Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Senin, benim, bizim, hepimizin parası!

$
0
0
Günlük hayatta vergi vermeden adım atmak mümkün değil. Neredeyse solunan hava için bile devlete vergi ödeyeceğiz. Arabadan eve, faturalardan çocuan.com.tr/embedded/2e/30/640c2ba9758f5081bd65aa44866b.jpegğun okul masraflarına kadar yaşamın her alanında öyle veya böyle bir şekilde vergi ile muhatap oluyoruz.Hatta vergiden bile vergi alınan yerler var. Peki gündelik hayatın diğer alanlarında cebimizden ne kadar vergi devletin kasasına gidiyor?RESMİ BÜYÜTMEK İÇİN TIKLAYINIZ

Kobani yangını Türkiye'ye nasıl sıçradı?

$
0
0
Türkiye, hafta içi zaman tünelinden geçerek 90'lı yılları yeniden yaşadı. OHAL günlerini hatırlatan sokağa çıkma yasakları, caddelerde tanklar ve Güneydoğu başta olmak üzere birçok şehirde çatışmalar... Ülkeyi savaş alanına çeviren şiddet olayları maalesef onlarca insanın da ölümüne sebebiyet verdi. Peki neden Türkiye sınırlarının dışında yer alan bir şehir, bütün memleketin gündemini etkiledi? Herkesin birbirini suçladığı olayların en büyük mağduru vatandaş ne düşünüyor?“Kobani ya da Lice. Fark etmez, aynı.” 19 yaşındaki Ferhat, ailesinden miras aldığı öfkeyle konuşuyor. Sarıgazi’nin kahveleri ya da Kadıköy’de barikat arkası, Diyarbakır’da sokağa çıkma yasağına karşı annesiyle kavga eden çocuklar ya da Muş’ta sokağa çıkmaya korkan öğretmenler. Hepsini ortak bir noktada buluşturan şey, Kobani’nin yangın olduğu. Ve onlara göre, bu yangın sıçrarsa, geride pek bir şey bırakmayacak. 9 Ekim, öğleden sonra... Bir gece önceden kalma lastik izleri, sokakların arasına yayılan yanık kokusu ve geçmek bilmeyen tedirginlik. İstanbul Sarıgazi’deki atmosfer insana mesela 21 Mart ya da 1 Mayıs sırasında çıkan çatışmaları düşündürüyor. Oysa yaşananların nedeni 21 Mart ya da 1 Mayıs değil. İstanbul’dan uzakta, Güneydoğu’ya komşu Kobani’nin IŞİD saldırısı altında yaşadıkları yavaş yavaş Türkiye’nin tansiyonunu da yükseltti. Önce sosyal medyada #direnkobani hashtag’iyle destek çağrıları başladı. Arkasından sınırda yaşananlar, çatışmalar, gelen mülteciler ve Kobani’ye gitmek isteyenler. Tarihler 5 Ekim’i gösterdiğinde, yani Kurban Bayramı’nın ikinci günü artık Kobani’nin IŞİD tarafından işgal edilmesi ihtimali güçlenmiş, Türkiye kamuoyunda protestolar artmıştı. İlerleyen günlerde başta Diyarbakır, Urfa, Van, Mardin ve Hakkâri olmak üzere bütün illere yayılan protestolar İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlere sıçradı. İstanbul’da çatışmaların en yakıcı geçtiği merkezlerden biri Sarıgazi, değişen ismiyle Sancaktepe. Günlerce doğru düzgün haber akışı sağlanamayan, fotoğraf çekilemeyen ilçede sular gündüz saatlerinde duruluyor. Akşam kulaktan kulağa yayılan eylem çağrılarına açıktan yapılan davetler de eşlik ediyor yer yer. Sarıgazi’yi bu kadar görünür kılan, ağırlıklı Kürt nüfus. Tıpkı Bağcılar, Esenyurt, Dolapdere, Güngören’de olduğu gibi. Büyük şehirlerde yapılan eylemlerde “Suriye’nin kuzeyindeki diğer bölgeler ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi üzerinden gelecek askeri yardımın ulaşması için Türkiye toprakları üzerinden Kobani’ye doğru bir koridor açılsın. Türkiye IŞİD’e verdiği (iddia edilen) desteği kessin. Türk ordusu Kobani’ye kara harekâtı yapmasın.” çağrısı yapılıyor. Bu çağrı karşılık buluyor mu? Sarıgazi’ye bakacak olursak, hayır. Burada çağrı anlaşılmadığı gibi, 4 gün süren ve şiddet de içeren protestolar ilçenin bir mayın tarlasına dönmesine neden olmuş. Kepenk açan esnaf tedirgin, bir gece önce tam da kapısının önünde yakılan çöplerin artıklarını temizlerken sitemkâr: “Yeter artık.” “Yeter artık” Kürtçe “edi bese”. Bu sloganı da duvarlarda sıklıkla görmek mümkün. Herkes boğazına dayanan bıçakla, aynı şeyi farklı dilden söylüyor. Bir süpermarket zincirinde çalışan ve zaten bu zincirde çalıştığı için işe gelmek mecburiyetinde olan Orhan Bey, bu sitemi üç cümleyle özetliyor: “İnsanda öyle bir his yaratıyorlar ki, yemin ederim işe gelip istifayı basıp gidesim geliyor. Borçlar taksitler olmasa öyle de yapardım. Dün iş çıkışı bir apartmana sığınmasam vurulacaktım, eylemcilerden nefret ediyorum.” Kahvede bildiri dağıtan öğrenciler var. Verdikleri bildirileri okumasalar da alanlar usulca masaya bırakıyor. Masada bekleyen dertler ve öğrencilerin söyledikleri: “Katil IŞİD, Kobani teslim olmayacak, özgür Kobani”. Sloganlar taş misali yuvarlanıyor. Bildirileri tutan Ferhat, -elbette- konuşmuyor benimle. Elbette çünkü, ben zaten havuz medyasının bir temsilcisi, onun söylediklerini yazamayacak bir uşağı. Bunları tebliğ ettikten sonra orada oluş nedenini açıklıyor: “Köyler düştü. Kobani direniyor. Eğer Kobani de düşerse, o bölgede geniş çaplı bir katliam olacak. Bu katliam Halepçe’de, Uludere’de, Suriye’de katledilen Kürtlere yenilerini ekleyecek. Türkiye tam da barış süreci diye başlattığı bir dönemde bunun engellenmesi için uluslararası kamuoyundaki etkisini ve komşuluk hukukunu gözetmiyor. Kürtlere yapılan muamele ağzına bir parmak bal çalmadan ibaret. Biz de bunu artık kabul edecek değiliz.” “Kabul edecek değiliz” cümlesi o kadar çok şey içeriyor ki. Arada kalan boşlukları “bu şehir, başka şehirler, şiddet, ateş” dolduruyor. Diyarbakır’da annesinin “eve gel” çağrısına uymayıp 7 Ekim’den beri sokakta olan ve dün polis tarafından darp edildiği için bugün mecburen evine dönen 26 yaşındaki Rıdvan telefonun öbür ucunda. Rıdvan, Diyarbakır HDP içinde faaliyet gösteren gençlerden. Cumhurbaşkanlığı seçimleri döneminde koruduğu umudu şimdi ziyadesiyle kırılmış, öfkeli, azarlar bir tonla anlatıyor: “HDP’nin eylem çağrısı yapması üzerinden illegal bir hava oluşturulmaya çalışıldı. Oysa parti çağrıyı yaparken Türkiye’nin beklenen adımları atmaması durumunu protesto ediyordu. ‘Şiddet, yakma, yıkma asla olmamalıdır’ denilmişti ama iş devletin sert müdahalesiyle çığırından çıktı. Diyarbakır’da son yıllarda hiç görülmedik şekilde sert bir müdahale oldu. Polis öldüresiye hedef gözeterek eylemcilere karşılık verdi. Sokağa çıkma yasağı devletin OHAL fikrinden hiç de uzak durmadığını ispatladı. Bundan sonra yalnız Kobani değil, Diyarbakır’da ya da Mardin’de ya da Van’da yaşanacak her türlü can ve mal kaybından Türkiye de sorumludur.” Rıdvan, devleti ve güvenlik güçlerini suçlarken, evinde oturup okula gidemeyen Seval, HDP’yi suçluyor. İki yıldır Muş’ta öğretmenlik yapan ve 8 Ekim’den bu yana okula gidemeyen Seval için işler çığırından çıkmış durumda: “İlkokul çağındaki çocuklar okula, eyleme gitmek için geliyor. En ufak bir çatışmada bize ‘Katil TC’ diyerek karşı çıkıyorlar. Hepsinin psikolojisi bozulmuş durumda ve aileler de bu durumun farkında olarak gereğini yerine getirmiyor. Geçenlerde sarı kırmızı yeşil bir poşuyla gelen bir öğrenci uyarıldı diye ailesi okulu bastı. Biz zaten öğretmen olarak görev yaptığımız için hiçbir meşruiyete sahip değiliz. Ailem Bitlisli olmasına rağmen öğrencilerim bana ‘ispiyoncu’ muamelesi yapıyor. Buraya Ege’den, Trakya’dan gelen öğretmenlerin hepsi korku içinde. Çatışmalar sırasında bazı evlerin pencereleri kırıldı. Sonrasında bunu ‘işbirlikçi, ülkücü öğretmenler cezalandırıldı’ diye lanse etseler de biliyoruz ki, öğrencinin herhangi bir nedenden sinirlendiği bir öğretmeniyle de hesaplaşması böyle olabiliyor. Sapla saman tamamen karışmış durumda. Böyle sağlıklı bir eğitim yılı sürdürülemez.” Kadıköy’e dönelim... İstanbul’un merkez semtlerinden birinde, polis elinde boyalar bir gece önce duvara kazınan sloganları boyamak derdinde. “Jiyan Kobani, jin jiyan azadi” sloganları giderek silikleşirken, polis söylenmeye devam ediyor “Hem çalışıyoruz hem pisliklerini temizliyoruz.” Günlerdir burada, fazla mesai yaparken bunalmış bir insanın sitemi. O sloganları silerken yanından geçenler sesleniyor; “Sil sil, yenisini de yazarız.” Diş bileyen taraflar ve bitmeyen bir kavga: Şimdiki Türkiye’nin özeti. Olayların tarihçesi Kısa bir tarihçe yaparsak, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yoğun yaşadığı Kobani’de, 2 Temmuz’dan bu yana IŞİD ile YPG arasında yoğun çatışmalar yaşanıyor. Kobani çevresinde IŞİD’in kontrolüne geçen köylerin sayısının 7-8 olduğuna dair haberler geliyor. IŞİD’in Türkiye sınırı yakınlarındaki Cerablus’tan Kobani’ye yönelik saldırısının yerel güçler tarafından püskürtülmesinin ardından Kobani’yi doğudan ve güneyden kuşatmaya çalıştığı anlaşılıyor. Bölgeden gelen haberlere göre, Türkiye’de Akçakale’nin karşısına denk gelen Tel Abyad ile yine Kargamış karşısındaki Cerablus IŞİD’in kontrolünde. Güneyde Rakka IŞİD’in kalesi konumunda, güneydoğuya doğru Haseke de IŞİD’in denetiminde. Arada kalan bölge de, Türkiye’de Suruç’un karşısına denk gelen çatışmaların yaşandığı Kobani. Dolayısıyla Kobani, IŞİD’in etkin olduğu iki nokta arasındaki bağı kesiyor. Kobani’nin önemini artıran bir diğer durum, ‘demokratik özerklik’ sisteminin uygulayıcısı Rojava’nın doğusunda Cizre, batısında da Afrin kantonlarının arasında kalması. Kobani’nin IŞİD’in eline geçmesi, Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerin bölgedeki coğrafi hâkimiyetlerinin zayıflamasına, kantonlar arasındaki bağın da kopmasına neden olabilir. KCK da IŞİD’in Kobani’ye yönelik saldırısını demokratik özerkliğe karşı bir müdahale olarak yorumluyor. Örgüt, yaptığı açıklamada, “Rojava devrimi, tüm Kürdistan’ın devrimidir” dedi, Kürtlere ‘bu devrimi sahiplenmeleri ve maddi ve manevi destek sağlamaları’ çağrısında bulundu. Türkiye de KCK açıklamasında hedef haline gelenlerden; IŞİD’e kapılarını açarak Rojava’ya geçişleri sağlamakla suçlanıyor. Türkiye’nin bu açıklamalara yanıtı Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından yapıldı: “Türkiye’nin IŞİD dahil herhangi bir şiddet ya da terör örgütüyle ilgili ilişkisi olduğuna dair elinde belgesi olan o belgeyi ortaya koymalıdır. O belgeyi ortaya koymadan Türkiye’ye dönük iddialarda bulunmak herhangi bir şekilde siyasi ve medyada yansıması bakımından da bir zemine dayanmaz.” Resmi olmayan bilgiye gören Kobani’den Türkiye’ye geçen nüfus 50 bine ulaştı. Sınırda bulunan Suruç, şimdi yeni misafirlerini ağırlıyor.

Donarak ölmelerini beklemeyin

$
0
0
Ancak havaların soğumasıyla gündeme gelen evsizler için üzülmekten başka yapacak şeyler de var. Sokakta yaşayanlar için çalışmalar yapan Şefkat-Der, yeni bir seferberlik başlattı.Sokakta kalan evsizler için uzun yıllardır çalışan Şefkat Der, kışa girerken yeni bir seferberlik başlattı. Her akşam bir sıcak çorbayla yollara dökülen gönüllülerin amacı, devlet de dahil herkesin görmezden geldiği bu insanlara dikkat çekmek. Kadınlar Günü’nde, Çocuklar Günü’nde hatta Dünya İnsan Hakları Günü’nde dahi adı geçmeyen bir grup var: Sokakta yaşayan evsizler. Hatırlandıkları tek vakit, dışarıda donarak öldükleri günler. Kışın kapıya dayandığı şu günlerde en acil ihtiyaçları ise başlarını sokacakları bir çatı. Ancak buna ulaşabilmek için hava sıcaklığının eksi 4’e düşüp spor salonlarının kendilerine açılmasını beklemek zorundalar. Bu sürede biraz parası olan internet kafede sabahlıyor, kahvelerde sabaha kadar birkaç bardak çay karşılığında geceyi geçiriyor. Ya da bir bankamatik kulübesi veya iş hanı girişinde... Bu gidişata bir ‘dur’ deyip mağdurlardan da mağdur konumdaki evsizlere dikkat çekmek isteyen Şefkat Der, bir seferberlik başlattı. Dernek gönüllüleri, seferberlik kapsamında her akşam sokak sokak dolaşarak evsizlere sıcak çorba dağıtacak. Sokakta yaşayan insanlar için uzun yıllardır faaliyet gösteren Şefkat Der, kışa girerken başlattığı etkinlikle hem evsizlere derman olmayı hem de bu görünmez yaraya dikkat çekmeyi amaçlıyor. Sokakta yaşayan birinin hayatının tabii ki çorba vermekle düzelmeyeceğini anlatan Dernek Başkanı Hayrettin Bulan, “Bu vesileyle onlara dikkat çekeceğiz. Hava soğuk ve dışarıda onlarca insan var. Aralarında çöpten beslenenler de...” diyor. Şimdilik İstanbul’daki evsizler için sıcak çorba dağıtma etkinliğinin aslında tüm illerde ve bütün yıl boyunca devam etmesi arzulanıyor. Zira bu gönüllüler hareketine evinde bir tencere çorba kaynatıp termosa dolduran herkes dâhil olabilir. Eğer devamlılık kazanır ve geniş kitlelere ulaşırsa tüm Türkiye sokakta bıraktığı insanların da farkına varmış olacak. İki hafta önce başlayan etkinliğin gönüllüleri de hızla artıyor. Bu vesileyle sokağa çıkan gönüllülerin, evsizlerin hayatına adım atacağını ve onlar için çözüm arayacağını ümit eden Bulan, “O çorbayı dağıtırken sokaktakilerin halini görecek. Empati kuracak. Neden devlet bunu yapmıyor diye sorgulayacak. Çorba dağıtırken üstüne başına bakacak, inceyse kalın bir şey alıp verecek.” diyor. Belediye: “Konu ilgi alanımıza girmiyor” Ortaokul yıllarından beri evsizler için çalışan Hayrettin Bulan’ın yetkililere bir çağrısı var: “Sokakta yaşayanların kış gecelerinde donarak ölmesini beklemeyin.” İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne defalarca dilekçe yazan Bulan’a geçtiğimiz hafta şöyle bir cevap gelmiş: “Konu ilgi alanımıza girmiyor.” Belediye’nin çözüm adresi olarak işaret ettiği valilik ise kendisine başvuran evsizleri Şefkat Der’e yönlendiriyor. Yani bünyesinde bu konuda bir çalışma mevcut değil. Takip edenler bilir. İstanbul Valiliği, evsizlerle ilgili son dönemde genelgeler çıkardı. Fatma Şahin’in bakanlığı döneminde de bu konuda genelge çıktığını hatırlatıyor Bulan. Bu haberi aldıktan sonra heyecanla bakanlık yetkililerini arayan Şefkat Der gönüllüsü, “Çıktı ama altyapımız uygun değil.” cevabını alır. “Dışarıdan bakan da der ki bunlar çalışıyor. Önemli olan genelgenin gereğinin yerine getirilmesi.” diyen Bulan, şöyle devam ediyor: “Kime şikâyet edeceksin ki, hepsi birbirinden beter. Üç maymunu değil, üç yüz maymunu oynuyoruz maalesef.” Resmi makamların konuyla ilgili tek çalışması havalar eksi 4 derecenin altına düştüğünde spor salonlarını evsizlere açması. Bu etkinlik ise ‘donarak ölen evsiz’ haberleriyle şehrin itibarının zedelenmemesi için yapılıyor. Çünkü bütün kışı sokakta geçiren bu insanların neredeyse hepsinin kronik ciğer ve solunum yolu hastalığı var. Aslında valilik bünyesinde Okmeydanı’nda, Belediye bünyesinde ise Kayışdağı’nda bakım evleri var. Ancak normal hayata sahip bir insanın bile uğraşamayacağı kadar çok prosedür bulunuyor. Öncelikle 55 yaş üzeri olması istenen evsizin, beş yıldır İstanbul’da yaşadığına dair belgeye ihtiyacı var. Ayrıca çocuklarının ve hiçbir yakınının ona bakmadığını kanıtlaması gerekiyor. Kadın sığınma evlerine girmenin şartı ise şiddet görmek ya da risk altında olmak. Oysa sokakta kalan kadının zaten risk altında olduğu göz ardı ediliyor. Evsizlere başını sokacak bir mekân oluşturmanın maliyetini soruyoruz Bulan’a. Bu kadar çok prosedür istendiğine göre devletin kaynakları mı yetersiz? “Devlet kademesindekiler para sorunlu değil, vicdan sorunlu insanlar.” diye cevaplıyor Şefkat Der Başkanı. Bakanlıklara, valiliklere ayrılan dev bütçeleri hatırlatıyor. Alınan uçakların, çılgın projelerin, dev kutlama törenlerinin maliyetinden bahsederek ekliyor: “Bütün bunlar yapılıyor ama şurada bir ev açamıyor devlet.” Şehri süslemek için milyonlar harcayıp dikilen lalelerden bahsediyor. Çirkinlikleri örten makyajdan yani. Habitat toplantısını hatırlatıyor sonra: “Şehir cıvıl cıvıldı. Milyonlarca lira harcanmıştı. Bu kadar süsün içinde evsizleri ve sokak çocuklarını şehir dışına taşımışlardık, dışarıdan gelenlere mahcup olmayalım diye…” Şefkat Der Başkanı Hayrettin Bulan, evsizlere yemek verirken... STK’lar da sorumlu Devletin hiçbir zaman ilgilenmediği bu konuda STK’lara da sitemi var Şefkat Der Başkanı’nın. Ellişer yüzer kişilik mekânlar açmak için olağanüstü maliyetlere gerek olmadığını anlatan Hayrettin Bulan, son yıllarda art arda sosyal sorumluluk projelerine imza atan şirketlere de sesleniyor. Zira sokakta kalan bir insana bile el uzatmak milyonluk yatırım yapılan bir spor dalı ya da kültür sanat etkinliğiyle kıyaslanamaz bile. “Ortalık sosyal projeden geçilmiyor. Evsizler için hiçbir şey yok.” diye sitem eden Bulan’ın tek isteği; onların artık görmezden gelinmemesi. 14 yaşında harçlıklarıyla sokakta yaşayanları otel odalarına yerleştirmeye başlayan Bulan, gönüllü hareketini üniversite yıllarında dernekleştirerek devam ettirmeye karar verir. İlgili bütün makamlara dilekçe yazarak başlar işe. Karşılığında aldığı yanıt ise hep şu minvaldedir: “Değerli gencimiz, ülkenin meselelerine gösterdiğin ilgiden dolayı teşekkür eder, başarılarının devamını dilerim.” Her gün ölümle burun buruna yaşayan bu insanlar için devlet neden bir şey yapmaz diye üzülen Bulan’ı aldığı bu soğuk ve ilgisiz yanıtlar daha da kahreder. Öğrenci evlerinde, okul kantinlerinde toplanarak dernekleşmeyi başarırlar. Derneğin kurulduğu 1998 yılından beri binlerce kadının hikâyesine şahit olur. Bazıları ise unutamadıkları arasındadır. Bunlardan biri, genç bir kızın 18 yaşından sonra sokakta kalması. Trenle yolculuk esnasında karşılaştığı genç kız, yaşı dolduğu için yurttan ayrılmak zorunda kaldığını anlatır. Nereye gittiği sorulduğunda ise Adapazarı’ndaki yetiştirme yurdunda kalan kız kardeşini söyler. 18 yaşında bir kız, “Anne babamın yanına gidiyorum.” demiyor. “Müdür amcaya yalvarırım. O da beni kardeşimin kaldığı yurda alır.” diye ümitleniyor. Babası, dedesi yok. Çalacak hiçbir kapısı yok. Hatta müftüye gidip yardım istiyor ama karşılık bulamıyor. Bunun gibi binlerce hayata dikkat çeken Bulan, “Yarın bir gün bu kız genelevlerde bulur kendini. Nasıl kızabilirsin? 18 yaşından sonra yurttan çıkarılan kızlara ne oldu?” diye soruyor hepimize. Buna benzer hayat hikâyelerini anlatırken gözleri doluyor, ağzından şu cümleler dökülüyor: “İnsan üzülüyor. İlgilendiklerinden ziyade ilgilenemediği insanlara üzülüyor.” En büyük hayal kırıklığı din adamları Ortaokul yıllarından beri sokakta kalanlar için çabalayan Hayrettin Bulan’ı en çok hayal kırıklığına uğratanlar din adamları olmuş. Şefkat Der’in kuruluş yıllarında Konya’daki kanaat önderlerini teker teker dolaşıp destek isteyen Bulan, beklediği desteği kimseden bulamamış. Bir keresinde evsizler evi açmak için zar zor para toplanmış ancak kimse evini kiraya vermek istememiş. Sözü sayılan bir cami hocasından, kiralık ev talebini hutbede cemaate duyurmasını istemiş. Ancak hoca bu isteğini bile yerine getirmemiş. “Öğrenci ve Kur’an kursu hizmetlerinin yanında düşkünlere, sahipsizlerin ihtiyaçlarına da kulak verilmeli.” diyen Bulan, din adamlarını da bu konuda duyarlı olmaya çağırıyor: “Hutbede hergün camiye yardım çağrısı yapılıyor. Bir kere de çıkıp diyelim ki, mahallemizde şöyle bir muhtaç var. Elimiz, gözümüz üzerinde olsun. Din bu değil mi zaten?” Evsizler için neler yapılabilir? Yönetmeliğe göre evsizler hastanelerde tedavi edilebilir. Hastane personeli bu hassasiyeti göstermiyor. Sokakta görülen bir evsiz hastaneye götürülerek tedavisi takip edilebilir. Ortalama gelire sahip ailelerin, hatta öğrencilerin bile yapabileceği çok şey var. Örneğin 10’ar kişilik bir öğrenci grubu bir araya gelerek 10 kişilik bir mekânın açılmasına katkıda bulunabilir. En azından kış gecelerini güvende geçirmeleri için sokakta gördüğünüz bir evsizin aylığı 300 TL olan bekâr odalarına yerleşmelerine yardımcı olabilirsiniz. Akıl sağlığı yerinde olmayanlar için en yakın sağlık kuruluşuna gitmeleri sağlanabilir. Görevliler ihmalkâr davranırsa 184 Sağlık Bakanlığı danışma hattı aranabilir.

Orda Bilge köyü var uzakta

$
0
0
Katliama tanıklık edenler, bir gecede annesini, babasını, eşini kaybedenler, yetim kalan çocuklar… Bilge köyünden ne kaldı geriye?Bilge köyü deyince peşinden ‘katliam’ kelimesi dökülüyor dudaklarımızdan. Zira 4 Mayıs 2009 akşamı, Mardin’de o köyde tam 44 can ruhunu teslim etti Hakk’a. Altı masum yavru, üçü hamile 16 kadın ve onların babaları, ağabeyleri, eşleri… Öyle bir düşmanlık ki ne çocuk tanıdı ne de kadın. Ev, uzun namlulu silahlarla tarandı. 60 çocuk bir gecede yetim kaldı.Arı ailesi hayırlı bir iş için Çelebi ailesinin kapısını çalmıştı. Çelebi ailesi de bu mutlu günü akrabalarıyla paylaşmak istemiş, mütevazı evlerine herkesi davet etmişti. Yemekler yendi, çaylar içildi. Oğlan tarafı Allah’ın emri peygamberin kavliyle Sevgi’yi Habib’e istedi. Çelebi ailesi de kızı verdi gitti. Köyün gencecik imamı ellerini açtı, hayırlı bir yuva için dualar etti. Yatsı ezanı okununca beyler ayaklandı. Genç imam namazı evde kıldırmak istedi, hemen akabinde saflar tutuldu. Son namazları olacağından habersiz Allah’ın huzurundaydılar işte. O anda 12 saldırgan içeri girdi ve… Mermi yağdı herkesin üzerine.Bilge köyü deyince bu hikâye akla geliyor da dehşet içinde haberlerini izlediğimiz o köye bir bayram günü misafir olacağımız zihnimize uğramıyor. Gönüllüsü olduğumuz Kimse Yok mu Derneği, Mardin’e davet ediyor ve Bilge köyüne düşüyor yolumuz. Nitekim hiçbir bayram ihmal edilmezmiş köyün yetimleri. Üzerimizde derneğin amblemini görenler de tanıyor ve koşarak yanımıza geliyor. Sonrasında ev ziyaretlerimiz başlıyor.Köyün girişindeki ilk eve misafir oluyoruz. Ekibimizden biri “Katliamın yaşandığı ev burası, aman mevzuya girip incitmeyin.” diyor. Ev, katliamın izlerini taşıyor hâlâ. Köy halkı da yaşadıkları şoku atlatabilmiş değil. Her an tetikte “Ne oldu o gece?” diye sormamızı bekliyorlar. Yaralarını deşmek gibi bir niyetimiz olmadığı için soru işaretiyle biten cümleler kurmuyoruz, bayram neşvesini paylaşmak niyetimiz. Fakat onlar dile geliyor. Mekkiye Çelebi, “Şu gördüğün çocukların hepsi yetim.” deyince boğazımız düğümleniyor. Derin bir sessizlik hâkim oluyor ortama. “Kimin kanadının altına gireyim? Annemin mi, babamın mı, eşimin mi? Kimim kaldı?” diye soruyor hanımlardan biri. Sözü alan diğer genç kız “Anne-babasızlık çok zor. Keşke beni öldürselerdi.” diyor. Bu cümleler üzerine susarak koruyoruz dilimizi... ‘Beş senedir evladımı görmüyorum’O dönem çıkan haberlerle köyün sembolü haline gelen Asuman Çelebi’yle tanışıyoruz. Sohbet esnasında yaşını sorduğumuzda “26 ama çok yaşlı görünüyorum” deyip üzülüyor. Dostlarımızdan biri “Sen hepimizden güzelsin.” cevabını verince yüzü aydınlanıyor genç kadının. Yaşadıklarının onu erkenden yaşlandırdığını söyleyip hayat hikâyesini paylaşıyor.Asuman, annesini ve 4 kardeşini o gece kaybettiğini anlatıyor anlatmasına ama asıl film sonrasında kopuyor. Zira Asuman 5 yıldır oğlunu göremiyor. Eşi saldırganın ailesinden olduğu için onlarla beraber gidememiş köyden. Gitse bile annesini, kardeşlerini öldürenlerin yüzüne nasıl baksın? Oğlu köyde kalsa ona da huzur vermezler. Hâsılı köyü terk eden eşi, oğlunu da almış gitmiş. O gün bugündür yüzü gülmüyor Asuman’ın. Annesi ve kardeşlerinin yanı sıra dayı, teyze, amca, yeğen derken 21 yakınını kaybetmiş o gece. Koşarak gittiği kanlı evde yaralı ablasıyla karşılaşmış mesela. Onun sırtındaki kurşunları bir bir çıkarmış. Son nefesini kucağında vermiş ablası. Sonra annesi ve karnındaki bebeği derken toprağa teslim etmiş canlarını. Köyün yetimleri için o da tutunmaya çalışıyor hayata ve tembihliyor köyü ziyarete gelenlere: “Yetimlerimize sahip çıkın.”Ayşe Çelebi de eşini, evladını ve kayınpederini kaybetmiş o gece. Evliliğinden geriye acı kalmış onun tabiriyle. Acısını ne geçen yıllar hafifletiyor ne de paylaşıldıkça azalıyor yüreğinin yükü. Çaresizlik ve hasret, öfke doğuruyor belli ki. “Zalım köyde kaldık yetimlerle.” diyor. Onu da yetimlere sahip çıkma arzusu ayakta tutuyor.Evdeki Kur’an-ı Kerim’ler bile kana boyanmış o gece. Diğer eşyaları sormayın bile. Kalaşnikoflarla taranmış çamaşır makinesi, buzdolabı... “Hepsini gömdüm mezarlığa.” diyor Mekkiye Çelebi. Sonra duvardaki delikleri gösteriyor. “Alçıyla kapattık çoğunu. Bu kadar oldu. Bu evde yaşamak ağır geliyor. Bizi yalnız bırakan devletimize sesleniyorum: Evimizi yıkıp yeniden yapsınlar, bize o geceyi unuttursunlar.” Eski muhtar 60 yetime babalık ediyorKatliamdan sonra mezar kazacak kimse bile kalmamıştı köyde. 5 iş makinesi kazmıştı mezar yerlerini. Bir günde Bilge köyünün en büyük mezarlığı kuruluvermişti. Mezar taşlarıyla göz göze geliyoruz: Soy isimleri aynı, ölüm tarihleri aynı… Mezarlığın tamamı aile kabristanlığı. Katliam döneminde muhtarlık yapan Abdurrahman Çelebi, her gün 44 mezara karşı uyandığını anlatıyor. 4 kardeşini, evladını, amcaoğlunu kaybeden eski muhtar, 60 yetime babalık yapıyor. Onlara anne baba şefkatini veremeyeceğinin farkında fakat yurtlara da vermek istemiyor. Fotoğraf makinesini gören minikler yanımıza koşuyor. Büyüklerin bayram burukluğu onlara pek sirayet etmemiş. Miniklerden biri, Kimse Yok mu’dan gelen ağabey ve ablalarına yanaşıp “Ben de büyüyünce çocuklara oyuncak getireceğim.” diyor, afacan bir velet mühendis olmak istediğini anlatıyor, bir başkası “Ben bu köyden gitmicem oğlum!” diyor. Birçoğunun ise hayal kurmaya korktuğu belli. Minikleri geride bırakıp şehrimize dönüyoruz dönmesine ama gönlümüz Bilge’li çocuklarda kalıyor. Bilge köyü gençleri artık üniversiteliKöyün gençleri Ezgi, Mahzun ve Melek Çelebi azmetmiş ve üniversiteyi kazanmış. Üçü de Midyat’ta elektronik haberleşme ve iletişim okuyacak. Hepsi geleceğe dair ümitli. Ezgi ve Mahzun’un maddi durumu Melek’e göre daha iyi. Üniversitenin başlayacağı günü heyecanla bekliyorlar. Melek ise babası izin vermediği için üniversiteye gitme hayalini rafa kaldıracak gibi görünüyor. Gençlerin hikayelerine kulak veren Kimse Yok mu Derneği Başkan Yardımcısı Ayşe Özkalay, dernek olarak Melek’e sahip çıkmak istediklerini söylüyor. Genç kızın gözleri parlıyor ve babasının ikna olacağı günü bekliyor.

İmparator’un zor günleri

$
0
0
Fatih Terim, Çek Cumhuriyeti maçı öncesindeki Gökhan Töre olayıyla ilgili gelişmeler nedeniyle öfkeli açıklamalarda bulundu. Belki söylediklerinin önemli bölümünde haklıydı ama krizin iyi yönetilmediği de açıktı. ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışı içinde hareket etmeye çalışmak, bu kez iyi sonuç vermedi.Önce şunu söylemem gerekiyor: Bu tür olayları kişisel alma ve buradan hareketle ‘çaktırmadan büyüklenme’ gibi dertlerim hiç olmadı bugüne kadar, bugünden sonra da olması mümkün değil. Fatih Terim’in basın toplantısında kendisine yönelik haksız eleştirilerde bulunan ‘dostlar’ arasında görüldüğüme ilişkin güçlü belirtiler var. En azından basın toplantısı günü dostça denilebilecek ama aynı zamanda gazetecilik görevini de ihmal etmeyen bir yazım yayınlanmıştı (“Görmezden gelmek çare olabilir mi?” Zaman, 9 Ekim 2014).Gökhan Töre’nin Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak’a silah çektiği ya da gösterdiği iddiası çok vahim bir olay. Sadece Milli Takım hocasının, Futbol Federasyonu’nun ya da ilgili kulübün değil adlî mercilerin bile el koyması gereken boyutlarının olabileceği söylendi. Fakat bu memlekette bundan çok daha vahim olaylar umursanmaz. Bunun bedeli çok ağır ödenir ama o zaman da ‘hayır o öyle değildi de böyleydi’ gibisinden tartışmalarla boğuntuya getirilir.Medya normalde benzer nitelikteki olayların üzerine çok daha fazla gider. Çünkü işin içinde tiraj ve reyting getirecek unsurlar mevcuttur. Şöhret, kadın, silah gibi çoksatar romanların temel formülleri eldedir. Ne kadar kurcalarsanız o kadar iş çıkarırsınız. Ancak bu olayın üzerinde çok durulmadı. Gelgelelim, bizde çok yaygın olan vaziyeti idare etme anlayışı iyi sonuç vermedi, hatta tam tersi oldu.Benzer konularda Batı ülkeleri ile aramızda çok belirgin bir fark var. Onlar mevcut düzenin sağlıklı biçimde yürümesini çok önemsiyor; bunun için gerekli önlemleri çok sert biçimde alıyor. Bizde zaten kaos içinde yaşamaya alışkın olduğumuzdan ‘boşver abi, birşey olmaz’ yaklaşımıyla sorunlar ortada bırakılıyor. İçinde bulunduğumuz günlerde ABD’de olimpiyat şampiyonu yüzücü M.Phelps’e verilen ceza ile bu olay arasında kaçınılmaz olarak bağ kuruldu. Gerçekten de ‘onlar ve biz’ ayrımının çarpıcı örneklerinden biriydi.Fatih Terim’in bu gibi sorunları aile içinde çözmeye çalıştığını biliyoruz. Sorunun çözülmesi için gereken çabayı gösterdiğine de inanıyoruz. Nitekim bunları kendisi de anlattı. Gökhan Töre’nin 1 yıldır milli takım kadrosuna alınmayışının bu konuda gerekli cezanın verilmesi olarak görülmesi gerektiğini vurguladı. Olabilir ama kendini olayın mağduru olarak gören kesim tatmin olmamıştı. İşin uzamasının nedeni de bu. Medyanın bu konuda doğrudan bir rolü yok. Belirleyici olan medyanın şunu ya da bunu yazması değil, bazı oyuncuların milli takıma gelmeyişi.40 yıldır bu işi yapıyorum, hiçbir dönemde milli takım aday kadrosundan sakatlık gerekçesiyle bu kadar çok futbolcunun çıkarılması sözkonusu olmamıştı. Burada milli takım kurmay heyetinin çalışmaları konusundaki bir aksaklıktan da sözedilebilir. Aday kadro açıklanmadan önce oyuncuların sakatlıklarıyla ilgili olarak gerekli bilgilerin alındığını düşünüyorum, bunu doğal bir çalışma olarak görüyorum. Öyleyken ortada anormal bir durum olduğunu medya gözler ve harekete geçer. Yapılan da budur.Yazılmasa daha kötü olurduHürriyet’te Ali Naci Küçük arkadaşımız Hakan Çalhanoğlu’nun babasıyla konuşmasa ve bunu yazmasa, çok daha tatsız dedikodular gündeme sokulacaktı. O olay da daha sıkıntılı bir noktaya gelecekti. Gökhan Töre’ye gerekli cezanın verildiği daha önce açıklansa ve Hakan Çalhanoğlu ile Ömer Toprak arasındaki sorunun giderilmesi için gerekli adımlar atılsaydı bu noktaya gelinmezdi. Demek ki klasik deyişle bu kriz iyi yönetilemedi. Şimdi cenazeyi kaldırmak daha sıkıntılı olacak.Bu tür konulardaki tepkinin kalıplaşmış şekli zamanlama ile ilgilidir ve mutlaka ‘zamanlama manidar’dır. Birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz günlerde bu yapılacak iş midir? Artık geçelim bunları. İşimizi iyi yapmaya çalışmanın en geçerli evrensel değer olduğunu anlayalım.Bu yazıyı yazarken Çek Cumhuriyeti maçının sonucunu bilmeme imkan yok ama siz okurken o karşılaşma ile ilgili konuşmalar bile geride kalmış olacak. Maçın sonucuna göre gündeme gelecek konular değişkenlik gösterecek. Terim’in bu tür sıkıntıları bir motivasyon aracı olarak kullandığı bilinir. Bunu ‘gerilimden beslenmek’ diye adlandıranlar olsa da kötü birşey değil.Durduk yerde amatör psikanalizm denemesinde bulunacak değilim fakat İzlanda maçındaki başarısızlığın Terim’de bir tedirginlik oluşturduğu da görmezden gelinebilecek gibi değil. Kendisi de bunu ima etti aslında. Göreve getirilmesi için aynı medyanın yayınlarını hatırlatmaktan kendini alamadı, şimdi de gönderme yolunda çabaların başladığı değerlendirmesinde bulundu. Gönderilmek istendiği iddiasına katılmak pek mümkün değilse de ayağının altındaki zeminin kayganlığı meydanda. Üst üste iki maç kaybettiğiniz zaman, İmparator da olsanız faturalar önünüze konulmaya başlanır. Türkiye Futbol Direktörü unvanından tutun da yaptığınız ve yapmadığınız bütün işler her tarafından didiklenmeye başlanır. Alanınızdaki herhangi bir sorunla ilgili olarak doğru ve haklı bir noktada bulunmak yetmez, maç kazanıp insanları mutlu etmek gerekir. Yoksa hepimiz için zor günler sürer ve bir çare aranır. Terim bunları bilmeyen biri değil ama yaşamak başka.Üstelik İmparator da olsanız sonuçta olayların size nasıl göründüğünü ve kendi doğrularınızı söylüyorsunuz. Olayın tarafları ve dışarıdan izleyenler başka türlü düşünüyor. Onu ne yapacaksınız? Öfke ve tepki yerine bütün bunları daha serinkanlı biçimde değerlendirmeye çalışmak çok daha doğru olmaz mı?TFF başkanı, işadamı ve gazete patronu olunca...Herhangi bir konuda Sayın Yıldırım Demirören’in konuşacağını öğrendiğim zaman “eyvah!” demekten kendini alamıyorum. Son olarak A Haber’de Serkan Korkmaz arkadaşımızın sorularını yanıtlarken de yine bir yığın çam devirdi ama bunları çok da umursayan biri değil Demirören. Hakan Çalhanoğlu’nun babasının kendilerine de geldiğini (kendileri burada Milliyet ve Vatan gazetelerinin sahibi oluyor) ama anlattıklarına yer vermediklerini söyledi. Bu da gazetecilik etiği açısından birtakım tartışmalara yol açacak bir durumdu.İma filan değil açıkça söyledi, haberi veren yayın organları Milli Takım’a karşı düşmanca hareket etmiş oluyorlardı...Patronların meslekten gazeteci olmaları durumunun çok gerilerde kaldığını biliyoruz ama bu mesleğin bazı temel ilkelerinden haberdar olmayışı çok acıklı durumlara neden olabiliyor. Bir insan hem işadamı hem gazeteci olunca, bunlara bir de TFF başkanlığı eklenince işler epeyce karışabiliyor. Hele ağzından çıkan sözlerin nerelere gidebileceği yolunda bir özeni de yoksa koyverin gitsin!

Olağanüstü bir günün öyküsü

$
0
0
Suriye’nin kuzeyindeki Kürt kenti Kobani, yaklaşık bir aydan beri Türkiye’nin gündeminde. Şehri elinde tutan PKK-PYD ile İŞİD arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Şehrin düşme ihtimali artınca Türkiye aniden karıştı. Kobani’ye destek için sokaklara düşen gruplar, ülkeyi adeta savaş alanına çevirdi.Özellikle de Doğu ve Güneydoğu’yu… Son 20 yılın en şiddetli eylemlerine sahne olan Diyarbakır, bir daha hatırlamak istemediği olağanüstü hal günlerine adeta geri döndü. 1992 yılından beri ilk kez sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Okullar tatil edildi, eğitim öğretim durdu. Olaylar kontrolden çıkıp polis yetersiz kalınca askerî birlikler şehre indi.Tank ve zırhlı personel taşıyıcılarının palet sesleri, bölge halkı için dejavu gibiydi. “Ben bu sahneyi daha önce yaşadım” hissi herkesi kapladı. Güvenliğin sağlanacak olması iyiydi; ama köşe başlarında nöbet tutan askerleri görmek geçmişte yaşanan acıları tazeliyordu… Faili meçhullerin yaşandığı günleri hatırlamak acı veriyordu. 40’lı yaşlara merdiven dayayan bir Diyarbakırlı öğretim üyesi, yaşadığı dramı anlatırken gözyaşı döküyordu: “Çocukluk günlerimi hatırladım. Silah seslerini duyunca evin içinde yere uzanır beklerdik. O korkuyu hâlâ unutamadım. Şimdi çocuklarımın aynı durumu yaşaması beni derinden üzdü. Hayallerim yıkıldı.”Diyarbakır’da yaşanan olayların gündelik hayata etkisi çok büyük oldu. Kurban Bayramı’nın dördüncü günüydü... Eş dost ziyaretine giden yüzlerce kişi, misafirliğe gittiği evlerde mahsur kaldı. Gündüz gözüyle patlak veren olayları hesaplama imkanları yoktu. Hazırlıksız yakalanmışlardı. Şehirde sadece fırınlar açıktı. Ekmek almak isteyenler geçmişten bir fotoğraf karesi gibi kuyruğa girdi. Ancak hastalar, karnını doyurmak isteyenler kadar şanslı değildi. Önünde sıraya dizilecekleri bir eczane yoktu. İlaç bulmak ekmek almaktan çok daha zordu. Tanıdık bir eczacı bulmak hayli meşakkatli bir işti. Evde kalmaktan sıkılıp sokağa çıkmak isteyen çocuklara bunun mümkün olmadığını anlatmak ise her şeyden daha zordu. ‘Ama neden baba?’ sorusuna cevap vermek hiç bu kadar zor olmamıştı.Neyse ki uzun sürmedi. Kâh ihtilal günlerini, kâh 90’lı yılları andıran 24 saatlik kâbus, kötü bir rüya gibi geride kaldı. Ama geçmişin bütün kötülüklerini, zorluklarını, sıkıntılarını hatırlatarak… Merhum İstiklal şairi Mehmet Akif Ersoy’un, ‘Tarih tekerrür eder mi?’ sorusuna verdiği cevap hâlâ geçerliliğini koruyor anlaşılan: “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

‘Büyük Savaş’tan beyazperdeye yansıyanlar

$
0
0
II. Dünya Savaşı, soykırım temalı filmlerin sinema endüstrisini fazlasıyla işgal etmesinden olsa gerek, savaş sinemasının kalbi gibi. I. Dünya Savaşı konulu filmler ise hep onun gölgesinde. Büyük Savaş’ın 100. yıl dönümünde bu filmleri derledik.“Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi üzerine...” diye başlayan cümle, I. Dünya Savaşı’na dair en iyi bildiğimiz şey. Bir de Almanlar yenilince bizim de yenilmiş sayıldığımız. Resmî tarihin; birincisini neden, ikincisini sonuç olarak sunduğu ve bizim en çok bunlarla hatırladığımız 1. Cihan Harbi’nin başlamasının üzerinden tam 100 yıl geçti. Zırhlı araçlar, paletli tanklar ve kimyasal silahların ilk kez kullanıldığı savaşta yaklaşık 17 milyon kişi öldü. Sırp gencinin öldürdüğü veliahdın hayatı, uğruna 17 milyon kişinin öleceği kadar kıymetli değildi elbet. Zaten savaşın hakiki sebebi bu değildi. Gerçek sebepler de çok mantıklı değildi hoş. İçinde emperyalizm, sanayi devrimi, milliyetçilik gibi kelimelerin geçtiği süslü cümlelerle anlatılan nedenleri vardı. Birileri sömürgecilikte geç kalmıştı, birileri Slavları egemenliği altında birleştirmek istiyordu. Bir başkası falanca ülkenin güçlenmesinden rahatsızlık duyuyordu vs. Sebep her ne ise sonuç her harpte olduğu gibi yıkıcı oldu. Kâğıt üzerinde birileri mağlup oldu, birileri galip. Savaşın asıl kaybedeni ise mağlup tarafta da olsa galip tarafta da olsa cephede vuruşan milyonlarca gençti. O cephelerde neler yaşandığını tam olarak bilemiyoruz. Kitaplar en çok da filmler biraz bahsediyor. II. Dünya Savaşı’nı konu edinen filmler kadar olmasa da ‘Büyük Savaş’a dair de önemli filmler var. Almanların ünlü sinema platformu Moviepilot.de’nin araştırmasına göre İkinci Dünya Savaşı’na dair 506 film varken birincisini konu edinenlerin sayısı sadece 89. Çoğu savaş karşıtı mesajlar içeren filmleri I. Cihan Harbi’nin 100. yılı dolayısıyla hatırlayalım istedik. ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’All Quiet on the Western Front (Batı Cephesi’nde Yeni Birşey Yok), savaş karşıtı filmler söz konusu olduğunda belki de ilk sırayı hak eden yapım. Erich Maria Remarques’in aynı adlı kitabından 1930 yılında uyarlanan film, yönetmeni Lewis Milestone’a en iyi yönetmen Oscar’ını kazandırmış. Konusunu; savaşa heyecanla, coşkuyla katılan vatansever gençlerin cephede savaşın anlamsızlığını kavratacak olaylarla karşılaşmasının acı öyküsü diye özetlemek mümkün. Birçok sinema eleştirmenince ‘bu zamana kadar çekilmiş en iyi savaş karşıtı yapım’ olarak değerlendirilen filmin, askerlerden birinin bir kelebeğe dokunmak için uzandığı anda vurulmasını gösteren finali, unutulmaz sahneler arasına çoktan girmiş durumda. Büyük İllüzyon ya da ‘Harp Esirleri’Türkçeye ‘Harp Esirleri’ olarak çevrilen ‘La Grande Illusion’, 1937 Fransa yapımı bir film. I. Dünya Savaşı sırasında Almanlara esir düşen iki Fransız askerinin diğer esirlerle karşılaşması ve onlarla ilişkilerini anlatan filmde de çok güçlü savaş karşıtı mesajlar var. Jean Renoir’in yönettiği film, gerçekçi öğeler barındırmasıyla dikkat çekiyor. Hatta film ‘şiirsel gerçekçilik sinema akımının başyapıtı’ sayılıyor. ‘Zafer Yolu’nda idam TEFERRUATTIR!Türkçeye ‘Zafer Yolları’ adıyla çevrilen Paths of Glory, 1957 yapımı bir Stanley Kubrick filmi. O da tıpkı ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ gibi romandan beyazperdeye aktarılan bir yapım. 1935’te basılan kitap, Humphrey Cobb imzasını taşıyor. Kubrick’in çocukken okuyup etkilendiği romanın sinemaya uyarlanması ise 1957 yılını buluyor. Başrolünde Kirk Douglas’ın olduğu film, gerçek olaylardan yola çıkılarak çekilmiş, çok çarpıcı anti militarist mesajlar içeriyor. Askeri disiplini ve hiyerarşik düzeni cesur bir şekilde sorgulayan ve savaşın anlamsızlığı üzerinde duran film, özetle Fransız komutanların savaşmak istemeyen askerlere gözdağı vermek amacıyla rastgele seçtiği suçsuz askerleri kurşuna dizmesini konu ediniyor. İdam sahneleri oldukça dramatik olan film, 1970’li yıllara kadar Fransa’da yasaklıymış. ‘Aslan Yürekli Çavuş’ Almanlara karşı! 1941 yapımı Sergeant York, Türkçeye Aslan Yürekli Çavuş adıyla çevrilmiş bir Amerikan filmi. Görünürde savaşın kötülüğünü anlatırken aslında inceden inceye militarist propaganda yapan klasik savaş filmlerinden biri olarak biliniyor. Howard Hawks’ın yönettiği film için 2 milyon dolar harcanmış. Alvin York adlı askerin günlüklerinden yola çıkılarak çekilen film biyografik bir yapım olarak biliniyor. İlk başta dini gerekçelerle savaşa karşı çıkan daha sonra ise cephede yüzlerce Alman askerini esir alarak bir savaş kahramanına dönüşen asker Alvin’i Gary Cooper canlandırmış. Film çok sayıda Oscar ödülünün de sahibi. ‘Gelibolu’ya objektif bakış 80’lere doğru geldikçe bizi de ilgilendiren bir film çıkıyor karşımıza: Gallipoli. 1981’de çekilen Avustralya yapımı filmin oyuncuları arasında Mel Gibson ve Mark Lee gibi ünlü isimler var. Ernest Raymond’un Anlatın İngiltere’yi adlı kitabından beyazperdeye uyarlanan filmin yönetmeni Peter Weir. I. Dünya Savaşı sırasında Avustralyalı iki sporcunun Anzak birlikleri safında Gelibolu’ya gönderilmeleri ve burada sürdürdükleri dostluklarının anlatıldığı film, savaş karşıtı yapımlarla propaganda filmleri arasında bir yerde duruyor. Çanakkale Savaşı’na dair sahneler ise olabildiğince objektif ele alınmış. BİR PARÇA AŞK BİR PARÇA SAVAŞ!Zaten sayısı oldukça az olan I. Dünya Savaşı temalı filmlerin oranı 80’lerden sonra özellikle düşmüş. Bu gerileme dönemini kapatan film ise Audrey Tatoou’nun başrolünü oynadığı ve Türkiye’de ‘Kayıp Nişanlı’ ismiyle bilinen film. Orijinal adı ‘Un long dimanche de Fiancailles’ (Çok Uzun Nişanlılık) olan çekimleri 2004 yılında tamamlanmış ABD-Fransa ortak yapımı bir film. Jean-Piere Jeunet’in yönettiği yüksek bütçeli film, 1. Dünya Savaşı’na katılan ancak dönmeyen nişanlısını arayan Fransız bir kadının hikâyesini anlatır. Kayıp Nişanlı, yüksek dozda aşk hikayesi içeren savaş filmleri arasında önemli bir yer tutuyor.Başrolde atlar var ‘Büyük Savaş’a dair çekilen en yeni film ise 2011 yapımı, Steven Spielberg imzalı ‘War Horse’. Türkiye’de bilinen ismiyle Savaş Atı. İngiliz yazar Michael Morpurgo’nun 1982’de yazdığı aynı adlı çocuk romanından uyarlama olan film, Spielberg’in II. Dünya Savaşı için çektiği ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ kadar olmasa da çarpıcı savaş sahneleri ile atların merkezde olduğu duygusal sahnelerle savaş filmleri arasında şimdiden önemli bir yere oturuyor.Silahlara Veda’dan Doktor Jivago’ya Türkçeye ‘Silahlara Veda’ olarak çevrilen A Farewell to Arms, Amerikalı yazar Ernest Hemingway’ın savaştan bir yıl sonra yazdığı kült romanlardan biri. Sinemaya ilk uyarlanışı 1932’de olmuş. İtalyan ordusunda görev yapan Amerikalı ambulans şoförünün Catherina adlı bir hemşireye duyduğu aşkı konu edinen romanda savaşın acımasızlığı da çarpıcı bir şekilde anlatılıyor. Doğrudan Birinci Dünya Savaşı’nı konu edinen filmlerin yanı sıra bu çok mühim tarihsel dönemece dolaylı olarak temas eden filmler de var. 1965 ABD yapımı Doktor Jivago onlardan biri. Doktor Jivago, Bolşevik İhtilali sırasında yaşanan bir aşkı konu ediniyor ancak Türkiye’de başka bir özelliği ile daha biliniyor. Filmin başrol teklifinin Ömer Şerif’ten önce Ayhan Işık’a verilmesi ile. 3,5 saat süren ve Türkiye’de aylarca gösterimde kalan film 5 dalda Oscar ödülünün de sahibi.

Kemal Burkay: Ne Kürtler ne de devlet çözüme hazır

$
0
0
31 yıllık sürgün hayatından sonra Türkiye’de üçüncü yılını dolduran Kemal Burkay ile Kürt sorununu ve Türkiye günlerini konuştuk. Kürt siyasi tarihinin önemli isimlerinden Burkay, aktif siyaseti bırakıp yazılarına daha çok vakit ayırmayı planlıyor.26 Ekim’de Hak-Par’ın kongresi var. Genel başkanlığınız devam edecek mi?Bırakacağım. Bir dönem yani iki yıl için almıştım görevi. Bu süre doldu. Yaşım ilerledi. Örgütlü çalışmak bensiz de devam eder. Örgütlü siyasal yaşamım 50 yılı doldurdu. Türkiye İşçi Partisi’nde siyasal yaşama girmiştim. Oldukça yoğundu. Benim gibi bir insan için 50 yıllık siyasal çalışmanın yeterli olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda yazarım ben. Buna hiç ara vermedim. En yoğun olduğum dönemden beri yazı hayatını sürdürdüm. Hem edebi, hem siyasal konularda yazdım. Bundan sonra da yazarım. Doğrusu parti yöneticiliği eğer ciddiye alıyorsanız, zor bir iş. Bunu yeterli buluyorum artık. Yeniden İsveç’e dönmem. Orada çocuklarım var. Gider gelirim ama Ankara’da olacağım.Gelişiniz çözüm sürecinin sembol gelişmelerinden biriydi. Süreçle ilgili bugün gelinen noktayı nasıl yorumluyorsunuz?Türkiye’de siyasal ortam inişli çıkışlı. Bazen kötü günleri, şiddeti geride bıraktığımızı düşünüyoruz ama üç-beş yıl sonra bir bakıyorsunuz tekrar çıkıyor. Ben geldiğimde de öyle olmuştu. Seçimlerden önce bir yumuşama olmuştu 2011’de. Sonra karıştı, sonra silahlar yeniden sustu. Olumlu gelişmeleri yurt dışındayken de, buradayken de destekledim. Ama fazla da iyimser değildim… Sanıldığı kadar kısa bir sürede sorunun çözüleceği, kalıcı bir barış ortamının oluşabileceği kanısında değildim. Ne yazık ki öyle de oldu. Çünkü devlet henüz buna hazır değil. Değişen hükümetlerin tutumu biraz farklı olsa bile bir bütün olarak ne devlet ne kamuoyu Kürt sorununu radikal bir biçimde çözmeye hazır değil.Hazır olmayan sadece devlet ya da Türk halkı mı?Kürt kesimi de hazır değil. Sadece devlet boyutuyla bakmıyorum. Kürtler de bir bakıma çözüme yeterince hazır değil. Kürt siyasi hareketinin siyasal olarak kitlesi bölünmüş durumda. Kürt siyasi hareketi dendiği zaman sadece PKK akla getiriliyor medya tarafından. Ve BDP-HDP birliği... Peki, Kürt siyasi hareketi bu mudur? Bunun dışında farklı partilere kanalize olanlar var. Hak-Par var. Bence Kürt hareketinin kendi talepleriyle, kendi kimliğiyle sahneye gereği gibi çıkması için fırsat oluşmadı. Ya devlet çok baskı yaptı ya da devletin baskısına karşın silahlı bir örgüt oluştu. Böylesi bir kutuplaşma ortamında Kürt hareketinin kendini sağlıklı bir yere konumlandırması zordur. Ya devlet yanlısı hatta korucu olacak ya da PKK’nın yanında olacak. Kürt hareketinin sağlıklı bir kanala ulaşması için kendini özgürce ifade edeceği bir barış ortamına ihtiyaç var. Ne devletten korksun ne de PKK’dan... Şu koşullarda bu yok.Devlet tarafındaki sorun ne peki?Devlet, Kürt sorununu tüm ebatlarıyla kabul etmiyor. Meseleyi bir terör sorunu gibi gösterme eğilimi geçmişten beri var. Nihayet, ‘Sorun sadece terörden ibaret değil.’ dendi ama Kürt sorununun boyutları ne? Nasıl bir çözüme ihtiyaç var? Devlet henüz açık ve net bir anlayışa sahip değil. Bir projeleri de yok. Bu sorun televizyon kanalı açmakla ya da okullara 1-2 saatlik ders koymakla olmaz. Başından beri bu konudaki görüşümüz eşitlik temelinde bir çözüm. Türkiye üniter bir yapıyla bu sorunları çözemez çünkü toplumsal yapımız çok renkli. Mesela PKK’nın silah bırakmasını yeterli görenler var. Bu tabii ki iyi olur. Biz en baştan beri şiddetin sonuç vermeyeceğini savunduk. Bizim savunduğumuz barış yolunda siyasal mücadeleydi. Çünkü şiddet bir sorunu çözmedi, her iki taraf da bedelini çok ağır ödedi.Birkaç gün önce Altan Tan, ‘Kobane eylemlerinde şiddete engel olmalıydık. Bunu yapamıyorsak bırakalım bu işi.’ minvalinde açıklamalar yaptı. Sizce BDP’nin şiddeti önlemede etkisi ne kadar?Sokağa hâkim olmak kolay değil. Öfkeli kalabalıkların sokağa çıktığı zaman nereye varacağı belli olmaz. Ama partinin etkisi tabi ki olur. Altan Tan’ın söylediklerini son derece olumlu buluyorum. Bahçeli’nin ülkücü gençleri sokağa dökmemek için gösterdiği çabaları hep olumlu buldum.Kobane’de yaşananlar Türkiye Kürtlerinde yeni bir duygusal kopuşa sebep oldu mu?Türkiye’nin Suriye politikasının iki ayağından biri Esad’ı devirmekti. Öteki ayağı da bence Kürtlerin orada bir statü elde etmelerine karşı duydukları kaygı. Sınır bölgesinde tampon bir bölge oluşturması talebinden kaygılıydılar. Türkiye bir zamanlar Irak’taki özerk yapıdan da kaygı duydu. Her ne kadar şimdi Irak Kürdistanı ile iyi ilişkileri olsa da zamanında bundan çok ürkmüştü. Aynı şey Suriye için de söz konusu. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye politikasının hedeflerinden biri de bunu önlemek. Nitekim Kobane meselesinde bir koridor açmamaları, orada IŞİD’le PYD arasındaki düelloyu Türkiye’nin seyretmesi bunu gösteriyor.PYD’nin PKK ile bağlantısı sebebiyle Türkiye’de halkın tepkisinin Kobane konusunda zayıf kaldığı söylenebilir mi?Kobane meselesini sadece PYD olarak görmemek lazım, orada bir halk var. Bütün olarak bakmak lazım. PYD ile PKK’nın ilişkisi var. Bu yalan da değil. Kaldı ki PYD de tıpkı PKK gibi yanlışlar yaptı. Oradaki diğer Kürt hareketlerinin çalışmalarını engelledi. Elinde silahla baskı yaptı onlara. Biz bunu hep eleştirdik. Suriye’deki Kürt halkının birlikte hareket etmesini savunduk. Kürtlerin kendi kendini yönetmesine ortam hazırlansın. Bu federal da olabilir, otonom bölge şeklinde de. Ne yazık ki PYD’nin politikaları yanlış oldu. Orada insanlar yüz binler halinde göçmen duruma düştü. Bu bir soykırımdır. Türkiye’nin bunu seyretmesi son derece yanlış ve acımasız. İlla öbür tarafa asker göndermesi gerekmiyor. Koridor oluşturulabilirdi.Henüz kimsenin konuşamadığı dönemlerde Kürt sorunuyla mücadele ediyordunuz. Bugüne gelindiğinde sizin bu tecrübeniz Kürt siyasi hareketi içinde dikkate alınıyor mu?Yurtdışından döndükten sonra da federal çözümden yanaydım. Dediğim gibi, etkili olanlar PKK tarafıydı. BDP kesiminde farklı fikirler olsa da sesini çıkarmadılar. Dolayısıyla bana karşı iyi niyetli olanlar, var. Selahattin Demirtaş bile geldiğimde hoş geldiniz diye aramıştı. Leyla Zana, Ahmet Türk, Altan Tan, Osman Baydemir ile ilişkilerim insanca ve iyidir. Ama bunlar da bana aşikâr destek veremez. Maalesef o kesim öyle. Bugün de parti olarak bana herhangi bir şey sordukları yok. Olup bitenlerle ilgili görüşümü sormak, katkımı istemek gibi bir tutumları yok.Hükümet tarafıyla ilişkileriniz nasıl?Hükümet kesimiyle de ilişkim yok. Onu da söylemeliyim. Geldiğimde hükümetin fikri galiba şöyleydi: Kemal Burkay şiddete karşı, silahların susmasında katkıda bulunabilir. Öyleyim elbette. Geldiğimde de söylemiştim. Koşullar bugün elverdiği için yurda döndüm. Amacım Kürt sorununun çözümüne ve demokratikleşmeye katkıda bulunmak. Ama bunu hükümet için yapmadım. Süreç içinde savunduğum görüşler devletin de hoşuna gitmedi. Bu arada tabi, Öcalan ile ilişkiler düzeldi. Böyle olunca ilişkiler Öcalan üzerinden ve Kandil ile diyalog kurarak yürütülmeye çalışıldı. Başka isimlere ihtiyaç duymadılar. Bence bu doğru değildi. Yani, Öcalan malum, İmralı’ya geldikten sonra önce Genelkurmay ile uyumluydu. Sonra askerin etkisi zayıflayıp hükümet güçlenince onlarla uyumlu hareket etmeye başladı.Buradaki karmaşaya alışmak zor31 yıllık sürgün hayatından sonra Türkiye’de dördüncü yıla yaklaştınız. Nasıl geçti burada zaman?Başlangıçta bazı illeri dolaştım. Memleketimi, Ağrı’yı… İlk geldiğimde bir süre İstanbul’da yaşadım. Partideki görevden dolayı Ankara’ya geçtim. Bu süre içinde memleketin birçok yerine gittim.Ankara’da yalnız mısınız?Evet. İstanbul’da iki kızım var. Onlar yurtdışına hiç çıkmadı. Üç çocuğum da İsveç’te yaşıyor. Altı ayda bir oraya gidiyorum, üç-beş gün kalıp hasret gideriyorum.Uzun İsveç yıllarından sonra Türkiye’de hâlâ alışamadığınız şeyler var mı?İsveç, oldukça sakin. İstanbul’un, Ankara’nın hatta öteki büyük şehirlerin kargaşası yok. Buradaki kargaşaya alışmak zor. ‘Buraya alıştın’ mı diye soruyorlar. Burası memleketim, zaten Türkiye’den gittim. Ama buralar çok büyümüş ve trafik çok ciddi bir sorun, Diyarbakır’da bile.Türkiye’ye ilk geldiğinizde devlet size dört koruma vermişti. Reddetmiştiniz. Bu süreçte koruma talebinde bulundunuz mu?Sonra bir meseleden dolayı tekrar verildi. Fakat Ankara’ya geldikten sonra ben istemedim. Türkiye siyasetinde herkes tehdit altında. Korumalarla dolaşmak hoş bir şey değildi.

Sevgili ailem karşı kıyıda savaş var

$
0
0
‘Burası Sakin, Karşı Kıyıda Cephe Var’, Fransız Kültür Merkezi’nde açılan bir serginin adı. Çanakkale Savaşı’nın ardından Bozcaada’da dinlenmeye çekilen Fransız askerlerinin ailelerine gönderdiği kartpostallarının da ana teması aynı zamanda. Bozcaada manzaralı kartpostalların arkasında hep aynı şey yazılı: Savaş ve bir türlü gelmeyen barışa duyulan özlem...25 Haziran 1915 tarihinde Bozcaada’dan Fransa’ya bir kartpostal gönderilir. Kartpostal, Gelibolu Yarımadası’nda savaşan ve dinlenme yeri olarak Bozcaada’da konuşlanan bir Fransız askerinden gelmektedir. Asker, muhtemelen Fransa’daki ailesine gönderdiği kartpostalın arkasına şunları yazar: “Seddülbahir cephesindeki Türk askerlerinin cesetlerini çiğneyerek İstanbul’u işgale gidiyoruz.” Seddülbahir cephesinin boşaltıldığı 6 Ocak 1916 tarihinde bir başka askerin yolladığı kartın arka yüzünde ise şunlar yazar: “İdeallerimizi istediğimiz gibi gerçekleştiremedik, her şeyi Türklere teslim ettik, gidiyoruz.” 18 Mart 1915’te yapılan deniz savaşlarında, İngiliz-Fransız ortak donanması büyük bir bozgunla geri çekilmiş, Osmanlı başkentini almak üzere sadece donanmanın gücünün yetmeyeceği, kara savaşlarıyla da savaşılması gerektiği ortaya çıkmıştı. Bu süreçte Fransız askerlerinin dinlenme bölgesi olan Bozcaada, Fransa’da yüzlerce ailenin ‘bir anda hayatlarına giren’ bir yer olmuştu. Aileler Bozcaada diye bir yer olduğunu öğrenmiş, fotoğraflarını görmüştü. Kartpostallar bahaneydi. Mühim olan bu manzaranın arkasındaki kısıtlı alana çok kısa da olsa yazılan şeylerdi. Her kelimeden bir anlam çıkarılacak, noktanın virgülün konumuna göre çocuk ya da eşlerinin halet-i ruhiyerlerine dair tahminlerde bulunulacaktı.Savaşın acımasız yüzünü ortaya çıkarırken diğer yandan da askerlerin günlük yaşamlarına ışık tutan kartpostallar, Bozcaadalı Hakan Gürüney’in özel olarak biriktirdiği koleksiyondan. Fransız askerlerine ait 300’den fazla kartpostal şimdi İstanbul Fransız Kültür Merkezi, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA) ve Bozcaada Yerel Tarih Araştırma Merkezi işbirliğiyle özel bir sergiye dönüştü. Fransız Kültür Merkezi’nde açılan ‘Burası Sakin, Karşı Kıyıda Cephe Var’ başlıklı serginin öyküsünü kendisi de adalı olan ve Bozcaada’ya dair hemen her şeyi biriktiren Hakan Gürüney anlattı. Bozcaada dinlenme mekânı... Gürüney, ön yüzünde Bozcaada görüntüleri olan kartpostalları toplamaya 1998’de İstiklâl Caddesi’ndeki bir sahaf dükkânından, çerçeve içinde dört adet kartpostalı satın alarak başlamış. Koleksiyonu öncelikle görsel yanı nedeniyle topladığını söyleyen Gürüney, onbeş yıldan beri, bütçesinin yettiği ölçüde satın aldığı Bozcaada görüntülü kartpostal adedinin 500’den fazla olduğunu anlatıyor.Seçilen kartpostallardaki ortak nokta Bozcaada (Tenedos) veya Çanakkale Savaşları ile Seddülbahir Cephesi’nden söz ediyor olmaları. Kartpostallarda yazılı bilgilerden Fransızların Bozcaada’yı yaralı askerlerin tedavilerinde, nekahat dönemi dinlenmelerinde, hastane inşaatı esnasında, yiyecek, araç-gereç tedarikinde kullandıkları belli oluyor. Aynı zamanda kartpostalların ön yüzünde basılı fotoğraflardan 1910’lu yılları gösteren bu Bozcaada fotoğrafları; yok olan yel değirmenlerini, kalenin içindeki cami ve evleri, kilisenin saat kulesini, fesli Türkleri, isimleri unutulmuş kişilerin teknelerini, miskin limanı, Türk-Rum mahallelerini ayıran dere yatağını, o dönem kullanılmış damga ve pulları, adaya çıkan İngiliz ve Fransız askerlerini, kalenin yıkılmadan önceki giriş kapısı gibi detayları görülebiliyor. Kartpostalların çoğunluğunun siyah-beyaz, bir kısmının ise sonradan renklendirildiğini anlatan Gürüney, “Tamamına yakını işgal döneminde kullanılmış. Kartpostalların arkalarındaki damgalardan hangi askerî birliğin, hangi tarihlerde Bozcaada veya savaş bölgesinde olduğunu anlayabiliyoruz.” diyor. Ailelere duyulan özlem en baskın duygu Kartpostalların askerler tarafından ailelerine ve sevdiklerine gönderildiğini anlatan Gürüney, “Askerlere dair kartpostallara yansıyan en baskın duygu ailelerine duydukları özlem. Savaş sırasında bile geride bıraktıkları ailelerini düşünüp endişeleniyorlar.” diyor. Çoğu sansüre uğramış kartpostallardan yasağı delip tüm gerçeklerden açıklıkla bahseden kartpostallar da var. 1915 yılında askerlerden birinin yakınına attığı kartpostal şöyle mesela: “Siperlerin dışında bir yaşamı tekrar görebilmenin ne kadar iyi olduğunu bir bilebilseydiniz. Bozulmaya başlayan ceset kokularını teneffüs etmiyor ve özellikle de cesedinin üzerinde böceklerin vızıldadığı bir arkadaşının üzerinde uyuya kalmıyorsun...” Savaşa katılan komutan ve savaşı takip eden gazetecilerin yazdıkları kitaplar, dergi ve gazetelere verdikleri makaleler de Bozcaada Yerel Tarih Müzesi koleksiyonunda bulunuyormuş.Peki Gürüney’in bu merakından haberdar olup asker yakınlarından kartpostal gönderen birileri olmuş mu? Gürüney, “Bunun için projenin bilinir olması gerekiyor. Henüz o aşamada değil.” diyor. Çanakkale Şehitler Abidesi’nin de bulunduğu Morto Koyu’nda (Fransız askerlerinin çıktığı ilk nokta) Fransız mezarlığı bulunduğunu hatırlatan Gürüney, “Ailecek yaptığımız ziyaretlerden birinde mezarlıkta bulunan Fransız asker isimlerini not almıştım. Kartpostal yollayan askerlerden herhangi birinin ismine rastlayamadım.” diyor.Aslında kartpostallar Gürüney’in yıllarını vererek kurduğu Bozcaada Yerel Tarih Müzesi koleksiyonunun yalnızca bir kısmı. Bozcaada’yı işgal altında tutan Fransızlar, Ayazma Tepesi’nde, Habbele Ovası’nda, Habbele Tepesi’nde ve Ova mevkiinde çeşitli büyüklüklerde dört adet havaalanı kurmuş. Bozcaada’da kullandıkları uçak model ve resimleri, Bozcaada’daki havaalanlarında çekilmiş fotoğraflar ve havacılıkla ilgili malzemeler de Gürüney’in koleksiyonunda var. Seddülbahir cephesindeki savaşlara yaklaşık 75 bin kişilik bir orduyla katılan Fransa’nın Kirte ve Kerevizdere bölgesinde 13 Temmuz 1915 tarihine kadar süren savaş boyunca siperlere gömülmüş ölü, yaralı, tutsak 47 bin askerini kaybettiğini söyleyen Gürüney’in anlattıklarına göre Fransa’nın kendi ülkesinden getirdiği askerler dışında çeşitli sömürge ülke askerleri, Senegal ve Kuzey Afrika ülkelerinden Cezayir ile Fas’tan toplanmış ZUHAF askerleri savaş süresince Bozcaada’nın farklı bölgelerinde konuşlanmış. Mevcut koleksiyonda Fransız ve Osmanlı ordusuna ait sergilenen örnekler arasında bu askerlerin kullandıkları kıyafetler, madalyalar, patlamış ve patlamamış bombalar, mermiler, kılıç ve süngüler, şarapnel parçaları, dikiş malzemeleri, tütün paketleri, yara bantları, sargı bezleri, Senegal asker palası gibi materyaller de bulunuyor. Koleksiyonculuğa deniz kabuğu biriktirerek başlamış Gürüney de diğer birçok koleksiyoner gibi çocukluğundan beri ne bulursa biriktiren biri. 1961 İstanbul doğumlu Gürüney’in bilimsel ilk koleksiyonu Türkiye Deniz Kabukları üzerine. Bozcaada serüveni de deniz kabukları koleksiyonunu oluşturduğu sırada başlamış. Bulgar hududundan Suriye hududuna kadar bütün sahillerde dalış yapıp deniz kabuğu koleksiyonu oluşturan Gürüney, endemik bir tür olan ve sadece Bozcaada’da bulunan bir deniz kabuğunun peşinden ilk kez 1992 yılında Bozcaada’ya gitmiş. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde iki yıl kadar çalışırken Bozcaada ile ilgili bine yakın belge bulması, onu bambaşka bir yola sokmuş. Rumca öğrenip adalı Türk ve Rum vatandaşlarıyla röportajlar yapması ada tarihine olan merâkını iyice artırmış. Bir süre sonra adalı vatandaşlar kendisine binlerce fotoğraf ve obje armağan etmiş. Bu materyaller ve insan hikâyelerinden oluşan koleksiyonu, 4 Ağustas 2006’da Bozcaada Kaymakamı Bilal Bozdemir tarafından kendisine tahsis edilen 1876 yapımı bir Rum binasında müze haline getirilmiş. Gürüney’in koleksiyonunun kartpostallardan oluşan kısmı ise Fransız Kültür Merkezi’nde aralık ayına kadar görülebilir. Kartpostallardan... -Sevgili kuzenim, La Coudre’dan haber aldım. Kerevit tutmaya gittiğinizi ve çok eğlendiğinizi duydum. Eğlenmek için ben de sizlerle beraber olmak isterdim. Çünkü bulunduğum bu vahşi memlekette tam aksi bir (okunmuyor) Burada kimse yok, buna karşın göz alabildiğine uzanan çok güzel bir deniz var. Satırlarıma seni, teyzemi ve amcamı tüm kalbimle öperek son veriyorum. Seni seven kuzenin... (Champs’dan Yonne Matmazel Suzanne Letourneau’ya) -Tavırlarında hiçbir kibarlık emaresi yok. Tam güneyli rahatlığıyla rahatsız ediciler. Üstlerinde suçlamalardan kaçma ve parlamento nişanı göstererek gazetecilik yapma arzusunun birleşimi bir hava var. Zaten postaneye girip çıkmaktan başka bir şey de yapmadılar... (Bu mektup, bölgeyi ziyaret eden Fransız siyasetçilere dair yazılmış.)-Bölgeyi biraz görebiliyoruz. Yunanlılar. İyisi yok. Hepsi haydut ve hırsız. (Müslüman nüfusun büyük kısmı Yunanistan işgali sırasında bölgeyi terk etmişti. Adada Rumların hâkimiyeti vardı)-Türklerden buraya henüz top atışı olmadı ve olmamasını umuyoruz...

Ney ve tanbur Nevâ makamında - [Haftanın Albümleri]

$
0
0
Ney ve tanbur… Türk klasik musikisini en iyi ifade eden ilk iki sazın adı sorulduğunda çoklarının vereceği ilk cevap, herhalde bu ikisi olurdu.Çünkü onlar Türk klasik musikisinin en kadim ve en dost iki sazı... Neyzen Salih Bilgin ve tanburi Murat Aydemir de bu sazların ülkemizde önde gelen isimleri. İki isim, Nevâ isimli çok özel bir çalışmaya imza attı. Klasik icranın, ihtişamı sâdeliğinde gizli büyüsünü keşfetmiş bir yorum anlayışıyla, her türlü ‘akrobasi’den uzak, olması gerektiği gibi yorumlamışlar eserleri. Salih Bilgin-Murat AydemirNevâYenikapı Müzik Karadeniz’e Kalan’lara devam Geçtiğimiz yıl Kalan Müzik tarafından yayınlanan Karadeniz’e Kalan isimli albüm büyük ilgi görmüştü. Gördüğü yoğun ilgi sebebiyle devam edilmesine karar verilen albüm serisinin ikinci çalışması Karadeniz’e Kalan-II yayınlandı. Serinin ikincisinde tamamı yeniden düzenlenip kaydedilen kırk eser; Ahmet Aslan, Apolas Lermi, Ayşenur Kolivar, İhsan Eş, İlknur Yakupoğlu, Pinhani, Selçuk Balcı, Koliva, Marsis, Volkan Konak, Volkan Arslan gibi tanınmış sanatçılar ve genç kuşaktan başarılı isimler tarafından seslendirilmiş. Sevilen eserlerin yanı sıra unutulmaya yüz tutmuş eserlerin yer almasına da özen gösterilmiş. Karadeniz’e Kalan-IIKarmaKalan Müzik Cem Adrian’dan uzun bir mektup Cem Adrian müzik dünyamızda kendine has tarzı olan özgün bir isim. Yaptığı çalışmalarla her zaman nevi şahsına münhasır bir müzisyen olduğunu gösteriyor. Profesyonel müzik kariyerinin 10. yılında Sana Bunları Hiç Bilmediğin Bir Yerden Yazıyorum isimli yeni albümüyle karşımızda. Yine tüm söz, müzik ve aranjelerin sanatçıya ait olduğu albüm, daha agresif soundu ile hem tanıdık hem de başka bir Cem Adrian albümü. Albümün sürprizleri ise Şebnem Ferah ve Sagopa Kajmer düetleri. Cem AdrianSana Bunları Hiç Bilmediğin Bir Yerden YazıyorumDokuz Sekiz Müzik Karadeniz’e Kalan-IIKarmaKalan Müzik

ZAMAN'ın reklam filmindeki gizemli ses, Özgür Taylan Ölmez: Adım Özgür, nasıl özgürlükten yana olmam

$
0
0
Zaman’ın yeni reklam filminde 'Sıkılsın' şarkısını kimin söylediği ile ilgili çeşitli tahminler yapıldı. Şarkıyı müzik dünyasının yakından tanıdığı Taylan Özgür Ölmez okudu. “Dinledikten sonra hemen duygusunu hissettim. Bir kerede okumayı bitirdim.” diyen Ölmez’e eşi, "Kendi albümündeki şarkılardan bile iyi yorumlamışsın." demiş. Ölmez, gelecek tepkileri göze alarak projede yer aldığını söylüyor: "Adımın ne için ve nasıl konulduğunu çok iyi biliyorum. Özgürlük meselesinde bugün burada olmam gerekiyordu."“Sen çalış! Olmazsa âlem sıkılsın! Yardıma koşmayan kalem sıkılsın! Kanatlan üveykim hele kanatlan! Çatlarsan bir yerde yollar sıkılsın!” Şimdilerde birçok kişinin diline dolanan bu sözler Zaman’nın yeni reklam filminden. ‘Zaman Özgürlük Zamanı’ sloganıyla herkes için özgürlük vurgusu yapan reklamın söz ve müziği de konuşuluyor. Birçok kişi Fethullah Gülen’in yazdığı ve Bülent Kars’ın bestelediği ‘Sıkılsın’ adlı şiire ses veren gizemli kişiyi merak ediyor. Güçlü ve etkileyici bu yorumun sahibi aslında Türkü dostlarının yakından tanıdığı bir isim: Taylan Özgür Ölmez. Nihayet ve Dem isimli iki albümü var. Özellikle türkülerden oluşan ve bu yılbaşında çıkan Dem isimli albümü müzikseverlerin büyük beğenisini kazanmıştı.Reklam filmini konuşmak için bir araya geldiğimiz sanatçıyla müzik hayatından Türkiye’nin gündemine kadar birçok şeyi konuştuk. Taylan Özgür Ölmez, 1978 Dersim doğumlu. Müzik kabiliyetini ilkokul yıllarında öğretmeninin keşfettiğini söylüyor. Ancak öğreniyoruz ki aslında bu yetenek genetik bir durum. Çünkü ailedeki hemen herkesin sesinin güzel olduğunu söylüyor müzisyen. Çiftçilikle uğraşsa da dedesinin aslında bir ozan olduğunu ve bağlama ve kavalını kendisinin yaptığını anlatıyor. Küçükken hep dedesinden kulağına gelen melodilerle beslenmiş. Birçok türküyü de ilk onun ağzından dinlemiş.Sonrasında babası İstanbul’a gelerek bir türkü evi işletmeye başlamış. Taylan Özgür Ölmez, utandığı için başkalarına şarkı ya da türkü söyleyememiş. Onu bu yolda cesaretlendiren hikâye ise oldukça ilginç. “Sabahları babamın işlettiği mekânı temizlemeye gittiğimde kimse yokken kendi kendime türkü söylüyordum. Bir süre sonra çevredeki insanlar ya da yoldan geçenler oturup beni dinlemeye başladı. Her gün beni dinlemek için gelenler vardı. Bu kendime olan güvenimi artırıyordu. Artık daha rahat söylemeye başladım.”Müzik yolunda yürümek isteyen Ölmez, önce ASM müzik merkezinde bağlama dersleri, Akademi İstanbul’da şan eğitimi ve Pera Güzel Sanatlar’da da oyunculuk eğitimi almış. Sonra okul arkadaşlarıyla bir grup kurup sahneye çıkmaya başlamış. “Belli bir zaman sonra sahne deneyimiyle kendime güvenim arttı. İnsanlar sadece beni dinlemeye geliyordu.” diyen müzisyen şimdilerde “çok acele ettim” dediği ilk albümü ‘Nihayet’i yayınlamış. Birçok önemli ismin eserini seslendirdiği ikinci albümü ‘Dem’e kadar İsmail Altunsaray, Orhan Ölmez, Ali Yılmaz gibi birçok ünlü isimle çalışmış. Konserlerine yurtiçi ve yurtdışında devam ediyor.Şarkıyı ruhumda hissettimReklam filminde yer almasının hikâyesi ise şöyle: Teklif sanatçı İsmail Altunsaray vesilesiyle gitmiş. Reklam filmi projesi için dinlemek istemişler. O da ilk önce albümlerini göndermiş. Albümlerini dinler dinlemez çok beğenmişler ve doğru sesin o olduğuna karar vermişler. Sonrasında stüdyoya gitmiş sanatçı. Hikâyenin gerisini ondan dinleyelim: “Şarkıyı dinledikten hemen sonra duygusunu hissettim. Sözleri beni çok etkiledi. Doğru zamanda orada olduğum için o ruhla söyleyebildim. Çünkü benim için de bunları söylemenin zamanıydı. Doğru bir zamanda Zaman reklamı denk geldi. Zamanın eli değdi bize. Girip bir kerede okumayı bitirdim. Sonra da tam halini okudum.” İlk başta bu kadar beğenileceğini tahmin etmemiş Özgür Taylan Ölmez. Kendisine gelen tepkiler çok olumlu olmuş. “Önce ailecek dinledik. Herkes çok beğendi. Hatta eşim, ‘Albümündeki şarkılardan bile güzel yorumlamışsın.’ dedi. Demek ki hissederek ve özümseyerek okuyunca, yürekten çıkınca insanlar da hissetti.” diyor.Reklamın özgürlüğe vurgu yapmasının kendisi için ayrı bir önemi olduğunu söylüyor. Sanatçı, bugün birçok insan gibi, Türkiye’de özgürlüklerin giderek kısıtlandığı görüşünde. “Referandum sürecinde her şeyin daha iyiye gideceğine dair bir inancımız vardı. Aile içindeki karşıt görüşlü insanlar bile yumuşamıştı. Sonra bir anda her şey değişti. İnsanların eski korkuları yeniden geldi ve güven kaybı oldu. Babası tarafından aldatılmış çocuk durumuna düştük. Eski devleti yeniden görmeye başladık.” diyen sanatçıyı Gezi süreci ve sonrasında yaşananlar çok üzmüş. Özellikle Berkin Elvan için Erdoğan’ın söylediği sözlerin kendisini çok yaraladığını dile getiriyor: “Özgürlükler kısıtlanınca Gezi’de büyük bir toplumsal patlama oldu. Sonrasında da çok üzücü şeyler yaşandı. Özellikle dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Berkin Elvan’ın acılı annesine söylediği sözler içimi kanattı. Maalesef şu anda çok ayrıştırıcı bir dil kullanılıyor. İnsanların kutuplaştırılması için birileri elinden geleni yapıyor. Allah sonumuzu hayırlı etsin. Hiç iyiye gitmiyor.”Reklam filminde yer alması durumunda çevresinden bazı eleştiriler alacağını bildiği halde evet dediğini anlatan sanatçı, “Adımın ne için ve nasıl konulduğunu çok iyi biliyorum. Özgürlük meselesinde bugün burada olmam gerekiyordu. Çevremdeki bazıları beni eleştirebilir ancak ben böyle görmüyorum. Eğer insanı merkeze alamazsam söylediğim türkülere ihanet etmiş olurum. Birbirimizi eleştireceğiz ama aynı masaya oturmayı bilmeliyiz. Sanatçılar olarak görevimiz toplumu germek değil, birleştirmek. Benim örnek aldığım âşıklar, zalimlere sözünü söyledi ama toplumu germek için değil, gönüllere girmek için.” diyor.Sanatçılar sessiz kalmamalıTürkiye’de günümüzde toplumsal bir paranoya halinin yaşandığını düşünüyor müzisyen. Sanatçıların toplumun bu dar gününde halkın sesi olması gerektiğini vurguluyor. “Gerçek sanatçıların her kötü dönemde bayraktarlık yapmaları, duyarlı olmaları gerek. Bakıyorum ki bazı sanatçılar konserlerim iptal olur, televizyona çıkamam korkusuyla sessiz kalmayı tercih ediyor. Ben bunlardan korkmuyorum. Çünkü adım bana korkmamayı salık veriyor. Bir duruşumun olması gerekiyor. Adım Özgür, nasıl özgürlükten yana olmam!” diyor. Eskiden TRT’deki programlara davet edildiğini, son dönemde yaşanan olaylardan sonra birçok sanatçı gibi engellemelere maruz kaldığını anlatıyor: “Artık insanlar müziğiyle değil, düşünceleriyle seçiliyor. Twitter, Facebook’tan ne yazmış diye bakılıyor. Alevi olduğunu saklaman gerekiyor. Son çıkan yasalarla insanlar sindirilmeye çalışılıyor. 80’li yıllara, darbe yıllarına doğru bir gidiş var. Yurtdışına konsere gittiğimde daha iyi görüyorum ki ülkemiz dışarıdan da çok kötü görünüyor. İnsanlar Türkiye’de yaşayanlar için endişelendiklerini söylüyor.”Herşeye rağmen bu süreçten çıkılabileceği ümidini taşıyor ve bir yol olduğunu söylüyor Taylan Özgür Ölmez. O da çok hızlı bir şekilde insanlık paydasında yeniden buluşabilmek. “Ben insana insan olarak bakılması gerektiğini düşünüyorum. Bütün sorunlar insan olabilme yeterliliği ve vasıflarıyla karşındakine empati yapmakla çözümlenecek. Muhalefetin, toplumun bütün dinamiklerinin, sağcısından solcusuna, Alevi’sinden Sünni’sine herkesin aklıselim bir şekilde birleştirici olması gerek. İnsan-ı kamil duyarlılığıyla birliktelik sağlanabilirse bu işten çıkarız. Başka da bir çözüm yolu yok gibi görünüyor.”

Kalaycı Hadime: Bakır zenginde olur

$
0
0
Bir dönemin gözde mesleklerinden kalaycılık, Hadime Şengül’ün ellerinde yeniden hayat buluyor. Gelişen teknolojiye rağmen ekmeğini kalaycılıktan çıkardığını söyleyen Şengül, en çok rağbetin lokantalardan geldiğini belirtiyor ve “Eskiden bakırı satar, elden çıkarırlardı ancak insanlar şimdi yeniden bakıra dönüyor.” diyor.Hadime Şengül, yaklaşık 10 yıldır kalaycılık yaparak evinin ekonomisine katkıda bulunuyor. Bu süre içerisinde İstanbul’un muhtelif yerlerinde çok sayıda müşterisi olmuş. Müşteriler telefonla haber veriyor, Şengül de ya otobüsle ya da dolmuşla tezgahını yüklenip çağırılan adrese gidiyor. Dört çocuk annesi olan Şengül, bakırın daha sağlıklı olduğunu dikkat çekerek, insanların tercih ettiği metal olmaya devam ettiğini belirtiyor ve bu düşüncesini de şu cümlelerde destekliyor: “Şimdi çelikler, camlar çıktı. O da hastalık yapınca bakıra daha çok önem veriliyor. Bakır sağlıklı olduğu için bakırı kullanıyorlar.” Kalaycı Şengül’e kalaylama işi daha çok lokantalardan çıkıyor. Evde kullanılan bakır kapların bir sene dayandığını söyleyen emektar kalaycı, bakır kapların daha çok kullanıldığı lokanta ve restoran gibi yerlerde ise her 3-4 ayda bir bu kapların kalaylanması gerektiğini belirtiyor. ‘BAKIR ZENGİNDE OLUR’Bakır kapların daha çok zengin muhitlerde kullanıldığını vurgulayan Şengül, “Zenginlerde bakır olur, fakirlerde olmaz. Zenginler kullanır, fakir ne kullanacak? Fakirde kalmışsa var. Şimdi zenginler bakırı alıyor süs yapıyor, antika olarak kullanıyor. Bakır sağlıklı olduğu için daha çok zengin bölgelerde olur. Fakir semtlerde olmaz. Orada çelik çıkar. Çaydanlık, kırk kaplar çıkar, onları kullanırlar. Bunlar fakirlerde olmaz.” diyor. ‘GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİ BU MESLEĞİ YAPMIYOR’ Hamide Şengül, gençlerin kalaycılığa önem vermemesinden de yakınıyor. Kalaycılıkla uğraşanların giderek azaldığını dile getiren Şengül, eski bakır ustalarının ölmesiyle bu meslekle uğraşanların giderek azaldığını belirtiyor. Şengül, “Eskisi gibi fazla çıkan kalaycı olmaz. Neden diyeceksin? Yaşlılar öldü. Gençler öğrenirse öğrendi, öğrenmese okula gidiyor. Başka mesleğe yöneliyor. Bu işe tenezzül eden yok yani. Varsa eskiler bu işi yapar. Gençler yapmaz bunu.” ifadelerini kullanıyor.Kalaylama ücretinin genelde parça üzeri olduğunu ifade eden Şengül, parça fiyatının ise büyüklüğüne göre 2 ile 5 lira arasında değiştiğini söylüyor.'DAHA 20-30 SENE BU MESLEĞİ YAPACAĞIM'İşe devam etme konusunda ise Şengül, kendinden emin görünüyor. Yaşının daha 45 olduğunu hatırlatan emektar usta, “Belki 20-30 sene daha sürer. Daha bayağı gider. O da bize iş çıkarsa.” diyor ve kalaycılık işinin, bakıra olan ilginin artmasıyla daha çok devam edeceğini ileri sürüyor. Şengül, “ Kalay batmaz zannedersem. Git gide ilerliyor. Batacağına çıkıyor bakır. Bundan 5 sene evvel, bakırı satardılar, şimdi tekrar bakıra döndüler. Bakırı tekrar alıyorlar, Eskiye döndüler.” diyor. 'VATANDAŞ'TAN KALAYCI HADİME'YE ÖVGÜ'Kalaycı Hamide Şengül’ü çalışırken seyreden vatandaşlardan Hasan Kunu ise bu mesleğin eski bir esnaf mesleği olduğunu söylüyor. Kunu, Şengül’ün kalaylama performansına ise tam puan veriyor. Kunu, “Bu sanat eski bir sanattır; iyi bir esnaf sanatıdır. Ama çini çanaklar çıktı, bunun davası bitti. Ama tek tük çıkıyor. Ablamız sanat sahibi. Bunu her adam her kadın yapamaz. Bunun ustalığı zordur.” şeklinde övgüde bulunuyor.

Onlara her yer ‘yanlama’

$
0
0
Yaklaşık 60 yıllık bir geçmişe sahip olan ‘drift’, Türkçe karşılığıyla ‘yanlama’ Türkiye’ye geliyor. 26 Ekim Pazar günü Ankara Eski Otobüs Bakım Şefliği’nde gerçekleştirilecek eğlenceli, bir o kadar da ilgi çekici yarışma öncesinde Türkiye’deki yanlama kültürünü ve incelikleri araştırdık.Çıkardıkları lastik sesleriyle tanınan yanlamacılar (driftçiler) Ankara’da özel olarak hazırlanacak parkurda bir araya gelmeye hazırlanıyor. Bu kapsamda Ralli şampiyonu Lübnan’ın yetenekli pilotu Abdo Feghali’de motor sporlarına gönül verenlerin karşısına çıkacak. Yarış, 26 Ekim Pazar günü Ankara Eski Otobüs Bakım Şefliği’nde, Red Bull’un sponsorluğunda gerçekleşecek. Peki, nedir bu yanlama (drift)? Nasıl başlı başına bir spora evrilmiş, ne zaman prestijli motor sporları etkinliklerine konu olmaya başlamış? Anavatan Japonya!İlk kez 60’lı yıllarda Japonya’da doğan drift sporu, Japonya’nın dar dağ yollarında keskin virajları daha kısa yoldan dönmek isteyen şoförler tarafından icat edildi. Driftin anavatanında, yanlama ilk zamanlar bilinmeden yapılıyordu. Japonya’daki patikalarda A noktasından B noktasına daha hızlı gitmenin yollarını arayan yarışçı grupları, dağlık ve keskin virajlardan inerken süre kazanmak adına frene basmak yerine drift yaparak lastiklerinin tutuş limitlerini zorluyordu. Sonuç bekledikleri gibi olmadı, fakat farkında olmadan yeni bir spora can vermişlerdi. Böylece 40 yıl önce driftin temellerinin atılmasını sağladılar. Yarışların daha sonra en uzun drift yaparak gitme şeklini almasıyla da püf noktaları işin içine girdi. Bir otomobilin drift için jantlarının minimum 17 inç ebatında olması gerekirken ince yanak lastikler kullanılmasının avantajlı olduğu da deneme yanılma yöntemiyle öğreniliyordu. Ayrıca arkadan itişli bir aracın diğer otomobillere oranla öne çıktığı ve motorun da güçlü olması driftin önemli detayları arasına adını yazdırdı. El freniyle yanlama driftin en çok uygulanan tekniği şeklinde bilinse de yarışlarda ağırlık transferiyle yanlama, güçle yanlama, debriyajla yanlama ve hızla yanlama da sıklıkla kullanılıyor.Altmışlı yıllarda Japonya’da başlayan bu hikâye, asıl ivmeyi ülkede düzenlenen All Japan Touring Car Championship yarışları ile kazandı. Yarışı birinci bitiren sürücülerden biri, patikalarda öğrendiği bu havalı numarayı kutlamasına katmayı akıl etti. Lastikler yanarken, çıkan duman seyircilerin coşkusunu ikiye katladı.İzleyenlere sunduğu görsellik ve sporculara yaşattığı heyecan nedeniyle drift, giderek bir tutkuya dönüştü ve Japonya’dan tüm dünyaya yayıldı. Virajı dönen otomobilin merkezkaç kuvvetine direnemeyip yana doğru kaymaya başlaması nedeniyle Türkçeye yanlama olarak geçen drift, genel olarak gösteri amaçlı bir spor olarak kabul ediliyor. Yıllar içinde trafiğe kapalı otoparklarda buluşan drift tutkunları, hünerlerini sergileyerek fizik kurallarına meydan okudukça drift meraklılarının sayısı da arttı ve 2005’te Red Bull ilk Car Park Drift yarışını gerçekleştirdi. Hem amatör hem profesyonel yanlama sporcularına açık yarışma, Ortadoğu coğrafyasının favori sporları arasında yer alan drift’e profesyonel bir yarış atmosferi katıyor. Yanlaya yanlaya dünyaya yayıldılar80’lı yıllarda Japonya’da popülerliği artan driftin dünyaya kendini kabul ettirmesi için 90’ların başlaması gerekiyordu. 1996’da ABD’de Option Dergisi’nin California’daki Willow Springs Yarış Pisti’nde düzenlediği organizasyonla yanlama dünya çapında resmiyete dökülürken yarışı Honda Civic marka otomobilin kazanması drift severleri şaşırtmayacaktı. Çünkü Japonya’da da genellikle Japon menşeli Toyota, Nissan, Subaru, Mazda ve Mitsubishi gibi hafif veya orta ağırlıkta, arkadan itişli, Coupe veya Sedan araçlar zirveye çıkıyordu. ABD’deki etkinliğin ardından Kuzey Amerika, Avustralya ve İngiltere’de de drift için adımlar atıldı ve ada ülkesinde ilk organizasyon 2002 yılında OPT Drift Club sponsorluğunda gerçekleşti. Yıllar içerisinde bu kulüp önce Autoglym Drift Championship, daha sonra D1 adını alarak ulusal seri haline dönüştürülürken Japonya’nın dışında Malezya, Avustralya ve İrlanda, D1 Grand Prix markası ile driftin yaygınlaşması için yardımcı oldu. İngiltere bir atak daha yapıp Formula-D yarışlarını organize ederken Yeni Zelanda da aynı formatı ülkesinde uygulamaya başladı.Güvenli yanlama: Red Bull Car Park DriftÖzellikle dünya çapında yerel etkinliklerin sayısı bir hayli artarken Red Bull 2005 yılında devreye girerek önemli bir işbirliğine imza attı. Bu anlaşma ile birlikte drift yarışları, sokaklar yerine güvenli alanlara taşınırken böylece olası kazaların önüne geçildi. Red Bull Car Park Drift adı verilen organizasyonla trafiğe kapalı otoparklarda buluşan drift tutkunları, hünerlerini sergileyerek fizik kurallarına meydan okudukça yanlama meraklılarında büyük artış yaşandı. Bu sayede de amatör ve profesyonel yanlama sporcularına açık organizasyon, Ortadoğu coğrafyasının favori sporları arasında yer alan drifte profesyonel bir yarış atmosferi katmayı başardı. Sokakların asi çocukları Başkent’te Çıkardıkları lastik sesleriyle tanınan driftçiler (yanlamacılar) bu kez Ankara’da özel olarak hazırlanacak parkurda bir araya gelmeye hazırlanıyor. 26 Ekim’de Ankara Eski Otobüs Bakım Şefliği’nde gerçekleştirilecek Red Bull Yanlama, Türkiye’nin dört bir yanındaki drift tutkunlarını, yanlama kültürünün köklü olduğu Başkent’te ağırlayacak. Yanlamacılar, modifiyeli Tofaşları ve diğer araçlarıyla boy gösterecek. Farklı mekânlarda genellikle küçük gruplar halinde yanlayanlar bu kez trafiğe kapalı alanda, drift sporunun dünyaca ünlü isimleri tarafından tasarlanan profesyonel turnuva ortamında hünerlerini sergileyecek. Etkinlik kayıtları 22 Ekim Çarşamba günü saat 16.00’da kapanırken, 18 yaş üstü herkes redbull.com/yanlama web adresi üzerinden kayıt yapabilecek. Yarışmacılar, 25 Ekim’deki elemelerde ilk 16 arasına girmek için lastik yakacak. 26 Ekim’deki final günündeyse 16 finalist, Türkiye’nin en iyi yanlayanı olmak için ter dökecek. Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu’nun da desteklediği yarışmayı kazanan sürücü kasım ayında Dubai’de Red Bull Car Park Drift kıta finalinde yarışacak. Guinness ekibinin alkışladığı adam Bir yarışçı düşünün ki; yer aldığı organizasyona her anlamda katkı sağlasın. Parkurların hazırlanmasından yarışın elçiliğine kadar her işte sorumluluk bilinciyle hareket etsin. Üstelik sayısız kupa kazanmasına, adını Guinness Rekorlar Kitabı’na yazdırmasına karşın mütevazı tavırlarıyla etrafındaki herkesin beğenisini kazansın. Red Bull sporcusu Abdo Feghali’den bahsediyoruz. Ralli şampiyonu unvanıyla dâhil olduğu drift yarışlarında efsaneleşen Lübnan’ın yetenekli pilotundan... İşte bu isim 26 Ekim Pazar günü Ankara’da motor sporlarına gönül verenlerin karşısına çıkacak.Takvim yaprakları 15 Şubat 2013’ü gösteriyordu. Feghali, bu kez kupalarına bir yenisini eklemek için değil, rekor adına piste adım atmıştı. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Abu Dhabi kentindeki Yas Marina pistini seviyordu. Daha önce de burada drift rekoruna adını yazdırmıştı. Feghali, Chevrolet Camaro’sunun direksiyonuna geçtiğinde, seyircinin yeni bir rekor beklentisinin farkındaydı. Nitekim öyle de oldu, Guinness Dünya Rekorları ekibi 14,18 dakikada 11 bin 180 metrelik performansıyla yeni en uzun drift rekorunun sahibi olan Feghali’yi aracından indiğinde alkışlıyordu. 11 bin 180 metre, aynı zamanda önceki rekorun iki katı olması sebebiyle Feghali için farklı bir anlama sahipti.

İzin verirseniz eleştirebilir miyim efendim?

$
0
0
Bu memlekette bazı kavramların nasıl tersyüz edildiğinin örneklerinden biri de ‘eleştiri yapıcı olmalı’ lafıdır. Ortaya çıkan feci durumlarla ilgili olarak söyleyecek hiçbir sözü olmayanların sığınağıdır bu laf. Oysa tam tersine eleştiri yıkıcı olmalıdır. Yıkılması gereken o çürük ve değersiz şeyi ortadan kaldıran eleştiri, amacına ulaşmış demektir.Doğrusunu isterseniz bu hafta yazılabilecek her konu insanın içine sıkıntı verecek nitelikte. Üstelik bu yeni ve ilginç bir durum da değil, biz hep böyle yaşıyoruz. Oysa özellikle gazetelerin haftasonu eklerinde hayata biraz daha keyifli tarafından bakma amacı egemendir. Hatta bu eklerin büyük ölçüde bu amaçla çıkarıldığı bile söylenebilir. Kuşkusuz Zaman’ın kendisi gibi ekleri de ayrı bir yerde duruyor medya dünyamızda ama bu genel yargının geçerliliğini kabul etmeliyiz.Peki o zaman ne yapacağız? Yaşadığımız sıkıntıları biraz da mizahi yönünden ele alacağız. O da kolay iş değil ama hiç değilse arada minik serpintilerle biraz gülümsemeye çalışacağız.Biliyorsunuz bu memlekette bazı şeyler çok hızlı bir değişim içindeyken başka bazılarının da hemen hiç değişmemesi gibi açıklanması zor bir durum var. Sözgelimi, Soma faciası sonrasında edilen onca lafa karşın hemen hiçbirşeyin değişmeyeceğini gününde yazmıştık. Birkaç ay içindeki gelişmeler bunu harfiyen doğruladı.Ülkemizi çok derinden etkileyen, canyakıcı birtakım sorunlarla ilgili olarak ne yazık ki çözüm yönünde pek adım atılamıyor. Her sorunla ilgili olarak çok fazla konuşuluyor, neredeyse hiç denilecek kadar az iş yapılıyor. Dönüp dolaşıp aynı yere varmamızın nedeni bu.Geçen haftanın gündeminde elbette ki Milli Takımın başarısızlığı önemli bir yer tuttu. Deplasmanda 320 bin kişilik bir ülkenin takımından 3 gol yemenin sarsıntısı geçmemişken evimizde Çek Cumhuriyeti yenilgisi ve deplasmanda da Letonya’yı yenememek, ‘kesin gideriz’ gözüyle baktığımız 2016 Avrupa Şampiyonasında da seyirci kalacağımız anlamına geliyordu.Daha önce defalarca yaşadığımız bir durum bu. Gerçi daha 3 maçta havlu atma durumunu hemen hiç görmemiştik. Üstelik, katılacak takım sayısının 16’dan 24’e çıkması ile neredeyse işi garanti gördüğümüz dönemde bu tam bir yıkım oldu. Bundan sonra ‘şöyle olur da 2016’ya katılabiliriz’ türünden masalların kimseye eğlenceli gelmeyeceği ortada.Bu başarısızlık nedeniyle kaçınılmaz olarak bir iç kapışma gündeme geldi. Başarısızlığın en “görünen” sorumlusu olan Fatih Terim’e sert eleştiriler yöneltildi. Unvanından aldığı paraya kadar pek çok durum masaya yatırıldı. Futbol Federasyonu da hocasına sahip çıktı. Gerçi o federasyona kimin sahip çıkacağı sorusu yanıtsızdı ama olsun!TFF’nin bu sahip çıkma kapsamındaki sözleri çok eğlenceliydi. Sanki göreve yeni gelmişler gibi futbolumuzu belirsiz bir gelecekte düzeltmekte kararlıydılar! Eleştirilerin de yapıcı olmasını istiyorlardı. Bu “yapıcı eleştiri” lafına bayılırım. Çünkü herkesin olağanüstü bir kolaylıkla onayladığı, buna karşılık hiçbir anlam taşımayan bir laftır.“Majestelerinin medyası” mı isteniyor? Tam tersine, eleştiri özellikle yıkıcı olmalıdır! O eleştiri birşeyleri yıkabiliyorsa çok daha anlamlı ve değerlidir. Eleştirinin yıktığı her neyse, zaten yıkılması gereken birşeydir. O kadar çürük ve değersiz birtakım şeyleri sanki çok önemliymiş gibi ayakta tutmaya çalışmanın bir anlamı yoktur.TFF’nin beklediği eleştirinin şöyle olabileceği anlaşılıyor bu açıklamadan: “Efendim, durum felaket! Bunun sorumlusu da sizsiniz. Bundan dolayı sizi biraz eleştirmeme izin verir misiniz?” İşin aslı şu: Sahici bir eleştiri ile karşılaşmadıkları için o kadar rahatlar ki birtakım mızırdanmalar bile beylerin keyfini kaçırabiliyor…Bizzat kendisi gazete sahibi olan TFF başkanının haliyle bu ‘Majestelerinin medyası’ anlayışına yatkın olacağını anlamak zor değil… Onun adına eleştiri değil başka birşey diyorlar. Onu da kendine yakıştıran yapabiliyor ama her dönemde böylelerinden de bol miktarda bulunabiliyor...Tabii ki TFF’nin ve öteki sorumluların imdadına hemen birşeyler yetişiyor. Siz bu satırları okurken bize ‘dünyanın en önemli derbisi’ olarak yutturulmaya çalışılan Galatasaray-Fenerbahçe maçıyla ilgili kavgalar gündemde olacak. Yazarken maçın oynanmasına daha 2 günden fazla zaman var ama tahmin etmek zor değil. O gürültü patırtı-içinde Milli Takım gündemden çıkacak. 16 Kasım’daki Kazakistan maçını kazanıp grupta 4.lüğe yükselince de umutlarımız canlanmış olacak. Ondan sonra sen sağ ben selamet!Milli Takımla ilgili çok önemli ve değerli eleştiriler yapıldı, çıkış yolları gösterildi. Kendileri de yıllardır bu işlerin içinde yaşamış olan insanlar, geçerli önerilerde bulundu. Fakat hemen hepsinin ortak noktası, bu önerilerin hemen hiçbirinin uygulamaya sokulmayacağı ve işlerin bugün olduğu gibi gideceği yolundaydı.Eh, böyle bir durumda imdadınıza mizah yetişiyor. Necati Kola kardeşim çok hoş bir yazı yazmış, bizde de Kuzey Kore modelinin uygulanmasını istiyor. İstendiğinde tamamen dünyaya kapatılan bu ülkede milli takımın büyük zaferler kazandığı yolundaki haberler gerçekmiş gibi yayınlanabiliyor. Yani Kuzey Kore takımı örneğin, Almanya’yı bile farklı yenip Dünya Kupasını kazanabiliyor! Tabii ABD gibi daha derin öfke besledikleri ülkeleri çok daha farklı yeniyorlar ve bütün rakiplerini perişan ediyorlar… Ha ha ha!Böyle bir model bizde de uygulanabilir. Zaten o yolda olduğumuz da her geçen gün biraz daha sıklaşan şekilde söyleniyor… Eski dost Malcolm Allison Galatasaray ve Beşiktaş’ın Londra’daki maçları öncesinde Manchester’e gidip City-Roma maçını izledim. Amaç sadece bu maçı izlemek değil aynı zamanda Salih Uçan’la da görüşmekti. Ancak o sakatlandığı için gelemedi.Maç öncesinde stat çevresi şenlik alanı gibiydi. Kentin önemli bir müzik grubunun konseri vardı. Maçlara nasıl daha çok seyirci gelebileceği yolundaki zihin açıcı sayısız etkinlikten biriydi bu.Stadın çevresinde dolaşırken eski dostlardan birine de rastladık. İngiltere’de Big Mal olarak anılan Malcolm Allison, 1976 yılında Galatasaray teknik direktörlüğü yapmıştı. M.City’yi zafere taşımış menacerler arasında o da yerini almıştı.Sarı Kırmızılı takıma oynatmaya çalıştığı ancak oyuncuların pek uyum sağlayamadığı sistem nedeniyle büyük sıkıntılar yaşanmıştı. Özellikle yapmak istediği iş açısından bir maçta Fenerbahçe’ye 6-1 kaybedilmesini bile pek umursamayışı tepkilere yol açmıştı. (12.12.1976, Ankara 19 Mayıs, Deprem için yardım maçı).O karşılaşmada takım kaptanı olan Fatih Terim çıldıracak gibiydi. “Biri şuna Langa ile oynamadığımızı söylesin! Bu sistemle perişan olacağız” diye isyan edişi sonucu değiştirmemişti. Tepkisini soyunma odasında sürdüren Terim’in, Allison’un üzerine yürüdüğü ileri sürülmüştü.

Gazze’den Arda Kalanlar

$
0
0
Gazze, Akdeniz kıyısında İsrail ve Mısır arasında sıkışmış küçük bir bölge. İsrail tarafından dünyaya kapatılan Gazze, son altı yılda üç savaş geçirdi.Gazzeliler, bir önceki yaralarını henüz saramadan yenileri eklendi. Enkaz yığınını andıran bölgede insanların ne yıkıntıları kaldıracak parası var ne de yerine yenisini yapacak durumları. Üç savaşta ölen binlerce insanın yanında savaşın izleri yıkılan binalarda duruyor. Film sahnelerini aratmayan görüntülerde şehir harabeyi andırıyor. İsrail ablukası altında açık hava hapsi yaşayan Gazze’de hayat giderek zorlaşıyor. Geçtiğimiz Temmuz ve Ağustos ayını saldırılarla geçiren Gazzeliler yaralarını sarmaya çalışıyor. Sınır bölgelerinde yıkılan binlerce binanın enkazı kaldırılmayı bekliyor. Evsiz kalan savaş zedelerde çareyi akrabalarının yanına ya da okullara yerleşmekte buldu. Gidecek yeri olmayanlar ise enkaz kalıntılarının yanında çadır kuruyor. Ekonomik olarak zaten zorda olan halk, enkazlarını dahi kaldıramıyor. Tarihi süreçte de işgallere maruz kalan şehirde savaşın izleri sokaklarda görülüyor. İsrail’in 2005 yılında Gazze’den çekilmesiyle başlayan baskı süreci gün geçtikçe artıyor. Hamas tarafından topraklarına roket atıldığını söyleyen İsrail ilk saldırısını 2008 yılında gerçekleştirdi. Dökme Kurşun Operasyonu’yla büyük bir yıkım yapan İsrail ordusu tanklarla şehir merkezine kadar girdi. Mısır’ın arabuluculuğuyla ateşkes yapıldı. Suların durulmadığı Gazze’de ablukanın kaldırılmasını isteyen Hamas ile İsrail askerleri arasında küçük çaplı çatışmalar yaşandı. Yaşanan gerginliğin sonunda 2012 yılında yeni bir hava saldırısı başlatarak Gazze üzerindeki baskısını artırdı. Yaklaşık bin kişinin hayatını yitirdiği saldırılarda 8 bine yakın kişi de yaralandı. Geçtiğimiz Temmuz ayında bölgeye yeni bir saldırı düzenleyen İsrail ordusu, özellikle sınır bölgesinde taş üstünde taş bırakmadı. İsrail, saldırılarında Hamas’ın silahlı olmasını dayanak yapıyor. İsrail Gazze ablukasını sürdürdüğü, Hamas silah bırakmadığı sürece, Gazze halkının normal bir hayat yaşaması mümkün görünmüyor.

Altın Portakal’dan geriye kalanlar

$
0
0
Sansür tartışmalarıyla gündemden düşmeyen 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali, bir haftalık maratonunu bitirerek sona erdi. Hem filmlerin seyri sırasında hem de söyleyişilerde yaşananlar festivale renk cümbüşü havası kattı. İşte yaşananlar ve perde arkasında kalanlarla Altın Portakal serüveni…En sıkıcı anFestivalde ilk olarak ‘Neden Tarkovski Olamıyorum?’ filmini izlemek için çıktık yola. Doğal olarak herkes fazlasıyla heyecanlı ve biraz da gergindi. Filmi izliyor ve söyleyişisine geçiyoruz. Tam ne güzel başladık derken salonda Fransız bir gazetecinin olduğu söyleniyor. Sonradan moderatörün arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz meslektaşımız için tüm salon dakikalarca Fransızca çeviri dinlemek zorunda bırakılıyor. Tabii bir de işin içine moderatörün bu görevden duyduğu heyecan ekleniyor. Sorular soruluyor ve yönetmen Murat Düzgünoğlu cevaplıyor, ardından bekliyoruz ki çevirisi de bitsin. Neyse ki ortaya çıkan sıkıntı erken fark ediliyor da ertesi günlerde bu sorun yaşanmıyor.En sinirli seyirciFestival heyecanı devam ediyor ve yarışma filmlerinden Kumun Tadı’nı izlemek için salona giriyoruz. Festival reklamını izlemeye başlayınca olanlar oluyor. Arka sıralardan gelen ses bir anda tüm salonu inletiyor: “Yılmaz Güney yok mu?” Sesin kaynağını bulmaya çalışan herkes meraklı gözlerle salonun arka bölümlerini süzmeye başlıyor. Reklamda Yılmaz Güney’i göremeyince sinirlenen abimiz için ‘Keşke biraz daha dikkat etseydi’ demeden edemedik. Belki oyuncu olarak Yılmaz Güney gösterilmemişti ama ona Altın Palmiye kazandıran Yol filminden görüntü kullanılmıştı. Zaten reklamın kimi karelerde amaçladığı da oyuncudan ziyade yönetmeni ve filmi vurgulamaktı.En dikkatli seyirciEle aldığı konu ve arabesk rap üzerine yapılmasılma yerli sinemaya farklı bir bakış getiren Çekmeköy Underground’ın söyleyişindeyiz. Film kadrajına Çekmeköy’deki gençleri alıyor. Ama dikkatli bir seyirci ‘Filmin ismi Çekmeköy ama bir sahnede Eyüp Belediyesi yazıyordu’ diyor. Aysim Türkmen de itirafta bulunuyor: “Aslına bakarsanız filmin hiçbir yerini Çekmeköy’de çekmedim. Sebebi oradaki gecekondu mahallesinin yıkılmış olmasıydı.”En ilgi gören filmKaan Müjdeci’nin ilk uzun metraj filmi Sivas. Ataerkil toplumda şiddetin kökenini bir taşra çocuğu ve köpeği üzerinden anlatıyor. Venedik’te Jüri Özel Ödülü alan Sivas, Altın Portakal’ın da gözde filmleri arasındaydı. Filmin galasının yapılacağı yere gidince, merdivenlerden aşağı kata uzanmış uzun kuyrukla karşılaşıyoruz. Kapılar açılınca salon ylesine doluyor ki, bir yandan boş yerlere getirtilen sandalyeleri izlerken diğer yandan merdivenlerin nasıl koltuk görevi gördüğüne şahit oluyoruz. Kimileri ise yer bulmaktan umudu kesip ayakta kalıyor. Erken giren şanslı geç girense bin pişman...En olaylı reklamSeyirciler koltuklarına oturuyor, son uyarılar yapılıyor ve ışıklar kapatılıyor. Ardından 51. Altın Portakal Film Festivali için özel hazırlanan reklam filmi gösteriliyor. ‘Gelenekten Geleceğe’ diyerek yola çıkan festival ekibinin hazırladığı reklam ile açılış yapıyor. İlk önce Selvi Boylum Al Yazmalım’dan Türkan Şoray’la başlayan reklam Susuz Yaz’dan Hülya Koçyiğit’le bitiyor. Arada ise bazı filmlerden seçilmiş kareler var ve tabii ki reklama eşlik eden dramatik müzik. Seyirci kimi zaman bu isimler ekranda görününce alkışladı kimi zaman izlemekle yetindi. İlk başlarda tatlı bir heyecan uyandırsa da sürekli izlenince başta ağrılara sebep oldu demek bilmem mübalağa sayılır mı?Yönetmen biraz sert çıktıİkinci uzun metraj filmi olan İyi Biri için sorulan soruların birinden hoşlanmayan yönetmen Ayhan Sonyürek, seyirciye sert çıktı. “Konuşmalar bana çok müsamere diyaloğu gibi geldi.” denilince yönetmen, “Sizin gibi düşünseydim filmimi burada göstermezdim.” cevabını verdi.En gergin anKumun Tadı’nın bir sahnesindeki AK Parti tabelası sebebiyle seyirci yönetmeni soru yağmuruna tuttu. Yönetmen Melisa Önel ‘Sahneyi çektikten sonra arka binanın AK Parti ilçe başkanlığı olduğunu gördük. Böyle algılanacağını düşünmediğim için değiştirmedim.’ dedi. Ancak seyirci ikna olmadı.En samimi oyuncuSaraybosna’nın Kalbi ödülünü kazanan Annemin Şarkısı’nda oynayan Zübeyde Ronahi’ye soru yöneltiliyor: ‘İlk başlarda oynamaya ikna olmadığı filmde nasıl oldu da yer aldı?’ Kalabalık karşısında olmaya alışkın değil Ronahi ama yine de heyecanlanmadan en içten şekilde cevapladı. “Çocuklarım senden bize ölünce ne kalacak, böylece bir hatıra kalır işte dediler. Öyle oynadım ama ne yalan söyleyeyim bir daha yapmam çünkü sevmedim. Bu bana yeter, gerçi heyecanlanmadım. Fark ettiyseniz çok doğal oynadım.” diyerek salondakileri gülümsetti.En konu dışı soruSekiz yıl aradan sonra Guruldayan Kalpler adlı komedi filmiyle geri dönen Ömer Uğur, seyircilere keyifli dakikalar yaşattı. Sanatın farklı sınıflarda algılanışını işleyen filmin söyleyişisi de keyifliydi. Ancak öyle bir soru geldi ki kimse hikmetine anlam veremedi. Tam sohbet ‘sanatın ne olduğu, sürrealizm ve varoluşçuluk’a kadar gelmişken, seyircilerden birisi Fırat Tanış’a “Son dönem saçlarınız ile Haluk Bilginer’e mi benzemeye mi çalışıyorsunuz?” diye sordu. Tanış kısa süreli şaşkınlığından sonra hayır demekle yetindi.En çok alkışlanan sahneOflu Hoca’yı Aramak filminin gösterimindeyiz. Günümüz rant dünyasına eleştiri getirmeye çalışan filmin son sahnesinde Of’lu Hoca’dan bir mesaj var. Diyor ki; “Otoriteleri yıkın.” Seyirci yönetmenin anlatmak istediğini anlamış olacak ki salonda büyük bir alkış kopuyor.En trajikomik filmDünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan Kutluğ Ataman’ın son filmi Kuzu, Antalya’da favori filmlerdendi. Ünlü mitolojik Medea hikâyesi ile İbrahim ve İsmail Peygamber kıssalarını harmanlayıp sosyolojik bir konuyu ele alan Kuzu’nun seyirciyi ne denli memnun ettiği ayakta alkışlanmasından anlaşılıyordu. Kimi yerde salondakileri eğlendiren hatta kahkahalar attıran kimi yerdeyse sarsan film gösterimi bu karmakarışık duygularla geçti.Nedir bu para meselesi?Festivalde en olaylı sorulardan biri de bütçe sorusuydu. Bu soru tüm yönetmenlere soruldu. Seyirci gerçekten filmlerin bütçesini merak mı ediyordu yoksa soracak başka bir şey mi bulamıyordu, karar veremedik. Yapımcıları ile gelen yönetmenler pası onlara atıp kurtuldu. Ancak herkes o kadar şanslı olmuyordu, tabii kimi cevaplamadan geçiştirmeye çalıştı kimi ise bilmediğini söyleyerek konuyu kapattı.‘Portakal Teyzeleri’ni unutmayalımYaş ortalaması 50’nin üstünde, çoğu emekli öğretmen... Tüm festival dedikoduları onlarda, yani teyzelerden al haberi durumu. Yılda 2.5 tl artan bilet fiyatlarını protesto ediyorlar ya da eleştirmenlerin beğenmediği filmlere alkışlarıyla sahip çıkıyorlar. Filmlerde küfrün kullanılmasına anlam veremeyince sinirleniyorlar. Eğer bir öğretmen karakterini beğenmedilerse veryansın ediyorlar. Gösterim öncesi ‘Portakal Teyzeleri’nden bazılarıyla sohbet ediyoruz. İçeride hangi film olduğunu soruyorlar anlatıyoruz. Bir uyum içinde başlarını sallayıp “Sanat filmi izlenmez şimdi.” diyorlar.Sizi şöyle alalım!Festival moderatörünün bile 6-7 film sonra tanımaya başladığı seyirciler vardı. Söyleyişilere düzenli olarak katılıyor, aynı soruları soruyorlar. Onları tanımak bir süre sonra hiç de zor olmadı. Filmdeki göndermeleri sıralayıp doğru anlayıp anlamadığını yönetmene onaylatanı mı istersiniz yoksa tüm ekibi tek tek övdükten sonra emeği geçen herkese teşekkür etmeyi ihmal etmeyeni mi?

'Yolsuzluk ilk kez bir parti politikası oldu'

$
0
0
17 Aralık yolsuzluk operasyonu gerçekten Başbakan’ı devirmek için mi yapılmıştı? Camia bu operasyonun neresindeydi? Gezi’de amaç neydi? Oslo görüşmelerini kim sızdırdı? Gazeteci-yazar Uğur Sağındık’ın “Algı Operasyonu Paralel Devlet Oyunu” kitabı tüm bu soruları ve cevaplarını ele alıyor.Toplumsal hafıza bakımından çok zayıf bir ülke Türkiye. Güncel bir olaya ilişkin tartıştığımız bir mevzuyu; sanki o gün zuhur etmiş gibi düşünüyor, o konunun emarelerini görebilmek adına geçmişe dönüp bakmıyoruz. 17 Aralık’tan sonra da aynı şey oldu. Bugüne kadar yaşanan her şey, sanki büyülü bir el tarafından hafızalardan silindi. Silinenlerin yerine de yepyeni icatlar enjekte edildi. Böylesine zor bir dönemde toplumsal olguları olduğu gibi göstermek hem meslekî hem de vicdanî bir yükümlülük.Gazeteci Uğur Sağındık tarafından kaleme alınan “Algı Operasyonu; Paralel Devlet Oyunu” kitabı, 17 Aralık ile başlayan süreci, öncesi ve sonrasıyla ortaya koyuyor. Bu ilk kitabında Sağındık, 17 Aralık süreci sonrası Cemaat ile hükümet arasındaki mücadeleyi bir ‘algı operasyonu’ olarak yorumluyor. İlk bölümün başlıklarını Oslo görüşmeleri ve MİT krizinin perde arkası, ‘özel yetkili mahkemeler’in kaldırılması, Gezi olayları ve dershanelerin kapatılması oluşturuyor. İkinci bölüm ise ‘AKP’ye Değil, Demokrasiye Destek’ başlığını taşıyor. ‘Yolsuzluk Soruşturması’ adlı üçüncü bölümle birlikte iktidarın nasıl hukuk tanımaz bir yapıya büründüğü örnekleriyle anlatılıyor. Son iki bölümündeyse hukuka yapılan darbeye, Bank Asya operasyonuna ve polise yapılan sahur baskınına tanıklık ediyoruz.İlk kırılma dokuz yıl önce gerçekleştiYazar, kitaba şu önemli tespitle başlıyor: “Camia’yla AKP arasında ilk kırılma 2005 yılında yaşanmıştı aslında. Öncesinde de, iktidarın Cemaat’le mücadele için bir hazırlık içinde olduğu konuşuluyordu…” İkinci kırılma ise Mavi Marmara olayıyla gerçekleşti. 17 Aralık’taki yolsuzluk operasyonundan sonra Başbakan meydanlarda sık sık bu konuyu gündeme taşıdı. Cemaat’i ve Hocaefendi’yi ‘İsrail yanlısı’ olmakla suçladı. Peki neydi iktidarı bu kadar kızdıran? 17 Aralık yolsuzluk operasyonu gerçekten Başbakan’ı devirmek için mi yapılmıştı? Camia bu operasyonun neresindeydi? Bank Asya nasıl batırılmak istendi? Gezi’de amaç neydi? Kabataş’taki linç iddiası yalan mıydı? Oslo görüşmelerini kim sızdırdı? Yolsuzluk ve Selam Tevhid terör örgütü soruşturmasını yürüten polisler neden sahur baskınıyla gözaltına alındı? Selam Tevhid soruşturması nasıl ve neden kapatıldı? İşte kitap, bu sorulara belgeler eşliğinde cevap veriyor.Neden yazıldı bu kitap?Bu kitap AKP’nin yolsuzluklarını, bakanlarının rüşvet çarkını deşifre etmek için yazılmadı. İktidarın bir camiaya yönelik algı operasyonunu ortaya koymak için kaleme alındı. Camia, bana göre AKP iktidara geldiğinde neyi savundu ise bugün de aynı şeyi savunuyor.Değişen AKP mi oldu?Bu soruya cevap vermek için Erdoğan’ın yanındaki isimlere bakmak yeterli. Erdoğan bu partiyi kurduğunda, ‘demokrasi, hukuk ve insan hakları’ dediğinde yanında kimler vardı, şimdi kimler var? 40 yıllık arkadaşı eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Erdoğan’ın yeni ekibini, ‘kime hizmet ettiği belli olmayan dar oligarşik yapı’ olarak tanımlamıştı. Erdoğan, bu yapının etkisi altına girdiği günden bu yana her şey değişti.Camia, AKP’yi devirmek istedi mi?Bugüne kadar demokrasiden, hukuktan, yargının bağımsızlığından başka bir şeyi savunmayan Camia’yı, hukukun askıya alınması anlamına gelen darbeyle itham etmek iktidarın çaresizliğinin de göstergesi aslında. Camia’nın darbe yapmak istediğini iddia edenler MİT’in 17 Aralık’tan 8 ay önce Erdoğan’a sunduğu 3 sayfalık kara para aklama iddialarına ilişkin raporunu açıklamak zorunda. O raporda bakanların bulaştığı kara para trafiği deşifre edilmiş ve iktidar, ‘dikkatli olması’ hususunda uyarılmıştı. Yine operasyondan önce, 13 Ekim’de Yeni Şafak’ın attığı ‘Türk Leaks’ manşeti de kara para tezgâhını bütün ayrıntılarıyla deşifre etmişti. Akşam Gazetesi ise 7 Ocak 2013’te, operasyondan 11 ay önce, ‘İranlı eniştenin 320 kilo altını böyle uçtu’ manşetini atmıştı. Kaldı ki söz konusu soruşturma, yapılan birden fazla ihbar üzerine 15 ay önce başlıyor. Bütün bunlar orta yerde dururken, hukukî bir operasyonun ‘darbe girişimi’ olarak tanımlanması insan aklıyla alay etmektir.17 Aralık soruşturmasında da tıpkı TOKİ ve 25 Aralık dosyalarında olduğu gibi ‘takipsizlik’ kararı verildi. Sizin için sürpriz oldu mu?Kesinlikle hayır. ‘Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur’ diye bir söz var. Dosyanın kapatılacağı belliydi zaten. Özel Yetkili Mahkemeler boşuna kapatılmadığı gibi süper yetkili Sulh Ceza Hakimlikleri de boşuna kurulmadı! Hepsinin bir görevi vardı. Hukuki bir soruşturma, iktidarın hamleleriyle siyasi bir operasyona dönüştü. Ve iktidar açısından beklenen sonuç alındı. Bürokratına, ‘Biz kanun yapan gücüz, yaptığını suç olmaktan çıkarırız’ diyen bir insanın içişleri bakanı olduğu bir ülkede hukukun üstünlüğünden, yargının bağımsızlığından bahsedebilir misiniz?Pek çok kişi, Camia ile AKP arasındaki ilk kırılmanın dershanelerin kapatılması süreci ve 17 Aralık’la başladığını düşünüyor. Öyle mi?Öncelikle şunu belirtelim. Camia hiçbir zaman AKP’nin şahsına destek vermedi. Camia, iktidarın, hukukun üstünlüğüne dair, demokrasiye dair attığı adımları destekledi. Bugün AKP yine ‘hukuk, demokrasi’ desin yine destekler. Camia ile AKP arasındaki ilk kırılma 2005’te yaşandı. Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılması istenen düzenlemeye Cemaat karşı çıktı. Zira bu, rahmetli Turgut Özal döneminde kaldırılan 163. maddenin yeniden hortlatılması anlamına geliyordu. Yanlıştı ve Camia buna ‘yanlış’ dedi. Çözüm sürecinde de itirazları vardı Cemaat’in. ‘Tek muhatap PKK olmamalı, yeni Anayasa mutlaka hazırlanmalı’ dedi. Mavi Marmara’da ‘diplomasi’ dedi. Gezi’de iktidarın sert tavrını eleştirdi, ‘sağduyu’ dedi.Dananın kuyruğunun koptuğu yer 17 Aralık soruşturması oldu. Ortada pek çok delil ve kanıt varken Türkiye neden varlığı ispat edilemeyen ‘paralel yapıyı’ tartıştı?‘Algı operasyonu’ dediğimiz şey de bu zaten. Bu açıdan bakarsanız, iktidarın amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Bugün hiç kimse ayakkabı kutularındaki milyon Euro’ları, sıfırlama tapelerini, çikolata kutusunda giden milyon dolar rüşvetleri, Hazine arazisine, sahte raporlarla 1. derecede sit alanına inşa edilen villaları tartışmıyor. İktidarın hayalindeki ‘paralel’ yapıyı tartışıyor Türkiye.Bunun sebebi nedir sizce?Öncelikle bu iktidar, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir medya gücüne sahip. 7-8 televizyon kanalı, bir o kadar gazeteyle toplum resmen iğfal edildi, ediliyor. Her gün yalan yanlış haberler yapılıyor, manşetler atılıyor. İkinci olarak Cemaat, AKP’nin samimi tabanına ulaşamadı. Zira iktidar, Camia’yı onlara ‘düşman’ gibi gösterdi. ‘Onların okullarına gitmeyin, gazetelerini almayın, televizyonlarını izlemeyin’ dedi meydanlarda. Hâlbuki bunlar aynı safta namaza durup, aynı tastan çorba içen insanlardı. O kesime ulaşamamak Hizmet’in en büyük handikapı oldu. Üçüncü olarak otorite ne derse ona inanan, itaat eden, sorgulamayan bir kitle var artık. Bir gazete üç gün önce Hocaefendi için ‘CIA’ya hizmet ediyor’ manşetini atıp, ardından ‘Paralele karşı MİT-CIA ortaklığı’ manşetiyle kendisini yalanlayabiliyor. Ve bu gazetenin okuru, ‘Yahu sen ne diyorsun. Daha üç gün önce şu manşeti atmıştın’ demiyor. Sorgulamayan, sorgulamaya teşebbüs edenleri ‘hain’ olarak damgalayan, otoriteye tam teslim olmuş, ‘küfürbaz’ bir nesil inşa ettiler.AKP’nin yolsuzluk ve rüşvete dair savunması neden inandırıcı olmaktan uzak?Yalanı savunmak zordur. O yüzden zorlanıyorlar. Ve dikkat edin; hiçbir AKP’li üst düzey yönetici “zinhar yolsuzluk olmamıştır, benim bakanlarım rüşvet almamıştır” diyemiyor. Partinin tabanı da neyin ne olduğunu biliyor aslında. Bir kesim de var ki, hem yolsuzluğu, rüşveti kabul ediyor, hem de Camia’yı darbeyle suçluyor. Kusura bakmayın ama bu ikiyüzlülüktür. Madem yolsuzluk var ve sen buna inanıyorsun o halde hukukî bir soruşturma neden ‘darbeye teşebbüs’ oluyor? Bir grup da ‘Yahu ilk kez mi yolsuzluk yapıldı?’ diyor. Doğru, ilk kez yapılmadı. Ancak ilk kez yolsuzluk ve rüşvet bir parti politikası haline bu iktidar zamanında getirildi.Çözüm ne peki? Gelecek sürece dair bir umut besliyor musunuz?İktidar enfeksiyon kapmış. Yolsuzluk, rüşvet, yalan ve hatta iftira enfeksiyonu… Bütün bunlardan toplum da nasibini alıyor. İktidardaki virüs topluma da yayılıyor. Toplumun ciddi bir antibiyotik tedavisine ihtiyacı var. Bu ise yeniden kendi değerlerimize dönmekle olur. Ahlakı, edebi, insana saygıyı ve en önemlisi hukuku yeniden hatırlamakla, hakim kılmakla olur. İktidar, her pisliği Cemaat’in üzerine atarak bütün sorunlardan kurtulacağını zannediyorsa fena halde yanılıyor. Kişisel kin ve nefretle Camia’yı hedef tahtası haline getirerek, asıl sorunları görmezden gelmek, gelecekte yaşanacak sıkıntıların da katlanmasına neden olacak. Zira bugün hükümetin, kendisini kurtarmak için hukuku katlederek attığı her adım, kendisine ‘suç’ olarak dönecek.

Yeliz: Ben de kendimi dinlerken ağlıyorum

$
0
0
Türk pop müziğinin güçlü yorumcularından Yeliz, yeni albümü Gidiyorum’u müzikseverlerle buluşturdu. Şarkı söylemeye doymadığını belirten Yeliz, müziğe ara verdiği yılların acısını çıkarmak istercesine “Her şarkıda, her albümde olayım istiyorum.” diyor.Gidiyorum adlı yeni albümünüz nasıl ortaya çıktı. Hikâyesini anlatabilir misiniz?Yaklaşık sekiz yıldır Soner Arıca ile aynı mekânda çalışıyoruz. Hep bana “Sana çok büyük bir slow şarkı yapacağım.” diyordu. Ben de “Ne zaman yapacaksın?” diye soruyordum. Yeni albüm için yola çıktım ama elimde şarkı yoktu. Bir gün Bumerang’ı gördüm ve en azından bu şarkıyı yeni bir versiyonla söyleyip dijital platformlarda paylaşayım dedim.Bu şarkıyı daha önce Yonca Evcimik de seslendirmişti…Evet, sözleri Sibel Alaş’a, müziği Yonca’ya ait. O söylemişti ama o zaman diğer şarkıları arasında çok öne çıkmadı. Biraz güme gittiğini düşündüm. Güme gidecek bir şarkı değil deyip onunla yola çıktık.Peki sonrası nasıl gelişti?Hakan Eren’in evinde bir gün toplandığımızda Soner Arıca, sürpriz bir şekilde “Sana şarkı yaptım. Dinler misin?” dedi ve Gidiyorum’u dinletti. Duygusal bir şarkı bekliyordum ama açıkçası bu kadar büyük bir şarkı beklemiyordum.Çok mu şaşırdınız?Sözleri ve müziği duyunca resmen tıkandım. Bunu nasıl okuyacağım dedim. Soner de “Bunu ancak sen yorumlarsın.” dedi. Şarkının aranjmanı bittiğinde, hüngür hüngür ağladım. Bir şarkı ayrılıkları, bir beraberliğin bitişini bu kadar güzel anlatabilirdi. Sadece kadın erkek ilişkisi olarak almadım bu şarkıyı. Günümüzde birçok aile ayrılıyor. Birçok dostluklar bitiyor. Herkese hitap eden sözleri var.Duyduğumuza göre stüdyoda bu şarkıyı yorumlarken bir hayli terlemişsiniz...Bir cumartesi günüydü. Ben klima kullanmam. Aranjörümüz Sezgin, “Başla” dedi, başladım okumaya. Sesim okudukça açılır. Koştukça açılan Arap atları gibiyimdir. (Gülüyor) Önce çatallı falan çıkar ama sonra bir açılırım durmak bilmem. Ben şarkıyı okumaya başladım ama kimse dur demiyor. Sıcaktan dört kez tişört değiştirdim. Şarkıyı 17 kez üst üste okudum. En sonunda Soner’e olmadı mı hâlâ dedim. O da “Çoktan oldu ama her okuduğunda farklı bir yorum katıyorsun. O yüzden durdurmadım.” dedi. Gerçekten her şeyimle hissettiğim bir şarkı.Albümünde üç Soner Arıca şarkısı daha var. Süpervizör de o. Soner Arıca’yla çalışmak nasıldı?Soner, nesli tükenmiş insan. Birçok şeyi aşmış. Ona yıllardır altın çocuk diyorum. Kalbi, yüzüne vurmuş. İnsan olmanın bütün vasıflarını fazlasıyla taşıyor.Bir de Yunanca şarkı var. Neredeyse bir Yunanlı gibi yorumlamışsınız. Biliyor muydunuz Yunanca?Hayır, bilmiyorum. Ama bu yorumu herkesten duyuyorum. Sözlerini Michael Kuyucu yazdı. İtalyan Lisesi’nde oduduğum için Latince biliyorum. Ama Yunanca hiç okumamıştım. Bir defa çok zor bir dil. Michael çalıştırdı beni. Şarkıyı okuduğumda Soner de çok şaşırdı. Ben de bu şarkıyı bu haliyle çok seviyorum. Sahnede de herkes Yunanca olarak istiyor.Sizinle birlikte yola çıkıp silinen birçok isim oldu müzik piyasasında. Yeliz’i bugünlere taşıyan nedir?Ben müziğe sadece bir dönem ara verdim. Ondan sonra da hiç durmadım. Sahne, konser, albüm… Çok zor da olsa hep çalıştım ve bir şeyler ürettim. Çünkü insanlar benden bir şeyler bekliyordu. Onlara cevap vermem gerekiyordu. Bir de benim çok dostum var, o kadar dostum var. Bir şey yapmak istiyorum dediğim zaman hemen yanımda oluyorlar ve bana yardım ediyorlar.Açıkhava’da konser vermezsem gözlerim açık giderAra verdiğiniz yılların acısını çıkarmak istiyorsunuz yani…Evet. Gerçi 2007’den beri dolu dolu yaşıyorum ama doymuyorum şarkı söylemeye. Bu konuda belki en arsız şarkıcıyım. Bana deseler ki üç ayda bir albüm yapacağız, stüdyoda olacağız, çıkmam yatarım orada.Bu kendine güvenden mi geliyor, müziğe olan aşktan mı?Ben çok iyi bir yorumcu olduğumu ve iyi bir sese sahip olduğumu biliyorum. Ben de kendimi dinlerken ağlıyorum. Çünkü çok şükür ki bunu da aştım. Şu anda sizle konuşurken Yeliz’im. Ama buradan bittiği anda bitiyor Yeliz’lik, sahneye çıktığımda Yeliz’im. Oradan indiğim anda alakam yok, normal zamanda o Yeliz’likle hiç alakam yok.Dört nesil de sizin şarkılarınızı biliyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz?Benim içimde bir sürü kadın var. Farklı yaşlarda. O yüzden her dönemi ayrı yaşıyorum. Kendi tarzımı ve duruşumu bozmadan güncel olanı takip ediyorum. Geçmişi de silip atmıyorum. Öte yandan eski şarkılarımı dinleyen gençler de var. Bir iki haftalık değil, ömürlük şarkılar söylemeye gayret ediyorum.Peki zindeliğinizin sebebi nedir?Ben çok hiperaktifim, bir saniye yerimde duramam. Bana kahveye gelin, beş dakikada on kere kalkarım. O kadar hiperaktifim ki, artık arkadaşlarım yorulur. Çok az uyurum. 3-4 saat uyku bana yeter. Bir Pollyanna değilim belki ama hayata pozitif bakmayı severim.Peki günümüz müzik piyasasını nasıl görüyorsunuz?Kimseyi yargılamak istemem. Herkes her şeyi istediği şekilde yapmakta tabii ki özgür. Ancak benim istediğim tek şey, kalıcı şarkılar yapılsın. Günübirlik olmasın. Bir on sene sonra da dinlenebilsin.Kamera önündeki ya da sahnedeki Yeliz haricinde günlük hayatta nasıl birisiniz?Yırtık pırtık gezer, iki sokak boyunca her gün kedi doyururum. Ben artık ünlülük denen şeyi çoktan aştım. Ben sadece sesime ve karakterime güvenirim. Bazen ‘büyük sesli Yeliz’ yazanlar yanına ‘koca yürekli Yeliz’ de yazıyorlar. Beni tanımıyorlar ama nasıl böyle bir şey yazıyorlar? Demek ki yıllardır ben bunu vermişim. İnsanlar beni sesim kadar karakterimle ve duruşumla da seviyorlar. Bir de ben sahneden indiğimde sanatçı elbisemi çıkarıp normal halime dönüyorum. Sanatçı Yeliz’le normal Yeliz’i ayırırsan mutlu yaşarsın.Hâlâ böyle isteyip de yapamadığınız bir şey var mı?Var. En büyük hayalim Açıkhava’da konser vermek. Hem bizim hem de Batı sazlarının olduğu bir orkestra ile birlikte. Açıkhava’da bir konser vermeden ölürsem gözlerim açık gider. Bir de başka sanatçıların söylediği, benim de söylemek istediğim şarkılar var.Bir sonraki albüm bu olacak sanırım...Başkalarının okuduğu, benim de okumak istediğim ve içimde kalan, kıskandığım şarkılar var. Mesela Yaşar’ın Mevsimler şarkısı. Çok seviyorum. Ondan rica ettim, ikiletmeden verdi şarkıyı. Bunun gibi aklımda beş altı şarkı var. Onları kendimce yorumlayacağım bir albüm düşünüyorum.En dibi gördümMüziğe çok küçük yaşlarda başladınız. Biraz daha olgun başlasaydım dediğiniz oldu mu?Hayır, olmadı. Hayatımda sadece bir tek keşkem oldu. O da müziğe ara verdiğim yıllarla ilgili. Onda da Allah’ın bana öğreteceği bir şeyler vardı, demek ki bir sınavdan geçmem gerekiyordu. O dönemde o büyük sınavı yaşadım, öğrenmem gerekenleri öğrendim.Neler öğrendiniz o süreçte?Yalnız kalmayı öğrendim, yokluğu, tavandan tabana düşmeyi, dibe vurmayı gördüm ve yaşadım. Ama yaşadığım bütün zorluklara rağmen karakterimden ve kişiliğimden asla taviz vermedim.En dibi gördüm dediniz. Ne yaşadınız mesela?O en sıkıntılı, beş kuruş parasız dönemlerimde bana bir iş teklifi geldi Bursa’dan. Çok komik bir paraydı ama ben iş geldi diye sevincimden göbek attım. Bir müzikholdü. İlk önce dört kişiye şarkı söyledim. Sonrasında iş büyüdü. Her hafta sonu servisle Kavacık’a gittim. Oradan da otobüsle Bursa’ya gittim. Dört yıl kadar sürdü ve hiç gocunmadım. Bunu sadece birkaç arkadaşım bilir. “Yeliz sana helal olsun, biz yapamazdık.” dediler.O dönemde sizi ayakta tutan şey ne oldu?Allah’a olan inancım ve güvenim. Çok şükür Yaradan’ıma. O zamanlar aza kanaat getirdim. Şimdi çok istiyorum. Onunla bu konuda anlaştığımızı hissediyorum. Allah bana çok mükafatlar verecek, bunu da hissediyorum. Çünkü bunu kolay kolay hiç kimse yapmazdı. Çünkü siz Yeliz’siniz, otogara girdiğinizde herkes bakıyor ama ben hiç gocunmadım. Helalinden rızkımı kazandım çok şükür.Sebebi neydi bu yaşadıklarınızın?Sadece bir tek sebebi yok. Hani bazı şeyler üst üste gelir ya. Artık bunları hatırlamak bile istemiyorum, çok geride kaldı. Fazla duygularıma kapılmaktan bazı şeyleri ayırt edemedim o zaman. Ama şimdi mesela aşkından öleceğim bir adam çıksa karşıma ve bana mesleğini bırak dese ortamdan ikiye bölünsem şarkı söylemeyi bırakmam. Çünkü ben şarkı söylemeden yaşayamıyorum. Ben onun için doğmuşum. Bunu son albüm sürecinde daha iyi gördüm. Bütün şarkıları okumak istiyorum. Her şarkıda, her albümde olayım. Herkes benimle düet yapabilir. (Gülüyor)

Batı, Türkiye’yi Ortadoğu’ya eklemlemek istiyor

$
0
0
Doç. Dr. Mahmut Akpınar, Batı'nın Türkiye'nin otoriterleşmesinden rahatsız olmadığı görüşünde: "Otoriter toplumlarda tek adam vardır, onu ikna etmek yeterlidir."Terör ve uluslararası güvenlik uzmanı Doç. Dr. Mahmut Akpınar ile Ufuk Yayınları’ndan çıkan kitabı Dün İrtica Bugün Paralel’i konuşmak üzere bir araya geldik. Akpınar, Ortadoğu üzerinde dönen planlara, bölgenin nasıl şekillendiğine, IŞİD’den Kobani eylemlerine ve çözüm sürecine dair değerlendirmelerde bulunduIŞİD gücünü göstere göstere geldiği halde global güçlerin ilk etapta bir önlem almamasının sebebi nedir? IŞİD, üretilmiş naylon bir örgüt. Sosyolojik bir taban oluştu. IŞİD'i hızla güçlenen, global büyük aktörlerin önünü açtığı, orada etkin olmasına fırsat tanıdıkları bir yapı olarak görüyorum. IŞİD, El Kaide türevi bir örgüt. 10 yıl önce El Kaide Batı'nın Ortadoğu'ya girmesi için El Kaide işgal gerekçesi yapıldı. Aradan geçen zamanda etnik ve dini mezhepsel ayrıştırmalar yapıldı, kimlikler keskinleştirildi, mobilizasyon yapıldı nüfuslar arasında. Çizilecek haritaya göre Sünniler bir tarafa toplandı. 2003'ten önce de Batı'nın niyeti İsrail'e tehdit oluşturabilecek veya uzun vadede Batı medeniyetine bu coğrafyadan bir alternatif medeniyet çıkmasın diye Ortadoğu'yu etnik ve mezhep odaklı bozup, küçük devletlere bölüp atomize etmekti. Baştan plan buydu. 10 sene içinde bu altyapı oluşturuldu, nefret tohumları ekildi. Şu an Ortadoğu'da bir Sünni ve Şii yan yana gelemiyor. Saddam döneminde bile bu yoktu. Batı'nın bu sorumluluktan kaçması mümkün değil.Bu durumda IŞİD bir maşa mı?IŞİD de El Nusra ve El Kaide gibi silahlı şiddet kullanan Selefi örgütler. IŞİD'in şu anki vazifesi BOP'la 10 yıl önce hedeflenen Ortadoğu'nun haritalarını çizmek. Bu haritaları çizmek isteyen Batı, IŞİD'i bir kalem olarak kullanıyor. Epeyce de başardı. Global güçler kendi düşmanlarını kendileri üretiyor. Düşmanları üzerinden politika üretiyor. Dolayısıyla hiç kimse sen işgalcisin diye suçlamada bulunamıyor. Şimdi ABD'nin ne işi vardı Ortadoğu'da IŞİD olmasaydı? Ama görünüşte mücadele etmek için geliyor, işgal için değil imajı var. IŞİD'i doğrudan var etmese bile ona alan açan imkân tanıyan varlık sebebi Batı'nın oluşturduğu ortamdır. Bu iradi bir şey.Şu an güneyde Bağdat ve altında bir Şii Arap devleti kuruldu İran'ın kontrolünde. Kuzeyde bir Kürt devleti kuruldu. Kerkük de IŞİD vesilesiyle bu Kürt devletine bağlandı. Eğer IŞİD bu hareketi yapmasaydı, Kerkük'ün Kuzey Irak yönetiminde kalmasına bütün Araplar ve Türkiye itiraz edecekti. Ama şu an çok kolay bir hareketle Kerkük, Kürt yönetiminin eline geçti.‘Kobani düşerse' diye başlayan cümleler kuruluyor. Düşerse ne olur? Kobani düşmez. Kobani'deki IŞİD saldırısının er veya geç Batı'nın eliyle püskürtüleceğini düşünüyorum. IŞİD'in Sünni Arap bölgeye geri itilecek. Bu arada IŞİD'den boşalan yerler de Kürdistan olarak ilan edilecek. Bunu da PKK savaşarak kan dökerek almış olacağı için kurtuluş mücadelesi sonucu burayı hak etmiş olacak. Türkiye de, dünya da bunu böyle kanıksayacak ve PKK kahraman olacak. IŞİD'le mücadele ederken Batı'nın verdiği silahlarla Kürt birleşik ordusu kurulmuş olacak. Hatta buna TSK'nın da yardımcı olacağından bahsediliyor. Şu an Kobani sıkıntıda olsa da düşmeyecek. Ama Kobani bu global güçler tarafından uzun süre terk edilmeyecek. Belli çizgilerde anlaştıklarını düşünüyorum. Çünkü bazı yerler özellikle İran'a terk edilmiş durumda. Esed'in kalması gündemde. Kimsenin Esed'i devirme gibi bir niyeti yok. Sadece Erdoğan'ın var, o da şahsi nefretinden dolayı, biraz da iç politikaya yönelik Esed kartına oynuyor. Batı Esed'in gitmesini istemiyor. Bilakis Esed giderse kaos olur.IŞİD misyonunu tamamladıktan sonra devreden çıkacak mı? Devreden çıkabilir. Bu mayoz ve mitoz bölünme. Bunlar sürekli bölünüyor yeni bir şey çıkıyor.IŞİD, El Nusra, El Kaide kullanışlı örgütler. IŞİD belki ilerde Sünni Arapların ordusu haline gelecek. Dış politika enstrümanı ya da maşa olarak kullanılacak. İsrail'in güvenliği açısından, uzun vadede Batı medeniyete alternatif bir İslam medeniyetinin bu coğrafyada dirilmemesi için kaos içinde kalması düşünülüyorsa, ortada şiddet üreten, IŞİD'in de içinde olduğu bir Sünni Arap devleti muhafaza edilebilir. Bir süre sonra bu yapı bütün dünya tarafından terörist devlet ilan edilir. Ara ara buradan eylemler çıkar, Batı buraya müdahale hakkı elde eder. Bazen gelir dizayn eder. Yani sürekli kullanabilecek bir malzeme halinde IŞİD devleti kurulabilir.Arap baharından sonra bugün bölgeye bakınca Ortadoğu'da değişen bir şey yok! Dünya yine batının çizdiği yörüngede ilerlerken, Neo-Osmanlı hayali kuranlar dünya siyaseti adına ne yapıyor? Neo Osmanlıcılık'ın alt yapısı zaten yoktu. Sloganlarla dış politika yürütülemez. Dış politikada alt yapınız olmalı. Türkiye sadece hamasetle, hitabetle, iki lafla, mitingle Ortadoğu'yu dizayn edeceğini düşündü ama yanıldı. Diplomatik, siyasi, kültürel, toplumsal bir temel yoktu. Bugün bu patladı. Arap baharı denilen şey de, Ortadoğu'nun yüzyıl sonra yine batı tarafından dizayn edilmesinden başka bir şey değil. Ortadoğu'yu yeniden düzenliyorlar. Söylemlerinin aksine Batı Ortadoğu'da demokrasi istemiyor, kaos istiyor. Batı şu an Türkiye'nin Erdoğan'ın otoriterleşmesinden de rahatsız değil.Türkiye'nin yeni bir Ortadoğu ülkesi olması mı isteniyor? Evet. Türkiye'yi yarı otoriter veya otoriter Ortadoğu bünyelerine eklemlemek istiyor Batı. Bir Ortadoğu ülkesi oluşturma projesi var. Demokratik yönetimleri ikna etmek, kontrol altına almak zordur. Devleti, hükümeti, kurumları, sivil toplumu, halkı ikna etmek gerekir. Ama otoriter toplumlarda tek adam vardır, onu ikna etmek yeterlidir.TSK IŞİD'e müdahale ederse, bir cehennemin içine girer AKP hükümetinin, mezhep eksenli politikası ve aşırı Selefi-Vahhabi terör gruplarına destek verdiği söyleniyor… Türkiye'nin Ortadoğu'da bir aktör olma, oyuncu olma, oyunların tasarlandığı masaya oturma gibi bir gücü yok. Türkiye ancak kendisine verilen görevleri yapmakla meşgul, kıyısından köşesinden. AKP'nin, Türkiye hükümetinin IŞİD'i kullanması gibi bir durum söz konusu değil. Kullandığını düşünüyor olabilir.Mesela? PKK yapılarına veya Esed'e karşı destek vermiş olabilir. Türkiye buralardan bir şeyler elde etmeyi düşünüyor olabilir. Ama eğer büyük oyunun kurucusu, tasarlayıcısı değilseniz, oyuna yandan girdiyseniz size bir şey düşmez. Ortadoğu'daki problemleri çıkaran, yürüten irade başka. Türkiye, bu problemin objesi, aktörü değil. Ama objeyken, biraz iç politikaya yönelik biraz Pollyannacı ve hamasi yaklaşımlarla kendisini aktör gibi görme eğiliminde. Oysa IŞİD, Türkiye için büyük bir problem haline geldi. Şimdi tezlerinden tamamen geri döndüler. Düne kadar IŞİD'i kendi çıkarları için kullandığını düşünen Türkiye, Amerika'ya gidiş dönüş sonrası 180 derece değişti.TSK, IŞİD'e karşı karadan müdahale edecek mi? Doğrusu bu düşünce bile beni korkutuyor. Danimarka Başbakanı da söyledi. Batı güçlerinin askerlerini karadan dahil etme gibi bir fikirleri yok. Havadan girecekler. Havadan girildiğinde IŞİD'in bitirilmesi mümkün değil. Karadan girilmesi lazım. Türkiye'nin IŞİD'e karşı Suriye sınırında savaşması isteniyor. Hatta emrivaki üsluplarla bu dile getiriliyor. Ben Türkiye'nin şu an dış politikada Batı'ya direnebilecek güçte olduğunu düşünmüyorum. Türkiye dış politikada son 20-30 yılın en zayıf, irade gösteremeyecek, talimatlara en açık dönemini yaşadığını düşünüyorum. Ama bunun üzerini kapatmak için içeride yüksek sesle konuşuluyor ve farklı söylemler geliştiriliyor.Peki Türk ordusu girerse… Türk ordusu, bir cehennemin içine girmiş olur. Girdiği yerden çıkamayabilir. IŞİD basit bir terör örgütü değil. Afganistan'da, Bosna'da, Irak'ta savaşmış. İçinde gayri nizami harbi, gerilla savaşını bilen bir sürü insan var. Bunların eski dönemdeki Hariciler gibi ölüm korkusu yok. Gözleri kara, çok iyi silah kullanıyorlar. Çok ciddi şehitler verebiliriz. Türkiye'nin oraya girmesi tüm Arap toplumlarında Türkiye'nin Arap coğrafyasını işgale başladığı algısı uyandırabilir. Arap toplumlarında Türkiye fobisini tetikler. Bu da yine bizi buraya sokmak isteyenlerin arzu ettiği bir şey olabilir. Sünni Şii Türk Arap geriliminde sonra Arap Türk gerilimini körüklemek isteyebilirler. Türkiye'de de IŞİD dediğimiz radikal İslamcı silah kullanan örgüte eğilimi olan sempati duyan çok genç var. Anketler de bunu gösterdi. Türkiye belki PKK'dan daha şiddetli, farklı toplum tabanlarında zemin bulacak yeni bir örgütü başına bela alacak.Erdoğan, milliyetçi oylarına oynuyor PKK, Kobani gerekçesiyle, bölgede serhildan denemeleri mi yapıyor? Kobani ile içerideki eylemleri birebir örtüştürmemek kanaatindeyim. Kobani yanlış aksettiriliyor. Suriye istikrarsızlaştıktan sonra PKK silahlı unsurlarla bölgeyi ele geçirdi. Normalde o coğrafyadaki insanlar PKK'ya destek veren kesimler değildi. Ama o kaos, anarşi, kargaşa, devletsizlik durumunu PKK değerlendirdi. Fiili bir de facto yapı kurdu. Aslında PKK'nın orayı ele geçirmesi de tamamen şiddete dayalı. PYD dediğimiz yapının varlığı tartışılıyor şu aralar ama bence PYD eşittir PKK.Kobani eylemleri için de 'paralelin oyunu' dendi ve Gezi benzetmesi yapıldı… Erdoğan, ürettiği malzemeyi sonuna kadar kullanıyor. Paralel malzemesini üretti ve inandırdı. İkna kabiliyeti çok kuvvetli.Kimi inandırdı? Kendi kitlesini. Zaten Erdoğan'ın solcuları, liberalleri, demokratları inandırma gibi bir derdi yok. Onun derdi, oy aldığı kitleyi sağlam tutabilmek. Ve ona inandırdı. Benim ailem de o kitleden geliyorum. İnsanlar adeta hipnoz olmuş, zombileşmiş gibi. Paralel dedikleri şeyin içinde zararsız, iyi, sonsuz güvendikleri insanlar var. Ama bu hayali yapının tehdit oluşturduğuna inanıyorlar. Paralel söylemiyle her sıkıştığı alanda kendini kurtarıyor. Artık kabak tadı vermeye başladı.Son olaylar bir kez daha altını çizdi ki Güneydoğu'da sokaklar örgütün kontrolünde. Dinden bihaber, fakir, öfkeli ve örgütü kendine kimlik yapmış gençlere karşı devlet ne yapabilir? Devletin yapabileceği şeyler var ama zemin hazırlamalı. Toplumsal dönüşümü devletler değil, sivil toplum yapar büyük olanakta. Devlet önce can, mal güvenliğini sağlamalı ve adaleti temin etmeli. Devletin bölgede 30 yıldır yapması gereken ama yapmadığı şey, oradaki sermayenin, insanların can ve mal güvenliğini sağlamaktır. Ayrıca sivil toplum örgütlerinin, farklı cemaatler, Hizmet Hareketi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme dernekleri gibi grupların bölgeye gidip bölgedeki insanlara eğitim vermesi, sosyokültürel yatırım yapması için zemin hazırlaması lazım. Bunları yapanlar kayıp nesil. İçlerinde devlete karşı bir kin nefret var. Bu ancak devlet şefkatiyle değişir.Bugün sanki tam tersi oluyor… Kesinlikle... İşte bu da bir başka problem. Bir şekilde risk alarak bölgeye gitmiş olan insanlar bütün saldırılara, yakma yıkmalara rağmen orada duruyor, ama devlet buna rağmen kılını kıpırdatmıyor, polisi müdahale etmiyor, itfaiyesi gitmiyor.Kürtler Türkiye'yi bölemez, Türkiye'yi Türkler böler Kobani eylemleri aslında neyin göstergesi? Göstere göstere gelen bir tehdit bu. 90'lı yıllarda devletin yaptığı ve yaptırdığı pis işlerin faturasını ödüyoruz. Bugün bölgede olanlar, 90'lı yıllardaki gibi, devletin köy boşaltmalarının, JİTEM, Yeşil gibi paramiliter, devlet adına bölge halkına edilen eziyetlerin karşılığı. Eğer Batı'daki insanlar şehit verdiyse, Kürtler de en az 10 katı Türklerin çektiği kadar eziyet çekti. Yerlerinden yurtlarından oldular. Tahkir edildiler. Bir gece yarısı yakınları evden alınıp öldürüldü, sorgusuz sualsiz hapse atıldı. Türkiye'nin batısındaki insanlar her şeye rağmen empati yapmak durumunda. Her terör olayında Kürtlerin genelini suçlamak doğru değil.Güneydoğu'daki yağmalama, yakıp yıkma var olan Kürt fobisini tetikledi… AKP çok pragmatik bir parti. Pardon Erdoğan, AKP diye bir şey yok çünkü şu anda. Bir Başbakan da yok. Sadece Erdoğan var. Erdoğan önümüzdeki seçimler için strateji değiştirdi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Kürt oylarına ihtiyacı vardı. O seçim oldu, bitti ve kazandı. Bir sonraki seçimlerde milliyetçi oylara ihtiyacı var ve ona oynuyor. Güneydoğu'daki olayların içinde devlete dair birtakım unsurların bu olayları provoke ettiğini, organize edebileceğini düşünüyorum. Sokakları yakan yıkan cam çerçeve indiren gruplar antipati uyandırır. En son olaylarla Kürtlere olan sempati tükendi, çok ciddi bir antipatiye döndü. Önümüzdeki seçimlere kadar PKK militanları üzerinden yakıp yıkma, Türkiye toplumunu tahrik edip damarına basma, Kürtlere karşı alerjiyi arttırma, milliyetçi söylemlerle duyguları kabartma gibi eylemlerin devam edeceğini düşünüyorum. Seçimde ise Erdoğan ‘Bakın bunların hakkından biz geliriz. Zaten başka alternatif de yok' diyerek yeniden güçlü bir şekilde iktidara gelmeyi düşünüyor. Erdoğan farklı zamanlarda hep ortaklarını sattı. Yine öyle yapacak. Birçok yerle iş tutuyor. Mavi boncuk dağıtarak ‘usta'ca algı yönetiyor, herkese farklı söylemler geliştiriyor. Aslında şu anda geldiğimiz nokta Erdoğan ayakta kalmak için her ipte farklı cambazı oynuyor.Tandık sandık senaryosu harekete geçecek yani… Aynen. Erdoğan'ın sandık her şeydir yaklaşımı. Hatta bu süreçte MHP ile anlaşabilecekleri de söyleniyor. Liberal, demokratlardan, cemaatlerden boşalan kadrolara MHP kadrolarını yerleştirerek, milliyetçi bir koalisyon oluşturabilir. PKK eylemleri Kürt antipatisi bu senaryoya bir ivme kazandırabilir. Bu çok tehlikeli. Zaten ciddi bir ayrışma var. Bu koalisyonla Kürt gençleri sokağa dökülürse iş kontrol edilmekten çıkar. Toplumsal çatışmalar artar. Milliyetçiler daha da tahrik olur. En kötü senaryo bu. Kürtler Türkiye'yi bölemez. Türkiye'yi Türkler böler. Kürtlerin karşısına ne zaman kitle olarak eli sopalı silahlı Türkleri çıkarırsanız, o zaman toplumsal bölünme olur. Kısa vadeli pragmatik hedefler uğruna toplumsal birliktelik ve dokular bozuluyor.Çözüm süreci var mıydı ki, bitsin… Oslo görüşmelerine göre neredeyiz? Bizi şaşırtan şeyler, bazıları için bir yol haritası olabilir mi? Oslo'da verilen birkaç söz vardı. Önce özerlik sonra bağımsızlık ve genel af. PKK'lı militanların Kandildekiler de dâhil, terörist grubundan çıkarılması hukuken suçsuz hale getirilmesi, Öcalan'a ev hapsi ve siyaset yolunun açılması. Bu çözüm sürecinde epey gitti. Bugün güneydoğudaki son olaylarda onu gösteriyor ki, PKK ve KCK biraz yüklenirse çok rahatlıkla özerk yönetimler kurabilir, kantonlar ilan edebilir. Aynen Suriye'de olduğu gibi. Bunun için alt yapısı hazır. KCK unsurları her yeri sokak sokak organize ettiler ve silahlandırdılar. Artık kırsalda silah yok, şehirlerden çıkıyor. Çözüm denilen süreçte bunlar şehirlere yayıldı. Kırsaldaki gerillalarını geri çekmediği gibi, şehirleri tek tek organize etti, silahlandırdı. Ben PKK ve KCK'nın özerklik ilan etmeye hazır hale geldiğini görüyorum. Kaymakamlar atıyorlar, mahkemeleri var yargılama yapıyorlar, ÖSB dediğimiz savunma birlikleri kurdular, kolluk görevi yoruyor, yoklama yapıyorlar. Devlete dair alternatif yapılarını kurdular. KCK şehir yapılanması deniyor ama değil. KCK, PKK'nın devlet tipi bir yapılanması. Bunların hepsi yapıldı, şimdi Öcalan'a ev hapsi ve siyaset yolu gündemde. Öcalan'la son dönemde hızlanan görüşmeler, bir sözüyle eylemlerin durması da bunu gösteriyor. Bu süreçte bir paradoks var.Nedir bu paradoks? Bir taraftan Erdoğan hükümeti Oslo'da söz verdi bu süreçler devam edecek diye, öte taraftan önümüzdeki süreçte milliyetçi oylarla yeniden iktidara gelmesi lazım. Devasa bir yolsuzluk iddiası var, otoriterleşme var, hukuk bitti. Erdoğan ve etrafındaki bir avuç insanın kurtulabilmesi için önümüzdeki seçimi kazanmaları lazım. Öcalan'a ve PKK'ya verilen sözlere rağmen milliyetçi oylar için biraz daha oyalayacaklar. Bu süreçte Kürtler bir kez daha aldatılmışlık hissine girecek. Bu da bir tepkiye dönüşerek, Erdoğan'ın hatta MİT'in de kontrol edemeyeceği bir şekilde sokak eylemlerine dönüşebilir. Erdoğan kendini dinletirse, PKK'dan seçimlere kadar müsaade isteyecektir.Çözüm süreci bitti ve devam ediyor tartışmasına siz ne diyorsunuz? Çözüm süreci var mıydı ki, bitsin. Ben bir çözüm süreci olduğu kanaatinde değilim. Çözüm dediğiniz şeyin bir haritası, rotası, basamakları, hedefleri, sonuçları olur. Çözüm denilen bu süreçte PKK kazandı, uluslararası aktör haline geldi. Güneydoğu ve Batı'nın varoşlarında şehirler oluşturdu. PKK'nın hedefi sadece güneydoğu değil, Batı'da da kantonlar kurmak. Sultangazi, Esenyurt gibi… Bu süreçte PYD yapısını kurdu, meşruiyet kazandı, halk kurtuluşu konumuna geliyor. Erdoğan hükümetleri de kazandı bu süreçte. Türkiye'nin en büyük sorununu çözüyoruz diyerek, naylon pansuman tedbirlerle oy aldı. Kaybeden Kürtler ve Türkler, Türkiye.Temel hak özgürlükler, Kürtçe eğitim, ana dil, yasal düzenlemeler yapılmalıyken neden yapılmadı iktidarın işine mi gelmedi? Milliyetçi oyları kaybetmek işine gelmediği için, bu konulardaki düzenlemeleri yapmamak için ağırdan alıyor. Bugüne kadar Kürtler değil, hep PKK muhatap alındığı için, Kürtlerin temel haklarıyla, anadil ve eğitim sorunlarının çözülmesi adına doğru düzgün bir adım atılmadı. Kürtler bu süreçte hiçbir şey kazanmadı, hep PKK kazandı.Bu saatten sonra ünite yapı içinde çözüm mümkün mü? Kürt toplumunun devletle toplumla bir sorunu yok. Sadece insan yerine konmak, temel haklara sahip olmak, birinci sınıf vatandaş konumunda olmak istiyorlar. Bu sağlandığı zaman üniter yapı içinde çözüm olur elbette. Ama burada dikkat edilmesi gereken bir husus var. Kürt sorunu bir demokrasi sorunudur. Evrensel demokratik değerlere dayalı hukukun işlediği bir düzen kurulursa, ülkedeki bütün sorunlar çözülür. Türkiye demokrasiden uzaklaşırken, bu sorunları da çözemez. Geriye parçalanma kalır. Eğer Türkiye'nin bütün kalması isteniyorsa, çözüm PKK ile görüşmekle değil, demokratik standartları yükseltmekle olur.‘Televizyona çıkma' uyarısı aldım Bugünkü şartlarda Türkiye hukuk içinde kalabilir mi? HSYK seçimlerinden sonra buna olan güvenim azaldı. Tek adam hukuku var şu anda. Hitler de demokrasi ile gelip bütün kurumları kendi yönetimine almıştı. Bütün kurumlar artık ‘varmış' gibi olacak. Anayasa Mahkemesi var gibi gözüküyor, ne kadar dengeleyebilecek, orası da tehdit altında. Hakim ve savcıların düşünceleri olabilir, renksiz kokusuz insan yoktur, herkesin bir aidiyeti var. Bizi bunlar değil, hukukun işleyip işlemeyeceği ilgilendiriyor. Ama şu an buna çok kani değiliz. Neticede bir siyasi parti seçimi yapılır gibi yapıldı, kazanamazlarsa seçimi iptal edeceklerini söylediler, biner liralık zamla açık rüşvet verdiler, yargıçlara verilen daireler gündeme geldi. İktidar sahiplerinin kirli ilişkileri ortaya çıkmasın diye hukuk mahvedildi. Ülkenin çivisi çıktı. Acınacak bir hale geldik. Ama bu acınası hali göz boyamalarla kapatmaya çalışıyorlar.Yaşanan süreçte İslam algısı nasıl bir noktaya geldi? Hem Türkiye'de hem de dünyada İslam IŞİD, EL Kaide gibi örgütler ve temiz kalamayan siyasal İslamcılar yüzünden İslam dini şu an çok kötü bir imaja sahip Sadece İslam değil aslında. Din ne zaman siyasetle kucak kucağa olduysa istismar edilen din ve ahlak değerleri olmuştur. Devlet ve siyaset din ve değerleri kendi lehine kullanmak ister. Bunun en çarpıcı örneği Roma'dır Vatikan'ın kurumsal bir yer haline gelmesi Hristiyanlığı bitiren şey. Hristiyanlık Avrupa ‘da bir kültür olarak kaldıysa, sivil bir din olma özelliğini kaybettiği içindir. İslam'da da aynı şey var. Siyasal İslamcılar İslam'ın sivil tarafını öldürdü. Bir dinin sivil tarafı öldürülürse doğurganlığını yitirir kendini yenileyemez.Türkiye'de şu an iç ve dış güvenliğin sağlanabildiğini düşünüyor musunuz? Nasıl sağlanacak güvenlik. Son 20 yılda bütün kolluk güçleri arasında en başarılı sonuç alan polis teşkilatı bitirilmiş oldu. Polis teşkilatının hafızası dağıtıldı. Hırsızlık, uyuşturucu vukuatları arttı. Bundan sonra da devam edecek. Faturasını toplum olarak biz ödeyeceğiz. Bu sebeple Türkiye sokaklarının da bundan sonra güvenli olacağını düşünmüyorum.Bu süreçte ailenizle, akademide arkadaşlarınızla fikir ayrılığı yaşadınız mı? 12 Eylül'ü 28 Şubat'ı düşününce toplum olarak bu dönemdeki kadar bölündüğümüzü hatırlamıyorum. Aile fertlerine kadar indi bölünme. Ben susmayı tercih ediyorum. Yoksa işin içinden çıkılmıyor. Kimseye düşman değiliz. Yıllarca AK partiye oy verdim, güzel şeyler de yaptılar. Bu süreçte ne yapabiliriz bir etkimiz olabilir mi diye yazıyoruz. Toplum şu an makulü bulamıyor. Gerilimden beslenen iktidarın tansiyonu düşüreceği kanaatinde değilim. Buna aydınların ve AK Parti içindeki vicdan sahiplerinin dur demesi, uyarması lazım.Yazılarınız ve söylemleriniz dolayısıyla bir uyarı aldınız mı? Vakıf üniversitesinde olduğum için üniversiteden bir uyarı almadım. Kamu üniversitelerinde uyarı alan, uzaklaştırılanlar var. Ama hükümet kanadından, televizyon programlarına çıkmama konusunda uyarıldım.

Terör şüphesi uçuşları çileye dönüştürecek!

$
0
0
ADB’de, El Kaide terör örgütünün 11 Eylül 2001’de gerçekleştirdiği terör saldırıları sonrası havalimanı ve uçaklarda artırılan güvenlik önlemleri, yeniden gündeme geldi.O gün gerçekleşen kanlı eylemlerin, bugün de, IŞİD terör örgütü tarafından planlandığı yönündeki istihbarat, ABD tarafından tüm ülkelere iletilerek tedbir alınması istendi. Talimat nedeniyle havalimanı veya uçaklarda yaşanan en küçük olay, derinlemesine araştırılmaya başlandı. Bu yüzden hafta içinde THY uçağı motoruna yapıştırılan Arapça yazılı dua da, güvenlik birimlerini harekete geçirdi. Yazının, ‘şükür duası’ olmasının anlaşılmasıyla derin bir nefes alınırken, tüm birimlere bu tür olaylara karşı daha hassas yaklaşılması uyarısında bulunuldu.KARGO UÇAKLARI HEDEFTE!ABD Dışişleri Bakanlığı, ağustosta, El Kaide’nin yeni bir saldırı hazırlığında bulunduğu yönünde istihbarat aldıklarını ve yeni hedefin kargo uçakları olduğunu açıklamıştı. Uyarının ardından başta kargo uçaklarının bulunduğu bölgeler olmak üzere havalimanlarındaki güvenlik tedbirleri artırıldı. Hatta ABD ve İngiltere’den gelen özel ekipler, kargo terminalleri ile yer işletme hizmeti sunan şirketleri denetledi.Denetimler, aynı titizlikle yürütülürken, ABD’den bu kez de, IŞİD’in eylem hazırlığında bulunduğu yönünde uyarı geldi. Hedefte yine kargo uçakları bulunuyor. Ancak, havalimanlarındaki kargo terminallerinin yanı sıra bagaj üniteleri, otopark ve metro katlarındaki denetimlerin daha da artırılması isteniyor.BOMBA ARAMASI BAŞLATILDIABD Ulaşım Güvenlik Yönetimi TSA’nın, El Kaide’nin Suriye’de faaliyet gösteren kolu El Nusra’ya yeni katılanların, havalimanlarına eylem yapabileceği yönündeki uyarısı üzerine başta İngiltere olmak üzere pek çok ülke de, bir süre önce yeni uygulama başlattı. ‘Patlayıcı iz tespit cihazı ETD’ ile gerçekleştirilen denetimler, tarama dedektörünün uç kısmında yer alan sentetik parçayla bagaj veya yolcu üzerinden numune (toz) alınmasıyla yapılıyor. Daha sonra bu numuneler, cihazda analiz ediliyor. Analiz sonucunda, yolcunun veya bagajın bomba ile temas edip etmediği ortaya çıkıyor.Tüm bu uyarıların yanı sıra Amerikan Havacılık ve Uzay Bilimleri Enstitüsü’nden (ALAA) de, siber saldırı uyarısı geldi. Sektörün dünyanın en karmaşık ve entegre teknolojik sistemlerinden birine bağımlı olduğuna dikkat çekilerek, bunun da siber saldırı tehdidini artırdığı belirtildi.Yetkililer, IŞİD terör örgütünün, hiçbir tereddüt duymadan en kanlı infazları gerçekleştirmeye devam ettiğini ifade ederek, bu yüzden sadece havalimanlarının değil, AVM, sinema ve tiyatro gibi kalabalık merkezlerin de, terör saldırısı tehdidi altında bulunduğunu söylüyor. Saldırı tehdidi nedeniyle havalimanlarındaki güvenlik tedbirlerinin bundan sonra daha da artacağını dile getiren yetkililer, uygulamalara tepki gösteren yolculara daha anlayışlı olmaları tavsiyesinde bulunuyor.Onur Air, Ankara’dan Diyarbakır’a uçacakOnur Air, 27 Ekim’de Ankara-Diyarbakır arasında tarifeli uçuşlara başlıyor. Haftanın her günü gerçekleşecek uçuşlar, Diyarbakır’dan Ankara’ya 13.10’da, Ankara’dan Diyarbakır’a 15.30’da düzenlenecek.Pegasus Hava Yolları’ndan yaz kampanyası!Pegasus Hava Yolları, 2015 yazında ucuza uçuracak. 26 Ekim’e kadar www.flypgs.com üzerinden biletini alanlar, 29 Mart-24 Ekim 2015 arasındaki uçuşlarda yurt içine 39,99 TL’den, yurtdışına 39,99 Euro’dan başlayan fiyatlarla seyahat edebilecek.Havaş’tan kayıp bagaja özel numaraHavaş, kesintisiz hizmet sunan çağrı merkezi kurdu. Yolcular, 444 0 HVS (487) numaralı çağrı merkezinden kayıp bagaj ve havalimanı transferi konusunda yedi gün 24 saat bilgi alabilecek.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live