Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Leke ile duramıyorlar

$
0
0
Kendini demokratik olarak tanımlayan ülkelerde yönetici olmak, yapılan hataların da sorumluluğunu üzerine almayı gerektiriyor. Bu bir sorumluluk olduğu gibi aynı zamanda bir erdem de. Lakin Türkiye’de ne siyasal ne de toplumsal yapıda böyle bir erdem var. Dünyada ise durum oldukça farklı.17 Aralık günü Türkiye, tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonuna şahit oldu. Herkes iddiaların üzerine gidilmesini beklerken, bu beklentinin tam da aksinde şeyler yaşandı ve üzeri örtüldü. Geçtiğimiz günlerde de dava hakkında takipsizlik kararı çıktı. Yolsuzluk sadece Türkiye’ye has bir şey değil elbette. Dünyada da pek çok ülkede maalesef siyasetçilerin rüşvet ve yolsuzluk batağına saplandığı biliniyor. Peki oralarda yolsuzluk ortaya çıktığında ne yapılıyor ve bu işe karıştığı iddia edilenleri nasıl bir süreç bekliyor? Bizdekinin aksine genel olarak istifa mekanizması işliyor. Avrupa ve dünyadaki pek çok demokratik ülkede yaşanan bu tür skandalların ardından siyasetçilerin yargılanması ve istifa etmesi, demokrasinin bir gereği olarak değerlendiriliyor. Son iki yıla bakıldığında da zaten adı bu skandallara karışan pek çok başbakan, bakan ve üst düzey bürokratın istifa ettiği görülüyor.Japonya Ticaret, Ekonomi ve Sanayi Bakanı Yoko ObuchiHediye sinema bileti ve yelpazeden istifaya giden yol (21 Ekim 2014)Daha geçen hafta adları yolsuzluğa karıştığı için Japonya’da iki kadın bakan, göreve gelmelerinin üzerinden henüz iki ay bile geçmeden istifa etti. Ticaret, Ekonomi ve Sanayi Bakanı Yoko Obuchi, seçim döneminde kendisini destekleyenlere bedava sinema bileti dağıtmak ve yemek partileri düzenlemek için siyasi fonları kullandığı yönündeki iddialar üzerine istifasını sundu. Japonya’nın yeni nesil siyasetçilerinden olan ve adı geleceğin muhtemel başbakanları arasında geçen 40 yaşındaki Obuchi, istifa konuşmasında, hakkındaki usulsüzlük iddialarıyla ilgili soruşturmaya odaklanmak istediğini söyledi. Seçmenlerine kâğıttan yapılma yelpazeler dağıttığı için geçen hafta muhalefet milletvekillerinin hedefi olan Adalet Bakanı Midori Matsushima da aynı gün kabinedeki görevinden ayrılarak istifasını sundu. Matsushima’nın adı, güvenlik görevlileri şahsî konutunu korurken aynı zamanda milletvekili lojmanını da kullandığı iddialarında da geçiyor. Obuchi’nin usulsüz harcamayla suçlandığı miktar ise 10 milyon yen, yani yaklaşık 200 bin lira.Grönland Adası Başbakanı Aleqa HammondBaşbakanlar da istifa eder (2 Ekim 2014)Danimarka’ya bağlı özerk Grönland Adası Başbakanı Aleqa Hammond, geçtiğimiz günlerde devlet bütçesinden usulsüz bir şekilde para harcadığı yönündeki iddialar ve hakkında başlatılan yolsuzluk soruşturması sebebiyle istifa eden siyasetçiler arasında yer alıyor. Mecliste güvenoyu almayı başarmasına rağmen Hammond, artan baskı ve eleştiriler üzerine partisi Siumut’un genel başkanlığı ve başbakanlık görevlerini bıraktı. Hammond’un, kamu bütçesinden 106 bin kronu (40 bin lira) kişisel harcamaları için kullandığı iddia ediliyor. 3 bakanın da istifa ettiği bu yolsuzluk sürecinde Hammond, soruşturma sonuçlanıncaya kadar izne ayrılmayı talep etmiş ve bu talebi kabul edilmişti.İngiltere Kültür, Medya ve Spor Bakanı Maria MillerHer şey 5 bin 800 sterlin için (9 Nisan 2014)İngiltere Kültür, Medya ve Spor Bakanı Maria Miller, altı ay önce devlet ödeneklerini usulsüz kullandığı tartışmaları üzerine istifa ederek İngiltere’de gündemi epeyce meşgul etmişti. Miller, ikinci eviyle ilgili ödenekte usulsüzlük yaptığı iddiaları ve bu konudaki soruşturmadaki tavrı nedeniyle Avam Kamarası’nda yaptığı 32 saniyelik özür konuşmasından yaklaşık bir hafta sonra görevini bırakmıştı. Milletvekillerinin harcamalarını soruşturan Parlamento Komisyonu, Miller’in Wimbledon’da bulunan evinin mortgage ödemesiyle ilgili ödenekten aldığı 5 bin 800 sterlini geri ödemesini talep etmişti. 50 yaşındaki Muhafazakâr Partili Miller, 2005’ten bu yana milletvekili olarak parlamentoda bulunuyordu.Japonya başkentinin valisi Naoki InoseÖzür dileyerek ayrılan Japon vali (19 Aralık 2013)Japonya başkentinin valisi Naoki Inose, kendisine yönelik ortaya atılan yolsuzluk iddialarının ardından görevinden istifa eden bir başka isim. Özel bir hastaneden 50 milyon yen (yaklaşık 480 bin dolar) rüşvet aldığı iddia edilen Inose, hükümetin, olimpiyatlar ve paralimpik oyunlar için yapması gereken hazırlıkları daha fazla ertelememek adına istifa etmeye karar verdiğini açıklamıştı. Inose, televizyon ekranlarından canlı yayınla istifasını sunmuş, neler olup bittiğini açığa kavuşturmak için büyük çaba harcadığını fakat halk arasındaki şüpheyi gideremediğini belirterek Tokyo sakinlerinden özür dilemişti. Vali Inose, tekrar yazarlığa döneceğini de sözlerine ekleyerek Tokyo Valiliği görevinden ayrılmıştı.Ekonomi Bakanı Fernando Lorenzo‘Mahkemenin karşısına bakan olarak değil sıradan bir vatandaş gibi çıkmak istiyorum’ (21 Aralık 2013)Uruguay’da, iflas eden ulusal havayolu şirketi Pluna’da yapıldığı iddia edilen yolsuzluklara adı karışan Ekonomi Bakanı Fernando Lorenzo da, istifa eden siyasetçiler arasında yer alıyor. Lorenzo, devlete ait uçakların düzensiz satışına dair suçlamalar sebebiyle istifa etti. Başsavcılık, Lorenzo’yu, 137 milyon dolarlık satışın hızlandırılması için görevini kötüye kullanmakla suçluyor. Uruguay Ekonomi Bakanı Lorenzo, istifasının ardından adının rüşvet iddialarına karışmasını içine sindiremeyerek istifa ettiğini ve mahkemenin önüne bakan olarak değil, sıradan bir vatandaş gibi çıkmak için istifa kararını aldığını da belirtmişti.Çek Cumhuriyeti Başbakanı Petr NecasSevgilisi yüzünden istifa eden başbakan (17 Haziran 2013)Geçtiğimiz yıl istifa eden bir diğer bürokrat ise Çek Cumhuriyeti Başbakanı Petr Necas. Yardımcısı ve sevgilisi olduğu söylenen Jana Nagyova’nın adının yolsuzluk ve casusluk skandalına karışmasının ardından Necas, 17 Haziran 2013’te istifa etmişti. Nagyova, eski milletvekillerine parlamentodaki sandalyelerini bırakmaları karşılığında, devlete ait işletmelerde pozisyonlar önererek rüşvet vermeye çalışmakla suçlanmıştı. Necas’ın yaklaşık 10 yıldır yakın çalışma arkadaşı olan Nagyova’nın, ayrıca, askerî istihbarata üç kişinin yasa dışı izlenmesi talimatı verdiği de iddia ediliyor. Bu iddialar üzerine soruşturma kapsamında iki milletvekili, iki eski bakan, askerî istihbaratın eski ve halen görevine devam eden başkanları gözaltına alınmıştı.Fransa Bütçe Bakanı Jwerome Cahuzac‘Hükümet ve yargının rahat çalışabilmesi için istifa ediyorum’ (20 Mart 2013)Geçtiğimiz yıl Fransa Bütçe Bakanı Jwerome Cahuzac, vergi kaçırmak suçundan hakkında soruşturma açılınca yargının görevini rahat bir şekilde yapabilmesi için görevinden ayrılmıştı. İsviçre’de hesabı olduğuna dair kendi sesinden bant kayıtları yayınlanmış ancak Cahuzac bu iddiayı kesin bir şekilde reddetmişti. İsviçre hükümeti de Cahuzac’a ait bir hesap bulunmadığını bildirmişti. Ancak bant kayıtlarını inceleyen savcılık, bu kayıtlarının Cahuzac’a ait olduğunu tespit ederek bakan hakkında ‘kara para aklama’ suçundan soruşturma açılmasını kararlaştırmıştı. Cahuzac ise masum olduğunu dile getirerek hükümetin ve yargının rahat çalışabilmesi için istifa ettiğini dile getirmişti.

İşçi ölümlerinde çözüm ‘kan parası’ mı?

$
0
0
Soma’da ölen 301 işçinin ardından bölgeye din görevlileri gönderildi, halkın öfkesini yatıştırsınlar diye. Bol ‘şehit’li cümleler kuruldu. Ardından yüklü miktarda para yardımı yapıldı. Mecidiyeköy’de ölen işçilerin aileleri de aynı ‘büyük para’ teklifleriyle karşılaştı. Ancak mağdurlar maddî manevî sakinleştirilirken ne sorumlular yargılanıyor ne de denetimler artıyor.Türkiye, iş kazalarında Avrupa’da ilk sırada. Son dönemde yaşanan işçi ölümleriyle birlikte zihnimize iyice kazınan bu gerçek, yakın zamanda değişeceğe de benzemiyor. Daha cuma günü Kadıköy’deki bir rezidans inşaatında iskelenin parçalarının düşmesi sonucu bir işçi öldü. Neredeyse her gün yenisini duyduğumuz bu ölümleri işçi hakları için mücadele edenler ‘cinayet’ olarak niteliyor. Öte yandan güvenli çalışma ortamını sağlamaktan sorumlu işverenlerin davası ya takipsizlikle sonuçlanıyor ya da komik cezalara çarptırılıyor. Bu duruma karşı tepkisini giderek daha sesli dile getiren işçi aileleri için geliştirilen çözüm ise yüksek tazminatlar, başka bir deyimle ‘kan parası.’ Öyle ki, insanların hayatını kaybettiği kazalardan sonra iş güvenliğinin artırılmasından çok ailelerin şikâyetini geri çekmesi için ödenen paralar konuşuluyor.Bunun son örneği de Mecidiyeköy’de 10 işçinin ölümüyle sonuçlanan asansör faciası. Geçtiğimiz günlerde sonuçlanan davada Torunlar İnşaat’ın sahiplerine takipsizlik kararı çıktı. Bu tartışmalı karara tepkiyi daha da büyüten ise ölen işçilerin ailelerine teklif edilen paralar. Şirketin, ailelere şikâyetlerinden vazgeçmeleri karşılığında verdiği kan parasını kimi kabul etti, bazıları ise ahlaksız buldukları bu duruma isyan etti. Bir nevi ‘sus payı’ olarak da görülen parayı kabul etmeyenlerden biri de ölen işçilerden İsmail Sarıtaş’ın kardeşi Ferit Sarıtaş. “Ağabeyimin kan parasıyla hayatımı geçindiremem.” diyen acılı kardeş, yaşanan benzer kazaların artık olağan bir şeymiş gibi algılanmaya başladığını söylüyor.Hatırlanacağı üzere inşaat işçileri için bulunan bu çözüm Soma’da denenmişti. Maden şehitlerinin ailelerine de yüklü miktarda paralar ödenerek şikâyetçi olmalarının önü alınmıştı. Öyle ki Somalı bir genç kız yardım gönderen gönüllülere, “Bize artık yardım göndermeyin. Olayı idrak edemeyen küçük kardeşimiz neredeyse babamızın öldüğüne sevinecek.” diye bir mesaj göndererek durumun vahametini anlatmıştı. Nitekim Soma’nın Kurtuluş Mahallesi Muhtarı Nihat Şehit de, “Yardımlar ayyuka çıktı. Gıdadan tutun, parasına kadar… Bunlar artık biraz kapanmalı.” diyor. Nihat Şehit, yardımları oluk oluk akıtmak yerine başka işçilerin ölmemesi için madendeki denetimlerin ilerlemesi gerektiğini düşünüyor.Taraf Gazetesi yazarlarından Nusret Ezer de Soma sonrasında bile iş cinayetleri konusunda hiçbir şeyin değişmediğini düşünenlerden. Ezer, hükümetin üzerindeki baskıyı hafifletmek adına torba yasada kesenin ağzını Soma mağdurları için açtığını düşünüyor. Ancak bu yapılırken daha önce Zonguldak’ta ölen işçi yakınlarının acımasızca hiçe sayıldığını söylüyor. Bu tip vakaların kamuoyunun dikkatini çekmesi için illa çok sayıda kişinin ölmesi gerektiğini belirten Ezer, “Ateş düştüğü yeri yakıyor. 2013 yılında 1425 işçimiz ölmüş. Ama biz sadece Soma’da ağladık.” diyor.Yasalar uygulansa ölümlerin yüzde 95’i gerçekleşmezdiAdalet Arayan İşçi Aileleri Platformu’nun gönüllü hukukçuları ise işçi ölümleriyle ilgili davalardaki gidişatın durumu gözler önüne serdiğini savunuyor. “Mesela, ihmali bulunan kamu görevlilerinin yargılanmasında alınan tutumlara bakabiliriz. Yetkililer yargılama sürecini engelliyor mu, destekliyor mu?” diyen avukatlar, Davutpaşa, Ostim ve Kozlu davalarını hatırlatıyor. Soma ve Mecidiyeköy davasında şirket sahiplerinin yargılanmasını engelleme ise bu konudaki samimiyetsizliğin son örnekleri.Platformun hukukçuları, idarecilerin ilk adımda iş güvenliği ile ilgili yazılı mevzuattaki hükümleri uygulaması gerektiğini anlatıyor. “Hâlihazırda mevcut ‘işçi sağlığı ve iş güvenliğine’ dair mevzuatın gerekleri yerine getirilirse, ‘iş kazası’ olarak tanımlanan bu cinayetlerin yüzde 95’i gerçekleşmezdi.” diyor. İşverenlerin maddî ve manevî tazminatları peşinen vererek aileyi adalet mücadelesinden alıkoymaya çalıştığını söyleyen avukatlar, “İşveren bu tazminatı verse de dava kapanmıyor. Ancak aileler ve vekilleri tarafından gereken önemde takip edilmemiş oluyor.” görüşünde.İşçiysem günahım ne!Adalet Arayan İşçi Aileleri Platformu’nun takip ettiği bazı örnek davalar:Davası 3 yıl sonra açılabildi10.9.2010’da BEDAŞ’a bağlı taşeron Alkama’da çalışan, bayram günü arızayı gidermek için çıkarıldığı elektrik direğinde akıma kapılarak hayatını kaybeden işçi Erkan Keleş’in (31) ceza davası 3 yıl sonra açılabildi. Erkan Keleş, hiçbir işçi sağlığı ve iş güvenliği alınmadığı, kendisine hiçbir iş güvenliği malzemesi, hatta elektrik olup olmadığını kontrol edebileceği ıstanka bile verilmediği için hayatını kaybettiği halde sorumlu kurumlar BEDAŞ ve Alkama birbirlerini ve Erkan Keleş’i suçladılar. Ailesinin ve avukatlarının isteği üzerine Aralık 2012’de olay yerinde yapılan keşifte Keleş’in ölümüne neden olan ihmal ve eksikliklerin hiçbirinin giderilmediği görüldü. Davanın 3. duruşmasında haklarında zorla getirilme kararı olduğu halde hiçbir sanık duruşmaya gelmedi. 4. duruşma, 25 Aralık 2014’te görülecek.Ölen 20 işçi için adalet arayışı sürüyor3 Şubat 2011’de Ankara Ostim ve İvedik Organize Sanayi Bölgelerinde meydana gelen patlamalarda 20 işçi hayatını kaybetti, 43 işçi yaralandı. 18 kişinin sanık olarak yargılandığı davada aileler ve avukatları denetim sorumluluğu bulunan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, OSB yetkilileri, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) yetkilileri, Ankara Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, Yenimahalle Belediyesi yetkilileri ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı yetkililerinin yargılanması yönünde ısrar ederek adalet mücadelesini sürdürüyor. İşçi ailelerinin avukatları İTÜ’den alınan ve sadece gaz firması yetkililerini kusurlu gösteren birinci bilirkişi raporuna ve heyetine itiraz etmişlerdi. İTÜ’lü öğretim üyelerinin hazırladığı ikinci bilirkişi raporu da ilk rapordan farklı çıkmadı. 24 Ekim 2014’te görülecek 23. duruşmada yeni bir bilirkişi raporu alınıp alınmayacağına karar verilecek. Aileler 3,5 yıldır tüm sorumluların yargılanmasının önünü açacak, bilim, hukuk ve vicdana dayanan bilirkişiler arıyor.50 liralık gaz maskesini esirgediler 7 işçi hayatını kaybetti17 Haziran 2013’te Muğla/Milas Güllük’teki Akfen’e ait atık su arıtma sistemi işletmesi terfi merkezinde yapılmayan gaz ölçümleri ve esirgenen 50 TL’lik gaz maskeleri nedeniyle 7 işçi hayatını kaybetti. Akfen’in şikâyetçi olmamaları karşılığında teklif ettiği “kan parası”nı 5 aile kabul etmeyerek, şirket yönetim kurulu üyeleri ve yetkilileri, bu işyerlerinin denetiminden sorumlu olan bütün kurum ve kişilerin yargılanması için adalet mücadelesini sürdürüyor. 3. duruşma 28 Kasım 2014’te görülecek.18. yaşını göremeyen çocuk işçi için 5 ay sonra olay yeri keşfi!31 Ekim 2013’te TDS Reklam hiçbir etüt çalışması yapmadan, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemi almadan, tabela montajı için hastaneye 2 işçisini gönderdi. Çocuk işçi Eren Eroğlu (17) elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetti. Ailenin çabalarıyla iş cinayetinin basına yansıması sonucu bilgi alma isteğini bile reddeden hastane yönetimi aileyi ziyaret etmek istedi. TDS Reklam’ın sahibi Erol Mutlu ise aracıyla “kan parası” önerdi. Aile teklifleri reddederek adalet mücadelesine başladı. Cumhuriyet savcılığı 5 ay aradan olay yeri keşfi gerçekleştirdi. Eroğlu cinayetinden, yüksek gerilim hattı geçen bir arsada, yönetmelikte belirtilen kesinlikle girilmeyecek alanı ihlal ederek bina inşaatına ruhsat ve kullanıma izni verdiği için Esenyurt Belediyesi yetkilileri, kesinlikle girilmeyecek 5 metre mesafeyi tapuya şerh ettirmediği için TEİAŞ yetkilileri, bu ihlale rağmen binaya hastane binası ruhsatı verdiği için İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü yetkilileri ve gerekli önlemleri ve eğitimleri aldırmadan binaya çıkaran işveren şirketleri TDS Reklam ve Özel Doğa Hastanesi yetkilileri sorumlu olduğundan yargılanması isteniyor.

Paris’te yeğen sevgisi başkadır

$
0
0
Bir gün bir haber alıyorsunuz ve hayatınız değişiyor. Nuriye Akman’ın yaşadığı tam da bu. Akman, kız kardeşinin hamilelik haberiyle bütün planlarını dondurup onun yanına, Paris’e gitti. Hayatını şu günlerde yeğeni Emre’ye vakfeden Nuriye Akman ile yaşadığı bu heyecanlı süreci konuştuk.Paris’in sizi etkileyen taraflarını saymanızı istesem?İkonik şeyler var Paris deyince akla gelen, mesela baget ekmekler. Özellikle de akşamüstü eve dönerken muhakkak herkesin elinde bir baget ekmek görüyorsun. O ekmeklerin kâğıt poşetleri tam bir ekmeğin boyunda değil, yarısı dışarıda kalıyor. Ucu da çoğunlukla ısırılmış oluyor. Boyunlardaki fularlar bir diğer simge Paris nesnesi. Hep aynı biçimde bağlanıyor. Erkekler daha renkli, kadınlar daha pastel renkler giyiyor. Herkes ince abartısız bir şıklık içinde. Paris’te uyumsuz giyinmiş insana neredeyse rastlamıyorsunuz. Bir süre sonra siz de onlara adapte oluyorsunuz. Fularsız çıktığınızda kendinizi yabancı hissediyorsunuz. Bisiklet kullanımı çok yaygın. Kadın-erkek, yaşlı-genç, son derece şık giysilerle bisiklete biniyor. Sabahın çok erken saatlerinde, güneş doğmadan koşan bir sürü insan var. Yaşlılar bile koşuyor. Aslında güneş battıktan sonra, geç saatlerde bile yollar, parklar koşan insanlarla dolu. Çimenlerin üzerinde yoga yapanlar, yayılıp piknik yapanlar… Parkların genişliği büyük bir nimet. İnsan şehrin içindeyken de doğayla istediği zaman baş başa kalabiliyor. İstanbul bu açıdan çok şanssız. Şu da var, bir yere girerken ve bir yerden çıkarken mutlaka ‘bonjour’ ve ‘au revoir’ demek zorundasınız. Bir selamlaşma faşizmi var desem yeri, bir kez selam vermeyi unuttuğum için bir alışveriş merkezinde uyarıldım.Şehre baktığımızda çok yeknesak bir manzarayla karşılaşıyoruz. Banliyölere gittikçe bile değişmiyor bu manzara...Paris 19. yüzyılın ortalarından itibaren tamamen yıkılmış ve yeniden kurulmuş bir şehir. O yüzden hep birbirinin benzeri binalar, ufak detaylarla farklılaşan bir şehir ortaya çıkmış. Gözü yoran, insana çirkin gelen bir şey görmüyorsunuz. Sonradan yapılan binalar da tamamen eski stile uygun yapılmış. Balkonlar küçük, çıkıp oturmak için değil. Daha çok çiçek koyuyorlar. Evler de küçük. Bizim oturduğumuz apartman da eskiden Proletarya Derneği’ne aitmiş. Evler küçük ama şık ve kullanışlı. Bir stili, bir ruhu var. İşin ilginç yanı ziller. Benim çok ilgimi çekti. Türkiye’de apartmanın kapısında herkesin ayrı zili vardır, üzerinde isim yazar. Burada tek zil var. Oklarla hangi daireye gideceksen arayıp buluyorsun.Sizi buraya getiren sebep biraz da hayatınızı değiştiren, etkileyen bir süreç...Evet, teyzelik görevlerim için geldim. Bu bebek on yıl beklendi. Allah nihayet lütfettiğinde sevindirik olduk. Ailemiz için büyük bir hediye oldu. Kızkardeşim ailenin en küçüğü. Dört kardeşiz, ben en büyüğüm. Hamileliği duyduğum anda gelip doğumdan önce ve doğum esnasında onun yanında olmaya karar vermiştim. Annem 78 yaşında, babam 90 yaşında. Dolayısıyla onlar gelemezdi. Normalde Türk âdetidir, doğum yapan kadına yardım edilir. Psikolojik destek sağlanır, yardımcı olunur. Ben de bu görevin bana düştüğünü biliyordum. Ben anne yarısıyım. Aramızda 13 yaş var kızkardeşimle ve o benim her zaman bebeğim, kız evladım oldu.Bu durum sizin için de biraz babaannelik alıştırması oldu değil mi?Evet. Oğlum var, Allah nasip ederse babaanne olacağım. Şimdi anneanne gibi hissediyorum kendimi. Hakikaten doğum yapan bir kadına bir yardımcı, bir kadın lazım. Sevgi dolu, başını okşayan, canı ne istiyor soran, getiren... Onun beslenmesine, dinlenmesine yardımcı, endişelerini teskin eden... Benim içimdeki çocuk sevgisi ortaya çıktı. Normalde çocuklara düşkün biri değilim. Ben daha çok yazan çizen, kendi kafasına göre hayatını geçiren biriyim. Kendi evimde de iş yapmam. Hiçbir zaman ev işi sevmedim. Ama buradaki bütün işleri aşkla yaptım. Hakikaten aşkın ne demek olduğunu anlıyorsun. İlk defa bir bebekle yakın temasa girdim. Başka yeğenlerim de olmuştu ama onlarla bu kadar yakın temasım yoktu. Onlar doğduğunda ben Ankara’da yaşıyordum. Doğumdan önce de keyifli filmler izleyerek hep beraber Emre’yi bekledik. Ben daha doğmadan konuşuyordum, “Emrem hadi gel, seni çok özledik, çok merak ediyoruz. Burnun nasıl, ağzın nasıl” diye. Doğduktan sonra da ağladığında, karnı ağrıdığında onu zikirle yatıştırmaya çalışmak inanılmazdı. Kucağımda ben, ‘La ilahe illallah’ dedikçe kulaklarını dikiyor, anlamaya çalışıyor. 57 yaşındayım, gençleştim, çocuklaştım, otuzlu yaşlarıma döndüm. Doğunca da ilk gördüğüm an kuzenimle beraber büyük bir coşku yaşadım. Hüngür hüngür ağlıyoruz. Doktorlar, hemşireler şaşırdı bizim bu heyecanımıza. Fransızlar daha kontrollü insanlar. Biz duygularımızı dolu dolu yaşarız. Doktor, kızkardeşime ‘Çok şanslısın, seni böyle seven bir ablan var’ demiş.Başka bir ülkede bu deneyimi yaşamak size nasıl geldi?Türkiye’den daha iyi geldi. Çünkü tamamen yalıtılmış oldum. Sadece Emre var. Emre için yapılan alışverişler, Emre’nin uyku saati, bez değiştirme seansları… O uyurken bir an evvel eve dönmek telaşı. Çocuk odaklı yaşam beni biraz insanileştirdi.Paris, bir bebek için nasıl bir şehir?Çok çok uygun. Bir kere düz. Yokuş yok. Baştan sona bebek arabasıyla gezebiliyorsunuz. Bütün kaldırımlar bebek arabasını sürmeye müsait. Adımbaşı kafe var. Hepsi aynı standartta. Yorulduğunuz zaman dinlenebiliyorsunuz. Fransa’da çocuk teşviki de çok fazla, sosyal güvenlik sistemine dahil olanlar için tabii. Zaten burada klasik manzara, bir çocuk arabada, bir çocuk elde, bir çocuk karında ve bir de köpek. Klasik aile manzarası böyle.Bebek dışında Paris’te gezme fırsatınız oldu mu? Siz bu şehrin başka yüzlerini de biliyorsunuz, banliyö isyanları sırasında da buradaydınız...O zaman başka bir nedenle buradaydım, şimdi bambaşka bir nedenle. Bu sefer Paris’in hep iyi yüzünü gördüm. Lüksemburg Parkı’na 15 yıl sonra yeniden gittim. Gerçekten herkesin oraya gidip sandalyelere oturup kitap okuması, o koca havuzda uzaktan kumandayla giden gemilere bakması gerekiyor. İnsana olağanüstü huzur veren bir yer. Fazla gezemiyorum. Birkaç sergiye gidebildim. Sonuçta ben buraya eğlenmeye de gelmedim gazetecilik yapmaya da. Seneler evvel gezilecek her yerini gezmiştim. Kahve cenneti burası. Her apartmanın altında neredeyse bir kafe. Orada da yeknesak bir görüntü.Anne-babanız bebeği nasıl karşıladı?İnternet üzerinde görüyor, sevinçten deliriyorlar. Her dakika görmek istiyorlar.Size Türkiye gündeminden ayrı kalmak nasıl geldi?Teknoloji var artık, ben köşe yazıyorum. Akşam rahatlıkla sofrada otururken, bilgisayarın kulaklığıyla açık oturumları izleyebiliyorum. Gündemden kopamazsın. Sabah erken kalkıp gazeteleri okuyorum. Tabii Türkiye’deyken haberler için daha fazla televizyon seyrediyordum. Gündemden uzak kalmak çok güzel geldi. Aslında daima dünyayla arama mesafe koymaya gayret ederim. Türkiye’de de olsa, gazeteci de olsam, izlemek zorunda da olsam, kendimi olaylara fazla kaptırmamayı öğrendim. Olayların bir yüzü var, bir de büyük bir senaryo var. Hayatın bir film olduğunu daima hatırlatmaya çalışırım kendime. Zahirin batını da var. Paralel örgütlenmeden bahsediyorlar, aslında hayatın kendisi paralel. İmajlarla yaşıyoruz. Sen başka görüyorsun, ben başka görüyorum. Emre’ye mektuplar yazıyorum ve ona böyle şeylerden bahsediyorum. Hayatın bir maddi yönü var bir de enerji yönü. Kuantum fiziğiyle bakınca nesnelerin aralarında boşluk yok, tek bir şey var. Biz şimdi masa ile aramızda boşluk görüyoruz. Fincanla tabağı arasında sen ile ben arasında. Aslında dalga halinde, enerji halinde baktığın zaman boşluk yok. Birlik var. Tamam bu da reel, o da reel. İşte bu ikisini birleştirebilmek tevhid demek. Biz şimdi şaşı bakıyoruz. Sadece orada kalmak da imkansız ve insanı hayattan, gündelik sorumluluklarından uzaklaştırır. Sadece burada kalmak da...Emre’ye yazılan mektuplardanEmrem, Kıymetlim,Bu sabah beni sana ulaştıracak bütün yollar kapalıydı. 20 kilometrelik Paris maratonuna katılmak için insanlar sokaklarda sel gibi akıyorlardı. Trafik durmuş, otobüs seferleri iptal edilmişti. Taksi bulurum diye Eyfel’e vardığımda durumun ümitsiz olduğunu gördüm. Adım atmak bile mesele, aynı yoldan eve dönmek imkansızdı. Trecedero’da uzun süre bekleyip evin yolunu bulmaya çalıştım.Her neyse, bütün bunlar, senin de hedeflerine ulaşamayacağın zamanlar olduğunu düşünmeye itti beni. Engellenmek duygusu çok rahatsız edici. İnsan kolaylıkla öfke batağına sürüklenebilir.Halbuki, bazen kader biz harekete geçmek istesek biraz durup mola almamızı ister. Düşünmek ve ertelenmiş hazların öğretisini sindirmemiz için bu büyük bir fırsattır. Böylece sahip olduğunu zannettiğimiz şeylerin sadece kullanıcısı, kiracısı, koruyucusu olduğumuzu anlarız. Onları sevebiliriz ancak mülkiyetlerini edinemeyiz. İnsan, eşya fark etmez ve hatta kendi vücudumuz bile. Her şey bir süreliğine verilmiştir bize.Kaderin bizden beklediği, kendimize bir güç atfetmemek, hükmün tek sahibinin O olduğunu anlamaktır. Bu bilinç bizi dünyevi gerginliklerden kurtarır ve sonsuz bir özgürlük sunar. Sahip olmak, elde tutma ve kaybetme telaşından kurtulmuş oluruz. Kaybedilecek bir şey yoktur. Zaten edinemediğimiz bir şeyi kaybetmeyiz çünkü.Modern hayatsa, tam aksine bizi bu bilinçle donatmadığı için çok acı çekiyoruz. Elbette ki maddi-manevi kayıpların, herkes gibi seni de sarsacak Emrem. Benim bahsettiğim konu duyarsızlığa davet değil. Ben sadece her felaket veya hüzün günlerinde sığınacağın bir arka bahçen olsun isterim. O bahçeyi bir kez kurabilirsen, çiçeklerinin hiç solmayacağını, havuzunun hiç susuz kalmayacağını, oturacağın bankın daima kuru ve temiz olduğunu göreceksin. Bahçen sana beş duyunla yakalayamayacağın bir huzur bahşedecek.Eğer hayatla ilgili tüm sorumluluklarını yerine getirdiysen, yapabileceğin her şeyi yaptıysan, buna rağmen işler istediğin gibi gelişmediyse o bahçe sana, olan bitenlerin muhakkak bir hikmeti olduğunu hatırlatacak. Varlığın tek sahibine teslim olup hikmetin kalbine inmesini bekleyeceksin. Kalbini dünyanın kirinden, pasından ne denli koruyup temizleyebilirsen, ne denli boşaltırsan hırstan, o denli çabuk alacaksın mesajı.Bazen gelen mesajları hemen çözemeyeceksin. Bu sadece saflaşmakla ilgili bir mesele de değil çünkü. Nasiple alakalı bir yanı da var. Hikmet sahibi olabilmek, yani olgu ve olayları görünmeyen yüzünü teşhis edebilmek tamamen ilahi bir ikramdır. Aramakla bulamayacaksın onu, ancak bulanlar da arayanlar arasından çıkar.İşte biz aşk diye bu duruma diyoruz Emrem. Dilerim içinde hikmet arzusunun ateşi hep yanar. İnan bana, yolda olmak, menzile varmaktan daha önemli. Çünkü varılacak son bir istasyon yok, hep daha ilerisi var. Bitmeyen bir yolculuk hayat, ölsek bile devam eden… Şimdi şu kafeye oturmuş sana yazarken, yollarımızın paralel olduğunu hissediyorum. Bugün kavuşamadık. Belki hayat boyu çok az göreceğiz birbirimizi. Ancak yolların görünmezlerini de yaratmış Allah. Herkes herkese, her şey her şeye bağlı o yollarda. Nesnelerin aralarında boşluk yok. Sen, ben yok. Ülkeler topraklar yok, masalar sandalyeler yok ayrı ayrı. Bazen katı parçacık, bazen ışık dalgaları halinde aşkla dönüyoruz birbirimiz çevresinde. Hani Galileo mahkum olduğunda “Dünya yine de dönüyor” demişti ya, aynen öyle. Bir farkla ki, evrenin her noktası Vareden’in cazibesine kapılmış dönüyor.Ruh bölünmez bir bütün. Bizlerin nefsleri var ama ruh ne eksiltilebilir, ne üzerine bir şey eklenebilir. Tekliğiyle bizi kuşatmıştır. Vücutlarımız parçalanabilir, hayallerimiz kırılabilir, ancak asıl varlığımıza hiçbir şey olmaz.Güzel Emrem umuyorum ki, bu idrak neşesiyle yaşarsın hep.13.10.2014

Penguen kreşi!

$
0
0
İlk bakışta güç olsa da bunların penguen olduğunu anlamak çok uzun sürmüyor. Kreşteki genç penguenler bu kalabalığın içinde aileleriyle birlikte balık avına çıkmayı bekliyor.

İki medeniyet arasında kalmış bir aydın portresi

$
0
0
Modern Türkiye’nin sanat, bilim ve siyaset gibi pek çok alanında kalıcı izler bırakmış bir isim Ziya Gökalp. Hem âlim hem siyasetçi olmanın getirdiği paradoksu pek çok kez yaşamış ve bu ikircikli yapı, son nefesine kadar kendisiyle beraber olmuş. Ölümünün üzerinden 90 yıl geçti geçmesine lakin Türkiye’deki ‘aydın’ profilinin değiştiğini söyleyebilmek pek de mümkün değil.Türkiye’de bir şey olan, her şey olmak zorunda kalır. Hele söz konusu olan ‘aydın’ olmaksa, yani düşünceyle pratik hayatlar arasında bağ kurmaksa, bu durum kaçınılmaz olur. Son iki asırdır bir düşünürün; kamuoyu oluşturacak bir gazeteci, toplumun geleceğine karar verecek bir politikacı ve aynı zamanda medeniyetin temel ilkelerini halka öğretecek bir öğretmen olmasıysa sık sık rastladığımız bir durum olarak görünüyor. Modernleşme tarihimizde söz konusu paradoksal misyonun kendini en çok hissettirdiği isimlerin başında ise Ziya Gökalp geliyor. Gökalp’in siyasal ve entelektüel kariyerine kuş bakışı bir göz atıldığında bile toplumdaki kırılmalar, yön değişiklikleri ve geleceğe dair alınan yeni kararların etkisi sıcağı sıcağına kendini gösterir. Örneğin bir dönem Osmanlıcı politikaları benimseyen Gökalp, hemen akabinde yerini milliyetçi bir Gökalp’e bırakmakta, bir süre için Doğu-Batı arasında sentez arayışında olan bir muhafazakârken, başka bir dönemde yerini muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için gerekenleri yapmaya inanmış bir devrimciye bırakmaktadır.Diyarbakır’da, Osmanlı’nın taşradaki büyük merkezlerinden birinde dünyaya gelen Gökalp, sanki bu paradoksların içine doğmuş gibidir. Babasının Batıcı zihniyeti ve amcasının geleneksel anlam dünyası arasında kalan Gökalp, çocukluk çağından ilk olgunluk çağına kadar bu arada kalmışlığı çözmenin ve iki medeniyeti bütünleştirmenin arayışında olacaktır. Babasının yolundan giderse ‘gâvur’, amcasının yolundan giderse ‘eşşek’ olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bir yandan Gazali ve İbn Arabi, diğer yandan ise Nietzsche ve Schopenhauer, Gökalp’in zihninde adeta kendi varoluşsal krizinin taraflarını oluşturacaktır. Bu kriz, kendisine on yedi yaşındaki intihar girişiminden kafasında kalan bir kurşunu hatıra bırakmıştır. Her zorluktan sonra bir kolaylığın ortaya çıkması neticesinde Gökalp, yaşamına iki tarafın da kendine göre iyi yanlarını sentezleyecek bir orta yol bulmaya çalışarak devam edecektir.Aranan adam GökalpGençlik yıllarından itibaren imparatorluğun gidişatı hakkında fikirler üreten Gökalp, ilk olarak payitahtın dikkatini çekecektir. Diyarbakır’da yaptığı çalışmalarla İttihat ve Terakki’nin merkez komite azalığına kadar yükselerek yaptıkları ve düşündükleriyle erken yaşlardan itibaren ülke politikalarına müdahil olacaktır. Öyle ki fikirleri, İttihat ve Terakki içinde üst düzey bir pozisyona gelecek ve tartışılmaz bir öğreti olarak telakki edilecektir. Gökalp’in topluma hem bir düzen sağlayacak hem de onu ilerletecek orta yol anlayışı, kendisinin sorunları çözümlemekte bir âlim, çözmekte ise bir politikacı profilini edinmesini sağlayacaktır. Zaten Gökalp’i her devirde aranan bir figür haline getiren de bu alim ve siyasetçi vasıflarının işbirliğidir.Gökalp’in bu ittifaka dayanan eserlerine bakıldığında, ilk görüşte politik bir atmosferin gölgesi altında yazıldığını görmek işten bile değil bizler için. Memleketin gidişatına karar vermesi gereken bir siyasetçi-aydın olarak Gökalp, devletin takip etmesi gereken politikalar konusunda siyasal ve toplumsal konjonktüre bağlı farklı açıklamalar geliştirir. Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu bir zaman diliminde siyasal çatışmaları ve toplumsal problemleri Osmanlılık temelinde çözmek isteyen Gökalp, bu maksatla dönemin farklı cereyanlarını bir araya getirecektir. Türk, Müslüman ve Batılı olmak şeklinde özetlenen ve sürekli bir mücadele içinde bulunan bu akımlar, kendisinin kaleminde birlik ve beraberlik için tamamlayıcı birer unsur haline gelecektir. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekildiği bir konjonktürde ise, ‘yeni zamanların’ ruhuna uygun bir hayat ve yöntem geliştirmeye çalışacaktır. Bu yöntemin meyvesi belki de somut siyasal ve toplumsal koşulların neticesi olarak cumhuriyet çerçevesinde bir kimlik inşa etmek, Gökalp’in son uğrağı olacaktır. Daha önceleri ‘Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Batı medeniyetindenim’ şeklinde bir formülleştirmeye girişen düşünür, bu dönemde bütün unsurları Türklük kimliği altında eritmenin yollarını arayacaktır. Mustafa Kemal’in, ‘fikirlerinin babası’ olarak nitelendirdiği Gökalp, tek parti iktidarının meşhur altı ilkesi çerçevesinde bir toplumsal kimlik geliştirmeye çalışacaktır.Değişirken biz kalmak ve biz kalarak değişmekGökalp’in fikriyatındaki söz konusu rota değişikliklerini yalnızca politik birer strateji olarak değerlendirmek haksız bir tutum olur. Gökalp’in âlim kimliği, söz konusu değişiklikleri daha büyük bir resimde birleştirmeye çalışmıştı. Gökalp, bu büyük resmi tamamlamak için bilimsel düşüncenin, özellikle de sosyolojinin imkân ve açıklamalarını kullanmış ve Türkiye’de sosyolojinin kurucusu unvanını elde etmişti. Sosyoloji ve sosyal bilimlerin kurumsallaşmasını sağlayan bu politikacı-aydın, kendi zamanına kadar süregelen modernleşme süreciyle bir hesaplaşmaya girişecektir. Batılılaşmanın neresinde olduğumuz, medeniyet dairesinde nasıl ‘kendimiz’ kalacağımız ve evrenselliğin içinde yerelliği nasıl muhafaza edip yaşatacağımız Gökalp’in gençlik döneminden beri süren temel kaygılarının sosyolojiyle buluşmasına vesile olacaktır. Sosyolojinin kurucu babalarından olan Fransız Emile Durkheim’ın muhafazakâr-pozitivist anlayışını kendi anlayışına çevirmeye çalışan Gökalp, meşhur ‘hars-medeniyet’ ayrımını da bütün hayatına yön veren paradokslar temelinde cevaplama arayışında olacaktır. Erol Güngör’ün ifadesiyle ‘değişirken biz kalmak ve biz kalarak değişmek’ şeklinde özetlenebilecek bu uğraş, idealizm ile pozitivizmin özgün bir terkibini yıllarca ana sosyal bilim paradigması ve toplum modeli olarak cumhuriyet tarihine kazandıracaktır. Toplumsal değişim sürecindeki her problemde, her çatışmada ve her çözüm ya da açılım arayışında ise Gökalp’in gölgesi dolaylı veya doğrudan kendini gösterecektir.Kırklı yaşlarında vefat eden bu aydın-siyasetçinin, toplumsal tarihimizin farklı dönemeçlerine nasıl cevap vereceği, fikriyatının daha önceki gibi değişip değişmeyeceği artık bilinmese de yıllarca Türkiye’de gerek sağ gerekse sol, kendi Gökalp tasavvurunu üretmekten geri kalmadı. 90. ölüm yıldönümü içinde bulunduğumuz bugünlerde Gökalp, gerek biyografik gerekse entelektüel ve siyasi kimliğiyle hâlâ bir muamma olmayı sürdürüyor. Modern toplumda din ve laiklik ilişkisini tanımlarken, farklı etnisiteleri birleştirecek bir kimlik peşinde koşarken ve siyasal olanın sivil toplumla mesafesini belirlerken, Gökalp’in artık birer öncül haline gelmiş öğretileri kendini açık ve örtük bir şekilde belli ediyor. Ülkenin ulusal politikaları kadar uluslararası konumu da Gökalp’in savunduğu ilkelerin korunması veya ihlal edilmesiyle biçimleniyor. Neticede toplum sahnesindeki farklı aktörler ve değişik yaklaşımlar, temelde Gökalp’inkiyle aynı olan kaygı ve paradokslarla baş etmek zorunda kalıyor. Bu açıdan bakıldığında olaylar ve isimler ne kadar değişirse değişsin Gökalp’in hayaleti hâlâ aramızda dolaşıyor. Kürtlerin toplumsal yapısını inceleyen ilk rapor Pek bilinmez, lakin Ziya Gökalp’in Kürtler üzerine yapmış olduğu bir rapor bulunuyor: Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler. Her ne kadar Gökalp’in ölümü sebebiyle yarım kalsa da Kürtlerin toplumsal yapısını ele alan ilk incelemelerden biri olma özelliğini taşıyor bu rapor. Gökalp’in çalışması Diyarbakır bölgesiyle sınırlı kalmış. Bu bölge ve çevresinde bulunan Kürt aşiretlerin sosyal, kültürel ve toplumsal yapıları ele alınıp incelenmiş. Ayrıca Kürtlerin kendi aralarında konuştukları dil ve lehçelere dair de ayrıntılı bilgiler de mevcut. Gökalp, bu raporda Kürtlerle Türklerin bin yıllık ortak din, ortak tarih ve ortak coğrafyaya sahip olması sonucunda hem maddi hem de manevi olarak birleştiklerini ortaya koyuyor. Her iki ulusun Milli Mücadele döneminde ortak düşmana karşı birlikte hareket etmelerini savunur ve tek kurtuluşun da bu ortak mücadeleden geçtiğini belirtiyor. Her ne kadar dönemin iktidarının isteği doğrultusunda yapılmış bir araştırma olsa da bu rapor, Gökalp’in sosyolojik tetkikleriyle bezeli bir çalışma özelliğini taşıyor.

Uçakta pilot ve hostesler de uyur

$
0
0
Uzun ve sıkıcı seyahatler, son teknolojiye sahip uçaklarda eğlenceli hale dönüşmeye başladı. Uçuşlar, ikram edilen birbirinden lezzetli menülerin yanı sıra koltuklara monte edilen eğlence sistemleri sayesinde daha keyifli hale geliyor.Peki, yolculara konforlu uçuş ortamı sağlamaya çalışan pilot ve kabin memurları da, aynı duyguyu paylaşıyor mu?Pilotların genel olarak aldıkları maaşlardan memnun olduğunu söyleyebiliriz. Özel havayolu şirketlerinde çalışan kabin memurları ise düşük ücretlerden şikayetçi. Ancak uçuş ekibinin ‘en büyük ve ortak sorunu’ ise limitleri zorlayan çalışma saatleri. Bu konuda uluslararası sivil havacılık kurallarını uyguladıklarını ifade eden şirketler, yoğun çalışma temposu nedeniyle yorgun düşen pilot ve kabin memurları için hem havalimanlarında hem de uçaklarda dinlenme alanları tahsis ediyor.HAVALİMANI VE UÇAKTA DİNLENİYORLAR!Ekipler, havalimanlarındaki dinlenme salonlarında son hazırlıklarını gerçekleştirirken, uçuşa da moralli şekilde gitme imkânı buluyor. THY’nin İstanbul Atatürk Havalimanı’nda eylülde hizmete açılan ‘Crew Garden Lounge’ adlı Ekip Bahçesi de bunlardan biri. Pilot ve hostesler, son derece lüks tasarlanan bu salonda dinlendikten sonra zinde şekilde uçuşa gidiyor. Ancak, iki uçuş arasında yeterli dinlenme vakti bulamayan ekipler, kısa menzilli uçuşlardaki koşuşturmaca nedeniyle daha da yorgun düşebiliyor. Havayolu şirketleri, uzun menzilli uçuşlarda ise uçakta ekipler için özel tasarlanmış odalar hazırlıyor. Yatak, koltuk, mutfak, dolap, tuvalet ve video-ses sistemleri bulunan bu özel odalar, dinlenme ihtiyacı hisseden uçuş ekibine büyük kolaylık sağlıyor.PİLOTLARA KOKPİTE YAKIN ODAGeniş gövdeli uçaklarda hazırlanan dinlenme odaları, uçakların tipine göre farklılık gösteriyor. Pilot ve hostesler, uçuş süresi ve yolcu sayısına bağlı iniş-kalkış gibi kritik durumlar dışında sırayla bu odalarda dinleniyor. İniş ve kalkış dışında kokpitte en az bir kaptan pilot ve bir ikinci pilot bulunması gerekiyor. Üçüncü pilot ise dinlenme odasına gidebiliyor.Pilotların odaları, uçuştaki olası aksiliklere acil müdahalede bulunulması amacıyla kokpite yakın yerlere yapılıyor. Airbus 330 ve Airbus 340 tipi uçaklardaki pilot dinlenme odası, ön mutfakla kokpit arasında bulunuyor. Boeing 777 tipi uçaklardaki dinlenme odaları ise kokpitin arka tarafında tavanla kabin arasındaki çatı bölümüne yapılıyor. Buraya merdivenle çıkılıyor.HOSTESLERE GENİŞ ODAKabin memurları ise sayılarının fazla olması nedeniyle uçakta daha geniş odalarda dinleniyor. Airbus 340 ve Airbus 330 tipi uçakların kanadın hemen arkasında, arka kargonun ise ön tarafındaki bölümde kalıyor. Bu alana da, merdivenle iniliyor. Boeing 777 tipi uçaklarda ise uçağın arka tarafındaki mutfağın üst tarafındaki tavan kısmında dinlenme odası hazırlanıyor. Bu bölüme de merdivenle çıkılıyor.PİLOTLAR UÇAĞI NEREDEN TERK EDİYOR?Pilotlar, hava korsanları tarafından kaçırılma olaylarında uçağı kokpitteki gizli bölümlerden terk edebiliyor. Acil durumlarda, Airbus 330, Airbus 340, Airbus 320 ve Boeing 737 tipi uçakları, kokpitteki yan camı kırarak çıkan pilotlar, buradan sarkıttıkları yaylı iple yere güvenli şekilde iniyor. Boeing 747 tipi uçaklarda kokpitin tavanındaki kapaktan çıkış yapabilen pilotlar, geniş gövdeli uçaklarda kokpitin tabanındaki ‘elektrik ve elektronik bölümüne’ geçiyor. Buradan da, seyyar merdivenle, burun ön iniş takımının olduğu kısımdan yere güvenli şekilde iniyor.Öğretmenler indirimli uçacakAnadoluJet, 24 Kasım Öğretmenler Günü’ne özel kampanya düzenledi. 1 Aralık’a kadar bilet alan öğretmenler, 24 Kasım-14 Aralık arasında aileleriyle yüzde 25 indirimli uçabilecek. Kıbrıs hariç tüm iç hat ve aktarmalı seferlerde geçerli kampanyayla bir rezervasyon kaydında aynı soyada sahip en fazla dört yolcu için indirim uygulanacak.Türbülans uçak düşürmezABD’li havacılık uzmanı Pilot Patrick Smith, türbülansın, ‘doğal’ olduğunu söyledi. Smith, yaşanan sarsıntıda sadece kemer takmayanların yaralandığını dile getirdi. Smith, hava ulaşımı arttıkça türbülans ihtimalinin de yükseldiğine dikkat çekerek, sadece türbülans yüzünden bugüne kadar hiçbir uçağın düşmediğini bildirdi.

Türkiye’dekiler arkeoloji biliminden çalınacaksa haberdar oluyor

$
0
0
Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin editörü Murat Nağış ile Türkiye’deki arkeoloji seyrini konuştuk. Duyduklarımız arasında en dikkat uyandıranı Türkiye’deki atanamayan veya iş bulamayan arkeologların bir geçim kapısı olarak profesyonel definecilik yapmalarıydı.Arkeoloji cennetinde yaşamamıza rağmen buna niçin kayıtsızız sizce?Aslında Türkiye’deki sorun bu bilimin Türk halkına olan uzaklığı değil, halkın buna olan alakasızlığı. Avrupa’da insanlar, bir stadyum, bir tapınak, bir sütun nedir bunun manasını biliyorsa, ister istemez arkeolojiyle de alakadar olacaktır. Aynı şey bizim için de geçerli. Hatta buradaki insanlar da bilmek durumunda zira bu coğrafyanın parçaları bu saydıklarım.Bu tavır onunla geç tanışmamızdan olabilir mi?Tahmin edilenin aksine burası, yani Anadolu, arkeolojiyle tanışan en erken coğrafyalardan biri. 100 yıllık bir tarihi var. Üniversitelerde güçlenmiş bir bilim dalımız var. Aslında Türkiye, bu akademik mecrada dünyada güçlü ülkelerden birisi. Çünkü bu mecranın uğraş alanı olan malzeme bu topraklarda. Hitit, Frig, Karya, Lidya, Urartu gibi çalışma alanları dünyada başka yerde çalışma alanı olmayan konular.Halka mal olmak bakımından soracak olursak...Kamusal alanda istenilen etki gösterilememiş. Kamusal alan, arkeoloji bilimine maalesef ideolojik açıdan yaklaşıyor. 1900’lerin başı, 60’lı yıllar ve 90’lı yıllardaki yaklaşım hep farklıdır Türkiye’de.Nasıl mesela?Örneğin Batı Ege’de bir Antik Yunan kalıntısı ortaya çıktığı vakit, Yunanistan burayı elimizden alacak, Doğu Anadolu’da Urartulara ait bir şey bulunduğunda Ermeniler gelip burada hak iddia edecek gibi… Bunun asıl sebebi ise erk sahiplerinin bu tarz çalışmalardan tamamen uzak bir bilinçle hareket etmesi.Bunu sahiplenmek yerine niçin ötelemişiz?Arkeolojinin çıkış noktası bir ideoloji temelinde yükselir. Tarihte bütün kavimler sahip oldukları topraklarla olan irtibatını kuvvetlendirmek için kendinden önce gelen uygarlıklarla bir bağ aramış. Bu organik bağın kurulması da ancak arkeolojik verilerle mümkün olabilir. Mesela, Asurlular günümüzden 4 bin sene evvel kendilerinden önce gelen dedelerinin tapınaklarını ihya etme girişiminde bulunmuş. Cumhuriyet rejiminin yaptığı da inşa edilen yeni ideolojiyi Sümerler ve Hititlerle ilintili hale getirmek olmuştu.Peki Osmanlı veya Selçuklu arkeolojisi diye bir şey olmadı mı hiç?Osmanlıların bu topraklardaki varlığı aşağı yukarı bellidir. 13 asrın başları olarak tabir ediliyor. Osmanlı dönemini inceleyen Edirne Sarayı kazıları mevcuttur.Yabancıların bu alandaki ilgisiyle bizim kayıtsızlığımız arasındaki fark nereden kaynaklanıyor?Bu tamamen toplumun ekonomik doygunluğuyla alakalı olan bir mevzu. En temel ihtiyaçlarını karşıladığı vakit, önüne kültürel bir zemin ortaya çıkar. Bu coğrafyada hâlâ halkın zaruri ihtiyaçları karşılanmamışken, onların önüne arkeolojiyi bir değer diyerek koyduğunuzda bir karşılık bulunamıyor tabii.Yani bir topluluğun dedelerinden kalan mirasa sahip çıkmaması tamamen maddi imkânsızlıklardan mı kaynaklanıyor?Elbette arkeoloji halkla daha erken yaşlarda buluşsa bazı değişiklikler olabilir. Biz Aktüel Arkeoloji Dergisi olarak 2008 yılında Kültür Bakanlığı’na bir proje sunmuş, ilk ve ortaöğretim seviyesine hitap edecek Anadolu Uygarlıkları dersinin konmasını talep etmiştik. Fakat istediğimiz neticeye muvaffak olamadık. Fakat dediğim gibi ekonomik genişliğe kavuşmadığımız sürece yine hedeflenen toplumsal bilince tam anlamıyla kavuşmuş olmayız.Peki, Türkiye’deki tarih yağmasını kim yapıyor, hepsinde yabancıların parmağını mı aramak gerek?Bugün Anadolu’nun her yerinde 60 bine yakın profesyonel definecinin olduğunu tahmin ediyoruz. Bunların büyük bir kısmı da burada eğitim almış arkeologlardan oluşuyor. Siz senede 2 bin arkeolog mezun verir, aralarından sadece 10 kişiyi istihdam ederseniz, geriye kalanlar da yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerine alternatif alanlar geliştirir.Mevzuya hassas ülkeler nasıl bir tavır içinde? Dünyadan misaller verir misiniz?Bu konuda bilhassa İngiltere, Fransa ve keza Almanya’da yeni bir yerleşim birimi kurarken veya bir bina inşa ederken mutlak surette kent kazıları gerçekleştiriliyor. Orada bir kalıntı varsa gerekli bilimsel araştırmayı yapıp kenti öyle kurmaya çalışıyorlar. Biz İngiltere’nin 17. 18. yüzyılda yaşadığı evrelerden geçtiğimiz için buna gerekli itinayı göstermiyoruz. Belçika’nın kültürel miras listesinde 30’a yakın tanınmış yeri var. Türkiye’de bu sayı 13’te kalıyor.Geçen gün gazetede Afrodisias Kenti’nin atıl bırakılmasıyla alakalı bir haber vardı. Bu yerleri kültür hayatına kazandırmak halka da bir bilinç sağlamaz mı?Kavramsal ve toplumsal alanda bir karşılık bulunmadan arkeolojik öğeleri turizmin sömürüsüne bıraktığınız vakit geri dönüşümü olmayan bir tahribat ortaya çıkar. Bu manadan bakıldığında toprağın altında kalması daha mantıklı. Türkiye’de turizmin ipleri TÜRSAB’ın elinde. Kokartlı rehber sayısı 5-10 bin arası. Bu kuruma bağlı firmaların tek derdi kâr amacı sağlamak. Örneğin Efes Antik Kenti’ne inanılmaz bir turist akışı var. Bu düzeyde devam edecek akış gelecek yıllarda bu kentin tahrip olmasına sebep olacaktır. Elbette tüm kültür alanları turizmin hizmetine verebilirsiniz. Ancak oranın arkeolojik altyapısını tamamlamadan bunu yaparsanız, tüketim dünyasına teslim etmiş olursunuz ki bu da orayı zamanla yok etmek manasına gelir.Bir de geri getirilmek istenen arkeolojik objelere değinmek gerekli...Bu mevzuda iki dönem söz konusu. Birisi 18. yüzyıl diğeri 1960 sonrası... O dönem Türkiye’sinde büyük bir yağmacılık ortaya çıkıyor. Bu Türkiye’nin dünyaya açılmasıyla ve çeşitli bilimsel kazılarla başlıyor. Sonra yerelde de bunların farkına varılıyor. İnsanlar kasabalarında, şehirlerinde deli gibi arkeolojik eser aramaya koyuluyor. Bulduklarını el altından yurtdışına satmaya başlıyorlar. Bu yağma süreci 80’li yıllara kadar devam ediyor. Günümüzde de peyderpey devam ediyor.Kim bu işi yapanlar?Evlerinde, köylerinde yaşayan insanlar. İnsanımızın zenginleşme hayalini, Avrupa’daki bazı müze ve Türkiye’deki koleksiyonerler gerçekleştiriyor. Köy köy, hatta ev ev gezip elinizde kayda değer bir şey var mı diye sorularak yapılıyor. Buna şöyle bir misal verilebilir 70’li ve 80’li yıllarda köylerdeki antika halıları, bunların içinde Orta Çağ’dan kalan el dokuması halılar da mevcut, size yenisini verelim, denilerek toplanıyor ve bir daha geri getirmediler. Nihayet, farkına varıldığı zaman da Sultanahmet’teki halı müzesi açıldı ama dünyadaki en meşhur halı müzesi Transilvanya Müzesi’dir ve çoğu Anadolu’dan gitme halılarla oluşturulmuştur. Halk bunun bir kıymet ifade ettiğini 80’li yıllara kadar bilmiyordu.

Sosyal medya aktif kullanılıyor ama etkin değil

$
0
0
Bugün sosyal medyada var olmak sadece teknoloji heveslisi gençlere has bir olgu değil. Cumhurbaşkanı, vali, belediye başkanı dahi olsanız bir Twitter, Facebook hesabınız olmalı. Bu da sivilleşme, şeffaflaşma, demokratikleşme olarak sunuluyor. ‘Dijital Politik Fanteziler’ kitabının yazarı Itır Akdoğan, öyle olduğunu düşünmüyor.Medyanın dünyayı ‘küresel bir köye’ dönüştüreceği iddiasını ilk kez ortaya atan ünlü düşünür Marshall McLuhan, “Biz araçlarımızı şekillendiririz, onlar da bizi.” şeklinde bir söz söylemiş yaklaşık elli yıl önce. Her geçen yıl, McLuhan’ın sözünü haklı çıkardı. İletişim teknolojileri sürekli gelişti ve bizi şekillendirdi. Bunları dünya çapında kitleler kullandıkça da, toplumsal değişimle ilgili tartışmalarda bu teknolojilere yer vermemek giderek zorlaştı. Bilgi ve iletişim teknolojileri, özellikle de Twitter ve Facebook’un politik süreçlerde söz sahibi olmasıyla birlikte siyasi tartışmalarda daha fazla yer almaya başladı. Son yıllarda dünya çapında yaşanan eylemlerde bunun izlerini görmek mümkün. Itır Akdoğan, tam da bu noktadan yola çıkarak ‘Dijital Politik Fanteziler’ kitabını kaleme aldı. Siyaset ve teknoloji ortak paydasına sahip olan çalışma, ‘İnsanlar, toplumsal değişimlerde iletişim teknolojilerinin rolünü nasıl algılıyor?’ sorusuna cevap arıyor.Kitabın ismindeki ‘dijital’ ve ‘politik’ kelimelerini anlıyoruz. ‘Fantezi’ kelimesine neden yer verdiniz?Fantezi aslında kitaba başlarken aklımda olan bir şey değildi. Sonradan eklendi. Farklı insanlar ve gruplarla görüşerek verilerimi toplayıp analiz kısmına geçtiğimde, görüştüğüm kişilerin aslında var olmayan şeyleri var zannettiği çıktı ortaya. Bunun da kavramsal karşılığı fanteziydi. Bunu kullanmamda ünlü sosyal bilimci Lacan’ın da payı var tabii.Nedir kitabın temel derdi?İletişim araçları eskiye oranla hayatımızda çok daha fazla yer alıyor. Bununla ilgili basit sonuçlara varabiliriz fakat daha derin incelemelere ihtiyacımız var. Toplumla iletişim teknolojileri arasındaki ilişki ne boyutta? Gündelik hayatımızda ve toplumsal değişimlerde ne tür rol oynuyorlar? Teknoloji, insanları değiştirdi demektense insanlar bu değişimi nasıl algılıyor sorusunu sormak daha mühimdi benim için. Derdim; insanların, politik yaşamın değişiminde ve eylemlerde iletişim teknolojilerinin rolünü nasıl algıladığına ilişkindi.Nasıl algılıyor?Fanteziler kuruyorlarmış meğer. Teknolojinin siyasi süreçlerle olan ilişkisini, kurumsal siyasetle ilgili kişilere sorduğumuz zaman aldığımız cevaplardan sonra ortaya çıkan şey, aslında güç fantezilerinin kurulduğu. Aktivistlerle konuştuğumuzda aynı şekilde onlar da artık daha demokratik, daha katılımcı bir işleyiş kurulduğunu söylüyordu. Görüştüğümüz kişilerin söylediklerini analiz etme sürecinde aslında bu insanların fanteziler kurduğunu, olmayan bir şeyi varmış gibi algıladıklarını gördüm.Gerçekten de fantezi mi bu? Demokratik ve katılımcı bir işleyiş yok mu?Senin o fanteziyi kurman için değişik imajlara ihtiyacın var. Mesela bir kişi, valiye ya da belediye başkanına tweet veya mail attığı zaman etkileşime girdiğini zannediyor. Fakat o maile hiçbir zaman cevap gelmiyor. Aslında belediyeler için burada önemli olan halkın da katıldığı ve demokratikleşme adına daha gelişmiş bir yönetim anlayışı değil, işlerin daha verimli yapılması. Seçilmiş bir belediye başkanının, aldığı kararı o halkla vermesi gerekirken, ne halk o karara katılabiliyor ne de seçilmiş kişi o kararı alabiliyor. Kısacası halk, güç fantezisi kurarken yerel yönetici de aynı fanteziyi kuruyor, çünkü gücü yok.Türkiye’deki siyasetçiler sosyal medyayı etkin ve çift yönlü kullanıyor mu?Twitter’da başbakan ve cumhurbaşkanının takipçi sayısı milyonlarca fakat takip ettiği kişi sayısı sıfır, bir ya da iki. Bu demek oluyor ki aslında eskiden olduğu gibi ben tek taraflı olarak söyleyeceğimi söylerim, beni dinlerler fakat karşımdakinin ne söylediği beni ilgilendirmiyor. O zaman da sosyal medya etkin bir şekilde kullanılmamış oluyor. Şunu da belirtelim, çok kullanmak demek etkin kullanmak demek değil. Mesela Melih Gökçek. Twitter’ı sık kullanıyor fakat kullanış amacı demokrasinin gelişmesi adına değil. Yurttaşla etkileşim amacıyla değil, ona gücünü göstermek için kullanıyor sosyal medyayı. ‘Aktif’ kullanıyor ama ‘etkin’ değil.Kitabı yazmayı bitirdiğinizde Gezi olayları gerçekleşmemişti henüz. Vardığınız sonuçlar Gezi olaylarıyla ne kadar benziyor birbirine?Epey benziyor. Gezi’den bir yıl önce bitti kitap. Gezi’nin çıkış noktası, İstanbulluların İstanbul ile ilgili alınan bir karara dâhil edilmemiş olmasıydı. Aslında İstanbul’u yönetenler de bu kararın alınmasında söz sahibi değildi. Sade yurttaşın zaten hiçbir şeyden haberi yok. Aradaki bu etkileşim eksikliği Gezi’nin ortaya çıkış sebeplerindendi.Ekran mı, sokak mı sizce?Bence ikisi de olmalı. Türkiye, ekranın sokağa destek olması gereken bir aşamada teknoloji kullanımı olarak. Dolayısıyla sokak mutlaka olmalı, ekran da sokağı desteklemeli.

Milyon dolarlar patladı gitti

$
0
0
İnsanoğlunun uzay merakı birçok kez başına dert olsa da bundan vazgeçecek gibi durmuyor. Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) uzaya göndermek istediği insansız roketi, fırlatıldıktan altı saniye sonra infilak etti. Havada patlayan roket, 200 milyon dolar civarında zararın da müsebbibi. NASA’nın patlayan uzay aracının içinde bilimsel deney araçları ve yedek parçaların da olduğu 2 buçuk tona yakın bir yük vardı. NASA’ya göre kaza ufak bir aksilik.Damatsız gelin olur mu?İngiltere’de Grace Gedler’in kendi kendiyle evlenmesinin ardından bu ilginç vaka Japonya’da moda oldu. Ülkedeki bir seyahat şirketi, evlenemeyen kızların düğün tecrübesi yaşaması için damatsız düğün organize ediyor. Serviste gelinlik, gelin odası, buketi, makyajı gibi ayrıntılar düşünülmüş. Bu olay bizde pek rağbet görmez gibi. Taraflar arasında baş gösteren gerginlikler, bohça alışverişi ve takılar kimde kalacak kavgası olmayan bir düğün düşünülemez.Yılandan korkmam...Yalandan hazzetmeyenlerin klasik lafıdır: “Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar!” Lakin Venezuela’da yaşanan olayı duysalar böyle rahat konuşamazlardı. Yılan tarafından ısırılan 13 yaşındaki kızın bacağı çürüdü. Sol bacağı tamamıyla çürüyen kız, ısırıldıktan bir ay sonra doktora başvurdu. Tedavi için çok geçti ve kas dokusu çürümeye başlamıştı. Doktorlara göre şiddetli yılan zehri dokunun erken ölmesine neden olmuş.

Âşık Veysel’den de ilham alıyoruz, Jimi Hendrix’ten de

$
0
0
Baba Zula, Türkiye’nin en özgün müzik gruplarından. Nevi şahsına münhasır tarzı ve şarkılarıyla her zaman dikkat çekiyor. Yeni albümleri 34 Oto Sanayi yarın çıkıyor, 8 Kasım’da da Bronx sahnesinde olacaklar. Grubun kurucuları Murat Ertel ve Levent Akman ile konuştuk.Yeni albümünüzün adı 34 Oto Sanayi. Neden bu ismi verdiniz albüme?Murat Ertel: En büyük gücümüz özgün ve orijinal olmamızdan geliyor. Yaptığımız müzikle coğrafi bir bağ kuruyoruz. On yılı aşkın süredir stüdyomuz oto sanayide. Artık ‘bu oto sanayiye ne olacak’ diye korkmaya başladık. Çünkü etrafımız gökdelenlerle sarıldı. Bir yandan tamirciler bir yandan sanatçılar olarak orada var olmaya çalışıyoruz. Yok olmadan tarihe not düşelim dedik. Gecekondu albümü de böyleydi. Aslında bu albümde insan odaklı değil de otomobil odaklı bir şehirleşmenin eleştirisi de var. Her şey arabalara göre planlıyor. İnsanlar kimsenin umurunda değil. Park ve ağaç yerine otopark düşünülüyor.Albümü neden Türkiye’den önce Japonya’da yayınladınız?Levent Akman: Bunu Japonlar istedi. Bize turne teklif ettiler. Biz albüm çalışmasındayız, deyince onlar da turne sırasında burada çıkarın, Japonya’da olduğunuz sürece başka bir yerde yayınlamayın dediler. Albüm çok sevildi. Birçok yerde liste başı olduk.Baba Zula yurtdışında çok popüler. Bunun sebebi nedir?Murat: 21. yüzyılda yaşıyoruz. İnsanlar geleneksel müziğe ilgili olsa da çağdaş bir yoruma daha açık. Biz Doğu kültürünün yanına batıyı da koyabildiğimiz için çeşitli coğrafyaların kültürünü alan insanlar bizi daha iyi okuyabiliyor. Onlara da dokunabiliyor müziğimiz. Pek çok insan ‘sizin müziğinizde Jimi Hendrix, Santana var’ gibi yorumlar yapıyor. Biz Âşık Veysel’den de ilham alıyoruz, Jimi Hendrix’ten de. Onlardan aldığımız ilhamlarla yeni ve orijinal şeyler üretmeye çalışıyoruz. Biz hem Anadolu coğrafyasına hem de dünyaya hitap etmeye çalışıyoruz.Yeni albüme özellikle son iki yılda yaşananlar ilham vermiş gibi...Murat: Baba Zula’nın yola çıktığı andan itibaren bir derdi var. Birçok insan bunu yeni yeni algılamaya başladı. Son iki yılda yaşananların etkileri de oldu elbette. Çünkü Türkiye’de büyük değişiklikler oldu. Buna gözlerimizi kapatamazdık.Dünyanın dertleriyle de dertleniyorsunuz.Murat: Nihayetinde bu dünyada yaşıyoruz. Bir savaş çıktığında bu herkesi ilgilendirir. Afrika’da açlıktan ölen ya da ağlayan bir çocuk herkesi ilgilendirir. Kirlenen dünya, yitirilen hayat kaynakları sadece bizi değil, herkesi ilgilendirmeli.Direniş Destanı’na Gezi olayları mı ilham verdi?Levent: Gezi’nin büyük etkisi oldu. O dönemde yaşanılanlar tam olarak algılanamadı. Gerçek destanın ne olduğu yüzyıllar sonra anlaşılacak.Türkiye’de sizi en çok neler rahatsız ediyor?Murat: Ayrımcılık ve hoşgörüsüzlük. Birçok şey insanın kendi seçimi değil. Bir insan etnik kimliği ya da inancından dolayı sorgulanmamalı. Herkesin sizin gibi olmasını bekleyemezsiniz. Ayrıştırmak yerine birleştiren şeyler bulmak gerek. Bu dünyayı birlikte paylaşıyoruz. Tek başına bu bile yeter.Levent: Bir de herkes aynı düşünmek zorunda değil. Fikirleri tartışamıyoruz bile. Bir iki cümleden sonra şucu bucu damgası yiyorsun. Ama Bir Başka Alem de diyebiliyorsunuz? Mümkün mü bu kadar kötü giden şeyin içinde başka bir alem?Murat: Her şeye rağmen karamsar olmamak gerekiyor. Evet başka bir alem mümkün. Yaşadığımız hayat çok kıymetli. Savaş endüstrisine harcanan paralar bilime, açlığın çözülmesi gibi konularına yöneltilse dünya daha güzel olur. Bütün sorun tepede toplanmış, güç sarhoşu olmuş, para hırsıyla ihtiyacından fazlasına sahip olma hırsındaki insanlardan geliyor.Batı’daki sanatçılar kadar rahat değilizŞu an birçok sanatçı kendini baskı altında hissediyor. Siz de hissetmiyor musunuz bunu?Murat: Elbette çekincelerimiz var ama biz her zaman demokratik ve sanatla mücadeleyi savunuyoruz. Taşla sopayla vandalizmle değil. Bu yollar sapılmaması gereken yollar. Dünyanın her yerinde büyük haksızlıklar var. Bütün dünyada sanatçılar bunlarla uğraşır. Pir Sultan’lar, Bob Dylan’lar…Yanlış anlaşılır korkusuyla yumuşattığınız şeyler oluyor mu?Murat: İster istemez oluyor. Fikirlerimizden vazgeçmiyoruz ama içimizden geldiği gibi söyleyemiyoruz. Bu konuda Batıdaki sanatçıların lüksüne hiçbir şekilde sahip değiliz.Müzik ya da sanat bu baskıyı kırmada nasıl bir etki gösterebilir?Levent: Haksızlıklara direnen yerlerde festivaller yapılabilir. Bu fikir nedense insanlara garip geliyor. Ancak direniş böyle de yapılabilir. Mesela bir Berkin Elvan müzik festivali yapılabilir.Biz de ticarî kaygıyla şarkı yaptıkPopüler bir şey yapalım, para kazanalım diye düşünceniz olmadı mı hiç?Murat: Dizi müziği yaptığımız zamanlarda Yavuz Turgul, Yeşilçam havasında bir pop-hit yapmamızı istedi. Bir Sana Bir Bana’yı yaptık.Bugünün müzik piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz?Levent: Çok fazla popüler müzik dinlemiyoruz. Türkiye’de yirmi senedir aynı türde aynı ritimlerle aynı tiplerle giden bir piyasa var. Ara sıra Hayko Cepkin, Ceza gibi hem popüler hem de farklı isimler çıkabiliyor.Sahnede yaptıklarınız da en az şarkılarınız kadar dikkat çekiyor.Murat: Sahnede yaptığımız çok katmanlı bir sanat aslında. Baba Zula sinema sanatından doğmuş bir müzik grubu. Sinema da hemen hemen bütün sanat dallarını içinde barındırıyor.

Yüreğe Dokunmak isteyen bir albüm

$
0
0
Erkan Oğur ve Derya Türkan'ın ‘Uzaktaki Müzik' isimli konser projesi ile yıllardır süregelen müzikal birlikteliği, Dokunmak adlı albümle bir kez daha ete kemiğe büründü.Onlara bu albümde bir başka büyük müzisyen İlkin Deniz eşlik ediyor. Dokunmak albümünde, anonim bir türkü dışında tüm besteler bu üçlünün imzasını taşıyor. Oğur'un vokal, perdesiz gitar, klasik gitar ve kendi adını taşıyan Oğur sazı, Derya Türkan'ın ise klasik kemençe ile müziğini icra ettiği bu albümde kontrabas'ta İlkin Deniz eşlik ediyor. Dokunmak gerçekten şifa niyetine dinlenecek bir albüm. Dokunmak - Karma - M&MT Records Bill Frisell'a ilham veren şarkılar Bill Frisell özellikle gitar meraklılarının yakından bildiği bir isim. Amerikalı müzisyen iyi bir caz gitaristi olmasının yanında aynı zamanda iyi bir besteci ve aranjör. Grammy ödüllü gitaristin yeni albümü Guitar In The Space Age yayınlandı. Usta gitarist kendisini etkileyen ve ilham kaynağı olan en sevdiği gitar şarkılarını kendi yorumuyla bu albümde bir araya getirmiş. Tamamı 1950 ve 1960'larda Frisell'i gitar çalmaya teşvik eden şarkılardan oluşan albümde, Pete Seeger, The Byrds, The Beach Boys, Dick Dale, Chet Atkins, Speedy West gibi isimlerin eserlerini dinliyoruz. Bill Frisell - Guitar In The Space Age - Sony MüzikLâmekân Ensemble'dan Gülzar-ı Vefa Lâmekân Ensemble üç yıl önce kurulmuş bir müzik topluluğu. Çok kültürlü yapısı ile dikkat çeken grup, ilk albümleri Gülzar-ı Vefa'yı yayınladı. Tristan Driessens (ûd) Muhittin Kemal Temel (kanun), Rıdvan Aydınlı (vokal, ney), Ruben Tenenbaum (keman), Simon Leleux (perküsyon) ve Robbe Kieckens'dan (perküsyon) oluşan topluluğa bu albümde ünlü müzisyen Derya Türkan eşlik ediyor. Lâmekân Ensemble bu albümde; farklı makamlarda ve birbirinden özel taksim, peşrev ve saz semaileri ile karşımıza çıkıyor. Özellikle klasik Türk müzik ve enstrümantal müziğe ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir çalışma. Gülzar-ı Vefa - Lâmekân Ensemble - M&MT Records

Bir diliminde çok lezzet…

$
0
0
Kış mevsimine yakışır ve evde keyfi ayrı çıkacak sıcacık bir tarif paylaşıyorum sizlerle. Fransız mutfağının klasik yemeklerinden kiş. İster kahvaltıda ister ikindide yapın. Ama mutlaka yapın.Bazı yiyecekleri kışın ve de evde yemek tarifsiz… Mesela ellerinizle yaptığınız havuçlu, tarçınlı, cevizli bir kekin keyfine evden başka nerede bu kadar güzel varılabilir ki? Sıcacık kokusu başka nerede içinize işler ya da? İşte böyle kış mevsimine yakışır ve evde keyfi ayrı çıkacak bir tarif paylaşacağım bu hafta sizlerle. Üstelik günün her saatinde yenilebilecek doyurucu bir aperatif. Bu yüzden ister pazar kahvaltısında, ister ikindi çayında yapabilirsiniz. Fransız mutfağının geleneksel lezzetlerinden biri olan kişten bahsediyorum. Birçoğunuzun bildiği, mutfağımızda da yer etmiş bir tarif… Ancak michelen yıldızlı birçok restoran ve ülkede çalışmış Fransız şef Oliver Pallut’ten mutfağının bu geleneksel lezzetine dair pek çok püf noktası ve teknik öğrendim. Öncelikle şunu belirtmeliyim. Mutfakta biz ne kadar hislerimizle, gözlerimizle hareket ediyorsak, şef Oliver tam tersi her adımı hesaplı, ölçülü ve tekniğe dayandırıyor. Bu yüzden Özyeğin Üniversitesi Le Cordon Blue’ya ait bir sınıfta gerçekleştirdiğimiz görüşme ders havasında geçti. Hepsini paylaşacağım ama önce biraz kişin tarihine dair kısa bir bilgi… Quiche (kiş) klasik bir Fransız tarifi olarak bilinse de aslında Almanya orjinli bir yemek. Orta Çağ dönemlerinde Almanya’daki krallıklardan biri olan Lothringen’de ortaya çıkmış ama bu krallık günümüzde Fransa’nın Lorraine bölgesi olarak biliniyor. Kiş, Almancada kek anlamına gelen ‘Kunchen’ kelimesinden geliyor. Zamanla ‘küche’ ve daha sonra ‘kishce’ halini almış. Bu da Fransızcaya ‘quiche’ olarak geçmiş. Tabanı hamurdan yapılan (o dönemler ekmek hamuruyla yapılıyormuş) füme et parçaları, yumurta, peynir ve krema katılarak fırında pişirilen ve kek gibi kesilerek sıcak veya soğuk servis edilen yumuşacık bir yemek. Aşağıda uzun ve ayrıntılı bir tarif sizi bekliyor. Gözünüz korkmasın, yapımı zor gözükse de çok keyifli ve son derece pratik…Salata eşliğinde sucuklu peynirli kiş (Ouiche et petite salade de concombre)MALZEMELER:Tuzlu tart hamuru için:200 gr un5 gr tuz100 gr tuzsuz tereyağı1 yumurta20 ml soğuk suGarnitür:100 gr sığır sucuk (minik küpler halinde kesilmiş)80 gr gravyer peyniri (eski kaşar da kullanılabilir) peynir de küp kesilmiş ya da rendelenmişÜzerine dökülecek sos için:1 bütün yumurta1 yumurta sarısı125 ml süt Çeşnilendirmek için tuz, biber ve muskat rendesiMaskolin ve salatalık salatası100 gr karışık yaprak (Akdeniz yeşilliği kullanabilirsiniz)3 salatalık (Salatalıklar dilimlendikten sonra üzerine kaya tuzu ilave edilerek tel süzgece alınır. Böylelikle salatalık suyundan arındırılır ve salatanızın sulanması engellenmiş olur.)Salata için vinegret sosu:50 ml sirke200 ml zeytinyağı10 gr hardalNot:Şefimiz salatayı profesyonel görünümlü bir sunum elde etmek için yaptı. Bu salatayı yapmak zorunda değilsiniz.YAPILIŞI:Parmak uçlarınızla küp kesilmiş tereyağı (çok eriyik olmayacak) ve unu karıştırın. Avuç içlerinizle kumlu bir doku elde edene kadar ovalayın. (fraizege tekniği) Sonra yumurta sarısını ve suyu kuru malzemelere ekleyin ve parmak uçlarınızla birbirine karıştırın.Plastik sıyırıcı yardımıyla diğer malzemeleri karışıma yedirin. Hamur kıvamına gelene kadar yoğurun. Sonra hamuru kendinize plastik sıyırıcı yardımıyla (elle yapıldığında elin ısısı tereyağına geçebilir) çekme hareketi yaparak ezin. (Bu işlem iki ya da üç kez yapılmalı, amaç tamamen homojen bir karışım elde etmek.)Streç filmle kaplayıp buzdolabında en az 30 dakika dinlendirin. İdeali bir saat. (Hamur top şeklinde değil, yassı şekilde streçlenmeli. Böylece soğuma süresi kısaltılmış oluyor.)Yumurta, krema, süt ve biraz muskat rendeleyip karıştırın ve elekten geçirin. (chaleze tekniği) Peyniri ve sucuğu küp küp kesin. Unlanmış yüzeyde hamuru düzleyin. Merdane yardımıyla 3 mm kalınlığında bir çember açın. (Şef Oliver hamur açmaya dair önemli bir püf noktası paylaştı. Hamuru açmaya başladığımızda ilk aşamada merdaneyi kullanırken iki el kullanılmalı. Şekil aldıktan sonra tek elle açılmalı. Zira ikisi kullanıldığında iki elden biri hamura daha fazla baskı uygulayacağından hamurun bir tarafı kalın diğer tarafı daha ince olacaktır.)Hamuru merdaneye sararak kalıba yayın. (Öncesinde ise kabın her tarafına eritilmiş tereyağı sürün.)Kenarlarını yüksek bırakın ve nazikçe kalıbın kenarlarından bastırın. Kenardaki yükseltileri katlayın. Fazla hamuru merdaneyle ayırın ve başka bir kullanım için saklayın. Başparmak ve işaret parmağınız arasında hamuru çimdikleyin. Kalıbın üzerinde 3 mm oranında yükseklik bırakın. Kalıbın iç kenarlarını bir elinizle destekleyerek ve pastacılık cımbızı yardımıyla dekoratif bir kenarlık oluşturun. Kalıbı streç filme sarılı pirinç ile kaplayın. (Hamur kabarmasın diye yapılıyor bu yöntem) 170 C fırında 30 dakika pişirin. Ardından pirinci içinden çıkarıp 2-3 dakika daha fırında tutun. Alt tabakasının pişmesi için.Kenarlar piştikten sonra içine malzemeleri koyup (peynir, sucuk ve ardından dolaptaki sıvı karışım. Bu sıvıyı tepsiyi fırına götürdükten sonra dökmekte fayda var. Zira taşırken etrafa dökülebilir.) ısıyı 160 C’ye düşürüp iç malzeme sabitleşene kadar pişirmeye devam edin. Fırından çıkarıp soğumasını bekleyin ve pizza gibi dilimleyin. Salatayı da zevkinize göre yerleştirin.Başka neli yapılabilir?Kavurmalı ve peynirli, pırasalı ve pastırmalı, ıspanaklı, mantarlı (porçini olmasını tavsiye ederim) ve peynirli, sosisli, patatesli, kabaklı.

Gül ile görülmemiş 990 gün

$
0
0
Abdullah Gül’ü son 33 ayında, fotoğrafçısı Mehmet Demirci ‘gölgesi gibi’ takip etti. Protokol dışı fotoğraflar, ilk defa bir kitapta yayınlandı. Gül’ü hiç böyle görmediniz.Siyasiler, neredeyse her gün el sıkışma fotoğraflarıyla karşımıza çıkıyor. Bu döngüyü kıran isim 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün fotoğraf editörü Mehmet Demirci oldu.Çankaya Köşkü’nde 990 gün geçirdi; politik fotoğrafı el sıkışmaya hapsetmeden, Cumhurbaşkanı Gül’ün hayatını belgeledi. Amerikan politik hayatında başkan fotoğrafçılarının hazırladığı dönem sonu kitaplarının bir benzeri olan ‘A Protokol’, Cumhurbaşkanı’yla 990 Gün isimli birçok yönü ile ilkleri bünyesinde barındırıyor.Birçok özel fotoğrafın ilk defa yayınlandığı kitapta görevi devretmesinden bir saat önce iki oğlu, Ahmet Münir ve Mehmet Emre’nin babasının yanına gelip kravatının iyi bağlanmadığını düşünüp tekrar bağladığı ândan Beşiktaş logolu fön makinesi ile saçını kurutmasına; Abdullah Gül’ün ‘kitabın en değerli fotoğrafı’ dediği şehit annesi karşısında duygularını gizleyemediği andan Alman Cumhurbaşkanı’yla Tarabya’daki salıncakta geçirilen mutlu dakikalara pek çok kareye tanıklık edeceksiniz.GÜL ŞAŞIRDI AMA KABUL ETTİİşe başladığı ilk gün ‘kitap yapacağım’ diye yola çıkan Demirci’nin kitabının hikâyesi, aslında göreve başladığı Ocak 2012’ye uzanıyor. “Resmi fotoğrafçıdan çok, bir foto muhabiri gibi çalışmaya özen gösterdim. Görünen Cumhurbaşkanlığı kavramının biraz arkasındaki işleyişe ışık tutmaya çalıştım. Onun her anını fotoğraflamak yerine doğru ânı kovaladım. Elden geldiğince, resmî fotoğraflar dışındaki anları belgelemeye çalıştım.” diyen Mehmet Demirci, göreve başlarken Abdullah Gül’e şunları söylemiş: “Sadece el sıkışma fotoğrafınızı çekmek istemiyorum. Bundan 50 yıl sonra da bakıldığında bu makamda oturan kişinin aslında gerçekten yaşayan bir kişi olduğunu göstermek ve kurgu olmayan, duygusu olan, tarihe kalacak gerçek fotoğraflar çekmek istiyorum.” Bu sözler karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Gül, isteği kabul etmiş.29 EKİM’DE HEDİYE ETTİCumhurbaşkanı Gül’ün “Bu senin kitabın” diyerek hiçbir fotoğrafın girip çıkmasına karışmadığını anlatan Demirci, kitabı 29 Ekim’de doğum günü hediyesi olarak 11. Cumhurbaşkanı’na takdim etmiş. Gül’ün “Tarihe kalacak bir kitap” yorumunda bulunduğunu anlatan Demirci, üç yıllık görevi boyunca 200 binden fazla fotoğraf çekmiş. 93 fotoğrafın yayınlandığı kitapta 40 kare ilk kez yayınlanıyor. Alfa Yayınları’ndan çıkan ‘A Protokol’; Makam, Memleket, Ziyaret, Görev Başında, Özel Zamanlar ve Son Gün adlarıyla 6 bölümden oluşuyor.BENİ GÖLGEM GİBİ TAKİP ETTİAbdullah Gül’ün fotoğraf merakı herkesin malumu. Demirci, Gül’ün üniversite yıllarında fotoğraf kulübü kurduğunu, film banyosu bile yaptığını belirterek, “Cumhurbaşkanımız işin kimyasına hakim amatör bir fotoğrafçı.” diyerek çalışma stilini şu sözlerle anlatıyor: “Cumhurbaşkanı olmak demek, tüm hayatını kamuoyu önünde yaşamak anlamına geliyor. Her hareketinizi izleyen onlarca kamera önünde yaşamak ise gerçekten çok zor. Beyefendiyi takip ettiğim 3 yıl boyunca elden geldiğince onun her anını fotoğraflamak yerine doğru ânı kovaladım. Sanırım etrafımda sürekli fotoğrafımı çeken birinin olması beni de rahatsız ederdi. Bu yüzden işimi yaparken Cumhurbaşkanımıza kendini rahat hissedeceği anlar bırakmaya çaba gösterdim. Özellikle özel yaşantısına ait fotoğraflarda rahatsızlık oluşturmamak için azami gayret gösterdim. Üç yıl boyunca; güne Cumhurbaşkanı’mızın programı ile başlayıp, o günü bir sonraki gün ve haftanın yenilenmiş programını kontrol ederek noktaladım. Düğünleri, cenazeleri kaçırdım ama Cumhurbaşkanı’mızın hiçbir programını kaçırmadım.” Kitabın önsözüne imza atan Abdullah Gül’ün, fotoğrafçısı Mehmet Demirci hakkındaki şu sözleri ise son derece dikkat çekici: “Bu kitap; işine tutkuyla bağlı, ‘an’ı yakalama peşinde koşan, beni gölgem gibi takip eden Mehmet Demirci’nin gözünden üç yıllık Cumhurbaşkanlığı dönemimin ilginç ve özel anlarını sergilemesi açısından da önemli bir çalışmadır.”ADEVİYE ANNE, OĞLUNUN KOLTUĞUNA OTURMADIAbdullah Gül’ü ‘son derece kibar’ diye tanımlayan Mehmet Demirci, “Bu öyle bir kibarlık ki, kızdığı anlarda bile ‘kardeşim’ diye hitap ederdi. Ailesi ile birlikte geçirdiği özel zamanlarda, eğer fotoğraf çekilmesini istiyorsa bile rica ederdi. Kimi zaman, torunu ile fotoğraflarının hep yanında olmasını istediğini belirterek ve bu kareleri kendi cep telefonuyla çekmemi isterdi. 2013 yılı Aralık ayında torunu ile telefonda konuşup Ankara’ya yağan kardan bahsedip ve onun için kardan adam yapıp, fotoğrafları torununa gönderecek kadar da hassastı.” diyor. Gül’ün çocuklarının kendisine bir-iki defa hatıra fotoğrafı çekip çekemeyeceğini sorduğunu anlatan Demirci, “Tanık olduğum özel anlardan biri ise Cumhurbaşkanı’mızın anne babasının, Beyefendi’yi makamda ziyaret etmeleriydi. Makam odasında annesini, konuklarını ağırladığı yerde sürekli olarak kendisinin oturduğu koltuğa oturtmak istemesine rağmen Adeviye annenin ‘Oğlum orası senin yerin, Allah seni muvaffak etsin.’ diyerek misafir koltuğunda oturmasıydı.” diyor.SİZİ VERSAY’DA AĞIRLAMAK ARTIK ÇOK ZOR OLACAKİstanbul’da Cumhurbaşkanı’nın çoğunlukla yazları kullandığı çalışma ofisi, Tarabya sırtlarındaki Huber Köşkü’nün de bulunduğu alan içindeydi. Tarabya sırtlarındaki çalışma ofisi ve konut Hayrünnisa Gül’ün çevre düzenlemeleriyle ilgi çekici bir mekâna dönüştü. Demirci, bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Gelen her konuğun beğenisi görülmeye değerdi. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın Cumhurbaşkanı Gül’e ‘Burayı gördükten sonra, sizi Versay sarayında ağırlamak artık gerçekten çok zor olacak.’ sözünü kulaklarımla duymasam bunun abartılı bir ifade olduğunu düşünebilirdim.”YALOVA’YI GÖRMEK İÇİN 100 YIL BEKLEYEMEMYalova yolculuğunda yaşanan ilginç bir anekdotu Demirci şöyle anlatıyor: “Yalova’ya İstanbul’dan deniz otobüsü ile gitmiştik. Şehrin girişinde farklı noktalara asılan afişlerde “Cumhurbaşkanımız 06.09.2113 günü Yalova’da” yazıyordu. Afişteki tarih yanlışı herkesi güldürmüş, Cumhurbaşkanımız da, ‘Yalova’yı görmek için o kadar bekleyemem? deyivermişti.” bize.Gül’ün en anlamlı bulduğu fotoğrafGül’ün kitapta en beğendiği fotoğraf, geçen yıl bir iftar davetinde çekildi. Şehit annesinin gözü yaşlı bir şekilde, Gül ailesi ile vedalaşmasını ve onların üzüntüsünü gösteriyordu bu kare. ‘‘A’’ Protokol kitabını görünce Gül, “Kitabın en değerli fotoğrafı bu benim için.” demiş. Demirci’ye göre Gül çiftinin en çok önem verdiği işlerden birisi şehit yakınları ve gazilerle ilgilenmekti.Gül’ün berberi onun için Beşiktaş armalı saç kurutma makinasını kullanıyor.Mehmet Demirci, fotoğraf editörü olarak Köşk’te üç yıl görev yaptı. Gül’ün fotoğraflarını çekmeye devam ediyor.Abdullah Gül ve Alman Cumhurbaşkanı, Tarabya’da bu salıncakta on dakika sohbet etti.Gül çifti Lizbon’da...

Bir garip Sabri hikâyesi

$
0
0
Galatasaray’da niçin kadro dışı bırakıldığı bir türlü anlaşılamayan kaptan Sabri Sarıoğlu, yönetim değişikliği sonrası takıma döndü. Ancak medya olarak bu konuda iki açıdan görevimizi yapamadık. Birincisi, Sabri’nin niçin kadro dışı bırakıldığını öğrenip kamuoyuna anlatamadık. İkincisi, bu kararı alanlara “Siz kim oluyorsunuz ya da bu oyuncu ne yaptı ki böyle bir cezalandırma hakkını kendinizde bulabiliyorsunuz?” diye soramadık.Galatasaray’da Sabri Sarıoğlu’nun kadro dışı bırakılmış olmasına akıl erdirmek imkansız gibiydi. Gerçek sebebin ne olduğunu da bir türlü öğrenemedik. 1999 yılında henüz 15 yaşında Sarı Kırmızılı kulübe gelen bu futbolcu 19 yaşında A takımına girdi ve o günden bu yana takımda yer alıp kaptanlığa kadar yükseldi.Bu neden onun başarısızlığı ise pek inandırıcı olmaz. Sabri Sarıoğlu yakın zamanlara kadar da milli takımın değişmez oyuncularından biri durumundaydı. Sonrasında hem Gökhan Gönül’ün çıkışı hem kendisinin Galatasaray’da sürekli forma şansı bulamaz duruma düşmesi nedeniyle bu imkanı kaybetti. Görev verildiğinde her zaman elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı.Tersini düşünen az değil ama gerçekte Sabri Sarıoğlu ülkenin en başarılı oyuncularından biri. Bunu kanıtlamak da hiç zor değil. Örneğin, onun şu anda en çok milli olan futbolculardan biri, belki de başta geleni olduğunu biliyor musunuz? Çeşitli milli takımlarda tam 170 kez forma giydi Sabri Sarıoğlu. Ondan 4 yaş büyük Emre Belözoğlu’nun toplam milli olma sayısı 162.En çok A milli olan futbolcumuz Rüştü Reçber, Ay Yıldızlı formayı 120 kez giydi ama toplam sayısı 12 Ümit’le birlikte 132… Türk futbolunun neredeyse bütün rekorlarını kırmış olan Hakan Şükür’ün 133, Tugay Kerimoğlu’nun 135. Dolayısıyla uzun boylu bir araştırmaya gerek duymaksızın Sabri’nin bu listenin başında olduğunu kabul edebiliriz.Peki, herhangi bir oyuncu tesadüfen böyle bir başarı kazanabilir mi? Gülerler adama! O kadar da değil, Sabri’nin Sarı Kırmızılı takımda da hem özellikle yabancılara oranla çok düşük bir paraya oynadığını hem de herkesten çok çaba gösterdiğini hepimiz biliyoruz. Peki, sorun ne? Niçin ve nasıl kadro dışı bırakılabiliyor? Bunları niye araştırmıyoruz?Sabri’nin sporcu kişiliğinden, saygısından, çalışmasından, tavırlarından, profesyonellik anlayışından, verilen her türlü görevi yapmasından ve daha akla gelebilecek bir yığın durumdan yakınması olan tek kişi tanımadım bugüne kadar… Tam tersine bu konulardaki olumlu özellikleriyle her zaman övgüler almış biri o. Peki daha ne?Neymiş, bazı sosyal medya maymunları onun iyi orta yapamayışıyla ilgili birtakım saçmalıkları sürekli gündeme getiriyormuş… Sabri’nin başarısız bir oyuncu olarak görülmesine bu yetti adeta! Galiba yönetim bunları ciddi şeyler sandı ya da kendince başka bazı hesapları vardı. Yine de onun kadro dışı bırakılma nedenini bilmiyoruz.Bitmedi, her zaman camiada çok önemsenen Galatasaraylılık ruhu denilen kavramı ayakta tutabilecek ve takım içinde egemen kılabilecek sayılı adamlardan biri Sabri Sarıoğlu. 40’ı aşkın oyuncuya sahip Sarı Kırmızılı takım sahaya 11 hayaletle çıkıp çuvallamaya başladığı zaman birileri bunu anlar gibi oldu.Sabri Galatasaray’dır, Prandelli değil!Sabri’nin kadro dışı bırakılmasıyla ilgili bazı tevatürler var. Mancini’ye karşı bir tepkisi olduğu yani aralarında bir tatsızlık yaşandığı için Prandelli’ye böyle bir tavsiyede bulunulduğu bunlardan biri… Öteki de Aysal yönetiminin onu Galatasaray kaptanlığına layık görmeyişi nedeniyle böyle bir yola gidildiği yolundaki söylenti…İki durumda da Prandelli’nin kişiliksiz davrandığını bir yere yazmak zorundayız. “Bu konudaki kararı ben veririm” diyemeyen bir teknik adamın herhangi bir takımda başarılı olma şansının bulunmadığını, bunun o kadar vahim bir durum olduğunu da görmezden gelemeyiz. Yönetim kadar o da kusurlu bu işte. Bugün de bunun cezasını çekmek zorunda.Real Madrid, Barcelona başta olmak üzere dünyada bildiğiniz bütün büyük takımların gerçek gücü kendi özkaynak düzenine dayanır; transfer işin süsü, taraftarın değişik bir mutluluk kaynağıdır. Bunu da en açık biçimde Sir Alex Ferguson ifade etmiştir. Başka büyük hocaların da aynı doğrultuda sözleri vardır. Belki de futbolun en büyük gerçeklerinden biridir bu.Bizdeki en çarpıcı örnek de Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kazanırken kadrosunda özkaynak düzeninden gelen 6 oyuncunun bulunmasıydı. 7. oyuncu Tugay Kerimoğlu da sadece birkaç ay önce ayrılmıştı. Üstelik Hakan Şükür, Arif Erdem gibi oyuncuları bile bu kapsamda görmek mümkündü. Hatta bazı yabancılar bile böyle hareket edebiliyordu. Başarı öyle geldi.Bugün de isterseniz transfere yüz milyonlarca euro dökün, takımınıza kimlik ve kişilik kazandıracak olan özkaynak düzeninden yetişen oyunculardır. Sarı Kırmızılı takım bu açıdan tarihinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor. Sabri Sarıoğlu ve Emre Çolak’a bir de Semih Kaya eklendi, o kadar! (Aydın Yılmaz’ı unutmadım ama bir daha ne zaman Sarı Kırmızılı formayı giyer, kestiremiyorum). Kuşkusuz özkaynak düzeninden gelen tek oyuncusu bulunmayan Fenerbahçe’ye oranla bu bir üstünlük olsa da yeterli değil.Sabri böyle anlamsız biçimde kadro dışı bırakıldığında medya olarak gazetecilik sınırları içinde tepki gösterebilmeliydik. Kimse masal anlatmasın, ‘kulübün kararıdır, saygı göstermek zorundaydık’ diye. Nice saçmasapan konuyla ilgili olarak arkadaşlarımız hesap sorar pozlarda ortalığı birbirine katıyor. Ancak bu konuda uyuduk. Daha doğrusu Sabri’yi biz de önemli bir adam olarak görmedik; en açık deyişle, umursamadık.Neyse, öyle ya da böyle Sabri geri döndü ama şimdi benzer bir durum da Trabzonspor’da ortaya çıktı. Orada da Mustafa Yumlu ve Zeki Yavru’nun kadro dışı bırakılmalarını -nedeni ne olursa olsun- kabullenebilmek imkansız. Takımda özkaynak düzeninden gelen son iki adam özellikle seçilmiş sanki! Bir sezonda 20’den fazla transfer yapma cinneti içinde haliyle böyle durumlar ortaya çıkıyor ama zarar gören de o kulüpler oluyor. Neyse ki bunun farkında olup sesini yükselten birileri çıktı. Her an gidebilecek bir teknik adamın saçmalıklarına kendi öz değerlerinizi kurban ederseniz başarı için daha çok uzun yıllar beklemek zorunda kalırsınız. İşler nasıl gidecek? Roberto Carlos, takımında işlerin iyi gitmeyişiyle ilgili olarak “Brezilya’da şöyle bir söz vardır: Herşey başladığı gibi gitmez.” dedi.O, muhteşem futbolculuk yaşantısının ardından geçen sezon başarısını kanıtlamış bir hoca. Bu kez ilk 7 haftada takımı gerçekten talihsiz maçlar oynadı ve puanlar kaybetti. O bakımdan toparlanması zor olmayacaktır.Ancak umutlarını bu söze bağladıysa işi zor diyebiliriz çünkü biliyorsunuz bizde de şöyle bir söz vardır:Birşey nasıl başladıysa öyle gider. Hagi mi geliyor? Kimi zaman medyanın zeka seviyesi tüyler ürpertici derecede düşük haberler yapıp sonra da bunlar üzerinde tartışma açmasına tanık olmak insanı gerçekten incitiyor.Hagi’nin Sarı Kırmızılı takımın başına teknik direktör olarak geleceği yolundaki haberler bunun son örneklerinden biri… Onun hemen yanına Selçuk’un kaptanlığının alınacağı yolundaki saçmalığı ekleyebilirsiniz… A. Albayrak’ın M. Denizli ile görüştüğü uydurmasını da…Gerçekte ne Galatasaray yönetiminin böyle bir düşüncesi var ne de bununla ilgili herhangi bir niyet ortaya konulmuş. ‘Bu dönemde okurlar bunu yer!’ anlayışıyla yapılan sayısız masabaşı uydurmalarından bazıları bunlar...Yapmayın arkadaşlar, tamam, gerçek habercilikten çoktan vazgeçtik ama biraz daha zeka düzeyi yüksek birşeyler uydurmak o kadar da zor değil.

Bozayının izinde

$
0
0
Kışın erken geldiği Sarıkamış’ta hava oldukça soğuk. Sarıkamış ormanlarında ilerliyoruz. Yolun sonuna doğru yaklaştığımızda Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu elindeki fenerle ormanı tarıyor.Küçük bir ırmağın şırıltısı ve ay ışığında eşine zor rastlanır bir manzara var. Yolun kenarındaki tren yolu, ormanla Sarıkamış çöplüğü arasında sınır. Çöplüğe doğru ilerlediğimizde karanlık içerisinde parlayan gözler görülebiliyor. Kimisi ürküyor kimisi de her akşam gelen misafirlere alışık olduğu için hiç rahatsız olmuyor. Çağan, arabayı uygun bir yere park edip el fenerini karanlıktaki parıltılara doğru yöneltiyor. İşte oradalar. Sarıkamış ormanlarında yaşayan bozayılardan otuza yakını akşam yemeği için çöplükteler. Aslında bu yeni bir durum değil. Sarıkamışlılar ve farklı illerden gelen misafirler bozayıları görmek için akşam saatlerinde burada toplanıyor. Arabalarının farlarını açarak ayıları izliyorlar. Çağan Şekercioğlu’na göre bu olmaması gereken bir durum. Ama ormanda ayıların beslendiği canlı popülasyonunun azalması ve hazır besinin olması onları çöplüğe getiriyor. Bu durum ayıların obez olmasına da sebep olmuş. Çöp alanının tellerle çevrili olmaması ve tren yolu üzerinde gerekli önlemlerin alınmaması ise ayı ölümlerine neden olabiliyor. Kafkas Üniversitesi’nde içi doldurularak sergilenen 350 kg ağırlığındaki bozayı bunlardan sadece biri.Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu, son on yılını Sarıkamış ormanlarında yaşayan bozayılara ayırmış bir bilim insanı. Türkiye’den çok yurtdışında tanınan Şekercioğlu, “National Geographic Yılın Kaşifi”, “Türkiye Yılın Bilim İnsanı” gibi ödüllerin de sahibi. Hayvanlara ve doğaya olan ilgisi küçük yaşlarda başlayan Şekercioğlu, yaşıtları oyun parkında oynarken ağaçlık alanlardan topladığı kertenkele, böcek ve kaplumbağaları eve götürür. Ailesi bu durumu endişeyle karşılar ve altı yaşındayken onu doktora götürür. Teşhis doğada yaşayan canlılara karşı doğuştan gelen bir sevgi olan biyofilidir. Bu durum aslında ileride dünyaca tanınacak bir ekolog olmasının da sinyalini verir.Çağan Şekercioğlu’nun başkanlığını yaptığı Kuzey Doğa Derneği, geliştirdiği yaban hayatı Koridoru projesi ile Türkiye’de bir ilke de imza attı. İlk yaban hayat koridoru olma özelliğini taşıyan proje sayesinde Sarıkamış ve Allahuekber Dağları Milli Parkı ormanları Kafkas, Karadeniz ve Gürcistan’ın geniş ormanlarına bağlanacak. 162 km uzunluğundaki bu koridor sayesinde bozayılar ve yaban hayvanları ormandan hiç çıkmadan Kars’tan Gürcistan’a gidip geri gelebilecek. Şekercioğlu’na göre bu, kesilen ormanlık alanlara yeni bitkiler, ağaçlar ve çalılıklar dikilmesiyle mümkün. Proje için çalışmalar Ardahan’da dikilen ağaçlarla başlamış durumda. Yılın belirli aylarını Sarıkamış ve çevre illerde geçiren Şekercioğlu ise bozayıların izinde yaban hayatı için mücadele etmeye devam ediyor.

Sinemanın yalan dünyasını seviyorum

$
0
0
71. Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan ‘Sivas’ filmi, bu hafta vizyona girdi. Çektiği ilk uzun metraj filmi ile dünyanın en önemli ödüllerinden birine layık görülen yönetmen Kaan Müjdeci’den ‘Sivas’ı ve hikâyesini dinledik.İlk uzun metraj filmiyle Kaan Müjdeci, Venedik Film Festivali’nin ana yarışma bölümüne seçilen ve ödül kazanan ilk Türkiyeli yönetmen olarak önemli bir başarıya imza attı. 11 yaşındaki Aslan adlı bir çocuk ile Sivas isimli bir dövüş köpeğinin bozkırda geçen hikâyesini anlatan yapımın başrollerinde; Doğan İzci ve Çakır yer alıyor. Film içindeki köpek dövüş sahneleri ile uzun süre konuşuldu.Sivas bu hafta vizyona girdi, izleyicileri nasıl bir film bekliyor?Sert bir film bekliyor. Altın Portakal’da Sivas’ı izleyen bir izleyicinin bana dediği gibi “İzleyicinin sona doğru yumruk yiyeceği bir film.” Her şeye hazırlıklı olsunlar diyebilirim. Bir de mümkünse hayvan severler gelmesin. Hayvanlara karşı çok duyarlı ve aşırı hassas olan insanların filme gelmesinin bir manası yok. Yani Sivas’ın bir kitle kaygısı da olmadığı için, DVD’si çıktığında o kısımları hızlı hızlı geçip daha rahat şekilde izleyebilirler.Daha önce şampiyon dövüş köpekleri ve sahiplerini anlatan ‘Babalar ve Oğulları’ adlı bir belgesel çekmiştiniz. Şimdi ise Sivas… Dövüş köpeklerine duyduğunuz bu ilgi nereden geliyor?Köpek hareketlerini ve sahiplerini incelemek amacıyla çekimler yapmıştım. Sonradan belgesele çevirdim. Benim aslında tüm hayvanlara bir ilgim var. Baktığınızda onlarla her daim beraber yaşıyoruz ve aynı atmosferi paylaşıyoruz. Onları bizlerden farklı görmüyorum.Peki, Sivas’ın odağında neden Kangal köpeği ile küçük bir erkek çocuğunun ilişkisini ele almayı seçtiniz?Ben senaryoyu ilk yazmaya başladığımda bambaşkaydı, bitirdiğimde bambaşka oldu. Ama duygusu hep aynı kaldı. Orada çocuk kendine bir rol modeli arıyor. Bunun için de kendisine o köpeği seçiyor. Böyle olmasının sebebi rastlantısal değil tamamen duygusal gelişti.Filminiz memleketiniz olan Yozgat Yerköy’de geçiyor. Yabancısı olmadığınız bir yeri seçmek özel bir tercih miydi?Ben oraları iyi bildiğimi düşünürken bu üç yıllık süre sonunda daha fazlasını öğrendim.Yozgat’taki diğer köyleri de araştırdım, oralarda da çekebilirdim ancak Yerköy’ün yapısı, yolları ve arazisi daha uygundu. Bana eğri büğrü arazi lazımdı, bu sebeple kendi köyümü tercih ettim.Filminizi üç yılda bitirdiniz, neden tamamlamak bu kadar uzun sürdü?Film çekme konusunda profesyonel biri değilim. Her şeyi öğrenerek ve hazmederek çektiğim için bu kadar uzun sürdü. Sonuçta başka birisine ait senaryoyu kullanmadım. Öyle olunca da yazmak kısa, beğenmek uzun zamanımı aldı. Çünkü ben çok zor beğenen biriyim hatta beğenmeyen bir insanım demek daha doğru olur.Birkaç oyuncu dışında tamamı amatör oyunculardan oluşan bir ekibiniz vardı. Bunun inandırıcılığı artırdığını mı düşünüyorsunuz?Amatör oyuncuları kullanmamın teknik olarak tek bir sebebi var; söz geçirebilmek. Bu, aylık 10 bin lira alan bir teknik direktörün 3 milyon dolar alan futbolcuyu oynatmasına benziyor. Maalesef profesyonelleri çok artist ve konformist buluyorum. Yozgat’ın soğuk bir dağ köyüne gelecekler ve bizim vereceğimiz üç kuruşa film çekecekler, bunlar çok hayali. Böyle bir durum yok, kaldı ki bu benim ilk filmim. Onlara göre güvenilir de değilim, yani ben de olsam güvenmem.Doğan İzci nam-ı diğer ‘Aslan.’ Yozgat’ta birçok çocuğu elemeden geçirip en son neden Doğan’da karar kıldınız?Doğan, aslında çocuklar arasında oyunculuk olarak en zayıf olanıydı. Ancak gelişimi daha hızlı oluyordu. Ben de ondan dolayı Doğan’da karar kıldım. O diğerlerinin aksine köpeklerden korkuyordu hatta hâlâ korkuyor. Bir tek bizim Sivas’tan korkmuyor ona da alışması üç ay sürdü. Doğan’daki potansiyel bana göre çok yüksek. Biraz duygusal yaklaşıp risk almış oldum ama iyi ki de almışım.Birçok çocukla çalıştınız, zor olmadı mı?Onlarla çalışmak, uğraşmak zor. Dün filmimizin ön gösterimi için dört çocuğumuz İstanbul’a geldi. Ancak biri üstteki pasaja çıkmış, birini İstiklal Caddesi’nde bulduk, diğeri de sinemada kaybolmuş. Yerinde duran bir tek kız çocuğu vardı. Özellikle erkek çocukları çok bağımsız. Bizim çektiğimiz sınıf sahneleri de vardı. Onları bir arada tutmak zor oluyor ve birbirleriyle kavga ediyorlar. Belli süreden sonra sıkılıyorlar. Ben, dediğim gibi hem kararsızım hem de zor beğeniyorum. Ne istediğimi biliyorum ama neyi istemediğimi bilmiyorum. Tabii bunu bir de çocuğa anlat, anlatabilirsen.Filmdeki köpekleri dövüştürdüğünüz sahneler çok tartışıldı. Altın Portakal gösteriminde de bu konuyla ilgili çok soru aldınız…Ben bana bu konuyla ilgili gelen kişilerin niyetlerinin iyi olduğunu sanmıyorum. Çünkü karşımdaki insanları samimi bulmuyorum. Ben ne desem ne açıklasam tatmin olmuyorlar. İnsanlar güvensiz, hepsi ‘Bu adam köpekleri kesin dövüştürmüş’ diye bakıyor. Ama tırnak içinde tekrar söylemeliyim ki dövüştürmedim ama “dövüştürmüşsem de dövüştürmüşümdür.” Bu filmin değerini zaman belirleyecek. Oradaki duyguya bakılmalı. Benim filmimi izleyip de hayvanlara zarar verilmiş diyecek olan gelmesin, istemiyorum. Bunun bir iki hayvan sever yüzünden büyütülmesini istemiyorum.O sahneler için nasıl çalışmalar yaptınız o halde?Çarpışma sesleri efekt. İki etin birbirine vurulması ile oluşturuldu. Bunlar yerine göre azaltılıp çoğaltılıyor. Bağırma seslerini belgeselimden aldım. Çünkü belgeselim için 100 tane uzun dövüş çekmiştim. Bir haftamı stüdyoda sadece bu sesleri yapmaya ayırdım. Köpek böyle dönerse şu ses çıkar diyerek tek tek hesapladım. Kopeklerin o hale gelmesi için dişlerine bir ilaç var sürüyorsunuz, tutuyor fakat ısıramıyor. Çene gücü düşüyor ama zarar görmüyor.Altın Portakal’da jüri korkaklık yaptıAltın Portakal’da Jüri Özel Ödülü ile iki ödül daha aldınız. Festivalden farklı beklentiniz var mıydı?Açıkçası Altın Portakal’da bir ödül almadım. Jüri dediğimiz şey sizin filminizi beğenmek zorunda değil. Takıldığım nokta jürinin korkaklık yapıp benim filmimi ciddiye almayıp normalde bir değeri ve ismi olmayan ödülü ortaya çıkarmasıdır. Bu ne demek; “Biz eleştirilerden korktuk ama herkes ödül aldı zannetsin diye ödül veriyoruz.” Benim için realite önemli.Sivas’ı çekerken hayvan severlerden bu kadar ağır tepki alacağınızı düşünmüş müydünüz?Tabii ki düşündüm. Bazı kişiler film gösterilmeden önce bana dediler ki “Bir köpeğe Sivas adı verilir mi?” “Yok efendim Sivas katliamı dururken sen nasıl bu adı verirsin?” Birçok kişi “Filmini bu kadar ağır yapma insanlar çok ciddiye alacak.” demişti.‘Sivas’ sizin için ne ifade ediyor?Sivas benim için çok değerli ve en yüksekte duruyor. On yıl sonra geriye dönüp, yeniden izleyip ne yaptığıma bakacağım.Biraz da Venedik’ten bahsedelim öyleyse… Neler hissettiniz?Orada olmak çok gurur ve heyecan verici bir durumdu. Bir anda hayatınız değişiyor. Bir ay önce “Filmim ne olacak, bir sonraki filmimi yapabilecek miyim?” diye düşünürken bir anda yüksek bir yerden başlıyorsunuz. Değerli bir adam oluyorsunuz.Filminiz Venedik’te nasıl karşılandı?Venedik’te iyi karşılandık ve güzel tepkiler aldık. Tabii takılanlar ve eleştirenler oldu. Fakat onlar buradakiler gibi değil, yaptığınız işe değer veriyor ve bunu size hissettiriyorlar. Sorular sordular, biz de açıkladık ve bu onlara yetti.Burada ise filmimi izlemeden bana eleştiri tweetleri atanlar bile oldu, ben bunu anlayamıyorum.Yani Venedik artık hayatınızın önemli bir yerinde diyebiliriz…Evet. Venedik önemli çünkü artık çok rahat para bulacağım. Bir sonraki festivallerde jürilerin dikkatini daha kolay çekebileceğim.Yeni bir film hazırlığınız var mı?Var. Film yapmak beni rahatlatıyor. ve dinlendiğimi hissediyorum. Yalandan bir dünya oluşturmak ve gerçek olmaması hoşuma gidiyor.

Çocukların iyi ki ‘Hale Abla’sı var

$
0
0
Herşey Muhammed’in dileğini gerçekleştirmek için Hale Bayrak’ın kendi kişisel sayfasında yaptığı duyuruyla başlamış. Bu hasta çocuğun dileğini gerçekleştirmek için o kadar çok kişi başvurmuş ki bir grup kurmaya karar vermiş. Şimdi, o iyiliksever gönüllülerle bazen kanser hastası bir çocuğu hayran olduğu sanatçıyla buluşturuyor, bazen de bir sokak çocuğuna doğum günü partisi yapıyorlar.Bir süredir sosyal medya üzerinden toplumdaki dezavantajlı çocukların dileklerini duyurup bunların yerine getirilmesi için aracılık eden bir oluşum var. Adı hemen dikkat çeken türden: Nesli Çoğalan Peter Pan’lar Cemiyeti. Herkes gibi bizim de dikkatimizi çektiği için ‘Peter Pan’lar ile görüşmek üzere bir randevu istiyorum. Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nin önünü buluşma mekânı olarak belirliyoruz. Burada buluşmamızın bir sebebi var, birazdan oraya geleceğiz. Ben en azından birkaç gönüllü beklerken karşıdan gözlerinin içi gülen, saçları ise tamamen kazıtılmış tek bir genç kız geliyor. Saçlarının kazıtılmış olmasının da bir sebebi var. Oraya da geleceğiz.Hale Bayrak, aslında tek başına değil. Yaptıkları yardımları anlatırken sürekli birinci çoğul şahısla konuşmasından da anlaşılıyor bu. Peki kim bu Peter Pan’lar? Bir şekilde çocukları sevindirmek isteyen, yardımlaşmanın verdiği hazzın tadına varan herkes olabilirmiş. Bu gönüllüler bazen kanser hastası bir çocuğun hayranı olduğu sanatçıyla buluşmasına ya da en sevdiği dizinin setine gitmesine vesile oluyor bazen de bir sokak çocuğuna sürpriz doğum günü partisi hazırlanmasına aracılık ediyor. İsmi neden “Nesli Çoğalan Peter Pan’lar” diye sorduğumuzda Hale, şu cevabı veriyor: “Toplumun yardımlaşma duygusunu yitirdiğine dair söylemler bence klişe. Bu kişilerin sayısı azalmıyor, artıyor. Bazen Facebook üzerinden bir duyuru yaptığımızda o kadar çok cevap geliyor ki, dilek yerine getirildikten sonra bile devam ediyor. Sadece insanlar ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar.”Peter Pan ismi ise Hale’nin ‘kanser çocuklar’ için gösterdiği özel hassasiyetle ilgili biraz. Hale’nin elinin uzandığı alan o kadar geniş ki, sokak çocuklarından kanserli miniklere, mültecilerden evsizlere kadar bütün dezavantajlı gruplar var. Ancak onun için kanser hastası çocukların yeri biraz ayrı. Önünde buluştuğumuz Çapa Onkoloji servisinin çocuk bölümünü 10 yıldır düzenli olarak ziyaret edip hem çocuklarla hem de anneleriyle vakit geçiriyor. 17 yaşındayken bir gün hiç aklında yokken bu birimi ziyaret etmek istemiş. Gidiş o gidiş. Şimdilerde her gün hastaneye giderek gönüllü refakatçilik yapıyor. Bu çocukların bir kısmının büyüyemeden hayata veda etmesi ise ‘Peter Pan’ ismine ilham kaynağı olmuş. “Sokaklarda da durum farklı değil.” diyen Bayrak, henüz iki gün önce bıçaklanarak öldürülen 19 yaşındaki bir sokak çocuğunu örnek gösteriyor.“Nesli Çoğalan Peter Pan’lar” bu isimle henüz iki aydır ‘çocukların dileklerini’ gerçekleştirmeye çalışıyor. Ancak Hale Bayrak, aslında yıllardır bu işi yapıyor. Bir isim altında birleşme fikri ise Muhammed isimli hasta bir çocuğun tablet bilgisayar sahibi olma dileğini, Hale’nin kendi kişisel sayfasında duyurmasından sonra ortaya çıkmış. Muhammed’in dileğini gerçekleştirmek için o kadar çok kişi başvurmuş ki, Hale ‘Bir grup kurup neden daha organize çalışmayalım ki?’ diye düşünmüş. “Ben tek başımayım diye düşünüyordum, sonra bu işi yapan bir başka kadın daha varmış, o da gruba dahil oldu. Zaten dilekleri gerçekleştiren herkes Pan’lara dahil.” diyerek, grubun nasıl genişlediğini anlatıyor.Dernek ya da vakıf haline gelmeyi ise hiç düşünmüyorlar. Hale, şöyle düzeltiyor: “Daha doğrusu profesyonelleşmeyi hiç düşünmüyoruz.” Çünkü ona göre bu işi yapan birçok dernek var ve prosedürler insanların doğrudan dileğini gerçekleştirdiği kişiyle iletişime geçmesini engelliyor. Peter Pan’larda ise durum farklı. Mümkünse dileği gerçekleşen çocukla gönüllülerin buluşmasını, hiç olmazsa Pan’ların çocuklara kendilerinden özel bir şey göndermelerini istediklerini söyleyen Hale, “Arada bir bağ oluşması için bu gerekli. Bu bazen kendi çocuklarının bir oyuncağı olabiliyor, bazen çocuklara yazılmış özel bir not. Ben direkt hiçbir dileği gerçekleştirmedim. Hep sosyal medya üzerinden görenler yaptılar ve anonim kalmayı tercih ettiler. Bazen bir duyurunun 10 binin üzerinde paylaşıldığı bile oluyor.” diyor.Çocuk Suriyeli olunca durup düşünüyorlar maalesefBayrak’ın elinin yetiştiği alanda Suriyeli çocuklar da var elbette. Yaklaşık 80 Suriyeli çocukla ilgilenen genç kadın, yardımlaşma duygusunu en üst seviyede yaşayan kişilerin Suriyeliler söz konusu olduğunda ‘milliyetçi’ tavır sergilemesine ise bir miktar içerliyor. “Bazen kanserli çocuklara kıyafet yardımı yapmak isteyenler oluyor. Bu çocukların kıyafete ihtiyaçları olmadığını ama dilerlerse Suriyeli çocuklara iletebileceğimizi söylüyorum. Zaman zaman ‘hayır’ cevabı alıyorum.” sözleri ona ait. Sosyal paylaşım sitelerinde bu konuda ayrımcı dil kullananları engellediklerini ve bu yöndeki yorumları da sildiklerini söyleyen Hale Bayrak, haftaya Mardin’e Ezidilerin kaldığı kampa gidip çocukların dileklerini duyurmayı amaçlıyor.Merve’yi tedaviye ikna etmek için ben de saçlarımı kazıttımHale'nin saçlarını neden kazıttığına gelince... O kadar normal bir şeymiş gibi bahsediyor ki ‘en son kimin için hiç istemediğim bir şeyi yaptığımı' düşünüp cevabını vermekte zorlanıyorum. Hale ise dünyanın en normal şeyi imiş gibi anlatmaya devam ediyor: "Hastanedeki çocuklardan biri için. Adı Merve. Saçlarını kaybedeceği için hastaneye gelmek istemiyordu. Ben de ‘birlikte kazıtmayı' teklif ettim. Tedavi sona erene kadar yani saçları çıkmaya başlayana kadar da kazıtmaya devam edeceğime söz verdim. Karşılıklı kazıttık. Hazirandan beri bu şekildeyim. Çıktıkça kazıtıyorum.” Saçları dökülmeden kazıtmak daha tercih edilen bir şeymiş. Tedavi sırasında dökülünce çok travmatik oluyormuş çünkü. Bu arada genç kadının saçlarını kazıttıktan sonra sokakta karşılaştığı tepkiler de ayrı bir hikaye. Otobüste yanına oturmayanlar mı dersiniz, arkasından 'yazık, hasta demek ki' diyenler mi. "Toplumda hasta insanlara bakış biraz sıkıntılı. Kanserli çocukların yaşadıklarını varın siz düşünün." diyor Hale.Yemek yemezsen Kerem Bürsin'i unutZorlanacağımı bilsem de beni onkoloji servisine götürmesini istiyorum Hale’den. Dış kapıdan girer girmez, çocuklardan birinin annesi ile karşılaşıyoruz. Hale’yi görünce kadının gözleri gülüyor. Onun buradaki varlığı sadece çocuklar için değil, anneleri için de fazlasıyla rahatlatıcı, hissediyorum. 13 çocuğun kaldığı birime giriyoruz. Nedense çocuklardan çok anneleri görüyor gözüm. Hepsinin yüzünde aynı çaresiz ifade. Hale’nin dışarıda söyledikleri geliyor aklıma. “Çocuklardan çok annelerin tedaviye ihtiyacı var. Çocuklar daha güçlü. Anneler kabul etmekte zorlanıyor.” demişti. Ne kadar haklıymış. Şebnem, 2 yaşında var yok. Birkaç dakika aralıklarla kendisini öpen annesinin kucağında. Hale ablasını görünce yüzünde ‘hayatımda gördüğüm en güzel gülümseme’ beliriyor. Aynı gülümseme sırayla yatağının başucundaki annesinin elini bir an olsun bırakmayan Merve’nin; Hale’nin “Yemeğini yemezsen Kerem Bürsin’i unut” diye takıldığı Büşra’nın da yüzünde beliriyor. Tebessüm, okumayı çok sevdiği başucundaki kitaptan belli olan Aslıhan’ın yüzünde kahkahaya dönüşüyor. Hale’nin Facebook’ta paylaştığı bir fotoğraf üzerinden bir espri dönüyor belli. Aslıhan’a beklediği kitapların geldiğini söyleyip yanlarından ayrılıyoruz. Yani ben ayrılıyorum. Hale, geceyi de orada geçirecek, o kesin. Hale’nin bu çocuklarla kurduğu ilişki, dünyadaki her şeyden daha önemli görünüyor o anda gözüme. ‘Hayat o kadar da kötü değil’ demek için onun gibilerin varlığı mühim. İçimden tüm samimiyetimle geçiriyorum: “İyi ki çocukların Hale Abla’sı var.”

Bir zümrenin değil ‘Millet’in gazetesiyiz

$
0
0
Millet, İpek Medya Grubu’nun yeni gazetesi. Türkiye’de gazetelerin kapandığı ya da baskıyla susturulduğu bir dönemde, haber alma ve ifade özgürlüğünün devamı adına 29 Ekim’de yayın hayatına başladı. Uzun yıllar gazetecilik yapmış olan genel yayın yönetmeni Değer Özergün, ‘Millet’in gazetesini, yayın politikalarını anlattı ve medyanın bugünkü durumunu değerlendirdi.Millet nasıl bir gazete olacak?İnsani değerleri ön planda tutan, din, dil, ırk, mezhep ayrımı gütmeyen, toplumun her kesimini kucaklayan, yolu sevgi yolu olan insanların karşılık bulduğu bir gazete olacak.İsminin Millet olması fikri nasıl ortaya çıktı?Toplumda güzel bir karşılığı olduğunu düşündüğümüz bir isim Millet. Bizi simgeleyen, temsil eden, içimizden bir isim. Bunun bir gazeteye formatlanması da bizim için bir şans oldu. Bugüne kadar birçok büyük medya kurumunun peşinde olduğu ve isim hakkını almaya çalıştığı bir isim. 15 yıla yakındır patent hakkını elinde bulunduran birinden aldık. Yıllardır çoğu kurum istediği halde verilmemiş ama bize nasip oldu. Milletimiz nasıl uzun solukluysa, gazetemizin de o solukta olmasını temenni ediyoruz.29 Ekim’de çıkmasının özel bir sebebi var mıydı?Gazetenin çıkış tarihi ekim ayı başı gibi değerlendirilmişti. 29 Ekim olmasını ben çok istedim. 29 Ekim son yıllarda Cumhuriyet coşkusunu içinde bulunduran milletin büyük bir kısmını hayal kırıklığına uğratacak bir pozisyona geldi. Biz bu tarihte çıkarak bu küskün gruba da kucak açmak istedik. Toplumun tamamı bir arada olsun, ötekileştirilmesin istedik. 29 Ekim bu anlamda bizim için biçilmiş kaftandı. Yeni bir gazetenin doğum tarihi önemlidir.Yayın kadrosuna ilerleyen zamanlarda yeni birileri katılacak mı?Gazeteler değişime ve yeniliğe açık olmalı. Elbette değişiklikler, yeni isimler zaman içinde olabilir. Kadroyu kurarken kendi içimizde de belli değer yargılarımızı göz önünde bulundurarak belirledik. Bu değer yargılarına inanan ve uygun insanlarla çalışmayı seçtik. Bu cümlem sakın yanlış anlaşılmasın. Biz bir zümre gazetesi değiliz. İpek Medya Grubu’nun en önemli değer yargısı insan ve insani duruştur. Bizim için farklı din, mezhep, grup diye kavramlar yok. Biz kucaklayıcı olmayı ve toplumun her kesimine hitap etmeyi istiyoruz. Yalnızlaşmış, ötekileştirilmiş, sesini duyuramayan kitlelerin de sesini duyurmaya niyetliyiz.Zümre gazetesi değiliz diyorsunuz ama ısrarla bu yönde haberler yapılıyor...Biz gazetecilik yapmaya geldik. Aslında bu dönemde en çok ihtiyaç olan şey de bu. Gazeteciliğin bitme noktasına geldiği, ayrışıp, kutuplaştığı bir başka dönem belki de daha önce hiç olmamıştı. Biz bir zümrenin basın bültenine dönüşmek için gazete yapmıyoruz. Zaten kurumların basın bülteni görevini gören bir sürü gazete var. Bence halkın ihtiyacı da yok bu tür bir gazeteciliğe. Yaptığımız haber birilerini kızdırır mı ürkütür mü gibi tedirginlikler olmadan gazetecilik yapacağız.Magazinin ‘Millet’çesi olacakYıllardır magazin gazeteciliği yapıp da, hakkınızda magazinel bir bilgi, haber olmaması şaşırtıyor...Bu kadar dejenere bir hayat içerisinde ismimi temiz tutmaya gayret ettim. Bu bir tercih meselesi, duruşumu bozmadan, işimi en iyi şekilde yapmaya çalıştım. Gazeteciliğe Hürriyet’te başladım. Birkaç yıl çalıştım ve sonra Sabah’a geçtim, 2011’e kadar orada çalıştım. Geçmişten bugüne gazete yöneticilerine, genel yayın yönetmenlerine bakınca çoğunun bir süre magazin haberciliği yaptığını görürsünüz. Ama mesele ne kadar kaldığınız değil, o alanda nasıl kaldığınız çok önemli. Gazetecilik etiğini ve kendi değer yargılarımı bırakmamaya gayret ettim. 20 yıl boyunca magazin gazeteciliği yapıp ve uzun yıllar aynı kurumda çalışmanın istikrar adına önemli olduğunu düşünüyorum.Türkiye’de magazin haberlerine yaklaşım nasıl?Sorsanız Türkiye’de kimse magazin sevmez ve izlemez. Sorsanız herkes belgesel izler. Ama National Geographic’in izlenimi 100 kişiden biri bile değilken, magazin izleyicisi 100 kişiden 70’i bulabiliyor. Bazı şeyleri yaptığımızı söylemek bazı tedirginliklere sebep olabiliyor. Bir dönem dejenere bir magazincilik yapıldı. Ve insanlar magazine artık tukaka olarak bakmaya başladı. Oysa magazin bir gazetenin bütününü kapsar. Magazin diye nitelendirdiğiniz insanların birçoğu sanat, spor ve iş dünyasının önde gelen isimleri. Bu insanların hayatlarıyla ilgili yazdıklarınıza magazin deniyor. Ama siz bunu yaparken ahlaki sınırları gözetmez, ailevi değerlere önem vermezseniz her duyduğunuzu düşünmeden yazarsanız deforme olmuş bir magazin ortaya çıkıyor.Millet’te nasıl bir magazin anlayışı olacak?Magazinin ‘Millet’çesi olacak. Kırma, dökme, hakaret, ahlaki değerleri zorlayan bir gazetecilik olmayacak. Gazeteciliğin 5N1K’sını düzeyli habercilik anlayışıyla magazine de entegre edeceğiz. Herkesin merak ettiği, toplumu da ilgilendiren isimlerle ilgili haberler yapıyoruz ve yapacağız. Magazin, ahlaklı olduğunda güzel bir şeydir esasında. Eğlendirir ve kafa dağıtır. Spor da hakeza öyle, stres atma aracı. Önemli olan laçkalaştırmamak.Gazeteciliği bir ara bıraktınız. Peki, neden geri döndünüz?Doğrusu gazetecilik yorucu bir meslek. Gazetecinin zaman mefhumu yok. Çok yorulduğumu hissederek birkaç yıl ara verdim. Farklı bir alana geçme fikrim olmuştu. Türkiye’nin en önde gelen bankalarından biri olan Bank Asya’nın Kurumsal İletişimi’nin başına geçtim. Ama gazetecilik öyle bir meslek ki virüs gibi. Bir kez bulaştıysa ya da siz ona bulaştıysanız kopamıyorsunuz. Kanınız o yönde akmak istiyor. Bu anlamda kendimi zapt edemedim ve geri döndüm.Millet’i paraya satanlar, ancak rakam biçerYeni gazeteler sürekli çıkıyor. Kimisi yarı yolda kalıp bırakırken, kimisi de etkisiz bir gazete olarak yayına devam ediyor. Milletin yeni çıkan ve mevcut gazetelerden bir farkı olacak mı?Elbette kendi çizgimiz ve bir yayın politikamız olacak. Sadece belli kesimlerin sesi değil de toplumu oluşturan bütün unsurların, esnafın, köylünün, çiftçinin, işçinin hatta işsizin sesini duyurmak. Biz bir bütünüz, bu bütün içerisinde okuyan herkes kendinden bir şey bulmalı. Çünkü biz vatandaşa, millete gazete yapıyoruz, kendimize gazete yapmıyoruz. Dolayısıyla bu yolda yürürken gazetecilik değerlerine bağlı kalmak, insani değerleri ön planda tutmak en önemli unsurumuz. Spor ve magazine biraz daha ağırlık verdik. Güçlü bir spor ve magazin kadromuz var. Özellikle spor kadromuz sektörün en iyi isimlerinden oluşuyor. Şu birkaç günde de bu kadrolarımızın gücünün etkisini gördük. Mesela Deniz Seki’nin İstanbul’da kaldığı villanın haberi gündem oldu. Hemen o villada arama başlatıldı. Bütün TV programları, gazeteler, internet siteleri haberimizi kullandı.Tarafsız olacağız diye çıkan birçok gazete var. Ama bir süre sonra mutlaka bir taraf içinde çıkıyor. Millet, tarafsız bir gazete mi?Bunu gerçekten samimiyetle söylüyorum. Tarafsızlığımız ön planda olacak. Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyeceğiz. Doğrunun ve doğruluğun her zamankinden daha çok desteğe ihtiyaç duyduğu bir dönemden geçiyoruz. Kırmadan dökmeden sevgi ve muhabbetle bu gazete çıkmaya başladı.Millet çıktığından beri ‘Posta’ya rakip gazete’ yorumları yapılıyor. Bir benzerlik ya da rakip olma durumu var mı?Posta iyi bir gazete ve bunun karşılığını alıyor. Posta iyi bir gazete olabilir ama her kesime hitap eden bir gazete olmadığını düşünüyorum. Renkli, magazini, sporu, bulmacası bol olsa da yine de toplumun genelini kapsamıyor. Bizde de spor ve magazin var. Ayrıca her gün tam sayfa, hafta sonu 16 sayfa bulmacası da mevcut. Ama Posta’dan farklı olarak toplumsal ahlaki değerleri ön planda tutuyoruz ve cinsel temalı bir gazete değiliz. Çünkü biz gazetemizin her yere girmesini istiyoruz.Gazetenin 25 kuruşa satılıyor olmasına Akit, ‘Milleti 25 kuruşa sattılar’ dedi…Bu söylemler, söyleyenin kalitesini ortaya koyuyor. Milletimiz parayla satılan bir değer değil ki. Bu söylemi ortaya koyanların bu algısı yanlış. Bunu söyleyen insan demek ki milleti bir paraya satıyor ki, buna rakam biçebiliyor. Biz sadece milletimiz gazete okusun diye 25 kuruşa satıyoruz. Biz milletin cebinden para çalmıyoruz. Aksine milletin cebini düşünüyoruz. Ve insani unsurları ön planda tutarak, gazeteyi alanın her şeyi okuyabileceği dolu dolu bir gazete çıkarıyoruz.İlk hafta satışları nasıldı?Bayi satışıyla ve gerçek rakamlara göre ilk gün 150 bin satmışız. 29 Ekim tarih olarak önemli bir gün olsa da, tatilde ve böylesine soğuk havalarda insanlar kolay kolay çıkıp da gazete alma refleksinde olmuyor. Buna rağmen ilk gün için çok iyi bir başarı. Tirajları yerde süründüğü halde şişirme tirajlar gösteren gruplarınkine benzemiyor. Aslında reel satışlarının 300 bin değil de 40-50 binlerde olduğu, bedava dağıtıldığı bir dönemde bizim tirajımız ilk gün için iyi. Ve daha da iyi olacağını düşünüyorum.Dijitalin, medyayı da etkisine aldığı ve kâğıdın bir gün biteceği söylemlerinin dolaştığı bir dönemde gazete çıkarmak tedirgin etti mi?Eğer kalbinizde korku varsa, gideceğiniz yoldan emin olamazsınız, gideceğiniz yol karanlık bir yoldur. Cesaretsiz olmuyor. Medyanın kötü olarak değerlendirildiğinde bu dönemde bazı şeyler bizim için bir fırsata dönüştü. Normal şartlarda bu gazetede görmesini isteyeceğiniz yazar kadrosu ve editoryal kadro çok büyük maliyetler gerektirebilir. Ama Babıâli Babıâli olalı böyle bir dönem yaşamadı. Bu kadar nitelikli, kalemi kuvvetli, dik duran gazetecinin işsiz kaldığı, medyadan uzaklaştırıldığı bir dönem daha olmadı. Yazması gereken bu kadar insan varken bunları fırsata dönüştürüp değerlendirmemek olmazdı. Özgür gazeteciliğin süründüğü bir dönemde, bir süre sonra birilerinin çabasıyla özgür gazeteciliğin ve gazeteciliğin ayağa kalkmasına vesile olacağız.

Göstermelik yasalar uygulamaya dönmedikçe işçi ölümleri bitmez

$
0
0
Son dönemde yaşananlar ‘gelişmiş ülke’ kategorisine girmek için epey yolumuz olduğunu gösteriyor. İşçi ölümleri de bunlardan biri. Daha kötüsü ise resmî denetim mekanizmasının işlemediği çalışma hayatında vicdanlar da sus pus.Birbirinden bağımsız alanlarda ve çeşit çeşit ihmallerden sonra gelen işçi ölümleri Türkiye’nin neredeyse rutin gündemi haline geldi. Soma faciasının ardından Mecidiyeköy’de inşaat işçileri, ardından yine Karaman’da maden işçileri ve son olarak Isparta’daki 15 tarım işçisinin ölümü. Her birini ölüme götüren kaza nedenleri farklı farklı. Tek ortak noktaları ihmal ve denetimsizlik. “Ülke ekonomisi büyüdü, büyüyor.” derken gözden kaçan çalışma hayatı koşulları bugün birer birer sonuçlarını veriyor. Şirketler, artan işçi maliyetleri ve rekabet ortamları karşısında varlığını sürdürebilmek için daha ekonomik çözümler arıyor. Karşılarında yönetmeliği bol, denetimi az bir devlet mekanizması bulunca da türlü şark kurnazlıklarıyla gemiyi yürütmeye çalışıyor. Böyle bir ortamda insan hayatını koruma vazifesi işverenin vicdanına kalıyor. Aksi halde ise art arda gelen kaza haberlerinin faili haline geliyorlar. Tıpkı Karaman’da işçilerin öğle yemeğini ve servisini kesen maden şirketi gibi. Son torba yasa ile maden işçilerinin haklarında yapılan iyileştirmeye karşı kârlılığı koruma çözümünü bu şekilde bulmuştu. Çalışma koşulları o kadar kötüydü ki madenin cezası bitip açıldığı gün facia yaşandı. Devletin işverene kolaylık sağladığı alanlara bakıldığındaysa yine insan hayatının hiçe sayıldığı ortaya çıkıyor. Örneğin Avrupa Birliği uyum yasalarına göre tehlikeli işyerlerinde iş güvenliği uzmanı bulundurma zorunluluğu getirildi. Ancak yönetmeliklerde yapılan oynamalarla yasanın sadece kâğıt üzerinde kalması sağlandı. 2009 yılında yapılan bir düzenlemeyle birlikte iş güvenliği uzmanlarının çalışma saatleri işçi başına ayda 12 dakika olarak belirlendi. Yani 10 kişinin çalıştığı bir yerde iş güvenliği uzmanı ayda sadece 2 saat bulunmak zorunda. Karaman’daki maden ocağını düşündüğümüzde 78 kişinin çalıştığı madende iş güvenliğine ayrılan vakit ayda 15 saat. Yani günde bir saat bile değil. 25 yıl maden mühendisliği yapıp bugün iş güvenliği uzmanı olarak çalışan Türker Kayıran, bu kadar sürede bir madenin hiçbir sorununun çözülemeyeceğini söylüyor. Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın, “İşvereni sıkmayalım.” diyerek açıkladığı düzenlemeden sonra yüksek tehlikeli işler bile ayda birkaç saat denetleniyor. 2005’ten beri iş güvenliği uzmanı olan Kayıran, “Önceden madenlerde ve çok tehlikeli yerlerde temel 36 saat kalma zorunluluğu vardı. Ayda en az 36 saat olmak zorundaydı. Artı işçi başına dakika ilave edilirdi. O dönemde 2 bin TL ödemesi gereken yerde işveren bu kez ayda 150 liraya kapatabiliyor.” diyor. Bugünkü haliyle bir madende ya da inşaatta problem çözülemeyeceğini anlatan Kayıran şöyle konuşuyor: “Eğitim mi verebilirsin, başka acil durum planı mı hazırlayabilirsin? Neyi yapabilirsin? Böyle bir çalışma süresi olamaz.” İş güvenliği uzmanı bulundurma ile ilgili çıkan yasadan sonra işçi ölümlerinin azalmak yerine arttığına dikkat çeken Kayıran, 2012’de 780 işçinin hayatını kaybettiğini, bu yıl ise 2 bine yaklaştığını hatırlatıyor. İnsanlar öldükten sonra aileye para yardımı yapmanın öleni geri getiremeyeceğini söyleyen tecrübeli iş güvenliği uzmanı, “Bizim iş tanımımızda temel yaklaşım budur. Kaza olduktan sonra ardından gitmek değil.” Türkiye’de ise kaza olduktan sonra harekete geçildiğini, onun bile göstermelik kaldığını anlatan Kayıran şöyle devam ediyor: “Mecidiyeköy’deki inşaatta asansörde 10 kişi öldü. Şu an İstanbul’daki bütün inşaatlar denetleniyor. Ve her dört inşaattan üçü kapatılıyor. En ufak bir şey gördükleri zaman kapatıyorlar. Bu denetlemenin yarısını daha önce yapsaydınız ya! Neden daha önce denetlemediniz adamları? Kasım ayının 30’unda inşaat denetlemeleri bitecek. Her şey eski tas eski hamam devam edecek. Sonra bir fabrikada kazan patlar. Orada 4 kişi ölür. Tekstil fabrikalarını denetlemeye geçerler. Yani olayların arkasından gidiyoruz.” Devlet, suçlu tespit etmekten başka bir şey yapmıyorSorunun yasalardan çok uygulamada olduğunu kabul eden işverenler ise kuralların sadece onları ilgilendirmediğini söylüyor. Bir inşaat firmasında şantiye şefi olarak çalışan Hamza Tekin, “Güvenlikle ilgili kurallar sadece işvereni ilgilendiriyor gibi bir algı var. Oysa kazaların önemli bir kısmı işçinin dikkatsizliğinden çıkıyor.” diyor. Ağır yaralanma ve ölümlü kazaların en çok yaşandığı alanlardan inşaatta her işçi işbaşı iş güvenliği eğitimi almak zorunda. Ancak hem işverenler hem de uzmanlar bu eğitimlerin verimsiz geçtiği görüşünde. Diğer bir sorun da yasalarla belirlenen mecburiyetlerin uygulamaya sıra gelince yine devlet kurumları tarafından delinmesi. “Devlet yasalarda suçlu tespiti yapmaktan başka bir şey yapmıyor.” diyen Tekin, ustaların durumunu örnek veriyor. Buna göre yönetmeliklerde ustalık belgesi olmayanı çalıştırmak yasak. Ancak bir kişinin ustalık belgesi alması için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na 15 TL ve dilekçe vermesi yeterli. Bunun dışında ne eğitim ne de sınavdan geçen çalışanlar bir anda kendini ağır ve tehlikeli işlerin içinde bulabiliyor. İşverenlere göre bu da olası iş kazalarına davetiye çıkaran en önemli nedenlerden biri. Aslında olması gereken ise bir inşaat işçisinin ustalık belgesi için 5 yıl meslekî eğitimden geçmesi. “Bunu işveren mi sağlayacak?” diye soran Hamza Tekin, Avrupa örneğini veriyor. Zira çalışma güvenliğinde sistemi oturtmuş Avrupa ülkelerinde işçi, meslek eğitimi almaya gittiğinde devlet ona maaş veriyor. Dolayısıyla çalışanlar geçim kaygısı olmadan yetiştirilebiliyor. Türkiye’de ise böyle bir uygulama olmamasına rağmen kâğıt üzerinde 5 yıl meslekî eğitim şartı var. Normalde işçilerden bu eğitim sonunda verilmiş ustalık belgesi istemeleri gerektiğini anlatan Tekin, “Meselemiz çalışanların dosyasına bir kâğıt daha eklemek mi?” diye soruyor. Çünkü yönetmelikte istenen belgeyi bakanlık 15 TL karşılığında veriyor. İşçiye meslekî eğitim verilmemesi ve bilinçsiz çalışanlar ise iş kazaları sıralamasında Avrupa’da neden ilk sırada olduğumuzu ortaya koyuyor. Tekin’e göre acilen müdahale edilmesi gereken alanlardan biri de ‘naylon’ iş güvenliği seminerleri. Maliyetin yüksek olması sebebiyle naylon iş güvenliği seminerleri verildiğini anlatan Tekin “Ve iş güvenliği uzmanlarının niteliksizliği çok büyük bir sorun.” diyor. Bir türlü önü alınamayan işçi ölümlerinde günah keçisi aramak yerine sorunu çözmeye odaklanılması gerektiğini savunan Tekin, şöyle devam ediyor: “İşveren-işçi­-devlet hep beraber bunun sorumlusuyuz. Çözümde üç ayağın da sorumluluklarını yerine getirmesi gerekiyor.” Uzman olmak için işten anlamaya gerek yok! En tehlikeli iş alanlarında bile denetimlerin formaliteden öteye geçemediğini gösteren bir başka örnek ise iş güvenliği uzmanlığında bir meslek sınırlaması olmaması. Yasaya göre uzman olmak için mühendis veya teknik eleman olmak yetiyor. Fakat kendi mesleğinizde olan bir yere bakabilirsiniz diye bir zorunluluk yok. Yani A sınıfı veya B sınıfı bir uzmanlık belgesi alan bir ziraat mühendisi veya gıda mühendisi hiç alâkası olmamasına rağmen gidip bir madende iş güvenliği uzmanlığı yapabiliyor. Firmalar da düşük maliyete kaçmak için onları tercih ediyor. Çünkü uzmanlık alanında istihdam edilen kişi daha çok ücret talep edebiliyor. Diğer bir sorun da yine son yasa değişikliğinden sonra meslekî tecrübe yerine prim gününe bakılarak uzmanlık belgesi verilebilmesi. Buna göre bir ziraat mühendisi hiçbir yerde çalışmayıp babasının marketinde sigortalı gösterilse oradaki prim günüyle A sınıfı belge alabilir ve bir madeni denetleyebilir.

Bir diliminde çok lezzet…

$
0
0
Kış mevsimine yakışır ve evde keyfi ayrı çıkacak sıcacık bir tarif paylaşıyorum sizlerle. Fransız mutfağının klasik yemeklerinden kiş. İster kahvaltıda ister ikindide yapın. Ama mutlaka yapın.Bazı yiyecekleri kışın ve de evde yemek tarifsiz… Mesela ellerinizle yaptığınız havuçlu, tarçınlı, cevizli bir kekin keyfine evden başka nerede bu kadar güzel varılabilir ki? Sıcacık kokusu başka nerede içinize işler ya da? İşte böyle kış mevsimine yakışır ve evde keyfi ayrı çıkacak bir tarif paylaşacağım bu hafta sizlerle. Üstelik günün her saatinde yenilebilecek doyurucu bir aperatif. Bu yüzden ister pazar kahvaltısında, ister ikindi çayında yapabilirsiniz. Fransız mutfağının geleneksel lezzetlerinden biri olan kişten bahsediyorum. Birçoğunuzun bildiği, mutfağımızda da yer etmiş bir tarif…Ancak michelen yıldızlı birçok restoran ve ülkede çalışmış Fransız şef Oliver Pallut’ten mutfağının bu geleneksel lezzetine dair pek çok püf noktası ve teknik öğrendim. Öncelikle şunu belirtmeliyim. Mutfakta biz ne kadar hislerimizle, gözlerimizle hareket ediyorsak, şef Oliver tam tersi her adımı hesaplı, ölçülü ve tekniğe dayandırıyor. Bu yüzden Özyeğin Üniversitesi Le Cordon Blue’ya ait bir sınıfta gerçekleştirdiğimiz görüşme ders havasında geçti. Hepsini paylaşacağım ama önce biraz kişin tarihine dair kısa bir bilgi… Quiche (kiş) klasik bir Fransız tarifi olarak bilinse de aslında Almanya orjinli bir yemek. Orta Çağ dönemlerinde Almanya’daki krallıklardan biri olan Lothringen’de ortaya çıkmış ama bu krallık günümüzde Fransa’nın Lorraine bölgesi olarak biliniyor. Kiş, Almancada kek anlamına gelen ‘Kunchen’ kelimesinden geliyor. Zamanla ‘küche’ ve daha sonra ‘kishce’ halini almış. Bu da Fransızcaya ‘quiche’ olarak geçmiş. Tabanı hamurdan yapılan (o dönemler ekmek hamuruyla yapılıyormuş) füme et parçaları, yumurta, peynir ve krema katılarak fırında pişirilen ve kek gibi kesilerek sıcak veya soğuk servis edilen yumuşacık bir yemek. Aşağıda uzun ve ayrıntılı bir tarif sizi bekliyor. Gözünüz korkmasın, yapımı zor gözükse de çok keyifli ve son derece pratik…Salata eşliğinde sucuklu peynirli kiş (Ouiche et petite salade de concombre)MALZEMELER:Tuzlu tart hamuru için:*200 gr un*5 gr tuz*100 gr tuzsuz tereyağı*1 yumurta*20 ml soğuk suGarnitür:,*100 gr sığır sucuk (minik küpler halinde kesilmiş)*80 gr gravyer peyniri (eski kaşar da kullanılabilir) peynir de küp kesilmiş ya da rendelenmişÜzerine dökülecek sos için:*1 bütün yumurta*1 yumurta sarısı*125 ml süt*Çeşnilendirmek için tuz, biber ve muskat rendesi*Maskolin ve salatalık salatası*100 gr karışık yaprak (Akdeniz yeşilliği kullanabilirsiniz)*3 salatalık (Salatalıklar dilimlendikten sonra üzerine kaya tuzu ilave edilerek telsüzgece alınır. Böylelikle salatalık suyundan arındırılır ve salatanızın sulanması engellenmiş olur.)Salata için vinegret sosu:*50 ml sirke*200 ml zeytinyağı*10 gr hardalNot: Şefimiz salatayı profesyonel görünümlü bir sunum elde etmek için yaptı. Bu salatayı yapmak zorunda değilsiniz.YAPILIŞI:Parmak uçlarınızla küp kesilmiş tereyağı (çok eriyik olmayacak) ve unu karıştırın. Avuç içlerinizle kumlu bir doku elde edene kadar ovalayın. (fraizege tekniği) Sonra yumurta sarısını ve suyu kuru malzemelere ekleyin ve parmak uçlarınızla birbirine karıştırın.Plastik sıyırıcı yardımıyla diğer malzemeleri karışıma yedirin. Hamur kıvamına gelene kadar yoğurun. Sonra hamuru kendinize plastik sıyırıcı yardımıyla (elle yapıldığında elin ısısı tereyağına geçebilir) çekme hareketi yaparak ezin. (Bu işlem iki ya da üç kez yapılmalı, amaç tamamen homojen bir karışım elde etmek.)Streç filmle kaplayıp buzdolabında en az 30 dakika dinlendirin. İdeali bir saat. (Hamur top şeklinde değil, yassı şekilde streçlenmeli. Böylece soğuma süresi kısaltılmış oluyor.)Yumurta, krema, süt ve biraz muskat rendeleyip karıştırın ve elekten geçirin. (chaleze tekniği) Peyniri ve sucuğu küp küp kesin. Unlanmış yüzeyde hamuru düzleyin. Merdane yardımıyla 3 mm kalınlığında bir çember açın. (Şef Oliver hamur açmaya dair önemli bir püf noktası paylaştı. Hamuru açmaya başladığımızda ilk aşamada merdaneyi kullanırken iki el kullanılmalı. Şekil aldıktan sonra tek elle açılmalı. Zira ikisi kullanıldığında iki elden biri hamura daha fazla baskı uygulayacağından hamurun bir tarafı kalın diğer tarafı daha ince olacaktır.)Hamuru merdaneye sararak kalıba yayın. (Öncesinde ise kabın her tarafına eritilmiş tereyağı sürün.)Kenarlarını yüksek bırakın ve nazikçe kalıbın kenarlarından bastırın. Kenardaki yükseltileri katlayın. Fazla hamuru merdaneyle ayırın ve başka bir kullanım için saklayın. Başparmak ve işaret parmağınız arasında hamuru çimdikleyin. Kalıbın üzerinde 3 mm oranında yükseklik bırakın. Kalıbın iç kenarlarını bir elinizle destekleyerek ve pastacılık cımbızı yardımıyla dekoratif bir kenarlık oluşturun. Kalıbı streç filme sarılı pirinç ile kaplayın. (Hamur kabarmasın diye yapılıyor bu yöntem) 170 C fırında 30 dakika pişirin. Ardından pirinci içinden çıkarıp 2-3 dakika daha fırında tutun. Alt tabakasının pişmesi için.Kenarlar piştikten sonra içine malzemeleri koyup (peynir, sucuk ve ardından dolaptaki sıvı karışım. Bu sıvıyı tepsiyi fırına götürdükten sonra dökmekte fayda var. Zira taşırken etrafa dökülebilir.) ısıyı 160 C’ye düşürüp iç malzeme sabitleşene kadar pişirmeye devam edin. Fırından çıkarıp soğumasını bekleyin ve pizza gibi dilimleyin. Salatayı da zevkinize göre yerleştirin.Başka neli yapılabilir?Kavurmalı ve peynirli, pırasalı ve pastırmalı, ıspanaklı, mantarlı (porçini olmasını tavsiye ederim) ve peynirli, sosisli, patatesli, kabaklı.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live