida insani olarak duygusallığı tanımlayacak en son neslelerden biridir. Fakat, Oslo’da yaşayan İsveçli nalbant Tobbe Malm, sıradan çelik vidaları ve somunları sıradışı eserlere dönüştürerek ve onlara duygu yüklüyor. Tobbe Malm, Vida Şiiri (Bolt Poetry) adını verdiği seriyi nasıl oluşturduğu şöyle anlatıyor: "Bu vidalar, somunlar İsveç’te Bergsladen bölgesinin kalbinde eski bir çiftlikten geliyor. Ben onları bir ahırda buldum. Vidalar bana insan şekillerini hatırlattı ve bunu gösterebileceğimi hissettim. Onları ısıttım, dövdüm, büktüm ve kıvırdım. Bağlar, kavuşmalar ve durumlar oluşturmaya çalıştım ve birden bire keder, acı, sıcaklık ve mizaç hakkında hikayeler ortaya çıktı. Bir tür şiir oluştu. Bu nedenle yaptığım seriye bu ismi verdim."

Hiç de o kadar vahşi değillermiş!

0
0
Kendisine 'sincap dedikoducusu' diyen 20 yaşındaki Finlandiyalı fotoğrafçı Konsta Punkka, vahşi hayvan fotoğraflarından oluşan binlerce fotoğrafa sahip. Fotoğrafçı bu resimleri çekerken profesyonel fotoğraf makinesiyle birlikte iPhone’unu da kullanıyor.

Punkka, sıradışı fotoğraflarını nasıl çektiğiyle ilgili ise şunları söylüyor...

 

]]

Süper kahramanları hiç böyle görmediniz

0
0
Hrjoe Fotoğrafçılık tarafından gerçekleştirilen neşe dolu ve uzmanlık eseri fotoğrafları süper kahraman figürlerinin sadece çocuklar için olmadığını ispatlıyor.

Projenin arkasındaki fotoğrafçı Edy Hardjo, süper kahramanlarımıza eğlenceli ve bazen de ilginç şekillere yerleştirmek için detaylı, yüksek kaliteli hareket figürleri kullanıyor.

Figürleri mükemmel pozlara yerleştirdikten sonra resimleri desteklemek ve daha anlaşılır hale getirmek için Photoshop kullanıyor. Hobi olarak fotoğraf toplayan birisi için bu fotoğrafçı fevkalade bir iş yapıyor.

Fotoğrafçı, fikirlerinin kaynağı olarak günlük yaşantısını kullandığını belirterek, yaptığım hepsi sıradan olanı sıradışı olanla değiştirmek dedi.

]]

Bu kampanya centilmen erkeklere sesleniyor

0
0
 “Bir babanın oğluna öğretebileceği en güzel şey, kadına saygıdır.” sloganıyla yola çıkan MARKAFED, farkındalık hareketi oluşturmaya çalışıyor. Ekip, toplumda kadın sorunlarıyla ilgili ‘ben de varım' diyen, bu konuda söyleyecek sözü, ortaya koyacak fikri olan, kadın-erkek, yaşlı-genç, doğudan batıdan bu işe inanan herkesin özellikle de erkekleri destek olmaya çağırıyor.

Federasyonun amacı, olumsuz örnekleri paylaşmak yerine olumlu örneklerin sayısını artırarak işe başlamak. Bunu yaparken niyetlerinin sorunları görmezden gelmek değil, çözüm odaklı yaklaşımı benimsetmek olduğunu söylüyorlar. Bir iyilik ve sevgi hareketi başlatmak istediklerini söyleyen Federasyon Başkanı Banu Yalvaç Pehlivan, “Ülkemizde kadınlarımızın şiddetten istismara, eğitimsizliğe kadar birçok sorunla iç içe yaşadıkları hepimizin bildiği bir gerçek. Bu sorunların çözümünde bir adım da bizler atmak istedik ve ‘Bizce Kadın' hareketini başlattık.” diyor. Banu Hanım, başlattıkları kampanyanın bir kelebek etkisi meydana getirmesini ümit ettiklerini belirtiyor ve ekliyor: “Kadına hak ettiği saygıyı gösteren erkeklerin sayısının artmasında bir vesile de biz oluruz belki. ‘Bizce Kadın' hareketini sadece 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'ne yönelik bir çalışma olarak düşünmedik. Yıl boyunca hem kadınlarımızın sosyal hayattaki konumunu güçlendirme hem de toplumumuzda kadın sorunlarına yönelik farkındalık artırmaya yönelik eğitim ve kampanya çalışmalarımız devam edecek.”

Kampanya kapsamında bir de yarışma düzenlemişler. Yarışmada en centilmen ve en sağduyulu beyleri seçecekler. Erkeklerden, hayatlarına renk ve değer katan kadının 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü anlamlı bir mesajla kutlamasını istiyorlar. Bu kutlamanın da fotoğraf veya videosunu #BizceKadın etiketiyle sosyal medya hesaplarında veya derneğin internet sitesinde paylaşmalarını talep ediyorlar. Zira yarışmada dereceye girenlere birbirinden güzel hediyeler var. Bizden söylemesi…

]]

Kadının çalışma hayatına girmesinde İran bizi geçti

0
0
Nur Ger, daha 16 yaşındayken kendi kendine ‘Ben işletme ya da iktisat okuyacağım. Yönetici olacağım.’ diyen başarılı bir işkadını. O, ilk firmasını 24 yaşındayken kurar. Aynı zamanda Galatasaray Lisesi’ne kabul edilen 2. kız öğrenci. Lise sonda ise kazandığı bursla Amerika’ya gider. Döndüğünde ise Boğaziçi Üniversitesi’nde İşletme okur.  Yüksek lisansını ise iki sene sonra aynı fakültenin Ekonomi ve Uluslararası Dış İlişkilerden okur. Şimdi ise Suteks Tekstil Yönetim Kurulu genel başkanı görevini yürüten Nur Ger’in başarısı sadece bu kadarla da sınırlı değil. Kadın çalışanlarına sağladığı esnek çalışma programı kendisine Birleşmiş Milletler’den ödül kazandırdı. Aynı zamanda TÜSİAD’ın kadın-erkek eşitliği çalışma grup başkanlığı da yapan Nur Ger’in 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle söyledikleri, ülkemiz kadınları için oldukça dikkat çekici.  

Kadınların iş hayatındaki konumu, yaşadıkları ve olumsuz şartlarına karşı gösterdiğiniz bu hassas duruş geçmişte bir şeylere dayanıyor mu?

Cinsiyet eşitsizliğiyle ilk Galatasaray Lisesi'ne gittiğimde karşılaştım. O dönemde lise erkek ağırlıklıydı. Biz geldiğimizde insanlar, ‘Bunlar da nereden çıktı?' der gibi bakıyorlardı. Yaklaşık 500 erkeğin içinde olurken toplam 13-14 kız öğrenciydik. Bu şartlar da benim bu konuda bilenmeme neden oldu diyebiliriz.

Ailemde hiçbir şekilde cinsiyet ayrımcılığı ile karşılaşmadım. Hatta babam hafta sonları beni yanında götürür birlikte alacaklarımızı tahsis ederdik. Aynı şekilde iyi okullarda okumam için de gayret ederlerdi. Tabii bunun bir diğer sebebi de hayırlı bir kısmet için bu kadar nitelikli yetiştiriliyordum.

Hayırlı bir kısmet için mi?

Tabii ki. 12 yaşımdan itibaren bunun altyapısı da hazırlanıyordu. Okusun, eğitiminden geri kalmasın. Ama öyle illa da yönetici olsun, kendi başına bir şeyler başarsın diye çok düşündüklerini de sanmıyorum. Bu da böyle bir gerçek. Ama bunlar benim daha da güçlenmemi sağladı. Gerçi istedikleri gibi de oldu, mezun olunca evlendim ve çocuğum oldu.

İlk firmanızı 24 yaşında kurduğunuzu söylüyorsunuz, bu nasıl oldu?

Amerika'dan geldikten 5 gün sonra babamı kaybettik. Bir süre annemle babamın mesleğini devam ettirmeye çalıştık. Ben bir yandan da simultane çeviri yapmaya başladım. Hatta bu anlamda o dönem ilklerden olduğumu da belirteyim. Maddi kaygılar biraz buna sürükledi diyebiliriz ama iyi bir para kazandım o dönemde. Yüksek lisansımı da ekonomi ve uluslararası dış ilişkilerde yaptım. Kendimi iyi bir yönetici olarak hazırlamaya çalıştım. İşim de yüksek lisanstaki bir projemin fiiliyata dönüşmüş hali oldu.

Peki gelelim kadınların çalışma hayatına. Bu konudaki düşünceleriniz neler?

Gelişen bir ülkeyiz. Fakat gelişme hızımız dünyadakilerden geri kaldığı için de mutsuzuz. Biz istiyoruz ki dünyanın en gelişmiş seviyesini bugün var edelim. Ama istatistikler sana dünyada sondan 6.-7.sin diyor. Kadının çalışma hayatında olmaması, Parlamento'da yer almaması, toplum içinde yer bulmaması, kadın cinayetlerinin artması dünyanın en gelişmiş seviyesine çıkmayı desteklemiyor. Gelişmiş ülkelerin çalışma hayatlarına bakın. Kadın ve erkek eşit, çocukların eğitimi de devlet tarafından nitelikli şekilde karşılanıyor. Böyle bir durumda 2-3 tane de çocuk doğururum. Gözüm arkada kalmaz, korkmam. Hayal edilen ve istenilen ortam bu. Bu sağlanmadığı müddetçe ben kalkınacağımıza inanmıyorum. Ülke bir yere kadar gelip tıkanır. Bugün bir çocuğun nitelikli olarak eğitilip okutulabilmesi, hayata kazandırılması ile ilgili ciddi bir ekonomik kazancın olması lazım. Eğer bu ekonomik geliri 3'e katlayabiliyorsa, istediği kadar çocuk yapsın. Ama neden artık insanlar 1-2 ile sınırlı kalıyor. Ona o imkânları sağlayacak kendisinin ekonomik yapısı yok ki çocuğa bakabilsin.

Bu imkânlar için nasıl bir politika gerekli?

Bu ülkede yüzde yüz enflasyon vardı. 2002'de AK Parti geldi ve dedi ki ‘Ben bunun başını ezerim. Bu ekonomiyi düzeltirim' ve 10 yılda bitirdi. Demek ki bu işler bu düzeyde kararlılıkla, istekle, adanmışlıkla yapılırsa 10 yıllık bir mesele. Yüz yıllık değil. Yeter ki bu kararlılık olsun. Yüzde yüz enflasyon ile nasıl ülke kalkınmazsa, bu kadın erkek eşitsizliğiyle de ülke kalkınmaz. Büyükşehir, kasaba ve köylerde siz kendinizi adayacaksınız. “Ben okuma yazma bilmeyen kadın bırakmayacağım. Meslek eğitimi verdirmek için elimden geleni yapacağım. Çocuklar için kreşler açacağım. Ve ben 10 yıl içinde bu kadınları çalışma hayatının içine sokacağım.” demeli.

işveren kadına ‘kaç çocuk yapacaksın?’ diye sormamalı!

Kadın hayatın içinde olmalı. Eğitilmeli, meslek sahibi edilmeli. Burada fırsat eşitliği sağlanmalı. Hatta pozitif ayrımcılık yapılmalı, kadınsa daha çok desteklenmeli. Oysaki pozitif ayrımcılığa karşı çıkılıyor. Hayır. Şartlar eşit değil. Siz 1., 5. ve 6. derece bölgesel teşvikler koyuyorsunuz. Bu geri durumu ortadan kaldırmak için teşvik politikası uygulanıyor. Diyorum ki o zaman onun adını kaldırıyoruz kalkınmada öncelikli bölgelerde pozitif ayrımcılık politikası koyalım. Japonya Başbakanı Abe, “Ben 10 yıl içinde bu toplumda kadınların hepsini farklı bir yere getirmeye adandım. Çünkü başka türlü 10. ekonomi olamam.” diyor. Türkiye'de de eğitim için ekstra teşviklerin verilmesi lazım. Ailelerin kız çocuklarını okutmaları için desteklenmeleri lazım. İş alanlarında fırsat eşitliği lazım. İşe alırken ‘Kaç çocuk doğuracaksın? Ne zaman evleneceksin?' işveren bunu sormayacak bile. Çünkü kreşi açık, endişe etmeyecek. Bugün için hayal gibi geliyor ama Cumhuriyet'i kurmak da hayaldi. Bazı hayaller olmadığı zaman gerçekleşmiyor. Bana artık hayal gibi de gelmiyor. Daha fazla kadın çalışma hayatına kendisi isteyerek girecek. Tersi mümkün değil. İran bizi geçmiş. Çalışma hayatında kadınlar daha fazla.

Kadına şiddetteki artışın sebebi sizce ne?

Kadın cinayetleri 7 yılda bin 400 arttı. Özgecan olayından sonra Mersin'de de bir olay oldu. Peki Meclis'in son bir hafta içinde yaşanılanlara bakar mısınız? Ben sizle mutabık olmayabilirim. Siz de benimle mutabık olmayabilirsiniz, zaten olmak da zorunda değilsiniz. Ancak mutabık olmadığımız alanları kazıyarak birbirimize düşman mı olacağız, yoksa mutabık olduğumuz alanları el ele tutuşup zamanla birbirimizi anlar hale mi geleceğiz? Uzlaşma dili budur. Ve bu dil hakim olmadığı için ülkede her alanda şiddet görüyorsunuz. Bir insan, bir topluluk ne zaman kızgın hale gelir? Duyulmadığı zaman. Bunun adı da ifade özgürlüğü. Devlet, hükümet bu ortamı sağlayacak. Gençlerin yüzde 25'i işsizlikte. Bu gençler geleceklerini umutlu görmüyor. En azından bunu ifade etme hakları yok mu? Herkesin el ele birlikte yaşayabileceği ortamın olması lazım. Ben bunu göremiyor ve şiddetin sebebini de bu olarak analiz ediyorum.

Bizde çocuklu kadınlar çalışma saatlerini kendisi ayarlıyor

Biraz da SUTEKS’in hikâyesini anlatır mısınız?

Üniversitedeki hocam, “Çocuklar, bu ülkenin uzun yıllar dövize ihtiyacı olacak. Dolayısıyla döviz getirici sektörlerde iş yapın.” demişti. Ben de kafaya koymuştum. Ya ihracat ya turizmle uğraşacaktım. Tabii temelinde önce memlekete hayırlı bir iş yapma düşüncesi var. Ben de mücadele ederek bir yere geldim.

Peki SUTEKS kadın çalışanlarına nasıl bir imkân sağlıyor?

O zamanlardan şunu diyordum: ‘Ben işveren olduğum zaman kadın çalışanlarıma sıkıntı yaşatmayacağım.’ çünkü biliyorum. Çocuğu olan kadının aklı evde olacak. Bunu hissediyorsunuz. Hamilelik dönemi iyi veya kötü geçebilir. O kadar çalışmış, üniversite bitirmiş. Hatta nerede çalışırsa çalışsın emek vermiş. Onun bu dönemlerinde destek olmalı. Şu an gündemde 2 yasal düzenleme var. Biz aşağı yukarı 14 senedir Suteks olarak bunları uyguluyoruz. Birleşmiş Milletler’den ödül almamızın sebebi de bu. Bizde çalışanlar, çalışma saatini kendisi belirliyor. Bu kapsamda belediyelerin kreş açma zorunluluğu olması lazım. Nasıl ki Sağlık Bakanlığı’nın aile hekimliği var. Sayısı ve bölgesi nüfus yoğunluğuna göre. O büyüklükte tüm belediyelerin kreş açması gerekmektedir.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü için mesajınız nedir?

8 Mart’ı erkeklerin kutlaması lazım. Kadınların kadınlar arası kutladığı bir şey değil. Gazetelerde, köşe yazılarında hep şunu görüyoruz: ‘Kadın hareketine güveniyoruz. Destekliyoruz.’ Ben de onlara diyorum ki: ‘Ben de size güvenmek istiyorum. Yanımızda olun. Kadına karşı bütün haksızlıkların karşısında durun. Hadi erkekler!’

]]

İş dünyasında markayı da kadın yapar

0
0
 Fakat siz onun zayıf durduğuna bakmayın, her darbede tekrar güçlenerek toplumdaki yerini aldı. ‘Yuvasını yapan dişi kuş’ iş hayatında da kendini gösterdi. Siyasette olduğu gibi iş dünyasının karar alma mekanizmasında da erkek egemenliği hâkim gibi görülse de kadınlar bu alanı bırakmamakta kararlı. Kadın hakları noktasında çıkmazlar yaşayan ülkemizde rol model haline gelen kadınlar, gün geçtikçe artıyor.

Sabancı Holding (Güler Sabancı), Akbank (Suzan Sabancı Dinçer), Intel (Ayşegül İldeniz) marka kadınlar tarafından yönetiliyor. TÜSİAD gibi önemli bir kuruluşa yine başarılı bir kadın başkanlık yapıyor (Allianz Sigorta ile Allianz Hayat ve Emeklilik Yönetim Kurulu Başkanı ve Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Üyesi Cansen Başaran-Symes). Marketing Türkiye Dergisi’nin yaptırdığı “Kadın Yöneticiler Algı Araştırması” Türkiye’de en çok tanınan, en itibarlı ve yurtdışında Türkiye’yi en iyi temsil eden kadın yöneticileri ortaya koydu. Araştırmaya göre Sakıp Sabancı’nın vefatının ardından grubun liderliğini üstlenen Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, ‘En itibarlı kadın yönetici’ olarak kabul ediliyor. En itibarlı 10 kadından 5’inin ortak özelliği ise Boğaziçi Üniversitesi mezunu olmaları. ‘Kadın Yöneticiler Algı Araştırması’nın bilinirlik sıralamasına baktığımızda Doğan TV Yönetim Kurulu Üyesi Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın en tanınan kadın yönetici olduğunu görüyoruz. TÜSİAD tarihindeki ilk kadın başkan olma özelliğiyle de kadınlar için rol model olan Yalçındağ, 35 yaş ve üzeri katılımcılar arasında daha fazla tanınıyor (yüzde 45). Tat Gıda Genel Müdürü Arzu Aslan Kesimer ise en çok 24 yaş ve altı genç katılımcılar tarafından tanınıyor. Boyner Holding Yönetim Kurulu Üyesi Nazlı Ümit Boyner ve İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı’nın bilinirliği, katılımcıların yaşı arttıkça yükseliyor. 2004’ten bu yana İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı sürdüren Oya Eczacıbaşı, Museum of Modern Art (MoMA) Uluslararası Konseyi’nde de yer alıyor. Eczacıbaşı, en itibarlı kadın yöneticiler ve en çok tanınan kadın yöneticiler arasında dördüncü sırada bulunuyor. Fransa Cumhuriyeti tarafından Chevalier dans I’Ordre National de la Legion d’Honneur madalyası verilen Eczacıbaşı, ülkemizi yurtdışında temsil eden kadınlar arasında da dördüncü sırada bulunuyor. TÜSİAD’ın tarihindeki ikinci kadın başkanı olan Ümit Boyner, Kadın Girişimciler Derneği’nin de (KAGİDER) kurucusu. Boyner, en fazla tanınan beşinci kadın yönetici. Türkiye’nin en itibarlı yedinci kadını Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, Global ilişkiler Forumu Yönetim Kurulu üyesi ve İstanbul Lüksemburg fahri konsolosu olan Dinçer, Chatham House Mütevelli Heyeti’nde bulunuyor. Dinçer ayrıca 2010-2014 yılları arasında iki dönem boyunca DEİK/ Türk–İngiliz İş Konseyi başkanlığı görevini üstlendi. Dinçer Türkiye’yi yurtdışında temsil eden başarılı kadın yöneticiler sıralamasında 11. sırada bulunuyor.

]]

Ekonomide ev hanımının görünmez eli var

0
0
İstihdama katılan ya da katılmayan her kadının görünmeyen emeği, ekonomi için çok şey ifade ediyor. 2006 yılında yapılan bir araştırmaya göre, ev işlerinde sarf edilen emek değerinin yıllık milli gelirdeki karşılığı, yüzde 24'ü ile yüzde 45'i arasında. Yani bu işlerin yüzde 86'sını kadınlar yapıyor. Bu nedenle halihazırda ücretli sektörde çalışan kadınlar, evde yapmaya devam ettikleri işler ve bakım hizmetleriyle de ikinci bir vardiya çalışmış oluyor. Ülkemizdeki 27 milyon kadından sadece 8 milyonu istihdam ediliyor. Eğitim alma fırsatı bulamadığı için kayıt dışı çalışan kadın nüfusu ise oldukça fazla. Hem dışarıda hem de ev içinde çalışan kadının durumunu ‘çifte yük' olarak adlandıran Kadın Girişimciler Derneği Başkanı (KAGİDER) Dr. Gülden Türktan, “Pek çok kadın başarıyla bunun üstesinden geliyor. Zira kadın çok yönlü. Örneğin yemek yaparken işi düşünebiliyor, işte ise çocuğun okuldan eve gelip gelmediğini takip edebiliyor. Çünkü kadın her üstlendiği işin altından kalkma sorumluluğuyla çalışıyor. Erkeğin bakış açısı, bu gayreti görmesi, takdir etmesi ve destek olması çok önemli. Her ne kadar iş ve yaşam dengesi kadının aleyhine olsa da kadının bu dengeyi görmezden gelmesi, çocuğunun da en kritik yıllarının üstesinden gelmesini sağlıyor.” diyor. Türktan, çalışan ve çalışmayan kadınların ev ekonomisine katkısını şöyle değerlendiriyor: “ANKA Kadın Araştırma Merkezi'nin 2013'te çıkardığı ‘Kadının Görünmeyen Emeği: İkinci Vardiya' isimli raporu, çalışma durumu incelendiğinde istihdama katılan kadınların ev içi iş yüklerinin ev kadınlarına göre daha az olduğunu belirtiyor. Burada iki neden olabilir, bunlardan birincisi kadın, erkek ile ev içi işi paylaşıyor, ikincisi ise dışarıdan ücretli işçi tutuyor. İkinci nedeni ele alırsak, çalışan kadın ev ekonomisine çalışarak destek olurken, ev kadını ev içi emeğini ücretsiz olarak yapıyor ve yine ev ekonomisine katkıda bulunuyor. Yani kadının işi gibi gözüken ev içi işleri üstlenmesi temelde ev ekonomisine katkı sağlayan bir sonuç. Üçüncü açıklama ise çalışan kadının ev işlerinde daha verimli olması gereği ve gerçeğidir. Zamana karşı bir yarış oluşuyor.”

‘ÜCRETSİZ MAHALLE YUVALARI AÇILMADAN, ÇALIŞAN KADININ SORUNU AŞILMAZ'

“Türk kadını her zaman üretiyordu.” diyen Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı Başkanı Didem Demircan ise kadınların hayatın her noktasında çalıştığını anlatıyor. Tarlada sebzesini, meyvesini, evde tarhanasını, turşusunu, kıyafetinden yemesine, içmesine, eğitimine kadar çocuğunu yetiştirebilen kadının, ciddi bir emeği olduğunu kaydediyor. Demircan, “Kadınlar çok güçlü bireyler. Yoksullukla mücadele ediyorlar, ev idare ediyorlar, çocuk yetiştiriyorlar, evde ya da dışarıda çalışıyorlar.” diyor. Sivil toplum kuruluşları olarak kadına gücünü hissettirmek istediklerini söyleyen Demircan, “Mesela bizim eğitim programlarımız kadınların tecrübeleri üzerine kuruludur. Onlarda var olan bu gücü, kapasiteyi ortaya çıkarmakla yükümlüyüz.” ifadelerini kullanıyor. Vakfın ‘Türkiye Geneli Kadın Girişimciliği Araştırmaları'nı paylaşan Demircan, kadınları girişimciliğe yönlendiren sebeplerden birincisinin kendi işini yapan başka kadınlar olduğunu belirtiyor. Çalışan kadın oranının yüzde 30 civarında olduğuna, işsiz kadın sayısının ise yüzde 10 olduğuna değinen Demircan, şunlara dikkat çekiyor: “Geriye kalan yüzde 60 ya iş aramıyor ya da iş aramayla ilgili ümidini yitirmiş. Neden? Çünkü bu kadınların birçoğunun eğitim durumu yeterli değil. Toplum tarafından aile içi sorumlulukları tanımlanmış ve o yüzden evindeki çocuğuna bakmak zorunda, yaşlıya, engelliye bakmak zorunda. Dar gelirliye yönelik kurulmuş çocuk yuvaları yok. Dolayısıyla kadın bu çocuğunu nereye bırakıp iş arasın? Ya da ekonomik olarak aktif olsun. Dolayısıyla devlet birtakım olanakları sağlamadan yüzde 60 kadını ekonominin içine çekmesi mümkün değil. Her şeyden önce kreş olayını çözmek lazım. Ücretsiz mahalle yuvaları açılmadan bu sorun aşılmaz. Devlet kendisi açabilir bu kreşleri ya da sosyal oluşumlar tarafından desteklenebilir ama her mahallede muhakkak bir kreş olmalı. Çocuk yaşadığı ortamdan uzaklaşmamalı.”

]]

Çalışan kadınlar için ‘Hayatı Kolaylaştırma Rehberi’

0
0
Çalışan kadının kaygıları bebeğinin varlığı öğrendiği an başlar. Çocuk dünyaya gözlerini açtığında ise; gerçeklerle yüzleşme zamanıdır artık. Bir de eş-dost-akrabanın “Çalışacak mısın? Küçücük bebeği kime bırakacaksın?” mobingini unutmamak gerekir. Öncelikle tüm meraklı ve önyargılı insanlara kulaklarınızı tıkayıp kendi kararınızı kendiniz vermelisiniz. Eğer maddi ya da manevi gerekçelerle çalışma hayatına geri dönecekseniz; size birkaç tavsiyemiz olacak…   

Gerçekten ‘çalışan kadın’ olmak istiyor musunuz?

Daha yolun başında bilmelisiniz; hayatınız öyle çok da kolay olmayacak. Çocuk, eş, ev ve iş hayatını dengeli şekilde götürmek için hem bedenen hem de ruhen fedakarlıkta bulunmalısınız. Bu yoğunluğu göğüsleyebilecek kadar ruhen güçlüyseniz halinizden şikayet etmeyecek, hatta sevdiklerinizin ihtiyaçlarını karşıladıkça mutluluk duyacaksınızdır. Bu ruh hali de size “yaşam enerjisi” olarak geri dönecek. Aksi halde yükünüzün ağırlığını hissettikçe daha çok yorulacak, sinirlenecek ve “geçimsiz” birine dönüşeceksiniz.

Uykudan fedakarlık…

İnsanlar kas-kemik yapısı ya da beslenme içeriğinden değil; öncelikle ruhundan güç alır. Aldığı gücü yaşam enerjisine dönüştürerek de keyiflice yaşam sürer. Dolayısıyla; kendinizi iyi hissetmeniz için illa da çocuklar gibi 8 saat uyumanıza gerek yok. Yetişkin birinin 5-6 saat uyuması çoğu zaman yeterlidir. Unutmayın; insanı gündelik koşuşturmacalar değil; kaygılar, karşılanmamış beklentiler, enerjisizlik ve mutsuzluk yorar. Ruhunuz dingin, keyfiniz yerindeyse yeni güne başlamak için de sebepleriniz varsa 5 saat sonra bomba gibi uyanacaksınız!

Güne erken başlayın...

Daha gün ağarmadan yeni güne başlamak sizi oldukça enerjik, zinde ve huzurlu yapar. Eğer çocuklarınız küçükse ve kendinize evde vakit ayırmakta güçlük çekiyorsanız o zaman günün ilk 1 saatini yapılacak işleri düşünmeden kahvenizi içerek değerlendirmelisiniz. Bu esnada kitap okuyabilir, hafif müzik dinleyebilir, spor yapabilir, ibadet edebilirsiniz. Moral depoladıktan sonra akşam yemeğini yapabilirsiniz. Makineye çamaşır atabilirsiniz. Mütevazı bir kahvaltı da hazırlayabilirsiniz. Unutmayın; sabah kahvaltısının mutlulukla ilişkisi bilimsel olarak da ispatlanmış.

İşten eve gelirken…

Saatlerdir dışarıdasınız ve çok yoruldunuz, haklısınız. Dönüş yolunda iken tüm gün yaşadıklarınızı, zihninizde gezinen insanları bir kenara atın. Sizi özlemle bekleyen bebeğinizi, çocuğunuzu düşünün. Onları ne kadar çok özlediğinizi, sevdiğinizi… Evet; içiniz kıpır kıpır oldu değil mi? Şimdi hasretle kucaklaşma zamanı! Sabah saatlerinde evdeki rutin işleri bitirdiğiniz için akşam yemeğine kadar sadece çocuklarınızla ilgilenin, çok acil bir durum yoksa cep telefonunuzu sessize alın. Çocuklarınızla sohbet edin. Oyunlar oynayın, kitap okuyun.

Hafta içini ailenizle geçirin, düzeninizi bozmayın.

Misafirleriniz için haftada bir gün en müsait olduğunuz zaman dilimini seçin. (Özellikle çocukları küçük olan aileler) Hafta içi günlük programınızı kimse aksatmamalı. Aksi halde; çocuklarınıza vakit ayıramazsınız, misafir ağırlama derdine düştüğünüz için stresli olursunuz. Duygusal anlamda doyuma ulaşmayan çocuklar; mızıklanır, annesinin yanından ayrılmak istemez, sürekli sorun çıkarır, gündelik yaşama uyum sağlamakta zorlanır.

Mükemmeliyetçi olmayın!

Mükemmeliyetçiliği alışkanlık haline getiren insanların aslında bu yolla duygusal yoksunluklarını (farkında olmadan) gidermeye çalıştığını biliyor muydunuz? Mükemmel insan yoktur. Çalışan kadınsa; ne kadar isterse istesin mükemmel olamaz. Burada önemli olan; annenin elinden geleni, gücünün yettiğini içtenlikle yaptığını bilmesidir. Hayatı doğal formunda yaşamak; hem gündelik yaşamı kolaylaştırır hem de bireysel kaygıları azaltır. Dolayısıyla insanlık halidir; bazen akşam yemeği yapılamamış olabilir, sabah tüm aile uyuyakalıp işe-okula geç kalabilir, dağınık ve tozlu bir evde misafir ağırlanabilir, çamaşırlar vaktinde yıkanmayabilir. Tüm bunları gülümsemeyle karşılamak sizi yetersiz, suçlu ya da beceriksiz yapmaz.

Bakıcınızdan her şeyi yapmasını beklemeyin.

Çocuklarınızın bakımı için evinizde bulunan kişiye fazla sorumluluk vermeyin. Bakıcının ana görevi çocukların ihtiyaçlarını “vaktinde ve yeterince” karşılamaktır. Vereceğiniz her yeni görev için gerekli zamanın çocuğunuzun vaktinden çalınacağını unutmayın. Üstelik; sizin beklentilerinizi karşılamaya çalışırken bakıcı, vazifelerini yetiştirme telaşına düşebilir, stresli hareket edebilir. Bu da direkt çocuğunuza huzursuzluk olarak yansır. Dolayısıyla tek bir kişi aynı zaman diliminde hem yemek, temizlik hem de çocuk bakımıyla ilgilenemez. Siz tercihinizi her zaman çocuktan yana kullanın.

Bakıcıyla çocuğun bağ kurmasından rahatsızlık duymayın.

Bebekler ilk iki yıl ihtiyacını kim karşılıyorsa; o kişiyle bağ kurar. Çocuğun hem anneyle, anne gittikten sonra da kaldığı bakıcısıyla bağ kurmasında pedagojik açıdan bir mahsur yoktur. Güvenli bağlanma sürecini sekteye uğratacak bir durum da değildir. Fakat; anne geldiğinde bebek bakıcısının kucağından inmiyorsa; çocuğun annesiyle bağlanma sorunu yaşadığını söyleyebiliriz. Burada annenin yapması gereken; bakıcı değiştirmek değildir asla. Bebeğine kendini vererek kaliteli zaman geçirmeye özen göstermelidir.

Ve… Daha mutlu ve sağlıklı olursunuz.

Çevrenizdeki kişilerin çalışan kadınları eksik görmesini, küçümsemesini umursamıyor, sorumluluklarınızı bir yük olarak görmüyor, onların varlığından güç, enerji alıyorsanız; sıradan insanlara göre daha sağlıklı bir ruh haline sahip olduğunuzu düşünebilirsiniz. Üstelik şanslı olduğunuzu da bilmelisiniz. Çünkü; siz işyerinde işleriniz, eve geldikten sonra da çocuk ve eşiniz derken gün tatlı bir telaşla-yorgunlukla son bulur. İşte en çok da bundan dolayı siz daha mutlu ve sağlıklı bir birey olursunuz…

]]

Kadına yönelik şiddet münferit değil, toplumsal bir sorun!

0
0
 Kadınları bu çalışmalara aktif olarak dâhil eden Kadın Platformu, 6 yıldır yaptığı çalışmalarla adından söz ettiriyor. Yalnızca Türkiye'deki kadınları değil, dünya kadınlarını da bir araya getirerek başarılı işlere imza atan platformun en önemli çalışması İstanbul Summit (İstanbul Zirvesi). Geçtiğimiz yıl 45 farklı ülkeden 300'ün üzerinde akademisyen, gazeteci, STK çalışanı, iş ve parlamento dünyasının önemli kadın isimlerini ağırladı. Her iki yılda bir düzenlediği uluslararası aile konferanslarıyla da aile kurumuna yerel ve dünyanın farklı yerlerinden gelen alanında uzman isimlerle önemli politikalar sunuyor. Platformun çalışmaları bunlarla da sınırlı değil. Kadınların güçlendirilmesine yönelik birçok panel düzenleniyor. Tüm bu çalışmalarını ve Türkiye'de kadınların konumunu konuşmak için GYV Kadın Platformu Genel Sekreteri Müşerref Özer'in kapısını çaldık.

GYV Kadın Platformu olarak hak ve özgürlükler bakımından cinsiyet eşitliği, kadınların ve kız çocuklarının güçlendirilmesini hedeflediklerini kaydeden Özer, çözüm için kadınların aktif olması gerektiğini dile getiriyor. Gündemden hiç düşmeyen kadına yönelik şiddetin münferit hadiseler değil, daha köklü bir toplumsal soruna işaret ettiğini belirten Müşerref Hanım, “Yakın zamanda, 32 kadın sivil toplum kuruluşunun da desteğiyle yayınladığımız bildiride de buna işaret ettik. ‘Kadına Karşı Her Türlü Şiddeti ve Kadın Cinayetlerini Kınıyoruz' başlığıyla yayınlanan bu bildiride, mevcut yasalardaki boşluklar ve uygulama problemlerinin yol açtığı cezasızlığın yanı sıra, kültürel kodlarımızdaki kadın algısının da bu şiddeti tetiklediğini vurguladık. Çözüm önerilerimizin başında, cinsiyet eşitliğine yönelik eğitim ve bunun yanında gerekli yasal düzenlemelerin yapılması vardı.” diyor. Müşerref Hanım, günümüz Türkiye'sinde kadınların en temel hakları olan güvenlik ve özgürlük için mücadele etmek zorunda kaldığına “Kadınlar siyasette, ekonomide, toplumsal alanda hak ve eşitlik arayışında olması gerekirken, maalesef şu anda kendilerini yaşam haklarını savunurken buluyorlar.” sözleriyle dikkat çekiyor. “Kadınlar halen ailede, okulda, sokakta, siyasette, iş hayatında büyük mücadeleler vermek durumunda kalıyor.” gerçeğine işaret eden Müşerref Özer, bu eşitsizliğin kalıcı bir şekilde ortadan kalkabilmesi için, insan olma paydasında değer ve saygınlık atfeden bir ahlak sisteminin inşa edilmesi gerektiğini vurguluyor.

DİNİN, KADINLARI EVE HAPSEDEN BİR MESAJI YOK

Her zaman ‘Evrensel Barışa Doğru' sloganıyla hareket ettiklerini dile getiren Müşerref Hanım, kadın haklarında en büyük problemin muhafazakar kesimde yaşandığı kanısına ise şöyle itiraz ediyor: “Dinin kadınları eve hapseden bir mesajı olduğunu düşünmüyorum. Gelenek merkezli bazı katı uygulamaların sırf din üzerinden okunmasını yanlış buluyorum. Şartları elverdiği ve bu konuda seçim hakları olduğu sürece, kadınların toplumsal alanda istedikleri rolü almalarına dinin engel teşkil eden bir hükmü bulunmuyor. Kaldı ki, kadınların toplumsal alandan dışlanmasının sadece Müslüman toplumlarda görülen bir vaka olmadığı da biliniyor.

]]

Acısıyla güçlenen kadınlar

0
0
Ancak insanları hayattan koparan bu acılar, onların her birini güçlü bir şekilde hayata bağladı. Adalet yerini bulsun diye mücadele veren bu kadınların hikâyeleri, gelecek nesil için birer ibret vesikası niteliğinde.

Roboskili kadınlar sadece adalet istiyor

AHMET GÖRÇÜM

Şırnak Uludere’de 28 Aralık 2011 gecesi düzenlenen hava operasyonunda kaçakçılık yapan 34 köylü hayatını kaybetti. Roboski diye hafızalara yer eden bu katliamda Emine Ürek, 16 yaşındaki oğlunu kaybetti. Ayrıca hayatını kaybeden diğer köylülerle de akrabaydı. Anne Ürek, katliamı yapanların ortaya çıkması için 4 yıldır adalet mücadelesi veriyor. O,  sonradan aynı bölgede devrilen askerî araca yardım için ilk koşanlar arasındaydı. Yalınayak, askerleri kurtarmaya giden acılı annenin çabası, Türkiye kardeşliğinin simgesi haline gelmişti. Emine Ürek’in şu ifadeleri binlerce açılıma denk: “Evladımı kaybettim, bari başka annelerin ciğeri yanmasın demiştim. Hâlâ kucağımda ölen asker için ağlıyorum. Biz de insanız, yüreğimiz dayanmıyor. Biz birlikten beraberlikten yanayız. Sadece kötüler ortaya çıksın istiyoruz.”  Muhtaç olsalar bile evladının ‘kan parasına’ el sürmeyeceğini belirten Emine Ürek, “Çocuklarıma kül yedirsem, toprak yedirsem de oğlumun parasını alıp yedirmem. Bu dünya fani. Bir şekilde geçer gider. Öbür dünyada çocuğumun karşısına geçemem. Parayı evime kadar getirseler bile almazdım. Başbakan’a ‘almayacağız’ dedik. Hesapta duran para Ankara’ya iade edildi.” ifadelerini kullanıyor.

EMİNE ÜREK

Faillerin ortaya çıkması için direniyoruz

Oğlu Yüksel’in acısını da bir an yüreğinden çıkarmadığını söylüyor Emine Hanım. Faillerin ortaya çıkması için 4 yıldır ‘Roboski için adalet’ eylemlerine katılan Ürek, “Biz çok direndik, direneceğiz. Kanımızın son damlasına kadar devletin bu failleri ortaya çıkarması için mücadele edeceğiz.” diyor. Roboskili annelerin devletten sadece adalet beklediğini dile getiren acılı anne, kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmediğini söylüyor: “Biz Türkiye Cumhuriyeti bayrağına bir kara leke olarak girdik. Bu kaşla göz arasında olan bir katliamdır. Dördüncü senemize girdik. Sadece devletten beklentimiz adalettir. Başbakan eşini buraya yolladığında biz ilk önce kabul etmeyecektik. Ama o da annedir, onun da çocukları var dedik, kabul ettik. O da ‘Başbakan’a anlatacağım’ diye söz verdi. Dileklerimizi dile getirdik ama ondan sonra Emine Hanım söylediyse, söylemediyse medyaları kapattılar.”

Kadınlar mücadele etmezse bütün çocuklara yazık olur

Şeyma ERCANLI

Türkiye’de direnişin ismi haline gelen kadınlardan birisi Gülsüm Elvan… Genç yaşta hayata tutunup, ekmek parasının peşinden koşmuş bir kadın o. 15 yaşındaki Berkin’i de ekmek almaya göndermişti. Gezi Parkı eylemlerinde polisin attığı biber gazı kapsülüyle 269 gün komada kalan Berkin hayat mücadelesini kaybetti.  Toplumun en gergin dönemlerinde acılı bir anne olarak vakur duruşuyla örnek oldu. Anne Elvan, 8 Mart için de “Kadınlar mücadele etmezse topluma da çocuklara da yazık olur.” mesajını veriyor. Kadınların her şartta güçlü durması gerektiğini belirten Gülsüm Elvan, “Ne kadar zor şartlarda olsalar da kadınlar, geri adım atmasın ve çocukları için, gelecek için mücadele etsin. Köhnemiş düzeni ancak inanarak düzeltebiliriz. Çocuklarım için ayaktayım. Direniyorum. Bende bu nefes oldukça asla vazgeçmeyeceğim.” diye de ekliyor.

Kadınlar haram lokma yedirmez

BETÜL TANRISEVEN

Semra Köse, sahur operasyonunda gözaltına alınan eski İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü Ömer Köse’nin eşi. Türkiye bu operasyonlarla tanıdı onları. Eşlerinin sonuna kadar arkasında durdular. Semra Hanım da eşinin tutuklanmasından sonra tüm hukuksuzluklarla mücadele veriyor. 8 günlük adliye süreci, eşinin tutuklanma haberi ve Silivri yollarında geçen aylar... Üç çocuğu var Köse çiftinin. Semra Hanım, 8 aydır çocuklarına hem annelik hem babalık yapıyor. Bütün bunların yanında eşi görevden ihraç edilince, maddi sorunları da tek başına göğüslüyor. Ara sıra ailesinden destek gören Köse, polis lojmanından çıkartıldıklarında evini tek başına taşımak zorunda kalır. Yapılan haksızlıkları her platformda dile getirmeye çalıştığını söyleyen Köse, hukuksuzlukların kendilerini yıldıramayacağını vurguluyor ve ekliyor: “Hak bildiğimizi söylemekten vazgeçecek değiliz. Biz kadınlar evlatlarımıza haram lokma yedirmeyiz. Bizim eşlerimiz de vatanını milletini seven haram lokma yemeyen, aldığı parayı hak etmeye çalışan insanlar. Milletin vicdanı bu kurulan tiyatro sahnesini yerle bir edecektir. ”

Somalı Kibariye, vefasıyla örnek oluyor

MUSTAFA KUŞEN, ÖMER ÇAKMAK

Kibariye Kutbey (39), Manisa Soma’da maden faciasında hayatını kaybeden 301 işçiden sadece birinin eşi. Aradan 10 ay geçti. Geride kalan üç çocuğuyla şimdi zor günler geçiriyor. Fakat onun azmi ve vefası takdir edilecek cinsten. Kibariye Hanım, çocuklarının dışında kayınpederi ve kayınvalidesine de bakıyor. Zira eşi ailesinin tek oğluydu. Kibariye Hanımın eşi vefat etmeden önce sık sık anne-babasını ziyaret edip, ihtiyaçlarını giderirmiş. “Şimdi sıra bende. Onlar eşimin emaneti.” diyor. Şimdi Kimse Yok mu Derneği’nin onlara verdiği evde hep birlikte oturuyorlar. Kibariye Hanım’ın duruşu takdire şayan: “Ben eşimi kaybettim, onlar da oğullarını kaybetti. Onlar bizim atamız. Eşim öldü diye onları yüzüstü bırakamam, bakmak zorundayım. Onlar da benim çocuklarıma bakıyor. Birbirimizin can yoldaşı oluyoruz. Kiramız falan olmadığı için eşim için bağlanan maaşla geçinip gidiyoruz. Halimize şükrediyoruz.”

]]

İçeride mi, yoksa dışarıda mı?

0
0

İsveçli Photoshop uzmanı Erik Johansson’un yaptığı sanat işi halen gücünü yitirmedi. Bunun nedeni onları daha gerçekçi ve huzursuz edici yaparak oluşturduğu karmaşık fotoğraflardır.

Johansson fotoğrafçı ve rötuşçu olarak çalışıyor. Fotoğrafçının resmi olarak yetkilendirilmiş fotoğrafları bile sanat işi. Aşağıdaki otomobilleri kapsayan fotoğraflar Avustralya’da Trafik Kazası Komisyonu tarafından uyuşturucu ilaçların etkisinde otomobil sürerken oluşan kafa karışıklığını yansıtması için fotoğrafçı görevlendirildi.

Fotoğrafçı, bir fotoğrafın yüzlerce görüntüden oluşmasına rağmen onların hepsinin bir şeyi resmetmesini istediğini belirtti.

]]

İTÜ'den arşivlik iki albüm

0
0
Kendi orkestrası ile usta sesleri buluşturan albümler için, Türkiye'nin ve müziğimizin zenginliğini yansıtacak nitelikte özel bir repertuvar çalışması yapılmış. Türk halk müziği türündeki Pür Nida, Anadolu'nun derin köklerinden beslenen halk türküleriyle yurdun dört bir yanından renkler taşıyor. 15 türkünün yer aldığı albümde Zara, Erol Parlak, Cengiz Özkan, Erdal Erzincan, Sevcan Orhan gibi isimler var. Klasik Türk müziği albümü Meşk-i Safa ise sanat müziğinin zengin varlığından yapılan titiz bir seçkiyle hazırlanmış. Şarkıları; Münip Utandı, Esma Başbuğ, Çiğdem Yarkın ve Adnan Çoban seslendiriyor.

Pür Nida-Meşk-i Safa

Karma

İTÜ Yayınları

Nail Yavuzoğlu'ndan Bas Duo

Nail Yavuzoğlu ismini cazseverler yakından biliyor. O aynı zamanda bir eğitmen. 30 yılı aşkın süredir İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı'nda ders veriyor. CRR caz orkestrasının şefliğini de yürüten sanatçı, şimdi de iki altı telli bas gitarı, üst üste çalarak oluşturduğu Bass Duo isimli projesi ile karşımızda. Albümdeki tüm eserler müzisyene ait. Albümün en farklı yanı ise caz müziğinin doğaçlama anlayışı ile Türk makam müziğinin taksim anlayışını sentezlemiş olması. Bas gitar için, bas hattı ile aynı anda akorları çalma tekniği geliştiren Yavuzoğlu, bas gitarın hem eşlik hem de bir solist enstrüman olarak ne kadar ifade gücüne sahip olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Bas Duo albümü hem cazseverler hem de Türk müziği âşıkları için çok farklı bir deneyim olacak.

Nail Yavuzoğlu

Bas Duo

Yavuz Plak

Aşık Mustafa Zengin Arşivi

Âşık Mustafa Zengin, yok olmaya yüz tutmuş özgün Alevi-Bektaşi geleneğinin son temsilcilerinden. Malatya-Kuluncaklı Halk Ozanı Mustafa Zengin'in eserleri ve derlemeleri ölümünden 32 yıl sonra bir albümde toplandı. Bu çalışma TRT kayıtlarından ve amatör ses kayıtlarından toparlanarak oluşturulmuş. Arşiv niteliğindeki bu çalışma üç yılı aşan oldukça yoğun ve meşakkatli bir kayıt toparlama ve bir araya getirme süreci sonrasında derlenmiş. Albümde; şu an kayıtlı yüz otuz civarı türküden 20 tanesine yer verilmiş. Zengin'in duygulu ve farklı sesi ile yoksulluk, sıla özlemi, doğa sevgisi, aşk acısını işleyen eserleri yer alıyor. Ayrıca iki yöresel halay ve iki derlemesi de çalışmaya dahil edilmiş. Albüm sadece âşıklık geleneğine değil türkü severler için de özel bir çalışma.

Âşık Mustafa Zengin

Arşiv

Kalan Müzik

]]

Bahara yolculuk başlıyor

0
0
Bu hafta vizyona girecek filmlerden biri ‘Selam: Bahara Yolculuk’. Kendini eğitime adamış ve bu uğurda birçok şeyi feda etmiş bir öğretmenin hikâyesini anlatan filmin başrol oyuncuları Gürol Güngör ve Mert Yavuzcan ile bir araya geldik. Filmle ilgili düşüncelerini aldık ve oynadıkları role nasıl hazırlandıklarını sorduk.

Selam; Bahara Yolculuk vizyona girdiğinde seyirciyi nasıl bir film bekliyor olacak? Nelerle karşılaşacağız?

Mert Yavuzcan:Bir yol hikâyesine tanık olacaklar açıkcası. Yolculuklar nasıldır bilirsiniz insanları heyecanlandırır ve yaşanılan tüm sıkıntılara rağmen bize birçok şey katar. Kim olduğunu anlarsın. Filmde de İsmail öğretmen ve Mehmet karakterlerinin yolculuğunu ve bir buluşma hikâyesini izleyeceğiz. Mendillerini hazırlasınlar.

Gürol Güngör:Kendini eğitime adamış ve bu uğurda birçok şeyi feda etmiş bir öğretmenin hikâyesini anlatan adanmışlık filmi, Bahara Yolculuk. Kendi adıma Kırgızistan’da kırk beş gün kaldım ve ilk günümden son günüme kadar ailemle görüntülü konuşma fırsatı buldum. Ama o insanlar oraya gözü kapalı hiçbir şey bilmeden ellerinde sadece bir valizle yola çıkıyor. Bunu oradaki insanlara eğitim vermek ve bir şeylerin tomurcuklarını atmak için yapıyorlar. Daha iyi hayat sunmak ve dilimizi dünyaya yaymak amaçları. İşte biz filmimizle buna değiniyoruz.

Hikâyeye dâhil olmanızda ve senaryoyu beğenmenizde sizi ikna eden etken neydi?

G.G.:Film için görüşmeye gittiğimde yapımcımız Haluk Örgün ve yönetmenimiz Hamdi Alkan ile bir araya geldik. Hepsiyle orada ilk kez tanışma fırsatı buldum ve film hakkında çok bilgim yoktu. Fakat oradaki samimiyet ve yaklaşım beni çok etkiledi. Senaryoyu da beğenmiştim. İki unsur bir araya geldiği zaman kaymaklı ekmek kadayıfı oldu benim için (gülüyor).

M.Y.:Senaryoyu okuduğumda gerçekçi olması ve bir dönem filmi niteliği taşıması hoşuma gitmişti. Oyuncu olarak bunlar her zaman ilgimi çekmiştir. Projelerimi seçerken hikâyeler önceliğim oluyor, sonrasında ise karakter geliyor. Genelde aşırı zıtlıkları olan, özü derinlikli ve ters açıya yatan karakterleri tercih ediyorum. Mehmet de benim için öyleydi. Başından sonuna büyük değişimin içinde olan bir roldü.

Film aynı zamanda bir dönemi de yansıtıyor. Olaylar Sovyetler birliğinden yeni ayrılan ve hâlâ etkisinden kurtulamamış olan Kırgızistan’da geçiyor.

M.Y.:Bir oyuncu olarak o dönemi tanıyıp bilmek bizim sorumluluğumuz. Kırgızistan komünist rejimden çıkmış ve kendini dünyaya yeni tanıtıyor. O dönemki cumhurbaşkanımız onlara büyük destek vermiş. Bu insanlar oraya Türkçe öğretmek ve eğitimin standardını yükseltmek için gidiyor ve her daim bu misyonu taşıyor. Sonuçta bir kültürün doğuşu eğitimden başlar. Bu çok güzel bir misyon ve bizlerin farkındalığını da artırdı. Çünkü işin aslını bizzat yaşayan insanlardan dinleyince bambaşka bakış açısına sahip oluyorsunuz. O realiteyi görmemiz hem rollerimize katkı sağladı hem de empati kurmamıza yardımcı oldu.

G.G.: Okuduğumuz kitaplar haricinde oradaki insanlarla tanışmak ve Mert’in dediği gibi onlardan yaşanılanları dinlemek çok büyük bir tecrübeydi. Neleri çektiklerini ilk ağızdan duyuyorsunuz. Kaldıkları barakaları görüyorsunuz. Yan tarafta duvarları ayıran sadece bir mukavva var o kadar. Ayrıca hiç bilmedikleri bir dilden söz ediyoruz. Vücut dillerini kullanarak o tohumları atıyorlar. Bu öğretmenler ve gönüllü kahramanlar gerçekten büyük işler başarmışlar.

Kırgızistan’da farklı bir iklim ve coğrafya ile karşılaştınız. Çekimler  yorucu geçmiş olmalı.

M.Y.:Açıkçası hava şartları çok cömert değildi (gülüyor).

G.G.:Bizim gittiğimizde güzel bir hava vardı, zaten mevsim ilkbahardı. Fakat sonlarına doğru donduk. Kar vardı tepelerde, aşağıya doğru sert rüzgârlar esiyordu. Göle giriyorduk, sıcaktı fakat çıktığımızda soğuktan titriyorduk. Ama tabiatı inanılmaz derecede güzel ve el değmemiş.

Filmi izlediğinizde neler hissettiniz?

G.G.:Filmi parça parça çekiyorsunuz, sahneyi biliyorsunuz ama montajdan sonraki halini oturup izlediğinizde oynadığınız filmde duygulanıp ağlıyorsunuz, ilginç. Yani ben ağladım, başkaları da muhakkak ağlayacaktır.

M.Y.:Ben inanılmaz etkilendim, etkilenmemek elde değil. Öyle sahneler var ki işin içindeyken görememişiz ama bağlandıktan sonra filmde görmek bambaşka. Oyuncu olarak atlaya atlaya çekiyorsunuz sonuçta. Her seyircinin yaşanmışlıklarını cımbızlayacağı anlar oldukça fazla.

Kadroda aynı zamanda birçok Kırgız oyuncu da yer alıyor, değil mi?

M.Y.:Evet, amatör oyuncular kadar profesyoneller de vardı. Örneğin filmde Sultanbek rolündeki Egemberdi Bekbolıev hem Bişkek’teki drama okulunun başkanı hem de devlet tiyatroları oyuncularından biriydi. Kendisi ile çalışmak, onu tanımak ve tecrübelerinden yararlanmak bizim için onurdu diyebilirim. Onunla sessiz oyunlarımız vardı ve replikli sahnelerimiz çok fazla yoktu. Ama birbirimizin dilini bilmeyişimiz bile bize engel olmuyordu ve başarıyorduk.

Rolleriniz için ata binme eğitimleri almışsınız. Eyersiz bir şekilde kayalık zeminde ata binmenin yine de zorlukları olmuştur...

M.Y:Büyük tecrübeydi benim için.

G.G:Bugüne kadar hiç eğersiz ata binmemiştim. İkimiz de daha önceden ata binmeyi az çok biliyorduk ancak ata binmekle eyersiz ata binmek arasında fark varmış.

M.Y:Hele ki Kırgız stiliyse (gülüyor).

Karaktere bürünebilmek için empati kurmanızın yanı sıra sizden neler vardı o rollerde?

G.G:Her karakter oyuncunun içerisinde olan bir şeydir, okursunuz, giyinirsiniz ve sunarsınız.. İsmail Öğretmen’e ben kendimden çok şey katmaya çalıştım. Ama gördüklerim ve öğrendiklerim de etkiliydi. Kötülüğe ve kaba kuvvete karşı hep sakin olmaya çalışan, konuşarak çözüme ulaşabilen ve barışa inanan bir insan İsmail Öğretmen. Zaten oradaki öğretmenlerin hepsi bu özellikleri taşıyor.

M.Y:İsmail Öğretmen’in tam tersi bir karakter Mehmet. Aralarında hep bir gözlem var. Seyirci de zaten Mehmet’in İsmail Öğretmen’le kendini keşfetmesine tanık olacak. Her insanın içinde var olan şey sevgi ama ne yazık ki günümüzde en çok şikâyet ettiğimiz şey de sevgisizlik. Herkes birbirine karşı öfke ve nefret duyuyor. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki şiddet olayları ve cehalet giderek çoğalıyor. Mehmet de tüm bunlardan biraz biraz etkilenmiş.

Filmin ana teması fedakârlık. Zaten hikâyesini de bunun üzerine kuruyor. Siz kendi yaşamınız için böyle bir fedakârlığa nasıl bakıyorsunuz? Gidebilir miydiniz?

G.G.:Bu çok zor bir şey. Ortamı gördüğünüz zaman idrak ediyorsunuz. Siz ülkenizi, ailenizi ve dostlarınızı geride bırakıp bilinmeze gidiyorsunuz. Geri dönmeye niyetiniz yok yani. Oralara gidip imkânsızlıklardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyor ve emeklerinizin karşılığını görüyorsunuz.. Bana şimdi Kırgızistan’a öğretmen olarak gider misiniz derseniz evet giderim. Ama oraya ilk giden kişiler gibi hiçbir şey bilmeden gidemezdim. Çünkü yokluklarla mücadele ediyorsunuz. Düşünün ki telefon, elektrik, telgraf ve hijyen yok, yok işte.

M.Y.: Oradaki insanları görünce anlıyorsunuz. Resmen bile bile gidiyorsunuz. Ne olacağı belli değil. Öyle insanlarla tanıştık ki eksi 40 derecede soğuklarda bir daha çocuk sahibi olamayacak hale gelseler de vazgeçmemişler. Sırf bu fedakarlık ve misyon uğruna kendi sağlıklarını görmeden bu işe gönül verip o ülkelere gitmişler. Bu duygu anlatılmaz.

]]
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live