Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Halk, polise güvenmek istiyor

$
0
0
Sokakta bir kavgaya şahit oldunuz, komşunuz eşine şiddet uyguluyor ya da bir hırsızlık vakasıyla karşı karşıyasınız. Aklınıza ilk kimi aramak gelir? TESEV, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde polise güven algısını araştırdı.Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Demokratikleşme Programı, “Toplum ve Polis: Türkiye’de Polise Güven Araştırması”yla Türkiye’deki polis algısını, vatandaşların polise duyduğu güveni ve hak ihlallerine bakışını masaya yatırdı.Türkiye’nin bütün bölgelerinde yapılan araştırma Johns Hopkins Üniversitesi’nden araştırmacı Nur Kırmızıdağ tarafından kaleme alındı. Rapor, Türkiye’de kamuoyunun polise duyduğu güveni oluşturan unsurlar, bu algıyı etkileyen faktörler, polisle işbirliği yapmanın koşulları ve ihtar ve talimatlara uymanın düzeyine ilişkin sorulara yanıt bulmak amacıyla hazırlandı.Rapora göre toplumun yüzde 60’ı ‘kanunları çiğneyen polis memurlarının cezasız kaldığını’ düşünüyor. Polisin ihtiyaçlara duyarlı ve adil cevap vermediğine inanan vatandaşlar, polisle işbirliği yapmaya sıcak bakarken ‘itaat etmek’ istemiyor.Polis reformuyla beraber değişen ‘güvenlikçi’ polis algısı, toplumda ‘polis ihlallerinin cezasız kaldığı olaylar’, ‘polisin aşırı güç kullanımı’, ‘polis teşkilatı içerisinde konumlanan siyasi/ideolojik grupların yetkilerini kötüye kullanması’ ve ‘kanunların farklı kesimlere eşit ve adil uygulanmaması’ vakalarıyla tam karşılık bulamıyor. ‘Polis potansiyelini kullanmıyor’Nur Kırmızıdağ, rapordan dikkat çekici sonuçlarını şu sözlerle özetliyor: “Merkezî siyasetten ve egemen kimlikten uzaklaştıkça polise güven ve işbirliği azalıyor. Polisin meşruiyetine olan inanç arttıkça da ihlallere gösterilen tolerans azalıyor.”Toplumun polise beyan ettiği güven rapora göre 5’lik ölçüm değerine göre 3,89 oranında. Polisin etkinliği ve meşruiyetine duyulan inanç, beyan edilen güvenin altında kalıyor, yaş, eğitim ve gelir düzeyi bu algının üzerinde anlamlı bir etki göstermiyor.Raporun ortaya koyduğu sonuçlardan biri de Türkiye’de toplumun polisin meşruiyetine duyduğu inancın diğer ülkelerden farklı oluşu. Toplum, polisin kanunları nasıl temsil ettiğiyle kanunların ortak değerleri nasıl yansıttığı arasında ayrım yapıyor.Bunun ortaya çıkardığı sonuç da polise duyulan soyut inancın somut inançtan daha yüksek olması. İnsanlar, polis gücünün etkin ve başarılı olabileceğine inanmakla birlikte polisin potansiyelini gerçekleştiremediğine inanıyor.Polisle işbirliği yapma eğilimi, polisin kararlarını ve ihtarlarını doğru kabul ederek yerine getirme eğiliminden daha yüksek. Yine herhangi bir mağduriyet durumunda polisi arama ya da tanıklık etme eğilimi, beyan edilen güvene kıyasla daha yüksek. Toplum, sorunların çözümü için polise az güvense de işbirliği yapıyor.Bu oran siyasi ya da dini aidiyet hissetmeyen katılımcılarda daha yüksekken, bu kesim polisin adaleti uygulayacağına da daha fazla inanıyor. Orta Anadolu güvensizPolise güvenin en düşük olduğu bölge 3,32 oranıyla Orta Anadolu. En yüksek bölge 4,3 oranıyla Kuzeydoğu Anadolu. Orta Anadolu dışındaki bölgelerde katılımcıların polise duyduğu güven, polisin etkinliğine olan inançtan daha fazla.Raporun ortaya koyduğu bir diğer bulgu, etnik kimliğe göre polisin etkinliği algısının da şekillendiği. Polisin etkinliğine dair en düşük algı, yüzde 3,38’le Kürtlere ait. Etnik aidiyetini belirtmeyen katılımcılar arasında polisin etkinlik algısı 3,70’e yükseliyor. Saadet Partisi ve CHP seçmenlerinin de polise olan güvenleri, polisin etkinliği algısındaki değişimlerden önemli derecede etkileniyor. Çekinerek güveniyoruz Raporun dikkat çeken sonuçları arasında adalet beklentisinin yeterince karşılanmadığı da yer alıyor. İşte ilgi çeken başlıklar:Türkiye'de toplumun yüzde 60'ı kanunları çiğneyen polis memurlarının cezasız kaldığına inanıyor.Polisin vatandaşların ihtiyaçlarına duyarlı ve adil şekilde cevap verdiğine inanç duyulmuyor.Sünni, Türk, AK Partili ve MHP'lilerin polise güveni yükselirken, Aleviler, Kürtler, BDP/HDP'liler arasında güven düşük seviyede kalıyor.Türkiye'de toplumun yüzde 39'u çocuğunun polis olmasına sıcak bakarken, yüzde 38'i çocuğunun polis olmasına karşı çıkıyor.Özellikle Kürtler, polisin suç faillerini yakalamada başarısız olduğunu düşünüyor.Aynı modellere dayanarak yapılan uluslararası polis algısı çalışmalarında polise güvenin yüksek olduğu ülkelerde ortalamasının 4'ün üzerinde, güvenin düşük olduğu ülkelerde ise güven ortalamasının 2,5 civarında çıktığı görülüyor. Türkiye, bu iki kutup arasında yer alıyor.Toplumun yüzde 59'u polis teşkilatının yönetiminde halkın söz sahibi olması gerektiğine inanıyor. ‘Polis teşkilatı alternatifsiz bir kurum’ Rapora katkı sunan Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca polisliğin stresli bir meslek olduğunun altını çiziyor. Koca'ya göre, polisler de kendilerini ifade etmekte güçlük çekiyor: “Meslek kendi içinde çelişkileri ve çatışmaları barındırıyor. Toplumu korumakla görevliler ancak aynı zamanda o toplumun bireylerinden de şüphe duymak durumundalar. Şüphe ve güven ilişkisi birlikte yürüyor.” Buna karşın Koca, polis teşkilatının güven barındırması gerektiğini, çünkü alternatifi olmadığını hatırlatıyor: “Polis, halkın güven duymak istediği bir kurum çünkü alternatifi yok.” Güven, yeniden tesis edilmeli Rapor güven ilişkisi için tavsiyeler de içeriyor.Kanunları ihlal eden polis memurlarının cezalandırılması ve bunun bu bölgelerde yaşayan kamuoyu ile paylaşılması polise olan inancı güçlendirir.Meşruiyet boyutları arasında polise güveni en çabuk etkileyen boyutun polisin kanunlara uygun hareket etmesi olması nedeniyle, polis gücünün kısa vadede atması gereken ilk adım, toplumun polis memurlarının mevcut yasalar içinde hareket ettiği algısının güçlendirilmesidir.Vatandaşların adil olmadığını düşündükleri kararlar hakkında müracaat edebilecekleri ve kullanabilecekleri mekanizma ve kurumların oluşturulması ve bu kurumların bağımsız bir şekilde işlemesi gerekir.Türkiye bağlamında polis nazik davranmak kadar, temelde adil davranmaya özen göstermeli.Polise güveni düşük gruplar arasında yer alan vatandaşların ve sivil toplum kuruluşlarının bilgi isteklerine ivedilik ve şeffaflıkla cevap verilmesi polis meşruiyeti algısını değiştirmede etkili olacaktır.Polis toplumla karşı karşıya geldiği alanlarda eşit ve adaletli davranmanın yanı sıra düzeni tesis etme konusunda başarı sağlamalı. Bu doğrultuda, kalabalığı kontrol etme politikalarında şiddete başvurmadan müdahale ve idare etme politikaları geliştirilmeli ve polis memurlarının bu konuda eğitim almaları sağlanmalı.Toplumun polisle işbirliği yapması isteniyorsa, polisin vatandaşlara daha adil ve tarafsız olduğunu ispat etmesi gerekir. Bu hususa polis eğitiminde daha fazla dikkat edilmesi önemlidir. Eğitimin yeniden düzenlenmesi ile birlikte, bu eğitimin verilmekte olduğu ve içeriği hakkında kamuoyuna bilgi verilmesi algıyı güçlendirecektir. Azınlıklarda güven azalıyor Araştırmaya göre, Türkiye toplumunun genelinde polise olan güven daha yüksek olsa da, Aleviler, Kürtler, BDP/HDP gibi kesimlerde güven daha düşük seviyede kalıyor. Polis ihlallerine gösterilen tolerans, çoğunluk olan dinî kimlik gruplarında polise güvenle doğru orantılı; ‘Alevi’ ya da ‘Diğer’ olarak tanımlanan gruplarda ise ters orantılı. Çoğunluk gruplarda polise olan güven artarken, polisin ihlallerine gösterilen tahammül de artıyor. Azınlık gruplarda, polise olan güven arttıkça ihlallere karşı gösterilen tolerans azalıyor. Azınlık gruplar, güven duydukça polisin daha az kural ihlal etmesini bekliyor. Yine Kürt katılımcılar, polisin meşruiyet algısına duydukları güven arttığında polis ihlallerinin daha az olmasını bekliyor.

[HAFTANIN ALBÜMLERİ] Halil Sezai'den Ervah-ı Ezel

$
0
0
Şarkı sözleri, müzikal tarzı ve kendine has yorumuyla dikkat çeken Halil Sezai, üçüncü albümü Ervah-ı Ezel ile karşımızda.Bugüne dek albümlerinde kendi bestelerini seslendirmeyi tercih eden Sezai, bu çalışmasında birbirinden önemli ozan ve bestecilerin eserlerini yorumluyor. Âşık Sümmani, Ahmet Kaya, Cemal Safi, Ergin Ergün Keleş, Ferdi Tayfur, Feridun Hürel, Onno Tunç, Onur Akın, Selçuk Tekay, Selda Bağcan, Sezen Aksu, Sezgin Büyük, Ümit Yaşar Oğuzcan, Yavuz Top gibi usta isimlerin unutulmaz şarkılarını farklı ve kendine özgü yorumuyla yeniden müzikseverlerle buluşturuyor. Her biri klasik ve birer kilometre taşı olan bu şarkıların Halil Sezai'nin kendi dünyasında da özel bir yerde durduğu kesin. Ervah-ı Ezel, Halil Sezai, Dokuz Sekiz Müzik * Sonat Bağcan'dan anne ve çocuklara hediyeSonat Bağcan, müzisyen bir ailenin üyesi, Selda Bağcan'ın da yeğeni. Profesyonel müzik hayatına uzun bir süre ara veren müzisyen, bu aranın ardından ‘Sevgiyle Yürü Yolunu’ isimli bir ninni albümü yayınladı. Müzisyenin amacı, dinleyen herkese kendi iç güçlerini ve değerlerini hatırlatmak. Özgür, cesur, güçlü, keşfeden bir ruh olduğunu, huzurun, barışın ve güvenin kendi içinde, kalbinde her zaman var olduğu duygusunu ve bilgisini anımsatmak. Kendisi de bir anne olan Bağcan, kendi çocuğuna söylediği şekilde yorumlamış ninnileri. Bu çalışma sadece ailenin minik fertleri için değil, güven duymayı, içsel gücünü hatırlamayı, güzel sözler duymayı bekleyen, içimizdeki çocuklara da... Sevgiyle Yürü Yolunu, Sonat Bağcan, Majör Müzik * Tango'ya farklı bir bakışPiatango, modern Arjantin tangosunun öncülerinden Astor Piazzolla'ın stilinden ilham alarak 2007 yılında kurulmuş bir topluluk. Gustavo Battistessa, Burcu Bal, Başak Elkutlu, Şirin Vatan, Ceyda Pirali, Alper Kılıç ve İnci Sunar'dan oluşan ekibe Jülide Özçelik, Bora Ebeoğlu gibi sanatçılar da destek veriyor. Tango müziğini yepyeni bir bakış açısıyla yorumlayan grup, Yeni Aşk isimli ilk albümlerini yayınladı. Klasik Tango'nun melodik örgüsünü, etnik-modern armoniler ve tınılarla harmanlayarak tüm müzikseverlere evrensel, keyifli ve kalıcı bir müzik ziyafeti sunuyor. Piatango'nun Yeni Aşk albümünü dinlerken modern tangonun daha önce hiç duymadığınız düzenlemeleri ve özgün eserleriyle karşılaşacaksınız. Yeni Aşk, Piatango, Kalan Müzik

Yudum: Bileğime kum torbası bağlayıp bağlama çalıştım

$
0
0
Halk müziği sanatçısı Yudum’un Esmesun Ayrılık isimli şarkısı dijital ortamda 5 milyon kez dinlendi. Televizyon programlarının türkü söyleyenlere üvey evlat muamelesi yaptığını anlatan müzisyen, birçok konservatuar mezununun da başka işlerde çalışmak zorunda kalmasından yakınıyor.Unkapanı’nın henüz kepenk kapatmadığı, plak şirketlerinin her gün yeni bir sanatçı adayını halka tanıştırdığı yıllarda girdi hayatımıza Türk halk müziği sanatçısı Yudum. 1998 yılında çıkardığı ‘Bir Yudum Sevgi’ albümünde seslendirdiği parçaları bugün hatırlamasak bile, ‘bağlamayı konuşturan türkücü’ tanımının hafızalarımızda bir karşılığı var. Otoriteler tarafından Türkiye’nin kadın bağlama virtüözlerinden biri kabul edilen Yudum, enstrümandan çok arkadaş, sırdaş ve dert ortağı olarak gördüğü bağlamasına tutkuyla bağlı bir sanatçı. “Hiçbir programa ve konsere bağlamasız çıkmam abi” diyen Yudum, “En büyük silahım bağlamam. Konsere gittiğimde orkestramda bir sorun olsa çıkar aslanlar gibi türkümü de okur, bağlamamı da çalarım. Sahnede tek başıma orkestrayım.” diyor. Müzik sektörünün yorup köşesine çekilmeye ya da evlenme programı sunmaya mahkûm ettiği kadın türkücülerin aksine müzikten hiç kopmayan Yudum, geçtiğimiz yıl çağa ayak uydurup dijital ortamda iki şarkılık bir single çıkardı. Söz ve müziği kendisine ait olan ‘Esmesun Ayrılık’ şarkısı sanal ortamda 5 milyon kez dinlendi. Biz de kendisiyle buluşup bağlama sevgisini, müzik sektöründe yaşananları ve türküleri konuştuk.BAĞLAMA ÇALMAYA BABA ZORUYLA BAŞLADIMAslen Ardahanlı olan Yudum Tatar, sanatçı bir ailenin içinde büyümüş. Türkü merakı, ozan olan dedesinden babasına, ondan da üç kızına geçmiş. Yudum’un annesi de Sezen Cumhur Önal’ın öğrencisiymiş. Hatta tam albümü çıkacağı sırada babasıyla evlenmek için kaçtığından hayalleri yarım kalmış. Baba zoruyla daha altı yaşında bağlamayla tanışan Yudum, bir süre sonra bu enstrümandan soğusa da babasının baskısı galip gelmiş. İlkokuldan sonra girdiği İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Devlet Konservatuvarı hayatının dönüm noktası olmuş. Pek çok sanatçıyla henüz okul sıralarındayken tanışan Yudum, bağlamasını da o yıllarda sevmiş. Doktorun fizik tedavi için dedesine verdiği kum torbalarını bileklerine bağlayarak günde 8-9 saat bağlama çalışmış.Sekreterlik yapan konservatuvarlı arkadaşlarım varOkul yıllarında en büyük hayali Devlet Folk Müziği Topluluğu’na girmek olan Yudum, yıllarca sınav açılmadığı için bu hayalini gerçekleştirememiş. Eğitim politikasındaki yanlışlıklar nedeniyle pek çok konservatuarlının başka sektörlerde çalışmak zorunda kaldığını anlatan Yudum, “Birçok mezun arkadaşımız müzik öğretmeni olmak ya da korolara girmeye çalışıyor ancak atama yapılmadıkları için işsiz. Sekreterlik yapan konservatuvarlı arkadaşlarım var.” diyor.Lise öğrencisiyken ise ilginç bir keşfedilme hikâyesiyle müzik dünyasına adım atmış. Kendisine kulak verelim. “Nejat Alp, ‘Nerdesin’ adlı şarkısında düet yapacak bir ses arıyormuş. Bizim okuldan bazı arkadaşları dinlemiş ama beğenmemiş. Bir arkadaşım beni önermiş. Gittim şarkıyı okudum, Nejat Abi ‘işte budur, düeti birlikte yapıyoruz’ dedi. 15 yaşında onun klibinde oynadım. Sonra yapımcılar albüm için teklifler getirdi. Nihayetinde Ulus Müzik ile ilk albüm için anlaştık.”Türkücülerin şov programlarına çıkması mucizeOkuldan mezun olduğu 2001 yılında kendi adıyla iki tane müzik okulu açan Yudum, yıllarca öğretmenlik yapıp, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş. Bugün pek çoğu konservatuvarda olan öğrencileriyle gurur duyan ünlü türkücü, müzik çalışmalarına ağırlık vermek için okuldan ayrılmış. Müzik şirketlerinin bir bir kapandığı, sanatçıların kendi albümlerini çıkarmaya başladığı bu sancılı dönem Yudum’u da etkilemiş ama müzikten koparmamış. Konserlerine devam eden, Yudum, televizyon programlarının uyguladığı ambargo nedeniyle ekranlardan uzak kaldığını söylüyor: “Kendimizi ifade edebileceğimiz, türkü söyleyebileceğimiz program kalmadı. Televizyon evlilik programları ve dizilerden ibaret. Başarılı şov programları da türkücülere yer vermek istemiyor. Genelde popçuları çıkarıyorlar. Bizim bu tür programlarda çıkmamız neredeyse mucize.” Eskiden albümlerin dinleyici için yapıldığını belirten Yudum, “Şimdilerde albüm sanatçının kartviziti oldu. Albümün varsa sanatçısın, yoksa istediğin kadar sesin olsun, programa çıkamıyorsun.” diyor. Albüm çıkarmak için evini, arabasını satan genç arkadaşları olduğunu anlatan Yudum, “Bu hayallerin uğruna gerçeğini satmaya benziyor ki buna karşıyım. Kimse albüm çıkarmak için evini satmasın.” yorumunu yapıyor.Bugüne kadar hiçbir pop albümüne para vermedimKulağa hoş gelen her türlü müziği dinlemeyi sevdiğini söyleyen Yudum, pop şarkılara ‘balon’ gözüyle bakıyor. Çabuk tüketilen şarkı sözlerinin üretiminin ise kolay olduğunu söyleyen türkücü çarpıcı bir örnek veriyor: “Eser okuması için stüdyoya girdiği sırada şarkının ikinci kıt’asını yazan sanatçılar var.” Pop müzikte Sezen Aksu, Barış Manço, Kayahan gibi ustaların hatırlanacağını belirten Yudum, bugüne kadar hiçbir pop albüme para vermediğini de itiraf ediyor. Dinlediği isimler arasında ise sınıf arkadaşı Gökhan Tepe, Candan Erçetin, Aşkın Nur Yengi var. Genç isimlerden ise Sıla’yı başarılı buluyor.Tarkan türküleri güzel okuyorYudum’a türkülerin popçular tarafından söylenmesinin kendisini rahatsız edip etmediğini soruyorum. “Kimin neyi söylediği değil, nasıl söylediği önemli. Mesela Tarkan türküleri çok güzel okuyor, özünü bozmuyor. Onun türkü okumasından rahatsızlık duymuyorum. Aksine milyonlarca hayranı olan bir sanatçının türkü söylemesinin değer kattığına inanıyorum. Ayrıca Tarkan müzik sektörüne verilmiş en büyük hediye.” cevabını veriyor. Türk halk müziğinde ise sanatlarına ve duruşlarına hayran olduğu iki isim var; Belkıs Akkale ve Bedia Akartürk. Bir gün onlar gibi anılmak en büyük dileği...

[BİZİM KÖY] Pirinç kadar yolsuzluk

$
0
0
Bu gözler seçim vaatlerinde mazot bir lira olacak diyeni de gördü, insanüstü bir çabayla (!) Ankara'ya deniz getirmeye çalışanı da.Ancak politikacıların dikkatli olmalarında fayda var. Tayland'da eski Başbakan Yingluck Shinawatra, beş yıl siyasetten men edildi zira. Yingluck’un partisi, 2011'de iktidara geldikten sonra pirinç üreticileri için destekleme programı uygulamaya başladı. Önce üreticiden övgü alan program, işin içine yolsuzluk girince milyarlarca Euro'luk zarara neden oldu. Bakan bu konuda hiçbir şey yapmamakla suçlanıyor. Patron değil, müşteri çıldırdı!İndirimi anlatmak için vitrine ‘Patron çıldırdı’ yazanlara alışkınız da Güney Afrika'da bu kez müşteri çıldırdı. Üstelik öyle alışveriş için filan değil. Soweto kasabasında hırsızlık yapan 14 yaşındaki gencin yabancı bir dükkân sahibi tarafından öldürülmesi ülkeyi karıştırdı. Öfkeli kalabalık, yabancıların sahip olduğu dükkânları yağmalayınca olaya polis el atmak zorunda kaldı. Son dönemde saldırıya uğrayan bölgedeki dükkânların Bangladeş, Etiyopya ve Somalililere ait olduğu söyleniyor. Kaplanlar da tırsar‘Yemek yemezsen iğne yaparım, cısss!’ dayatmasından mıdır bilinmez, çocukların korkulu rüyasıdır aşı. Bundan korkan tek canlı insanlar değil elbet. Endonezya'nın Semarang kentinin Mangkang Hayvanat Bahçesi'nde bulunan yavru Bengal kaplanlarına kuduz aşısı yapıldı geçtiğimiz günlerde. Yavru kaplana aşı olmadan önce bakıcıları tarafından banyo yaptırıldı. Kaplanın aşı korkusu, hayvan da olsa yavru, yavrudur dedirtti görenlere.

Pirinci makarna etsek de mi yesek? [DÜNYALIK TATLAR]

$
0
0
Tayland mutfağının millî yemeği olarak bilinen pad thai, yani pirinç makarnası var bugün menüde. Malzemelerin çoğunun yabancı olması gözünüzü korkutmasın, zira tadı tanıdık.Bu hafta gelin Tayland’a uçalım ve ülkenin en bilindik lezzetlerinden pad thai’a bir göz atalım. Malzemeler önünüzdeyse yapımı 10 dakikayı bulmayacak son derece pratik bir lezzet. Sanırım bu sebeple Tayland’da turistik bölgelerde her köşe başında rastlayabileceğiniz bir sokak yemeği aynı zamanda. Pratik ama asla ‘basit’ değil. Acı, tatlı ve ekşinin harika uyumu nasıl basite alınabilir ki? Dünyanın en tanınmış Tayland mutfağı uzmanlarından Avustralyalı şef David Thompson da aynı konuya vurgu yapıyor bir söyleşisinde: “Tayland yemekleri basitlik üzerine değildir. Aksine birbirinden tamamen farklı malzemelerin harika bir şekilde uyumlu bir nihai lezzete dönüştürülmesidir.” Pad thai bile tek başına Thompson’un bu cümlesini doğrular nitelikte. Pera’da 14 yıldır hizmet veren Pera Thai’ın tecrübeli aşçısı Madam Sai ile girdik mutfağa. Ancak girmemizle çıkmamız bir oldu. Üstelik bu arada fotoğraf çekimini de hallettik, restoran sahibesi Neval Gürcay ile Thai mutfağına dair sohbet de ettik. Peki nedir pad thai? Ana malzemesi Çin eriştesi olarak bilinen noodle. Ancak pad thai’da kullanılan noodle farklı. Un ve yumurtayla değil, sadece pirinçten elde ediliyor. Pirinç makarnası anlayacağınız. Damak tadına göre sebze, et, tavuk ya da deniz mahsullü alternatifleri mevcut. Madam Sai, sebzelisi yaptı bana. Baştan söyleyeyim, mutfağımızda bulunan malzemelerle yapılacak bir yemek değil. Ancak hepsi büyük marketlerde satılıyor. “Bir kere yapacağım bir yemek için balık sosu, pirinç sirkesi, tofu neden alayım?” demeyin. Zira tadına baktıktan sonra bağımlılık yapacak, benden söylemesi. O sebeple ziyanı yok, dursun bir köşede. Konusu açılmışken pad thai’da kullandığımız malzemelerden tofuya da değineyim. Tofu, vejetaryenlerin ve veganların yakından bildiği bir lezzet. Zira bitkisel protein açısından çok zengin. Soya fasulyesinin ezilerek püre haline gelmesi, haşlanması, daha sonra posa ve suyun ayrılmasıyla elde ediliyor. Posa kısmı kullanılarak yapılıyor. Sert ve yumuşak olmak üzere iki çeşidi var. Hemen her tür yemeğe ilave edilebilir ancak sadece tofu kullanılarak yapılan yemekler de var.Klasik noodle’ı bilmeyen yok neredeyse. Dünya mutfağından seçkiler sunan tüm restoranların menüsünde bulunuyor. Şimdilerde marketlerde hazır çorba gibi hazır noodle da ya da makarna gibi paket olarak da satılıyor. Dünya mutfağına ucundan kıyısından ilgi duyanların bile bildiği bir lezzet anlayacağınız. Bu nedenle klasik noodle yerine pad thai tarifini paylaşmayı yeğledim. Zira pirinç makarnasının ilginizi çekeceğine şüphe yok.SEBZELİ PAD THAİMALZEMELER:(Tek kişilik)10 gr soğan1 adet yumurta150 gr pirinç makarnası 20 gr yeşil soğan (yeşil sapları) 30 gr soya filizi 30 gr beyaz lahana (ince kıyım) 40 gr pirinç sirkesi 40 gr balık sosu40 gr şeker 10 gr tuz 10 gr tofu 15 gr fıstık (kavrulmuş ve irice dövülmüş) 1 çay kaşığı limon3 yemek kaşığı mısır özü yağı YAPILIŞI: Noodlelı paketin üzerinde yazıldığı şekilde suya koyup bekletin. (Haşlanmıyor, sıcak su kullanılmayacak. Aksi takdirde eriyor, lastik gibi oluyor.) Wok ya da derince bir tavaya yağı koyun. Ardından harlı ateşte soğan ve tofuyu hızlıca soteleyin. Noodlelı ilave edin. Balık sosunu ekleyin. Yumurtayı kırın, tüm malzemelerle karıştırarak pişirin. Ardından lahanayı (çiğ) ilave edin. İndirmeden önce taze soğan ve fıstığı da ekleyin. Tabağa alın ve yanına lime yani yeşil limon koyarak servis edin. Şef Sai, malzemeleri makarnaya karıştırarak yaptı. Ancak Tayland’ta makarna pişirildikten sonra tabağa alıp, diğer tüm malzemeler taze soğan, baharat, fıstık, lahana, sos vs. tabağın kenarına konularak da servis ediliyormuş. Karar, damak tadınıza kalmış. Afiyet olsun.Not: Sebzeler çok pişirilmeyecek. Yüksek ateş olduğundan malzemeler sık sık karıştırılacak ki yanmasın. Tuz, şeker, limon suyu ve sirke yemeğe değil, balık sosuna karıştırılacak.

İnsansız hava araçları dert oldu!

$
0
0
Askeri alanlarda kullanıldıktan sonra film ve reklam sektöründe yaygınlaşan insansız hava araçları, günümüzde birçok yerde boy göstermeye başladı. Ancak ‘drone’ adı verilen insansız hava araçlarının ‘yasaklı bölgelerde’ uçurulması, güvenlik zafiyetini gündeme getirdi.Bu konudaki ilk ceza, KKTC’de uygulandı. Bu konudaki son olay ise Dubai Havalimanı’nda yaşandı. Önceki gün uçuş yapan bir insansız hava aracını fark eden yetkililer, havalimanını tüm uçuşlara kapattı. Meydana inecek uçaklar başka havalimanlarına yönlendirilirken, insansız hava aracı hemen indirildi. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM) ile Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü de İstanbul Atatürk Havalimanı üzerinde geçen hafta uçurulan insansız hava aracının çektiği görüntülerin sosyal medyada yayınlanması üzerine harekete geçti. Aspet Manukyan adlı genç, uzaktan kumandalı insansız hava aracıyla Atatürk Havalimanı üzerinde gerçekleştirdiği uçuşun 12 dakikalık görüntüsünü YouTube’da yayınladı. Bunun üzerine harekete geçen DHMİ Genel Müdürlüğü suç duyurusunda bulundu. DHMİ’nin ardından SHGM de izinsiz uçuş ve video çekimiyle ilgili savcılığa başvurdu. Kurum, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na ‘TCK 179 ve 2920-93md.’ çerçevesinde dava açıldığını ifade ederek, insansız hava araçları faaliyetlerinde ‘SHT-İHA Talimatı’ gereği sivil havacılık otoritesinden izin alınmasının şart olduğunu dile getirdi.Radar tespit edemediDHMİ tarafından yapılan yazılı açıklamada ise foto/video çekimi amacıyla yapılacak uçuşlar da dâhil olmak üzere Türk hava sahasında düzenlenecek tüm uçuşlar için SHGM ve kendilerinden izin alınmasının zorunluluk olduğu belirtildi. Bu tür çekimlerde kullanılan hava araçlarının boyutlarının küçük olması ve ışıklarının kapatılması nedenleriyle gözle ve hava trafik kontrol hizmetlerinde kullanılan radar sistemleriyle takip edilemediği ifade edildi. Açıklamada ayrıca akşam saatlerinde uçuş yapan hava aracının, hava trafik kontrol birimleri ve pilotlar tarafından da fark edilemediği dile getirildi.İlk ceza KKTC’denYasaklı bölgelerde uçuş yapanlara kesilecek cezalarla ilgili ilk olay KKTC’de yaşandı. İsmi açıklanmayan üretici firma, havalimanlarında uçuşu engelleyen yazılıma sahip olduklarını söylese de, cezaya çarptırılmaktan kurtulamadı. KKTC’de izinsiz drone veya uzaktan kumandalı kameralı helikopter uçuranlara 12 bin 560 TL ceza kesiliyor. Bunu ödemeyenlerin ise 3 ay hapis cezasına çarptırılacağı kaydediliyor. Uçuşa yasak bölgeler arasında askeri alanlar, devlet binaları ve tesisleri ile havalimanları yer alıyor.Genelde dört veya daha fazla pervaneye sahip minik helikopterler uzaktan kumanda ile yönetiliyor. Bu ilginç hava araçları arasında selfie çekmek için kullanılan mini modellerden, yüksek fiyatlı profesyonel HD video çekim yapabilen ürünlere kadar boy boy araçlar bulunuyor. Amerikan internet devi Google, ‘Project Wing’ adlı Kanat Projesi kapsamında kargo ve siparişleri adreslerine götüren insansız hava aracı filosu oluşturmak için harekete geçti. İnsansız hava aracı ile hızlı teslimin tanıtımını yapan bir diğer Amerikalı şirket Amazon da, Hindistan’da test uçuşlarına başlamıştı. Rusya’da ise bir restoran, insansız hava aracı kullanımı konusunda yeni bir çığır açtı. Sıktıvkar kentindeki pizza restoranı, siparişler için insansız hava araçlarını kullanmaya başladı.İnsansız hava araçları, sağlık alanında da kullanılmaya hazır hale geldi. Rahatsızlanan hastalara daha hızlı müdahale etmek amacıyla harekete geçen Belçikalı mühendis Alec Momont, ambulans hizmeti sunan insansız hava araçları geliştirdi. Kriz geçirenlerin kalp ritmini düzenlemekte kullanılan defibrilatör adlı cihazı taşıyan araç, test uçuşlarında hastaların yanına sağlık ekiplerinden önce ulaşmayı başardı. Hava aracı, acil durum sinyalini alarak, GPS aracılığıyla hastaların yerini tespit ediyor. Uzmanlar, bir dakikada 11 kilometre mesafe kat edebilen aracın, kalp krizi kaynaklı ölümleri yüzde 80 oranında engelleyebileceğini belirtiyor.Polissiz pasaport geçişi başladıİstanbul Atatürk Havalimanı’nda, sahte pasaport kullanımını ve pasaport kontrol banko önlerindeki uzun kuyrukları ortadan kaldırmak amacıyla yeni sisteme geçildi. Pasaport polisinin görev almadığı uygulamada, kontroller elektronik sistemle gerçekleştiriliyor. Dış Hatlar Terminali’nde ikisi gidiş, ikisi de geliş katında olmak üzere 4 pasaport kontrol noktasında yer alan ‘Biyometrik Entegre Otomatik Geçiş Sistemi (e gate)’, havalimanı işletmecisi TAV’a 500 bin Euro maliyet getirdi. Uygulamayla, havalimanlarındaki biyometrik (parmak izi) kimlik doğrulaması, pasaport kontrolü ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ilgili sorgu sistemleriyle kontrollü geçiş imkanı sağlanacak. Sistemdeki kabin sayısı üç ay sonra geliş ve gidişlerde 6’ya çıkarılacak. 2015 sonunda bu sayının 24’e çıkarılması planlanıyor.

Recep Amca’nın yırtık kara lastiklerinden ilham aldık

$
0
0
Bir çocuğun hatta yetişkinin ayağındaki yırtık ayakkabı karşısında yüreği burkulmayacak insan yoktur. Bu manzaralara son vermek adına kurulan Yalın Ayak Platformu’nu harekete geçiren ise Ermenekli Recep Amca’nın yırtık ayakkabıları oldu.Ermenek’te yaşanan maden faciasının ardından hafızalara kazınan manzaralardan biri de 75 yaşındaki madenci babası Recep Gökçe’nin yırtık kara lastikleri. Daha sonra gazetecilerin evlerine yaptıkları ziyaretlerle gündeme gelen Gökçe ailesi, Türkiye’deki ayakkabı yoksunluğuna varan fakirliğin sembolü olmuştu. İşte o günlerde ‘ayakkabı yoksunluğu’na dikkat çekmek isteyen gönüllü bir grup, Yalın Ayak Platform’u kuruldu. İlk etapta sosyal medya üzerinden kurulan platform iki gün geçmeden 2 bine yakın üyeye ulaştı. Platform yetkilileri, sadece ayakkabı yardımı üzerine odaklanmalarının sebebini şöyle açıklıyor: “Bir insanın ayakkabı giyememesi ya da yenisini alamaması o insandan çok toplumun bir başarısızlığıdır.”Dernek faaliyetlere başladığı günden itibaren ihtiyaç sahiplerine 250 çift bot hediye etti. Büyük çoğunluğu çocuklara gönderilen botlar, Ağrı ve Şanlıurfa’daki iki ilköğretim okulunun yanı sıra Ermenek’teki üniversite öğrencilerine ve ayakkabı ihtiyacı olduğunu söyleyen diğer kişilere verildi. Hedef ise kış sonuna kadar bin ayakkabıyı ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak. Platform Başkanı Yalova Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Kurt, şimdiye kadar karşılaştıkları toplu taleplerin duyarlı öğretmenlerden geldiğini söylüyor. Aynı zamanda sosyal medyadan kendilerine ulaşarak çevrelerinde ayakkabıya ihtiyacı olan kişileri bildirenler de var.Kurt, derneğin odağında özellikle çocuklar olduğundan faaliyetleri genişlettikçe öğretmenlerle işbirliklerinin artacağını söylüyor.Gelecek yıl destekçilerinin daha da artmasını bekleyen dernek bu şekilde en az 10 bin ayakkabı dağıtmayı planlıyor. Yapılması planlanan bir çalışma da ayakkabı mağazalarında ‘Bir ayakkabı al bir de hediye et’ kampanyası başlatmak.Toplumun bu konuda önemli bir hassasiyeti kendileriyle paylaştığını söyleyen Kurt, “Biz misyonumuzu samimi bir şekilde yerine getirdikçe bize olan desteğin artacağına inanıyoruz.” diyor. Mustafa Kurt, Yalın Ayak Platformu insanlara bazı nesneleri hediye edecek mekanizmaların yokluğuna özel bir vurgu yaptığını anlatıyor. “Tamam, kamu kurumları ihtiyacı olanlara önemli maddi destekler sağlıyor. Ama bir çocuğun mesela ayakkabı ya da oyuncak isteği bu harcama kalemlerinde yer almıyor.” diyen Kurt, bu noktada STK’ları göreve çağırıyor.‘Mevsime göre ayakkabı alma alışkanlığımız yok’Yalın Ayak Platformu, ayakkabı alamayacak kadar fakir kişilerden yola çıkarak kurulmuş. Ancak saha çalışmalarında Türkiye’de önemli bir kesimin, o kadar fakir olmasa da mevsimine uygun ayakkabı almadığı gözlemlenmiş. Mesela bir ailenin kritik ölçüde maddi sorunu olmasa da çocuğunun ayakkabılarını parçalanıncaya kadar değiştirme ihtiyacı hissetmiyor. Ya da mevsimine göre ayakkabı giyme konusunda yeterince yönlendirmiyor. Bu durum sadece çocuklar için değil önemli ölçüde yetişkinler için de geçerli. Bu durumu da ayakkabı yoksunluğu çerçevesinde değerlendirdiklerini anlatan Mustafa Kurt, “Bugün 75 milyon insanımızın ayakkabılarını incelesek bunun belki dörtte biri bu kapsama dâhil edilebilir.” diyor. Dolayısıyla faaliyetleri arasına bir misyon daha ekleyen derneğin hedefi, ayakkabı hediye ederken bu konuda yeterince hassas olmayan kesimlerde de bilinç uyandırmak. Platform, “Her insan bir çift yeni ayakkabıyı hak ediyor.” sloganından hareketle ister yoksulluktan isterse de öncelik vermeme sebebiyle olsun yoksunluk yaşayan herkese bir ayakkabı hediye etmeyi amaçlıyor. Öğrencileri yalın ayak bırakmamak istiyorlar Daha yeni kurulmasına rağmen çok sayıda kişiye ulaşan Platform’un uzun soluklu bir STK olarak devam etmesi planlanıyor. Platform üyeleri ileriki yıllarda Türkiye’nin her yerinden özellikle ilköğretim öğretmenleriyle iletişime geçerek çocukların ayakkabı ihtiyaçlarını karşılamak istiyor. Bu açıdan platforma bağışların devamlılığını sağlamak da önem taşıyor. Bağış yapmak isteyenler Yalın Ayak Platformu webs itesindeki banka hesap numaralarını öğrenebilir. Sitede ismi ve numarası olan sorumlu kişilerle iletişime geçebilir.

Büyük lokma ye büyük laf etme!

$
0
0
Süper Lig’de ara transfer döneminin bitmesine çok az kaldı. Şüphesiz bu dönemin en çok konuşulan transferi “Fenerbahçe’den başka bir takımda oynamam.” demesine karşın Karadeniz’in yolunu tutan Erkan Zengin. Tarihe bakılırsa Trabzonspor’un çiçeği burnunda oyuncusu bu konuda yalnız değil.6 Ocak Salı günü başlayan ikinci transfer, nam-ı diğer ara transfer dönemi bitmek üzere. 2 Şubat Pazartesi günü mesai bitiminde noktalanacak olmasından dolayı da transferin en şenlikli günleri bu zamanlar. Sürpriz ve acele transferlerin yapıldığı son günler kısaca… Ancak 2014-2015 ara dönemine damga vuran transfer şimdiden belli: Eskişehirspor’dan Trabzonspor’un yolunu tutan Erkan Zengin.Anadolu’da meşhur bir laf vardır; “Büyük lokma ye, büyük laf etme.” derler. Bu söz Trabzonspor’un çiçeği burnunda transferi Erkan Zengin’i tarif ediyor. Türkiye macerasına 2008-2009 sezonunun devre arasında Hammarby’den Beşiktaş’a gelerek başlayan sol kanat oyuncusu, Eskişehirspor’daki 6. sezonunu geçiriyordu. Es-Es ile toplam 176 maça çıkan ve 30 gol atıp 33 de asist yapan Erkan’ın kulübüyle 2017 yazına kadar sözleşmesi bulunuyordu. Ancak geçtiğimiz aralık ayının ikisinde Erkan Zengin’in alacakları için kulübüne ihtarname gönderdiği iddiası yer aldı basında. Eskişehir kulübü de bu iddia karşısında “Erkan Zengin’in kulüpten alacağı var ancak kulübe ihtar çektiği haberleri doğruyu yansıtmıyor.” açıklamasını yaptı.Bu haber çoğu futbol otoritesine göre Erkan’ın takımdan ayrılacağının sinyaliydi. Nitekim de öyle oldu. Olayın üzerinden yaklaşık iki ay geçti ve Erkan Zengin, Karadeniz ekibinin yolunu tuttu. Buraya kadar her şey normal. Asıl trajedi; Zengin’in imza töreninde “Belki 20 gündür benim ne çektiğimi kimse bilmez.” demesi.Fenerbahçe olmazsa İsveç’e giderim!Bu sözere bakılırsa Erkan Zengin, çok zor günler geçirmiş. Çünkü Trabzonspor’a resmen imza atmadan önce ismi 3 büyüklerle anılıyordu. Gönlündeki takım ise Fenerbahçe’ydi. 4 Ocak Pazar gecesi Telegol programında söylediği sözler de bunu doğrular nitelikteydi: “Ben Fenerbahçe’de oynamak istiyorum. Eğer, Fenerbahçe benden vazgeçerse İsveç’e gideceğim. Olmazsa Galatasaray’a gitmeyeceğim yani, Trabzon’a da gitmeyeceğim. Fenerbahçe olmazsa, ben İsveç’e giderim. Bu kadar basit.”İsveçli yıldızın transfer sürecinde akılda kalan sözleri bunlarla sınırlı değil. Trabzonspor, Erkan transferinde epey bir yol kat ederek, transferi Borsa’ya bildirmişti. Eskişehirspor Başkanı Mesut Hoşcan da, Trabzonspor ile 2 milyon 250 bin Euro’ya anlaştıklarını dile getirmişti. Bu açıklamaların ardından 14 Ocak’ta Hürriyet gazetesinde yer alan İsmail Er imzalı habere göre Erkan Zengin, “Trabzonsporlu kimse ile görüşmedim, konuşmadım ve Trabzonspor’a da gitmeyeceğim. Beni Borsa’ya değil NASA’ya da bildirseler gitmem.” demişti. Sonuç olarak Erkan Zengin, gönlünün aktığı takıma transfer olamadı. Ve gitmem dediği takımla iki gün önce 2,5 yıllığına, 2 milyon 250 bin Euro karşılığında anlaşmaya vardı.Aslında Erkan Zengin’in yılan hikâyesine dönen transferi Türk futbolunda bir ilk değil. İşte, 4 büyükler arasındaki yaşanan transfer rekabetleri...Yok böyle kaçırılış…Fenerbahçe ile Galatasaray arasında yapılan transfer çalımlarının en akılda kalanı Rıdvan Dilmen. 1987-88 sezonunda iki kulüp arasında yaşanan transfer savaşını kazanan Fenerbahçe olmuştu. O dönem Sarıyer’de oynadığı futbolla transfer döneminin gözdesi olan ‘Şeytan’ lakaplı yıldız futbolcu, Galatasaray yöneticisi Ergün Gürsoy’a söz verip Sarı-Kırmızılı forma ile objektiflerin karşısına geçmişti. Ancak ertesi gün çocukluğundan beri hayallerini kurduğu ve efsaneleşeceği Fenerbahçe tarafından filmleri aratmayacak şekilde kaçırılarak resmî imzayı attı. Fenerbahçe’ye transfer olduktan sonra 1988-89 sezonundaki şampiyonlukta büyük rol oynadı Dilmen; attığı 19 gol ve 38 asistle...Adana Demirspor’un yıldız futbolcusu Fatih Terim, gönlünde Beşiktaş yatmasına rağmen Galatasaray’a transfer olmuştu. Sene 1974. İmza töreninde Metin Oktay (solda) yer almıştı.Menajer, futbolcunun menfaatini düşünmeliCaner Erkin, Mehmet Topal, Mert Günok, Selçuk İnan, İsmail Köybaşı, Yusuf Erdoğan gibi oyuncuların da temsilciliğini yapan Batur Altıparmak, transferlerde oluşan oyuncu, kulüp ve menajer ilişkisini şöyle anlatıyor: “Sözleşmesi devam eden futbolcunun transferinin gerçekleşmesi için 3 ayağın olgunlaşması gerekir: Kulübün razı olması, futbolcunun gideceği takımı istemesi ve kulüplerin birbirleriyle anlaşması. Her şeyi yazıya dökmek gerekir. Futbolcunun da 'Benim menajerim var, onunla görüşün.' demesi gerekiyor. Türkiye'de futbolcu temsilcisi olmak için lisansınız veya futbolcunun birinci dereceden akrabası veya avukat olmanız gerekiyor. Bizim çalışma prensibimizde sözleşmesi bitmeye yakın oyuncularımızın görüşme önceliği kendi kulübündedir. Menajer, kulüplerle aynı mesafede durmalı ve kendi menfaatinden ziyade futbolcunun menfaatini düşünmeli.”Yürüyerek Trabzonspor’u çalımladıYusuf Şimşek, Türk futbolunun ‘yürüyerek' çalım atan adamı. Hatta, bir adım ilerisi ‘telefon kulübesinde çalım atan adam'. 19 yaşında Kemerspor formasıyla profesyonelliğe geçiş yapan Yusuf Şimşek de 4 büyük takımın transfer yarışından nasibini aldı. 2008 yılında Bursaspor formasını terleten Şimşek'e devre arasında Trabzonspor talip olmuş, hatta Yusuf'u Antalya'da kamp yaptığı otele kadar götürmüştü. İşte ne olduysa o günden sonra oldu. Trabzonspor'a imza atmak üzereyken, apar topar İstanbul'un yolunu tutarak Beşiktaş'la anlaştı. Kaderin cilvesi, ligin ikinci yarısında gösterdiği performansla Beşiktaş'ın 7 yıl sonra kazandığı lig ve kupa zaferlerinin başaktörü oldu Yusuf Şimşek.Galatasaray’a sözüm var2003-2004 sezonu öncesi yaz transfer döneminin en gözde ismiydi Okan Koç. 21 yaşında Gençlerbirliği’nde gösterdiği performansla üç büyüklerin dikkatini çekmişti. Genç oyuncu Galatasaray’ın çok istemesine rağmen Beşiktaş’ın yolunu tutmuştu. Ancak, Okan’ın gönlündeki takım Sarı-Kırmızılı ekipti. 5 Haziran 2003 sabahı gazeteler, ‘’Okan Koç Galatasaray’da!’’ manşetiyle çıktı. Aynı günün akşamı Koç canlı bir telefon bağlantısı yaparak, ‘’Galatasaray’a sözüm var. İlhan başkanım anlayış göstersin.’’ demişti. Okan’ın Galatasaray aşkı bitmek bilmiyordu. Beşiktaş’a transfer olduktan bir yıl sonra, Lig TV’ye verdiği röportajda, “Beşiktaş’tan, kiralık gitmek istemiyorum, bonservisimle gitmek istiyorum.” dedi. Hatta Galatasaray’la anlaşan Koç’a, Başkan Yıldırım Demirören’den izin çıkmaz. Beşiktaş’ta kalmasına da izin vermeyen yönetim, “İllaki bir Anadolu takımına gideceksin.” dediğinde Okan Koç’un Galatasaray hayali suya düştü. 2005-2006 sezonu ara dönemde Galatasaray ile anlaşma yapan Koç, lisansındaki bazı sorunlar nedeniyle yine Galatasaray’a gidemedi.50 milyon dolar bile verse gitmem!Türk futbol tarihinin en unutulmaz transferlerinden birisi Mehmet Topuz’a ait. 2009-2010 sezonu. Kayserispor'un yükselen yıldızı Mehmet Topuz, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın radarına girmiş ve sezon biter bitmez de takımının kapısı çalınmıştı. Fenerbahçe yönetimi, “Ben Kayseri'yle anlaştım, transferi bitirdim.” dedi. Mehmet Topuz ise Beşiktaş ile anlaşarak, “Benim tek hayalim Beşiktaş'ta oynamaktı. Fenerbahçe ile asla sözleşme imzalamayacağım. Beşiktaş taraftarıyla buluşacağım zamanı sabırsızlıkla bekliyorum." sözlerini sarf etmişti. Topuz, 6 ay boşta durmayı göze alabileceğini, Fenerbahçe 50 milyon dolar verse de gitmeyeceğini Beşiktaşlı yöneticilere garanti etmişti. Bunun üzerine Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım "Ben Mehmet'le bir görüşeyim, bize gelir." dedi. Nitekim Kayseri'ye giden Yıldırım, Topuz'u alıp İstanbul'a döndü.

Paranın satın alamayacağı şeyler de var!

$
0
0
‘38 beden gelinliğimi ödünç verebilirim’ diye ilan veren de var, ‘İki günlüğüne kamp çadırı arıyorum’ diye duyuran da. Aynı güzergâha aynı saatte gidenlerin yol masrafını paylaşması için birbirini tanıması gerekmiyor. Çünkü paylaşım ekonomisi diye birşey var ve burada paranın sözü edilmiyor.Bazı kavramları yeni yeni duymaya başlamamız o kavramın hayatımızda hiç olmadığı anlamına gelmiyor. ‘Paylaşım ekonomisi’ de öyle bir şey. Bu kavramla ilk defa karşılaşmış olabiliriz.Ancak çocukluğumuzda elimizde bir tabak sarmayla üst komşuya çıkıp falanca teyzeye ‘annem gönderdi’ diyerek tabağı uzatmamız ve o tabağın mutlaka dolu dönmesi, paylaşım ekonomisinin bir örneği değildir de nedir? Ya da yine kapınıza bir çocuğun boş bardakla gelip ‘annem, varsa bir bardak şeker istiyor’ demesi. Bu güzelliklerin unutulmaya başladığı zamanlar, bir şeylere sahip olma arzumuzun tavan yaptığı dönemler aynı zamanda. Gardırobunuzda atmaya kıyamadığınız ama iki yıldır bir kere bile giymediğinizi fark ettiğiniz kıyafetler, sizin için çok özel bir anlamı olmadığı halde ‘benim olmalı’ diyerek tuttuğunuz onlarca kitap ve araçlarının içinde tek giden sürücülerin oluşturduğu trafik sizi rahatsız etmeye başladıysa ‘paylaşım ekonomisi’ kavramına bir göz atmalısınız. Paylaşım ekonomisi, ekonominin sadece parayla ilgili olmadığını ve ihtiyaçların paylaşım yoluyla da giderilebileceğini öngören ve dünyada hızla yayılan bir kavram. Türkiye’de de son yıllarda bu konuda ciddi bir hareketlilik söz konusu. Üstelik paylaşılan şeyler gıdadan ulaşıma, kıyafetten kitaba hatta zamana kadar çeşitlilik gösteriyor.Paylaşmak, yemekle başlarAdına ‘paylaşım ekonomisi’ demeksizin, maddi karşılık beklemeden kendimize ait olanı en çok verdiğimiz şey gıda. Açtığınız bisküvi paketini o sırada yanınızda bulunanlara ikram etmek mesela. Bu çok doğal olan fiili, bilinçli bir harekete dönüştürenler de var. Ekmek onlardan biri. Askıda Ekmek, aslında Osmanlı’dan kalma bir gelenek. Diyelim üç ekmek almak için fırına giriyorsunuz. Dört ekmek parası ödediğinizde fazladan bir ekmek askıya gidiyor ve ihtiyacı olanlar fırıncıya, ‘Askıda ekmek var mı?’ diye soruyor. Eğer askıya bırakılmış bir ekmek varsa, fırıncı ona ekmeği veriyor. Bu uygulamanın son yıllarda birçok şehirde yeniden başladığı biliniyor. Bu hoş geleneği bir sosyal sorumluluk projesine dönüştüren kişiler de var. Askidanevar.com onlardan biri. Oğuzhan Canım’ın hayata geçirdiği hareketin tek amacı üniversite öğrencilerine karşılıksız yemek ve hizmet sağlamak. Proje kapsamında gönüllüler askidanevar.com üyesi restoranlarda yemek siparişi verirken, istedikleri sayıda ürünü de askıya bırakabiliyor. Askıda bırakılan ürünleri sadece üniversite öğrencileri kimliğini ibraz ederek hiçbir ücret ödemeden alabiliyor. Bir başka yemek paylaşım hareketi ise Ankara merkezli Çerçöp Çorbacılar. Grup, hâlâ yenilebilir durumda olduğu halde bir şekilde israf olacak gıdaları çöpe gitmekten kurtaran ve bunlardan yaptıkları çorbaları parklar ve kamuya açık yerlerde ihtiyacı olan kişilerle paylaşıyor.Biriktirme, paylaşİtiraf edelim, hemen hepimizin dolabı ‘bir gün giyerim’ diye tutup yıllarca giymediğimiz kıyafetlerle dolu. ‘İki kilo versem giyerim’ diyerek atmaya kıyamadığımız giysiler ve o büfede yıllarca duran ve bir on yıl daha dursa ruhumuzun duymayacağı eşyaların sözünü bile etmiyoruz. Kullanılmayan cep telefonları, 2005 yılından kalma boş ajandalar, bodrum kata yığdığımız ama aslında bir daha kullanmayacağımızı bildiğimiz onlarca eşyaya birileri çok ihtiyaç duyuyor olamaz mı? Olabilme ihtimali o kadar yüksek ki, bu atıl eşyaların ihtiyacı olmayandan ihtiyacı olana aktarılmasını öngören oluşumların sayısı artıyor. İsimlerini verelim, tercihi size bırakalım: alseninolsun.net, freecycle, giysitakasi.blogspot.com.tr, verr.com, esyapaylas.com, esyakütüphanesi.com.Okuyanlar okumayanlara bağışlasın!Kitabın bile birer tüketim metası haline geldiği zor günlerden geçiyoruz! Bir arkadaşınızla sohbet ederken bahsi geçen bir kitabı ona ödünç verebileceğinizi söylediğinizde aldığınız tepki ‘sağ ol ama kitap bana ait olmadan okuyamıyorum’ olabiliyor. Bu gidişat sizi de rahatsız ediyorsa ve ‘kitap da pekâlâ paylaşılabilir’ diyorsanız paylaşım zincirleri tam size göre. Kitap Ağacı onlardan biri. Kitap bağışlamak isteyenlerle kitaba ihtiyacı olanları buluşturmak için gönüllüler tarafından 2009 yılında kurulmuş bir platform kitapagaci.org. Sitedeki ‘kitap bul’ sekmesinden Türkiye’nin dört bir yanından bağışçı olmak isteyenlerle doğrudan bağlantıya geçebiliyorsunuz. Bağışçı olmak istiyorsanız da ‘kitap bağışla’ sekmesi bekliyor sizi. Benzer bir mantıkla hareket eden diğer bir platform da bookserf.com. Bookserf’i diğer kitap paylaşım platformlarından ayıran, kitapların yabancı dilde olması. Erbil Sivaslıoğlu ve Kerem Güneş’in hayata geçirdiği platformun yabancı dilde kitapları ilgilendirmesi biraz da bu kitapların fiyatının çok yüksek olması. Bütçesi elvermeyenler için geriye tek bir yol kalıyor, kitabı satın almak değil, ödünç almak ya da takas etmek. Avrupa’da çok yaygın olan ve Türkiye’de de tek tük görmeye başladığımız sokak kütüphaneleri de bu kapsamda değerlendirilebilecek girişimler. Sokak kütüphanelerinin mantığı, aldığın bir kitaba karşılık bir başka kitap bırakmayı öngörüyor.Zamanını, fikrini, bilgini de paylaşPaylaşım platformlarında takas edilen, bağışlanan ya da ödünç verilen tek şey kıyafet, gıda ve kitap gibi maddi şeyler olmayabiliyor. Zaman, bilgi, tecrübe gibi paylaşımların yapıldığı çok özgün platformlar da var. Armağan Uçuşturma Çemberi mesela. Bu platformda ihtiyacınız olan eşyalar dışında fikir ve hizmet bilgisi de talep edilebiliyor. Zumbara.com da bir diğeri. Zumbara, ‘Zaman Kumbarası’nın kısaltması ve para yerine zamanın kullanıldığı, yetenek ve tecrübelerin paylaşıldığı bir topluluk. Dünyada 33 ülkede uygulanan Zaman Bankası mantığını kullanan oluşumun kurucusu Ayşe Güzel, sahip olunan en değerli şey olan zamanın başkalarıyla paylaşılmasını vaat ediyor. Bu anlamda yabancı dil takasına dayanan tandem yöntemi de paylaşım ekonomisi kapsamında değerlendirilebilecek bir kavram. Tandem, farklı anadillere sahip iki kişinin bir araya gelerek birbirine kendi dilini öğretmesine dayanıyor. İnsanların evlerini bile paylaşmasını öngören sistemlerin en ünlüsü couchsurfing benzeri oluşumların artmaya başlaması da sevindirici.Trafik paylaştıkça azalır‘Arabası boş olanın melankolisi yaman olur’. Bu cümle, Batı ülkelerinde artık neredeyse kültürün bir parçası haline gelen birlikte seyahat etme sisteminin Türkiye’deki ilk uygulayıcılarından olan Ekoyol’un sloganı. Taşıt ve güzergâh paylaşımı platformu, aynı vakitte aynı yöne giden insanların bir araya gelip masrafları paylaşmasına dayanıyor. Böylece masraflar da, trafiğin yol açtığı stres ve çevreye salınan karbon da azalıyor. Birliktegit.com, blablacar.com, yolyola.com, ortakaraba.com, ucuzagidelim.com, mobicar.com.tr sayıları sürekli artan bu tür platformlardan bir kısmı.Girişimler heyecan vericiTürkiye’de paylaşım ekonomisi, adını son yıllarda duymaya başladığımız bir kavram. Paylasimekonomisi.com da bu kavramın ve paylaşma kültürünü, yayılması için çaba gösteren bir oluşum. Platformdan Serkan Kurtuluş, Türkiye’de şu anda 30 civarında paylaşım ekonomisi alanında çalışan aktif girişim olduğunu ama dünya ülkeleriyle kıyaslandığında henüz hiçbirinin anlamlı kullanıcı sayılarına ulaşamadığını söylüyor. Fakat ona göre ortaya çıkan ürün kalitesi, girişimcilerin heyecanı ve yetenekleri açısından bakıldığında önümüzdeki bir-iki sene içinde çok heyecan verici gelişmeler olacak. Dünyada paylaşım ekonomisinin büyüklüğünün tahminen yıllık 500 milyar doların üzerinde olduğunu söyleyen Kurtuluş, paylaşım ekonomisinin tam olarak kapsamını tanımlamanın zor olmasından dolayı bu rakamın daha yüksek olabileceğini ifade ediyor.Asgari ücretlinin paltosu zengine gidebiliyorPaylaşıyoruz Biz, paylaşım ekonomisine katkı sağlamaya çalışan bir oluşum. Facebook üzerinden faaliyetlerini yürüten platformun 10 bin üyesi bulunuyor ve bu sayı sürekli artıyor. Elinde kullanmadığı eşyalara sahip olanlar ile o eşyalara sahip olmak isteyenleri ücretsiz olarak bir araya getiren oluşum, tüm üyelerin eşyalarını burada sunabilmesine veya aradıkları eşya için istekte bulunabilmesine imkân sağlıyor. Paylaşıyoruz Biz’den Seda Edis, paylaşım ekonomisinin içindeki her bireyin aynı ekonomik döngüye hizmet eden, maddi ve manevi açıdan eşit insanlar olduğunu söylüyor. Bu bağlamda paylaşım ekonomisinin yardım amaçlı anlaşılmasına itiraz edip vurguluyorlar: “Bizler en çok da bu algıyla savaşıyoruz. Burada asgari ücretli birinin paltosu çok zengin birine gidebiliyor. Bizler kullanılmayana değer katıyoruz.”

Devrim Yakut: Şehriye çorbasındaki maydanoz gibiyim

$
0
0
‘Bana Masal Anlatma’ filmiyle izleyiciden tam not aldı Devrim Yakut. 20 küsur yıl tiyatro sahnelerinde olan, sinemaya Kelebeğin Rüyası filmiyle adım atan oyuncu, birbirimizi anlamak için sanata muhtaç olduğumuzu söylüyor: “Çocukluğumda çok sert karikatürler çizilirdi ama ülkeyi yönetenler bunu muhabbetle karşılardı.”Bana Masal Anlatma ile ilgili ortak görüş; seviyeli, bel altı esprilerinin olmadığı, namuslu mahalle komedisi…Bu meseleyi namus üzerinden okumuyorum ama bir şeyin komik olabilmesi için de belden aşağı espri yapılması gerekmiyor. Burada Burak Aksak’ın zekâsı devreye giriyor. Çocukluğunun geçtiği mahalle, yetiştiği ortam ve bunlardan hiç uzaklaşmamış olması… Yeri geldiğinde küfrün namussuzluk olduğu kanaatinde değilim. Çok seviyeli ve nazik bir dille de küfür edebilirsiniz.Küfür olmadan güldürmek daha mı zor peki?Hayır. Bir karakter oynuyor ya da yazıyorsunuz, o karakter doluyor doluyor ve dolduğu yerden infilak ediyor. Bu patlama olmasa karakteri net olarak anlatamayabilirsiniz. İlla öyle olmalı demiyorum. Küfürsüz komediyi de kutsamıyorum ama her ne gerekiyorsa onu yapalım, ölçümüzü kaçırmadan. Sanat küfrettiği zaman küfrü kutsamıyor zaten. Bazen kötü olanı göstererek de iyiyi tarif edebiliyoruz. Burası atlanıyor. Hırsızı, ahlâksızı göstermeden ahlâklının değerini nasıl anlatacağız? Sanat hepsini gösterip değerlendirmeyi seyirciye bırakacak.Senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı Bana Masal Anlatma, Burak Aksak’ın ilk filmi. Nasıldı genç bir isimle çalışmak?Şahaneydi. Burak’ı çok beğeniyordum Leyla ile Mecnun’da. O zamanlar 23 yaşında olduğunu öğrendiğimde dehşete düşmüştüm. Bu nasıl bir algı, bu ne müthiş bir espri ve yabancılaşma anlayışı. Burak Aksak yazmış ve yönetiyor denilince neredeyse hiç düşünmedim. Tabii ki senaryoyu okudum ve çok beğendim. Onunla çok anlaşacağımı hissediyordum ki, öyle de oldu.Cengiz Bozkurt, Berat Yenilmez, Sadi Celal Cengiz… Çok eğlenceli karakterler olarak biliyoruz bu isimleri. Çekim süreci nasıldı?Genel olarak çok hoştu ama o çok eğlenceli taifeyle neredeyse hiç sahnem yok. Benim işim genelde Hande ve Fatih’leydi. Tabii kadronun tamamını duyunca heyecanlanmamak mümkün değil. Eğlenmeden komedi yapılamaz zaten, siz eğlenmiyorsanız seyirci de eğlenemez.Sinemada oynadığınız ilk film Kelebeğin Rüyası. Sonra Düğün Dernek geldi, ardından Bana Masal Anlatma ve Çalsın Sazlar. Hemen hepsinde anne rolünde gördük sizi…Anne rolünü oynamaktan bir endişem yok. Sadece daha derin ve çeşitlenebilecek kadın rolleri hayal ediyorum. Keşke yazsalar da oynasak. Birbirine çok yakın renkler olduğu zaman bir süre sonra heyecanınız kalmayabilir. Ben de kendi hesabıma birbirine çok yakın gelen rolleri geçtiğimiz yazdan itibaren nazik bir dille bir süreliğine geri çevirdim.Teklifler anne rolleri miydi genelde?Anne olmasında sıkıntı yok ama içinde farklı bir şey olsun. Çok yerel kadın oynadım, genelde şiveli. Biraz frene basmak gerekiyor. Geri dönüp baktığınızda keşke dememek için iyi düşünmek gerekiyor. Tabii burada yazarlara çok iş düşüyor. Türkiye’de o kadar çok kadın hikâyesi var ki genelde yazarlar erkek olduğu için herhalde bu konular biraz daha az işleniyor.Bunca anne rolünden sonra anne olmak istiyor musunuz peki?Üç yıllık evliyim ve bu ikinci evliliğim. Eşimle birlikte çocuk yapmama kararı aldık. Aslında çok fazla çocuğum var, uzun yıllar eğitim vermenin getirisi olarak.Şive ve mimikleriniz çok konuşuluyor. Şive cebinizde var mıydı, role hazırlanırken mi ortaya çıkıyor?Valla onu ben de bilmiyorum. Biriktirdiğim için mi oyuncu oldum, oyuncu olduğum için mi o kadınları biriktirdim gerçekten bilmiyorum. Asker kızıyım ben. Çok şehir gezdim, çok memleket gördüm. Orada yaşayıp o insanlarla hemhal oluyorsunuz. Cebimde varsa onlar var.Genelde başrolde değilsiniz ama oynadığınız film ve dizilerde başrol gibi akıllarda kalıyorsunuz…Sonuç böyle olabilir ama bunu hedefleyerek başlamıyorum işe. Bir yemek gibi düşünün bunu. Şehriye çorbasında maydanoz olmasa da olur ama olursa daha güzel olur. Oynadığım roller, olursa lezzet katan, olmazsa da çok bir şey kaybettirmeyen roller. Şu da önemli, o kadınlara hiç dışarıdan bakmıyorum. Öğrencilerime de bunu öneriyorum. Rolle kavga etmeyin, role dışarıdan bakmayın. Dünyanın en cahil kadınını bile oynuyor olsanız, bir seri katili de oynuyor olsanız onunla yüzleşin.Sizi izleyenler çok keyif alıyor. ‘Aynı annem gibi’ diyorlar mesela. Siz kendinizi izlerken gülüyor musunuz?Bunu duymak çok hoşuma gidiyor. Oyuncunun kendi hakkında iyi bir şey düşünmesi pek mümkün değil. Çünkü her zaman daha iyisi olabilir. Bir sürü yerde ‘neden burada böyle yaptım’ ya da ‘keşke şöyle yapsaydım’ diyorum.20 küsur yıl tiyatro sahnelerinde yer aldınız. Üç yıl önce sinema ve filmlere adım attınız. Neden bu kadar geç oldu?Teklifler geliyordu ama İstanbul’da yaşayan bir oyuncuyla Ankara’da yaşayan bir oyuncunun teklifleri değerlendirmek konusunda şansları eşit olmuyor. Bir de Ankara’da çok yoğun çalışan bir oyuncuydum. Bir gün emekli olup İstanbul’da yaşlanmak gibi bir hedefim vardı. Ben 50’li yaşlar gibi hayal ediyordum ama daha erken oldu.Genelde o yaşlarda İstanbul’dan kaçmak istenir…Her şeyim ters benim. (Gülüyor) Burası çok mucizevî bir şehir. Bir de çocukluğum burada geçti, daire tamamlansın, burada yaşlanayım istiyordum. Çok şükür kısmet oldu. İçinden deniz, vapurlar ve martılar geçen belki de dünyanın tek şehri burası. Evet, çok zor tarafları var ama ben o yorgunlukta değilim henüz. Benim için hayat şöyle yürümüyor. Buradan (Cihangir) diyelim ki Kartal’a gideceğim. ‘Allah’ım nasıl gideceğim şimdi trafik falan’la çalışmıyor benim enerjim. Şöyle hayal ediyorum. Buradan Kabataş’a yürürüm, oradan vapura binerim, hava güzelse dışarıda otururum…Çağan Irmak gibi yönetmen az gördümBahçeşehir Üniversitesi’nde oyunculuk eğitimleri veriyorsunuz. Oyunculukta nasıl bir kuşak yetişiyor?Çok farkında, yenilikçi bir kuşak yetişiyor ama sektörel anlamda ne olacağı konusunda hiçbir öngörüm yok ne yazık ki. Ben onların yaşındayken, mezun olurduk ve tiyatro yapabileceğimiz çok güzel yerler vardı. Devlet tiyatrosu, şehir tiyatrosu... Şimdi yıpranmış yapılar revize olma aşamasına geldi. İnşallah doğru bir kanaldan revize olur. Tiyatro sanatı adına sancılı bir süreçten geçiyoruz ama gençler belki de kendi yapılarını kendileri oluşturacak.Hom Ofis dizisi üç haftada bitti. Neydi eksik olan?Bilsem de söylesem keşke. Her işin kısmeti ve şansı olduğuna inanırım. Bizim için üzücü tabii. Her yeni iş bir heyecan. Öyle olmasa iyiydi ama yapacak bir şey yok. Bu sezon enteresan bir süreçten geçiyoruz.Hangi projenizi diğerlerinden farklı bir yere koyuyorsunuz?Diziler içinde Keşanlı Ali ve Vicdan’ın yeri bende çok ayrı. Sevmediğim bir işi yapmadım ama oradaki sinerji kolay yaşanılır türden değildi. Yönetmenlerin varlığı da çok önemli. Çağan da Feride de. Çağan gibisini çok az gördüm. Çok muhabbetli, oyun sever, heyecanlı…Türk sinemasındaki hareketliliği nasıl yorumluyorsunuz?Şahane işler oluyor. Bazı meslektaşlarım çok film çekmenin iyi bir şey olmadığı kanaatinde ama ben öyle düşünmüyorum. İyiyle kötünün ayrışabilmesi için hem seyirci hem de film yapan açısından böyle dönemler olur. Bolluktan sonra olması gereken ritme ulaşır. Bundan 10 yıl önce Türkiye’de senede birkaç tane film anca çekilebiliyordu. Seyircimizin ayağı çok alıştı sinema salonlarına. Dolayısıyla eskiden yetenekli bir senarist, yapımcı ya da yönetmen adayının işi çok zor değilken şimdi sanıyorum o kadar zor değil.Birbirimizi anlamak için sanata ihtiyacımız varBu ülkede birbirimizi anlama güçlüğü çekiyoruz 50 yıldır. Hayatım boyunca ötekileştirilmiş herkesin yanında olmaya gayret ettim. Olayların sonuçlarını değil, nedenlerini konuşmak gerekiyor. Neden bir ülkede terör, savaş olur? Neden ayrışmamız için koşullar oluşturulur? Bir fantezi gibi gelebilir ama derdimi anlatmak için örneği sivriltiyorum. Bir süre sonra her bir apartmanın tepesinde bir tane bayrak asıp orayı koruma noktasına mı geleceğiz? Kimse kimseyle iletişim halinde değil, kimse kimseyi beğenmiyor. Tam bu noktada sanat iyi bir ilaç, iyi bir şifa. Tiyatro ve sinema bunu daha hızlı yapıyor. Çocukluğumda çok sert karikatürler çizilirdi ama ülkeyi yönetenler bunu muhabbetle karşılardı. Öyle bir ülke hayal ediyorum.

'Stratajik Derinlik'i okuma kılavuzu

$
0
0
Danışmanlıktan dışişleri bakanlığına, oradan da başbakanlığa kadar uzanan bir yol Ahmet Davutoğlu’nunki. Bahsettiğimiz sadece siyasi kariyeri elbette. Fakat bunun bir de öncesi var: Akademisyenlik dönemi. Ve o dönemin meyvesi, o meşhur kitap: ‘Stratejik Derinlik’. Peki, kitabı bu kadar meşhur kılan ne?Birazdan okuyacağınız yazı sadece bir kitap incelemesi değil. İncelenen bir kitabın sonucunda ortaya çıkmış olan yeni bir kitabın incelemesi. Daha anlaşılır olalım; Ümit Kıvanç oturmuş, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun kült kitabı ‘Stratejik Derinlik’i -artık kült olarak değerlendirmemizde bir beis yoktur herhalde- baştan sona incelemiş. İsmini de ‘Pan-İslamcının Macera Kılavuzu’ koymuş. Davutoğlu’nun kitabını yazmaya uzunca bir makale olur diyerek giriştiğini lakin ortaya koskoca bir kitap çıktığını belirten Kıvanç, Davutoğlu’nu “Cumhuriyet tarihinde ilk kez iktidara yazıları, kitapları, teorileriyle ya da isterseniz akademik metin suretine bürünmüş arzuları, hırsları, tutkuları, yanılsamaları, hayalleri ve bilim kisvesi altında üretilmiş ideolojik propaganda malzemesiyle gelen bir başbakan.” olarak niteliyor. Uzunca bir sürenin ardından geçtiğimiz yaz başbakanlık koltuğu el değiştirdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmesinin üzerinden birkaç hafta geçmişti ki eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, toplanan AKP kongresi sonrasında hem genel başkan hem de başbakan koltuğunu devraldı. Davutoğlu’nun siyaset arenasında görünür olmaya başlaması yeni değildi şüphesiz. Uzun bir dönem danışmanlık yapmış, daha sonra dışişleri bakanlığı görevine getirilmiş ve ‘eşine az rastlanır’ bir dışişleri politikasının mimarları arasında yer almıştı. Sonrası ise hepimizin malumu. Peki, Türkiye Cumhuriyeti’nin 37. başbakanı olan Davutoğlu’nun entelektüel arka planında neler gizli? Ümit Kıvanç’ın kitabında cevap aradığı en temel soru bu.Meşhur kitap ‘Stratejik Derinlik’İlk baskısını 2001 yılının Nisan ayında yapan ‘Stratejik Derinlik’, Davutoğlu’nun entelektüel arka planını ortaya koyan bir çalışma. Özellikle dışişleri bakanı ve başbakan olduktan sonra daha görünür olan kitabın satışlarında bir patlama gerçekleşti ve 100. baskısını yaptı. Peki, neydi kitabı bu kadar önemli kılan? Ya da bir kesimin gözünde ‘muhteşem bir entelektüel eser’ olarak değerlendirilmesini sağlayan? Ümit Kıvanç, keskin bir dille kitabı şu sözlerle özetliyor: “Sefere çıkacak ordulara okunacakmış gibi hamasetle, karşısına alıp konuşabilse ikna edemeyeceği kimse olamazmış gibi abartılı bir özgüvenle, itiraz edene kırılacağı, küseceği, çok kızacağı izlenimi uyandıran bir tutkuyla, 100-200 yıl öncesine doğru son sürat yol alan bir kervanın önünde, göğsünü rüzgâra açmış gibi coşkuyla.” Kıvanç, Davutoğlu’nun kitabında gördüğü teorik eksikliği, strateji illetine yakalanmış insanlarda görülen çarpık bakışa dayandırıyor. Ekonominin, teknolojinin ve kültürün, Davutoğlu’nun dünyasında sadece zaman zaman eksik kalmasın diye adı anılan kavramlar olarak, nerdeyse hiç yer tutmadığının altını çiziyor. Bunların hiçbirinin kendi özel dinamikleri, koşulları olan ve toplum hayatında değişik roller oynayan etkenler olmadığını; hepsinin yönetenlerin elinde bulundurduğu araçlar, hatta silahlar olduğunu vurguluyor.KİTAP, HAMASETTEN Mİ İBARET?Buradan yola çıkarak Kıvanç’ın yaptığı tespit ve eleştirilerde yer yer acımasız davrandığını belirtmemiz gerekiyor. Şu tespitinde bunun izlerini görebilmek mümkün: “Zamanla Davutoğlu’nun bilgi, bulgu ve çıkarımlarını siyaset alanına taşımaya çalışan bir entelektüel değil, kararını baştan vermiş, hedefini belirlemiş, olgu, bilgi, bulgu ne varsa bunları siyasi hedef ve hırslarının hizmetine koşan, akademisyen ve bilim adamından çok ideolog ve politikacı diye nitelenmesi gereken bir kimse.” Kitabın sonunda Ümit Kıvanç’ı memnun eden şey, Davutoğlu isminin ve özellikle ‘Stratejik Derinlik’ kitabı etrafında yaratılmış mistik atmosferin kırılması olmuş. Çünkü ortaya çıkan bu mistik hava, Kıvanç’a göre ‘bilgiyle ve hakikatle ilişkisi çok sorunlu bir toplumu, akıl-mantık dünyasından bütünüyle kopartıp tamamen başka âlemlere sürükleyebilir’. Yine yazara göre Davutoğlu’nun görüşlerinin yön vereceği bir devlet pratiği, hepimizin başına büyük belalar da açabilir: “Davutoğlu şu anda artık, öğrencilerini etrafına toplayıp hayallerini anlatan bir üniversite hocası değil. Koskoca bir devletin bütün araçlarını kullanarak hırslarının ve arzularının peşinden gidebilecek bir konumda.” Kıvanç’ın dediği gibi Davutoğlu, devletin bütün imkânlarını elinde bulunduran bir akademisyen-siyasetçi, bir başbakan. Lakin bu görevi hakkaniyetli bir akademisyen ve sosyal bilimci titizliğiyle mi yoksa hoyrat ve dik başlı bir siyasetçi kisvesiyle mi yapacak? Orasını tarih gösterecek.‘Stratejik Derinlik, müthiş bir hamaset ideolojisinin ürünü’“Ahmet Davutoğlu, sağ-muhafazakâr akademisyen, yazar-çizer çevresinden çok kişinin fazlasıyla önemsediği bir isim. Yazdıklarına ve söylediklerine muazzam derinliği olan, hayatı çözmüş bir insanın elinden çıkma metinler olarak bakılıyor. Açıkçası, kitapta da belirttiğim gibi Davutoğlu’nun bilgisi, entelektüel kapasitesi, elbette siyasî tutumundan bağımsız olarak hepimize göz alıcı görünmüştü. ‘Stratejik Derinlik’ üzerinde o kadar çok duruldu, kitap o kadar çok satıldı ve yayıldı ki, ‘Ben de bir okuyayım, ne diyor, fikir sahibi olayım’ diye başladım. Ama karşılaştığım şey, adeta bir militan siyasî hareketin propaganda broşürü gibi bir şeydi. Velhâsıl, okurken kitap üzerine bir eleştiri yazısı kaleme almayı düşündüm. Derken iş büyüdü, sadece Davutoğlu’nun dedikleriyle değil, strateji veya jeopolitik adı altında sürdürülen sahte bilimle de azıcık uğraşayım dedim. Kısacası ‘Stratejik Derinlik’; tarihi iptal eden, ‘medeniyet’ diye bir ‘öz’e ve Müslüman olmaya dayanarak, Osmanlı ve Türklüğü de araç olarak kullanıp hâkimiyet sağlanabileceği vehminin anlatımı. Ve her ne kadar konusu dışarıdaki bir etkinlik gibi gözükse de meselesi içeriye yönelik. Müthiş bir hamaset ideolojisi kurulabilir bununla. Nitekim kuruluyor.”

'Türkiye Fehriye Erdal'ı almak istemedi'

$
0
0
Çelik Kapılar Ardındaki Örgüt DHKP-C kitabı, gazeteci Bünyamin Köseli’nin uzun araştırmalarının ürünü. Köseli, Ufuk Yayınları’ndan çıkan kitabında DHKP-C’nin tarihsel sürecine, yapısına, bugün geldiği noktaya mercek tutuyor. Köseli ile kitabının yanı sıra canlı bombaları, Sabancı cinayetinin bir numaralı ismi Fehriye Erdal’ı ve DHKP-C’ye dair birçok konuyu konuştuk.DHKP-C’nin 2012 itibarıyla yeni bir eylemlilik sürecine girdiğini söylüyorsunuz. Bu tarihten önce örgüt ne yapıyordu?Belirli aralıklarla eylem yapmak örgütün bir stratejisi aslında. Eylemsizlik dönemlerinde, Türkiye’den yapıya yeni dahil edilen militanlar Yunanistan’a gönderiliyor. Örgüt, ‘şehir gerillası’ mantığıyla hareket ettiği için belirli periyotlarla Türkiye’de eylem yapıyor. Eylemler, örgütün varlık sebebi. Şehir gerillasının mantığı, ses getiren eylemler yaparak kitleler üzerinde propaganda yapmak, korku salmaktır zaten. Örgütün birtakım özel günleri var. Kuruluş tarihi olan 30 Mart 1994’ün yıldönümü gibi -ki bu tarih, Mahir Çayan ve arkadaşlarının 30 Mart 1972’deki Kızıldere’deki çatışmalarına refere ediliyor- 1990’ların hemen başında gerçekleşen 16-17 Nisan ve 12 Temmuz polis baskınları gibi tarihler örgütün ‘şehitler’ günü. Bunların öcünü almak için eylemler düzenleniyor. Eylem kararı Merkez Komite (MK) tarafından alınıyor. MK, ‘Şu an, örgüt olarak zor bir süreçten geçiyoruz, eğer ‘feda’ eylemi düzenlersek bu darboğazı aşarız.’ diye bir karar alıyor ve eylemler başlıyor.Gezi Parkı olaylarıyla DHKP-C’nin eylemlerine ağırlık verdiği görülüyor.Gezi’de farklı bir tablo ortaya çıktı. En büyüğü 26 yaşında 10 genç öldü ve bu gençlerin neredeyse tamamı Alevi’ydi. Bu, örgüt için bulunmaz bir fırsat. Örgütün, legal alanda faaliyet yürüttüğü Devrimci Alevi Komiteleri (DAK) isimli bir yapılanması var. Bu yapı, Gezi’den sonra ciddi bir propaganda yapmaya başladı. Alevilere ‘Bakın devlet sizi koruyamıyor. Gezi Parkı’nda ölenlerin tamamı Alevi. Gelin silahlanalım ve biz kendimizi koruyalım.’ deniyor. Özellikle 16-17 yaşındaki liseli gençler ciddi anlamda örgütün legal alanda faaliyet gösteren derneklerine kanalize oldu. Gezi Parkı öncesinde derneklere gelen genç sayısıyla sonra gelenler arasında ciddi bir artış var. Bir genç okuldan çıkıp, sinemaya gider gibi derneğe gidiyor.Alevilerin DHKP-C ile sık sık anılması çok daha öncesine dayanıyor ama...Önemli bir tarihsel süreç var. 1950 öncesinde Aleviler kırsalda yaşayan bir halk kitlesiydi. Anadolu’nun en ücra yerlerinde yaşıyorlardı. Sonra, göçle birlikte şehirlere geldiler. Şehirlerde, 68 kuşağıyla birlikte esen sosyalist sol rüzgâr sayesinde illegalite ve silahla tanıştılar. Alevi ozanları; Mahir Çayan, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve Deniz Gezmiş için türküler yazdı, ağıtlar yaktı. Aleviler, Sovyetler’in çöküşüne kadar sosyalist solun içinde kendilerini ifade etti. Bu süreçte, Alevi dedeleri ötekileştirildi. ‘Faşist Alevi dedeleri’ şeklinde bildiriler dağıtıldı, bazı köylerde dedeler dövüldü, köylerden kovuldu. Mesela Maraş’ta bir solcu gencin bir Alevi dedesinin burnunu kestiği biliniyor ama bunlar konuşulmuyor. Dedeler, kendi gençlerinin sokağa çıkmasını, insan öldürmesini istemiyordu ama şehir hayatında kitleye hakim olamadı. Bugün dedeler, sol örgütlerin nezdinde hâlâ ‘öteki’… Aleviler DHKP-C ile beraber anılmaktan rahatsız mı?Alevi camiasında gerçekten örgütle beraber anılmaktan kaynaklı bir rahatsızlık var. Bu özellikle 2014 itibarıyla dillendirildi. Daha önce bir Alevi dedesinin bunu dillendirmesi mümkün değildi. AKP eski milletvekili Reha Çamuroğlu ve bazı dedeler de bunu dile getirdi ama daha uzun bir süre sol örgütlerle Aleviler beraber anılacak gibi. DHKP-C şu an Alevilerin çoğunlukta yaşadığı semtlerde etkin. ‘Etle tırnak’ gibiler. Alevilerin ciddi bir insan kaynağı vardı. Bunlar okuyan yazan gençlerdi. Örgüt bunlara zarar verdi. Bugün DHKP-C’nin 600’e yakın ‘şehit’ diye nitelediği militanı var. Bunların neredeyse yüzde 80’i Alevi. Bugün, Anadolu’nun Alevi köylerini gezin en az birkaç militanın mezarına rastlarsınız.Mesafe koymak mümkün mü peki?Bazı Alevi gençleri, örgütü bir manada ‘fırsat’ olarak gördüğü için mesafe koymaları zor görünüyor. Aleviler, yıllardır devletten gerekli desteği alamıyor. Cemevleri, dedelerin statüsü gibi diğer talepleri hâlâ gerçekleşmiş değil. Bütün Alevi gruplarının mutabık olduğu sekiz madde var ve bunlar bir türlü yerine getirilmiyor. Bülent Ecevit bile zamanında aynı hataya düştü. ‘Önce kendi aranızda birlik olun, sonra bize gelin.’ dedi. Bu doğanın kanunlarına aykırı. 15-20 milyon Alevi’nin aynı çizgide buluşması mümkün mü? Bugün sağ muhafazakârların hepsi aynı çizgide mi? Değil. Bu devletin bilerek, isteyerek Alevilik mevzuunu çözümsüzlük sürecine sokmasından başka bir şey değil. Bu da Alevi gençlerin marjinalleşmesine sebep oluyor ve DHKP-C’yi fırsat olarak görmelerini sağlıyor. Hal böyle olunca mesafe koymak imkânsızlaşıyor. Alevi gençlerini, DHKP-C’nin kucağına devlet itiyor.Dünyada sol silahlı örgütlerin önemli kısmı silahı bıraktı ya da tasfiye oldu. Türkiye’de bu neden gerçekleşmiyor?Dünyadaki silahlı mücadelenin artık bitiyor olmasındaki en büyük etken, Sovyetler’in çöküşü. Sovyetler’in çökmesi, Çin’in kapitalist sistem içine entegre olması, Maoizm’in gerilemesi dünyadaki bütün silahlı mücadeleleri depresyon sürecine soktu. Şu an Hindistan ve Kolombiya’da birkaç sol örgüt kaldı. Dünyanın değişik yerlerinde küçük lokal gruplar var ama etkili değil. Türkiye’de DHKP-C’nin var olmasının sebebi devlet reflekslerimizle ilgili.DHKP-C’nin yeniden dirilmesini devlete mi bağlıyorsunuz?Örgütün merkez komitesinde bile MİT’e çalışanlar olduğu iddialarını düşününce, bu soruya ‘evet’ demek kaçınılmaz oluyor. Eğer biz 90’ları yaşamasaydık, Sovyetler çöktükten sonra şeffaflaşma konusunda Batı’ya daha iyi entegre olsaydık, 90’lı yıllarda militanlara cezaevinde işkence yapılmasaydı, örgüt evleri basılıp militanlar yargısız infaza kurban gitmeseydi militanlar bu kadar radikalleşip, devlet düşmanı olmazdı. Bunu bizzat devletin güvenlik kanatlarından dinledim. Pişmanlık içinde şunu anlattılar: ‘Özellikle kadın militanların çantalarına doğum kontrol hapı ve prezervatif atıyorduk.’ Bu, siyasi davadan tutuklanan biri için fevkalade onur kırıcı bir durum. Mesela bunu, DHKP-C’nin üst düzey militanlarından tıp öğrencisi Gülnihal Yılmaz’a yapmışlar. Gülnihal, bir albayın kızıydı ve 2002 yılında ölüm orucunda öldü. Muhtemelen, çantasına konan haplar onurunu kırmıştı.Anladığım kadarıyla örgütün en aktif olduğu yıllar 90’lar. Sonra ise duruluyor…Bu durumu, 90’ların özel şartları içinde değerlendirmek gerekiyor. Belki de kitabın en önemli bölümlerinden birisi Dursun Karataş’ın kaçış hikâyesi. Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, Karataş’ın kaçacağını tam 10 gün önce acil koduyla tüm birimlere yazıyor. Tam da bu sırada, MİT İstanbul bölge müdürlüğü devreye giriyor ve Karataş’a, ‘Bize çalışırsan sana yol veririz.’ diyor. O dönemde, MİT İstanbul ve Ankara bölge müdürlükleri arasında ciddi bir rekabet var. Ankara, İstanbul’a, ‘Biz Çatlı’yı devşirdik. Çatlı bize çalışıyor.’ diyor. Bir manada hava atıyor. İstanbul da, ‘Bize çalışır mısın?’ teklifini TİKKO’cu Baba Erdoğan ve Dursun Karataş’a yapıyor. Benim edindiğim bilgilere göre, ikisi de kabul ediyor ama kaçar kaçmaz MİT’e büyük bir gol atıp, bağlantılarını kesiyorlar. Tabii sonrasında Devrimci-Sol’un işlediği onlarca önemli cinayet hâlâ bir şaibe. 90’lardaki terörle mücadele yöntemi, 2000’lerin başıyla birlikte yerini daha insani yöntemlere bırakıyor. Emniyet içindeki terör-istihbarat polisleri, militanlara önce insan olarak baktı. Gözaltına alınanlarla ilgilendiler, yemeklerini paylaştılar. İşkence 2000 sonrasında terör ve istihbarat birimlerinde yasaklandı. ‘Militana bir tokat bile atan olursa kovulur’ şeklinde brifingler verildi.Dursun Karataş’ın bu yasağı delmeye yönelik bir planı olduğunu okuyoruz kitapta...O dönemde örgütün iç yazışmalarında Dursun Karataş’ın geçtiği bilgi notları da var. ‘Polis yani ‘düşman’ yeni bir strateji uyguluyor. Artık militanlara işkence yapmıyor. Militan kadroda ciddi bir çözülme var.’ şeklinde bir not gönderiyor örgüt Karataş’a. O da ‘Yoldaşlar ne yapıp etsin düşmanın (polis) zor kullanmasını sağlasın…’ notunu gönderiyor.İşkenc,e örgütün bir diğer varlık ve motivasyon sebebi. Sokağa yeni bir sempatizanı çıkardığınızda, orada polis şiddetiyle karşılaştığında devlet düşmanı oluyor.Örgütün yeni eylem yapması bekleniyor mu?Örgüt, son dönemlerdeki açıklamalarında adı yolsuzluklara karışan bakan ve çocukları hakkında bildiriler yayınlıyor. Bu, pek alışkın olmadığımız bir dil aslında. Bu konuda devletin güvenlik birimlerinin teyakkuzda olması gerekiyor. Örgüt, muhtemel bir suikast planı üzerinde çalışma yapıyor olabilir.MİT’ten Zeki Müren’e adalar turuKitaptaki Zeki Müren’in MİT’e istihbarat topladığına dair bilgiler şaşırtıyor...Zeki Müren’in plandan ne kadar haberi var bilmiyorum. 1967’de MİT’çi Mustafa Hiram Abas, Yunanistan’a gönderiliyor. Türkiye’nin Kıbrıs meselesinden dolayı Yunanistan ile arası gergin. Mustafa Hiram Abas, iki askeri kendine angaje ediyor ve Yunan ordusuyla ilgili ciddi bir istihbarat alıyor. Sonra Yunanlı bir sanatçı, Abas’a Zeki Müren ile tanışmak istediğini söylüyor. Abas, hemen organize ediyor, Zeki Müren kabul ediyor. Bu iki sanatçı bir hafta boyunca Yunan adalarını yatla geziyor. Bu tabii sadece bir yat gezisi değil. MİT, sanatçıların yanına bir koruma/fotoğrafçı veriyor. Bütün Yunan adalarının, füze rampalarının, askeri noktaların, mühimmatın fotoğrafları çekiliyor. Teknolojinin hayli sınırlı olduğu bir dönemde ciddi bir sınır ötesi operasyon yapılmış oluyor.Önce Allah’a sonra örgüte güveniyorum!Daha önce örgütün içinde aktifken, bugün geriye çekilmiş isimlerin konuşmama, konuşsa da isim vermek istememesinin sebebi ne?Korku. Kitapta, mesela özel bir fotoğraf var. Ben bu fotoğrafa bakınca hüzünleniyorum. O insanları araştırıp, yakınlarıyla görüşünce hüzün daha da artıyor. Neden mi? O fotoğrafta Cafer Solgun’un abisi Hüseyin Solgun, Dursun-Sabahat Karataş, İbrahim-Sevgi Erdoğan, Bülent Uluer var. Devrimci-Sol’un bütün kurucu kadrosu o fotoğrafta. Paşa Güven ve Dursun Karataş mesela. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaş. Ama baktığınızda Paşa Güven’i Dursun Karataş’ın lideri olduğu Devrimci-Sol öldürüyor. Hüseyin Solgun’un şu an hiç kimseyle görüşmediği, içine kapandığı söyleniyor. Bugün, Devrimci-Sol adını duyduğunda köşe bucak kaçan, konuşmak istemeyen, konuşsa da ‘Aman ha adımı sakın yazma’ diyenler var. Böyle bir korku imparatorluğu oluşturulmuş.Peki, siz korkmuyor musunuz?Örgüt bugüne kadar hiçbir gazeteciyi öldürmedi. Hatta kendi yayınlarında, ‘Bizim hakkımızda olumsuz şeyler yazan burjuva gazete ve gazetecilere bugüne kadar hiç dokunmadık, dokunmayacağız.’ diyorlar. O yüzden önce Allah’a sonra örgüte güveniyorum!‘Düşünsene bir saat sonra kahraman olacağız’Sultanahmet’te Turizm Şube Müdürlüğü’ne düzenlenen eylemle birlikte canlı bombalar yeniden gündeme geldi…O saldırıda emniyet teşkilatı sınıfta kaldı. 19 gün oldu ve hâlâ kadının hangi örgüt militanı olduğu belli değil. Eğer DHKP-C olsaydı, bunu yüzlerce kez devletin en üst yetkilileri söylerdi. IŞİD’ci olabileceği söylendiği için, yetkililer de çıkıp konuşmuyor. Ayrıca eski emniyet kadrosu olsa, bu kızın Elif Sultan Kalsen olmadığını çok rahat tespit ederdi. Eski kadrolarda öyle emniyetçiler vardı ki, militanların ayakkabı numarasına kadar bilirdi. Terörle mücadele birikim işi. O polisler, militanların ailelerini, nasıl bir sosyokültürel yapıdan geldiklerini bilirdi. Bu kadro bir anda tasfiye edilince, yeni gelenler komik hatalar yapıyor.Bir insan nasıl ve neden canlı bomba olur? Bu motivasyonu nereden alıyorlar?Örgüt, varlığını kitlelere ismini duyurarak devam ettirmek zorunda. Özellikle canlı bomba eylemleri örgütün tabanında ciddi tesir uyandırıyor. Halklar için gidip kendi bedenini patlatmak, militanlara göre kutsal. Bir de örgüte yeni katılan bir militan hemen canlı bomba olmuyor. Önce sokakla, polis şiddetiyle tanışıyor. Sonra fişleniyor, iş bulamıyor, hapse giriyor. Hapiste örgütsel bilincini artırıyor. Bir noktadan sonra radikalleşip, devlet düşmanı haline geliyor. Bunun öncesinde örgütle tanışan militanların ilk etapta aileleriyle bağları kesiliyor. Bir süre sonra her şeyleri örgüt oluyor. Sadece örgüt için yaşamaya başlıyor ve örgütün vereceği her eyleme hazır hale geliyorlar. Canlı bomba olmak bu basamakların zirvesi ve onlar için bir kahramanlık. Her yıl anılacak, her yere fotoğrafları asılacak vs. bu cazip geliyor. Canlı bombaların psikolojisini araştırırken Paradise Now diye bir film izledim. İki canlı bomba arasındaki diyalog çok ilginçti: Bir diğeri ‘Düşünsene bir saat sonra kahraman olacağız’ diyor. Bilinçaltında bu var.Bir diğer eylem, Dolmabahçe’de polislere yapıldı. DHKP-C’li Fırat Özçelik, Berkin Elvan adına slogan atarak gözaltına alındı.Berkin Elvan’ın ölümü etrafında oluşan toplumsal mutabakat, muhafazakâr çevrede etkili oldu. Sonuçta, bahse konu olan genç 15 yaşında 16 kiloda ölen bir çocuk. Berkin Elvan adına slogan atınca DHKP-C’li militan, insanlardaki sempatiyi olumsuz etkiledi. Bu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işine geldi. Çünkü Berkin Elvan deyince, üç hafta boyunca süren koltuğunu kaybetme korkusunu, her şeyin yakılıp yıkılmasını hatırlatıyor ona. Erdoğan bu yüzden Berkin Elvan’dan nefret ediyor. Zihninde Gezi Parkı eşittir Berkin Elvan var. Bu sağlıklı bir ruh hali değil.Fehriye Erdal hayatta ve artık legal oturumu varSabancı cinayetinin faillerinden Fehriye Erdal’ı Türkiye’nin almadığını söylüyorsunuz. Fehriye Erdal neden alınmak istenmedi ve şu an nerede?Fehriye Erdal, Hollanda sınırına sadece birkaç kilometre uzaklıkta bir Belçika kasabasında yaşıyor. Fehriye Erdal bile isteye alınmadı. 1999 yılında, Knocke Heist’te yakalandığında Belçika İstihbaratı Türkiye’ye, ‘Size bu kadını vereceğiz ama bir isteğimiz var. Bu kadının Türkiye’de önemli bir cinayete karıştığını anlatan bir dilekçe, silahların kriminal raporları ve kamera görüntülerini gönderin.’ diyor. Belçikalı istihbaratçılar, üzerine basa basa gönderilen dilekçenin uzun olmamasını, örgütsel bir kapsama sokulmamasını istiyor, şifahi olarak. Peki ya sonra ne oluyor? MİT koca bir klasör gönderiyor Belçika yetkililerine! DHKP-C’nin ne zaman kurulduğu, eylemleri, militanları anlatan koca bir klasör! Siz, bunun arkasında iyi bir niyet arar mısınız? Biz, Fehriye Erdal’ı, terör örgütü üyeliğinden değil de cinayete yardım ve yataklıktan isteseydik şu an almıştık.

Altan Öymen: Tehlikeli bir kavşaktayız

$
0
0
Altan Öymen ile görüşmek için ofisine gittiğimizde Meclis’te 4 eski bakan hakkında Yüce Divan görüşmeleri yapılıyordu. Bir gözümüz Meclis’teyken gündemi konuştuk. Öymen, 2015 seçimlerinin Türkiye demokrasisi için ölüm kalım savaşı olduğunu söylüyor.Masum olduklarını söyleyen 4 eski bakan bunu mahkeme önünde kanıtlamaktan kurtulmaya çalışıyor. Türk siyasi tarihinde böyle bir vaka var mı?Genel kural şudur; hakkında soruşturma istenen kimse çıkar ve der ki: “Soruşturma komisyonu kurulsun istiyorum. Gerekirse Yüce Divan’a giderim.” Bunun tipik örneği 1950’den önce TEKEL Bakanı olan Suat Hayri Ürgüplü’dür. Hakkında kahveyle ilgili suiistimaller var dendi. Yüce Divan’a gitmeyi talep etti. Aklandı ve bu zat sonra başbakanlık yaptı. Kendi değerleri vardı, politika açısından önemli vasıfları vardı ve aklandıktan sonra başbakanlık da yapabildi.Bu örnekle karşılaştırarak bugün Meclis’in ve sâbık bakanların tavırlarını nasıl yorumlarsınız?Kendine güvenen insan “Ben Yüce Divan’da aklanacağım” diye talep eder. Meclis’te bu işin siyasi davaymış gibi ele alındığı ortada. Olan biteni ana hatlarıyla dahi izleyen kimselerde bu komisyonun hukuki karar verdiği yolunda bir kanaat belirmedi. Siyasi karar verdiği yolunda bir izlenim çıktı. Zaten komisyonun gizlilik kararı alması tuhaf bir karar oldu. Başka ülkelerdeki soruşturmalara bakın. Bunlar hep kamuoyuna açıktır ve hatta televizyondan naklen yayınlanır. Açıklık esastır ve vicdanının harekete geçmesi için halkın izlemesi gerekir.Burada medyaya mı iş düşüyor yoksa Meclis’e mi?Medya özgürlüğüne tahammül edilmediği ortada. Dünya kadar örneği var. Saymakla bitecek gibi değil. Zaten Cumhurbaşkanı ve başbakan ne zaman konuşsa bir düşman belirliyor. Paralel yapı, muhalefet, sonra da basın. Paralel yapı söylemleri inandırıcı geliyor mu size?Gelmiyor tabii. Paralel yapı varsa bunun tüm siyasi sorumluluğu memleketi idare edenlerdedir. Ben bilmiyordum da sonradan altında bunlar çıktı filan... Bir; hükümet mensubu söyleyebilir ama bu sorumluluk kendisinde olur. İki; suçlayıcı sözlerin ispat edilmesi gerekir. İspat edilmeden hiç kimse, ‘Şöyle yaptılar böyle yaptılar, bilmiyorsunuz daha neler göreceksiniz’ şeklinde laflar söylemez. Normal insan da devlet idaresinde olan kimseler de söylemez.1950-55 yıllarını ‘Öfkeli Yıllar’ diye tanımlıyorsunuz. İleride yazacak olsanız bu günler için ne dersiniz?Bu dönemde çok normal olmayan şeyler yapıldı. Her anlamda. Bir demokraside benzeri görülmemiş şeyler yapıldı. Türkiye demokrasi açısından küçümsenecek bir ülke değil. İyi kötü, eksiği gediği 70 yıldır demokrasi yaşadı. Bunun birikimi var. Çevremizdeki ülkelere bakıyorum Osmanlı zamanında İstanbul’a eşit düzeyde Bağdat, Kahire, İskenderiye gibi çok gelişmiş şehir vardı. ‘Bağdat gibi diyar olmaz’ lafı vardır. Bugünkü durumlarına bakın. Hiçbirinde demokrasi yaşayamadı. Niye? Türkiye’de demokrasi altyapısı oluştu çünkü. Bu altyapıyı perişan etmeyelim. Hatta Avrupa’da bile İngiltere ve Fransa gibi ülkeler dışında 70 senelik demokrasisi olan ülke yok. Kıymetini bilelim. Önümüzdeki seçim çok önemli. Demokrasi açısından ölüm kalım savaşı gibi. Bu kafayla gidilirse çok tehlikede. Demokrasiye resmen olmasa bile fiilen veda edeceğimiz bir kavşağa gidiyoruz.Programın son dakikasında laf sokuşturulması canımı sıkıyorduTartışma programlarında nasıl hep sakin kalabiliyorsunuz. Dört Bir Taraf’ta yapılan en hararetli tartışmalarda bile sesinizi yükseltmediniz.O program aslında her nesilden birinin olduğu bir tartışma programı olarak düşünüldü. Ben yaşlıları, Nazlı (Ilıcak) benden sonrasını, Enver (Aysever) ve Nagehan Alçı gençleri temsil ediyordu. Nesillerin birbirini anlaması için tartışması lazım. Keşke bu programlar çok sayıda olsa. Bizimki ilk denemeydi ve 3 sene sürdü. Orada da ben seyircinin sağduyusuna güvenirim.Programdan sonra nasıl bir ruh haliniz oluyor, öfkelendiğiniz oluyor muydu hiç?(Gülüyor) Şöyle bir huyum vardır, programı gece bir daha izlerim. Fazla sinirlenmiş gibi olmuşsam eleştiririm kendimi. Bazen sinirlendiğim oluyordu, bu durumda kendime hâkim olmaya çalışırım. Bu kadar kızmamak lazım. Bence herkesin bunu yapmasında fayda var. Sesini yüksek çıkartmakla haklı olunmuyor. Bir de karşındaki ne söylerse söylesin onu dinlemek önemli, tahammül etmek. Bir şeye canım çok sıkılırdı, bu gibi programlarda tam sonuna yaklaşılır artık kapanacaktır, tam o sırada bir laf sokuşturup, mümkün mertebe yıpratıcı bir laf, bir iddia ortaya atıp yayının o iddiayla kapanmasını sağlamak oluyor bazen. O zaman insanın canı sıkılıyor. Karşıdakinin cevap vermesi gereken ve süre bittiği için vermeyeceğini bildiğin bir lafı atıyorsun ve program kapanıyor.Bu programları insanlar karşı tarafı dinleyip anlamak için mi izliyor yoksa futbol maçı izler gibi mi?(Gülüyor) İkisi de var tabii. Futbol maçı gibi izleyenler de. Bu tartışma böyle programların tekrarlanmasıyla daha verimli olur.Kemikleşmiş sorunlar doğal yolla çözülmeliCHP’de genel başkanlık yaptığınız dönemlere dair sizin için ‘Pasif kaldı’ eleştirileri yapıldı. Bu eleştirilere ne cevap veriyorsunuz?1999 seçimlerinde parti 8,7 aldı. Baykal istifa etti ve beni de aday gösterdiler. CHP teşkilatında büyük bir moral bozukluğu olmuştu. Teşkilata moral ve toparlanmaya yönelik işler yaptım. Parti reformu hazırladık. Tüzük değişikliği yaptık. Halkla birlikte çözüm diye program başlattık. Başarılı da olduk. Sonraki seçimde yüzde 20’lere çıktı oy.CHP, 28 Şubat süreciyle çok fazla hesaplaşmadı. Dindar insanlara karşı önyargılı davranışlarını sorgulamadı. Partinin bu konuda hesaplaşması lazım değil mi?Onu büyük ölçülerde yapıyorlar. Başka türlü Meclis’te başörtülü girilmesi mümkün olur muydu? Kimse farkına bile varmadı. Farkına vararak yapılması ve politik amaçla kullanılması da sakat bir şey. Orada çok ustaca bir şey yapıldı. Hiç ses çıkarmadan ne itiraz ne de kavga edilmeden getirildi. Kılıçdaroğlu bu konuda epey gayret sarf etti.CHP’nin dindar insanlara bakışında yumuşama mı oldu?CHP’lilerde şöyle bir şey var; artık dindar insanlar doğal karşılanır hale geldi. Değişme değil de sanki yıllardan beri bu böyleymiş gibi bir hal oldu. Bu mevzu propaganda haline getirildi.Propaganda haline getirmelerine malzeme olacak geçmişte çokça vaka var ama…Geçmişte olsa bile, geçmiş geçti.Meğer uçak kaçırmışımSıkıyönetim zamanıydı, yani 12 Mart 1971 sonrası. Beni gözaltına aldılar, hücreye koydular. Neyle suçladıklarını bilmiyorum. Bir ay hücrede kaldım. Çıktıktan sonra öğreniyorum ki uçağı iki-üç kişi, Deniz Gezmiş'ler idam edilmesin diye kaçırmış. O sıralarda biz de idamlar yapılmasın diye imza topluyorduk. Böylece bizim onlarla aramızda bir bağlantı olması lazım gelir diye bir mantık oluşturmuşlar. Uçak kaçıranlardan işkenceyle beni de aralarına dâhil edecek ifadeyi alıyorlar: “Altan, Türk Havayolları'ndan bir hostesten uçakla ilgili bilgileri aldı. Yine hava yollarında Diyarbakırlı Mahmut'la da işbirliği yaptı.” Ama Askeri mahkeme önüne bile ham bir soruşturma çıkarılamıyor tabii. Bazı şeylerden tereddüde düşüyorlar. Gidiyorlar hava meydanına, tesadüf bu adla kimseler yok. İddia çöküyor. Beni sorguya çekerlerken de bu konuyu hiç sormuyorlar. Fakat “Tamam anlaşıldı siz suçlu değilsiniz. Ama biz radyolardan ilan ettik, gazeteler yazdı, biraz zaman geçsin ki bunlar unutulsun.” diyorlar. Böylece 2,5 ay kaldık.Başbakan hakkında gensoru verilmeliCemaat hakkında ‘İnlerine gireceğiz’ denilerek bir yıldır çeşitli operasyonlar yapılıyor. Yani ‘in’lere girildi. Ve ortaya çıkanlar size ne düşündürüyor?Sayın Cumhurbaşkanı'nın, bir cumhurbaşkanı olarak bu derece siyasi polemiğe girmesi ayrı bir mesele. İnlerine girme denilen gelişmelerden şimdiye kadar hiçbir şey çıkmadı tabii. Cumhurbaşkanı ve başbakanın söyledikleri önemli bir suçun varlığı ve müebbet hapsi gerektirir. Bu suçun delilleri ortaya çıkmadığı halde sanki bu kesinleşmiş bir hüküm gibi her gün söylenerek neredeyse herkesin bunu kabul etmesi isteniyor. Bu tuhaf bir şey. Aslında cumhurbaşkanı için de, hakaret edici lafları dolayısıyla hakkında hakaret davası -özel hukuk açısından- açılması da mümkündür ama, bunun gerçekleşmesi zorluğu da biliniyor. Başbakanın bu konuda söylediği sözler, açıkça Anayasa’nın 83. Maddesi’ne aykırıdır. O maddede denir ki, hiçbir makam-merci mahkemelere emir veremez, emir bir yana telkinde de bulunamaz. Böyle acayip hale geldik. Ben bunun örneğini, böyle sabah akşam suç isnadı laflarının söylendiğini geçmişte fazla hatırlamıyorum.

[Haftanın Albümleri] İklim Değişikliği'ne müzikal haykırış

$
0
0
Burak Kaya, önemli caz ve klasik gitar icracılarından. İki yıl önce müzik grubu ve Pınar Ayhan'la birlikte Cango'ya Türküler isimli albümü piyasaya çıkaran Kaya şimdi de İklim Değişikliği’yle karşımızda. Yitip giden tabiat güzelliklerine dikkat çekenİklim Değişikliği, klasik gitarda Burak Kaya, kontrbasta Ozan Musluoğlu ve vurmalı çalgılarda Yinon Muallem'in yer aldığı akustik tınılara sahip bir albüm. Tüm parçalar Burak Kaya'ya ait. Eylemciler ve Gezi Parkı adlı çalışmasında gezegenin geleceği için savaşan çevre eylemcileri anlatılıyor. Gerze'de, Hasankeyf'teki HES projelerine dikkat çekiyor. Emek Sineması’na, ağaç katliamının yapıldığı üçüncü köprü inşaatına gitarının telleriyle haykırıyor sanatçı. İklim Değişikliği - Burak Kaya - We Play * Fikri Karayel'den ilk albümFikri Karayel, Kıbrıs'ta dünyaya gelen ve çocukluk yıllarından itibaren müzikle ilgilenen bir sanatçı. Kıbrıs'ta düzenlenen bir organizasyonda en iyi beste, en iyi grup ve en iyi yorum ödüllerine layık görülen müzisyen, Haluk Levent gibi isimlerin albümlerinde besteleriyle yer aldı. Ayrıca Hayal Edemezsin ile Seni Seviyorum Adamım filminin şarkı ve oyuncu listesine adını yazdırdı. İlk solo albümü Zor Zamanlar'ı geçtiğimiz günlerde yayınladı. Albümdeki söz, müzik ve düzenlemeler Fikri Karayel'e ait. İngiltere'de yoğun ilgi gösterilen funk müziğin etkileri albümde fazlasıyla kendisini hissettiriyor. Yine yoğun rock öğeleri, duygusal sözlerle harmanlanmış. Popülerlik kaygısına düşmeden, dingin bir müzik ve güçlü bir yorumla karşımıza çıkıyor Karayel. Zor Zamanlar - Fikri Karayel - Dokuz Sekiz Müzik * İlk Ermeni bestecilerin piyano eserleriŞahan Arzruni, ünü Türkiye'nin sınırlarını aşan bir piyanist. Ermeni sanatçı, Anma isimli yeni albümünde klasik müziğin ilk dönem Ermeni temsilcilerinin piyano eserlerini yorumluyor. Albümde, aralarında Dikran Çuhacıyan'ın da yer aldığı 12 besteciden toplam 21 parça yer alıyor. Sanatçı, bestecilerden bazılarının eserlerinde Osmanlı klasik müziği ve Kafkas müzikleri gibi, birtakım yerel üslupların renklerini kullandıklarını ve füzyon müziğinin öncü örneklerini verdiklerini belirtirken, bazı bestecilerin Avrupai altyapıya sahip eserlere Türk ezgilerini yerleştirdiğini, bazılarının ise Kafkas ritmlerini Batı enstrümanlarına uyarladığını vurguluyor. Hommage- Anma - Şahan Arzruni - Kalan Müzik

Yıldızların babalarla imtihanı

$
0
0
Yeşil sahaların yıldız futbolcuları oynadıkları futbol ve attıkları goller dışında transferleriyle de her daim gündem olmayı başarıyor. Fakat transfer dönemlerinde futbolcularla birlikte, başka aktörler de bir anda sahnenin en değerli oyuncuları olarak karşımıza çıkıyor. Bunlar o ana kadar adı sanı pek duyulmayan, fakat futbolcunun geleceği ile bizzat sorumlu olan menajerlerden başkası değil.Bir futbolcu ve onun ailesi için menajerin önemi oldukça büyük. İyi ve güvenilir bir menajer, futbolcunun yeni yol haritasında yükselmesine etkili olurken, yanlış yol tercihlerinde çöküşüne de neden olabilir. Ailelerde yaşanan bu ciddi gelecek kaygısı ise ‘menajer babaların’ ortaya çıkmasına neden oluyor. Profesyonelleşemeyen ya da küçük yaşta yıldızı parlayan futbolcuların menajerliklerini genelde ya babaları yapmakta ya da babalar transferlerde ciddi roller alırlar. Buna sebep ise hem çocuğuna iyi bir gelecek hazırlamak hem de kazanılan paranın yine aile içerisinde kalma düşüncesi.Bu hafta Türk futbol severler bir ‘menajer baba’ olayını yeniden yakından takip etti. Özellikle Beşiktaş ve Trabzonsporluların yakından şahit oldukları Tolgay Arslan transferinde de gözler menajer baba Erhan Arslan’daydı. Beşiktaş’ın Almanya’nın Hamburg takımından büyük uğraş sonrası takıma kazandırdığı Tolgay transferinde başaktörü menajer baba oldu. Baba Arslan, oğlu için daha çok para veren Trabzonspor ile anlaşırken, Tolgay’ın daha az paraya karşılık, oynamayı çok arzuladığı Beşiktaş’ı tercih etmesi bir anda her iki kulüp arasında git-gellere neden oldu. Yaşanan bu kargaşa her iki takım taraftarını da heyecanlandırmış, hatta Trabzonsporlu yönetim futbolcuyla birlikte zafer fotoğrafı bile çektirmişti. Fakat son noktayı Tolgay’ın babasına karşı gelerek yumruğunu masaya vurması belirledi ve Siyah Beyazlılar mutlu sona ulaştı.Tolgay Arslan’ın İstanbul’a eli sargılı halde gelmesi ise bu iddiaları doğrular cinstendi. Oysa ki transferinden bir gün önce çekilen fotoğrafta genç oyuncunun elinde herhangi bir alçı ya da sargı görünmüyordu. İstanbul’a eli sargılı gelmesi Tolgay’ın Beşiktaş’la anlaşmasından sonra babasının, “Trabzonspor çok daha fazlasını verdi neden kabul ettin?” diyerek kendisine baskı yapması sonrası sinirlendiği ve kızgınlık anında öfkeden elini duvara vurduğu öne sürülmüştü. Bu gelişmeden sonra Tolgay’ın apar topar sağ eline alçı yaptırarak İstanbul’a geldiği ve Siyah Beyazlı formaya kavuştuğu iddia edildi.En popüler menajer babalar Messi, Santos ve ÖzilDünya futbolunda da menajer babalar aslında oldukça yaygın. Barcelona’nın Arjantinli yıldızı Lionel Messi ve Brezilyalı futbolcusu Neymar’ın menajerliklerini halen babaları yapmakta. Hatta Arsenal forması giyen Türk asıllı Alman oyuncu Mesut Özil’in de uzun bir dönem menajerliğini babası yürütüyordu.Fakat transfer dönemlerinin gözdesi baba menajerler, her zaman oğullarını koruyup kollayamıyor. Kimi zaman aşırı koruma isteği ya da maddi çıkar kaygısı, yıldız futbolculara zarar da veriyor.Menajer baba ile futbolcu oğul arasındaki en dikkat çeken ikili ise Mesut Özil-Mustafa Özil olarak göze çarpmakta. Özil’in Arsenal’e transferi sırasında yaşanan maddi anlaşmazlıklar medyaya yansımış, ikilinin arası açılmıştı. Hatta olay birbirlerine dava açacak aşamaya bile gelmişti. Bir başka dünya yıldızı Lionel Messi ise babası Jorge Messi hakkında vergi kaçırdığı yönünde çıkan iddialar yüzünden mahkemeye çıkmak zorunda kalmıştı. Brezilyalı Neymar’ın babası Neymar Da Silva Santos da oğlunun Barcelona’ya transferi sırasında usulsüz gelir elde ettiği iddiasıyla hakim karşısına çıkmak zorunda kalarak dünya yıldızı olma yolunda ilerleyen oğluna sıkıntılı anlar yaşatmıştı.

1 milyon üye mümkün mü?

$
0
0
Fenerbahçe’de Aziz Yıldırım’ın başlatıp tek başına yürütüyor gibi göründüğü ‘1 milyon üye’, çok önemli bir proje. Böyle bir girişimin ülkedeki demokrasinin gelişmesine varıncaya değin sonuçları olur. Ancak Başarı şansının sıfırın altında olduğunu görmezden gelemeyiz. Bugüne kadarki benzer girişimler ve bu işin zorlukları başarı şansını yok ediyor.Önce şurada anlaşalım: Aziz Yıldırım çok önemli bir iş yapıyor. ‘1 milyon üye’ kampanyası için yurdu karış karış dolaşıp bu işin gerçekleşmesi yolunda önemli adımlar atıyor. Üstelik durumu sadece bu açıdan da göremeyiz. Herhangi bir kulübümüzün ya da sosyal bir kuruluşun 1 milyon üyesinin olması muhteşem bir olay. Bu üyelerin durumu ve statüsü ne olursa olsun sadece o kulüp için değil aynı zamanda demokrasi için de çok yararlı böyle bir örgütlenme.Zaten demokrasimizin Batı ölçeğinde yerleşip kökleşme imkânı bulamayışında, o yoldaki adımların mehter usulü atılabilmesinde böylesi bir örgütlenme eksiğinin önemli payı var. İktidarlar ya da başka güçler, attıkları yanlış adımlarla ilgili olarak karşılarında böyle bir güç bulduklarında, yapacakları işlerle ilgili olarak bir değil birkaç kez düşünmek zorunda kalırlar. Bunun dışında da yararları olur böyle bir örgütlenmenin. Örneğin, öteki kulüpleri de peşinden sürükler, iş büyür.Çok da güzel olurGelgelelim, böylesi bir projenin başarı şansı inanın ki sıfırın bile altındadır! Bugüne kadar yapılmak istenen buna benzer işlerin hemen tümü büyük bir fiyasko ile sonuçlanmıştır. Bunların nedenleri niçinleri elbette ki çoktur ve farklıdır. Gerçi, o günlerden bu yana olumlu anlamda bazı değişiklikler olduğu da kabul edilebilir. Özellikle haberleşme ve iletişim alanında atılmış bulunan dev adımlar büyük bir avantajdır. Ancak yine de böyle bir hareketin başarı şansı hemen hiç yoktur.Sayın Yıldırım’ın gündem belirleme ve toplumu harekete geçirmeye çabasına da saygı duymak gerekir. 3 Temmuz sürecinin tamamı, yeniden yargılanma durumu, havuzdan çıkma tartışması gibi konular belli başlı örneklerdir. Bu konularda belli bir medya desteği bulduğu da açıktır. Nitekim şu 1 milyon üye kampanyasına bir divan kurulu üyesinin itirazının tek gazetede o da satıraralarında kalmış olması bunun bir kanıtıdır. O üyenin itirazı ciddiye alınacak niteliktedir.Buna benzer konulara her zaman ilgi duydum ve kimin neyi nasıl yaptığını öğrenmeye çalıştım. Kişisel bilgi, ve gözlemlerim sonucunda varabildiğim nokta şu: Ne yaparsanız yapın vatandaşımız böyle işlere pek ilgi duymuyor. Özellikle futbolu seven insanlar -bu memlekette spor denilen alanın yüzde 90’ını o kaplıyor-, belli davranış kalıplarının ötesine geçmiyor. En fazla kombine kart alıyor, maçını izliyor, mağazadan alışveriş yapıyor, o kadar; üsttarafına pek kulak asmıyor.Dikkat ederseniz, kampanya başlayalı epeyce zaman oldu, henüz herhangi bir rakam açıklanmıyor. Özel olarak araştırdığımızdan filan değil, konuyla ilgili sohbetler sırasında bu işlere yakın eş-dost niteliğindeki insanların söyledikleri rakamların düşüklüğü karşısında dehşete kapılırsınız -ben değil, siz-. Yani bir yandan sanki binlerce kişi akın akın gelip bu işe giriyormuş gibi bir izlenim oluşturulmaya çalışılıyor ama öte yandan durumun pek parlak olmadığını yakında tam olarak öğreniriz.Üstelik sayı belli bir noktaya oluştuğunda, onunla başedebilmek için dev bir organizasyon gerekecek. Yani 100 bin kişi üye oldu diyelim. Onlarla ilişkilerin yürütülmesi için belki de en az 100 kişinin çalışacağı orta büyüklükte bir şirket kurmak gerekecek. Bu kişilere ödenecek ücretler ve organizasyonun öteki masrafları, attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmedi durumu ortaya çıkarabilir. Belki daha önemlisi, böyle bir ilişkiyi yürütmenin imkansız denecek kadar zor oluşu.Bugünden yarına gerçekleşecek bir iş olarak görmemeliŞu anda ülkemizde devlet dışında bu kadar çok insanla ilişkiyi yürütebilen kuruluşlar, özel bankalar, telefon organizasyonları gibi zaten zorunlu sayılabilecek durumlarla ilgilidir. Gönüllülük esasına dayanan sosyal bir ilişki kapsamında böyle bir rakam bugüne kadar hayal bile edilmedi. Hayalinin kurulması ve peşinde koşulması çok önemlidir, değerlidir ancak gerçeğe uzaktır. Dolayısıyla bunu bugünden yarına gerçekleşecek bir iş olarak görmemek gerekir. Öyle bakılırsa yılgınlık olur, dağılır.Sözünü ettiğim 100 bin kişiyle günümüzün iletişim olanakları içinde elbette ki elektronik posta ya da sosyal medya aracılığıyla bağlantı kurulabilir. Ancak kimi zaman yasal zorunluluk ya da başka nedenlerle onlara bildiğimiz geleneksel yollarla mektup filan göndermek gerekebilir. 100 bin kişiye gönderilecek mektupların yazılması, zarflanması, adreslerin yazılması, postaneye teslimi gibisinden işlemleri gözünüzün önünde bir canlandırmaya çalışın. Üstelik bunlar hemen akla gelenler…Üye sayısı belli bir noktaya ulaştığında, sözgelimi 50 bin olduğunda hemen başlayacak birtakım rahatsızlıkları garanti edebilirim. Bu işe girenlerin büyük bölümünün “kulüp üyesi oluyorum” motivasyonuyla hareket ettiğinden eminim. Ancak bir süre sonra bu üyeliğin herhangi bir getirisinin olmadığı, sadece yıllık ödenti ilişkisinin bulunduğu yolunda yakınmalar başlayacak ve kopmalar olacaktır. Bir derbi maça bilet isteyip de alamayan kişiler “başlarım böyle üyeliğe!” diyecektir.Zaten bu kişilere nasıl bir üyelik statüsünün tanınacağı, ne gibi avantajlar sağlanacağı yolunda da belirsizlikler ortadadır. Belli bir sayıdaki üyeler için delege seçilerek genel kurul üyeleri olabilmeleri gibisinden düşüncelerin hiçbir geçerliliği yoktur. İlgili yasalar ve uygulama imkanları bunun için kesinlikle elverişli değildir. Bunlardan doğacak yakınma ve kopmalar bu büyük yürüyüşü sık sık kesintiye uğratabilecektir.Sayın Yıldırım’ın bu işi tek başına götürüyormuş gibi uygulama içinde oluşu da ciddi bir sakıncadır. Bu işi kulübün kurumsal kimliğine aktarmak ve o şekilde yürümek gerekir. Başka yöneticiler, profesyonel çalışanlar, sporcular sürekli olarak işin içinde yer almalıdır. Zaman zaman yapılabilen göstermelik toplantılar amaca ulaşmak için kesinlikte yeterli olmayacaktır.Uzatmaya gerek yok, harika bir proje ama başarıya ulaşması için belirsizlikler ortadan kaldırılmalı, insanların hangi statüde üye olup ne gibi haklara sahip bulunacakları iyi anlatılmalı. Sayın Yıldırım’ın günün birinde görevden ayrılması halinde işin nasıl yürüyeceği güven verici biçimde ortaya konulmalıdır. Şu anda görünen odur ki sayın Yıldırım bu konudaki açıklamasının tersine ömürboyu başkanlık konusunda kararlıdır ve 1 milyon üye de kendisine bağlı bir proje olarak gündemde kalacaktır.2009-12 arasında TSYD Genel Sekreteri olarak görev yaptım. Bin 300 dolayındaki üyemizle temas edebilme konusunda yaşadığımız sıkıntıları anlatmaya çalışmak, yıllık 12 lira olan aidatların ödenmesindeki sıkıntıları gündeme getirmek boşuna yorgunluk olur. Üstelik 1963’te kurulmuş, organizasyonu oturmuş, sağlıklı işleyişi olan bir kuruluştan sözediyorum…Aslına bakarsanız o kadar uzağa gitmeye gerek yok, kulüplerin şu anda genel kurul üyeleriyle ne kadar sağlıklı bir ilişki kurabildikleri üzerinde bir araştırma yapılsa ortaya çok eğlenceli durumlar çıkabilir. ‘20 bin kayıtlı üye var ama aidatını ödeyip oy kullanacak kişi sayısı 8 bin’ gibisinden genel kurul haberleri herhalde gözünüzden kaçmamıştır. O kadar sık tekrarlanıyor ki…Hayal kurmak iyidir hatta gereklidir ama onu gerçek sanmamak koşuluyla... Canaydın’ın 400 özel üyesi Bu tür işlerin çok küçük ölçekli bir örneği yeterince aydınlatıcıdır, onun için aktarmak isterim. Nurlar içinde yatsın, rahmetli Özhan Canaydın ile gazeteci-kulüp başkanı sınırlarını epeyce zorlayacak kadar yakınlığımız oldu. İkimiz de bu sınıra sonuna kadar özen gösterdik ancak bu arada öğrenilmesi pek kolay olmayan bazı kulüp işleriyle ilgili bilgiler edinme fırsatı doğdu.Sansasyon arayışı içinde olan bir gazetecilik anlayışına itibar etmediğimi bildiğinden zaman zaman canını sıkan bazı durumları dertleşme babında aktardığı olmuştur. Bunlardan biri de kulübe yeni üye alınması işiydi. Olayın gizli kapaklı bir tarafı yok. Biliyorsunuz Galatasaray Kulübü’ne üye olmak kolay değil. Çeşitli sınırlamalar sözkonusu. Bu yolda yakınmaların artması nedeniyle Canaydın genel kuruldan özel bir yetki aldı. Bir seferlik uygulamayla 400 kişi üye kaydedilecekti.Üye olmak isteyenler arasında büyük şirketlerin sahipleri, üst düzey yöneticiler, rektörler gibi üst gelir grubundan ya da toplumda saygınlığı tartışılmaz kişiler vardı. Herbiri için 10 bin lira giriş ücreti düşünülmüştü. Bu da özel bir uygulamaydı. Böylece bir sıcak para girişi sağlanacaktı.Zaten o kişiler arasında bu paranın birkaç katını vermeye hazır olduğunu defalarca beyan edenler vardı. Dolayısıyla bir taşla iki kuş birden vurulmuş olacaktı. Toplam 10 bin dolayındaki üye içinde 400 olağanüstü bir rakam da sayılmazdı.Peki, sonuç ne oldu biliyor musunuz? Sadece 240 kişi böyle bir imkandan yararlanmak üzere başvurdu ve tam bilmiyorum ama içlerinden bazıları da daha sonra vazgeçti. Taş çatlasa 150 kişi işlemleri tamamlayıp üye oldu ve rahmetliyi de böyle bir işe girdiğine gireceğine pişman etti.

Kobani'ye dönüşler başladı şehrin imarı yıllar sürecek

$
0
0
Yaklaşık beş aydır IŞİD’e direnen Kobani, normal hayata dönmeye hazırlanıyor. Kürtlere göre Türkiye’nin Kobani’nin yeniden imarındaki tutumu, Kürt sorunundaki samimiyetini de ortaya koyacak.Suriye'deki üç Kürt kantonundan biri olan Kobani'yi işgal eden IŞİD, YPG ile süren 134 günlük çatışmanın ardından bölgeden ayrıldı. Şimdi gözler aylar süren çatışmalardan sonra yerle bir olan şehrin yeniden yapılanmasında. Kobani şu an büyük oranda yaşanmaz durumda olsa da IŞİD saldırısından kaçıp Türkiye'ye gelen Kürtler, geri dönmeye başladı bile. Çatışmaların başından itibaren Türkiye'ye gelen yaklaşık 200 bin Kobanilinin 120 bini Suruç'taki kamp ve köylerde yaşıyor. Suruç Belediye Başkanı Zuhal Ekmez, ilçe nüfusunun son bir buçuk ayda 10 bin kadar daha arttığını söylüyor. Sebebi ise Kobani'nin IŞİD'den temizlenmeye başlamasıyla savaş mağdurlarının kentlerine daha yakın olmak için Suruç'a gelmesi. Son gelişmelerin ardından günde 80-100 kişinin sınırdan Kobani'ye döndüğünü söyleyen Ekmez, kentin yıkıntı halinde olmasına dikkat çekiyor. Bu durumda bütün Kobanililerin yurtlarına geçişinin çok çabuk olması beklenmiyor. Bu süreçte savaş mağdurlarına sınırı geçişi konusunda gereken destek verilecek. Ancak oradaki koşullar yaşamaya uygun hale gelene kadar Türkiye'deki kampların hizmeti devam edecek. Suruç'taki 120 bin Kobanilinin 70 binden fazlası kamplarda yaşıyor. Bunların 10 bin kadarı kaymakamlığın kampındayken 66 bin kişi Suruç Belediyesi'nin de içinde olduğu Rojava Kriz Koordinasyonu'nun denetimindeki kampta. Kobani'nin yeniden inşası konusunda bölge yönetiminin çözüm arayışına başladığını anlatan Ekmez, uluslararası yardım kuruluşlarından henüz bu yönde bir çağrı gelmediğini söylüyor.Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da kuşatma sırasında “düştü düşecek” dediği Kobani'nin IŞİD'den temizlenmesinden sonra, “Bugün bakıyoruz çiftetelli oynuyorlar. DEAŞ oradan çıkmış. O bombalanan yerleri kim onaracak?” diyerek yeniden inşa sürecine dikkat çekmişti. Bunun üzerine BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Somali'ye gidip on bin konut sözü verenleri Kobani'ye davet etmiş, Kobani ve Rojava'nın inşa sürecinin yeni bir kardeşliğe vesile olabileceğini söylemişti. Yardım kuruluşları ve birçok aydın da Demirtaş gibi hükümetin Rojava politikasını değiştirmesini öneriyor. İnsan Hakları Derneği Başkanı Öztürk Türkdoğan, altyapı imar çalışmaları için özellikle gençlerin dönmeye başlayacağını anlatıyor; “Ama yıkılmış bir kenti yeniden imar etmek en az sekiz ay alır. Türkiye'nin bu süreçte desteği çok önemli.” diyor. Zira etrafı hâlâ IŞİD tehdidi altında olduğu için kente en rahat akış Türkiye sınırından sağlanabilir. Dolayısıyla inşaat ve altyapı malzemesinin Türkiye üzerinden gitmesi gerekiyor. Ancak durumun beklenenin tam tersi yönde ilerlediğini anlatan Türkdoğan, “Bir engelleme söz konusu. Sayın Cumhurbaşkanı böyle konuştuğu sürece anlaşılan Türkiye'nin Rojava politikası değişmeyecek.” diyor. Yarın öbür gün koalisyon güçlerini oluşturan ülkelerdeki STK'ların veya hükümetlerin Kobani'ye yardım etmek isteyeceğini söyleyen Türkdoğan, şöyle devam ediyor: “Jeneratör, tıbbi yardım, hastane, ev, okul malzemesi göndermek isteyecek. Türkiye buna nasıl engel olacak? Bunlar yeni yeni sorunlara neden olacak. IŞİD'in egemenliği altındaki topraklara inşaat malzemesi gönderiyorsunuz. Kobani'dekilere göndermezseniz dünyaya bir kez daha niyetinizi göstermiş olursunuz.”Öte yandan IŞİD'in kentten ayrılmasından bu yana çıkan bazı haberlerde Kobanililerin kamp şartlarında rahat olduğu ve geri dönmek istemedikleri iddia edilmişti. Bu iddiayı yalanlayan Mazlumder Urfa yöneticilerinden Fethi Tapaç, “Bütün Kobani halkının en büyük hayali bir an önce yurtlarına dönmek. Kamp şartları ne olursa olsun istihdamları hangi yönde yapılırsa yapılsın bunda ısrarcılar.” diyor. Sınırda sürekli kentlerini gözleyen Kobani halkı, şartların biraz düzelmesi durumunda bile dönüş için harekete geçiyor. Bunu son bir haftada daha iyi gözlemlediklerini anlatan Tapaç, “Tamamen düzeldiğinde muhtemelen burada hiç kimse kalmayacak. İnsanlar sürekli mobil haldeler.” diyor.Rojava, Türkiye'ye petrol satmak istiyorÖztürk Türkdoğan, Rojava kantonlarının açık bir şekilde Türkiye ile ticaret yapmak istediğini hatırlatıyor. Cizire kantonundaki petrol rafinelerinden Türkiye'ye petrol satmak isteyen Kürt yönetimi, karşılığında gıda ve imar malzemesi almak istiyor. Rojava'nın Türkiye'den karşılıksız yardım istemediğinin altını çizen Türkdoğan, “IŞİD bile kaçak yollardan Türkiye'ye petrol gönderiyor. Yerel otorite kim ise petrolü o yönetiyor orada.” diyor. Cizire, Suriye'den bağımsız şekilde politikasını yürüttüğü için Türkiye'ye petrol satma talebi gerçekçi bulunuyor. Nusaybin sınır kapısından iki taraflı ticaret yapılabileceğini savunan Türkdoğan, şöyle konuşuyor: “Türkiye, Rojava politikasını değiştirdiğinde Kürtlerle pekâlâ iyi ilişkileri olur. Akçakale ve Öncüpınar kapısı açık. Buralardan El Nusra'nın, IŞİD'in denetiminde bulunan yerlere ticaret yapılıyor. Türkiye'den kamyonlarla malzeme satılıyor. Aynısını neden Kürt bölgelerine yapmıyoruz? Hâlbuki Türkiye'nin burnunun dibinde çok ucuza mal edeceği bir petrol kaynağı var.”Kobani, Kürtler için neden önemli?Erdoğan'ın “Küçük bir yerleşim yeri için dünya ayağa kalkıyor.” dediği Kobani'yi önemli kılan sebepler var. Kobani, Suriyeli Kürtlerin Beşşar Esed yönetiminin 2012'de askerlerini çekmesinden sonra özerklik ilan ettiği Rojava bölgesindeki üç kantondan biri. Kürtler Rojava'yı ve burada uyguladıkları yönetim biçimini, Esed sonrası Suriye'de talep ettikleri özerkliğin temeli olarak görüyor. Kobani ise diğer kantonlar olan doğudaki Cizire ve batıdaki Afrin'in tam ortasında. Dolayısıyla stratejik ve psikolojik önemi yüksek. Aslında aylardır Kürtler üzerinden tartışılan kent, bütün Türkiye için önem taşıyor. IŞİD'in ilk mağlup edildiği yerin Kobani olduğunu hatırlatan Mehveş Evin, yazısında, "Kobani, IŞİD'in eline geçseydi ne olacaktı?" sorusuna karşılık şunları kaydetti: “IŞİD'le komşuluk ilişkilerinizi ilerletmeye niyetiniz yoksa… Örgütün şov yapar gibi kelle kesmesini, kadın ticareti yapmasını, binlerce insanı yurdundan etmesini, İslam adına uyguladığı vahşeti desteklemiyorsanız Kobani'nin kurtuluşunu kutlamak sorun olmamalı.”

Biletler ucuzlamayacak, tavan fiyat düşecek

$
0
0
Petrol fiyatlarının 50 doların altına gerilemesi gözleri bir kez daha uçak biletlerinde yapılması planlanan indirime çevirdi. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan’ın, bilet fiyatlarının daha da düşürülmesi amacıyla havayolu şirketleriyle yeniden bir araya gelmeyi düşündüğünü açıklaması ise seyahat severleri heyecanlandırdı.Ancak dolardaki artış karşısında endişe duyan havayolu şirket yetkilileri, bilet fiyatlarında genel düşüşün aksine sadece ‘tavan fiyatlarda’ indirime gidilebileceğini söylüyor.Bakan Elvan, bilet fiyatlarının artması üzerine 7-8 ay önce havayolu şirket yetkilileriyle bir araya geldiklerini ifade ederek, şirketlerin 309 TL’lik tavan fiyatı kabul edip uyguladıklarını söylemişti. Bakan Elvan, promosyona daha fazla önem vererek fiyatları aşağıya çeken şirketlerden, fiyatların daha da aşağı çekilmesi için görüşmeyi düşündüğünü dile getirmişti. Bu açıklamaların ardından da, Bakan ile şirket yetkililerinin ne zaman bir araya gelecekleri ve daha da önemlisi yeni bilet fiyatlarının ne olacağı merak konusu oldu.Tavan düşerse taban yükselir!Pegasus Havayolları Genel Müdürü Sertaç Haybat, biletlerin kış sezonu nedeniyle çok düşük seviyede satışa sunulduğunu ifade ederek, bu dönemde misafir memnuniyetini artırmak amacıyla kampanyalara daha da ağırlık verdiklerini söylüyor. Haybat’ın dile getirdiğine göre şirketler, petrol fiyatların düşmesine rağmen dolardaki artıştan endişe duyuyor. Maliyetlerin büyük kısmının dolarla karşılandığına dikkat çeken Haybat, bu yüzden yapılması düşünülen müdahalelerde dövizdeki artışın da dikkate alınması gerektiğini belirtiyor. Şu anda bilet fiyatlarında değil, sadece ‘tavan fiyatta’ düşüşün gündeme gelebileceğine işaret ederek, “Tavan fiyat inerse, taban fiyat yükselir.” uyarısında bulunuyor.Yaz döneminde düşüş olacakAtlas Global Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ersoy ise, dolardaki son artışın petrol fiyatlarındaki düşüşün getirdiği maliyet azalmasını dengelediğini anlatıyor. Petrol fiyatlarının bilet ücretlerini yaklaşık yüzde 33 oranında etkilediğini ifade eden Ersoy, dolar kurunun, bilet ücretlerini yüzde 100 oranında etkilediğini belirtiyor. Ersoy, şirketlerin yolcuları güvenli ve konforlu şekilde seyahat edebilmesi için hiçbir yatırımdan kaçmadığını ifade ederek, petroldeki düşüşün devam etmesi ve dolar kurundaki artışın da durması halinde yaz döneminde tavan fiyatın 300 TL’nin altına düşebileceğini kaydediyor.Kampanyaları kaçırmayınHavayolu şirketleri, kış sezonu nedeniyle düşük fiyattan seyahat imkânı sunsa da, yolcu sayısını artırmak amacıyla kampanyaları ihmal etmiyor. Bu yüzden düzenlenen kampanyaları kaçırmak istemiyorsanız, şirketlerin web sitelerinin yanı sıra sosyal medyadan yaptığı duyuruları takip edin. Daha sonra da vakit geçirmeden rezervasyon yaptırın ve biletinizi satın alın.Pistin durumu cebe gelecekDevlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü’nün mobil uygulamasıyla uçuşların gerçekleşme, gecikme ve iptal gibi anlık durum bilgileri cep telefonuna gelecek. Ayrıca havalimanlarının pist, apron, taksi yolu, günlük meteorolojik ve genel durum bilgilerinden de haberdar olunacak. Uygulama AppStore, Android ve Windows Market’te yayınlandı. Kullanıcılar, kendi işletim sistemlerine uyumlu hazırlanan uygulamayı ücretsiz cihazlarına indirebilecek.Pilota ‘konuşma’ cezası kesildiSivil Havacılık Genel Müdürlüğü, hava trafik kontrolörleri ile pilotlar arasında kullanılan ortak dil ‘havacılık freyzyolojisi’ne aykırı konuşan pilota bin TL para cezası kesti. Radyo-telefon haberleşmesinde havacılık freyzyolojisinin doğru ve yerinde kullanılması çok önemli. Standart dışı freyzyoloji kullanımı yanlış anlamalara neden olabileceğinden, bu durum hava olaylarının yaşanmasına ve kazalara yol açabiliyor.Havalimanına yakın otopark açılacakİstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’nın ardından Atatürk Havalimanı’nda da otopark açacak İstanbul Otopark İşletmeleri, 8 lira karşılığında hizmet vermeye hazırlanıyor. Kısa süre sonra Atatürk Havalimanı’na komşu CNR Fuarı’nın otopark arazisinde ve ona komşu arsada bin 500 araçlık otopark açılacak. Yolcular, havalimanına beş dakikalık mesafede yer alacak otoparktan 15 dakika arayla kalkacak ring servisiyle taşınacak.

21. yüzyıldan bir Molla Kasım

$
0
0
‘Devlet makamı’ iğneli fıçı. Bir ömrün sermayesini, üç yıla sığdırıyor. ‘Harcanıp gidiyor ömür dediğin’ türküsü eşliğinde ılımlı ve yapıcı anılan Prof. Dr. Nabi Avcı’nın hikâyesine bakalım.Ömür denilen yolda insanın halini bilmesi de zor, o halde sabitlenmesi de. Yunus Emre yazmış, bize anlatmak düşer: “Ben dervişim diyene bir ün idesim gelir/Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir/ Varıp anın üstüne evler yapasım gelir.”Derviş Yunus’u andık, Molla Kasım’dan bahsetmek için. Onu da sonunda buluyoruz:“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir”Yunus Emre Divanı’nın üç bin şiirini şeriata aykırı bulup yakan Molla Kasım bu deyişe geldiğinde kendi ismini görerek kerameti anlar ama olan divana olmuştur. İsmi tarihe Yunus Emre Divanı’nı yakan Molla olarak geçer, ne çare?Bu olaydan yüzyıllar sonra karşımıza çıkan Molla Kasım, bir müstear. Şimdi Milli Eğitim Bakanı olan Prof. Dr. Nabi Avcı’ya ait. “Geçmişimde gazetecilik de var.” diyen Avcı’nın 1980’lerin sonunda mizah yazılarında kullandığı isim.Akademisyenlikten Milli Eğitim Bakanlığı’na uzanan zahmetli yolda yürüyüp, muhalefetçe “gelmiş geçmiş en kötü Milli Eğitim Bakanı” ilan edilen Avcı, öğrencilerinin övgüyle bahsettiği bir akademisyen, meslektaşlarının bakanlığa samimi dileklerle uğurladığı bir insanken bu nitelemeye nasıl mazhar oldu?İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde verdiği dersleri “stand-up tadında” sözleriyle anılıyor, Medyakronik adlı eleştiri sitesinin yazarlarından. O zamanlar beraber çalıştığı Alper Görmüş, Avcı’nın bakanlık haberini şu sözlerle karşılamış:“Nabi Bey entelektüel derinliğe sahip biri. Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilmesi Türkiye için önemli. AK Parti’de siyaset yaptığı için şüpheyle bakılması doğru olmaz. (…) Nabi Avcı’nın orada uzun süre kalması lazım. Kendisi TBMM’deki en önemli isimlerden...”Çalışma arkadaşı Prof. Aydın Uğur’un yaklaşımı da öyle:“Benim tanıdığım Nabi Hoca gerçek bir bilim insanı ve köklü bir tarih bilincine sahip, çok geniş ufuklu bir aydındır. Ama asıl onu biricik kılan yanı insanlık hallerine dair derin sezgisi ve hoşgörülü sağduyusudur.”Bakanlık yolculuğuna çıkarken heybesine bu temennileri koyan Avcı’nın politikayla ilk sınavı da görevinin ilk günlerinde karşısına çıkıyor, sansür. Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiiri Talim Terbiye’ye takılmış, ders kitaplarından çıkartılmış. Olayın basında yer almasının ardından yaptığı basın toplantısında ezberden Can Yücel’in “Hayatta ben en çok babamı sevdim” şiirinden bölümler okuyor. Yeni Bakan’ın bu tercihi, o süreçte sansüre bir mesafe olarak görülecek, Molla Kasım’ı kendisine müstear edinen bir ismin, bu ironiyi bakanlıkta da devam ettireceği düşünülecek.Oysa başlı başına bir gayya kuyusu olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın yükü, sansürden çok daha ağır.Bu görevi yüklenen ismin biyografisine göz atalım. 8 Ekim 1953’te Bilecik’te doğmuş, ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi mezunu. 1974 yılında Kültür Bakanlığı’nda memur, 2000 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde profesör. Arada geçen sürede, Milli Eğitim Bakanlığı ve Başbakanlık Müşavirliği yapmış, bürokrasi mazisi o günlere dayanıyor. Televizyonlarda program yapımcısı, gazetelerde köşe yazarı, danışman. Çevirmen, mesela Rene Guenon’u onun kaleminden okuyabilirsiniz. Verdiği ilk ve tek kanun teklifi: “Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”“Engelliden öğretmen olmaz” gibi açıklamalarıyla imza atan halefi Ömer Dinçer’in ardından Avcı’nın Milli Eğitim Bakanlığı’na gelişi bir heyecan vesilesi, herkes yeni bakanın ılımlı üslubundan umutlu.O sırada esmeye başlayan fırtınanın MEB’i nasıl önüne katacağını kimse bilmiyor, henüz. Bakanlığının hemen ilk yılında ortaya çıkan TEOG ve yerleştirme skandalı bir mutat olarak görülüyor, MEB’in bitmez dertleri.Ama Avcı’yı önceki bakanlardan ayıran nokta dönemin Başbakan’ı Erdoğan’ın şu açıklamasıyla başlayacak:“Ben Milli Eğitim Bakanı arkadaşlarımın bu değiştikleri süre içerisinde hepsinden de doğrusu bunu istedim. Ve son dönemde artık dedik ‘Bu işi bizim bitirmemiz gerekiyor.” Dershanelerin kapatılmasının ilk adımı olan bu sözlerin ardından başlayan süreç tüm sertliğiyle ilerlerken, kulislerde Avcı’nın bakanlığının siyasal gündem altında ezildiği, görevini yerine getirirken ılımlı üslubunu yansıtamadığı, MEB’in bakan beyden ziyade bürokratların etkisi altında olduğu… söylentileri hızla yayıldı. Dershane meselesinde daha önceki bakanların yap(a)madığı bir işi kucağında bulan Avcı, yurtdışında ‘sivil’ inisiyatiflerle açılmış okulların ‘devlet’ eliyle kapatılması için ülke ülke gezilen zamanların Milli Eğitim Bakanı olmayı da hanesine yazdıracaktı.Başlarda bu konularda basın toplantıları vesilesiyle fikirlerini beyan eden Bakanlık ve Avcı giderek etkin bir şekilde açıklamalar yapmaya, arka arkaya yalanlamalar yayınlamaya başladı:“Yaptıkları gazetecilik, habercilik değil. Gazeteciliğin içinden gelmiş birisi olarak bunu söyleyebiliyorum.”Akademisyen kimliğini öğrencilerinin sitayişle andığı Avcı’nın Bakanlığı “ah”larla anılmaya başlanmıştı.Avcı kendi mezun olduğu Eskişehir Anadolu Lisesi’nde öğrencilere “Bir Bilim Adamının Romanı” kitabını tavsiye ederken, kitabın şu bölümlerini de hatırlıyor mudur?“Bu hikâyenin adı şöyle olmalı bence: ülkemizde eksik olan sistem.”“Lisede pek bir şey öğrenmediğimiz anlaşılıyor,” diye üzüldü genç adam.“Sistemi anlamak için,” dedi profesör, “Daha doğrusu, sistemin gerisindeki matematik düzeni anlamak için, formüllerin gerisindeki matematikçiyi, onun nasıl düşündüğünü sezmek gerekiyor. Bunu öğretmiyorlar size; belki liseden sonra da öğretmiyorlar, hiç öğretmiyorlar.”Nabi Avcı, yıllar sonra geriye dönüp baktığında acaba bu dönemdeki bakanlık günlerini nasıl hatırlayacak? Önemli olan da bu galiba.Milli Eğitim’de olumlu bir şeylere imza atabildi mi? Üzerindeki iradenin arzularını yerine getirmek dışında, özgün ve kendi adıyla anılacak projeler mesela… Yakında kendisi söyledi: “Eğitim dünyası tam bir yaz boz tahtası.” Bu, bir bakan için kederli itiraf olmalı.Yıllar sonra, dershaneleri kapatan bakan yahut yurtdışındaki Türk okullarını kapatan bakan olarak anılmak, acaba kendisini mutlu edecek midir?Yahut, o bakanlığa atandığında sevinen, umutlanan dostları, bugün kendisi ve bakanlık performansı hakkında neler düşünüyorlardır? Hâlâ umutları sürüyor mudur?Ne derler: Nasıl başladığınız değil, nasıl bitirdiğiniz önemli. Bu evrensel kural Nabi Avcı için de geçerli, öyle değil mi?

Cemil Demirbakan: İnsanlar artık kırk gün bile yas tutmuyor

$
0
0
Müzikseverler, Cemil Demirbakan’ı Yüksek Sadakat grubundan tanıyor. Müzik yolculuğuna yalnız devam etme kararı alan müzisyen, Ceviz Ağacı isimli mini bir albüm çıkardı. Çıkış şarkısı Kırk Gün ile dinleyicilerin beğenisini kazanan Demirbakan ile yeni çalışmasını ve hayatı konuştuk.En son iki yıl önce albüm çıkarmıştınız. O iki yılda neler yaptınız?Meyra ile bir düet yaptık. Zaman zaman radyo-sinema ve reklam cıngılları seslendirdim. Arada konserlerim oldu ama bunlar zamanımın tamamını kaplamıyordu. Gündüz bir firmada beyaz yakalı olarak çalışmalarım devam ediyordu. Fakat on yedi yıllık bir iş hayatının sonunda artık nefes alamaz hale gelmiş ve çok yorulmuştum. Ailevi sorumluluklarımdan dolayı bu işleri yaptım ama artık tüm zamanlı olarak müzik yapmak istiyordum. Geçen sene istifa ettim.İş hayatında da bir kariyeriniz vardı. İstifa ederek risk almış oldunuz mu?Bu konuda eşimin büyük desteği oldu. O da benim sıkıldığımın ve müzikle mutlu olacağımın farkındaydı. O neşe dolu ve pozitif kimliğimden uzaklaşmış, kendime yabancılaşmaya başlamıştım. İstifa ettikten sonra beste arayışına başlamıştım. Çok değerli müzisyenlerden birçok güzel şarkı dinledim ama benim tarzıma uygun besteyle buluşamadım.Tam bu arayış içindeyken Gülden Mutlu ile karşılaştınız…Evet. Menajerim Hüseyin Bey’in tavsiyesiyle Gülden Mutlu ile bir araya geldik. O da kendi çıkaracağı albümle ilgili çalışmalar yapıyordu. Bu süreçte tanışma imkânımız oldu.Ceviz Ağacı’ndaki şarkılar halihazırda var mıydı? Yoksa Gülden Mutlu size özel mi yazdı?Benim için yazdı. Elinde çok güzel başka şarkılar da vardı ama bunları bana özel yazdığı için çok sevdim. Şarkıların üzerinde çok iyi müzisyenlerle çalışmaya başladım. Çıkış şarkısı Kırk Gün, klibi de buna çektik. Ceviz Ağacı’nın da üç farklı versiyonu var. Haluk Kuruosman, Aşkın Arsunan ve Kaan Gökman yaptı bu versiyonları.Albüm yapmayı düşünmediniz mi?Albüm çok güzel bir şey ve her zaman albüm yapmayı çok istiyorum. Fakat zamanın ruhu çok değişti. Her şey çok hızlı akıyor. Kimsenin hiçbir şeye tahammülü yok. Herkes bir koşuşturma içinde. İnsanların bırakın bir albümü komple dinlemeyi, bir şarkıyı bile baştan sona dinlemeye tahammülü yok. Yapımcılar artık şu saniyeden sonra nakaratın girmesi lazım diyor. Bu, insanların sabırsızlığından kaynaklanıyor.İki yıl önce çıkardığınız Karışık Kaset albümünün yeterince anlaşılamadığını düşünüyor musunuz?Kesinlikle anlaşılamadı. Karışık Kaset çok iyi bir albümdü. Çok güzel sözlerin, bestelerin ve müzikal fikirlerin denendiği bir albümdü. Anlaşılamadı çünkü şu anki popüler müzik kültürüne uygun bir matematiği yoktu o şarkıların. Biraz da kendim için yapmıştım o albümü. Müzik yok olan bir şey değil. Bir süre sonra o albümle ilgili ne olacağı belli olmaz. Dünyada geç anlaşılan ama ileride kült olan birçok çalışma örneği var. Günü geldiğinde değerini bulacaktır.Aslında bu çalışmanızda Yüksek Sadakat ve diğer çalışmanızdan daha farklı bir tarz ve yorum var. Bunun sebebi şarkılar mı?Bir şarkıyı hissetmek çok önemli. Hissetmediğim şarkıları söylemem çünkü hissettiğinde, hissettirebiliyorsun. Ben bu çalışmamın çok fazla insana ulaşmasını istiyorum. Sözü, melodisi ve anlatım diliyle özel bir iş oldu. İki şarkı da enerjileri yüksek ve tutkulu. Bir taraftan da hüzünlü. Benim sevdiğim tarz da bu aslında. Eğer o gün çok tutkuluysan arabada gaza basabilir, eğer hüzünlüysen evden çıkmadan gün boyu bu şarkıları dinleyebilirsin. İnsan ilişkilerini işliyor şarkılar ama anlatım dili biraz farklı.Çıkış şarkınız Kırk Gün. Orada ‘Yasın en büyüğü bile kırk gün, sonrasını unut gitsin’ diyorsunuz…Hayatta en büyük acı ölümdür. Bir ölünün ardından kırk gün yas tutarız. Aslında unutmak ve alışmak Allah’ın bize verdiği en büyük hediyelerden ikisi. En büyük acıları bile bir süre sonra unutup, hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Eğer unutma duygumuz olmasaydı mesela en sevdiğimizi, annemizi, çocuğumuzu ya da eşimizi kaybettiğimizde hayata tutunamazdık. Ama bu acıyla yaşamaya alışıyoruz. Gerçi şimdi insanlar kırk gün bile yas tutmuyor. Aslında bu şarkıda bir ironi var. Unut gitsin derken unutup gidiyorsun demek istiyor.Hâlâ Yüksek Sadakat’in eski solisti olarak anılmak sizi rahatsız ediyor mu?Hayır, hiç etmiyor. Müzikle çok uzun zamandır uğraşıyorum ama onlarca stüdyo albümü olan biri değilim. Yüksek Sadakat’in ilk albümü çok büyük etki bıraktı. Hâlâ şarkıları çalınıyor, videolar dönüyor. Gittiğim her ortamda o albümle ilgili güzel yorumlar alıyorum. Bu rahatsız olunacak bir şey değil. Nihayetinde içinde benim de bulunduğum çok değerli bir çalışma.Ayrıldıktan sonra başka grup kurma düşüncesi olmadı mı?Grup düşüncesi aklımın bir köşesinde duruyor. Yarın bir gün ne olacağını tabii ki bilemem. Bu bir yandan çok keyifli, bir yandan da çok zor. Tek başına olduğunda daha hızlı kararlar alıp ilerleyebiliyorsun. İkisinin de kendine göre artıları ve eksileri var.Zamanın ruhu değiştiTürkiye’nin en iyi erkek vokalistlerinden biri olarak anılıyorsunuz. Fakat günümüzde müzikte imaj ve magazin, yorumun önüne geçmiş durumda...Zamanın ruhunun değiştiğini düşünüyorum. Her şey çok hızlı yaşanıyor. Bir de insanların hayatla ilgili kaygıları var. Bu kaygı olduğu için müzisyenler de farklı kulvarlara yöneliyor. Bunu eleştirmiyorum, herkesin kendi seçimi. Türkiye’de hayatın gerçeklerine çok fazla konsantre olamıyoruz. O yüzden magazin programları popüler, o yüzden insanlar imaj kaygılarıyla yaşıyor.Sizin böyle kaygılarınız olmadı mı?Olmadı. Elbette bu sektörün kendine göre gerçekleri var. Bu gerçeklerden uzak durmak da biraz saflık olur. Don Kişot’luk yapmanın bir alemi yok. Bu gerçekleri kabul edip ona göre davranmak gerek. Bunu yaparken de kendinden taviz vermemelisin. Bir de kendi iç huzurunu koruman lazım. Bunun korunacağı yer de aile. Dünya yıldızı da olsanız aile hayatınız mutlu ve huzurlu değilse manevi olarak eksiksiniz demektir. En büyük ödülleri de alsanız bu manevi güçten mahrumsunuz. Bu manevi güce sahipsiniz o zaman…Çok şükür bir ailem var. Allah bir evlat nasip etti. Huzurum yerinde. Yıllarca çalıştım, kendi düzenimi kurdum. Tabii ki ben de müzikten para kazanmak istiyorum. Çok konser vermek ve geniş kitlelere ulaşmak istiyorum. Benim de bazı kaygılarım var.Geçmişe kıyasla müzik üzerine daha fazla yoğunlaşmış gibisiniz…Evet. Yaşanan her şey tecrübe. Yüksek Sadakat, yaptığım düetler, solo albüm… Daha doğru bir şeyler yapmak istiyorum. Eskiden yaş meselesi vardı. Şimdi o kaygılardan da uzağım. Çünkü insan hangi yaşta olursa olsun bir şey yapmak isterse onu yapabilir. Yeter ki sağlığım yerinde olsun. Bundan sonra hayatımı müzikle devam ettireceğim.Siz aynı zamanda dünyaya kafa yoran birisiniz. Gelecekten ümitvar mısınız?Dünyanın yavaş yavaş ikiye ayrıldığını düşünüyorum. Bir tarafta ahlakî ve vicdanî konularda dünyada çok ciddi bir deformasyon görüyorum. Bir taraftan da doğru yola adım atmaya çalışan insanların varlığını... Arada gri bir bölge kalmadı. Gelecek adına her zaman ümitliyim. İnsan daima çıkış yolunu bulmuştur. En zor zamanlarda bile inanılmaz mucizeler ortaya çıkmıştır. Erdem sahibi olanların erdem derecelerinin yukarıya çıktığını görmek beni sevindiriyor. Babam, ‘İyiler her zaman birbirini bulur.’ derdi.Bundan sonraki hedefleriniz neler?Bir işi yarım yapmamak gerek. Bu sebeple tamamen müziğe yöneldim. Ceviz Ağacı’ndaki şarkıların çok iyi yerlere gideceğini düşünüyorum. Bol bol konser vermek ve gecemi gündüzümü müzikle geçirmek istiyorum. Ara vermeye niyetim yok.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live