Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Sizin gezegende su var mı?

$
0
0
Bilim adamlarının yeryüzünde su tükenecek korkusundan başka gezegen arayışı bitmedi gitti.Arayan buldu da. Maryland Üniversitesi’nden araştırmacılar, bir gezegenin, Dünya’dan dört kat büyük olduğunu gördü. Üstelik bu gezegenin atmosferinde su olduğu da keşfedildi. Şimdi sıra suyun içilebilir olup olmadığını test etmek üzere bir adet ‘başgan’ ve kamera ordusunu o gezegene fırlatmakta!Ölürsem kabrime gelme...‘Evlat acısı gibi içine oturmak’ deyimini yerli yersiz tüketsek de ABD’nin Colorado eyaletinde yaşayan Vance Abeyta, ölü doğan bebeğiyle bu acıyı gerçek anlamıyla tattı. Hatta daha kötüsünü de. Abeyta, oğluna ait olduğunu zannettiği mezara yedi yıl boyunca çiçekler ve oyuncaklar getirdi. Ancak 7 yıl sonra mezarın yerini yıllar önce aileye yanlış bildiren Denver’daki Katolik Başpiskoposluğu, Abeyta ailesinden özür diledi.Miras değil, Nazi dosyasıÖlen dedelerinden miras bekleyenler bir kez daha düşünsün. Alaska eyaletinde 91 yaşında hayatını kaybeden Chand Sud’un eşyalarını karıştıran vârisleri, bambaşka bir şey buldu: Nazi savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg duruşmalarına ait belgeler. Sud’un, Nürnberg’de görevli eşi Maxine Carr tarafından toplandığı ifade edilen; içlerinde mahkûmların kimlik kayıtları, Nazi armaları ve madalyalarının da bulunduğu koleksiyon satışa çıkarılacak.

Paraları sıfırladıkları yetmedi hukuku da sıfırladılar

$
0
0
Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz, 10 Ağustos'tan sonra Tayyip Erdoğan’ın hem cumhurbaşkanı hem başbakan hem de parti başkanı olamayacağını iddia ederek suç duyurusunda bulundu. Ve başına gelmeyen kalmadı.Derslerden el çektirildiniz, üstüne bir de kınama cezası aldınız. Bütün bunlara sebep olan gerekçe nedir?Geçen yıldan beri İstanbul Aydın Üniversitesi’nde verdiğim hukuk sosyolojisi ve felsefesi derslerini bu yıl verdirmeme kararı almış rektörlük. Dekanlığa yazı gönderilmiş konuyla ilgili ama dekan bana yazının içeriğinden bahsetmedi. Artık nasıl bir yazıysa? Gerekçenin ne olduğunu ben de bilmiyorum. Dekan o yazıya dayanarak ders görevlendirmesi yapamadı. Yapamadığını da küçük bir özür beyanıyla bildirdi.Daha önce böyle bir durum yaşadınız mı?1984 yılından beri kürsüye çıkan, kürsü sorumluluğu taşıyan bir hocayım. Marmara’da çalıştım, Akdeniz Üniversitesi hukuk anabilim dalı bölümünden emekli oldum. Bir yıldır da buradayım. Üniversite dediğimiz kurumun, düşüncenin, idealin her türlü sorumluluğunu taşımaya çalıştım. Hiç kimse tek laf etmedi bugüne kadar. Meslek hayatımda ilk kez böyle bir şeyle karşılaştım. 35 yıllık bir hocaya, en olgun meyveleri verebileceği bir yaşta ders verme yasağı ile önünün kesilmesi çok haklı bir nedene dayanmalı. Haksız bir nedense de kamuoyuna bütün çıplaklığıyla duyurulması lazım.Yazılı gerekçeyi bilmiyorum dediniz ama buna sebep olan konu aşikâr…Tabiî ki. 18 Ağustos’ta Recep Tayyip Erdoğan milletvekilliğinden sıyrıldı. Ben pazartesi dokunulmazlığı düşmüş bir yurttaşın başbakanlık görevini, hükümet partisinin genel başkanlığını sürdürdüğü, cumhurbaşkanı seçildiği halde bu partinin işlerini görüyor olduğu ve yemininden önce tarafsızlık ilkesini ihlal ettiği için Türk Ceza Kanunu’na göre bunlar suç oluşturuyordu. Anayasa’yı da ihlal ediyordu. Bunları ileri sürerek Anayasa’nın 74. maddesine göre dilekçe hakkımı kullandım ve Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundum. Vatandaşlık görevimi yerine getirdim. İki gün sonra Aydın Üniversitesi’nden arandım. Telefonun ucundaki ses ‘Üniversite’den ayrılmayı düşünür müsünüz?’ diye sordu. Şaşırdım, sebebini sordum, bir şey demedi ama ben anladım. Gelince görüşürüz dedim o kadar. Sonra izinsiz demeç verdim diye hakkımda soruşturma açıldığını öğrendim.Siz bu duruma karşı hukukî olarak neler yapıyorsunuz?Bu insan hakkını, bilim özgürlüğünü, yurttaşın ifade özgürlüğünü ihlaldir. Bir Anayasa ihlalinin peşinden koşup çözmeye çalışırken, başkaları da bana karşı aynı ihlali yaptı. Ben avukatım vasıtasıyla savunmamı yaptım. İptal davası açtım. Kararı bekliyorum.Derslere giremediğiniz halde neden hâlâ üniversiteye geliyorsunuz?Sözleşmeye göre haftanın 3 günü burada olmam gerekiyor. Geliyorum, çalışıyorum, bilimsel çalışmalara odaklanıyorum. Ben sözleşmeme uyuyorum ama onlar uymuyor. Mobbing uyguluyorlar.Bunun dışında üniversite bir soruşturma daha açmış hakkınızda…Derslerdeki puanlama sistemim sorunluymuş. Bir yıldır sorun yoktu, şimdi mi var? Nereden kulp takacaklarını bilemiyorlar. Ben bütün öğrencilerime “Çocuklar sınavları ve notları bir kenara bırakalım. Not ve sınav için çalışmanız size bir şey katmaz. Ben size çok iyi notlar vereceğim. Önce zihninizden notu çıkarın.” diyorum. Ve inanın çocuklar daha başarılı oluyor. Gerçekten öğrenmiş oluyorlar. Şimdi bu da sorun oldu.Maruz kaldığınız bu muamele karşısında destek olanlar oldu mu?Bu kamusal bir olay. Benim meslektaşlarım, öğrenciler, vatandaşlar hep birlikte duyarlılık göstermeli. CHP Milletvekili Mahmut Tanal, soru önergesi verdi. Barolar Birliği harekete geçti. Havuzdan geriye kalan basın bu hukuksuzluğu duyurmaya çalışıyor. Türkiye’de ters giden şeyler var. Özgürlükleri boğdurmak amaç. Türkiye zifiri bir karanlığa büründü. Hukuk adına mücadele edilmesi gereken somut olaylardan sadece biri bu.Türkiye’de hukukun geldiği noktayı nasıl yorumluyorsunuz?Ne hukuk var ne de demokrasi. Hukuksuz demokrasi, katıksız bir faşizmdir. Demokrasi gelsin dedik ama hukuksuz sahte bir demokrasinin geleceğini göremedik. Yüzde 10 barajı başlı başına hukuksuz bir demokrasi. SEÇSİS bir başka hukuksuzluk. Elektronik oy sayma sistemini kullanarak olağanüstü manipülasyonlar yaptılar. Oy hırsızlıklarını da gördük. Para çalınmaz ki sadece oy da çalınır. Hatta para çalmak isteyen önce oy çalar siyasette. Bunlar demokrasi görünümlü hukuksuz şeyler. Bu SEÇSİS hukuksuzluğu ile ilgili de Anayasa Mahkemesi’ne başvuracağım. Hiç kimse doğru düzgün yazıp konuşamıyor. İfade ve basın özgürlüğü yok. Bu da bir başka hukuksuz demokrasi örneği.İktidara göre ülkede ifade ve basın özgürlüğü var ama…Sürekli kendileri konuştuğu için ve kendilerinin basını yazdığı için var. Herkes çok konuştuğu için vatandaş da ifade özgürlüğü var sanıyor. Hâlbuki farklı düşünene yaşam hakkı bile verilmek istenmiyor. Herkes sadece bir şeyi konuşuyor: İktidarı ve icraatlarını. Yanlışlarını konuşan kim var? Parayla yetkiyle basını ve üniversiteleri çürütüyorlar. Kim yazıp, konuşabilir?‘Keşke hukuk bilmeseydim’ dediğiniz oluyor mu?Son yıllarda sürekli buna hayıflanıyorum. 40 senedir bildiğim hukuk birdenbire sıfırlandı. Hukukun hiçbir ilkesi geçerli değil. Her ilkenin üzerinde tepiniyorlar. Paraları sıfırladıkları yetmedi, hukuku da sıfırladılar. Ama ne olursa olsun, Ankara’da yargıçlar varsa ümitliyim hukuk adına.Defaatle “Devlet adamı ne kadar yoksul olursa halk o kadar zengin olur” diyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti fakir bir devlet mi olsun?Elbette hayır. Devletin parası olsun, halkına yardım etsin, halk zenginleşsin devlet de zengin olsun, bunlar sorun değil. Ama devlet büyük israf içinde. Devleti yöneten hükümetlerdir. Bugün de AKP hükümeti bu israfı körüklüyor ve sıcak parayla besliyor. Sıcak parayla hayasızca yatırım yapılıyor. Çevre katliamı, yanlış yapılanmalar, nemalandırmalar, yandaşlarını doyurmalar, rantlar kıyasıya gidiyor. Bu sıcak yatırımın faturası halkın önüne gelecek. Bunlar Türkiye’nin borç aldığı paralar. Üretimle kazanılan paralar değil. Her hesabın arkasında farklı dolaplar dönüyor ve çirkinlikler yatıyorsa bunlara göz yumamayız. Gözümüzün içine baka baka yalan söylenmesine razı olamayız.Atatürk’ü hem eleştirip hem de taklit etmek çelişkidirKimlerin benzemeye çalıştığı ortada. Bilgelik, cesaret ölçülülük ve adalet. Bunların hepsi adalete hizmet eder. Ortaçağ’da buna üç tane daha eklendi: İnanmak, ümit etmek ve sevmek. Bu yedi erdemi Anadolu’nun temelinde, düşünce adamlarımızın eylem ve fikirlerinde buluruz. Onlardan biri de Atatürk bana göre. Aydınlanmanın temeli kendi aklını kullanma iradesini göstermektir. Şu an Türkiye’de insanlar aklını kullanamıyor. Sebebi ise korku. Öyle korkular salındı ki aklımızı başımızdan alıp gitti. Atatürk aklını kullanıyordu, korkmuyordu. Atatürk bir insan olmasının yanı sıra bir ideal. İdeal olmasa bir zamanlar Kemalizm’i eleştirenler bugün onu örnek alır mıydı? Şimdi onun yaptığını yapmaya çalışarak kötü bir taklitten öteye gidemiyorlar. Bu büyük bir çelişki. Adam İzindeyiz’le, Türkiye’nin ikinci Atatürk’ü söylemleriyle, ilk Samsun’u ziyaret etmekle Atatürk olunmuyor. Atatürk olmak karakter işi, dürüst olma işidir, halkını kullanmama, çalıp çırpmamaktır. Yoksulluktur, biriktirmek değildir. Atatürk olmak zekâ işidir, salaklardan Atatürk olmaz. Benzeyemeyip de kendilerini öyle gösterdiklerinde ise çok sırıtıyor.

Yolsuzluk soruşturması adım adım kapatıldı

$
0
0
TOKİ, Selam Tevhid terör örgütü ve 25 Aralık soruşturmalarında verilen ‘takipsizlik’ kararları gözleri 17 Aralık’a çevirdi. Bu kadar somut delile rağmen bu dosyada da ‘takipsizlik’ kararı verilebilir mi? Bekleyip göreceğiz...Türkiye, 17 Aralık 2013’te tarihinin en büyük yolsuzluk operasyonuna uyandı. Aralarında bakan çocuklarının da bulunduğu onlarca isim gözaltına alınmıştı. İlerleyen günlerde yolsuzluk belgeleri ortalığa saçıldı, hukukun paçavraya çevrildiğine dair ses kayıtlarına her gün yenileri eklendi. Emniyet’in hazırladığı ve internette yayınlanan fezlekelere göre örgütün başındaki isim İranlı Reza Zarrab’dı. İddialar çok vahimdi. Kurulan kara para tezgahıyla İran’ın 87 milyar Euro’su aklanmıştı. İşin içinde bakan çocukları hatta bizzat bakanların kendileri vardı. Buna göre, İran’ın kara parasını ‘döndürme/aklama’ karşılığında bakanlar ve çocukları hatırı sayılır miktarlarda rüşvet alıyordu. Yolsuzluk soruşturması sebebiyle istifa etmek zorunda kalan bakanlardan Zafer Çağlayan’ın 28 kez ve toplamda 52 milyon dolar, Muammer Güler’in 10 kez ve toplamda 10 milyon dolar, Egemen Bağış’ın ise 3 kez ve toplamda 1,5 milyon dolar rüşvet aldığı iddia edildi. Alınan toplam rüşvet miktarı 63,5 milyon dolardı. Egemen Bağış’a verilen rüşvet adım adım kameraya kaydedilmişti. Zafer Çağlayan’ın oğlunun rüşvet alışverişi de teknik takibe alınmıştı. Dönemin Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın evinde, ayakkabı kutularında 4,5 milyon dolar ele geçirilmişti. Bu paranın ‘ne’ olduğu hiçbir zaman izah edilemedi. Yine dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlunun evinde yapılan aramada 1,2 milyon TL bulunmuştu. Muammer Güler’in, telefonda, kendisi hakkında bir soruşturma olup olmadığını soran Zarrab’a verdiği, “Vallahi böyle bir şey varsa senin önüne ben yatarım ya!” sözü gazete manşetlerini süsledi. Sadece bakanlar değil, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bile rüşvet ve yolsuzluk çarkının içinde olduğu ileri sürüldü. Konuyla ilgili Başbakan ve oğlu Bilal Erdoğan’a ait olduğu savunulan ses kayıtları internete sızdırıldı. Başbakan olduğu iddia edilen kişi oğluna, ‘evdeki paraları sıfırlaması’ talimatı veriyordu. Sıfırlanması gereken paranın miktarı 1 milyar dolardı. 25 Aralık tarihli, yapılamayan ikinci yolsuzluk operasyonunda önemli iddialardan biri de Urla’da ‘dönemin’ Başbakanı Erdoğan ve yakınları için 1. derecede sit alanına villalar yapıldığıydı. Villalar için öncelikle bölge 1. derecede sit alanı olmaktan çıkarılmıştı. Bunun için bir üniversiteden 130 bin TL karşılığında sahte rapor alınmıştı. Buna ilişkin ses kayıtları da internete düştü. Bir başka iddia ise ihale karşılığında işadamlarından rüşvet/haraç alındığıydı. Bu şekilde toplanan paralarla iktidar kendi medyasını kurmuştu. Fezlekelerde de yer alan telefon görüşmelerinden 8 işadamından 2 ay gibi kısa bir sürede 630 milyon dolar para toplandığı tespit edildi. Buna ilişkin ses kayıtları da internette yayınlandı. Yaklaşık 15 ay süren soruşturmada elde edilen deliller çok sağlamdı. Ancak ne oldu dersiniz? İktidar müthiş bir algı operasyonuna imza attı. İnsanların somut delillere dayanan yolsuzluk soruşturması yerine, hiçbir dayanağı olmayan ‘paralel devlet’ tezine inanmasını sağladı. Ve yaptığı düzenlemelerle yolsuzluk ve rüşvetin üzerini adım adım örttü. Nasıl mı? İşte böyle… Polisler, savcılar sürgün edildi: 17 Aralık’ta operasyon başladı. İktidarın ilk tepkisi soruşturmada görev alan polisleri sürgün etmek oldu. Binlerce polis ‘paralel’ yaftasıyla görevden alındı. Emniyet ayağını ‘temizleyen’ iktidar ikinci aşamada yargıya yöneldi. Soruşturmaya iki yeni savcı atandı. Ardından eski savcılar dosyadan el çektirildi. Sonuçta dosyada tek bir savcı, Ekrem Aydıner kaldı. Adli Kolluk Yönetmeliği değiştirildi: Kolluk güçlerine amirlerine operasyonu haber verme zorunluluğu getirildi. Bu, kısaca, yapılması planlanan operasyondan Başbakan’ın haberinin olması demekti. Düzenleme Danıştay’dan döndü.TİB’in başına MİT’çi Çelik atandı: Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (TİB), MİT görevlisi Ahmet Cemaleddin Çelik atandı. Başbakanlık ve MİT’in 15 Ocak 2014’te yazılı bir talimatla teşkilata bütün dini fraksiyonları ve grupları izleme emri verdiği ortaya çıktı. İnsanların tek tek fişlendiği belgelendi. Başsavcılara tehdit telefonu: Dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın bizzat kendisinin İzmir ve Adana başsavcılarını arayarak, soruşturmanın kapatılmasını istediği ortaya çıktı. Bakan aramayı kabul etti. Kendisini, “Aramayan bakan mı var?” diyerek savundu. Savcıları değiştir, yoksa!: Adalet Bakanlığı Müsteşarı Kenan İpek’in, İzmir’deki yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını yürüten Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Baş’ı arayarak, soruşturmayı durdurmasını, savcıları ise değiştirmesini istediği ortaya çıktı. Hüseyin Baş’ın konuyla ilgili tuttuğu tutanak kamuoyuna açıklandı. Delilleri imha edin talimatı: İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Emniyet Müdürlüğü’nden 15 Aralık sonrası yapılan dinleme ve fiziki takip işlemlerinin bitirilmesi ve evrakların imha edilmesini talep ettiği ortaya çıktı. Yazı 8 Ocak 2014’te gönderilmişti. Bu talep, Başbakan ve oğlu arasında 17 Aralık 2013 tarihinde yapıldığı iddia edilen ‘sıfırlama’ konuşmalarının dosyadan çıkarılması anlamına geliyordu. HSYK sil baştan: Daha önce Adalet Bakanı’nın yetkilerini sınırlayan iktidar, soruşturma sonrası HSYK’yı tamamen bakana bağladı. Yargı tamamen siyasallaştı. AYM düzenlemeyi büyük oranda iptal etti ancak iktidar yapacağını (atamalar vs.) çoktan yapmıştı! Savunma hakkına sınırlama: Yolsuzluk soruşturması üzerine şubatta yapılan yasal düzenlemeyle avukatların dosyalara ulaşabilmesi sağlandı. İktidar yolsuzluk soruşturması dosyalarını aldı, içinde ne var ne yok gördü. İnternete sansür yasası: İnternete düşen yolsuzluk ve rüşvete dair tapeler iktidarı çileden çıkarmıştı. Özel hayatın gizliliğinin ihlali durumlarında internete erişimin TİB tarafından önlenmesinin de öngörüldüğü torba yasa tasarısı 6 Şubat’ta Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı. TİB’e, mahkeme kararı olmaksızın internete erişimi engelleme yetkisi verildi. YouTube ve Twitter yasaklandı: Yolsuzluk ve rüşvete dair ses kayıtları Twitter ve YouTube üzerinden yayınlanıyordu. Başbakan, 20 Mart’ta, “Twitter mivitır hepsinin kökünü kazıyacağız.” dedi. Aynı günün gecesi Twitter, bir hafta sonra ise sosyal paylaşım sitesi YouTube kapatıldı. Sahte deliller oluşturuldu: İktidar, masum insanları ‘terörist’ olarak göstermekte kararlıydı. Ancak ortaya delil konulamıyordu. Bu işi de hallettiler! TİB’de sahte deliller üretildiği ihbar mektuplarıyla ortaya çıktı. İddiayı hiç bir iktidar temsilcisi yalanlayamadı! TOKİ dosyasında takipsizlik kararı: 17 Aralık operasyonunun ardından dosyaya atanan Savcı Ekrem Aydıner, TOKİ dosyasında işadamları Ali Ağaoğlu, Ahmet Nazif Zorlu ve Mehmet Ali Aydınlar ile eski Bakan Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar’ın da aralarında bulunduğu 60 şüpheli hakkında 2 Mayıs’ta takipsizlik kararı verdi. Selam Tevhid Operasyonu sulandırıldı: 7 bin kişinin ‘Selam Terör Örgütü’ soruşturması kapsamında ‘paralel yapı’ tarafından dinlendiği iddia edildi. Yalan olduğunu bizzat Başsavcı itiraf etmek zorunda kaldı. Selam Tevhid Soruşturması’nın üzeri de bu ‘sulandırma’ operasyonuyla kapatılmış oldu. 22 Temmuz’da ‘takipsizlik’ kararı verildi. Fezlekeler temizleniyor: Savcılığın, 4 eski bakanla ilgili hazırladığı fezlekeler 28 Şubat’ta Meclis’e ulaştı. Fezlekeler, 2 Ocak’ta Adalet Bakanlığı’na gönderildi. Dosya 27 klasörden oluşuyordu. Ancak 28 Şubat’ta Meclis Başkanlığı’na gönderilen fezlekeler toplam 11 klasördü. 16 klasör eksikti. Fezlekeler kaçırılıyor: Meclis Yolsuzluk Komisyonu, AKP’nin üye vermemesi sebebiyle aylar sonra kurulabildi. Meclis’ten 6 aydır kaçırılan fezlekeler, Komisyon Başkanı AKP’li Hakkı Köylü tarafından 14 Temmuz’da dizi pusulalarına bağlanması için alelacele Başsavcılık’a iade edildi. ‘Yeni’ hakimler atandı: Sulh ceza mahkemeleri kaldırıldı, yerlerine sulh ceza hakimlikleri kuruldu. Hakimlere geniş yetkiler verildi. Bu mahkemelere Reza Zarrab, Süleyman Aslan ve bakan çocuklarını tahliye eden isimler atandı. İstanbul’da 70 hakimin yerine, 6 hakim getirildi. Sahur operasyonu: 22 Temmuz’da yolsuzluk, Selam Tevhid, Ergenekon, Balyoz ve KCK soruşturmalarında görev alan polislere yönelik operasyon başlatıldı. Yüzlerce polis gözaltına alındı, adliyede ‘rehin’ tutuldu. Bu da yetmedi, ‘delilsiz’ tutuklandı. 25 Aralık’a takipsizlik: İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 1 Eylül 2014’te 25 Aralık soruşturmasına takipsizlik kararı verdi. Kararın gerekçesinde, ‘soruşturmayı yürütenler darbeye teşebbüsle’ suçlandı. CHP Grup Başkan Vekili Engin Altay, hafta içinde, 17 Aralık soruşturmasında da ‘takipsizlik’ kararı verileceğine dair duyumlar aldıklarını söyledi. TOKİ, Selam Tevhid ve 25 Aralık soruşturmalarında tuhaf gerekçelerle ‘takipsizlik’ kararı verilmişti. Altay’ın iddiası doğru olabilir mi? Bu kadar somut delil ve belgeye rağmen savcı ‘takipsizlik’ kararı verebilir mi? Bekleyip göreceğiz…

Keşke Türkiye’de bütün kurumlar bizim kadar şeffaf olsa

$
0
0
Kimse Yok mu Derneği Başkanı İsmail Cingöz, Kurban Bayramı için hazırlıklarının tam olduğunu söyledi. Son günlerde dernek aleyhindeki iddialar ile ilgili olarak "En çok üzüldüğümüz şey ne yaptığımızı çok iyi bilen insanların bile iftiralar karşısında sessiz kalması." diyor.Yardım faaliyetlerinize iştirak eden kaç gönüllünüz var?Şu anda 53 bin kayıtlı gönüllümüz var. Ama bir eksiklik var bu noktada. 113 ülkede geniş çaplı hizmetler yapıyorsanız (Kurban, Ramazan, su kuyusu vb.) bu çalışmaları 53 bin gönüllü ile yapma şansınız yok. Yüz binlerce gönüllü ile bu çalışmaları yapabilirsiniz. Örnek olarak; Sudan’a, Filipinler’e yardım götürmeniz gerekiyor. Bu güzergahlara ulaşabilmeniz için on binlerce gönüllü istihdam etmeniz gerekiyor. Hizmet edilen ülkelerin kendi vatandaşlarını da katacak olursak toplamda, 100 binlerle, hatta milyonlarla bu hizmetler yapılıyor. Ayrıca, faaliyet yapılan ülkelerde bizim kendi ülkemizden üç gönüllü varsa, o ülkenin kendi vatandaşından 100 tane daha gönüllü var.Bu kadar gönüllüyü harekete geçirmek kolay olmasa gerek...Burada sadece 53 bin kişi üzerinden gitmeyeceğim. Çünkü 3 milyonu aşmış, birbirinden farklı T.C. kimlik numarası taşıyan bağışçısı var bu derneğin. Dolayısıyla bütün bu işleri 50 bin gönüllüye mal edersek; bağışta bulunan, derneğe dua eden ve maddi manada da destek olan kişilere saygısızlık olur. Dolayısıyla, egoizm ve benlik etrafında toplanan insanların, kin ve nefret tohumları ektiği, kan akıttığı, gözyaşı döktürdüğü bir dünyada iyi insanlar da iyi projeler etrafında bir araya gelme ve inisiyatif alma ihtiyacı hissediyorlar. Birincisi buna duyulan ihtiyaçtır motivasyon kaynağı. İkincisi, o iyi insanlar iyi iş yaptıkça huzurlu ve mutlu oluyorlar. Birisinin yüzünde bir gülücük oluşturabilmek, tebessüm ettirebilmek içinize öyle bir mutluluk verir ki, trilyonlarla değişmeyeceğiniz bir durumdur. Tatlı bir hastalık gibidir. Bulaştı mı duramazsınız, alışkanlık yapar.Yaptığınız ve yapacağınız yardımlarda, ihtiyaç sahiplerini belirlerken nasıl bir kıstas gözetiyorsunuz?Kimse Yok mu Derneği’nin temel ilkelerinden biri de hiçbir hadise, olay veya haklı veya haksızla ilgilenme. Olayların veya hadiselerin sonucundaki mağduriyetle ilgilenir. Suriye’deki olaylarda Esed mi haklıydı, muhalifler mi haklıydı biz buna bakmayız. Bu bizim olayımız değil. Birinci temel ilke budur. İkinci ise yoksunluğun olduğu yerde, kim olursa olsun hiç önemli değil, inanç değerleri ile ilgilenmez Kimse Yok mu. Bunları da sormayı onursuzluk sayar. Yardım yapacağınız insanın kim olduğu ile ilgilenmek doğru bir yaklaşım değil. Kısacası, yardım yapılacak kişi ya da ailelerde yurtiçi ve yurtdışında aranan en önemli kıstas, yoksul ve ihtiyaç sahibi olmalarıdır.“Türkiye’de bu kadar mağdur insan varken, neden farklı ülkelere gidiyorsunuz?” diye sorular var hakkınızda...Bu soru ile tamamen algı operasyonu yapılıyor. Oysa ki dernek olarak yapılan yardımların son beş yılın ortalamasını alsanız yüzde 65-70’i Türkiye’ye yapılmıştır. Burası bizim vatanımız. Öncelikle kendi vatandaşımıza sahip çıkmak kendi mefkuremiz…Kurban Bayramı’na da az bir zaman kaldı. Kurban ile ilgili bu yıl ne gibi hazırlıklar yaptınız?Kurban yardımı yapacağımız bütün ülkelerde hazırlıklarımızı tamamladık. Dağıtımın hangi köy ve kasabada, kiminle işbirliği halinde yapılacağına karar verdik. Bayramın 1. gün itibarıyla ‘Bismillah Allahu Ekber’ diyeceğiz. Milletimizin bize emanet etmiş ve vekalet vermiş oldukları kurbanları bu sene itibarıyla 72 ülkede keseceğiz. Dernek adına olumsuz iddialar varken, kurban çalışması yapmak zor oldu mu?Şunu da belirtmek isterim. Son zamanlarda özellikle sosyal medya üzerinden ‘Size kurban vermeyeceğim’ diyenler oldu. Ben de zaten sizden kurban istemiyorum. Bin civanmert, cömert, hayır yapmaya murad etmiş insanlardan istiyorum. Size vermeyeceğim diye bağırıp durmanın bir anlamı yok. 50 yaşında biri olarak, bugüne kadar benim kursağıma herhangi bir vakfın veya derneğin kurbanının bir lokması geçmiş değil. Bizler kurban alan değil kendimiz de dahil kurban veren insanlarız. Dolayısıyla kendimize kurban istemiyoruz. Tüm dünyanın mağdur ihtiyaç sahibi, bu milletin uzattığı ele ihtiyaç duyan insanları adına bir aracılık yapıp kurban istiyoruz.“Yardımlarımız yerlerine ulaşıyor mu?” diye merak edenler olursa...Yasal zorunluluk olmamasına rağmen yardımların şu ülkede şu kişiye verildiğinin bilgisini bağışçımıza veriyoruz. Su kuyusu, katarakt ameliyatı gibi yardımlarda online olarak fotoğrafını çekip bağışçıya gönderiyoruz. Detaylı bilginin yanı sıra son olarak 2 dakikalık video da ekledik. Bunu da yapmamızın en önemli sebeplerinden biri güvenilirliği şeffafiyette bulmak. Bütün çalışmalarımızı, her bir kuruşuna kadar nerede ne şekilde kullanıldığını gelip bizi denetleyebilirler. Bizim hesap vermeyeceğimiz ve veremeyeceğimiz bir tek güruh ve zümre olabilir; ‘arsızlar ve hırsızlara’ hesap vermeye mecbur hissetmiyoruz kendimizi. Kanunlar ve hukuk çerçevesinde herkese hesabımızı verebiliriz. Ama zannediyorum 13 bin metrekarelik kapalı alanımız olan genel merkez binamız içerisinde en yoğun ve önemli bölümümüzden birisini evrak ve belgelerin muhafaza edildiği arşiv bölümümüz oluşturuyor.Derneğin çalışmalarını hangi kurumlar denetliyor?Normalde, denetlemesi gerekenler İçişleri Bakanlığı’na bağlı Dernekler Daire Başkanlığı’nın denetçileri. Genel olarak da buradan geldiler. Başka derneklere gittiler mi bilmiyorum ama Mülkiye Başmüfettiş Başkanlığı’ndan denetçiler de denetledi bizi. Şimdi duyumlarımıza göre denetleme yetkisi olmamasına rağmen Maliye Bakanlığı ve Gümrük ve Ticaret Bakanlığı görüş almak veya denetlemek istiyor. Büyükelçilikler, Dışişleri Bakanlığı üzerinden double kontrol yapıyorlar. Rutin bir süreç yaşamıyoruz şu anda. 17 Aralık yolsuzluk operasyonundan sonra bir olumsuzluk yaşandı mı dernek çalışmalarında?17 Aralık yolsuzluk operasyonu sadece bizde değil Türk toplumunda müthiş bir kırılmaya sebebiyet oldu. Tedavisi, telafisi çok da kolay olmayacak şekilde bir kırılma yaşadı. Öncelikle toplum bunda çok şey kaybetti. Benim en çok üzüldüğüm nokta; düne kadar beraber olduğumuz, aklıyla, kalbiyle, vicdanıyla soyut ve somut bütün sahip olduğu şeylerle ne yaptığınızı çok iyi bilen insanlar bile iftiralar karşısında farklı gerekçelerle sükut ediyorlar. Ben buna iç dünyamda yazık ve ayıp diyorum.Bazıları miting yapmakla meşgulken Gazze’ye yardım malzememiz yola çıkmış oluyorGeçtiğimiz günlerde katıldığınız bir programda Kimse Yok mu Derneği’nin iftiralara maruz kaldığını belirtip bu durumu ‘itibar suikastı’ olarak nitelediniz...Bunu söylememin sebebi hakkımızda çıkan yalan haber. Haberini dayandırdıkları kaynak bile doğru değil. Ortada öyle bir rapor da yok, Somali Dışişleri Bakanlığı müşaviri diye biri de. Somali devletinin verdiği bilgiye göre söylüyorum bunu. Havuz medyasının “Tek kap yemek götürülmedi.” dediği Somali’ye 58.242.808 lira yardım yapıldı. Yardımları, Somalili devlet yetkilileri koordine etti. Çadır, gıda ve eğitim yardımları ilk sıralarda yer aldı. Kimse Yok mu Derneği ayrıca Somali’deki Deva Hastanesi’ni inşa etti. Hatta bugünkü Adalet Bakanı’nın bir istirhamı vardı, ‘Ne olur bu hastaneyi beraber açalım’ diye. 100 binden fazla Somaliliye sağlık hizmeti götürüldü. Bunlar götürülürken, bugünkü Cumhurbaşkanı, Sağlık Bakanı, Adalet Bakanı, Meclis’teki milletvekillerinin, bahusus AK Parti milletvekillerinin çok önemli bir kısmı bizimle beraberdi. Hâlâ daha kasasında Somali için topladığı parayı kullanmayan kurumlar var. Gazze’ye ilk yardım götüren insanî vakıflardan birisiniz…Biz Gazze-Filistin ile alakalı üzerimize düşen vazifeyi yapmakta saniye fevt etmiş bir dernek değiliz. İlk andan itibaren elimizi kolumuzu sıvadık, sahaya inerek çalışmalarımızı yaptık. Millet çelenk koymakla veya miting yapmakla meşgul olurken, biz Gazze’ye nasıl yardım ulaştırabilirizin çalışmalarını yapıyorduk. Hatta izin kararını alarak, belki de yardımla alakalı paramız veya malzememiz yola çıkmış oluyor. Miting yapanlar yardım yaptığı iddiasında bulunuyor. Ama benim insani yardım derneği olarak vazifem sadece insani yardımla meşgul olmaktır. Politik, siyasi amaç ve hedefler için milletimi manüple etmek değildir. Bizim işimiz var, lüzümsuz işlerle bizi meşgul etmesinler. Miting yapanlara da bir şey demedim bugüne kadar. Ama aynı insanlar dönüp Fatih Camii’nde miting yapıyorlar. Camiler ibadet mekânlarıdır miting veya siyaset alanı değil. İçlerinde var olan heyecanlarını boşaltıyorlar. Sonra kusura bakmasınlar vazifelerini yapmış insan rahatlığındalar. Böyle bir vazife yok. Dört parmak işareti ile Mısır’da herhangi bir insana yardımcı olamıyorsunuz insani yardım mantığına göre. Filistin’e İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarından sonra yaklaşık 1.308.436 TL yardım gönderildi. Kurban ile beraber bu rakam 3 milyonu bulacak. Gazze’de 80 bin kişinin ihtiyacını karşılayan su isale hattı inşa edildi.

Pervaneli uçaklar ‘önyargıya’ takıldı! - [KUŞ BAKIŞI]

$
0
0
Piste ihtiyaç duymadan her türlü sıkıştırılmış sert zemine inebilen pervaneli uçaklar, Türk yolcuları korkuttuğu için kullanılamadı. Ne yapılırsa yapılsın yolcular ikna edilemeyince pervaneli uçaklar satıldı. Birkaç gün içinde yeni sahiplerine gidecekler.Borajet Havayolları’nın, büyük umutlarla Türkiye’ye getirdiği Turboprop yani pervaneli ATR 72-500 tipi uçaklar, yolculardan gelen olumsuz tepkiler üzerine filodan çıkarıldı. Piste ihtiyaç duymadan her türlü sıkıştırılmış sert zemine inebilen bu uçaklar, aradan geçen 5 yılda özellikle pervaneli olması nedeniyle yolcuların sempatisini bir türlü kazanamadı. Uçaklar, işletme maliyetleri diğer jetlere göre çok daha düşük olması nedeniyle şirket tarafından beğenilse de, yolcular üzerinde oluşan ‘önyargıların’ giderilememesi yüzünden birer birer filodan uzaklaştırıldı. Bakımı tamamlanarak geçen perşembe günü hangardan çıkarılan son uçak da, birkaç gün içinde yeni sahibine teslim edilmek üzere Türkiye’den ayrılacak.PERVANELER VE GÜRÜLTÜ KORKUTTU!Borajet yönetimi, bölgesel uçuşlar düzenlemek amacıyla filosuna dahil ettiği ATR 72-500 tipi uçaklarla, uçulmayan havalimanlarına sefer başlatarak dikkat çekmişti. Ancak küçük şehirleri büyük kentlere bağlayarak sefer düzenleyen şirketin filosundaki uçaklar, pervaneli olması ve uçuşlarda diğer uçaklara göre, daha yüksek ses çıkarması nedeniyle yolcuların tepkisini çekti. Şirket yönetimi, bunun üzerine yolcu memnuniyetini artırmak amacıyla bazı tedbirler aldı. Bu doğrultuda uçaktaki koltuk sayısı 74’ten 66’ya düşürülerek daha konforlu seyahat imkânı sunuldu. Ne yazık ki, bu uygulama da, yolcular üzerinde uçaklara yönelik oluşan negatif algıyı ortadan kaldırmaya yetmedi. Yolcu sayısını artırmak ve yeni hatlar açarak büyümeyi hedefleyen şirket yönetimi ise çareyi filodaki 5 pervaneli uçağı elden çıkartmakta buldu. Tarihi bir kararla pervaneli uçaklardan vazgeçen şirket, filosunu Brezilya yapımı E 190 tipi uçaklarla yenileme kararı aldı.FİLO 8’E ÇIKACAKBorajet ilk etapta, dünyanın en prestijli havayolu şirketlerinin de kullandığı Embraer E190 tipi 6 uçakla filosunu güçlendirecek. Şu anda 4 uçağını teslim alan şirketin 2 uçağı da yakın zamanda filoya dahil olacak. Aralık’a kadar 2 yeni uçak daha teslim almayı planlayan şirket, filosunu yıl sonuna kadar 8’e çıkaracak. Son teknoloji ürünü uçaklar, full glass cockpit (tamamen dijital kokpit donanımı), fly by wire (elektronik uçuş kontrol sistemi), CMC (merkezi bakım yönetim sistemi) ve Acars (uçak iletişim adresleme ve raporlama sistemi) gibi yeni jenerasyon teknolojik donanımları ile ön plana çıkıyor.UÇAKTA SADECE İKİLİ KOLTUKLAR VAR!Şirket, filosunu sadece E 190 tipi uçaklarla yenileyerek ciddi avantajlar da kazandı. Filonun tek tip uçaklardan oluşturulmasıyla, bakım maliyetinin yanı sıra ayrı uçuş ekibi kurma konusunda yaşanan sıkıntılar da ortadan kalkmış oldu. Bu arada, yeni uçakların yolcular tarafından da çok sevileceğini tahmin ediyoruz. Uçaktaki ikili oturma konfigürasyonu kuşkusuz büyük beğeni toplayacak. Yeni uçaklarda koridor veya cam kenarı tercihi kolayca yapılacak. Yolcular aynı zamanda ikili koltuklarla hem yakınlarıyla yan yana seyahat edecek hem de orta koltukta oturma sıkıntısından kurtulacak.HOSTES KIYAFETLERİNİ ÖĞRENCİ TASARLADIPervaneli uçakları Türkiye’ye getirerek dikkatleri üzerine çeken Borajet yönetimi, hostes kıyafetlerinin tasarımı konusunda da ilginç bir projeye imza attı. THY, Atlasjet ve Pegasus gibi havayolu şirketleri, hostes kıyafetlerini tanınmış modacılara tasarlatırken, Borajet ise İstanbul Bilgi Üniversitesi ile işbirliğine gitti. Düzenlenen yarışmayı kazanan 19 yaşındaki moda tasarımı bölümü öğrencisi Beliz Abat, kabin memurlarının yeni kıyafetlerini tasarladı. Böylece modacı öğrencinin tasarladığı kıyafetler, Türkiye’de ilk defa kabin memurları tarafından kullanılmaya başlanmış oldu.

Üstü Süleymaniye altı rantiye

$
0
0
Süleymaniye Camii bütün güzelliğiyle ziyaretçilerini ağırlarken civarının hali içler acısı. Güvenliğin neredeyse kalmadığı mahalleler yıkılsa, yerine otel ve rezidans yapılsa her şey çözülecek gibi!Beyazıt’a gittiniz, Süleymaniye’ye yolunuzu düşürmek şart. Âdeti bozmayıp kuru fasulye de yediniz. Buraya kadar her şey iyi, güzel. “İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’na doğru yürüyeyim, Vefa’yı göreyim” derseniz işin tadı orada kaçıyor.İstanbul’un anıt yapılarından Süleymaniye ve külliyesi altında başlayan dönüşüm, iş makineleri, molozlar, tahtası sökülmüş pencereler arasında sürüyor.Mahalle uzun zamandır unutulmuş. Hatırladığı en son parlak günleri 1960’lı yıllar. Duvarlarını süsleyen Kuzgun Acar, Füreya Koral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Yavuz Görey, Ali Teoman Germaner, Sadi Diren ve Nedim Günsür imzalı eserlerle kapılarını açan İstanbul Manifaturacılar Çarşısı toptancıların ve perakendecilerin yeni yüzü, İstanbul’un cazibe merkezi olur. Sonra? Sonra yavaş yavaş çevresine dolan atölyeler, merdivenaltı işletmeler, Vefa Mahallesi’ni terk eden sakinleri. Merkezileşip zenginleşen, zenginleşip itibarsızlaşan, itibarsızlaşıp değersizleşen bir semt hikâyesi.“Çöpü bile kıymetsiz”Bu dönüşüm nasıl başladı? Önce mahalleliye “evler aslına uygun yeniden inşa edilecek” denilmiş, sonra “yıkılıp yeniden inşa edilecek”, en sonra “burada yeni bir düzen olacak”. Bütün bu olmayan vaatlerin üzerinden de bir 4 yıl geçmiş. Geçen süre zarfında güvenlik sorunu artan, kentten iyice kopan sokaklarda hayalet bir yaşam sürüyor.Molla Gürani Camii’ne çıkan yollar çöpler, inşaat malzemeleri ve atık kâğıtlarla dolu. Kâğıt toplayıcıları ve çöpleri ayıranlar için bir vaha. Kendileri de bu durumu kabul ediyor, şikâyetlerini ekliyorlar:“Yaşamın olmadığı yerde çöp de olmaz. Çıkan çöplerin çoğu Süleymaniye’den, Beyazıt’tan gelenler. Kâğıt artıkları iş görüyor ama çoğu sağlıksız. Böyle yerlerde haşarat çok olduğu için hastalık da çok olur. Geçenlerde bir arkadaşın eldivenini bir fare dişledi. Ertesi gün gitti kuduz aşısı olmaya. Kamu sağlığı olunca iş değişiyor, o zaman devlet de bize bakar.”Kâğıt toplayıcıların arasında Afgan kökenliler var. Onlarınki bir umut hikâyesi. Türkiye’den İtalya’ya geçmeyi beklerken Unkapanı Köprüsü’nün ayaklarında bir şiltelik yer bulmuşlar. Müslim, “Buna da şükür.” diyor. Şükür.Semtin eskisi olup gidip gelenler de var. Ramazan Doğru, misal. İşyeri vesilesiyle her gün geliyor. O semtin eskisi ve çocukluğunun geçtiği bu sokakların düştüğü hal karşısında üzgün:“Çocukluğumuz evden eve gezerek geçerdi. Buradan Eminönü’ne kadar bizim sanırdık. Güven sorunumuz yoktu, anamız babamız kapıda beklemezdi. 1980’e doğru anarşi sıçradı. Sonra da tadı tuzu kalmadı zaten Vefa’nın.”Tekinsizleşen bekâr odalarıBekâr evleri zamanla odalara dönüşmüş. “Taşı toprağı altın İstanbul” efsanesi yıkılsa da yine de köyündeki yıkımdan kaçanların adresi Vefa. İsmini vermek istemeyen ve Güngören’de kaynak atölyesinde çalışan K. Liceli. Artık köyünde iş imkânı olmadığını düşünüyor. Buradaki hayali bir market açmak. Para biriktirmek istediği için ev tutmuyor, bu bekâr odasına ve bir ranza üzerinde süren hayata razı. Buranın bekâr odalarında hayatın giderek zorlaştığını düşünüyor:“Bizim köyden gelenler uzun süre buralarda kaldı. Özellikle yurtdışından kaçak gelenler buradaki koşulların daha da zorlaşmasına neden oldu. Geçenlerde bir bıçaklanma olayı yaşandı. Hırsızlık, sıradan. Bir de bu evlerin yıkılması söz konusu. Şimdi bizim 5 lira verdiğimiz yere 200 lira verecek turist gelecek. Benim yeterince param var artık. Tarlabaşı tarafına geçmeyi düşünüyorum.”Vefa’nın yersizleri: SuriyelilerSemtin üç senelik yüzü: Suriyeli göçmenler. Yıkıntılar arasında koşturan çocuklar, kiremit üzerinde pişirilen yemekler, molozdan moloza uzanan çamaşırlar. Yine semtin sakinlerinden Ü.K., “Önce tepemize yıkılan evlerle uyandık, sonra bu evlerin içinde yaşayan Suriyelilerle.” diyor.Suriyelilerin gelişini kendilerinden dinlemek mümkün değil. Yanaşmaya çalışanlara kızgın, taş atmaya yekiniyorlar.Bu kaygıları yersiz değil. Mahallede türlü tevatür dolanıyor. Hırsızlık yapanlar olmuş, mahalleli tarafından dövülmüşler. Bu hafif rivayet. Daha şiddetlileri de var. Kesin olan şu ki; eski göçmenler yeni göçmenler ve evvelden beri burada olanlar aralarında bir anlaşma dili tutturamamış.Dönüşümün bir yüzü buyken bir diğer yüzünde oteller yükselecekmiş. Halihazırda olan otellerin sahipleri sorulara yanıt vermiyor. Semtte esnaflık yapan N.C., otel yapılmasını insanlar kalmayacağı için kötü, semtin yüzü değişeceği için iyi buluyor.“Bu binalar zaten eski, o eski binaların içinden kaçan göçen, çer çöp evlere doldu. Zaten burası fakir bir semt. Burası metro ve turizm yatırımlarıyla değişmeye başladı. Bazı konaklar otellerce kiralandı. Ama bütün eski evlerin niye yıkıldığı sorusu hâlâ yanıtsız. Yıkılacak da yerine otel mi yapacaklar bilmiyoruz. Fatih Belediyesi’ne verilen dilekçelere ‘Binalar aslına uygun yapılacak’ yanıtı verildi. Bekliyoruz.”Süleymaniye’de durum bu. Vefa’ya düşerse yolunuz bozacıya varıp soluklanmadan önce şahit olduklarınız nefesinizi kesecek.

Benim albümlerim sıfır masraflı olur

$
0
0
İlhan Şeşen, 7 yıl aradan sonra yeni bir solo albüm çıkardı . "Single çıkarsam ömür boyu yetecek şarkım hazır." diyen Şeşen, dede olacak olmanın heyecanını yaşıyor. İlhan Şeşen, uzun bir aradan sonra yeni albümü Gel’i müzikseverlerle buluşturdu. Duayen müzisyen hayattaki her şeyin şarkılarına ilham verdiğini söylüyor. “Ben bir hırsızım hayattan ve insanlardan çalıyorum!” diyor.Son albümünüzün üzerinden yedi sene geçti. Neden bu kadar uzun sürdü yeni albümün gelmesi?Öncelikle belirteyim, bunun sebebi yeni şarkılar yapamamam değil. Aslında bu albüme yedi yıl önce başladık. Kuzguncuk’ta bir stüdyo yaptık. Gitaristim şarkıları düzenlemeye başlamıştı. Sonra ‘ben yapamıyorum’ dedi. Daha sonra iki sene de oğlum şarkılar üzerinde çalıştı. O da “baba ben yapamıyorum” dedi. Ondan sonra editörüm Erdem Uyanık, Erdem Özyılmaz ve Engin Özyılmaz ile çalışmamı tavsiye etti. Onunla çalıştık ve şarkıları tamamladık. Bu arada ben yeni şarkılar yapmaya devam ettim. Şu anda elimde bu albüm haricinde 21 yeni şarkı daha var. Yani arka arkaya iki albüm daha çıkarabilirim. Hatta single yaparsam bir ömür boyu bana yeter.Herkes single yapıyor, siz neden yapmıyorsunuz?Benim albümlerim sıfır masraf. (Gülüyor) Kimseye para ödemiyorum. Çünkü şarkılar bana ait. Albümlerimi benimle gönül birliği yapmış insanlarla birlikte yaptığım için bana bir maliyeti olmuyor. Hele bundan sonra yapacağım albümün masrafı hiç olmayacak. Çünkü hücum kayıt yapacağız. CD nostalji oldu artık. Şu anda bir kartvizit oldu. Şu anda dijital çağdayız.Albümün isminin kinayesi var mı?Gel, çarpıcı bir kelime. Ama tasavvufi bir anlamda kullanmadım. Kısa ve öz bir kelime. Mevlânâ’nın “Ne olursan ol yine gel” felsefesi bana uymuyor. Ben diyemiyorum. Kabul etmeyeceğim şeyler var. Mesela gelecek kişi silahını bırakıp, nefretini bırakıp öyle gelsin.Gel, tam bir aile albümü olmuş. Ailedeki herkesin emeği var...Bizi bir araya getiren aslında genç yaşta yitirdiğimiz yeğenim Serhan Şeşen oldu. Mış Baba’nın düzenlemesini 15-16 yaşlarında yapmıştı ve ben de çok sevmiştim. O yıldan beri o düzenlemeyi korudum. O şarkıyı bugüne kadar bir albüme koymak istedim ama bu albüme nasip oldu. Bütün enstrümanları o çaldı ve vokal yaptı. Bu şarkı benim içimde katılaşmış bir urdu.Bu albümünüzde de genel olarak aşk üzerine eğiliyorsunuz. Aşka bakışınız nedir?Aşkı tüm yönleri ile ele alıyorum. Aşk, üzerinde anlaşmamız gerekmeyen yegane konu. Herkes aşk için istediği şeyi söyleyebilir. Benim sözünü ettiğim aşk, daha dar manada iki insanın birbirine olan aşkı. İlahi aşktan bahsetmiyorum.Ama her şarkınızın içinde gerek sosyal gerekse politik mesajlar var…Abim, ilk şarkılarımı yaptığımda bana, “Şarkıların içine politik ve sosyal mesaj koyuyorsun.” demişti. Aslında siyaset ve politika ile çok ilgili değilim. Şarkılarımda basit ve somut olan o ikili ilişkileri kullanarak aslında içimde kurumuş ve urlaşmış olan şeylerin pıtırak gibi açılımı var. Öte yandan ben şiiri seviyorum. Her aşk şiiri manifestodur. Mesela Nazım’ın aşk şiirlerine bakın.Nazım’a olan hayranlığınızı biliyoruz. Nereden geliyor?Ben Nazım’ı içerek okudum. Nazım’ı içtim. Eğer bugün hasbelkader Türkçeyi bir parçacık güzel konuşuyorsam o da Nazım sayesindedir. Ondan alabildiğim kadar.“Nazım’dan sonra şiir yazılmasaydı” diyorsunuz çok iddialı bir söz değil mi?Dedim, evet. Nazım’dan sonra şiir yasaklanmalıydı diyorum. Bu benim aforizmam. Yoksa doğru olduğunu iddia etmiyorum.Siz şarkı sözlerine ekstra bir duyarlılık gösteriyorsunuz. Sebebi şiiri sevmeniz mi?Nazım, Aziz Nesin, Necip Fazıl Kısakürek okuyarak büyüdük. Ama bir de hukuk okumamın getirisi bu. Eğer hukuk okumasaydım asla böyle biri olmazdım. Ben söze çok önem veriyorum. Şimdilerde yeni nesil anlamaz diye çok basit şarkı sözleri yazılıyor. Ama bana göre, nesil farkları dil farklarını değil, dil farkları nesil farklarını oluşturur. Türk diline en büyük kötülüğü Türk Dil Kurumu yaptı. Bizim gençliğimizde getirip yeni kelimeleri yerine oturtmaya çalıştılar.Hiç sadece tutsun ve popüler olsun diye şarkı yaptığınız oldu mu?Olmaz mı? Oldu. Bunlardan bir tanesi çok sevilen Ellerinde Çiçekler’dir. Hiçbir şey hissetmeden yaptığım bir şarkıdır. Çok depresif bir halde evde otururken bari şarkı yapayım da bu halimden kurtulayım deyip yaptığım bir şarkıdır.Albümde bazı yerlerde Türkçe karakter kullanmadığınızı gördüm. Bunun sebebi nedir?Milliyetçilik diye bir şeyi kabul etmiyorum. Sınırları kabul etmiyorum. Hepimiz dünya vatandaşıyız. Albümde Türkçe karakter kullanmadım. Çünkü günün birinde İlhan Sesen olacak o. Çünkü dünya globalleşmiyor, dünya çoktan globalleşti. Biz buna ayak uyduracağız. Ben Şeşen yazsam da beni dinleyen yabancılar Sesen diye okuyacak zaten. Bir gün dünyanın tek dil konuşacağına inanıyorum.Mış Baba isimli şarkınıza İstanbul üzerinden sistemi hicvediyorsunuz. Sizi bu dünyada en çok neler rahatsız ediyor?Savaşlar beni çok rahatsız ediyor. Ben savaşı anlamıyorum, anlamam mümkün değil. Mersin’de avukatlık yaparken avukatlara silah veriliyordu. Herkes başvurmuş. Baro başkanı beni aradı ‘Neden müracaat etmiyorsun?’ diye sordu. Ben silahın bulunmasını, bulunmamasından daha tehlikeli olarak görüyorum dedim. Ve almadım. Bir müvekkilim bana zorla bir silah verdi. Nereye koyacağımı bilemedim. İçindeki kurşunları bir gece vakti havaya sıktım ve sonra götürüp geri verdim.Yönetmen beni klipte görmüş, beğenmişAynı zamanda oyunculuk da yapıyorsunuz. Oyunculuk istediğiniz birşey miydi? Nasıl başladınız?Lisede de tiyatro yaptım ama oyunculuk yapmak gibi bir düşüncem yoktu. İlk filmim Yusuf Kurçenli ileydi. Beni bir klipte görmüş ve beğenmiş. Oyunculuk teklif etti, kabul ettim ve başladı. Oyunculuk bana göre kolay. Utanmayacaksın ve yönetmen ne diyorsa onu yapacaksın. Şarkı yapmak daha zor. Tiyatro oyunculuğu ise biraz daha zor. Şu anda da ‘Bana Esmeyi Anlat’ diye bir oyunumuz var. Aydan Şener ile birlikte oynuyoruz.Oyunculuk yaparken müziğe haksızlık yaptığınızı düşünüyor musunuz?Yok. Tam tersi, ikisi birbirini besliyor. Dizi setinde çok bekliyorsun. Bu sırada etrafı gözlemleme ve düşünmek için çok zamanım oluyor. Dizi setinde çok şarkı yazmışlığım vardır. Orada başka hayatlardan kopup gelen ve aynı organizma olarak yaşamak zorunda olan insanlar var. Onların anlattıkları ve değişik hikâyeler. Bir yandan da ben bir müzisyenim, burada neden boşuna bekliyorsun, eve git, şarkı yap diye de tahrik oluyorum.Türkiye’de yapılan mevcut müzik hakkında ne düşünüyorsunuz?Yüzde doksan dokuzunu sevmiyorum. Ama sevdiklerim bana yetiyor. Zaten hayata bakışım da böyle. Ne kadar kötü şey olursa olsun az da olsa iyi şeyleri görüp onlarla mutlu oluyorum.O yüzde birlik kısımda kimler var?Eksik sayacağım diye korkuyorum. Ama Mirkelam, Kenan Doğulu, Halil Sezai, Yalın, Fuat Şeşen, Yaşar Kurt, Ege, Bülent Ortaçgil, Mazhar Alanson, Birsen Tezer, Bulutsuzluk Özlemi, Erkan Oğur. Daha çok var. Bir yirmi isim daha var. Bunlar bana yetiyor.Albüm yapalım dedim, çocuklar gelmediSiz duygusal şarkılarınızla ön planda olan bir müzisyensiniz. Peki gerçek hayatta nasıl biridir İlhan Şeşen?Ben aslında komik bir adamım. (Gülüyor) Sahnede de öyleyim. Bir konserde insanları güldürmediğim zaman o konseri başarılı saymıyorum. İlle güldüreceğim. Duramıyorum. Tiyatroda da böyleyim.Böyle komik bir adamdan nasıl böyle duygusal şarkılar çıkıyor?Biraz fantastik ama benim görüşüm şu. Başımıza zaman zaman kötü şeyler gelse de hayatın kendisi şaka. Bu gözle baktığınızda ayrıntıları da alabiliyorsunuz. Biraz bencilliğe giriyor gibi oluyor ama bir şeyler üretebilmek için insanlardan bir şeyler almaktan başka çare yok. Hep söylüyorum. Ben hırsızım, insanlardan çalıyorum. Biri bir laf söylüyor, onu duyuyorum ve alıyorum hemen.Solo kariyerinizden sonra Grup Gündoğarken ile bir şey yapmıyorsunuz. Bir sorun mu var?Onlara defalarca söyledim, albüm yapalım diye ama olmadı. Neler Oluyor Bize albümü bana teklif edildiğinde ben bu albümün grup albümü olmasını istedim. Ama çocuklar bir kere bile stüdyoya gelmedi. Bu bir şikâyet değil. Albüm bitti. Bitince Gökhan’a dinlettim. ‘Amca bu albüm çok kötü’ dedi. Girmediler işin içine, ben de tek başıma yürüdüm. O albüm de patladı. ODTÜ’de önceden anlaştığımız bir konser vardı. Grubun isminin üstüne benim ismimi yazmışlar afişe. Bana solo konser teklifleri gelmeye başladı. Solo konserler verdim. Ama bu arada sürekli onlara beraber bir şeyler yapma teklifinde bulundum. Ama onlar istemediler. Aramızda bir sorun yok, birbirimizi çok seviyoruz.Ufukta bir Gündoğarken albümü görünmüyor o zaman…Şu an görünmüyor. Ancak onlar isterlerse olur. Şimdi gel deseler hemen gider birlikte çalışırım.

Hacer Özil’in Ahde Vefa’sı - [Haftanın Albümleri]

$
0
0
Çokları bilmese de Hacer Özil, Türkiye’deki önemli kadın vokallerden birisi. Uzun süredir ortalıklarda görünmüyordu.On yıl aradan sonra ikinci albümü Ahde Vefa ile karşımızda. Albümdeki sekiz şarkıdan altısının söz ve müziği son yılların öne çıkan bestecilerinden Aysuda Ülkü Zeren’e ait. Hacer Özil’in albümü sosyal mesajlarla yüklü. Çocuk gelinler ve kuma konusu için Adım Gonca, çözüm süreci için Kavuşsa Eller ve Ezo Gelin’in hikâyesini anlattığı Gaziantep Yolunda (Bahçalarda Mor Meni) eserlerine yer vermiş. Barış Manço’nun “Halil İbrahim Sofrası” cover’ı ise albümün sürprizi.Hacer ÖzilAhde VefaTMC MüzikZüleyha’dan Gelin KınasıMüzisyenin deyişi ile “Hüznün ve mutluluğun ortak rengidir kına.” Gerçekten de kına geceleri geleneğimizde büyük bir yere sahip. Bu törende söylenen türküler de Anadolu’nun her yerinde dilden dile dolaşır. Züleyha geleneksel kına ve düğün havalarından oluşan Gelin Kınası adlı bir albüm yaptı. Albümde potpurilerle birlikte 21 eser bulunuyor. Yüksek Yüksek Tepeler, Oğlan Bizim Kız Bizim, Kınayı Getir Aney gibi kına gecelerinin vazgeçilmez eserler yer alıyor. Eserleri, Makedonca, Kürtçe, Ermenice, Zazaca ve Arapça yorumladı.ZüleyhaGelin KınasıZ KalanCohen ‘Popüler Problemler’i söylüyorEfsanevi müzisyen ve şair Leonard Cohen’in yeni albümü Popular Problems tüm dünya ile aynı anda Türkiye’de de yayınlandı. 9 yeni şarkının yer aldığı albümün prodüktörü Patrick Leonard. Columbia Records CEO’su Rob Stringer’ın da dediği gibi Cohen, bu albümde bir kez daha yeni ve yaratıcı bir ilhamla, müzikal sınırları aşıyor. Popular Problems, Cohen dinleyicilerine ve müzikseverlere yeni ufuklar açacak. Albümün Cohen’in 80. yaş gününde çıkmış olması da ayrı bir anlam taşıyor.Leonard CohenPopular ProblemsSony Müzik

Festival’e bir film’le gidilmez diyenler...

$
0
0
21. Adana Altın Koza Film Festivali’ni geride bırakmış olsak da verilen ödüller ve yarışan filmler hâlâ konuşulmaya devam ediyor. Üzerine konuşulan bir diğer konu ise festivalde birden çok filmi bulunan oyuncular hakkındaydı.Film festivalleri sinema sektörü ile haşir neşir olanlar için büyük önem taşır. Bazıları için kimi zaman festivalde ödül almak bir yana yarışma filmleri arasına seçilmek bile yeterli görülür. Hatta ‘Önemli olan buralara kadar gelebilmekti’ cümlelerini sıkça duyarız. Bazı isimler de vardır ki, onlar ister kamera önünde yer alsın ister kamera arkasında birden fazla filmiyle festivalde boy gösterir. Geçtiğimiz hafta düzenlenen ve kazananları açıklanan Altın Koza Film Festivali, buna benzer birçok örneğe ev sahipliği yaptı.Festival galaları… Bir film izlenip bitiriliyor, ardından bir diğeri başlıyor. Bir an geliyor ve bazı oyunculara dikkat kesiliyor seyirci. Ya bir ya iki film önce izlediği oyuncunun farklı bir rolü ile karşılaşıyor. Birbiriyle hiç alakası olmayan ayrı karakterleri canlandırıyor bu isimler. Kimileri tüm filmleri için izleyicinin beğenisini toplamayı başarırken kimileri de ‘bence diğer filminde daha iyi oynamış’ yorumlarını alıyor. Film bitiminde söyleyişi için sahneye çıkan oyuncular arasında da yer alıyorlar. Rolleri hakkında konuşup gelen soruları cevaplandırıyorlar. Festivalde birçok yapımla yer almanın verdiği mutluluğu taşıyor her biri. İşte Koza’nın çok filmli oyuncuları!Tansu BiçerAltın Koza’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü Ahmet Rıfat Şungar ile paylaşan Tansu Biçer, festivalde iki film ile yer aldı. İlk filmi yaşadıkları ile hayalleri arasında gidip gelen bir yönetmenin hikâyesini işleyen ve yarışmada Yılmaz Güney Ödülü’nü alan Neden Tarkovski Olamıyorum. Biçer’i festivalde izlediğimiz diğer yapım ise En İyi Film ödülünü kucaklayan Toz Ruhu. Arabesk sevdalısı bir erkek gündelikçinin yaşamının ele alındığı film olan Toz Ruhu, eleştirmenlerden ve seyircilerden de tam not aldı.Settar TanrıöğenFestivalde Tanrıöğen’in üç filmi bulunuyordu; Nergis Hanım, Toz Ruhu ve Yağmur: Kıyamet Çiçeği. Başarılı aktör başrolünü üstlendiği Nergis Hanım’da, alzheimer hastası annesi ile yaşamaya çalışan Ekrem olarak karşımızda. Yarışma sonuçlarının açıklandığı gecede ‘Festivalde yer aldığı her filminde oynadığı rollerin hakkını başarıyla temsil ettiği’ düşünülerek Jüri Özel Ödülü Settar Tanrıöğen’e verildi.Ruhi Sarı'Gittiler: Sair ve Meçhul’, ‘Yola Çıkmak’ ve ‘Yağmur: Kıyamet Çiçeği’, Ruhi Sarı’yı Altın Koza’da izlediğimiz filmler. ‘Gittiler: Sair ve Meçhul’, Süryanilerin Anadolu’da yaşadığı toprakları terk etmelerini konu ediniyor. Sarı, Kazım Koyuncu’nun hayatını ele alan ‘Yağmur: Kıyamet Çiçeği’ filminde Saffet ve ‘Yola Çıkmak’ filminde ise Samet rolünde oynuyor.Aytaç UşunSinemanın yeni yüzlerinden biri olan Aytaç Uşun’un rol aldığı iki film festivalde yarıştı. Bunlardan ilki Uşun’a, Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandıran Silsile filmi. İstanbul sokaklarında bir gecede yaşanan aksiyon dolu hikâyesiyle dikkat çeken filmde Uşun, ‘Kılıç’ karakterini canlandırıyor. Uşun’u festivalin gözde filmlerinden Toz Ruhu’nda da Ümit olarak izliyoruz. Amcasının yaşadığı İstanbul’a askerlik yapmaya gelen Ümit, kendi halinde ve daha mutlu bir profil çiziyor.Hakan KarsakHakan Karsak da yarışmada üç filmi bulunanlardan. Deniz Seviyesi, Neden Tarkovski Olamıyorum ve Silsile filmleri ile festivalde boy gösterdi. Yan rollerde yer alan Karsak, daha çok Silsile’deki Bozo rolü ile ön plandaydı. Filmde Bozo, sokak çetesi bir grup gencin belalı lideridir. Neden Tarkovski Olamıyorum filminde baş karakter Bahadır’ın ev arkadaşı olarak izlediğimiz oyuncuyu Deniz Seviyesi’nde ise sakin mizaçlı Sabri karakterinde gördük.Aytaç ArmanYılların verdiği tecrübe festivalde de karşımızdaydı. İki filmle festivale gelen Adana doğumlu Arman ayrıca Altın Koza’nın onur konukları arasındaydı. Önce Arman’ı Beni Sen Anlat filminde Profesör Adnan rolüyle izledik. 12 Eylül 1980 dönemine kamerasını çeviren yönetmen, filminde siyasi görüşlerinden dolayı ordudan kaçan bir ailenin hikâyesine değiniyor. Toz Ruhu’nda izlediğimiz oyunculardan biri de Aytaç Arman. Yaşlı ve yalnız bir adam olan Avni’yi oynayan Arman, ortaya izlemesi keyifli bir performans çıkarıyor.

Keyif endüstrisine karşı sanatı ayakta tutmaya çalışıyor

$
0
0
Son zamanlarda yaptıkları sanatsal ve kültürel etkinliklerle adından sık sık söz ettiren SALT’ın direktörü Vasıf Kortun ile görüştük. İyi vakit geçirmenin giderek eğlence sektörüyle ilişkilendirildiğinden şikayet ediyor. Kültür kuraklığı yaşadığımızı düşünüyor.SALT, güncel sanattan sosyal tarih ve ekonomi tarihine, mimarlıktan tasarım ve kent yaşamına kadar birçok alanda programlar gerçekleştiren bir kültür kurumu. İstanbul’da iki, Ankara’da bir olmak üzere Türkiye’de üç yerde faaliyet gösteriyor. SALT’ın ilk binası SALT Beyoğlu’nun ardından SALT Galata’nın açılmasıyla Galata, kültür-sanatın hizmetine kavuşmuş oldu. Biz de SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun ile Türkiye’de kültür sanat faaliyetlerini ve çalışmalarını konuştuk. İyi vakit geçirmenin giderek eğlence sektörüyle ilişkilendirildiğini düşünen Vasıf Kortun, gelecekten de pek ümitli değil. Eskiden kültür sanat merkezi olan muhitlerin bugün kentsel dönüşümle birlikte otelcilerin akınına uğradığını anlatan Kortun, “Kültür sanat sektörüyle otellerin ve turizm sektörünün, eğlence sektörünün keyif endüstrisinin yan yana gittiği hepimizce malum. Biz de bunun ortasındayız. Galata’ya geldiğimizden beri bin 200 kadar daha oda açıldı. Durum o kadar feci.” diyor. Türkiye’nin kültür açısından kuraklaşmaya başladığını ifade eden Kortun, bunun insanlardan kaynaklanmadığını düşünüyor. Sebebi ise içerisinden geçtiğimiz hoyrat dönem. Buna örnek olarak ise herkesin bilgi yerine materyal dünya ile ilişkisinin artmasını gösteriyor. “Harcama ve borçlanma, insanlar arasındaki maddiyat beşeri ilişkilerin önüne geçti.” diyen Kortun, bunların içerisinde çok ters bir şey yaptıklarını anlatıyor. Daha paylaşımcı bir ortam oluşturmaya çalıştıklarını söylüyor. Nitekim ilk sanat sergisi tecrübesini burada yaşayanların yanı sıra kültür sanat dünyasıyla daha yakın olanların da vazgeçilmez mekânlarından biri SALT. Bütün bu emeklere karşın etki alanlarının hâlâ küçük kaldığını söylüyor Vasıf Kortun. Sebebini ise buraya gelen kişi sayısıyla koca bir kent nüfusu arasındaki farka bağlıyor. Geçtiğimiz dönemde SALT’ta sergi açan İsmail Saray’ın “Suya bir taş attım hiçbir şey olmadı.” sözünü hatırlatan Vasıf Kortun şöyle konuşuyor: “Dalgalanma da olmadı. Belki oluyor belki olmuyor. Bütün bunları zaman gösterecek. Ama yine de tek derdimiz, buraya layık olabilecek olan bir kurum nasıl yapabiliriz?” Vasıf Kortun’un şikâyetçi olduğu durumlardan birisi de İstanbulluların kendi kentine turist gibi bakması. “Çünkü bir insan kendi kentine turist gibi bakmaz, bakmamalı.” diyen Kortun, çalışmalarını İstanbullular için yapmalarına rağmen izleyicilerinin yarısının yabancı olduğunu söylüyor.Sanatçı Vasıf Kortun, Türkiye’deki sanat algısının ise dünyaca ünlü marka sanatçıların buraya getirilerek ilerleyemeyeceğini düşünüyor. Tarihi yarım adayı inanılmaz bir müze adası olarak niteleyen Kortun, dünyaca ünlü markalara büyük kaynaklar ayırmak yerine kendi kültür kaynaklarımıza odaklanabileceğimizi söylüyor. Zira İstanbul bir imparatorluğun değil birçok merkezin geçmişi. Bütün bunları yan yana getirdiğimizde arkeolojiden İslam eserlerine kadar dünyada bu kadar değerli müze olmadığını söyleyen Vasıf Kortun şöyle devam ediyor: “Araştırma yapmak geleceği kurmak yerine bir Porche araba markası getirmek gibi marka sanatçıları buraya getirip onlara inanılmaz ve bence hiç de gerekli olmayan fonları imkânları iletişimi ayırmak olgusal olarak kendi önümüzü kapatmak demek.” Kültür sanat adına pek ümit var konuşmasa da Türkiye’deki gençler adına aynı karamsarlığı yaşamıyor. Örneğin Gezi sürecinin gençlerin hayatını değiştirdiğini düşünüyor. Gezi’nin birçok insanın dünyaya farklı bir şekilde bakmasını sağladığını anlatan Kortun, “Politik anlamda demiyorum. Ağaç, su gibi temel ihtiyaçlar ve var oluş hakkında bir sürü insan çok daha farklı davranış biçimleri edindi. İhtiyacımız olan da buydu günlük siyaset değil.” diyor.Bizde kütüphaneler sınava hazırlık yeri gibiSALT Araştırma, kitap, dergi, makale, CD/DVD ve tezlerden oluşan kütüphane ile dijital ve fiziki dokümanları içeren arşivi bir araya getiriyor. Bünyesinde yer alan 40 bin başlık altında toplanmış yaklaşık 100 bin basılı yayını içeren kütüphane ve dijital ortama aktarılmış 1 milyonu aşkın belgeye erişim sağlayan arşiviyle öğrenci, akademisyen ve araştırmacılara önemli bir kaynak sunuyor. Yılda 40 bin kişinin SALT Araştırma’yı kullanmak için geldiğini belirten Vasıf Kortun, SALT’ın bir üniversite gibi çalıştığını söylüyor. Türkiye’deki kütüphanelerin pek görünür olmadığını ifade eden Kortun, şunları söylüyor: “Kütüphanelerde çocukların üniversite sınavı için hazırlandıkları görülüyor. Herkesin önünde KPSS kitabı var. Araştırma yapılmıyor, okunmuyor. İstanbul gibi bu kadar önemli ve değerli bir şehirde okuma alışkanlığı, kamusal okuma alışkanlığı, insanlarla birlikte okuma alışkanlığı gibi şeyler yok. Biz burada kütüphanenin ne kadar değerli olduğunu göstermeye, paylaşmaya çalışıyoruz. SALT Galata’ya girdiğinizde sol tarafta daha önce para değiştiriliyordu. Şube vardı. Burada SALT Araştırma’yı açtık. Böylece şube ve para değişimini bilgi değişimiyle değiştirmeye çalıştık.”

Çölde tek başına

$
0
0
Ezidilerin yürek parçalayan görüntüleri dünyanın IŞİD zulmünü görmesine sebep olmuştu. Ancak Ezidilerle beraber aynı felaketi yaşayan başka bir grup vardı ki kimse onların seslerini duymadı: Türkmenler. Musul ve Telafer'deki savaşlardan kaçan Türkmenler, 50 derecenin üstündeki sıcaklıkta, çöl ortasında yaşam savaşı verdi. Ölen çocuklarını kutularda taşıdı. Kurtulabilenler Bağdat, Necef ve Kerbela’ya sığındı. Şimdi Türkmenler, Türkiye’nin kendilerine neden sahip çıkmadığını sorguluyor.Son 3 yılda Suriye ve Irak’ta yaşanan çatışmalar nedeniyle 50 bin Türkmen hayatını kaybetti. İki milyon Türkmen de göç etmek zorunda kaldı. Onlardan biri şimdi Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinde yaşıyor. Telabyadlı Türkmen Halid Mustafa’yı, misafir olduğu evinde ziyaret ediyoruz. Onun kaderi ülkeyi kanlı bir iç savaşa götüren 2011 yılında değişmiş. Şam Üniversitesi’nde coğrafya bölümü öğrencisiyken kendini Esed ordusuna karşı cephede bulmuş. Telabyad IŞİD’in ele geçince kaçmak zorunda kalmış. “Dönersem kesinlikle öldürüleceğim.” diyor. Evinde ne halı ne de herhangi bir eşya var. Kucağında küçük kızı Sevda Nur’la karşılıyor bizi. Arkasındaki duvarda bulunan Türkiye bayrağı dikkatimizi çekiyor. “Biz Suriye’de her namaz öncesi önce hasretle Türkiye’ye döner, sonra kıbleye dönüp namazımızı kılardık. Biz anavatan olarak hep Türkiye’yi görürdük. Ama buraya geldik, bize ne yardım ediliyor ne de destek veriliyor.” diyor. Kaldığı evdeki kirasını, arkadaşı Birleşmiş Milletler’den tercümanlık yaparak aldığı maaşla karşılıyormuş. Konuşurken utanıyor: “Çok aç kaldık. Bazen günlerce sudan başka bir şey içmedik, yemedik.”Halid Mustafa’nın kaderini yaşayan milyonlarca Türkmen’in varlığını bilmek bize büyük bir acı veriyor. Kobani’den kaçan Ezidi Kürtler için bütün Kürtlerin seferber olduğunu ancak Türkmenlere kimsenin sahip çıkmadığını anlatıyor. Türkmenlere vefasızlık yapıldığını düşünüyor. Ailesinden 15 kişiyi savaşta kaybeden Mustafa, Rakka’da yaşayan babasını bir yıldır görmemiş.Türkmen lideri eleştirince, konutundan çıkarıldıBölgedeki kamplarda kalanların hepsi Türkiye’ye dair gönül kırgınlığı yaşadıklarını anlatıyor. Yalnız bırakıldıklarını düşünüyorlar. Görüştüğümüz Türkmen yetkililerden biri çarpıcı bir bilgiyi de paylaşıyor: “Cumhurbaşkanlığı döneminde Abdullah Gül ile görüşmeye giden Suriye Türkmen Meclisi Başkanı ve Suriye’de Harp Okulu komutanı olan Tümgeneral Feyz Amro’ya Dışişleri Bakanlığı bürokratları, Türkmenlere yapılan yardımları içeren dosyayı Gül’e sunmasını istedi. Amro, listeye baktığında diğer gruplara yapılan yardımların Türkmenlere yapılmış gibi gösterildiğini fark etti. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Gül’e meselenin içyüzünü anlattı. Gül, duruma tepki göstererek Cumhurbaşkanlığı bürokratlarından bir araştırma yapmasını istedi. Bunun üzerine Bakanlık bürokratları, Amro’yu kendisine tahsis edilen evden çıkartarak maaşını da kesti.”Türkmenlerin önde gelen isimlerine bir dokunsanız bin ah işitiyorsunuz; “Ne zaman hükümetin Türkmen politikasını eleştiren bir haber çıksa hemen önümüze koyuyorlar. Türkiye’den yardım aldığımız için maalesef konuşamıyoruz.”Çölde akrep korkusu yaşarken, aşırı sıcaktan ölmek…Dünya komuoyunun savaştan ve katliamdan kaçanların çöllerde çektiği çileleri helikopterden çekilen görüntülerle öğrendiği zamanlarda biz de oradaydık. Günlerce çölde aç susuz ve çaresiz yürüyen Ezidiler, Batılı gazetecilerin içinde bulunduğu helikopterlere tozdan kararmış ellerini kaldırıp, gözyaşları içinde yardım için bağırıyordu. Bu görüntüler haber bültenlerinde yayınlanınca vahameti anladı dünya. Ama Ezidiler bu dramı yaşarken yalnız değillerdi. Musul ve Telafer’deki savaşlardan kaçan Türkmenlerin de böylesi çileli yolculuğuna bizzat şahit oldum. 50 derecenin üstündeki sıcaklıkta çöl ortasında kalan Türkmenler, zehirli hayvanlara karşı yaşam savaşı veriyordu. Ölen Türkmen çocuklarının kutular içinde taşınıyordu. Çölde onlarla birlikte geçirdiğim bir hafta içinde 20 çocuğun aşırı sıcak, ishal, yetersiz beslenme ve zehirli akrep sokması nedeniyle hayatını kaybettiğine şahit oluyorum. Türkiye’nin yardımlarının geç gelmesi ve yetersiz olması bu masum Türkmenlerin büyük kısmının güneydeki Şii kentlerine göç etmesine yol açtı.Türkiye’nin hataları, Şii Türkmenleri İran’ın kucağına ittiTelafer’den IŞİD’den kaçan Türkmenlerin büyük kısmı Şii. Yaklaşık 300 bin nüfuslu kentin 60 bin Şii Türkmen sakininin hepsi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Muhammed Halis, Türkiyeli olduğumuzu öğrenince soruyor: “Türkiye, Şii olduğumuz için mi bize yardım göndermiyor?” Bir şey diyemiyorum. Sessizliği şu cümleleriyle bozuyor: “Bizi Türkmen olarak görmüyorsanız, bari insan olarak görün. Dinimizi, mezhebimizi biz seçmedik. Bize kimse yardım etmiyor.” Kerkük’te görüştüğümüz Irak Türkmeneli Partisi lideri Riyaz Sarıkahya’ya göre Musul’daki Türkmenler uzun süre ihmal edildi. Sarıkahya şöyle bir özeleştiride de bulunuyor: “Maalesef geçmişteki Irak Türkmen Cephesi’nin bazı yöneticilerinin mezhepçi tutum alması nedeniyle Telafer’in Şii Türkmenleri küstürülmüştü. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından şehirden kaçan bu Türkmenlere destek verilmedi. Aşırı sıcakların altında gidecek yeri olmayan bu insanlar aç susuz kaldı. Orada bir gün bile dayanılamaz. Gölge diye bir şeyin olmadığı bir çöl. Yardım ulaşmaması, hava şartları Türkiye’nin destek vermemesi onları güneye göç etmeye itti. Daha da dönmezler. İran şimdi Şii Türkmenlerinin güvenliklerini sağlıyor ve onları örgütlüyor. Bütün bunların olacağı bilinmesine rağmen Türkmenler ve konsolosluk konusunda da çok büyük hata yaptı Türkiye. Önceden Musul’da Türkiye’nin çok etkin bir görüntüsü vardı. Ancak şimdi etkisiz ve çok kötü bir durumda. Türkiye’nin Musul’da desteklediği Nuceyfiler dışlandı. IŞİD bence bir proje. Bölgede değişiklikleri yapıp sonra bölgeden dışlanacak.”Siyasî olarak büyük oyunlar oynanıyor, bölgede gazetecilik yapan herkes bunun farkında. Nitekim birkaç yıl önce henüz dünya IŞİD’i bilmezken, militanlarla görüşmüştüm. Bir Türk IŞİD militanı, arkadaş olduğu bir tutsaklarını anlatmıştı. İkisi de Kurtlar Vadisi hayranıymış. Uzun uzun diziye dair konuşurlarmış. Sonra bir gün idam edilip gömüldüğünü öğrenmiş. ‘Yıkadınız mı?’ diye sormuş. Mezarı açmış, tutsağı olan arkadaşını çıkarıp yıkamış, kefenleyip tekrar gömmüş. Zihnimdeki hatıralara, çektiğim fotoğraflara, tanık olduğum böylesi olaylara bakınca şoke oluyorum. Büyük bir siyasi oyun yüzünden hayatları mahvolan küçük, sıradan insanların acılarına ve günahlarına şahitlik ediyoruz. En acısı da bunları yazmaktan, anlatmaktan başka bir şey yapamamak.Irak 3’e bölünecekIraklı siyasetçi Sarıkahya, ülkelerinin Kürt, Sünni ve Şii olarak 3 konfederal bölgeye ayrılacağını söylüyor. Bu süreçte Türkmenlerin bölgelerinden göç ettirildiğini düşünüyor. IŞİD’in ele geçirmesinden önce yüzde 85’ini Türkmenlerin oluşturduğu 500 bin nüfuslu Telafer’de bugün Türkmenlerin oranının yüzde 20’lere düştüğünü anlatıyor. Sarıkahya, Türkmenler için Türkiye’nin çözüm üretmesini bekliyor ve şöyle diyor: “Türkmenler için Telafer, Kerkük’te federe bölge istiyoruz. Irak’ta büyük bir savaş olmuyor. Bu yalandır. Hedefleri gerçekleştirmek için küçük operasyonlar yapılıyor. Ve fatura Türkmenlere çıkarılıyor. Şii Türkmenler önce Türkiye’den sonra Bağdat’tan umutlarını kesti.”Cesetler Halep sokaklarında sergileniyorIrak Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütü militanları, Halep’in kuzeyine başlattığı saldırılarda Türkmen katliamı yaptı. Son beş gün içinde Azez kentine bağlı Türkmen köylerini ele geçirdiler. Özgür Suriye Ordusu ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle yüzlerce Türkmen infaz edildi. Cesetler, kafaları kesilmiş halde günlerdir köy sokaklarında kaldı ve bedensiz kafalar bölgenin en büyük dini kompleks olan Ebu Ubeyde İbni Cerrah’ın kapısı önünde ibreti âlem olması için gün boyunca teşhir edildi. Fotoğrafları var fakat durum öyle vahim ki yayımlayamıyoruz.Hem IŞİD’den hem Esed’den kaçıyorlarSuriye’nin Humus kentine bağlı Türkmenlerin yaşadığı 10 bin kişilik Zara kasabası rejimin kontrolüne geçti. İran destekli Hizbullah militanları ve Beşşar Esed’e bağlı ordu birliklerinin oluşturduğu 3 bin kişilik güçle kente giren Esed güçleri, kentte bulunan 100’den fazla Suriyeli Türkmen’i infaz etti. Kentteki tüm evler ateşe verilerek kullanılamaz hale getirildi. Her türlü iletişimin kesik olduğu kentte ölü sayısı hakkında artık bilgi alınamıyor. Zaten 6 aydır Esed rejimi tarafından savaş uçakları ve tanklarla bombalanan kasaba tamamen harabeye dönmüştü.

Futbolu futboldan gelenler yönetsin

$
0
0
Beşiktaş’ın eski yöneticilerinden, turizmci Sinan Vardar, sedye kirlenmesin diye çizmelerini çıkarmaya çalışan Somalı madenciden çok etkilendi ve bölgesel Amatör Lig’de mücadele eden Somaspor’un başkanlığını üstlendi. Vardar, takımı 4 senede Süper Lig’e çıkaracağından emin.Soma’da yaşanan maden kazasından yaralı kurtulan ve getirildiği hastanede sedye kirlenmesin diye “Çizmelerimi çıkarayım mı?” diye sorarak tüm ülkeyi duygulandıran Murat Yalçın’ın hareketi milyonlarca insanımızda büyük etki bıraktı. Bu insanlardan biri de Beşiktaş’ın eski yöneticilerinden, turizmci Sinan Vardar. Haberi televizyonda izlerken tarif edilemez duygulara kapılan Sinan Bey, birkaç gün geçmeden daha önce hiç gitmediği Soma’da bulur kendisini. Tanıdıklarına, ‘Ben bu insanlar için ne yapabilirim?’ diye sorar. Bölgesel Amatör Lig’de mücadele eden Somaspor’a başkan olur. Kısa zamanda genç bir takım kadrosu oluşturur. İlçede çeşitli etkinlikler düzenler. Sinan Vardar ile Türkiye’nin ilk üç şirketinden biri haline getirmeyi başardığı Jolly Tur’u, Beşiktaş’ı ve Soma’yı konuştuk.Göçmen misiniz?Dedelerim Vardar’dan (Makedonya) gelip Trakya’ya yerleşmişler. Babam hava kuvvetlerinde pilottu. C 47 uçaklarını kullanırdı. Ekonomik şartlardan dolayı liseden sonra tahsilime devam edemedim. Allah yetenek vermişti. 16 yaşında profesyonel futbolcu oldum. 18 sene oynadım; Beykoz, Yalova, Şekerspor, Galata, Bandırma, Konyaspor takımlarında. Bıraktığımda 30 yaşındaydım.Erken bırakmışsınız. Ya sonra?İnsan ilişkilerim beni turizm sektörüne attı. Turizm o zaman Türkiye’de yok gibiydi. İstanbul-Şile turları ile başladı maceram. Bir otobüs tutup tur düzenliyordum. Sonra ilk otobüs turlarını ben başlattım, güneye. 1980’li yılların ortası. O zamanlar Duru Turizm’in genel müdürüydüm. Sonra bir yatırım şirketine geçtim. Ardından Vural Öger ile tanıştım. 1987 yılında Jolly Tur’u kurduk.Turizme ilk geçtiğinizde paranız var mıydı?Yok canım. 16 yaşında otellerde bulaşık yıkadım. Babam askerdi. Onun kazancı ile ancak geçinebiliyorduk. Sonra futbol ortaya çıktı. Ama kendimi hep yetiştirdim. Dünya yazarlarını okudum. Sezgilerim kuvvetlidir. Ülkede bir turizm hamlesi olacağını hissetmiştim.Vural Bey’den ayrıldıktan sonra ne yaptınız?12-13 sene evveldi. Jolly Tur’u ben aldım. İsim babası Vural Bey’dir. Şu an Türkiye’de ilk üç tur şirketinden biri olan Jolly Tur’u oğullarım Mete ve Mert’e bıraktım. Mete aynı zamanda Beşiktaş futbol şube sorumlusudur.Yaşınıza göre erken bırakmadınız mı şirketi?65 yaşındayım. Çocuklarıma güvendim. Mete 13 yaşından beri yanımdaydı. İyi bir ekonomisttir. Beşiktaş yönetiminde olduğu için Mert daha fazla Jolly Tur’la ilgileniyor.Turizmin durumunu nasıl görüyorsunuz?Kaynaklarımız 100 milyon turisti kaldıracak kapasitede. Sivil havacılığın önü açıldı. İç turizmde patlama var. İnsanlar Karadeniz’i görmek istiyor. 3-4 milyon kişi seyahat ediyor. Dış turizme gelince, Almanya’da Almanların eline geçti Türk turizmi. Almanlar buradaki fiyatları istediği seviyeye çekiyor. Antalya’da oteller yan yana. Otelin dışı tek yıldız. İstanbul’a 7 milyon turist geliyor. Bence 50 milyon da gelir. Ülkemizin şanssızlığı turistin uçakla gelmesi. Paris’e Avrupa’nın her yerinden arabanızla gidebilirsiniz.Türkiye’nin turizmde hedefleri neler olmalı?Çin’den 150 milyon kişi yurtdışına gitmiş. Türkiye’ye gelen 40 bin kişi. Çin, Hindistan gibi nüfusu çok ülkeler hedef olmalı. Rusların Avrupa ile sorunları var. Bize gelebilirler. Ortadoğu istikrara kavuştuğu zaman 15-20 milyon turist akar. İstanbul en güzel şehirlerden biri. Keşke daha iyi planlansaydı.Jolly Tur’u nasıl ilk üçe soktunuz?Dürüstlükle. Hiçbir otele yanlış yapmadık. Borçlanmadık. Hem futbol hem turizm de olduğum için çevrem çok genişti. 35 sene önceki müşterim hâlâ beni arar. Biz de şikayet oranı binde birdir. Sorunları yerinde çözeriz.Futbolu bıraktınız, turizme geçtiniz, sonra futbolda yöneticilikler devri başladı… İlk hangi takımda yöneticilik yaptınız?Beylerbeyi. Ama futbolu bıraktıktan sonra 2-3 sene maça gitmedim. Bir bıkkınlık oluştu. Düşün o zaman İstanbul’dan Mardin’e otobüsle maça gidiyordun. Ama futboldan kopamıyor insan. 35 yaşında amatör kümedeki Beylerbeyi’ne başkan oldum. 2 kere şampiyon yaptım. Ali Dinçkök, Abdullah Kiğılı, Mehmet Ağar, Abdullah Acar, Sadettin Tantan bunlar hep yöneticilik yaptı benimle. Çevrem genişledi. Bir ara Beykoz’da başkanlık yaptım. Türkiye’de ilk şirket takımı Beylerbeyi’dir.Bir futbol takımını o dönemlerde şirket yapmak… Bu fikri size kim verdi?Çok okudum. Gündüz Tekin Onay’dan çok feyzaldım. Derwall, Piontek, Şenes Erzik’le çok uzun konuşmalarım oldu. Onlar tavsiye etti. Bir ara Antalyaspor’u aldım. 50 bin Euro’ya aldığımız Fazlı, Zafer gibi oyuncuları milyon dolarla sattık.Beşiktaş macerası nasıl başladı?Süleyman abi beni çok istedi yönetimde. Ama o zaman işlerimiz çoktu. Bir de o zamanlar Beşiktaş’ı dev gibi görüyordum. Ama içine girince; insanların kıskançlığını, riyasını, gelecek insanların önünün nasıl kesildiğini çok iyi gördüm. Tek şanssızlığım Sayın Yıldırım Demirören ile beraber yönetime girmem oldu. 2004’lerde. Serdar Bilgili bıraktı, Fikret Orman’la çekiştik, yönetimi aldık.Sanırım size altyapıyı verdiler yönetimde…Evet. O gece uyuyamadım sevinçten. 65 futbolcu çıkarttım. İlk senemde 50 bin futbolcu izledik. Hep gençleri ön plana çıkarttım. Ama keşke Yıldırım Bey beni futbolla ilgili sorumlu yapsaydı. Beşiktaş şu an Arsenal ayarında bir takım olurdu.Yönetimde ne kadar kaldınız?3 sene. Yöneticiliğimin ikinci ayında Yıldırım Bey’e ‘Bir daha seninle olmam.’ dedim. Savurganlık vardı. Sezon sonu bıraktım. Yıldırım Bey ‘değiştim’ diyerek tekrar yönetimine almak istedi. Kabul ettim. Ama aynı düzen devam ediyor.Başkanlığa da aday oldunuz galiba…Bir dönem niyetlendim. Fakat çıkar çevresi vardı. Destek vermeleri mümkün değildi. Şimdi de oğlunuz var yönetimde...Fikret Orman teklif etti. Oğlum bana sordu, ben de ‘Kendi kararını kendin ver.’ dedim.Yönetici olduğunuz dönemde hangi oyuncular çıktı altyapıdan?İbrahim Kaş, Mehmet Sedef, kaleci Korcan, Orhan Gülle, Batuhan...İyi futbolcuyu gözünden mi tanırsınız?Üç dakika seyredeyim notunu veririm. 50 senelik birikim var.Başka takımda oynayan oyuncuları da keşfettiğinizi biliyoruz...Gökhan Gönül’ü getirdim, Bursa Yolspor’dan. Almadı Beşiktaş. İlhan abi (Cavcav) ‘Sinan Vardar, eşeği göndersin alırım’ der. Nuri Şahin’i de Beşiktaş’a teklif etmişsiniz…Nuri Şahin’i, Aydın Karabulut’u. İlk yönetici olduğumda Nuri amatördü. Babası ile konuşmuştum. Ama almadılar. Ailton’lar alınıyor o zaman. Çocuklara önem veren yok ki.Çocuklar alınmayınca da yabancıya yöneliyor kulüpler ve bir sürü borç bırakılıyor...Türk futbolunun kurtuluşunu iki maddede özetleyeyim mi? Birincisi yöneticiler ve başkanlar borçlara şahsi kefalet vermeli. Böyle olunca yöneticilerin 10’da 9’u kaçacak. İkincisi; Futbol Federasyonu, 30 Aralık’ta kulüplerin bilançolarını alacak, borcu olan kulübe transfer yaptırmayacak, yabancı futbolcuyu da serbest bırakacak. Yöneticilerin içinde menajerlerle çıkar ilişkileri olanlar var. Bu yüzden hep transfer hep transfer. 160 kulübün 150’si batak.Siyasetin futbolu kullandığını düşünüyor musunuz?Doğal olarak. Süper Lig’de devlet var. Lig TV, TMSF’de. Devlet çok şey yapıyor. Ama futbolu yönetenleri denetime almıyor. Futbolu yönetenlerin çoğu işadamları. Futbolu futboldan gelenler yönetsin.Futboldan gelenler futbolu yönetebilir mi? Bizde böyle yetişmiş kadrolar var mı?Mesela Rüştü Rençber, severim kendisini. Ama futbolu bitirdi, hiçbir eğitim almadan TFF’de Milli Takımlar genel koordinatörü oldu. Gelişmiş ülkelerde futbolcu merkezleri açılıyor. Yalnız futbolcu yetiştirmiyorlar, futbol adamı da yetiştiriyorlar. İzlediğiniz ama Beşiktaş’ın almadığı sizin de çok pişman olduğunuz oyuncu hangisi?Gökhan Gönül. Mehmet Topal’ı çok istedim. Aldıramadım. Veysel’i almak istedim alamadım. Aydın Karabulut’u 17 yaşında aldım Hertha Berlin’den. 1 sene uğraştım getirmek için ama adamı rezil ettiler.Türk futbolunun sorunları bitmez. Biz isterseniz Soma’ya gelelim. Daha önce hiç Soma’ya hiç gitmiş miydiniz?Yolunu bile bilmem. Maden faciasının yaşandığı günlerde televizyon seyrederken çizmesini çıkarmak isteyen adam bana çok tesir etti. Ancak Türk insanı böyle yapar. Sonra sabah kalktım. Bir yazı yazdım gazeteye. Oradaki insanlara moral vermek için. Oradan birkaç dostum aradı, davet ettiler. Beni 150 kişi karşıladı. Milletvekilleri, kaymakam Bahattin Bey vardı. Hayatımda böyle bir bürokrat görmedim. Özel bir insan. Sonra dedim ki ben bu insanlar için ne yapabilirim? 250 dönümlük bir arazi var. Oraya huzurevi, maden müzesi, hatıra ormanı, aile yaşam merkezi yapmayı düşünüyoruz. Seneye Jolly Tur’un turlarını Soma’ya uğratacağım.Somaspor’a başkan olmanıza gelirsek…Zaten bir arayış içindeydim. Beşiktaş’a tekrar benim yönetici olmam söz konusu değil. Bir takım arayışı içindeydim. Antalya Kepez’i aldım. Onu Bank Asya’ya çıkarttım. ‘Soma’da da bunu yapabilirim’ dedim. Dostlarımın önayak olmasıyla başkan oldum. Şimdi BAL liginde oynuyoruz, en genç takım bize ait. Hepsi ileride büyük futbolcu olacak. 15 günde kurdum takımı. Üçüncü Lig’e çıkarsak 2 futbolcu ya alırım ya almam. Hedefimiz 4 senede Süper Lig’e çıkmak. Bunu başaracak tecrübem ve çevrem var.

Pek Yakında, Adana’yı güldürdü

$
0
0
Cem Yılmaz’ın yazıp yönettiği Pek Yakında geçtiğimiz hafta vizyona girdi. Bizde filmin Adana’daki galasını izleme fırsatı bulduk.“Türk filmlerini seviyorsanız inanıyorum ki bizim filmimizi de bağrınıza basarsınız” sözleriyle özetledi filmini Adana seyircisine, Cem Yılmaz. Beklentisi de buydu ve beğenilmesini istiyordu filminin. Seyircinin çıkışta söyleyeceklerinin kendisi için önemini vurgulayarak ‘Bu filmde neyin değişmesini istiyorsanız haber verin, bir dahaki sefere ona çalışalım.' diyerek sahneden ayrılıyordu.Bandı biraz geri sararak en başa dönelim. Pek Yakında'nın ana sponsorluğunu üstlenen Pepsi, film için bir yarışma organize ediyor. Yarışmaya katılanlar verdikleri oylarla, filmin İstanbul dışındaki ikinci galasının yerini belirliyor. Yarışmanın birincisi sinemaya emek veren şehirlerimizden Adana'da oluyor. Yarışmada, Adana'yı İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Bursa, Konya, Samsun, Gaziantep ve Erzurum şehirleri takip ediyor. Büyük bir rekabetin yaşandığı yarışmanın kazananları için nihayetinde o önemli gün gelip çatıyor. Pek Yakında, 1 Ekim'de özel bir gösterimle Adana izleyicisiyle buluşuyor. Ve o gün biz de Adanalı sinemaseverleri yalnız bırakmıyoruz. Gala gecesinin başındayız. Salon tıklım tıklım olmasına rağmen aynı orandaki kalabalık girişte de kuyruk oluşturuyor. Daha filmin başlamasına saatler varken heyecanlı oldukları her hallerinden okunan davetliler salondaki yerlerini alıyor. Hangi masaya gitseniz duydukları mutluluğu ve merakı anlatan misafirler görüyorsunuz. Bu gala gecesi için Adana'ya günübirlik şehir dışından gelenlere bile rastlıyorsunuz. Yani anlayacağınız halk fazlasıyla heyecanlı hem bir galaya ev sahipliği yapmaktan hem de Cem Yılmaz'ı şehirlerinde ağırlayacak olmaktan.Saat giderek yaklaşıyor. Gösterimin yapılacağı salonun önü bir anda ana baba günü oluveriyor. Masalarını bırakan davetliler Cem Yılmaz ve film ekibinin giriş yapacağı kapıya yöneliyor. Korumalar, koşuşturmalar derken. İnsanlar beklemeye başlıyor. Ha geldi ha gelecek derken Cem Yılmaz ve diğer oyuncular bir türlü gelemiyor. Sonradan anlaşılıyor ki ufak bir problem sebebiyle uçağı rötar yapıyor. Neyse ki 15-20 dakika sonra beklenen oluyor ve kapı açıldığında içeri Cem Yılmaz giriyor. Tabii ardından salonda alkışlar yükselmeye başlıyor. İzdiham yaşanmasını istemeyen Cem Yılmaz seyircilerin salona girmesini rica ediyor. Konuklar salonda yerlerini alırken Yılmaz ile film ekibinden galaya katılan Zafer Algöz, Tülin Özen, Ozan Güven ve Hare Sürel basına fotoğraf veriyor.Ve işte o an… Cem Yılmaz ekibiyle birlikte salona giriyor. Alkışların ardından Yılmaz, mikrofonu eline alarak başlıyor anlatmaya: “1960'lı yıllarda usta aktörlerimizden Ayhan Işık oynadığı bir filmde rolü gereği dayak yiyor. Film Adana'da gösterime girince seyirciden büyük tepki alıyor; ‘Ayhan abi nasıl dayak yer?' diye, bunun üzerine film İstanbul'a geri gönderiliyor. O sahne değiştirilerek geri gönderiliyor.” Bu sözler bir anda salonu kahkaha sesleriyle dolduruyor. Devam ediyor Yılmaz: “Sizler bizlerden sonra filmimi izleyecek ilk insanlarsınız. Adana sinema dünyasında söz sahibi bir şehrimizdir. Bu sebeple size fazlasıyla güveniyorum.”Seyircilerle iyi diyalog kuran Yılmaz'ın bir erkek izleyici ile olan muhabbeti salondakilere eğlenceli dakikalar yaşattı. “Adana'yı kebabı, eti meşhur diye bilirken bu abiyle tanışmak tabii beni çok mutlu etti. Mesela ben bu abiden bir buçuk yerim.” demesi salondakileri bir hayli güldürdü. Ozan Güven ise Cem Yılmaz'ın 40 yaşında olmasına “Merhabalar ben Ozan Güven, 39 yaşındayım. Cem'in anlattığı hikâyeyi hatırlamıyorum.” sözleriyle takıldı. Işıklar sönüyor ve film başlıyor. Ancak daha dakikasını doldurmadan film seyirciyi güldürmeye başlıyor. Tabii bir süre sonra kahkahaların dozu giderek artıyor. Öyle bir an oluyor ki salondan kimi sahnelere alkış sesi bile işitiyoruz. 130 dakikanın sonunda seyirci salondan memnun ayrılıyor. Yani rahatlıkla söylenebilir ki; Pek Yakında, Adana'yı güldürmeyi başardı.Cem Yılmaz'ın bir komedyen olduğunu biliyoruz ama sinemaya olan sevgisini de yok saymak haksızlık olur. Kabul etmek gerekir ki gerek oyuncu olarak gerek de yönetmen olarak bu işi iyi yapmak için büyük emek harcıyor. Daha önce çektiği filmlerde yardım aldığı için Pek Yakında, Yılmaz'ın ilk yönetmenlik tecrübesi olarak görülüyor.Hayatını korsan DVD'cilik yaparak kazanan Zafer oyunculuk yapan eşi Arzu ile boşanmanın eşiğine gelir. Kanunsuz işlere tövbe eden Zafer, eşinin kendini affetmesinin yollarını ararken figüranlık yaptığı eski 'oyunculuk' günlerine geri dönmeye karar verir. Yeşilçam'da bir dönem oyunculuk yapan arkadaşı Ejder sayesinde tanıştığı Ahben'in senaryosuna yapımcı olur. Çekilecek “Şahikalar-Kötülüğün Sonu” adlı filmde karısına başrol vermeyi ister. Yeşilçam sineması tadında bir filmin çekiliş hikâyesini ele alan Pek Yakında'nın senaryosu da Cem Yılmaz'a ait. Yapımda Yılmaz'ın yanı sıra Tülin Özen, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Ozan Güven, Çağlar Çorumlu, Cengiz Bozkurt ve Zerrin Tekindor gibi pek çok önemli isim yer alıyor.Yeşilçam filmlerine vurgu yapan ve özellikle Yavuz Turgul sinemasını ayrı bir yere koyan bir film; Pek Yakında. Drama ve komedinin iç içe geçtiği yapımın senaryosu dengeli hali ile dikkat çekiyor. Yer yer zekice göndermelerin yapıldığı filmin kimi bölümlerinin gereğinden fazla uzatılması eleştirmenlerden tepki alan noktalardandı. Yılmaz'ın daha önceki ‘Her Şey Güzel Olacak' ve ‘Hokkabaz' filmleri tadında olan Pek Yakında, gişede rekor kırabilecek mi sorusunun cevabını önümüzdeki günler gösterecek.

Çölün ortasında 3 bin yıllık ‘maydanoz!

$
0
0
Çölde yaşayan 'Llareta' (Yareta) adlı bitki büyük ilgi görüyor. Maydanozun kardeşi olan bu ilginç bitkilerin bazılarının 3 bin yaşında olduğu tahmin ediliyor.Güney Amerika'da bulunan Atacama Çölü'nde yaşayan bu yastığa benzer, maydanozun kardeşi olan Llareta, kötü ve zorlu hava şartlarına rağmen hayatlarını sürdürüyor.Llareta, kara yosunuyla kaplanmış bir kaya gibi görünmesine rağmen, çöl bu yeşil örtülerle tıpkı küçük dağlarla örtülmüş gibi duruyor.Her bir kaya parçası küçük yaprak kümeleriyle bezenmiş, bu bitki ayaklarınızla üzerinde rahatça durabileceğiniz kadar güçlü. Bu bitkiler yılda 1,5 santimetre uzuyor.Regis Üniversitesi’nden ilginç bitkiler konusunda araştırma yapan Catherine Kleier, çevresel etkiler (gece soğuk, gündüz sıcak hava) ile değişen basınçtan dolayı Llareta bitkisinin çok güçlü olduğunu düşündüğünü ifade ediyor.Kleier, bitkinin sıcağı hapsettiğini ve yapraklarını çürüttüğünü ve böylece Güney Amerika’da yaşayan uzun kuyruklu, tavşan tarzı kemirgenlere karşı kendini koruduğunu belirtiyor.

Aysal niçin bırakıyor?

$
0
0
Bu bir ‘perde arkası’ ya da ‘içyüzünü açıklıyoruz’ yazısı değil, sıradan bir tahlil denemesi. Bizde spor yönetimi çelişkiler ve kuralsızlıklarla dolu. Başkanlar bir yandan dikta gücüne sahipken öte yandan kendilerini çok zayıf hissedebiliyor. Ünal Aysal’ın görevi bırakması da bunun çarpıcı bir örneğini oluşturuyor.Geride bıraktığımız 15 günlük dönemin spor dünyasındaki en önemli olayı hiç kuşkusuz Galatasaray Kulübü Başkanı Ünal Aysal’ın görevi bırakma kararıydı. Kulüp Divanı’nda (doğru ifade budur, Divan Kurulu değildir) yaşanan durumu kendisi için rencide edici bulduğunu gizlemeyen Aysal, önce olağanüstü genel kurul kararı aldırdı, ardından da aday olmayacağını açıkladı.Birkaç ay önce yeniden seçilen ve dönemi sportif başarılarla dolu bir başkanın bu noktaya gelişi çeşitli bakımlardan incelenmeye değer. Üstelik, kulüp yönetimlerinde başkanların tartışılmaz bir ağırlığı var. Hatta yönetimin tamamen başkana bağlı olarak dizayn edilmiş olduğu biliniyor. Geleneksel yaklaşım da ‘güçlü tek adam’ anlayışını destekliyor.Ünal Aysal, Sarı Kırmızılı kulübün başına Mayıs 2011’de geldi. Kendi ifadesiyle 40 ayı geride bıraktı. 25 Ekim’e kadar yerinde kalacağı için toplam süresinin 41 ay olacağını görerek maaşallah diyebiliriz. Sportif başarı açısından parlak bir dönem yaşattı camiaya. Bir önceki sezonun 8. sıradaki Galatasaray’ı iki yıl üstüste şampiyon oldu, Devler Ligi’nde başarılar kazandı. Futbolla birlikte başta basketbol olmak üzere öteki spor dallarında da önemli başarılar elde edildi.Yine bu dönemde Galatasaray önemli gelirler elde etti. Şampiyonluk ve Devler Ligi’nin getirdiği imkanların yanısıra sponsorlar, kombine gelirleri ve öteki değişik girdiler açısından parlak bir dönem yaşandı. En sıkı gelirlerden biri hisse satışından elde edildi. Ancak bütün bunlar borçların azalmasını sağlamadı. Özellikle hatalı transferlere giden paralar bu noktada olumlu bir gelişme olmasını önledi.Ayrıca, sponsorların da yaşanan kötü durumlar nedeniyle bu işe soğuk bakmaya başlamaları ciddi bir sıkıntıya yol açtı. Öteki kulüplerle birlikte Galatasaray da bu noktada epeyce zorlanıyor. Geçen yıllara oranla düşük bir bedelle ve güçlükle sponsor bulunabildi. UEFA geçen sezon mali durumun düzeltilmesi konusunda ciddi bir uyarıda bulundu ve 200 bin lira ceza kesti. Durum düzelmezse kupalardan men cezasının gelme tehlikesi var.İyi bir ekip kuramadı40 aylık sürede Ünal Aysal bu memlekette kulüp yönetmenin kolay bir iş olmadığını gördü. Evet, her iş başkanda bitiyordu ama bu bütün dertlerin onun üzerine yıkılması anlamına da gelebiliyordu. İki şampiyonluğun ardından bu başarıda önemli payı bulunan yöneticiler Ali Dürüst ve Abdurrahim Albayrak’ı yönetimin dışında bırakmasının ciddi bir hata olduğunu bu işlerle ilgisi olan herkes biliyordu. Fatih Terim ayrılığı da kaçınılmazdı ama işlerin o noktaya kadar gelmesinden önce başkanın birşeyler yapabileceği biliniyordu.Bugünkü durum şu: Bütün öteki kulüpler gibi Galatasaray da borç batağı içinde. Bundan kurtulmak için yapılan hamlelerin ilki olan sermaye artışına yetkili kuruluşlar geçit vermedi. Ardından Sarı Kırmızılı kulübün varlıklarının değerlendirilmesiyle ilgili Kulüp Divanı’na yapılan sunum itibar görmediği gibi olağanüstü toplantı istenmesini Aysal rencide edici buldu. İstifa nedenlerinden en önemlisi olarak bunu gösterdi. İstense çözüm bulunurdu ama bunun için iyi bir ekip oluşturmak, Kulüp Divanı’nın nabzını tutabilmek gerekliydi. Ekip güçlü olmayınca sıkıntılar Aysal’ı önce yormaya sonra boğmaya başladı.Spor dünyasında yönetim sorunlarıyla başedememek Aysal’ın kendi hatasıydı. Federasyonlarla, ceza kurullarıyla ve görünür görünmez güçlerle mücadele etme konusunda Dürüst-Albayrak ikilisi belki de ülkenin en iyileriydi. Onları niçin dışarda bıraktığını başkan bugün kendine sormalı. Basketbol ve öteki dallarda federasyonlarla yaşanan sorunları ortadan kaldırabilecek yeterlilikte bir yönetici yok ortalıkta. Teknik adam konusunda da aynı durumun yaşandığı açık. Dolayısıyla başkan, biraz da kendi çıkardığı sorunlarla başedemez hale gelmiş gibi görünüyor.Görevi bırakmamalıAysal’ı bunaltan durumlardan birinin de kulübün ana yönetim biçiminin dernekler yasasına bağlı olmasından doğan sıkıntılar olduğunu anlamak gerekir. İş hayatını Avrupa’da kurmuş biri için memleket bürokrasisinin labirentlerinde dolanmak zorunda kalmak pek eğlenceli sayılmaz. Kafka romanlarını bu şekilde okumak ilginç ve yer yer eğlenceli bile olabilir ama onları yaşamak zorunda kalmak hiç de öyle değildir. Atılmak istenen her adamın önüne çıkarılan engeller elbette ki bunaltıcı olacaktır.Tabii ki olayın özel hayatına hatta ailesine dönük saldırı boyutundaki durumlarla ilgili olarak herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ayrıca Aysal’ın özel işleriyle ilgili olarak çıkan ya da çıkabilecek bazı sorunlarla ilgili söylentilerden öte bilgi sahibi olabilmek pek kolay değil. Dolayısıyla bütün bunlar Aysal’ı bunaltmış gibi görünüyor ve sanıyorum ki Galatasaray Kulübü Başkanlığı gibi çok onurlu bir görevi noktalamak için zamanın geldiğini düşünüyor. Hatta buradan hareketle zamanında Adnan Polat’ın gerekli mesajı almadığı için sıkıntılı duruma düştüğünü ve kırgınlıkla ayrılmak zorunda kaldığını söylüyor.Bu gibi konularda kimi zaman gereğinden fazla açıksözlü olabiliyor Aysal. Örneğin, hiç gerekmeyen bir durumda Prandelli’nin birinci tercihleri olmadığı, Lucescu’nun gelmek istemeyişi nedeniyle ona yöneldiklerini söyledi. Bu ve benzeri açıklamalar yaparken kesinlikle art niyetli değil. Onun için sözün nerelere gidebileceğini düşünmek istemiyor. Fakat siz Prandelli olsanız böyle bir söylemden sonra neler hissedersiniz?Elbette ki başkanın bırakma kararına saygılı olmak zorundayız ama onunla birlikte yola çıkmış, kendisine güvenerek önemli yüklerin altına girmiş olan insanlar da var çevresinde. Onların kendilerini ihanete uğramış gibi hissedeceklerini de düşünmek zorunda Aysal. Ayrıca ailesi başta olmak üzere görevi bırakmaması konusunda büyük baskılar geldiğini kendisi de söyledi. Bütün bunlar onu bir kez daha düşünmek zorunda bırakabilir. Hele 6. haftadaki Fenerbahçe maçının kazanılması halinde durum temelinden değişebilir.Takım arkadaşım Alp YalmanRahmetli Ali Uras’tan bu yana Galatasaray başkanlarıyla iyi ilişkiler içinde bulunma şansım oldu. Ali Tanrıyar, Alp Yalman, Faruk Süren, Mehmet Cansun, Özhan Canaydın, Adnan Polat ve Ünal Aysal… Sarı Kırmızılı kulübü muhabir ve yazar olarak izlediğim dönemlerin başkanları onlar. Selahattin Beyazıt ağabeyimle de görev döneminden sonra dostluk etme imkanımız doğdu. İçlerinde Alp Yalman’la farklı bir yakınlığımız var. Futbol tutkusunu oynama boyutunda da hâlâ içimizde taşıdığımız için her fırsatta sahaya çıkma gayreti içindeyiz. Yukarıdaki fotoğrafın üzerinden 20 yıla yakın zaman geçmiş olmalı. Galatasaray veteran takımının Kınalıada’daki bir maçından önce birlikteyiz.

Ada’nın en huzursuz bekleyişi

$
0
0
Yeşille mavinin hemhal olduğu küçük bir ada Bozcaada. İnsanları Türk ve Rum mimarisiyle yapılmış, her yanı çiçeklerle bezeli evleriyle, şehir hayatının boğuculuğundan oldukça uzak, ferah bir yaşantı sürdürmekteyken; önce küçük pansiyonlarla, sonrasında sağına soluna kondurulan birkaç otelle farklı bir hüviyet kazanıverdi ada kısa zamanda.Yaz sezonunda akın akın kalabalıklar taşımaya başladı adanın ihtiyar feribotu birkaç yıl önce buraya. Bu da yetmeyince, denizin üzerine deniz otobüsleriyle görünmeyen bir asfalt döşendi. Kalabalıklar başka kalabalıklara tavsiye etti adayı ve zaman oldu, gece konaklayacak yer bulamayan misafirlerin günübirlik gezmeleri ‘Seneye bir daha geliriz.’ ile sona erdi.Ada böyle bir rağbet görünce, artık aç gözlülükten mi, yoksa ihtiyaç hasıl olduğunu düşünmelerinden mi bilinmez, erk sahipleri kağıtlar üzerinde çizgiler çizdiler, parmaklarını şakaklarına koyup düşündüler, neticede adına ‘imar planı’ denilen ama esasında adanın idam fermanı olan belgeler imzaladılar. Adanın esas yerlisi, kışın bile yuva bildikleri adada yaşayan insanlar, bu imar planına karşı çıktılar. Zaten 92 yılında yapılan bir başka plandan sonra adaya getirilen tuğlalar ve çimentolarla yapılan şekilsiz, şemailsiz, ruhtan yoksun yapılara bakarak derslerini çoktan almışlardı. Davalar açıldı, imar planına karşı topyekün bir duruş sergilendi ama, kendilerine ait olmayan bu toprak parçası üzerinde söz söylemeye muktedir bazı insanlar, 1/25 bin ölçekli bu plandan vaz geçip, 1/100 bin ölçekli yeni bir imar planı hazırlayıverdiler. Böylece ada halkının açtığı dava düşmüş oldu. Plandaki çizgilerin söylediğine göre, adanın yüzde 90’ı imara açılacak, gerçekleştirilecek bir yapılaşma hareketinden sonra ‘turizm tesis bölgeleri’, ‘kentsel gelişim alanları’ ile duru bir güzellik ile anılan adanın başına kim bilir neler gelecekti.Bozcaada, bir toprak parçası, eli yok durduramaz, dili yok dur diyemez ama, ada halkı onun için ellerinden geleni yapmaya hazır. Şimdilerde yeni imar planı için yeni bir dava açmaya hazırlanıyorlar. Bu dava açılınca, “1/herhangi bir bol sıfırlı rakam” ölçekli yeni bir plan mı yapılacak bilinmez. Bilinen bir tek şey var, ada halkı bu imar planlarını istemiyor. Bir kara parçası en iyi beklemeyi bilir, ama Bozcaada var olduğundan beri en huzursuz bekleyişini belki bu sefer yaşıyor.

İdeolojiden değil doğadan yanayız

$
0
0
Atlas’ın eski genel yayın yönetmeni Özcan Yüksek’in, arkadaşlarıyla birlikte kurduğu yeni dergi Magma ilk sayısıyla bayilerde. Patronsuz ve kolektif bir yayın anlayışıyla yola çıkan ekip, “Güçsüzlüğümüz gücümüz olacak.” diyor.Özcan Yüksek, Türkiye’de coğrafya dergisi denilince akla gelen ilk isimlerden. Uzun yıllar Atlas Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürüten Yüksek’in dergiyle yolu Gezi olayları sırasında yaptıkları iki özel sayının ardından ayrılmıştı. Veda yazısında “Kendimi özgür hissetmediğim atmosferde cümlelerimin hakiki olmayacağını düşündüm.” diyen Yüksek, yine Atlas’tan ayrılan arkadaşlarıyla yeni bir dergi kurdu. İlk sayısı geçtiğimiz çarşamba çıkan Magma, Yüksek’in kendini özgür hissedip hakiki cümleler kuracağı bir dergi. Özcan Yüksek ile hem yeni dergilerini hem de son yıllarda artan doğa tahribatını konuştuk.Arkanızda artık bir holding yok. Bunun maddi anlamda zorlukları olacaktır belki ama getireceği kolaylıklar neler olacak? Tabii birtakım maddi sıkıntılar olacaktır ama parayla satın alınamayan bir şey de var. Çok paran olabilir ama çok iyi bir resim yapamazsın. Bizim burada da güçsüzlüğümüz gücümüz olacak. Bunu metafor olarak demiyorum. Dünyaya da böyle bakıyoruz. Şiddetsizlik şiddetten daha güçlüdür. Durmak hareketten daha güçlüdür. Bu dergiyi çıkarırken bu felsefeyi, bu dünya görüşünü benimsiyoruz. Aslında çok rahat para bulabilirdik. Çünkü şimdiden geniş bir okur kitlemiz var. Türkiye’nin büyük firmaları reklam veriyor. Bize yatırım da yapabilirlerdi. Ama onu istemedik. O zaman güçsüzlüğün gücünü kullanamayız.Özcan Yüksek ismi Atlas Dergisi ile özdeşleşmişti. Şu anki ekibinizdeki birçok isim de yine Atlas ile özdeşleşen kişiler. Sanıyoruz bir süre daha Atlas ile birlikte anılmaya devam edeceksiniz. Bu sizi rahatsız ediyor mu?İlk etapta Magma’nın okurlarının neredeyse tamamı aynı zamanda Atlas okuru kişiler olacak. Çünkü o dergiyi yapan, oluşturan biziz zaten. Atlas ile anılmamız doğal ve rahatsız değiliz. Doğanın korunmasına hizmet eden bir işte rekabetin hiçbir şekilde gezegen için iyi olmadığını düşünüyoruz. Maçlarda, spor karşılaşmalarında rekabet olabilir ama onun dışında biz rekabet için çaba içerisine girmeyeceğiz. ‘Güzel dergi yapılsın, güzel gazete yapılsın, herkes okusun’ yanlısıyız. Magma’nın Atlas’tan ve diğer coğrafya dergilerinden ne gibi farklılıkları olacak?En önemlisi kuruluşunun bir farkı var. Bu, derginin içeriğine yansıyacak. Belli bir kolektif ortaklığa dayalı bir yapısı olduğu için ve bunun içerisinde hem şahıslar hem de doğa koruma sivil toplum kuruluşları olduğu için. Doğa Derneği, Buğday Derneği, Gola gibi dernekler destekçimiz. Kendimizi böyle bir girişime katmamızın nedeni aslında gezegeni koruma çabasına bir katkı sağlamak. Bilgimizle, kalabalık kitlemizle. Bu bir fark olacak. Bağımsız ve özgür olması da dergiyi editöryal anlamda daha farklı kılacak. Okurun biraz daha sahiplendiği bir dergi olacak. Reklamveren de bundan dolayı dergiyi tercih edecek. Böyle bir okuru olduğu için. Çünkü çok bilinçli, çok eğitimli ve kalabalık bir okur. İçeriği daha zengin olacak. Patronsuz bir yayın olacağı için gelirini derginin içeriğine dönüştürmek gibi bir amacımız var. Çok büyük gelir elde etmek gibi şahsi bir amacımız yok. Ama dergi çok satsın ve biz onunla çok daha pahalı içerikler hazırlayalım istiyoruz. Bu dergide onu göreceksiniz. Onun dışında tablette olacağız. Bir süre sonra da İngilizce çıkmak istiyoruz. Gezegene ilişkin bir şefkatle yola çıktığımız için bu bilgilerin dünyaya yayılmasını istiyoruz.Atlas’ta dünyanın hiç gidilmeyen yerlerine de gittiniz ama ağırlıklı olarak Türkiye vardı. Magma’da da böyle mi olacak?Biz Atlas’ı bile o şekilde çıkardık. Özgün, buraya ait. Türkiye coğrafyasından daha fazla konu işliyorduk. Bu tür bir dergi dünyada çok yok. Çok büyük para ile dahi çıkmaz böyle bir dergi. Bunun teknik sebepleri vardır. Bir de Anadolu coğrafyası biyolojik ve kültürel çeşitlilik açısından dünyanın sayılı yerlerinden biri. Belki bir Çin’de çıkabilir, Amerika’da çıkabilir. Ama bir Hollanda’da çıkmaz. Türkiye’de üç büyük iklim var. Dolayısıyla bunun yarattığı çok farklı biyolojik çeşitlilik var. Bundan da dolayı aslında kültürel çeşitlilik de var. Bütün bunlar bu tür dergilerin içeriği için bir kaynak. Bir sürü dil var bir sürü kültür var bir sürü inanç var. Bir sürü folklor var. Bu, Türkiye’ye özgü bir yapı. Bu bakımdan ağırlıklı olarak Türkiye’yi işliyoruz biz. Yoksa dünyayı işlemek aslında biraz daha kolay ve ucuz. Çünkü büyük bir coğrafya. Yol uzun. Benzin pahalı. Buradan Hindistan’a gitseniz daha ucuza gidebilirsiniz. Türkiye pahalı bir yer. Ama Türkiye’yi önemsiyoruz.Atlas’ın sloganı ‘Keşfetmek için bak’tı. Magma’nınki ‘bilmek isteyen yola çıkar’. Okuyucuyu keşfetmeye çağıran sloganlar bunlar. Bu tür dergiler gerçekten okuyucuyu yola çıkartıyor mu? Yoksa okuyucularınız zaten halihazırda seyahat eden kişiler mi?Aslında klasik seyahat dergisi mantığıyla hareket etmiyoruz. Ama mesela şimdiki sloganımız ‘bilmek isteyen yola çıkar’daki gibi ‘Dünya seni çağırıyor’daki gibi biraz daha sıradan bir turist gibi değil daha derinlikli gez diyoruz. Mesela ‘bilmek isteyen yola çıkar’ esasında birkaç dünyayı yani sadece görülen dünyayı değil görünmeyen dünyayı da gez anlamında bir slogan. Benim Altaylar’a gittiğimde işittiğim bir Şaman duasıydı. Ve duyduğum en güzel şeydi. Bu kadar güçlü bir şeyi zaten bizim söylememiz mümkün değil. Aslında gitmesi de gerekmiyor. Odasından bile çıkmasına gerek yok. Çok metaforik konuşmak istemiyorum ama insan nehir gibi dolaşmalı yer değiştirmeli. Ancak hareket de etmeli. Hem iç dünyasında zihinsel olarak hem de bedensel olarak dolaşmalı. Biri diğerinden eksik olmasın. Eskiden yapılıyormuş. Şimdi de yapılsın.Çok uzun yıllar yayıncılık yaptınız ve bunu yaparken çok uzak coğrafyalara gittiniz. Türkiye’yi de çok iyi biliyorsunuz. Bu yolculuklar sırasında doğanın tahrip edilişine de şahitlik ettiniz. Gidişat nasıl? Hakikaten kötüye mi gidiyor?Maalesef kötüye gidiyor. Türkiye çok kıymetli bir yer. Ilıman kuşaktayız biraz yukarımız kutup, biraz aşağımız ekvator. Dolayısıyla biyolojik çeşitliliği en zengin ülkelerden biriyiz. Avrupa’nın toplamı kadar zenginiz belki ama bunu çok fazla bilmiyoruz. Bitki çeşitliliği açısından en azından. Türkiye’de bunlar hesap edilmeden, düşünülmeden bir arsa gibi bakılıyor. Gökyüzüne de bir tavan gibi bakılıyor. Öyle olmadığını insanlara anlatmaya çalışıyoruz. Bir manzara değil yani doğa. Bir yaşam var. O yaşam bütün bir yaşam. Bunları okullarda öğretmedikleri için bilmiyoruz. Ama kırsalda yaşayan insanlar bunu daha iyi biliyor. Şehirde yaşayan, plazada çalışan insan anca bu dergileri okuyunca biliyor.Gezerken karşılaştığınız olumlu olumsuz olaylar gündelik hayatınızı nasıl etkiliyor?Doğanın tahrip edildiği yerlere gitmemeye de çalıştığım çok oluyor. Çok hırpalayıcı bir şey. Bize ilerleme olarak sunulan şeyler bir başka unsura zarar veriyorsa, bunun aslında bir gerileme olabileceğini fark ediyorsunuz. Onun dışında bilge insanlarla da çok karşılaşıyoruz. Gittiğimiz yerlerde insanlara akıl vermiyorduk. O insan ne biliyorsa onun aklını biz almaya çalışıyorduk. Hiçbir zaman şunu şöyle yap demedik. Özellikle onlardan saf bilgiyi öğrenmeye çalıştık. Ne yapıyorsun, toprağa nasıl bakıyorsun? Bunu şehirde plazalarda çalışan insanlara anlatmak için alıyorduk. Saksıda çiçek yetiştirsin diye değil ama orada bir bilgelik vardı. Hâlâ da az da olsa o tip insanlar var Anadolu’da. Doğanın tahribatı söz konusu olduğunda argüman olarak hep kalkınma ya da enerji ihtiyacı sunuluyor. Doğayı tahrip etmeden enerji ihtiyacını karşılamanın bir yolu var mı?Yapılabilir. Ama yapılamıyorsa da yapılmaması lazım. Hiçbir şey yapılamıyorsa referandum yapılabilir. Böyle bir durumda insanlar doğayı ve Hasankeyf’i tercih eder. Ama gerçekler tümüyle anlatılırsa. İnsanlar, Hasankeyf’i yok edecek bir barajın aslında Türkiye’nin elektrik ihtiyacının sadece yüzde biri gibi bir şeyini karşıladığını bilirse tercihini Hasankeyf’ten yana kullanacaktır. Hem ne olacak ki o elektrik? Plazaları aydınlatacak. Bilse üçüncü köprüye de hayır der. Burada yapılacak bir köprünün trafikle bir ilgisi yok, çünkü orada bir şehir yok. Amaç oraya şehri taşımak ve arsa ekonomisi yaratmak olduğu için orman gidecek. Bunu bir efsane olarak anlatmıyorum ama Osmanlı zamanında bir dal koparanın kellesi gidiyor ya da kürek mahkumu oluyor. Aynı şey Roma’da da var. Cumhuriyet kurulduğunda orayı koruma alanı ilan ettiler. Sadece işgal sırasında oraya İngilizler girdi ve dev dev meşeleri götürdüler. Bir de şimdi götürülüyor.Magma’da bu tür konuları sıklıkla okuyacağız gibi görünüyor…Dergimizin biyolojik ve kültürel çeşitliliği korumak gibi bir dünya görüşü var. Tarihi kültürel çeşitliliği koruma konusunda dergi, biraz halk arasındaki deyişiyle militan olacak. Doğayı daha sevdiğimiz için demiyorum ama daha iyi bildiğimiz için. Daha gözümüzün önünde olduğu için hemen fark ediyoruz ve söylemek istiyoruz. Derdimiz bu. Biz herhangi bir görüşten, herhangi bir ideolojiden yana değiliz. Biz sadece doğadan yanayız. Her türlü görüşü de önemsiyoruz. Bu çeşitliliği tehdit eden unsurlarla ilgili yayınlarımız olacak.Okurlardan da yazı kabul edecek misiniz?Evet ilk sayımızda var zaten. Yazı da fotoğraf da geliyor. Amatör ya da profesyonel diye bir ayrım yok. İyi yazı iyi fotoğraf var. Nitelikli bir yazıysa alıyoruz zaten. Fotoğraf için de geçerli. Okurlarımız en büyük gücümüz. Dergiyi satıyorlar, pazarlıyorlar, abone yapıyorlar.

Suriçi’nin boynu bükükleri

$
0
0
Ziya Paşa, İstanbul’un bugünkü halini görseydi o ünlü gazelini “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm / Dolaştım İstanbul’u bütün viraneler gördüm.” şeklinde yazardı herhalde. Zira Suriçi’nin tarihî binaları otel olmamaya ve zamana karşı direniyor.Dubrovnik, Budva ve Kotor, kale içi şehirler… Tarihî mimarilerini dünden bugüne taşıyabilmiş bu Balkan şehirleri insana zamanda yolculuk yaptırıyor. Eskilerin İstanbul’u da bu kentler misüllü. Eğer korunabilseydi misli olacağı kesindi. Bugün biz pek telaffuz etmesek de şehr-i İstanbul’un bir “Suriçi” var. Surları Bizans’tan devraldığımızdan mıdır, yoksa kültürel mirasla pek barışık olmadığımızdan mı bilinmez Suriçi’nin durumu vahim. Surlar dilencilere terk edilmiş, tarihî binalar ise metrukluğa. Aman siz siz olun İstanbul sokaklarında yürürken dikkat edin. Zira başınıza cumba düşebilir, tarihî bir bina karşınızda son nefesini verebilir ya da bir yangının külüyle yeniden yanabilir. Metruk olmayanların halini görünce de “Allah’tan metruklar!” diyor insan. Çünkü birçoğu Gülhane’deki Osmanlı arşivleri gibi otel oldu. Sonu böyle olacaksa metruk kalsın daha iyi diye geçiyor aklımızdan. İşte şehrin belli dönemlerine tanıklık etmiş metruk binalar:İETT Troleybüs Aktarma MerkeziKimimizin unuttuğu, kimimizinse hiç tanışma fırsatı bulamadığı İETT’nin saklı T’si troleybüs. Kaçımız çocukluğunda İETT’nin açılımı nedir diye kafa yormadık ki. İstanbul Elektrik Tramvay dedik, troleybüse gelemedik. Zira 1984’e kadar hizmet veren troleybüse yetişemedik. İşte bu mazide kalan troleybüsün İstanbul serüveni yaklaşık 60 yıl önce başlıyor. 1950’li yıllarda elektrikli tramvayların kentin ihtiyacını karşılayamaması ve otobüslerin de maliyetli olması nedeniyle troleybüse geçilmesine karar veriliyor. İtalya’dan gelen ilk troleybüslerle 1961’de seferlere başlanıyor. Böylece Ankara’da 47’den, İzmir’de ise 56’dan beri var olan troleybüs, İstanbulluların hayatına giriyor. Toplam uzunluğu 45 kilometre olan sistemin 6 kuvvet merkezi, 100 troleybüsü bulunuyor. 1968’de yerli araç Tosun’un da katılmasıyla bu sayı 101’e ulaşıyor. 84’te elektrik kesintileri yüzünden sık sık yollarda kalan ve seferleri aksayan troleybüsler işletmeden kaldırılıyor. Geriye ise binalar kalıyor. İşte Beyazıt’taki kuvvet merkezi bunlardan biri. İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi ile aynı sokakta bulunuyor. Kuvvet merkezinin yanına fakültenin ek binaları inşa ediliyor. İETT’nin eski binasının durumu ise meçhul.Sultanahmet Çocuk MahkemesiYıllardır çocuk mahkemesi olarak kullanılan bina, adliyelerin Çağlayan’a taşınmasından sonra boş kaldı ve tüm dikkatleri üzerine çekti. Zira burada da gözü olan çok. Hem yeri hem de büyüklüğü üstüne bir de tarihiyle dikkatleri çekmemesi mümkün değil tabii. Girişin üzerinde bulunan kitabede Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye yazıyor. Yani burası Osmanlı zamanında bir askerî ortaokul imiş. Aslında sadece bir askerî okul değil. Çünkü 1898 yılında Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi olarak kurulmuş. Bir nevi Askeri Hekimlik Uygulama Okulu. Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde hizmet veren Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nin temelleri de bu binada atılıyor. Uzun yıllar okul olarak kullanılan bina, çeşitli kamu kuruluşlarına tahsis ediliyor. Bunlar arasında 1980’li yıllarda kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemeleri de yer alıyor. Ardından hepimizin bildiği gibi Adalet Bakanlığı’na bağlı İstanbul Çocuk Mahkemeleri buraya yerleşiyor. Şu an boş olan binanın yeni sahibi konusunda söylentiler var. Tarihî yapının bir vakıf üniversitesine satıldığı ya da bir devlet üniversitesine devredileceği bunlar arasında. Hangisinin doğru olduğunu zaman gösterecek.Sağlık yurduGülhane’de Alay Köşkü Caddesi’nde bulunan metruk bina. Çevredekiler on yıldan fazla boş olduğunu söylüyor. Üzerinde eski harflerle “Sağlık Yurdu” yazıyor. Ayrıca çini panoları, kemerli pencereleri var. Bazı tarihçiler üzerindeki yazıya bakarak Osmanlı Sıhhiye Nezareti’nin bir mahalle dispanseri olarak kullanıldığını, çevrede oturan vatandaşlar ise buranın ilk doğumhane olduğunu söylüyor. Binanın talibinin çok olduğu ama sahibinin de satmadığı duyduklarımız arasında.O eski halinden eser yok şimdiTarihî yarımadada otel olmayan bina yok gibi. Osmanlı Devlet Arşivleri de bu akımın son kurbanlarından. Sultanahmet Tacarethane Sokak’ta bulunan arşiv Kağıthane’ye taşındı. Çok uzak olması ve Kağıthane Deresi’ne yakınlığı tartışılırken arşivi yeni evinde bir de su bastı. Tüm bunlara eseflenirken arşivin eski binası da yenilenerek lüks otel oldu. Aslında üç büyük medeniyetin başkenti olan tarihî yarımada, 1995’ten beri birinci derece SİT alanı. SİT alanı ama her geçen gün evler ve işyerleri birer birer otele dönüşüyor. Bugün yarımadada bin beş yüzün üzerinde otel bulunuyor. Tadilata hemen başlanması “Acaba arşiv bunun için mi?” taşındı sorusunu akıllara getiriyor. Eski arşiv binası, yeni Sura Hagia Sophia Hotel oldu. Yıllarca yayınevlerinin bulunduğu Ticarethane Sokağı’nın otel ve restoranlarla dolmasına sadece sokakta kalan birkaç esnaf tepki gösteriyor. 10 yıldır sokakta esnaflık yapan bir vatandaş “Buraya bakınca görüyorum ki paranın açamayacağı hiçbir kapı yok. Arşiv binası geçen yıl boşaltıldı. Üç ay içinde 24 saat çalışıp otele çevirdiler. Otelin yanındaki hastane binasını da almışlar. Orayı da restoran yapacaklarmış. İşin ucunda para olunca maalesef tarih, doğa, ağaç hiçe sayılıyor. Bahçedeki ağaçları bile kestiler.” diyor. Tarihî yarımadada otel olmayan bina yok denecek kadar az. Yıkılan, boşaltılan, restore edilen hemen her binanın mutlak kaderi bu. Geçtiğimiz aylarda Yerebatan Sarnıcı’na zarar verdiği için yıkılan İl Özel İdaresi’ne ait bina yıkılıp yerine lüks restoran yapıldığı da ortaya çıkmıştı.

Göçmenlere bu kez filmlerle dikkat çekecekler

$
0
0
Film festivallerinde popüler organizasyonların vakti geçse de sosyal mesaj amaçlı düzenlenenler henüz geride kalmış sayılmaz. Bunlardan biri de Suç ve Ceza Film Festivali.Dört yıl önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Âdem Sözüer’in ortaya attığı fikirle düzenlenmeye başlayan festivalin sloganı ‘Herkes için adalet’. Her yıl gündeme uygun farklı bir toplumsal soruna dikkat çeken festivalin bu yılki konusu göç ve göçmenler. Açılış filmi olarak seçilen ‘İmmigrant’, 1920’lerdeki bir göç hikâyesini anlatsa da bugün yaşananlarla neredeyse birebir aynı. Polonyalı Ewa ve kardeşi Magda’nın ülkelerini terk ederek New York’a göç etmesini anlatan filmde koca ülkede yapayalnız kalan bir kadın vardır. Ve onu bekleyen hastalıklar, kadın tacirleri, istismarlar… Bizim ise şu sıralar göç denilince aklımıza Suriyeli savaş mağdurları geliyor. İmmigrant filminde de hayata tutunma mücadelesi veren kadını izlerken sokaklarda önümüze çıkan bir Suriyeli kadını hatırlamamak imkânsız gibi. Zira kimi zaman zabıta arabalarıyla apar topar toplanırken kimi zaman kaldırım kenarında dilenirken gördüğümüz Suriyeliler de şimdilik günü kurtarmaya çalışıyor. Ancak akıbetleri devlet de dâhil herkesin meçhulü.Festivali Düzenleme Komitesi’nden psikiyatrist Prof. Dr. Bengi Semerci, güncel konular seçilse de her yıl ana temanın ‘adalet’ olduğunu hatırlatıyor. Bu yıl ise göç ve göçmenleri nazara vererek onlar için de adalet ve insan hakları mekanizmasının işlemesi için çağrı yapıyor. Mültecilik ve göçün günümüz dünyasının bir sorunu olduğunu anlatan Semerci, bu süreç içerisinde Türkiye için daha da önemli hale geldiğini vurguluyor.Organizasyonu diğer film festivallerinden ayıran bir özellik de akademik ayağının baskın olması. Zira Âdem Sözüer ve Bengi Semerci’nin yanı sıra başta hukukçular olmak üzere öğretim elemanları, akademisyenler de festival süresince etkinliklerde bulunuyor, yapımına destek oluyor. Gönüllü bir faaliyet olan Suç ve Ceza Film Festivali’ni yerli yabancı sinemacılar, iş dünyası, resmi ve gönüllü kuruluşlar da destekliyor.Festivalin amacının sadece farkındalık sağlamak olmadığını anlatan Semerci, “Çözümlerin bulunmasını sağlayacak tartışmaları bir araya getirmek istiyoruz. Bu arada sinema aracılığı ile insanların adalet ve göç kavramlarının yaşama yansımasını izlettirmeyi amaçlıyoruz.” diyor. Zira festival süresince düzenlenen paneller de bunun bir göstergesi. Akademik Program, 7 Kasım sabahı Cemal Reşit Rey’deki açılış panelinde göçmen ya da mülteci konukların duyguları, sorunlarını anlatmasıyla başlayacak. Daha sonra göçün ve mülteciliğin hukuku, sosyal boyutu ve psikolojik etkilerini tartışan panel oturumları ile sürecek. Film gösterimleri ise bu tarihlere paralel olarak 7-13 Kasım arasında Rex ve Atlas sinemalarında gösterime girecek. Festival kapsamında göç, göçmenlik ve adalet temalı tam 30 film izleyiciyle buluşacak. Suç ve Ceza Film Festivali’nin web sitesinden duyurulacak seansların sonrasında ise filmlerin oyuncuları veya yönetmenleri ile söyleşiler düzenlenecek. Prof. Bengi Semerci, Altın Terazi uzun metraj film yarışması için yarışacak olan 10 filmin bu filmlerin içinde olduğu bilgisini veriyor. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Kültür Merkezi’nde aynı zaman sürecinde bu yılın konusuna ilişkin Altın Terazi kısa film yarışmasına katılan filmler ve belgesellerin gösterimi olacak.

30 kupon furyasından kapı önüne ansiklopedilerin hikâyesi

$
0
0
Daha on beş sene öncesine kadar kapışılan ansiklopediler, bugün kapı önüne mahkûm. Hantal ve kullanışsız olmasına internetin kolaycılığı da eklenince hepten gözden düştüler. Artık onları ne okullar ne de sahaflar sahipleniyor.“İlim ve teknik cephesindeki haberler” başlıklı gazete yazısını okurken, aklı ilk defa karşılaştığı o “internet” kelimesinde kalmıştı. İçindeki boşvermişlik ile merak hislerinden ikincisi galip gelince, gazetesini katlayıp koltuğundan iniverdi; gözleri kısık, dili hafif dışarıda, işaret parmağının gösterdiği 8 No’lu cildi çekip alırken neyle karşılaşacağını az çok tahmin edebiliyordu sanki. “İnter” Latince arasında, “net” ise örümcek ağı demekse diye içinden geçiredursun, arzu ettiği başlığa nihayet ulaştı. Kalın siyah harflerle… “İnternet: Birbiri ile irtibat halindeki ortak çalışma silsilesi. Sıfat ve fiil olarak kullanımı 1883 senesine kadar uzanır. 1980’li yıllarda ABD’de geliştirilmiş, telefon hatları üzerinden işleyen bilgisayarlı uluslararası iletişim ağı. Genel ağ.”Gün gelip de, ansiklopedinin pabucunu dama atacağımızı tahmin eder miydik? Halbuki o günlerde gazetelerin birbirini ardına başlattığı “30 kupona” kampanyalarının en gözdeleriydi ansiklopediler. Girmediği hane, kahve, bulunmadığı okul, dershane kalmamıştı ansiklopedilerin. Kağıda dökülmüş ummanlar: AnaBritannica, Meydan Larousse, Gelişim Hachette gibi şümullü, Sağlık, Çocuk, Bitki ve Spor gibi tematik ansiklopediler… Okul ödevi için faydalanmak gibi lüzumlu bir görevi ifa ederken, öte yandan resimlerine bakıp kenar yazılarını okumak, hiç değilse haritalardan ülke ismi ezberlemek zevkini veren kitaplardı ansiklopediler. Kutup civarında yaşayan acayip hayvanlara şaşırmak, eski gravürlere hayalen dalıp kendi kıyafetleri içinde yeniçeri olmaktı. Bugün gelişigüzel her meselede söz söyleyenlere inat o günlerde kamçılanan tecessüs hissiydi. Wikipedia’sız lise yıllarında komşu kızının gün aşırı gelip ödev için K-L cildini istemesi; laf ü güzafa karşı ilmin zaferi, şair Reha Yünlüel’in deyişiyle “nisyana isyan teşebbüsüydü ansiklopedi.”Okullar bile kabul etmiyorDilimize Fransızca telaffuzu ile giren “encyclopédie” aslen Yunanca kökene sahip olmakla birlikte dairevi malumat, çevresel bilgi anlamına geliyor. Lügatlerden artısı kelime anlamının ötesinde okuyanları muhtelif başlıklarda her şeyden haberdar etmesi. Aydınlanma dönemindeki düşünürler (ansiklopedistler), o güne kadar insanlığın elindeki bilgileri topyekun kaybetmesi tehlikesine karşı 17 ciltlik bir ansiklopedi hazırlamışlardı. İşte bugün havlu atan ansiklopediciliğin hikayesi aşağı yukarı böyle başlamıştı.Bugünlerde devam eden Tepebaşı Sahaflar Festivali’ni ziyaret esnasında tezgahlardaki bir noksanlıkla hasıl olan bu haber, bir zamanın kıymetlilerinin hazin sonunu bize gösterdi. Her sene laakal birkaç sahaf dükkanı önünde yığılı ansiklopedilerden eser yoktu bu sene. Sohbet ettiğimiz kitap ehli son yıllarda ancak yabancı dildeki nadir ansiklopedilerin taliplisi çıktığını ifade etti. Anlaşılan bir devir çoktan kapanmıştı.Türkçe ansiklopedilerin talihi kitapseverlerin içini sızlatacak cinsten. Kitapçıların anlattığına göre, evlerde yer olmadığı bahanesiyle kapı önüne bırakılıyorlarmış. Taliplisi olmayan kitaplar ya geri dönüşüm fabrikalarına ya da televizyon dizilerine yok pahasına gönderiliyormuş. Film yapımcılarının, sette kolaylık sağlasın diye, iç sayfalarını söküp içine strafor doldurduğunu haber veriyor sahaflar. Ansiklopediler aynı sebeple kiraya da veriliyormuş. Bu ansiklopedileri internette bulabilmek de mümkün değil. Dememiz o ki, 20 senelik emeğe de, profesörlüğüne de…Hâlbuki bin bir heyecan ve zahmetle bir araya getirilmiş o serinin hikayesini ancak o kitapları attırmayan babaanneler bilir. Kupon dönemi öncesi hediye usulü de şimdikinden farklıydı. Ansiklopediler otuz güne bölünmüş formalar halinde günlük gazetelerin orta sayfasında yer alırdı. Formalar meraklı okuyucu tarafından ihtimamla saklanır, yine gazetenin verdiği kapakla ciltçiye teslim edilirdi. Sohbet sırasında hâsıl olan bir müşkülün imdadına baş ucunda duran ansiklopediler yetişirdi.Kitap ehlinin haber verdiği son havadis ise bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirtecek kadar absürt duruyor. Okullarında kütüphane kurmak için talepte bulunan okullar, ağırlıkları ve gözden düştüklerini bahane ederek ansiklopedi kabul etmiyorlarmış.Okul ödevleri için tek adres Wikipediaİnternete dayalı olarak ilerleyen yeni Türk eğitim sistemi, son senelerde alabildiğine geniş ancak doğruluğu şüpheli birçok kaynakla tanıştı. Bunların başında internette arama yaptığınız takdirde karşınıza çıkacaklar arasında hakikatinden şüphe duyulabilecek, referans verilmeden oluşturulan siteler geliyor. Araştırma ödevlerinde ilanihaye rast gelinen bu mecralar, gönüllü ama doğruluğu su götürür malumatlarla dolu. Genç öğrenciler yararlanmak durumunda bulundukları kaynaklar haricinde para vererek ulaşacakları sağlam bir ansiklopedi de bulamıyor. Matbu ansiklopediler çöpe atıladursun, en sık ziyaret edilen internette dahi bu kitapların bulunmuyor oluşu, Türkiye’yi bekleyen cehalet furyasının artçı sallantıları hükmünde.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live