Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Futbolun yeni Katar’ı, Hindistan

$
0
0
Emekliliği yaklaşan yıldız oyuncular, köprüden son çıkış olarak gördükleri Katar’ın yolunu tutuyorlardı. Son günlerde Güney Asya ülkesi Hindistan’ın futbola geri dönme kararı ve yeni yatırımları, emektar yıldızların adresini o yöne çevirmesine neden oldu. Hindistan’ı cazip kılan ise ligin sadece 2 ay sürecek olması.Dünyanın en büyük ikinci nüfusuna sahip ülke olarak dikkatleri üzerine çeken Hindistan, aynı büyüklüğü futbolda gösteremiyor. Teknolojisi gibi birçok alanda gelişmiş ülkelerle yarışan Güney Asya ülkesi, iş yeşil sahalara gelince çok gerilerde kalıyor. Bunun en büyük nedeni ise ülkede kriket gibi herkesçe çok sevilen milli spor olmayışı. Bir milyardan fazla nüfusa sahip Hindistan, son yıllarda futbola yaptığı yatırımlar ve transfer ettiği yıldız oyuncularla artık yeşil sahalarda da adından söz ettirmekte kararlı. Uluslararası Futbol Federasyonu Birliği FIFA’nın listesinde 150. sırada yer alan Hindistan, daha iyi yerlere gelebilmek için ‘Süper Lig’ adı altında kurduğu yeni bir lig ile dünya futbolunun yeni Katar’ı oldu adeta.Ülke futbolunu kalkındırabilmek için gözünü Avrupa ve Güney Amerika’nın yaşı ilerlemiş gözden düşmüş dünya yıldızlarına çeviren Hindistan, yüksek meblağların yanı sıra sadece 2 ay sürecek bir lig maratonu cazibesiyle futbolda son baharını yaşayan oyuncuları Katar’ın elinden almaya başladı bile. Hindistan’ı yeşil zeminden çıkmadan önceki son durak olarak gören emektar futbolcular arasında, Türk futbol severlerin de çok yakından tanıdığı isimler bulunuyor. Biri Fenerbahçe ile şampiyonluk yaşayan ünlü Brezilyalı teknik adam Arthur Zico, diğeri ise yine bir zamanlar Fenerbahçe’de forma giyen Fransız gezgin golcü Nicolas Anelka. Golcü oyuncu Hindistan’da futbolun daha fazla popülerleşmesi amacıyla yapılan yatırıma kayıtsız kalmadı ya da kalamadı. Bir dönem Galatasaray forması giyen Brezilyalı Elano Blumer da, Hindistan Süper Ligi ekiplerinden Chennai ile anlaştı. Ayrıca İngiliz kaleci David James, Fransız golcü David Trezeguet ve Robert Pires, İtalyan Del Piero, İspanyol Luis Garcia ve Joan Capdevila, Freddie Ljungberg gibi yıldızlar Hint futboluna katkı sağlamak için yeşil sahaya inecek. Transferlerin halen devam ettiği Süper Lig’de 8 takım bulunuyor. Ekim ayının 12’sinde başlayacak lig 10 haftalık bir süre sonra 20 Aralık’ta şampiyonunu belirleyecek.Futbolun önündeki en büyük engel, krikete olan ilgiHindistan, aslında 1950 yılında Brezilya’daki Dünya Kupası’na katılmaya hak kazandı ancak maddi olanaksızlıklardan katılmayı reddetti. 64 yıl sonra Brezilya’da bu yıl yeniden gerçekleşen Dünya Kupası, ekonomisi hızla gelişen kriket sever Hindistan’ı yeniden futbola ilgi göstermeye itti. Aslında futboldan oldukça uzak kalan Hindistan, 2012 yılı itibarıyla futbola büyük yatırımlar yapmaya başladı. Federasyon iki yıl önce organize ettiği 6 takımlı mini bir turnuvaya dünyaca tanınmış eski yıldızları da davet ederek yeni bir başlangıç yaptı. Fakat kriket sevgisi Hindistan futbolunu geliştirmek isteyenlerin karşısında en büyük engeldi. Ayrıca futbolla ilgilenmeye başlayan azınlıktaki Hintlilerin ise oldukça amatör olan kendi yerel ligleri yerine, Avrupa liglerini izlemeyi tercih ediyordu. Bu sıkıntıyı aşmak için yoğun çaba gösteren Federasyon ligin ismini değiştirerek takım sayısını da 6’dan 8’e yükseltti.Ayrıca Avrupa’dan transfer ettiği yabancı ünlü yıldızların yanı sıra ülkece tanınmış kriketçi yıldızları reklamlarında kullanarak gençlerin ilgisini futbola çekmeyi hedefleyen Federasyon ise gençlerin sadece kriket değil, futbol da oynamalarını ve futbolu takip etmelerini umuyor.Federasyon Genel Sekreteri Kushal Das, kulüp başkanlarının ana hedeflerinin para kazanmak olmaması gerektiğini söyledi. Kulüp başkanlarıyla konuştuğunu ifade eden Das, “Onlar gelecek 5 sene içerisinde para kazanamazlar. Bizim şimdi sporun gelişimine konsantre olmamız gerekiyor. Ben Hindistan’da futbolun nihayet uyandığına inanıyorum. Artık dünyayı fethetmeye hazırız.” dedi. Hindistan, 2017 yılında FIFA U17 Dünya Kupası’na da ev sahipliği yapacak.

İhsan Özkes: Görmez cüppesini çıkarıp siyaset yapsın

$
0
0
CHP İstanbul Milletvekili eski emekli müftü İhsan Özkes, ikinci kez seçildiği Parti Meclisi'nde bu kez en yüksek oy alan isimdi. Uzun yıllar Diyanet'in içinde çalışan bir isim olan Özkes ile Diyanet İşleri Başkanlığı hakkındaki düşüncelerini, dinin siyasallaştırılmasını, AYM'den cevap bekleyen Üsküdar belediye başkanı adaylığını ve ekseni kaydığı söylenen partisini konuştuk.İkinci kez seçildiği CHP Parti Meclisi'nde en yüksek oyu alarak dikkat çeken emekli müftü İhsan Özkes'e göre AKP'nin 17-25 Aralık operasyonlarından sonra yaptıkları, 'maneviyatı çalmak'. Olup bitenleri 'paralel din kurmak' olarak özetleyen Özkes, "AKP iktidarı dinî söylemlerle iktidar olmuştur ve aynı söylemlerle iktidarını pekiştirip ömrünü uzatmaya çalışıyor. Dini saltanat ve iktidar aracı olarak kullanıyor." diyor.2010'da ilk 10'dan girmiştiniz CHP Parti Meclisi'ne. Bu kez en yüksek oyla PM üyesi seçildiniz. Nasıl tepkiler geliyor? 18. kurultayda emekli bir müftü olan şahsıma 665 gibi en yüksek oy verildi. Bu CHP'nin dinle bir sorunu olmadığını gösteriyor. Bilakis dine saygılı olduğunu dindarı da baş üstü yaptığını tescillemiş oldu. Beni birçok imam, hoca ve muhafazakâr insanlar arayıp tebrik etti. CHP'nin bu yaklaşımını takdir ettiler. Kendi adıma, dini yaşamaya çalışanlar ve partim adıma gurur duyuyorum.Geçen hafta bir TV programında kızınızın idari personel olarak Medeniyet Üniversitesi'ne başvurduğunu ama CHP'li bir vekilin kızı olduğu için işe alınmadığını söylediniz…2011 seçimlerinden bir hafta önceydi. Kızım aradı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Biraz zorlayınca anlatmaya başladı. Medeniyet Üniversitesi'ne personel olarak başvurduğunu, rektörle görüştüğünü, hatta ‘Tam aradığımız elemansın' bile dediklerini söyledi, ta ki İhsan Özkes'in kızı olduğumu öğrenene kadar. O zaman ‘Hadi tamamdır, kalk mülakat bitti' diyerek resmen kovmuşlar. Kızımdan o an sadece özür dileyebildim, benim yüzümden böyle bir şey yaşadığı için. Oysa ben hep yaşıyordum.Bu konuyu neden daha önce değil de şimdi dile getirdiniz?İslam ülkeleri parlamenterler birliği üyesi olarak bazı uluslararası toplantılara beraber katıldığım bazı AK Partili vekillere anlattım bu durumu aslında. Ama basın önünde hiç dile getirmedim. Çünkü dile getirsem de değişen bir şey olmayacağını biliyordum. Çıktığım TV programında da ‘başörtüye zulüm' söz konusu olunca o an aklıma geldi. Ve AKP'nin de başörtülüler kendinden olmadığında nasıl da zulüm yaptığını anlatmak istedim. Ben CHP'li değil, MHP'li olsaydım AKP'nin iktidar olduğu bu dönemde benim kızım yine iş bulamazdı. AKP'ye oy vermediğini anladığı anda bir başörtülüye iş vermezdi. Kendinden olmayana ellerinden gelse nefes bile aldırmayacaklar. Gerek açık gerek kapalı olsun önce partiye gidip üye olacaksın, sonra iş başvurusunda bulunacaksın. Muhataplarının dindar olup olmaması değil mesele, kendilerinden olup olmaması. 12 yıldır bu böyle.Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (DİB), 17 Aralık'tan beri rüşvet ve yolsuzlukla ilgili ayet ve hadisleri sansürlendiğine dair bir soru önergesi sunmuştunuz. Bir cevap geldi mi? 17 Aralık'la birlikte Türkiye'de her şey dizayn edilmeye başlandı. Bu dizaynın içine Diyanet'in de girmiş olması üzücü. 17 Aralık Salı gününe denk geliyordu. Tam üç gün sonra 20 Aralık Cuma bir hutbe okunacak İstanbul'da ve konu rüşvet. Bu hutbe İstanbul Müftülüğü'nün internet sitesinde yayınlanıyor. Ama operasyon yapıldığı için, imamlara mesaj atılıyor ‘Yolsuzluk konulu hutbe yerine Kur'an'ı anlamak konulu hutbe okunacak.' diye. Ben bunu soru önergesi olarak ve birçok basın açıklamasında dile getirdim. Daha sonra bizim soru önergemize verilen cevap inkâr oldu. Bunu hep yapıyorlar. Çıkış yolunu inkârda buluyorlar. Ama bu apaçık bir gerçekti. Hocalarla imamlarla görüşüp bu konuyu doğrulattıktan sonra dile getirdim. Hatta Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ile baş başa yaptığım görüşmede o da kabul etti. “Biz bu hutbe konusunu değiştirdik ama rüşvet –yolsuzluk operasyonundan dolayı değil, seçim atmosferine giriyoruz diye değiştirdik.” dedi. Görmez'in kabul ettiği şeyi bakanlık bana verdiği cevapta inkâr etti. 25 Aralık'tan sonra ise İstanbul'da DİB bir toplantı organize etti. İslam Ansiklopedisi'nin son cildi tamamlandığı için toplanılmıştı. Asgari 2 bin 5 yüz din görevlisi toplanmıştı. Rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının yapıldığı haftada, DİB o toplantıda Tayyip Erdoğan'ı hocalara, imamlara alkışlattı. Bu Erdoğan'ın hocaları akladığı algısını oluşturmaya yönelikti‘Bilal'in gemiciğini deldirmeyin' hutbesi Daha sonra da DİB'in bu şekilde hutbelere müdahalesi oldu mu? Olmaz olur mu? 30 Mart yerel seçimlerinden önceki cuma 28 Mart'ta bir hutbe okundu İstanbul'da. ‘Bilal'in gemiciğini deldirmeyin' hutbesi gibiydi. Ben hadise üzerine ihtisas yaptım. Bahsi geçen hadiste Efendimiz “Allah'ın hududunu aşmayınız. (Yani haram kıldığı yasakladığı şeyleri) Aşarsanız, bu gemiyi delen insanları Allah'ın haramlarını delen insanlara benzetiyor. Rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk haramdır delmeyin gibi örnekleri genel olarak vurguluyor. Bu hududu delen gemiyi delen gibidir diyor. Şimdi böyle bir hutbe okunuyor, Türkçesi verilmiyor. Zorlama bir yorumla ‘Yolsuzluk, hırsızlık da yapılsa, hile de olsa, siz buna ses çıkarmayın, destek olun, istikrar bozulmasın gemi yürüsün, delinmesine dönüştürülüyor.Bu tevile bir açıklama yapıldı mı? Ben bunu da sordum Mehmet Görmez'e. “Bu hutbeyi kim hazırladı bu hutbeyi?” dedim. “İşin garibi kendisi hazırlamış. Nasıl hazırlarsınız?” dediğimde “Hutbeyi daha önceden hazırlamıştım. Arkadaşlar da, ‘tam zamanı bu hutbeyi kullanalım mı?' dediler. Ben de kullanın dedim.” şeklinde açıkladı. Anlamını neden koymadınız, anlamı olsa vatandaş zaten hadisin ne demek istediğini anlardı, hadisi iktidara göre uyarlamak için zorlanmamış olurdunuz dedim. Sadece ‘Oldu bu iş napalım' dedi. Bunlar kabul edilebilecek şeyler değil. AKP gelir gider, fanidir. Baki olan Allah'tır, Allah'ın dinidir. Siz bu dini AKP'ye göre uyarlarsanız, bu dine ihanet etmiş olursunuz. Görmez Allah'a ve peygambere karşı haddi aşıyor. Çünkü Allah'ın dinini, kitabını AKP'ye göre uyarlıyor. Dini bakımdan kabul edilemez vahim bir tablo.Bu tarz uygulamalar dine bakışı nasıl etkiler? AKP iktidarı boyunca dinden çıkanların sayısını merak ettim, soru önergesi sundum. Cevap alamadım. AKP'nin din iman adına yaptığı ama din imana uymayan uygulamaları, DİB'in de bu uygulamalara çanak tutması, AKP'ye taşeron olma yoluna girmesi, koltuk değneği olması gibi durumlar dini imanı kitaplardan değil de, insanların davranışlarında görenler dinden soğuyor. Hatta 17 Aralık'tan sonra bir kişinin ‘Din buysa, ben bu dini kabul etmiyorum' dediği basına da yansımıştı. Bugün IŞİD'in El Nusra'nın Müslümanlık adı altında yaptıkları ortada. Bunun üstüne AKP'nin dini kendine araç olarak kullanması, kuralsız bir şekilde istismar etmesi insanlar da hayal kırıklığına, dinden soğuma ve uzaklaşmaya sebep oluyor.“Elbette hırsızlık kötü bir şeydir. Ancak milletin maneviyatını çalmak çok daha kötü bir şeydir." ifadelerini kullandı DİB başkanı Mehmet Görmez…Bu sipariş bir fetvadır. Bu açıklama dinin AKP siyasetinin vesayetine girdiğinin delilidir. Sıradan, sokaktaki bir insan söylemiyor bu cümleyi. Cenab-ı Allah diyor ki; “Hırsızın elini kesin.” Hz. Muhammed diyor ki; “Kızım Fatıma da olsa hırsızlık yaptıysa elini keserim.” Diyanet İşleri Başkanı ise ‘Hırsızlık kötüdür ama..' diye başlayan bir cümle kuruyor. Bu dinle örtüşmeyen, dinin hükümlerini, ayetleri hadisleri hafife alan çok talihsiz bir açıklama. Milletin maneviyatını çalmak daha kötüdür diyor. Maneviyat nedir diye bir sözlüğe bakın. Maneviyat kişinin iç dünyasıyla alakalı şeyler. Buna din, ahlak, moral, vicdan girer. Hırsızlık hakkında Allah'ın hüküm koyduğu tartışılmaz bir hüküm.Hadis-i Şerif’e yeni bir içtihad mi getirmiş oluyor?Böyle bir hükmü alanı daha geniş ve hüküm olarak da hırsızlıkla kıyas edilemeyecek noktada olan hafif hükümlerle karşılaştırması o makamda oturacak bir kişinin söyleyeceği bir cümle değildir. Bu Gayretullah'a dokunacak bir sözdür. Hakikaten Görmez, hakikatleri görmüyor. Kendince içtihad yapıyor ama dinle ters düşen bir içtihad bu. Hakikatleri çarpıtarak içtihad yapıyor. Hırsızlığı meşru ve hafif, mubah gösterme gibi bir gayret var burada. Asıl maneviyatı çalma budur. İnsanların dine diyanete karşı olan samimi düşüncesini yanıltma, hırsızlığı yolsuzluğu rüşveti meşru göstermek maneviyatı çalmaktır. AKP'nin 17-25 Aralık operasyonlarından sonra yaptıkları maneviyatı çalmaktır. Hırsızlığı yapan onlar, maneviyatı çalan da. Hırsız kim ortada. Bu açıklamalar AKP'yi aklama çabasından başka bir şey değil. DİB başkanı dinen ve ahlaken o makamı işgal etmesi doğru değil. Hani Başbakan hakimlere, yargıçlara ‘cübbeni çıkar da siyaset yap' diyor ya, Görmez de tam olarak aynısını yapmalı. Sarığını cübbesini çıkarıp, AKP'de siyaset yapsın. İl başkanı mı olacak milletvekili mi olacak ne olacaksa olsun. Sarığın altında cübbenin içinde siyaset sırıtıyor.Emevi Siyaseti Dinin Saltanata Dönüştürülmesi isimli bir kitabınız var. Geçmişten bugüne dinin saltanata dönüştürüldüğüne dair ne gibi örnekler var? Emeviler üzerine uzun süre çalışmalar yaptım. Keşke bu çalışmayı 20'li yaşlarda yapsaydım. Hem hayatı, hem siyaseti daha iyi anlar, İslam dünyasını değerlendirirken daha isabetli olurdum diye hayıflanıyorum zaman zaman. 1400 yıl öncesinde yaşanan o olaylar, 2014 yılında yaşadıklarımızla örtüşüyor. Sadece zamanla versiyon farklılıkları ortaya çıkıyor. İslam tarihinde ilk defa Muaviye Şam'da 'Yeşil Saray' yaptırmıştı. Dönemin sahabesi Ebu Zer el Gıfari, Muaviye'ye "Şayet bu sarayı milletin parasıyla yaptıysan mücrimsin (hırsız), kendi paranla yaptıysan müsrifsin" diyor. Kur'an'da Firavun'un vasıflarından birini müsrif olarak belirliyor. Hocaların bir kısmı bunu ‘dinde haddi aşmakta ısrar etti' diye yorumlar. Oysa gerçekten de Firavun müsriftir. Müsriflik deyince akla ilk gelen ekonomi ve maddi şeylerdir. Milletin malını çarçur etme, istediği gibi harcamak müsrifliktir. Bugün yapılan şeylere baktığınızda bunların 77 milyonun vergileriyle yapıldığını görürüz. Oysa bu 77 milyon içinde bir simit alacak, minibüse binecek parası olmayanlar var. Bu yetimin hakkını, kulun hakkını saraylara, uçaklara harcama yolunda ciddi şekilde israfa girilmesi doğru değil.AKP iktidarı dini söylemlerle iktidar olmuştur ve aynı söylemlerle iktidarını pekiştirip ömrünü uzatmaya çalışıyor. Bunu da acımasız bir şekilde kullanıyor. Dini saltanat ve iktidar aracı olarak kullanıyor. Emevi siyaseti dini saltanata dönüştürmüştü, AKP iktidarı da o yolda.CHP DİNE NE ZAMAN YAKINLAŞSA AKP RAHATSIZ OLUYOR Yerel seçimlerde Üsküdar belediye başkan adayıydınız. Üsküdar'da oylar sayıldıkça gitti geldi AKP-CHP arasında. Tek başınıza mücadele ettiniz neredeyse… Yaramı hiç deşmeyin desem. Anayasa Mahkemesi'ne başvurduk. Kararı bekliyoruz. Gerçi Ankara için mahkemeden olumlu bir karar çıkmadı. Ama Üsküdar bizim hakkımızdı. Ülkede hâlâ küçük bir hukuk kırıntısı varsa, benim de küçük bir umut kırıntım var. Yaşananlar ortada, Allah'a havale.CHP sol çizgisinden kaymakla eleştiriliyor… Cumhuriyet Halk Partisi'ne Türkiye'de biçilen bir kılıf var. Bu biraz da AKP'nin çizdiği bir kılıf. AKP diyor ki; CHP dinden uzak, dinle lakası olmayan bir parti. Biz kazanamazsak CHP gelir ve size zulmeder korkusu yayıyor. AKP'yi dinin temsilcisi gibi gösteriyor ve başarılı da oluyor. Din kaymağı üzerinden kendi iktidarını yürütmek istiyor.Gerçekten de dinle bir sorunu yok mu CHP’nin? CHP'nin dinle ne gibi bir sorunu olabilir. Geçmişine baktığınızda DİB'i kurmuş, Elmalılı Hamdi Yazır'a Kur'an tefsirini Atatürk yaptırmış. 1924'te imam hatip okulunu ve ilahiyat fakültesini CHP açmış. Atatürk döneminde ilk defa mevlit radyodan canlı olarak okutulmuş. Kocatepe Camii'nin yapılmasını sağlayan CHP'li dernek üyeleridir. CHP-Ecevit koalisyon hükümeti zamanında hac organizasyonu Diyanet'e verilmiştir. CHP-Erbakan koalisyon hükümeti zamanında vekil imamlar kadroya geçirilmiştir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.Verdiğiniz örnekler hep Tek Parti iktidarı dışındaki tarihlere denk geliyor. CHP'nin talihsizliği İnönü dönemindeki uygulamalar olabilir mi? Camilerin ahırlara çevrilmesi gibi mesela… Camileri ahıra çevirme olayı külliyen iftiradır. Erdoğan başbakan iken, hangi cami, hangi tarihte ahıra çevrilmiştir belgesi ile gösterilsin diye sordum, cevap verilmedi. Ellerinde belgesi olsa, Tayyip Erdoğan o belgeyi çerçeveletir, boynuna asar, meydan meydan, miting miting dolaşır, avazı çıktığı kadar bağırır ve o belgeyi gösterirdi. Camilerin ahır yapılması mevzuunu ‘Dünden Bugüne Cami Yalanları' isimli kitabımda da detaylı bir şekilde anlatıyorum. İstiklal Harbi'nde Yunanlılar ülkemizi işgal ettiğinde özellikle Yunan işgali altında kalan bölgelerde camileri ahıra çevirmiş, giderken çoğu yeri talan edip yakıp yıkarak gitmiştir. Atatürk Yunanlılar tarafından ahıra çevrilen yerlerin ihya edilip tekrar ibadete açılmasını sağlamış. Bunu da propaganda malzemesi yapılmasına ve din istismarına dönüştürülmesine izin vermemiştir.Peki, CHP'nin muhafazakâr kesime yaklaşmasında ne gibi bir sakınca olabilir? Bu CHP'nin dindarlara saygısından sevgisinden duruşundan başka bir şey değil. Yani sol çizgiden kayıldığı falan yok. CHP dine, dindarlara ne zaman yakınlaşsa AKP bundan rahatsız oluyor. Geçmişteki hadiseleri temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp sunuyor. Elinden oyuncağı alınan çocuğun hırçınlığıyla AKP hırçınlaşıyor CHP'nin bu girişimleri karşısında. Çünkü kendi iktidarını dinle daha çok güçlendireceğine inanıyor ve o alana başkası girmiş ve alanı daralmış gibi hissediyor.Parti içinde sosyal demokrat-ulusalcı çatışması yüzünden parti içinde her kafadan bir ses çıkıyor imajı verildiği söyleniyor. Parti içinde çatlak olduğunu düşünüyor musunuz? AKP kaynayan bir kazan. Kaynayan AKP kazananı örtbas ederek hissettirilmiyor. CHP'de parti içinde de dışında da demokrasi var. Siz grup başkan vekilinin AKP genel başkanını eleştirdiğini göremezsiniz. AKP genel başkanının kendisine rakip olan bir kişiyi yanına çağırıp beraber el kaldırdığını göremezsiniz. CHP insanca ve hakça yaşamaya çalışan bir parti. İnsanlar orada özgür. İstedikleri gibi düşünür, düşündükleri gibi de konuşurlar. Dolayısıyla bu bir çatlak olarak değil, parti içi demokrasinin çalıştığının göstergesidir. Diğer partilerin de örnek alması gereken bir durum.AKP'nin 12 yıldır en büyük şansı CHP gibi bir muhalefetin olması deniyor. CHP bu anlamda muhalefet tarzında yeni dönemde bir değişikliğe gidecek mi? AKP bugün benim valim, savcım rektörüm memurum diyor. Ciddi şekilde baskıcı sindirici horlayıcı ayrıştırıcı ötekileştirici kutuplaştırıcı bir siyaset izliyor. Kendisinden olmayanı yok etme, terbiye etme, hizaya çekme gibi bir amacı var. Muhalefetin alanını daraltmaya ve bunu halka yansıtmamaya çalışıyor. En basitinden Meclis TV'ye sadece belli saatler içerisinde yayın yapma yetkisi vererek meclisteki bizim yürüttüğümüz çalışmaları halkın görmesine engel oluyor. Biz CHP olarak elbette sürekli muhalefet olmaktan mutlu değiliz. Biz iktidar olma çabasına girince eksen kayıyor eleştirilerine maruz kalıyoruz. Biz Allah'ın izniyle iktidar olacağız ve AKP'nin zulmüne ‘dur' diyeceğiz.17 Aralık'tan sonra ‘paralel, haşhaşi, virüs' gibi söylemlerle Hizmet Hareketi’ni terör örgütü gibi lanse etme çabası var. Dini bir grubu tehdit ya da terör örgütü gibi gösterme girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP, paralel diyor ya kendisi ‘paralel' bir din oluşturuyor. Ülke farkında değil. Rüşveti, hırsızlığı, yolsuzluğu meşru gören yeni bir din oluşturuyor. Bir milletvekili çıkıp, Allah'ın bütün vasıfları üzerinde dedi, diğeri ikinci peygamber dedi. Bir başkası Tayyip'e dokunmak ibadettir dedi. Bakara'yı makara yaptılar. Mekke'nin fethinde Peygamber gurura kapıldı biz kapılmadık dediler. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. AKP'nin Gerçek Yüzü isimli kitabımda da dine diyanete uymayan uygulamalarını yazdım. Bu ve benzeri söylemlerle baktığımızda dinle doğrudan doğruya ters düşen, söyleyeni dinen küfre götüren söz ve eylemler bu ülkede meşru normal algısı oluşturdular. Bu İslam'a ters, taban tabana zıt, dinde varmış gibi gösterilmeye çalışılan ve dinin dibine dinamit koyan söz ve eylemleri var. Bu bir paralel din kurma çabasıdır. Bu sebeple asıl paralel AKP'nin ta kendisidir. Bir mitinginde AKP gençlik teşkilatında gençler kefenle karşıladı. Bu ‘Ölümüne tabiyiz. Sana karşı kusursuz itaat içindeyiz” demekti. Oysa kusursuz itaat ancak Allah'a olur. Bağlılıkları kefenle gösterdiler. İşte o görüntüler tam bir haşhaşi zihniyeti ürünü. Haşhaşi arıyorlarsa o mitingdeki kefenlilere baksınlar.‘ALLAH'IM SANA VE KULLARINA HİZMET EDECEKSEM, VEKİLLİĞİ NASİP ET' Bir gününüz nasıl geçiyor? Benim kendime ait bir günüm yok desem abartmış olmam herhalde. Bir üniversite öğrencisinden daha çok çalışıyorum. Bir ameleden daha fazla yoruluyorum. Ameleyi küçümsemiyorum yanlış anlaşılmasın, ben de bir amele çocuğuyum ve gurur duyuyorum. Yoğun çalışıyorum. Türkiye'nin sorunları çok. Milletvekili olmadan önce “Allah'ım Sana ve kullarına hizmet edebileceksem bana milletvekilliğini nasip et.” diye dua ettim. Duam kabul oldu şimdi sadece Allah'a ve kullarına nasıl hizmet ederim düşüncesi ile çalışmakla geçiyor günlerim. Tatil yapmam. Anadolu insanı gibi yaşıyorum. Sıradan bir insanım. Hâlâ eski mahallemde oturuyorum. Allah'ın sıradan bir kulu olmaktan mutluyum.Takım tutuyor musunuz? Müftü takım tutuyormuş diyecekler ama Fenerbahçeliyim.Hangi tür kitaplar okursunuz? Edebiyatı kitap okumayı severim. Mısır'da iki sene kalmıştım. 500 kilo kitap getirmiştim. Parasını ödediğim için kilosunu da biliyorum. Arapça kitaplarım çok fazla. Hadis alanında uzman olduğum için hadis okumaları çok yapıyorum.

‘En’leriyle altın koza

$
0
0
21.si düzenlenen Altın Koza Film Festivali, bugün sona eriyor. Filmlerle, sergilerle ve söyleyişlerle dolu dolu geçen bir haftalık festival süresince neler yaşanmadı ki... Merak edilenlerle ve akılda kalanlarla işte festivalden derlediklerimiz.‘Türk sinemasının 100. yılı’ temasıyla yola çıkan Altın Koza Film Festivali bugün kapanışını yapıyor. 15 Eylül’den beri filmlerin yanı sıra birçok atölye çalışmaları, sergiler, söyleşiler ve konserler sanatseverlere sunuldu. Festivalde en çok neler konuşuldu, hangi filme nasıl tepkiler verildi? Ve diğer merak edilenlerle festivalin detayları…21. Altın Koza Film Festivali, sanat camiasından ve halktan katılımın yoğun olduğu bir açılışla başladı. Özellikle bir dönem Yeşilçam’a emek vermiş birçok oyuncu oradaydı. Bir de davetliler arasında farklı bir isim vardı; Adana’ya ve Türkiye’ye biraz yabancı: Mischa Barton. Konuşulanları kulaklıkları sayesinde anlayabilen Hollywood yıldızı Barton, bir ara Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü’nün ricası üzerine yerinden kalkarak halkı selamladı. ‘Türk sinemasının 100. yılı’nı hatırlamak için hazırlanan özel sunum izlendi. Filmlerden karelerle geçmişe götürülen misafirler sunumu fazlasıyla beğendi. Ardından sahneye sinemaya müzikal anlamda destek veren Cahit Berkay çıktı. Sazıyla Selvi Boylum Al Yazmalım’ı çalmaya başladığındaysa büyük bir alkış koptu. Davetlilere müzik ziyafeti yaşatan Berkay’dan sonra festivale katılan Yeşilçam oyuncuları tek tek sahneye çıkarak plaketlerini aldı.Festivalin program listesi dikkat çeken yerli ve yabancı birçok filmle doluydu. Sinemaseverler dünya sinemasının seçkin örneklerini izleme fırsatı yakaladı. Listede festivallerden ödüllerle dönen yapımlar da var Cannes Film Festivali’nden sonra Türkiye’de prömiyer yapan filmler de; İki Gün, Bir Gece, Leviathan, Dile Veda, Mr. Turner, Özgürlük Dansı, Imcompresa. Oscar’lı yıldız Marion Cotillard’ın yer aldığı Belçikalı Dardanne Kardeşler’in çektiği İki Gün, Bir Gece sahip olduğu hikâyesi ile bir hayli dikkat çekti. Diğer merak edilen yapımsa Cannes’dan en iyi senaryo ödülü alan Leviathan’dı. Rusya’daki ahlaki çöküşü ele alan filmin yönetmeni; Andrey Zvyagintsev. Dikkat çeken bir diğer yapım ise Gümüş Su, Suriye’nin Otoportresi. Suriye’deki iç savaşta yaşanan dehşeti en iyi anlatan belgesel olarak görülen filmde Suriyelilerin cep telefonuyla çektiği görüntüler de yer alıyor.Festivale katılım hayli fazlaydı. Bilet kuyrukları uzun, salonlar tıklım tıklımdı. İşte sinemayla iç içe olduğumuz keyifli bir haftadan ‘en’leriyle öne çıkanlar:En düşünceli hareketAçılış gecesine geri dönüyoruz. Davetliler yerlerine oturuyor ve ışıklar kapatılıyor. Gecenin sunuculuğunu yapmak üzere Yekta Kopan ve Tülin Özen sahneye çıkıyor. Misafirler bir yandan onlara kulak verirken diğer yandan sahnede işitme engelli davetliler için tercümanlık yapan bayanı izliyor. Sunucularımız da durumu fark edince bu düşünceli hareketle işitme engelli vatandaşları unutmayan festival ekibine teşekkür ediyor. Takdir toplayan bu hareket, gecenin düzenlendiği açık amfi tiyatrosunda büyük bir alkış topluyor. ‘Engelsiz Festival’ unvanını alan Altın Koza sadece bununla kalmayıp ‘Engelsiz Sinema’ bölümüyle biri animasyon olmak üzere dört filmi engelli vatandaşlarla buluşturdu.En dikkat çeken ayrıntıFilmler hakkında dikkat çeken ayrıntılardan ilki festivaldeki yedi yarışma filminin yönetmenlerin ilk uzun metraj deneyimlerinden oluşması. Bu durum, Türkiye sineması için umut olarak yorumlandı. Söyleşilerde heyecanları her hallerinden belli olan yönetmenler, filmlerinden keyifle bahsetti. Diğer dikkat çekici ayrıntıysa yarışan filmlerin birçoğunun senaryolarıyla ilgili. Yönetmenler hikâyeleri kendi hayatlarından ya da çevrelerinden gördüklerinden yola çıkıp yazdıklarını anlattılar. Kimi Gittiler: Sair ve Meçhul filminin yönetmeni Kenan Korkmaz gibi belgesel yapmaya gittiği Süryani köyünden etkilenmiş kimi de Toz Ruhu’nun yönetmeni Nesimi Yetik gibi komşusundan. Öyle ki filmin çekimi için bizzat olayın geçtiği mekana sadık kalınarak aynı mekanlar kullanmış.En gergin söyleşiGerginliği başlatan, filmi izlerken seyircinin aklına takılan soru işaretleri oldu. Halil Özer ve ekibi sahneye çıkınca mikrofonu eline alan seyirciler sormaya başladıkça ortam gerildi. Filmin bir sahnesinde İstanbul'un tepe bir yerinden şehrin gösterildiği planda ‘Recep Tayyip Erdoğan Stadyumu'nun gösterilmesi oldukça tepki topladı. Salondakiler ‘Reklam mı yapmak istediniz?’ diyerek ekibe sert çıktı. Özer, isme dikkat çekmek istemediğini söyledi. Seyircinin ikna olmadığını görünce “Onun adının olmadığı bir yer gösterin filmimi orada çekeyim.” dedi.En ilgi gören filmMurat Düzgünoğlu'nun yönettiği “Neden Tarkovski Olamıyorum” filmi seyirciden yoğun ilgi gören filmlerdendi. Film başlamadan salon iğne atsan yere düşmeyecek şekilde doldu, neredeyse tüm koltuklar sahipliydi. Yer bulamayanlarsa merdivenlere sıralandı. Daha film izlenmeden salonu bu kadar dolduran ne olabilir sorusunun cevabını filmin isminde bulduk. Filmin ismi “Neden Tarkovski Olamıyorum” sorusuyken kulislerde konuşulansa “Neden Tarkovski?” oldu. Rus yönetmen Andrey Tarkovski, sinema tarihinin mihenk taşlarından sayılıyor. Film ise Tarkovski'yi model alan ancak bir taraftan da içsel çatışmalar yaşayan bir yönetmenin hayatını anlatıyor. Belki de adını son dönem sinemamızda daha sık duyar olduğumuz Tarkovski'yi yerli yapımda görmek istedik.En komik söyleşi anıSilsile filminin söyleşisi… Sorular geliyor, ekip cevaplıyor. O sırada bir bayan izleyiciye geliyor sıra, filmin vizyona girip girmediğini soruyor ve ekliyor: “Eğer girdiyse kaçırdık mı?” Yönetmen Ozan Açıktan gülerek cevaplıyor: “Aslında biz de kaçırdık.” Sonra açıklıyor ne demek istediğini. Meğer Silsile filmi Recep İvedik'le aynı anda vizyona girince salonlar elden gidiyor. Bu da bizim talihsizliğimiz diyor durumu anlatırken yönetmen ve tüm salonu gülüşme sesleri alıp gidiyor.En güncele atıf yapan sahneNisan Dağ ve Esra Saydam henüz sinemada yolun başında olan iki genç yönetmen. Çekimlerini beraber yaptıkları Deniz Seviyesi filmine öyle bir sahne yerleştirmişler ki, yerine cuk diye oturmuş. Son zamanlarda akıllı telefonların yaygınlaşmasını ve insanların bu yüzden asosyalleşmesini konuşuyoruz. Onlar da bunu eleştirmek istemiş olacaklar ki bir sahnede birlikte oturan çocukların eline akıllı telefonları vermişler. Sonrasında olanları tahmin etmek ise zor değil, hepimizin malumu.En vurucu sahneTek mekân, tek zaman filmleri için zordur diyebiliriz. Hem çekimlerinin iyi yapılması hem de seyirciyi sıkmaması gerekir. Hal böyle olunca başlı başına da bir risktir aslında. Festivalde yarışan Nergis Hanım filmi de tam bu teknik üzerine yapılmasıyla dikkat çekiyor. Orta yaşlardaki Ekrem ile birlikte yaşadığı ve bakımını üstlendiği alzheimer'lı annesinin hikâyesine odaklanıyor. Bu riski alarak yola çıkan yönetmen Görkem Şarkan, seyirciyi sürükleyici bir anlatımın ortasına bırakıyor. Annesinin yaptıklarına tahammül edemeyen Ekrem, bir sahnede daha fazla dayanamıyor. Yaşadıklarının atında ezilen ve annesinin unutkanlıklarına karşı sabrı tükenen Ekrem tüm bunların öfkesini annesinden almak istiyor. Seyircinin ne kadar etkilendiği salonu saran tepkilerden anlaşılıyordu. Hatta yaşlı bir kadın izleyici söyleyişi sırasında sahneye çıkıp yönetmeni bizzat tebrik etti.Çolpan İlhan unutulmadıAltın Koza geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Çolpan İlhan'ı da unutmadı. Onun anısına Ömer Lütfi Akad'ın yönettiği Yalnızlar Rıhtımı filmini izleyiciyle buluşturdu. Festivalde Ömer Lütfi Akad'ın filmlerinden bir diğeri ise 1973'te çektiği ‘Gelin'. Filmin restore edilmiş hali Venedik Film Festivali'nin ardından ilk kez Altın Koza'da gösterildi.En düşünceli hareketAçılış gecesine geri dönüyoruz. Davetliler yerlerine oturuyor ve ışıklar kapatılıyor. Gecenin sunuculuğunu yapmak üzere Yekta Kopan ve Tülin Özen sahneye çıkıyor. Misafirler bir yandan onlara kulak verirken diğer yandan sahnede işitme engelli davetliler için tercümanlık yapan bayanı izliyor. Sunucularımız da durumu fark edince bu düşünceli hareketle işitme engelli vatandaşları unutmayan festival ekibine teşekkür ediyor. Takdir toplayan bu hareket, gecenin düzenlendiği açık amfi tiyatrosunda büyük bir alkış topluyor. ‘Engelsiz Festival’ unvanını alan Altın Koza sadece bununla kalmayıp ‘Engelsiz Sinema’ bölümüyle biri animasyon olmak üzere dört filmi engelli vatandaşlarla buluşturdu.

Başkan'ın 'golf keyfi' [BİZİM KÖY]

$
0
0
Ne IŞİD ne İsrail, hiçbir katliam, ABD Başkanı Barack Obama'yı golf zevkinden alıkoyamıyor.Ancak küçük bir problem var şu sıra. Başkan'ın New York'ta golf oynamak istediği, fakat başvuruda bulunduğu üç golf kulübü tarafından da reddedildiği söyleniyor. Ana sebep güvenlik gibi görünse de Obama'nın tavırları tepki çekiyor. IŞİD militanları tarafından kafası kesilen ABD'li gazeteci James Foley'in hemen ardından soluğu sahada alması da çok tartışılmıştı.Yastayım kimse bilmiyorMaymunların kutsal görüldüğü Hindistan'ın bir köyünde, yerel tapınakta yaşayan maymunlardan birinin ölmesi üzerine, 200'e yakın erkek, yas tutmak için başlarını kazıttı. Makak türü maymun, köpeklerden kaçarken bir gölete düşmüştü. Maymun için düzenlenen cenaze töreninde 200 erkek de yas işareti olarak saç ve sakallarını kesti. "Şimdi eşim dostum beni hastayım sanıyor, yastayım kimse bilmiyor!" şarkısını kendilerine armağan ediyoruz.Amerikan 'Dostlar Kıraathanesi'Bihter kolyesiydi, Ferhunde eteğiydi derken dizi endüstrisi aldı yürüdü bizde. Dünyada da durum farklı değil. Televizyon tarihinin en ünlü sit-com dizilerinden biri olan Friends'in (Sıkı Dostlar) tutkunları şimdilerde anı tazeliyor. Jennifer Aniston, Courteney Cox, Lisa Kudrow, Matt LeBlanc ve Matthew Perry gibi isimlerin başrolünde oynadığı Friends dizisinin 20'nci yılı anısına bir kafe açıldı. New York’ta "Central Park" ismiyle açılan kafe dizinin geçtiği kafeyle aynı tasarlandı.

Projelerimi seçerken hislerime güveniyorum

$
0
0
Tansu Biçer, Türk sinemasının yükselen oyuncuları arasında. Oynadığı filmlerle ve rollerindeki başarısıyla adından sıkça söz ettiriyor. 21. Altın Koza Film Festivali'nde yarışan iki filmde rol aldı. Toz Ruhu filminin galası çıkışında yakaladığımız oyuncuyla filmleri hakkında konuştuk.Bugün sona erecek olan Altın Koza Film Festivali'nde Tansu Biçer'i iki filmiyle izledik. Bunlardan ilki yönetmenliğini Murat Düzgünoğlu'nun yaptığı ‘Neden Tarkovski Olamıyorum?'. Film, 35 yaşında bir yönetmen olan Bahadır'ın trajikomik hikâyesini anlatıyor. Bir yanda Tarkovski gibi büyük bir yönetmen olmak isterken diğer yandan televizyonlara ucuz türkü filmleri çeviriyor. Bahadır, hayranı olduğu Tarkovski gibi filmler çekme arzusunun peşinden gidiyor. İmkânları ararken öte yandan yetersizliklerle dolu ortamlarda çalışmak zorunda kalıyor. Film bir yönetmen üzerinden günümüz setlerinin sıkıntılarına ustalıkla değiniyor. Biçer'in festivalde boy gösterdiği diğer filmi ise başrolünde yer aldığı; Toz Ruhu. Nesimi Yetik'in yönetmen koltuğunda oturduğu filmde başarılı oyuncu bu kez Metin karakteriyle karşımıza çıkıyor. Kendi halinde mutlu mesut yaşayan bir karakter Metin Tosyalı. Tek tutkusu var, o da arabesk müzik. Evlere temizliğe giderek geçimini sağlayan Metin'in hayatına aniden iki kişi girer. Biri iş arkadaşı Neslihan diğeri de İstanbul'a askere gelen yeğeni Ümit. En nihayetinde bir gün onlar da gidecektir. Tansu Biçer, festivalde başarılı performansı ile büyük beğeni topladı.‘Neden Tarkovski Olamıyorum?' filmindeki Bahadır rolünün size geliş süreci nasıl gerçekleşti?Murat Düzgünoğlu ile daha önce Kapalıçarşı adlı dizide beraber çalışıyorduk. O zamandan oyuncu-yönetmen olarak iyi anlaşabileceğimizi hissettik. Film yapmak istediğinde aklına ben gelmişim, ben de kabul ettim.Yer aldığınız iki projenin yönetmeni de sinema sektöründe henüz çok yeniler. MuratDüzgünoğlu'nun ikinci, Nesimi Yetik'in ise ilk uzun metraj filmi. Bu durum sizi endişelendirmedi mi?Açıkçası endişelenmedim. Yani projelerimi neye göre seçtiğimin tam tanımı yok. Bir şey oluyor, inanıyorum ya da inanmıyorum. Hislerimi birtakım kişisel çıkarlar doğrultusunda yaşamıyorum. Bu nedenle o an hissettiklerime güvenmek durumundayım. Kendimi koruma kollama adına ne hissettiğime bakmıyorum, o rol hakkındaki hislerime ve o rolün bana ne verebileceğine bakıyorum. Ne yaşayacağıma ve öğreneceğime de. Böyle olunca yönetmenin nasıl olduğunu ya da kaçıncı filmini çekiyor olduğunu önemsemiyorum.Bahadır karakteri, çalıştığı setlerdeki yetersizliklerle uğraşmak zorunda olan bir yönetmen. Siz de bu rolü oynamış bir oyuncu olarak set ortamlarını nasıl buluyorsunuz?Setler tabii ki daha insanî şartlar taşımalı. Ancak bu işi sadece sinemacıların düzeltebileceğini düşünmüyorum. Dizi setlerini bilemiyorum; ortada bu kadar çok para dönüyorken neden böyle oluyor? Ama orası zaten o parayı daha çok katlamak için yapılmış bir iş. Dolayısıyla bir dükkân gibi çalışıyor. Sadece setler kötü değil, parayı çok fazla katlamak istediğinizde insanlar bir şeylerden feragat ediyorlar.Filmin setlere değinmesini değerlendirirsek...Film aslında bunların içinden geçiyor. Bunların bir yönetmeni nasıl etkileyebileceği konusunda ipuçları veriyor. Ama netice itibarıyla film yapmasına engel olan şeyin bu olduğunu da söylemiyor.Biraz da Toz Ruhu filminden bahsedecek olursak; Metin evlere temizliğe giden ve kendisi de temizliği takıntı yapmış bir karakter. Böyle olunca filmde sizi banyo temizlerken, ev süpürürken izledik. Bir erkek için bu sahnelerde oynamak zor olmadı mı? Özellikle klozeti temizlediğiniz sahne…Benim evde bunları kim yapıyor? Metin karakteri bunları gerektiriyordu. İşini titiz bir şekilde yapmak üzere yola çıkmış. Başkalarının evine temizliğe de gidiyor olsam bu benim işim ve en iyi haliyle yapmalıyım diyerek bakıyor. Tıpkı arabesk kaseti olsaydı daha iyi olmasını isteyeceği gibi.Metin, aynı zamanda arabesk sevdalısı ve bu tür şarkıları söylemeyi seviyor. Şarkı söyleme meselesi birçok oyuncu için sorun oluyor. Siz ne düşünüyorsunuz?Metin bu kadar söyleyebildiği için o konumda duruyor ve ilerleyemiyor. O noktada bizim onu en iyi hale getirmememiz gerekiyordu.Bir yerde durmalıydı yani...Evet. Önemli olan oradaki tavrıydı. Şarkıları söylerken kendini ne kadar kaptırdığıydı. Eğer güzel geldiyse bile bu yüzden güzel gelmiştir. Sesin güzelliğinden, şarkının hoş söylenmesinden ziyade onun o esnada ne yaşadığının ortaya çıkması önemli. Sonuçta o anda kendiniz olarak değil o karakter olarak şarkı söylüyorsunuz. Tabii ki iyi bir şarkıcıyı oynuyorsanız güzel söylemelisiniz. Ama Metin zaten böyle bir karakter değildi. Ben de bunu bir şans olarak kullandım.Böyle olduğunda seyirciyle daha samimi bir bağ kuruluyor diyebilir miyiz?Kesinlikle. Çünkü seyirci aslında şarkıyı dinlemiyor, size bakıyor. Oyuncu neyle ilgileniyorsa o noktaya yöneliyor.Sizi daha çok yan rollerde izliyoruz. Fakat bu yıl Altın Koza'da karşımıza iki başrolle birden çıktınız. Bu bir şeyleri değiştirdi mi?Aldığınız yük ve sorumluluk büyüyor. Ama bunun altında ezilmemek gerekiyor. Herhangi bir yan rolü oynarken nasıl rahatsan öyle davranarak üstesinden geliyorsun. Sonuç olarak bu iş yönetmenin işi. Sen istersen ağzınla kuş tut, o beğenmediyse olmuyor. Arada da kendinden katabildiğin ne varsa onu katarsın. O sana ne kadar güvenirse sen de o kadar ilerleyebiliyorsun.Daha önce Altın Koza'dan iki defa ödül aldınız. Önceliği yönetmen sineması olan bir oyuncu olarak bu ödüller size neler kattı?İnsanların size karşı merakı uyanıyor. Ödül almak sinema yapanların dikkatini çekiyor. İnsanlar sana güvenebileceklerini düşünüyorlar. Ben genelde taşra ağırlıklı rollerde oynadım. Bu sebeple rollerimin bir benzerliği vardı. Ancak benim için ‘Neden Tarkovski Olamıyorum?' filmindeki Bahadır karakterine verilen ödül daha cesaretlendirici bir şey olur. Aslında son beş yıldır çok ciddi sayıda filmde oynadım. Bakarsanız üst üste olması bu açıdan beni de şaşırtan bir durum oldu.

Zenginlik vicdansızlaştırıyor mu?

$
0
0
Para ve güç insanı değiştirir mi? Son aylarda çok kimse sormuştur bu soruyu. Amerikalı bilim adamları ise sadece sormuyor, yıllardır yaptıkları deneylerle cevabını da arıyor. Neticesi: Evet maddî gelirin artması ve güç insanı daha az merhametli ve vicdanlı yapıyor. Ve de acımasız…Para insanı değiştirir. Bunu herkes söyler. Ama Amerikalı sosyal psikolog Paul Piff, yaptığı araştırmayla ispat ediyor. Aslında basit bir deney yapıyor Piff. Bildiğimiz monopoli oyununu 100 kişiye oynatıyor. Monopoli, zarla oynanan bir zenginlik, ticaret oyunu. Zar atıp çıkan sayı kadar ilerliyor, yolunuzun üzerinde kâra veya zarara uğruyorsunuz, mal alıp, ticaret yapıyorsunuz. Piff, bu oyunun kurallarında biraz değişiklik yapmış. Kazananın kazancını hep iki kat saymış. Neticede taraflar zarı ilk kez attıklarında en yüksek çıkan, bire iki kazandığı için rakibini açık ara yener olmuş. Sonuç? Deney odasına eşit şartlarda giren iki arkadaştan daima kazananın hali tavrı değişiyor. Hatta rakibi kendisine göre fakirleştikçe söz ve tavırlarıyla onu aşağılamaya bile başlıyor. Kazandıkça yani zenginleştikçe abartılı hareketler yapıyor. Oyun içinde zar atışı, ilerleyişi bile değişiyor. Piff’in dikkat çektiği detay ise bu kişilerin oyun sırasında masa üzerindeki çerezleri almak için yaptığı hamlelerdeki abartılı davranışı ve hoyratlığı. Kesinlikle oyun başındaki gibi yemiyor Oyun bile olsa başarı ve de para onu çok değiştirmiştir. Piff’in bu konuda yaptığı 5 ayrı araştırmaya dair yayımladığı makalede üst-ekonomik sınıftaki insanların zenginliği, başarıyı hak ettiklerine inançları, alt-ekonomik düzeydeki kişilere göre daha fazla. Nitekim bahsi geçen deneyde ayrıcalıklı oyuncular oyundaki başarılarının kendisine ait olduğunu söylüyor. Yani kuralların lehlerine değiştirilmesinin etkisini ve şansı kabul etmiyor. İyi strateji izledikleri için, isabetli kararlar verdikleri için başarılı olduklarına inanıyor.Zenginliğin davranışları nasıl değiştirdiği üzerine çalışan sosyal psikolog Paul Piff, deneyini anlatıyor.Paranın insanların davranışlarını değiştirip değiştirmediği, siyasi görüşlerini nasıl etkilediği son yıllarda birçok sosyal bilimcinin araştırma konusu oldu. Çok sayıda deney ve gözlem yapıldı. Bu konuda özellikle Amerika’da yapılan onlarca araştırmanın neticesi, maddi varlıkları arttıkça, refaha ulaştıkça insanlar daha bencil, vurdumduymaz, merhamet ve empati yoksunu oluğu yönünde. Araştırmacılar ebette ki bu sonuçları genele yaymak doğru olmaz diye şerh düşüyor. “Din, kültür, sosyal çevre, kişisel özellikler de baz alınmalı.” diyor. Fakat Piff’in yaptığı bir başka deneyde deneklere hem son model bir otomobil hem de eski model bir otomobil kullandırılıyor. Sonuçta lüks arabayı kullanan trafik kurallarını daha çok ihlal ediyor. Yani arabanın fiyatı arttıkça insanların kural ihlali yapma ihtimali de artıyor.Artık komşu komşunun külüne muhtaç değil, hele zenginse hiç değil!Kaliforniya Berkeley Üniversitesi’nden Dacher Keltner, maddi kazanımları arttıkça insanların davranışlarının değişmesini farklı bir şekilde yorumluyor. Gelir düzeyleri düşük insanlar yaşamak için başka insanlarla iletişim kurmaya muhtaçtırlar. Bu da onların sosyalleşmesini, empati kurmasını, merhamet duymasını sağlıyor. Çevresindeki insanların duygularına daha duyarlı olmak zorunda kalıyor. Parası olanın ise çevresindekiler için duyarlı olmasına gerek yok. Her işini parayla halledebilir, parayla aldığı teknolojiyle hayatı kolaylaşır. Kaltner yaptığı deneylerden birinde ilginç bir sonuca ulaşıyor. Gönüllü denekleri birbirleriyle tanıştırmış. Gözlemciler huzurunda. Sonuçta üst gelir grubundakiler bir yabancıyla tanışırken soğuk ve mesafeli dururken, onlara göre daha alt gelir grubunda olanlar çok daha sıcak ve cana yakın olmuşlar. Tabii burada akademisyenler deneklerin kişisel özelliklerini göz ardı etmemek gerektiğini de vurgulamadan geçmiyor. Ama benzer davranışları ölçmek için yapılan birçok deneyde sonuç aynı olmuş. Üst gelir grubundakiler alt gelir grubundakilere göre daha az duygusal. Kaltner’in deneylerinden edindiği enteresan bulgu ise şu; insanlar bulundukları ortamda kendilerini daha düşük konumda hissediyorsa, diğerlerine karşı daha anlayışlı ve duyarlı oluyor. Ekonomik ve sosyal statü olarak kendini üstte görenler ise kendisinden aşağıdakilere göre daha cimri oluyor. Alt gruptakiler daha özverili tavır sergiliyorken üstelik. Keltner’in Yrd. Doç. Dr. Mchael W. Kraus ile birlikte yaptığı deneylerde ulaştığı diğer bulguysa zenginlerin özveriye yanaşmadığı olmuş. Yani başkalarının çıkarlarını korumak için kendi çıkarlarını göz ardı etmiyorlarmış. Zenginlerin herhangi bir ödülün söz konusu olduğu yarışlarda, kazanma için kuraldışı yöntemlere başvurdukları ortaya çıkmış.Zenginim, duyarsızımStanford Üniversitesi’nde kültürel psikoloji alanında araştırmalar yapan davranış bilimleri profesörü Hazel Markus, insanların sosyal ve mali başarılarının onları çevrelerinde olup bitenlere karşı daha duyarsız kıldığını ortaya çıkarmış. Bu araştırmacılardan Paul Piff’in çalışmasını makalesine konu edinen Prof. Dr. Acar Baltaş, farklı bir boyuttan değerlendiriyor elde edilen sonuçları: “Bu bulgular sadece varlıklı insanların yalan söylediği ve ahlak dışı davranışlar sergiledikleri anlamına gelmez. Bütün insanlar günlük hayatlarında birbirleriyle çelişen duygularla mücadele etmek zorunda kalır. İnsanların büyük çoğunluğu hem aynaya bakarak kendisini saygıdeğer bir insan olarak görmek hem de durumun kendisine sunduğu imkânlardan yararlanmak eğilimindedir. Çünkü her insan toplum hiyerarşisinde öne çıkmak ister bunun sonucu olarak kendi çıkarını diğer insanların çıkarının önüne koymak isteyebilir. Ancak bugün dünyada gelişmiş ülkelerde bile, gelir dağılımındaki adaletsizlik giderek büyümektedir. Bu durum sadece varlığın giderek daha büyük ölçüde bir grup seçkinin elinde toplandığını göstermez, aynı zamanda toplum içinde sosyal adaletin sağlanmasının giderek imkansız hale geldiğini ortaya koyar. Ekonomik eşitsizlik toplumsal gelir dağılım hiyerarşisinde sadece en alt gelir grubunda yer alanlar değil, aynı zamanda yüksek gelir grubunda yer alanlar için de olumsuz sonuçlar doğurma potansiyelindedir.”İpek Üniversitesi’nden Doç. Dr. Zafer Akın kapitalist sistemin tamamlayıcı ve destekleyici ayaklarının demokrasi ve özgürlükler olduğunu vurgulayarak diyor ki: “Dolayısıyla destekleyici ayaklar sağlamlaşmadan ve içselleştirilmeden kapitalist yapı kurulmaya çalışıldığında ortaya bir ucube çıkıyor ve bu hem sosyal katmanlar arasındaki uçurumu olabileceğinden fazla tetikliyor hem de sistem içerisindeki keyfilikleri artırıyor.”Sorun ahbap-çavuş kapitalizmiHer zengin olanın süreçte bencilleşmesinin gerekmediğini söyleyen Zafer Akın, Crony kapitalizmin yani yukarıda bahsettiği saç ayaklarının oturmadığı ahbap-cavuş kapitalizminin görüldüğü yerlerde (Rusya, Doğu Avrupa ülkeleri ve maalesef Türkiye) hırsın, antisosyal davranışın, empatinin azlığının ve insanın acımasız tarafının ortaya çıkışının tetiklenmesi daha kolay. Akın, burada bir parantez açıyor ve şunları hatırlatıyor: “Bu, kapitalist sistemden bağımsız bir sorun ama son iki-üç yüzyıl için dediklerimiz geçerli. Öncesinde farklı bir sistem ve güç odakları mevcuttu ve aynı sorunlar yine vardı.” Akın, zenginliğin insan davranışlarını ve psikolojisini nasıl etkilediğine dair yapılan akademik çalışmalara atıfta bulunarak, bu araştırmaların zenginlerin daha az yardımsever olduğu genel gözlemini doğruladığını söylüyor. Başkaları hakkında görüş oluştururken önyargılarına göre daha fazla hareket etme eğilimleri olduğunu da. Bu sadece üst gelir grupları için değil güç sahipleri için de geçerli ve sosyal ilişkileri de zayıflıyor bu insanların. Akın, tüm bunların daha çok hukuk sisteminin ve modern sosyal normların belirgin ve yapısal şekilde oturmadığı ülkelerde olduğunu söylüyor.İyi de işçiler neden öldü?Türkiye’de ise ilginç bir zenginlik tecrübesi yaşanıyor. Cumhuriyet elitleri tarafından hep dışlanan ve devlet imkânlarından faydalandırılmayan insanlar bugün ise bu anlamda pozitif ayrımcılık yaşıyor. Ve enteresandır belki de gençliğinde inşaat işçisi olan, o değil se bile babası inşaatlarda çalışan bu kimselerin bugün inşaatlarında onlarca işçi uygunsuz çalışma şartları yüzünden ölüyor. Soma madeninde düşük ücretle, insanî olmayan şartlarda çalıştırılan 301 madencinin iş kazası sebebiyle ölümü, bir zamanlar onlar gibi işçi olan, sonradan zenginleşen ve güce kavuşanlar tarafından “olağan” diye değerlendiriliyor. Daha geçen haftalarda elim bir asansör kazasıyla ölen işçiler için şirketin muhafazakar patronu da “olağan” demişti. Geçen yıllarda AVM inşaatında çalışan işçiler çadırlarında ısınmak için yaktıkları elektrikli ısıtıcılar yüzünden yanarak can vermişti. Bir zamanlar onlar gibi işçi olan patronlarının, çalışanlarının imkanlarını düzeltmek, maaşlarını zamanında vermek gibi vicdanlı hatta profesyonel gereklilikleri bile yerine getirmedikleri ortaya çıktı. Peki bu insanlar niye böyle davranıyor? Galiba sorunun cevabı yukarıdaki araştırmaların sonuçlarında gizli. Amerika’da yapılan bu araştırmalar, filmlere konu olan maddi refahı arttıkça merhamet, vicdan, ahlak gibi insani erdemlerini kaybeden insanların yani acımasız kapitalizmin prototiplerinin topluma yayılmasının bir sonucu. Kim bilir belki ileriki yıllarda Türkiyeli bilim adamları da böylesi araştırmalar yapar.

Avrupa’da bağımsızlık ateşi bir hayır ile sönmez

$
0
0
İskoçya, 18 Eylül’de 307 yıldır bağlı bulunduğu Birleşik Krallık’tan ayrılmak için sandığa gitti. İskoçlar yüzde 55 oy oranıyla bağımsızlığa ‘hayır’ dedi. Yrd. Doç. Dr. Şener Aktürk, “Referandumda hayır çıkmış olması, etnik milliyetçiliğin ateşinin düşmüş olduğunu gösteriyor.” diyor.İskoçya, 307 yıldır bağlı bulunduğu Birleşik Krallık’tan ayrılmak için 18 Eylül’de referanduma gitti. İskoçlar yüzde 55 oy oranıyla bağımsızlığa ‘hayır’ derken, gözler Avrupa ve Ortadoğu’daki benzer eğilimlere sahip diğer ülkelere çevrildi. İspanya’da Katalanlar, İtalya’da Venedikler, Belçika’da Flamanlar, Irak’ta Kürtler bağlı bulundukları ülkelerinden ayrılmak için hazır bekliyor. Uzmanlar İskoçya’da yapılan referandumun bağımsızlık hayalleri olan bu milletler için örnek teşkil edeceğini söylüyor. Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, referandumun özellikle Avrupa ve Kuzey Irak Kürtleri üzerinde emsal teşkil edebileceğini düşünüyor: “İspanya’da Katalanlar ile Kuzey Irak’ta Kürtler benzer yolları kullanarak bağımsız olmak isteyebilirler.” Bu durumun Türkiye’yi de etkileyebileceğini savunan Yakış, “Kürtler bölgede 40 milyona yaklaşan nüfuslarıyla ‘biz de aynı yolu deneyelim, kullanalım’ diyebilir.” diyor. Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şener Aktürk de, İskoçya’da yapılan referandum ile İspanya, Kanada, Belçika, Irak gibi ülkelerin referandum talepleriyle karşı karşıya kalabileceğini söylüyor. Aktürk, “Referandumda ‘hayır’ çıkmış olması da etnik milliyetçiliğin ateşinin düşmüş olduğunu gösteriyor.” diye konuşuyor.Referandumun hikâyesiİskoçya’da Birleşik Krallık’tan ayrılma fikrini akıllara ilk 2012 yılında Ulusal Partisi’nin (SNP) lideri olan İskoçya Bölgesel Yönetimi Başbakanı Alex Salmond getirmişti. Salmond, referandum çalışmaları boyunca seçmenlere yaptığı çağrıda “Bu işi gerçekleştirelim, ‘evet’ diyelim.” demişti. Salmond, İskoçya’nın artık kendi kaderini kendisinin belirlemesi, Londra’daki Birleşik Krallık Parlamentosu’nun ‘zincirlerinden’ kurtulması gerektiğini belirterek, 307 yıllık birliğin artık ihtiyaçları karşılamadığını iddia etmişti. Salmond, referandum öncesinde yaptığı açıklamalarda mevcut petrol kaynaklarıyla bağımsız İskoçya’nın dünyanın en zengin ülkelerinden biri haline gelebileceğini savunuyordu.Hayırcıların kampanyası ‘Birlikte Daha İyi’ olduİskoçya’da referandum sürecinde ‘hayır’ kampanyasının organizasyonunu ‘Birlikte Daha İyi’ (Better Together) sloganıyla İngiltere’nin İskoç asıllı eski Başbakanı Gordon Brown ile eski Maliye Bakanı Alistair Darling yaptı. Bağımsızlığı ‘bilinmedik bir hedefe doğru yürümek’ olarak değerlendiren ‘hayır’cılar, ayrılmayla birlikte ülke ekonomisinin büyük zarar göreceğini düşünüyordu. Kampanyanın son haftalarında ‘evet’ oylarının giderek arttığını gösteren anketler üzerine ise Birleşik Krallık’taki parti liderleri harekete geçmiş, ülkenin en büyük üç partisinin liderleri aynı anda İskoçya’ya girerek, İskoçlara daha fazla özerklik vaadinde bulunmuştu. İngiltere Başbakanı David Cameron, İskoçların Birleşik Krallık’ta kalmaya devam etmesi halinde bölgesel İskoç hükümetine eğitim, ulaşım, sağlık, vergilendirme, belediye hizmetleri gibi alanlarda düzenlemeler yapılacağı sözünü vermişti. Hatta bu bildiri, İskoçya’nın Daily Record gazetesinin baş sayfasında ‘Söz’ başlığıyla yer almıştı.Clinton da ‘hayır’ çağrısı yapmıştıEski ABD Başkanı Bill Clinton da referandum tartışmasına müdahil olanlardan, İskoçları bağımsızlığa ‘hayır’ demeye çağırmıştı. Clinton, yaptığı açıklamada, “Kimlik çatışmalarının yaşandığı bir dünyada, kendi kaderini tayin hakkının maksimum kılındığı bir birlikte yaşamla birlikte çalışıp birlikte yaşarken farklılıklarımıza saygı göstermenin mümkün olduğuna dair dünyaya güçlü bir mesaj verilmiş olur.” ifadelerini kullanmıştı.Birleşik Krallık için İskoçya neden önemli?Birleşik Krallık’ın dört parçasından birini oluşturan İskoçya, sahip olduğu doğalgaz ve petrol rezervleriyle dikkat çekiyor. Ayrıca, Krallık’ın oldukça pahalı Trident nükleer füze denizaltıları gücü de İskoçya’da bulunuyor. Eğer İskoçya bağımsızlık için evet deseydi, Birleşik Krallık topraklarının üçte birini ve nüfusunun onda birini kaybedecekti. Ülke, resmi olarak 1707’de İngiltere ile birleşmişti. Londra’daki merkezi hükümet dışişleri, savunma, ekonomi politikası gibi alanlarda yetkileri elinde tutuyor. Eğitim, sağlık, belediye hizmetleri, ulaşım gibi yetkileri ise bölge meclislerine bırakarak kısmi özerklik tanıyor.İskoçlara özenen Katalanlar sokaklara indiİskoçya’daki bağımsızlık referandumundan etkilenen Katalanlar, ulusal gün kabul ettikleri 11 Eylül’de sokaklara dökülmüştü. Yarım milyona yakın Katalan, bayraklarının rengi olan sarı ve kırmızıya bürünüp, ‘Vote’ (Oy ver) ve ‘Voluntat’ (Evet) isteklerini temsilen V şeklini almıştı. Katalanlar, İspanya hükümetinin itirazlarına rağmen 9 Kasım’da da bağımsızlık referandumu kararı almıştı.Belçika’da Flamanlar da bağımsızlık için ayaktaİskoçya’da yapılan referandumu kendilerine örnek alan Flamanlar da Belçika’da bağımsızlığı savunuyor. Flamanların Belçika’da yoğun olarak yaşadığı Flander bölgesinin ayrılmasını savunan Vlaams Belang partisinin başkanı Gerolf Annemans, yakın zamanda yaptığı açıklamada, “Bağımsızlığa doğru yol almak ve eski devletleri yeniden kurmak mantıklı bir evrim ve İskoçya, Katalonya, Flander bu yeni Avrupa’nın bir parçası.” açıklamasında bulunmuştu.Yüksek vergi ödeyen Venedik de bağımsızlık istiyorİtalya’nın kuzeyindeki Veneto bölgesinde bu yıl 16-21 Mart günleri arasında yapılan bağımsızlık referandumu, yüzde 89 ‘evet’ oyuyla sonuçlanmıştı. Başkenti Venedik olan, ülkenin en zengin bölgelerinden Veneto’da internet üzerinden yapılan bağımsızlık referandumunda yüzde 89 ‘evet’ ile sonuçlanmıştı. Venetolular her yıl ödedikleri vergilerin, Roma’dan aldığı yatırım ve hizmetlerden 21 milyar Euro daha fazla olduğunu savunuyor. İtalya’da başşehri Venedik olan Veneto bölgesi, ülkeden ayrılıp egemen federal bir cumhuriyet olmayı talep ediyor.İNGİLTERE’NİN KARŞISINDA OLMAK YERİNE...Şener Aktürk (Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Uzmanı): İskoçya’da ‘evet’çilerin önemli bir motivasyonu Kuzey Denizi petrolleri sayesinde İngiltere’nin geri kalanından daha fazla zengin bir ülke olması hayaliydi. Bu referandumda ‘hayır’ çıkmış olmasına rağmen İspanya (Katalanlar) ve Kanada (Quebec) tekrar bağımsızlık yönünde referandum talep edebilir. İskoçya’da bu durum emsal teşkil edeceği için İspanya, Kanada, Belçika, Irak gibi ülkelerde referandum talepleri olabilir. Yaşar Yakış (Eski Dışişleri Bakanı): İngiltere dünyada önemli bir devlet. Böyle bir devletin karşısında olmak yerine, İskoçların Birleşik Krallık’a bağlı kalmayı tercih etmelerine şaşırmamak gerekiyor. Bunun yanında, bu referandum diğer ülkeler için örnek teşkil edebilir.

Cizre’nin Fildişi Sahilli futbolcusu ilçeye geldi

$
0
0
Cizre’nin Fildişi Sahilli futbolcusu ilçeye geldi. Bu yıl Bölgesel Amatör Ligi'nde ve aynı zamanda Türkiye Ziraat Kupası'nda mücadele eden Cizrespor, önemli bir transfer gerçekleştirdi. Fildişi Sahilli futbolcu Sergey Pacome Djıehoua'yı transfer etti.Cizrespor'un yeni transferi Sergey Pacome Djıehoua, hava yolu ile Cizre'ye geldi. Şırnak Şerafettin Elçi Havalimanı'na inen Djıehoua'yı, Cizrespor yönetimi ve taraftarlar karşıladı. Büyük bir sevinçle karşılanan Djıehoua, araçlarla konvoy şeklinde Cizre ilçe merkezine getirildi. Cizrespor Kulübü'ne götürülen Djıehoua, burada basın karşısına çıktı. Tercüman eşliğinde kısa bir açıklamada bulunan Djıehoua, buraya geldiği için çok memnun olduğunu ifade etti. 'ŞAMPİYONLUK İÇİN ÇOK İDEAL BİR TRANSFER YAPTIK'Antalyaspor, Boluspor ve son olarak Yunanistan'ın 2. Lig'inde oynayan forvet oyuncusu Sergey Pacome Djıehoua, Cizrespor'a gelmekten mutluluk duyduğunu söyledi. Djıehoua'nın yarın sağlık kontrolünden geçeceğini söyleyen Cizrespor Kulübü Başkanı Salih Sevinç, "Hayırlı uğurlu olsun" dedi. Başkan Salih Sevinç şunları söyledi: "Djıehoua, Antalyaspor en son Yunanistan'ın 2.grup takımından transfer ettik. İnşallah Cizre'mize hayırlı, uğurlu olur. Cizrespor'un bu sene şampiyon olma hedefine ulaşabilmesi için ideal bir transfer olduğunu düşünüyorum. İnşallah yarın sağlık kontrolünden geçtikten sonra herhangi bir sıkıntısı olmazsa sözleşmemizi imzalayacağız. Hayırlı, uğurlu olur inşallah." 'CİZRESPOR'U ŞAMPİYON YAPMAK İÇİN GELDİM'Süper Lig'de üç büyüklere attığı gollerle isminden sıkça söz ettiren Sergey Pacome Djıehoua, "Bundan sonra gollerim Cizrespor için" dedi. Kırmızı yeşilli ekibin Fildişi Sahilli transferi olan Djıehoua, "Buraya geldiğim için çok memnun oldum. Taraftarlarda beni çok sevdi, o yüzden çok memnun oldum. Başkanla görüştük inşallah burada kalacağım. Türkiye futbolunu zaten biliyorum. Cizrespor ismi de her yere gitti. O yüzden sevdim onu şampiyon yapmak için geldim. Taraftarların ilgisi için çok memnun oldum. Onlara teşekkür ediyorum. Her hafta gol atacağım." diye konuştu.

‘Bizden değil’ düşüncesi bitse her şey daha güzel olacak

$
0
0
Sanatçı Süleyman Erkişi, Dikenli Yollar isimli yeni albümünde Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş insanları anlatıyor. Son dönemde yapılan karalama kampanyasının kendisini çok üzdüğünü söyleyen Erkişi, “Bu insanları 26 yıldır tanıyorum. İnsanlık ve adamlıktan başka bir şey görmedim.” diyor.Müzik hayatınız nasıl başladı?Müzisyen bir ailede doğdum. En büyük abimiz Ertuğrul Erkişi herkesin bildiği bir sanatçı. Gazi abim konservatuarda öğretim görevlisi. Küçük kardeşim Fatih de konservatuar mezunu. Anne ve baba tarafında da hemen herkeste müzisyenlik var. İTÜ Devlet Konservatuarı mezunuyum. Yüksek lisans yaptım. Doktoraya devam ediyorum. Bütün hayatım müzikle geçti. Bir dönem müzik öğretmenliği yaptım. Ondan sonra tamamen icracı ve besteci olarak yola devam ediyorum. Yeni albümünüz Dikenli Yollar’a kadar sadece ilahi seslendirdiniz. Neden böyle bir seçim yaptınız?Bu kararı 2003’te verdim. Müzik dünyasındaki insanların yaşadıkları hayatı az çok bildiğim için pek o hayatın içine girmek istemedim. Yaptığım müziğin yaşantımla bağdaşmasını istedim. Aslında son dönemde ilahi albümlerinin pek alıcısı olmadığı için albüm yapma düşüncem yoktu. Tek tek şarkı yapıp internete koyup dinleyicilerle paylaşıyordum.Kararınızı değiştirmenize sebep olan nedir?Son dönemde ülkemizde yaşanan olaylar bu albümü yapmamın en büyük sebebi. Ocak ayında Çıktık Dikenli Yollara isimli şarkıyı yapmıştım. Ardından Yiğit Anadolu’da Harman Olur şarkısı da gelince menajerim Faruk Bey albüm yapalım dedi. Daha sonra yaşanan süreci ve Hizmet Hareketi’ni anlatan şarkılar ortaya çıkınca bir albüm yaptık. Hangi duygularla yazıldı şarkılar?Özellikle 17 Aralık sürecinden sonra her gün Hizmet Hareketi hakkında yeni bir iftira ve yalanla karşılaşmaya başladık. Yıllardır tanıdığım, bildiğim ve sevdiğim insanlara sabahtan akşama kadar hakaret ediliyor. Ben bu insanları 26 senedir tanıyorum. Bu insanların bu söylenenlerle hiçbir ilgisi olmadığını biliyorum. Ben bir sanatçıyım. Duygularımı en iyi şarkılarımla ifade edebilirim. Albüme karar verdikten sonra o duygu yoğunluğuyla yazdım şarkıları. Hemen her şarkıyı neredeyse beş-on dakikada yazdım. Çünkü öyle bir dönem yaşıyoruz ki yüreğimiz, beynimiz, içimiz her yerimiz duyguyla doldu. Bunların bir taşmasıyla sözler kâğıda döküldü. ‘Yirmi altı senedir bu Hareket’i ve bu insanları tanıyorum.” dediniz. En çok hangi yönleri etkiledi sizi?İlk tanıdığım günden itibaren bu insanlardan adamlık ve insanlık gördüm. Başka bir şey görmedim. Eğer bu güzel insanlarla tanışmamış olsaydım hayatım şu anda daha farklı olabilirdi. Fethullah Gülen Hocaefendi başta olmak üzere hayatımızın belli dönemlerinde tanıştığımız çok düzgün insanlar var. Bu insanları tanıyorum. İçlerinde iyilik ve güzellikten başka bir duygu yattığına şahit olmadım. Bu insanları ve o güzelliklerini şarkılarımda anlatmak istedim.Bu insanların yeterince anlatılamadığını düşünüyorsunuz yani…Sadece bu konuyla ilgili değil genel olarak tarihimizle ilgili böyle bir sorun var. Çanakkale savaşımız var doğru dürüst filmi yok. Hizmet Hareketi’ne gönül veren özellikle de idealleri uğruna gurbete hicret eden her eğitim gönüllüsünün hayatından bir film senaryosu çıkar. Evet bu güzel insanlar için bugünlerde haşhaşi, sülük gibi hakaretler ediliyor ama onlar aslında birer gönül eri. Hepsinin, her gününün bestelenecek bir şarkısı var. Çünkü şu anda dünyanın seyrini değiştirecek bir olay oluyor ama maalesef bunu yeterince anlatamıyoruz. Bu yiğitler hakkında birkaç kitap yazıldı ama bence hâlâ çok yüzeysel kaldı. Bu insanlar hangi duygularla gidiyor, nelerden vazgeçiyor, hangi fedakarlıkları yapıyor? Bunları anlatmak gerek. Onlar zamanın destanını yazıyor. Destanı yazanlar o kadar alçakgönüllü ki çıkıp bunları anlatmıyor. Ama bunların anlatılması gerek.Şarkı yapılacak çok değerimiz varŞarkılarınızda sabır ve tevekkül duyguları da ön plana çıkıyor.Özellikle son dönemde yürütülen bir algı operasyonu var. Gerek siyasi, gerek sosyal ve gerekse ekonomik olarak baskıya maruz kalan insanlar söz konusu. Ancak bu işin başındaki insan, ‘Gerekirse takke dikeriz, geçimimizi sağlarız. Sıkın dişinizi ve sabredin’ diyor. Biz de genel olarak şarkılarda sabır ve tevekkül duygusunu işliyor ve özetle Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler diyoruz. Bir de Hocaefendi’nin, ‘Hiç durmadan yürüyecekseniz.’ sözü beni çok etkiliyor. ‘Ne olursa olsun, hangi sıkıntı ile karşılaşırsanız karşılaşın, başınıza hangi musibet gelirse gelsin yürüyeceksiniz.’ diyor. Bu sizin gittiğiniz yol doğru anlamına gelir. Hak yol sizin yolunuzdur demek. Ben de onun karşısında ‘hiç durmadan yürüyeceğiz’ dedim.Anne isimli çok duygusal bir şarkı var albümde. Hikâyesi nedir?Muammer Erdönmez isimli yurtdışında çalışan bir öğretmen var. Sözleri ona ait. Üç-dört yıl olmuş memlekete gelememiş. Annesi arıyor, ‘Oğlum bari bu yıl bayramda gel.’ diyor. Bir taraftan annesine orada yapması gereken hizmetler olduğunu anlatmış. Bir taraftan da için için bu sözleri kaleme almış.Albümün ana teması, Dikenli Yollar şarkısının ikinci kıtası değil mi?Kesinlikle. Bu albümü ‘Çıktık dikenli yollara’ deyip yola koyulan, ‘Hiç durmadan yürüyeceğiz’ diye söz verenlere, ‘Yorulmaya tövbe ettim’ diyen gönül erlerine, ‘Mevla görelim neyler’ diye düşünüp, ‘Göklere yazsam ismini’ deyip hayal kuranlara Asım’ın nesli duasıyla yavrularını büyüten, ‘Yiğit Anadolu’da harman olur’ dedirten annelere, yiğitlere, gidenlere dost ve dost olanlara selam olsun diye hazırladık.Keşke daha önceden böyle bir çalışma yapsaydım dediğiniz oldu mu?Ben yıllarca ‘ne yapabilirim?’ diye düşündüm. Böyle bir şey aklıma gelmemişti. Bu dönemin bir lütfu bu. Doğru yolda bulunmanın bir hediyesi diye düşünüyorum. Şu anda yine benzer duygularla yazılmış ve sırada bekleyen şarkılar var. Kur’an-ı Kerim, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserleri, Hocaefendi’nin kitapları… Aslında elimizde o kadar çok kaynak eser var ki. Bunları açıp layığıyla okuyup anlasak her sayfasından birçok eser çıkar. Bu harekete gönül vermiş insanların yaşadıkları her günden belki birer şarkı çıkar. O kadar çok değerimiz var ki.Bu bir müzisyen için ticari anlamda risk değil mi?Ticari anlamda risk gibi görünebilir ama ben bir müzisyenim. İnsanlar beni düşüncelerimle yargılayacaklarsa varsın yargılasınlar. Ama ben müziğimle ve sanatımla tanınmak istiyorum. Zaten yaptığınız iş kaliteli ise insanlar belli bir süre sonra bu adam şöyle düşünüyor ama yaptığı işler güzel diyecektir. Toplum olarak bu noktaya gelebilmiş değiliz. ‘Bizden değil’ düşüncesi bitse her şey daha güzel olacak.

Bahar Zamanı geldi

$
0
0
Baki Duyarlar, ülkemizi uluslararası caz müziği arenasında başarıyla temsil eden önemli bir piyanist, besteci ve eğitmen. Müzisyen, yeni albümü Time of Spring'i yayınladı. Yeni eserin bulunduğu çalışmadaki tüm besteler kendisine ait.Albümün adı her ne kadar Bahar Zamanı olsa da içinde hem baharı hem de sonbaharı yaşatan besteler var. Bu albümde Duyarlar'a alto saksafonda Teksas'tan Justin Vasques, elektrik basta Los Angeles'tan Polonya asıllı İngiliz Janek Gwizdala, davulda Londra'dan Louie Palmer eşlik etmiş. Yerli ve kaliteli caz albümlerinin yok denecek kadar az olduğu ülkemizde, cazseverler için Baki Duyarlar'ın albümü güzel bir hediye.Baki Duyarlar, Time of Spring, Ada Müzik***Gilberto Gil'den yeni albümDünyaca ünlü Brezilyalı müzisyen Gilberto Gil'in yeni albümü Gilbertos Samba, müzikseverlerle buluştu. Hem müzisyen hem de politikacı kimliğiyle tüm dünyada çok sevilen Gilberto Gil, Brezilya popüler müziğinin gelişmesinde çok önemli bir rol oynadı. 46 yıldır şarkıcı, şarkı yazarı ve gitarist olarak sürekli kendini yenileyen sanatçı, her yıl Avrupa, Kuzey Amerika, Latin Amerika ve Japonya'da konser turnesine çıkıyor. Usta müzisyen Gilberto Gil, bu albümde yine kendisi gibi Brezilyalı şarkıcı, şarkı sözü yazarı ve gitarist João Gilberto'ya saygı duruşu olarak onun eserlerini tekrar yorumladı.Gilberto Gil, Gilbertos Samba, Sony Müzik***Cansu, ‘Amenna’ dediSon dönem pop dünyasında dikkat çeken isimlerden biri Cansu. Şimdiye kadar besteci kimliğiyle de birçok hit şarkıya imza atan Cansu, artık kendi şarkılarını seslendiriyor. Maxi single çalışması Amenna'yı müzikseverlerle buluşturdu. Çalışmada büyük beğeni toplayan Batak ve Kalk Gel Bana isimli şarkıların yanında yeni yayınladığı Amenna şarkısı ve bu şarkıların versiyonları yer alıyor. Cansu'nun neşeli şarkılarının yanında ses rengi de müzikseverlerin ilgisini çekiyor. Şimdilik daha çok popüler işler yapsa da Cansu'nun ileriki yıllarda daha kalıcı eserlere imza atacağını düşünüyorum.Cansu, Amenna, Dokuz Sekiz Müzim

Cinayete uzanan şiddet sarmalı

$
0
0
Yıllara yayılan şiddet, bitmeyen ağır işkenceler, ailelerinin ‘ancak cenazen girer’ diye gönderdiği, mahkemelerin ‘bir daha şiddet görmezsin, barış hadi’ dediği kadınlar... Kimseye anlatılamayan bu hikâyelerin peşine gazeteci Sibel Hürtaş ‘Canına Tak Eden Kadınlar’ kitabıyla düştü.“Müebbet hapsine karar verildi.” Eşini öldürdüğü için müebbet hapse mahkûm edilen, cinayeti niye işlediğini mahkeme boyunca hiç açıklamayan bir kadın düşünün. Cinnet anı, kızgınlık ya da yıllara yayılan nefret. Adliye muhabirliği yaptığı yıllar boyunca bu kadınların duruşmalarını izleyen gazeteci Sibel Hürtaş, “Peki neden bu cinayetler işlendi?” sorusunun peşine düşünce karşısına bambaşka bir dünya açılmış. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özlem Albayrak ve psikolog Alp Ardıç ile beraber bu hikâyelerin izini süren Hürtaş, olayın failleriyle konuşunca aslında bu kadınların da bir mağdur olduğunu görmüş. Derya, Sakine, Zehra, Sultan, Gülşen, Nazenin... Hepsinin adı bir mahkeme kaydında yazılı. Gerçeği bütün mahkemeler boyunca söylememişler. Eşleri tarafından başka erkeklere satıldıklarını, kayınpederlerinin tacizine uğradıklarını, cinsel şiddet gördüklerini çocukları bilmesin, komşuları kınamasın diye gizleyen kadınların nihayet geldikleri nokta bir isyan anı. Bu isyan anında işlenen cinayetler de İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Canına Tak Eden Kadınlar’ kitabında anlatılıyor. ‘Kadınlar asla konuşmuyor’Cezaevlerini gezen, kadınların hikâyelerine talip olan Hürtaş’ın işi başta hiç kolay Kadınların ilk tepkisinin “Kimseye anlatmadık, sana niye anlatalım?” olduğunu söylüyor. Karşılıklı güvenle kurulan ilişki ilerledikçe çorap söküğü gibi gelen hikâyeler, görünmeyen şiddetin ağırlığını da ortaya koyuyor. Bir yazı dizisi olarak başlayan proje, nihayet kitaba dönüşmüş. Hürtaş’ın en çok etkilendiği an, suskunluk: “İlk ziyaretimiz kitap projesi için değildi, bir yazı dizisi olarak düşünülmüştü. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Kitapta da anlattığım gibi, gittiğim bir duruşmadan etkilendim. Kocasını öldüren bir kadın konuşmuyordu. Karar okundu, yine konuşmadı. Sonra gördüm ki, kadınların hiçbiri konuşmuyor. Tecavüz mağduru kadın da konuşmuyor, sanık sandalyesine oturan kadın da konuşmuyor. Benim konuştuğum kadınların ağzından söyleyeyim, biz cezaevine gittiğimizde ikinci ya da üçüncü görüşmeydi. 50’lerinde bir kadındı, ‘Ben mahkemede bile konuşmadım, size niye konuşayım?’ dedi. Sonra sohbet ede ede açıldı.” “Neden susmuşlar?” sorusunun karşılığıysa çok ağır: “Konuşmak istemeyen kadının sadece bir çocuğu eşinden, eşi yıllarca para karşılığı başkalarıyla olmaya zorlamış. Diğer üç çocuğu başkalarından. Bir çocuğu polis, öğretmen olan var, öğrenci olan var. Konuşmuyor, ‘Benim hayatım bitti.’ diyordu. Çocukları gerçeği bilmesinler diye susuyor. Kocası tarafından satılan bir başka kadın, ailesi tarafından namus cinayetine uğramamak için konuşmamış. Bir yandan da , ‘Ben artık konuşmak istiyorum’ diyenler vardı. Çünkü cezaevine girdiklerinde yalnız olmadıklarını görüyorlar. Yine de cinsel tacize uğrayan kadınlar anlatmaktan utanıyor, toplumsal baskı oluşturacağını biliyorlar.” ‘Herkes biliyor, kimse yardım etmiyor’ Yıllarca süren bir şiddet varsa, neden ailelerine, kolluk kuvvetlerine başvurmamışlar, neden sessiz kalmışlar? Hürtaş, “Hepsi başvurmuş aslında.” diyerek cevaplıyor bu soruyu: “En çok şaşırdığım şey şuydu; kadınların hepsi kolluk kuvvetlerinin göreviyle ilgili bilgi sahibi. Öncelikle anne-babaya, kurtulamayınca polise gitmişler. Kırsalda da jandarmaya başvurmuşlar. Hepsi de ‘barışırsınız’ cevabı almış. Maddi durumu iyi olan bir kadın, statüsünden dolayı insanlara anlatmaktan çekiniyor ve bu sebeple polise dert yanmaya başlamış. ‘Niye gidiyordun?’ sorusuna, ‘Deşarj olmak için gittim.’ diyor. Sokakta dayak yiyen bir kadın, tanık bulup mahkemeye gitmiş, yine mahkemeden ‘barışırsınız’ yanıtı alıp geri dönmüş.” Çocukları üzerinden tehdit edilen, çocuklarından utanan kadınlar... Şiddetin sarmalını büyütüyor, çaresizliği pekiştiriyor: “Kadınlar hep çocukları üzerinden tehdit ediliyor. Satılan bir kadın, çocuğunu kocasına bırakıp kaçamıyor mesela. Hikâyelerin yarısı cezaevinden çıktıktan sonra yazıldı. Hep bırak çocuğunu git’ diye düşünüyordum. Anne olduktan sonra çocuklarını bırakamama sebeplerin anladım. Mesela eşi tarafından satılan Derya’nın hikâyesinde herkes o evde ne olduğunu biliyor. Kadınlar duygusal bir üstünlük yaşıyor bunun üzerinden. Erkekler buradan bir fayda sağlıyor. Ailenin kutsal sayıldığı bir mahallede yaşıyorlar. Sonuçtan şunu anlıyoruz, toplum, devlet, polis, aile bu insanlara el uzatmamışsa ve el uzatmamakta direniyorsa, karşımıza böyle bir sonuç çıkıyor. Kadına güvencesiz yaşamaya mahkûm ettiğimiz sürece bu böyle olacak. Görüştüğüm kadınların tamamı eğitimsiz, babası dedesi okuldan almış, kocası çalışmasını istememiş, hep bir edilgen dil kullanıyorlar. Kadınları bu edilgen dilden kurtarmadığımız sürece bu sorun sürecek.” ‘Şiddet hâlâ tabu’ Kadınlar, anlatmadıkları hikâyeleri ne zamana kadar saklayacak? Hürtaş, bu konuda umutsuz ve “Kadınlar şiddeti anlatmayacak.” diyor. “Cinsel şiddet hâlâ tabu. Son zamanlarda ekonomik ve psikolojik şiddetin adı konuldu. Her beş evin birinde cinsel şiddet yaşanıyor diye bir araştırma var. Bu kadar yaygın olmasına rağmen hâlâ cinsel şiddeti tartışamıyoruz. Bu medya, kadın örgütleri aracılığıyla olabilir. Tek bildiğim şey bu kadınlar şiddeti anlatmayacak. Ben sadece kocalarını öldüren kadınlar değil, çocuğunu öldüren kadınların duruşmalarını da izledim. Yine aile meclisiyle kardeşinin suçunu üstlenen kadınları, tecavüz mağduru kadınların duruşmalarını da izledim. Birçoğunun haber değeri yoktu. Bende hapsolmuş birçok şey özgürleşmiş oldu diyebilirim. Bu kadar ötekinin ötekisi bir kadının hikâyesini anlatmak, onun üzerinden başka hikâyeleri de hatırlattı.” Gelinen nokta çaresizlik, o yüzden kitabın ismini koyan an yaşanıyor, cana tak eden bir anda işlenen bir cinayet: “Kadınların çoğu ‘ya ben onu ya o beni öldürecekti’ diyor. Ya öleceklerdi ya öldürüleceklerdi. Şiddet sarmalının içinde, ondan kurtulmanın yolu yok. Öğretilmişlik sadece şiddet. Kadın gidiyor annesine, ben de gördüm, dayanacaksın cevabını alıyor. Nihayet bir gün cinayette buluyor çareyi.”

Hangi balık hangi mevsimde yenir?

$
0
0
Her güzelin bir kusuru vardır elbet. Geçici de olsa bıraktığı kokuya aldırmayın. “Vira bismillah” diyerek açın mutfaklarınızı balığa. Kızartması, buğulaması, ızgarası... Tercih sizin. Bu mevsimde hangi balığın tüketilmesi gerektiği kısmını ise bize bırakın.Sevenleri bilir, eylül sadece sonbaharın değil balık mevsiminin de habercisidir. Hem bunaltıcı sıcak havanın hem de dip balıklarının yumurtalarını dökmesi ve dağınık halde bulunmasından olsa gerek yazın pek balık tüketilmiyor. Uzmanların haftada mutlaka 1-2 kez tüketilmesini salık verdiği son derece sağlıklı bu besin konusunda oldukça şanslı bir ülkede yaşıyoruz. Üç deniz iki boğaz ile envaiçeşit balık fink atıyor sularımızda. Bazı türleri her mevsim tüketebiliyorsak da her balığın lezzetine lezzet kattığı belli aylar var. Peki hangi balık hangi mevsimde bol bulunur, sonbaharın en lezzetli balığı nedir ve bu mevsimde hangi balıkları tüketmeli? İşte sizler için hazırladığımız aylara göre balık takvimi. Hazır av yasakları da kalkmışken tek yapmanız gereken mevsim balığını seçmek ‘vira bismillah’ diyerek mutfağınızdan mis gibi balık kokuları yükseltmek. Bu ayın yıldızı istavrit. Bol istavritli bir eylül geçirmeniz dileğiyle...Taze balık nasıl anlaşılır?Göz bebekleri dışa doğru bombeli balık tazedir. Bayat balığın ise göz bebekleri çökmüş gözleri mat ve donuktur.Solungaçları kırmızı ise taze, kiremit rengi ise bayattır.Balığın üzerine elinizi bastırıp sonrasında çektiğinizde balıkta herhangi bir iz oluşmuyorsa balık tazedir. Oysa bayat balıkta üzerine bastırıp, elinizi çektiğinizde balığın eski şekline dönmediğini göreceksiniz.Taze balığın pulları vücuduna yapışıktır. Yani elinizi balığın üzerinde gezdirdiğinizde pulları elinize geliyor fakat dökülmüyorsa balık tazedir.Balık alırken dikkat edilmesi gereken noktalardan bir diğeri de kokusu. Taze balıkta sadece hafif bir deniz kokusu olur. Balık beklemiş ise kokusu artmış ve ağırdır. Bu açıdan satın alırken, satış izni olan balıkçılardan almaya dikkat edilmeli.OCAK:Tatlısı bile yapılan Karadeniz’in yıldızı hamsi bu ayın gözdesi. Zira bu ayda tam yağlı durumda oluyor. Nispeten kefal de. Yanı sıra uskumru, lüfer, palamut, istavrit lezzetini koruyor. Çinekop, kofana, mezgit de rahatlıkla bulabilirsiniz. Tekir ve kırlangıç da tavsiye ediliyor.ŞUBAT:Kalkan ve tekirin sahneye çıktığı ay. Gümüş de tavsiye ediliyor. Uskumru, lüfer, palamut yağını kaybetmeye başlıyor.MART:Kefal, levrek ve kalkanın lezzetine lezzet kattığı zaman. Uskumru çiroz olma yolunda ilerleyedursun siz şimdilik tavası ve pilakisiyle yetinin. Mart ayrıcı, Gümüş balığının da bollaştığı dönem.NİSAN:Kalkan bu ayın da favori balıklarından. Mercan, levrek, kılıç ve kırlangıç yine bol oluyor.MAYIS:Levrek, barbun, tekir, iskorpit lezzetiyle masalarınızı şenlendirecek. Fakat bu mevsimde dil balığının tadına doyamayacaksınız. Özellikle de şişte yapılmışsa.HAZİRAN:Bu ayda balığa biraz mola verin zira balıkçılık açısından verimsiz bir dönem. Balıktan ziyade deniz ürünlerini tüketebilirsiniz. Tekir, barbun, mercan, levrek gibi balıklar bulunsa da epey pahalı.TEMMUZ:Sardalyanın tüm balıkları elinin tersiyle bir kenara ittiği bir ay. Kolyoz, istavrit, uskumru ise daha çok tava ve haşlama yapmaya uygun halde.AĞUSTOS:Çingene palamudu mevsime merhaba diyedursun sardalya en lezzetli zamanıyla damaklarınız şenlendirecek, kılıç balığı ise parmaklarını yedirtecek.EYLÜL:Haydi vira bismillah! Kalksın balık yasağı, yaşasın istavrit dönemi. Sardalya ve kılıç lezzetli, palamut ise iri oluyor. Lüfer severler biraz daha sabredin zira lüfer bu dönem biraz cep yakıyor.EKİM:Balığın bereketlenmeye başladığı dönem. Lüfer çok lezzetli, istavrit yağına yağ katmış, palamut ise bolca çıkıyor. Tekir, barbunya, kılıç, levrek, mercan, sardunya, torik ve izmarit de tercih edilebilir.KASIM:Uskumru ve pisinin en nefis olduğu, torik akışının başladığı ay.ARALIK: Uskumru, lüfer, palamut ve torik epey büyümüş ve lezzetlenmiş oluyor. Bu yüzden her şekilde pişirilebilir. Hamsinin en çıtır zamanı. Tekirin de bereketli ayı.

İki havalimanı deniz yoluyla da bağlanacak

$
0
0
Atatürk ve Sabiha Gökçen Havalimanı ile ilgili kulislerde dolaşan haberler gerçek oldu. Bundan böyle Havaş otobüsleriyle havalimanından alınacak yolcular, İDO ile iki havalimanı arasında taşınabilecek. Bir de daha konforlu ve rötarsız uçuş imkânına kavuşulacak.İstanbul’daki Atatürk Havalimanı ile Sabiha Gökçen Havalimanı arasındaki rekabet, hafta içinde yaşanan sürpriz gelişmeyle yeni bir boyut kazandı. Her ne kadar sürpriz gelişme desek de, aylar öncesinden kulislerde dolaşan haberler gerçek oldu ve Avrupa yakasındaki Atatürk Havalimanı işletmecisi TAV Grubu, Anadolu yakasındaki Sabiha Gökçen Havalimanı’nı işleten konsorsiyum ortaklarından Limak Grubu’nun yüzde 40 hissesini almak üzere anlaşmaya vardı. Herhangi bir pürüz yaşanmadığı takdirde Limak’a ait yüzde 40 hisseyi alarak havalimanının işletmesine ortak olacak TAV, bundan sonra İstanbul’daki iki havalimanının idaresini elinde bulunduracak. Ayrıca havayolu şirketlerini çok yakından ilgilendiren bu gelişmeyle entegre edilecek iki havalimanı, yeni dönemde yolculara da ciddi avantaj sunacak. Örneğin karayoluyla ulaşım sağlanan iki havalimanı arasında bundan sonra denizyoluyla da yolcu transferi gerçekleştirilecek.LİMAK, 3. HAVALİMANINA YOĞUNLAŞACAKLimak’ın işletmedeki yüzde 40 hissesinin alımı konusunda sözleşme imzalayan TAV, hisse devrinin ardından Malaysia Airport Holding (MAH) ile yönetimde eşit paya sahip olacak. Hisseleri elden çıkararak havalimanının işletmeciliğinden çekilecek Limak Grubu ise 29 Ekim 2017’de açılması planlanan İstanbul’daki 150 milyon yolcu kapasiteli 3. havalimanı ile ilgili yürütülen çalışmalara ağırlık verecek. Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir, ‘ilk göz ağrım’ şeklinde değerlendirdiği Sabiha Gökçen Havalimanı’nı, ‘değerini bulduğunda’ satışına karar verdiklerini söylüyor. Şirket Yönetim Kurulu Üyesi Ebru Özdemir de, bundan sonra tüm enerji ve konsantrasyonlarını 3. havalimanına ayıracaklarını dile getiriyor.YOLCU KONFORU ARTACAKTAV Grubu CEO’su Sani Şener, anlaşmadan oldukça memnun. Yeni dönemde Sabiha Gökçen Havalimanı’nda yolcu konforunu artıracak uygulamalar gerçekleştireceklerini anlatan Şener, özel yolcu hizmeti Primeclass CIP Service ve Passport Card gibi ürünlerle yolculara ayrıcalık yaşatacaklarını dile getiriyor. Şener, Atatürk ve Sabiha Gökçen Havalimanı’nın entegre edilmesiyle verimliliği en üst düzeye çıkarmaya çalışacaklarına dikkat çekerek, Sabiha Gökçen Havalimanı’nı cazibe merkezi haline getirecek uygulamalar ve yatırımlarla da, buraya uçmak istemeyen havayolu şirketlerini ikna edeceklerine inandıklarını ifade ediyor. Havaş-İDO-Havaş işbirliği ile Atatürk Havalimanı-Sabiha Gökçen Havalimanı arasında yeni bir yolcu taşıma sistemi geliştirebileceklerini belirten Şener, Havaş otobüsleriyle havalimanından alınacak yolcuların, İstanbul Deniz Otobüsleri (İDO) ile iki havalimanı arasında taşınabileceğini söylüyor.Rötarlar azalacakTAV, Limak’tan yüzde 40 hisseyi satın alarak işletmeye ortak olacak. Ancak anlaşma gereği bu yüzde 40’lık hisse, yönetimde de, yüzde 50 ortaklık sağlıyor. Bu yüzden TAV Yönetimi, havalimanının daha da geliştirilmesi ve kapasitenin artırılması amacıyla uygulanacak projeleri daha kolay ve hızlı şekilde yönetip uygulayabilecek. Sani Şener, iki havalimanında yapılacak yatırımlarla kapasitenin artacağını ifade ederek, böylece hem rötarların azalacağını hem de yolcuların daha konforlu seyahat etme imkânına kavuşacağını belirtiyor. Şener’in verdiği bilgiye göre, Atatürk Havalimanı’nda 43 yeni uçak park alanı yapılacak. Diğer yatırımlarla da, havalimanının uçak ve yolcu trafik kapasitesi daha da artırılacak. Sabiha Gökçen’de ise ikinci pist yapılarak büyüme sağlanacak. Ayrıca ihtiyaç halinde ikinci terminal de gündeme getirilecek. Yatırımlarla uçak ve yolcu kapasitesi artırılacak iki havalimanında, uçuş operasyonunda da ciddi rahatlama yaşanacak. Yolcular, daha konforlu ve rötarsız uçuş imkânına kavuşacak.

Üniversite okumak hayal ise İstanbul’da okumak hülya

$
0
0
Üniversite gençliğiyle ilgili yapılan akademik çalışma sayısı epey az. İstanbul’a gelen üniversite öğrencilerinin yaşadığı sıkıntıları ‘Öğrenci İşi’ kitabında ele alan A. Çağlar Deniz, “İstanbul’un kendisi de bir üniversite. Zorlukları olmasıyla birlikte öğrenciye entelektüel birikim kazandırır.” diyor.Yeni bir eğitim dönemi daha başlıyor. Kazandıkları üniversiteye kaydını yaptıran binlerce öğrenci, hayatlarının belki de en güzel dönemlerini geçirebilmek için sabırsızlanıyor. İstanbul’da okuyacak olanlar ise kuşkusuz daha da sabırsız. Zira başka illerde yaşayanlar için hep bir cazibe merkezidir İstanbul. Peki kolay mıdır bu şehirde öğrenci olmak? Onları nasıl bir yaşam bekler ve neden İstanbul’da okumak bir ayrıcalıktır?Uşak Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi A. Çağlar Deniz, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Öğrenci İşi’ kitabında bu sorulara cevap arıyor. Deniz ile farklı şehirlerden İstanbul’a gelen öğrencilerin yaşadıkları sıkıntıları ve onlarla baş edebilme sürecini konuştuk.İstanbul’a gelen öğrencilerle ilgili araştırma yapma fikri nereden çıktı?Gençlikle ilgili sosyolojik çalışmaların azlığı bu alana yönelmeme sebep oldu. Gençlik içinde de üniversite gençliğini çalışmak istedim. Doktoramı İstanbul Üniversitesi’nde yapıyordum ve birbirinden farklı gençlik gruplarının aynı şehirde olmalarına rağmen özellikle aidiyet duydukları gruplar özelinde nasıl farklı taktikler geliştirdiklerini gözlemlemiştim. Bu noktada, yurtdışında sıkça yapılan ‘adjustment’ temalı çalışmalardan birini, İstanbul’da eğitim gören üniversite gençliği üzerinde yapmaya karar verdim. Toplamda 90 kişiyle yapılan mülakatların sonucunda ‘Öğrenci İşi’ kitabı çıktı ortaya.Çalışmanızda İstanbul, Boğaziçi ve Bilgi üniversitelerindeki öğrenciler üzerinden gidiyorsunuz. Diğer üniversiteleri neden elediniz?Astin, üç farklı üniversite eğitimi türünden bahseder. Bu eğitim türlerinin incelememizde de temsil edildiğini varsaydık. Üç üniversite de kendine has eğitim geleneklerine sahip okullardı. İstanbul Üniversitesi hoca merkezli, Bilgi Üniversitesi öğrenci merkezli, Boğaziçi Üniversitesi de kaynak merkezli bir eğitim anlayışını benimsiyor. Bundan dolayı da hareket alanı olarak bu okullar üzerinden inceleme yapmaya karar verdik.İstanbul’u öğrenci adayları için cazibeli kılan ne?İstanbul’un kendisi bir üniversite aslında. İstanbul’da üniversite okuyan iki üniversite okumuştur denir. O anlamda doğru bir söz bu. Serbest zamanınızı İstanbul’un sokaklarında geçirmeniz ve kentin sosyal olanaklarıyla kuracağınız sahici temas bile size entelektüel bir birikim kazandırmaya yetiyor. Bilimsel toplantılar, aktiviteler, kültür ve sanat uğraşları, bu kentin kültür hayatını dolduruyor. Doğal olarak bu imkânlara her öğrenci erişmek istiyor. Şunu söyleyebiliriz; üniversite okumak bir hayal ise İstanbul’da üniversite okumak bir hülyadır.Anadolu’daki üniversitelerin öğrencilerin taleplerini yeterince karşılayamaması da bunda önemli bir rol oynuyor.Elbette. Taşradaki yükseköğretim kurumlarının eksiklikleri bir türlü bitmek bilmiyor. Bina eksikliği, hoca eksikliği vs. Öğrenciler de farkında bu durumun. Aynı zamanda şehrin üniversite kültürünün zayıf olması, belediye, valilik ve sivil toplum örgütlerinin bilimsel, sportif ve kültürel etkinliğe açık olamaması da öğrencilerin üniversite eğitimi almak adına büyükşehirleri, özellikle de -araştırmamızda adlandırdığımız şekliyle Türkiye’nin tek metropol kenti- İstanbul’u tercih etmelerine sebep oluyor.Şehir dışından üniversite okumak için İstanbul’a gelen öğrencinin karşılaştığı zorluklar neler?En büyük sıkıntı barınacak yer bulma meselesi. Bir diğeri de ekonomik manada yaşanan sıkıntılar. Bu iki mesele, onları birtakım dayanışma ağları içine girmeye yönlendiriyor. Bu bazen bir cemaat, bazen ideolojik bir örgütlenme bazen de etnik temelli bir dayanışma olabiliyor. Kimi öğrenciler var olan dayanışma ağlarına giriyor, kimileri de yeni bir ağ üretmeye çalışıyor. Bir mekânda yabancı olmanın getirdiği bir durum bu. Bu dayanışma ağları aynı zamanda öğrencilerin metropolleşmesini sağlayan bir sürecin de tetikleyicisi, bazen de belirleyicisi oluyor.Yabancılık çeken bu öğrenciler, metropole uyum sağlayabiliyor mu?Etnik, dini vb. kanallar burada önemli bir işleve sahip. Öğrenci, ideolojik bir örgütlenme veya dini bir cemaat içinde de yer alsa, son tahlilde memleketindeki yaşam tarzı itibarıyla farklı bir sürecin içinde buluyor kendini. İster istemez bu yaşam deneyimlerine maruz kalıyor. Yeniden memleketine gittiği ilk tatilde, kendisiyle diğer şehirlerde okuyan veya üniversiteye hazırlanan arkadaşları arasında farklar gördüğünü belirtiyor. Çünkü yeni, zengin bir kültürel ve sosyal sermaye birikimine sahip oluyor. Metropolde yaşamak, aynı zamanda hızlı düşünme, karar alma ve uygulama tekniklerine, usanmışlık tutumuna, inançsal ve ideolojik keskinleşmeye, kültürel çeşitlenmeye, para ekonomisini içselleştirmeye gerek duyan bir sürecin içinde olmaya tekabül ediyor. Biz buna, ‘metropolleşme süreci’ adını verdik. Bu süreci deneyimleyen bir öğrenci, artık taşralı olmaktan çıkıp metropollü birey olma yolunda ilerlemeye başlıyor. Zaten İstanbul’a eğitim almak için gelen öğrencilerin kahir ekseriyeti hayatlarının geri kalanını İstanbul’da geçirmek istiyor.Bütün öğrenciler İstanbul’da kalamıyor haliyle. Okulunu bitip memleketine döndüğünde ne tür sıkıntılarla karşılaşıyorlar?Çalışma esnasında üniversite mezunu olup da memleketine dönen birkaç kişiyle görüştüm. Ciddi bir özlem vardı. İstanbul, öğrencilere öyle bir sosyal yapı sunuyor ki, buraya korkarak gelenler bile bir süre sonra korkularının yersiz olduğunu fark ediyor. Taşradaki zihniyet yapılarının ve davranış kalıplarının haricinde bir zihniyet yapısına ve yeni davranış kalıplarıyla muhatap olmaya başlıyorlar. Bu anlamda dört ya da beş sene sonra öğrenciler artık bir metropollü oluyor ve çoğunluğu burada kalmak istiyor. Fakat tabii bunların bir kısmı da zor bir tercihle karşı karşıya kalıyor. Ya İstanbul’da kalacak ve düşük maaşlı bir işte çalışacak ya da memleketine gidecek ve maddi olarak kısmen daha iyi şartlarda hayatını geçirecek. Gördüğüm kadarıyla, mezuniyetten sonra İstanbul’da yaşamayı seçen gençler, maddi olarak iyi bir gelirleri olmasa da memleketlerine dönmektense İstanbul’da kalmaktan daha memnun. İstanbul bir anlamda bağımlılık meydana getiriyor. Burada yaşamaya başlayan, şehrin tiryakisi oluyor.Nerede kalıyorlar peki?Burada çok farklı kanallar var. Bunları barınma kanalları olarak isimlendirdim kitapta. Birkaç başlığa ayırmak mümkün. Dini cemaatler ilk sırada yer alıyor. Öğrencilere ucuz barınma imkânı sağladığı gibi aynı zamanda aileleri için de güvenli bir ortam teşkil ediyorlar. İkinci olarak ideolojik gruplar var. Bundan kastımız da aslında sol örgütlenmeler. Bu örgütlenmeler de öğrencilere barınak kanalları olarak hizmet ediyor ve genel itibarıyla ev örgütlenmeleri olarak yayılmışlar. Aynı siyasi ve aynı ideolojik görüşe sahip kişiler aynı evlerde kalıyor. Ayrıca yurtlar da var tabii. Devlet yurtları, özel yurtlar ve üniversite yurtları... Üniversitelerin yurtları -rezidans tabir edilenler- nispeten daha pahalı ve buralara erişmek için belli bir maliyeti gözden çıkarmak gerekiyor. Devlet yurtları ise barınma kanalları içinde en ucuz olarak niteleyebileceğimiz kanal.Bir de kabuğuna çekilenler var...Bulundukları şehirdeki akran gruplarıyla beraber İstanbul’u yazıp gelenler. Bunlar ortada bir yerde ev tutuyor. Evin özellikle metrobüse yakın olması önem arz ediyor. Orada bütün sosyalleşme ortamından çoğu zaman kendini soyutlayarak ve en büyük hedefleri ayın sonunu bir şekilde getirmeye çalışmak oluyor. Bunu da biz kabuğuna çekilme kanalı olarak isimlendirdik. Bütün bu kanallar ayrı ayrı işlevlere sahip ve farklı öğrenci gruplarının metropol kente tutunma taktikleri olarak işe koşuluyor.

Yıldız değil, ateşböceklerinin altında

$
0
0
Fotoğrafa baktığınızda gökyüzündeki yıldızlar sanabilirsiniz, ancak bu görüntü bir mağarada yaşayan ateş böceklerinin ışıltısından başka bir şey değil.

Bu madalyalara hiçbir engel yok

$
0
0
Özel Olimpiyatlar, sadece zihinsel engellilerin katılabildiği bir yarışma. Geçen hafta Belçika’da düzenlenen Özel Olimpiyatlar 2014 Avrupa Yaz Oyunları’nda Türkiye’yi 34 zihinsel engelli sporcu ile takım oyunlarında destek olmak amacıyla 5 partner sporcu temsil etti, farklı dallarda 31 madalya kazanıldı.Türk sporcular, atletizmde 8 altın, 3 gümüş, 1 bronz; yüzmede 7 altın, 2 gümüş; masa tenisinde 3 altın, 4 gümüş, 1 bronz; basketbolda gümüş ve futbolda bronz madalya kazandı. Evet, yanlış okumadınız, bu madalyaların hepsi Belçika’da düzenlenen olimpiyatlarda elde edildi. Sessiz sedasız gelen bu başarı belki de birçok kişinin ismini duymadığı Özel Olimpiyatlar 2014 Avrupa Yaz Oyunları’nda kazanıldı. Adı özel olunca hemen aklınıza bir şirketin organizasyonu gibi gelmesin. Bu olimpiyatın sporcuları özel. Sadece zihinsel engellilerin katıldığı bir yarışma. Sporcuların yarışmaya katılabilmesi için zekâ seviyesinin 70-75’in altında olması, adapte ve uyum yeteneklerinden iki ya da üç tanesinin günlük hayatını sekteye uğratacak kadar yetersiz bulunması ve bu özelliklerin 18 yaşından önce ortaya çıkması gerekiyor.Özel Olimpiyatlar 2014 Avrupa Yaz Oyunları, geçen hafta Belçika’nın Antwerp kentinde düzenlendi. Türkiye’yi 34 zihinsel engelli sporcu ile takım oyunlarında destek olmak amacıyla 5 partner sporcu temsil etti. A58 ülkeden 2000 sporcunun katıldığı olimpiyatlarda, Türk sporcular 31 madalya kazanarak, büyük bir başarı elde etti. Olimpiyatların Türkiye’deki temsilciliğini Türkiye Özel Sporcular Spor Eğitim ve Rehabilitasyon Derneği (TÖSSED) yürütüyor. Onursal başkanlığını Dilek Sabancı’nın yaptığı derneğin genel başkanı Mehmet Civelek, özel olimpiyatlara devlet desteğinin yanı sıra sivil toplum örgütlerinin, gönüllülerin ve özel sektörün de katkı sağladığını söylüyor. Türkiye’nin bu yıl futbol, basketbol, yüzme, atletizm ve masa tenisi branşlarında yarışmalara katıldığını ifade eden Civelek, “Türkiye’deki elemelere 620 zihinsel engelli katıldı. 34 engelli yurtdışında yarışmaya hak kazandı.” diyor. Civelek, Procter & Gamble ve Migros’un katkılarıyla çocukların yarışmalara hazırlandığını, toplamda alınan 31 madalyanın büyük başarı olduğunu vurguluyor.Engellerine aldırmadan yarışan özel sporcular, başarılı olmak için ellerinden geleni yaptılar. Yüzlerindeki ışıltı, kazanma azimleri ve her şeyden önemlisi verdikleri çaba görülmeye değerdi. Dereceye giremeyenler üzülse de arkadaşlarının başarıları onları mutlu ediyordu. İşte olimpiyatlarda madalya alan bazı engelli sporcuların hikayesi…Dila, yüzmeyi babasından öğrenmişDila Pekkıyıcı, 26 yaşında, ailenin en küçük çocuğu. Üniversite mezunu evli bir ablası ve abisi var. Adana’da yaşayan Dila down sendromlu. Yüzmeyi profesyonel olmasa da iyi bir yüzücü olan babası öğretmiş. Dila 8 yıldan bu tarafa devam ettiği özel eğitim kurumundaki hocası ile birlikte yüzmeye gidiyor. Belçika’daki olimpiyatlarda 3 madalya kazanan tek Türk sporcu. 50 metre sırt, 50 metre serbest ve 4x50 metre bayrakta şampiyonluğa ulaştı. Hocası Ülkü İnsan, Dila’nın günde 5 saat yüzse de yorulmayan bir özelliği olduğunu söylüyor. İyi derecede okuma ve yazma bildiğini söyleyen hocası, Dila’nın Türkiye’deki yarışmalarda da birçok derece elde ettiğini anlatıyor. Dila Pekkıyıcı, kendisi gibi engelli olanlara örnek olmak için spor yaptığını ve onlara yardımcı olmaya çalıştığını vurguluyor.En büyük hayali Beyaz’ın programına çıkmakDurducan Nevruz, yüzme dalında 200 metre serbest ve 4x50 metre bayrakta 2 altın madalya kazandı. Bursa’da yaşayan 22 yaşındaki Durducan da down sendromlu ama ilköğretimi normal okullarda okumuş. Liseyi ise özel eğitim veren bir okulda tamamlamış. Gümrük müşavirliği yapan babası, oturdukları sitedeki havuza düşmelerinden korktukları için Durducan’a 6 yaşında yüzmeyi öğretmiş. İtalya, ABD ve Çin’deki olimpiyatlarda sırtüstü ve serbest yüzmede altın ve gümüş madalyalar kazanmış. Madalya sayısını hatırlamıyor bile. Bir kız kardeşi hukuk fakültesinde diğeri ise lisede okuyan Durducan, babasının işyerinde arşiv bölümünde yarım gün çalışıyor, öğleden sonra yüzmeye gidiyor. En büyük isteği ise Beyaz Show’a çıkmak. ‘Bütün sırlarımı orada açıklayacağım’ diyor. Bu arada baba Ahmet Nevruz, 2007’deki Çin Olimpiyatları’ndan sonra Durducan’ın en büyük isteğinin köpükle sakal tıraşı olduğunu söylüyor.Evlenmeyi istiyor, gelinlik giymek tek arzusu100 metre koşuda altın, uzun atlamada gümüş madalya kazanan Fadime Avcu, Çorum’da bir özel eğitim okuluna devam ediyor. 3 kardeşin en büyüğü olan Fadime, 21 yaşında. Küçük yaşından itibaren spor yapıyor ama bir hoca ile birlikte profesyonel koşmaya 5 yıl önce başlamış. İlk kez bir yurtdışında düzenlenen yarışmaya katılmış. Türkiye’de ise birçok altın ve gümüş madalya kazanmış. Babası inşaatta çalışıyorken bir hastalığı sebebiyle işi bırakmak zorunda kalmış. Fadime olimpiyatlarda iki derece elde ettiği için çok seviniyor, madalyalarını elinden düşürmüyor. Hocası Özgür Akman, Fadime’nin hayattaki en büyük arzusunun evlenmek olduğunu söylüyor. ‘Gelinlik giymeyi çok istiyorum.’ diyen Fadime de düğününe katılacak davetlilerle birlikte oynayacağını ifade ediyor.Yemek masasında babasıyla masa tenisi oynuyorMasa tenisinde altın madalya kazanan Merve Peker de Çorum’da yaşıyor. Fadime’yle birlikte devletin açtığı özel eğitim kurumuna devam ediyor. 3 kardeşin en büyüğü olan 19 yaşındaki Merve, lise son sınıfta okuyor. 5 seneden bu yana masa tenisine merak salan Merve’nin en büyük yardımcısı babası. 12 kişilik yemek masasına bir file takarak babası ile antrenman yapan Merve, yurt dışındaki bir yarışmaya ilk defa katılıyor. Baba Ali İhsan Peker, 2 aylıkken down sendromlu olduğunu öğrendikleri Merve’yi, Çorum’da özel eğitim okulu olmadığı için 5 yıl boyunca 3 ayda bir Ankara’ya götürdüğünü söylüyor. Baba Peker, “Okumayı öğreniyor ama sonra geriye bir dönüş oluyor. Unutuyor. Bazen bize sürpriz yapmak için sabah kahvaltısı bile hazırlıyor.” diyor.Özel Olimpiyatlar Projesi, eski ABD Başkanı John F. Kennedy’nin kız kardeşi Eunice Kennedy Shriver’in düzenlediği yaz kampıyla başlamış. Kendisini engellilerin yaşamını kolaylaştırmaya adayan Eunice Kennedy Shriver, 1962 yılının sıcak bir yaz gününde zihinsel engelli genç ve çocukları Maryland’deki evinde düzenlediği bir yaz kampına davet eder. Amaç, zihinsel engelli genç ve çocukların spor yoluyla hayata tutunmasını sağlamaktır. Engelli genç ve çocukların hem kendilerini daha iyi tanıyıp potansiyellerini ortaya çıkarabilecekleri hem de yaşıtlarıyla kaynaşacakları Shriver’ın evindeki yaz kampı, zamanla zihinsel engellilerin değişik spor ve fiziksel aktivitelerde yeteneklerini sergiledikleri bir platforma dönüşür. 1968’de ise Özel Olimpiyatlar (Special Olympics) resmen kurulur. 1. Özel Olimpiyatlar Yaz Oyunları aynı yılın temmuz ayında Chicago’da, ABD ve Kanada’dan toplam 1000 özel sporcunun katılımıyla gerçekleşir. Özel Olimpiyatlar, bugün 170’i aşkın ülkede, yaklaşık 4,5 milyon engelli sporcunun katıldığı bir organizasyon haline geldi.

Bu madalyalara hiçbir engel yok

$
0
0
Özel Olimpiyatlar, sadece zihinsel engellilerin katılabildiği bir yarışma. Geçen hafta Belçika’da düzenlenen Özel Olimpiyatlar 2014 Avrupa Yaz Oyunları’nda Türkiye’yi 34 zihinsel engelli sporcu ile takım oyunlarında destek olmak amacıyla 5 partner sporcu temsil etti, farklı dallarda 31 madalya kazanıldı.Türk sporcular, atletizmde 8 altın, 3 gümüş, 1 bronz; yüzmede 7 altın, 2 gümüş; masa tenisinde 3 altın, 4 gümüş, 1 bronz; basketbolda gümüş ve futbolda bronz madalya kazandı. Evet, yanlış okumadınız, bu madalyaların hepsi Belçika’da düzenlenen olimpiyatlarda elde edildi. Sessiz sedasız gelen bu başarı belki de birçok kişinin ismini duymadığı Özel Olimpiyatlar 2014 Avrupa Yaz Oyunları’nda kazanıldı. Adı özel olunca hemen aklınıza bir şirketin organizasyonu gibi gelmesin. Bu olimpiyatın sporcuları özel. Sadece zihinsel engellilerin katıldığı bir yarışma. Sporcuların yarışmaya katılabilmesi için zekâ seviyesinin 70-75’in altında olması, adapte ve uyum yeteneklerinden iki ya da üç tanesinin günlük hayatını sekteye uğratacak kadar yetersiz bulunması ve bu özelliklerin 18 yaşından önce ortaya çıkması gerekiyor.Özel Olimpiyatlar 2014 Avrupa Yaz Oyunları, geçen hafta Belçika’nın Antwerp kentinde düzenlendi. Türkiye’yi 34 zihinsel engelli sporcu ile takım oyunlarında destek olmak amacıyla 5 partner sporcu temsil etti. A58 ülkeden 2000 sporcunun katıldığı olimpiyatlarda, Türk sporcular 31 madalya kazanarak, büyük bir başarı elde etti. Olimpiyatların Türkiye’deki temsilciliğini Türkiye Özel Sporcular Spor Eğitim ve Rehabilitasyon Derneği (TÖSSED) yürütüyor. Onursal başkanlığını Dilek Sabancı’nın yaptığı derneğin genel başkanı Mehmet Civelek, özel olimpiyatlara devlet desteğinin yanı sıra sivil toplum örgütlerinin, gönüllülerin ve özel sektörün de katkı sağladığını söylüyor. Türkiye’nin bu yıl futbol, basketbol, yüzme, atletizm ve masa tenisi branşlarında yarışmalara katıldığını ifade eden Civelek, “Türkiye’deki elemelere 620 zihinsel engelli katıldı. 34 engelli yurtdışında yarışmaya hak kazandı.” diyor. Civelek, Procter & Gamble ve Migros’un katkılarıyla çocukların yarışmalara hazırlandığını, toplamda alınan 31 madalyanın büyük başarı olduğunu vurguluyor.Engellerine aldırmadan yarışan özel sporcular, başarılı olmak için ellerinden geleni yaptılar. Yüzlerindeki ışıltı, kazanma azimleri ve her şeyden önemlisi verdikleri çaba görülmeye değerdi. Dereceye giremeyenler üzülse de arkadaşlarının başarıları onları mutlu ediyordu. İşte olimpiyatlarda madalya alan bazı engelli sporcuların hikayesi…Dila, yüzmeyi babasından öğrenmişDila Pekkıyıcı, 26 yaşında, ailenin en küçük çocuğu. Üniversite mezunu evli bir ablası ve abisi var. Adana’da yaşayan Dila down sendromlu. Yüzmeyi profesyonel olmasa da iyi bir yüzücü olan babası öğretmiş. Dila 8 yıldan bu tarafa devam ettiği özel eğitim kurumundaki hocası ile birlikte yüzmeye gidiyor. Belçika’daki olimpiyatlarda 3 madalya kazanan tek Türk sporcu. 50 metre sırt, 50 metre serbest ve 4x50 metre bayrakta şampiyonluğa ulaştı. Hocası Ülkü İnsan, Dila’nın günde 5 saat yüzse de yorulmayan bir özelliği olduğunu söylüyor. İyi derecede okuma ve yazma bildiğini söyleyen hocası, Dila’nın Türkiye’deki yarışmalarda da birçok derece elde ettiğini anlatıyor. Dila Pekkıyıcı, kendisi gibi engelli olanlara örnek olmak için spor yaptığını ve onlara yardımcı olmaya çalıştığını vurguluyor.En büyük hayali Beyaz’ın programına çıkmakDurducan Nevruz, yüzme dalında 200 metre serbest ve 4x50 metre bayrakta 2 altın madalya kazandı. Bursa’da yaşayan 22 yaşındaki Durducan da down sendromlu ama ilköğretimi normal okullarda okumuş. Liseyi ise özel eğitim veren bir okulda tamamlamış. Gümrük müşavirliği yapan babası, oturdukları sitedeki havuza düşmelerinden korktukları için Durducan’a 6 yaşında yüzmeyi öğretmiş. İtalya, ABD ve Çin’deki olimpiyatlarda sırtüstü ve serbest yüzmede altın ve gümüş madalyalar kazanmış. Madalya sayısını hatırlamıyor bile. Bir kız kardeşi hukuk fakültesinde diğeri ise lisede okuyan Durducan, babasının işyerinde arşiv bölümünde yarım gün çalışıyor, öğleden sonra yüzmeye gidiyor. En büyük isteği ise Beyaz Show’a çıkmak. ‘Bütün sırlarımı orada açıklayacağım’ diyor. Bu arada baba Ahmet Nevruz, 2007’deki Çin Olimpiyatları’ndan sonra Durducan’ın en büyük isteğinin köpükle sakal tıraşı olduğunu söylüyor.Evlenmeyi istiyor, gelinlik giymek tek arzusu100 metre koşuda altın, uzun atlamada gümüş madalya kazanan Fadime Avcu, Çorum’da bir özel eğitim okuluna devam ediyor. 3 kardeşin en büyüğü olan Fadime, 21 yaşında. Küçük yaşından itibaren spor yapıyor ama bir hoca ile birlikte profesyonel koşmaya 5 yıl önce başlamış. İlk kez bir yurtdışında düzenlenen yarışmaya katılmış. Türkiye’de ise birçok altın ve gümüş madalya kazanmış. Babası inşaatta çalışıyorken bir hastalığı sebebiyle işi bırakmak zorunda kalmış. Fadime olimpiyatlarda iki derece elde ettiği için çok seviniyor, madalyalarını elinden düşürmüyor. Hocası Özgür Akman, Fadime’nin hayattaki en büyük arzusunun evlenmek olduğunu söylüyor. ‘Gelinlik giymeyi çok istiyorum.’ diyen Fadime de düğününe katılacak davetlilerle birlikte oynayacağını ifade ediyor.Yemek masasında babasıyla masa tenisi oynuyorMasa tenisinde altın madalya kazanan Merve Peker de Çorum’da yaşıyor. Fadime’yle birlikte devletin açtığı özel eğitim kurumuna devam ediyor. 3 kardeşin en büyüğü olan 19 yaşındaki Merve, lise son sınıfta okuyor. 5 seneden bu yana masa tenisine merak salan Merve’nin en büyük yardımcısı babası. 12 kişilik yemek masasına bir file takarak babası ile antrenman yapan Merve, yurt dışındaki bir yarışmaya ilk defa katılıyor. Baba Ali İhsan Peker, 2 aylıkken down sendromlu olduğunu öğrendikleri Merve’yi, Çorum’da özel eğitim okulu olmadığı için 5 yıl boyunca 3 ayda bir Ankara’ya götürdüğünü söylüyor. Baba Peker, “Okumayı öğreniyor ama sonra geriye bir dönüş oluyor. Unutuyor. Bazen bize sürpriz yapmak için sabah kahvaltısı bile hazırlıyor.” diyor.Özel Olimpiyatlar Projesi, eski ABD Başkanı John F. Kennedy’nin kız kardeşi Eunice Kennedy Shriver’in düzenlediği yaz kampıyla başlamış. Kendisini engellilerin yaşamını kolaylaştırmaya adayan Eunice Kennedy Shriver, 1962 yılının sıcak bir yaz gününde zihinsel engelli genç ve çocukları Maryland’deki evinde düzenlediği bir yaz kampına davet eder. Amaç, zihinsel engelli genç ve çocukların spor yoluyla hayata tutunmasını sağlamaktır. Engelli genç ve çocukların hem kendilerini daha iyi tanıyıp potansiyellerini ortaya çıkarabilecekleri hem de yaşıtlarıyla kaynaşacakları Shriver’ın evindeki yaz kampı, zamanla zihinsel engellilerin değişik spor ve fiziksel aktivitelerde yeteneklerini sergiledikleri bir platforma dönüşür. 1968’de ise Özel Olimpiyatlar (Special Olympics) resmen kurulur. 1. Özel Olimpiyatlar Yaz Oyunları aynı yılın temmuz ayında Chicago’da, ABD ve Kanada’dan toplam 1000 özel sporcunun katılımıyla gerçekleşir. Özel Olimpiyatlar, bugün 170’i aşkın ülkede, yaklaşık 4,5 milyon engelli sporcunun katıldığı bir organizasyon haline geldi.Masa tenisinde altın madalya kazanan Merve Peker de Çorum’da yaşıyor. Fadime’yle birlikte devletin açtığı özel eğitim kurumuna devam ediyor. 3 kardeşin en büyüğü olan 19 yaşındaki Merve, lise son sınıfta okuyor. 5 seneden bu yana masa tenisine merak salan Merve’nin en büyük yardımcısı babası. 12 kişilik yemek masasına bir file takarak babası ile antrenman yapan Merve, yurt dışındaki bir yarışmaya ilk defa katılıyor. Baba Ali İhsan Peker, 2 aylıkken down sendromlu olduğunu öğrendikleri Merve’yi, Çorum’da özel eğitim okulu olmadığı için 5 yıl boyunca 3 ayda bir Ankara’ya götürdüğünü söylüyor. Baba Peker, “Okumayı öğreniyor ama sonra geriye bir dönüş oluyor. Unutuyor. Bazen bize sürpriz yapmak için sabah kahvaltısı bile hazırlıyor.” diyor.

Bu mahallede bütün kadınlar traktör kullanıyor

$
0
0
Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan Kayseri'nin Yemliha Mahallesi'nde kadınların traktör kullanıp, çift sürmesi sıradan bir olay. Kadınları traktör üzerinde görünce şaşıranlar ise sadece o bölgede yaşamayanlar.Kayseri Büyükşehir Belediyesi mücavir alan sınırları içinde kalan Yemliha beldesi, son yerel seçimlerde Kocasinan ilçesinin mahallesi oldu. Mahallede vatandaşlar geçimlerini tarım ve hayvancılık yaparak sağlıyor. Kızılırmak havzasında yer alan tarlalarda, coğrafi işarete sahip Yamula patlıcanı başta olmak üzere domates, ayçiçeği, patates ve tahıl ürünleri yetiştiriliyor. Üretimde erkeklerin en çok yardımcısı ise kadınlar. Onlar da tıpkı erkekler gibi tarlalarda çalışıp ürünlerin yetiştirilmesinde, toplanmasında alın teri döküyor. Bu bölge kadınlarını, diğer yerlerinkinden ayıran farklı bir özelliği var. Yemlihalı kadınların yüzde 60'ı küçük araçlara göre kullanımı daha zor olan traktörle tarla sürüp yolculuk yapıyor. Birçoğunun ehliyeti de var. Mahalle yolunda ya da tarlada traktör süren kadın görmek Yemliha'da sıradan bir hadise. Durum böyle olunca emniyet müdürlüğü ekipleri de, kadınlara yönelik traktör sürüş teknikleri ve trafik kuralları hakkında eğitimler vermeye başlamış. Mahallenin erkekleri ise kadınların her işte kendilerine yardımcı olmasından oldukça memnun.4 yıldır ehliyetli olarak traktör kullandığını belirten Ayşegül Arslan isimli kadın, mahallede bu duruma sadece dışardan gelen kişilerin şaşırdığını söyledi. Eşinin özel bir şirkette çalıştığını ve tarım işlerini ağırlıklı olarak kendisinin yaptığını ifade eden Arslan, "Traktörü öğrenmem çok kolay oldu. Şu anda traktörle olan her işimi yapabiliyorum." diyor. Traktör kullanmayı ve tarlada çalışmayı sevdiğini kaydeden Ayşe Çoban da Yemlihalı kadınların ekmeğini adeta taştan çıkarttığını söylüyor. Traktör kullanmayı kayınbabasını izleyerek öğrendiğini belirten Arzu Tosun ise 10 yıldır patlıcan toplamaya, çift sürmeye, yakacak getirmeye ve bazen de misafirliklere traktörle gittiğini anlatıyor.Mahallede kadınların yüzde 60'ının traktör kullandığını dile getiren Ayşe Çoban'ın eşi İsmail Çoban, "Bazı yerlerde kadınların traktör kullanması iyi karşılanmazken bizde çok normal" diye konuşuyor.

Gazzeliye yardım zamanı

$
0
0
Dünyanın dört bir yanında yardım faaliyetlerini sürdüren Kimse Yok mu Derneği, İsrail’in saldırılarından büyük zarar gören Gazzelilerin yaralarını sarıyor. Savaşın başladığı günden bu yana acil yardım malzemelerini bölgeye ulaştaran Kimse Yok mu, savaşzedelerin umudu oldu.Dernek, gıda başta olmak üzere, ev eşyaları ve hastanelere ilaç ve tıbbî cihazlardan oluşan yaklaşık 500 bin dolarlık yardımda bulundu.İsrail’in 50 gün havadan ve karadan sürdürdüğü saldırılarda özellikle sınıra yakın mahalleler büyük zarar gördü. Atılan roketlerle ve tank mermileriyle 10 bin ev yerle bir oldu. 6 bin 500 ev de ağır hasar gördü. Evsiz kalan Gazzelilerin bir kısmı çadır kurdu. Bir kısmı da aile yakınlarına ve okullara yerleşti. Ambargo altındaki Gazze’ye İsrail yönetimi inşaat malzemelerinin girişine izin vermiyor. İnşaat çalışmaları başlamadığı için hafif hasarlı yaklaşık 12 bin ev de kullanılamıyor. Yaşanan drama duyarsız kalmayan Kimse Yok mu, 2006’dan bu yana Filistin bölgesinde sürdürdüğü yardımlarını artırma kararı aldı. Bugüne kadar Filistin’e yaklaşık 10 milyon TL değerinde insanî yardım ulaştıran dernek, bu yardımın 1 milyon 300 bin değerindeki kısmını son iki ayda gönderdi. Son olarak 3 milyon liralık yardım yapma kararı alan dernek, Gazze’de yerel yönetimlerle kordineli bir şekilde yardımlarını sürdürüyor.Kimse Yok mu Derneği’nin savaş sırasında kendilerine en hızlı ulaşan dernek olduğunu aktaran Filistin Uluslararası Sağlık Yardımları Komisyonu Başkanı Dr. Muhammed Kaşif, Gazze’nin son yirmi yıldır ihtiyaç sahibi bir bölge olduğunu söylüyor. Ambargo sebebiyle şehirde nitelikli uzman doktor da yetişemediğini ifade eden Kaşif, “Hem ilaç hemde tıbbi cihaz ihtiyacımız çok fazla. Doktorlarımızı uzmanlaştırmak için dışarıya gönderemiyoruz. Normalde zor yeten hastanelerimiz savaş dönemlerinde yaralılara yetişemiyor. Normal halk zaten ilaç alamıyor. Sağlık Bakanlığı olarak her kapıyı çalıyoruz. En hızlı cevabı da her zaman Türkiye’den alıyoruz.” diyor. Kimse Yok mu’nun yüklerini hafiflettiğini söyleyen Kaşif, yapılan yardımların Gazzeli tüccarlardan alınmasının da önemli bir detay olduğunu vurguluyor. Bu durumun ilaçta son kullanma tarihinin uzun olmasını sağladığını bildiren Kaşif, cihazlarda da garanti ve yedek parça şanslarının olduğunu belirtiyor.Gazze Sosyal İşler Müdürü Muhammed Ebu Gunem de geçirdikleri ağır travma sonunda üniversite hocalarının bile fakir durumuna düştüğünü aktarıyor. Halkın yüzde 40’ nın yoksul olduğu bilgisini veren Gunem, en büyük ihtiyacın barınma olduğunu söylüyor. Gunem, ”Binlerce ev yıkıldı. Insanlar açıkta kaldı. Kış yaklaşıyor. İnsanlar akrabalarının yanında birkaç ay kalabilir. Daha sonra yine ev ihtiyacı doğacak. Ev olmayınca başka yardımları yapmanın anlamı olmuyor.” diyor.Kimye Yok Mu, Gazze’deki yardımlarını bölgede bulunan Başarış Derneği ile birlikte yürütüyor. Barış Derneği Başkanı ve Kimse Yok mu temsilcisi Dr. Nasır Elsadi Gazze halkının büyük teveccühüyle yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırdaklarını ifade ediyor. Savaştan önce sürdürdükleri yardımlara hız verdiklerini anlatan Dr. Elsadi, Gazze’de ihtiyacın hiç bitmediğini belirtiyor. Sağlık konusunda projeler geliştirdiklerini anlatan Elsadi, Kimse Yok mu’nun üç yüzden fazla çocuğun ameliyatını üstlendiği bilgisini veriyor. Devlet yetkilelireyle koordineli çalıştıklarını anlatan Elsadi, hastaneler için 203 bin dolarlık röntgen filmi ihalesi yaptıklarını söylüyor. Aile uzmanlarıyla kapı kapı dolaşarak muhtaç aileleri belirlediklerini ifade eden Elsadi, “Halktan alınanı yine halka ulaştırıyoruz.” diyor.

Yersiz yurtsuz bir entelektüel

$
0
0
Sürgün, marjinal ve yabancı entelektüel Edward Said, dünyadan göçeli tam 11 yıl oldu. Entelektüel birikiminin yanında, hayatı boyunca hakkaniyetli bir aydın olabilmenin getirdiği yükümlülük vardı üzerinde. Belki de bu yüzden “çağın vicdanı” sıfatı eklendi her seferinde isminin başına. Onu ve eserlerini kıymetli kılan da bu herhalde.“Ah Doğu Doğu’dur/ Batı da Batı/ Bunların buluşmasıysa mümkün değildir asla.” İngiliz şair Rudyard Kipling, 1889’da kaleme almıştı yukarıdaki mısraları. Bu ünlü dizeler, tarih boyunca iki kıtanın, iki kültürün, iki rengin karşılaşmasının, modern zamanlarda bambaşka bir hale geldiğinin özeti gibiydi. Doğu ve Batı… Bu iki düşman kardeş, dünya kurulduğundan bu yana sürekli beraber anılmışlar, kâh birbirlerine üstün gelmişler kâh savaşlar altında yaralanmışlar ama her zaman karşılıklı bir ilişki içinde olmuşlardı. Batı için Doğu, esrarengiz ve cezbedici bir hale taşıyordu kadim zamanlarda. Doğu için Batı ise benzer bir bilinmezlik taşıyordu ve merak uyandırıcıydı. Bu iki medeniyet içerisinde isimleri tarihe yazılmış veya tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolmuş pek çok gezgin, tacir ve asker, bu ezeli karşılaşmanın iki farklı dünyadaki sürekliliğini sağlıyordu.Galibinin veya mağlubunun, yerlisinin ya da yabancısının belli olmadığı bu ilişki, tarihler 19. yüzyılı gösterdiğinde bambaşka bir seyre oturdu. Öteden beri gerek Doğu’nun gerek de Batı’nın bu ilişkide, kendi varlığını üstün gören bir kültürü yeni nesillere miras bıraktığı biliniyordu. Fakat bu esrarengiz karşılaşma, ötekinin, tahayyül edilenden bambaşka bir şey olabileceğini hatırlatmaktan da geri kalmıyordu. Modern zamanlar, üstünlüğün izafi bir şey olduğu ihtimalinin bir kenara atılmasına ev sahipliği yaptı. Batı’nın kendi içindeki gelişmeler ve kazandığı yeni toplumsal kimlik, ‘ötekiyle’ karşılaşmasında kendisine ‘Allah vergisi’ bir üstünlük telkin ediyordu. İşte oryantalizm, bu üstünlüğün Batı dışında aranıp modern uluslara teşhir edilmesi vazifesiyle bilim dünyasına adımını atmıştı. Edebi metinlerin ve tarihi vesikaların çözülmesi, şifresinin kırılması ve Doğu’nun bütün çıplaklığıyla tanımlanması, bu disiplinin yaklaşık 150 yıl boyunca başlıca etkinlik alanını oluşturmuştu. Doğu’nun günceli sanki tarih boyunca hiç değişmemiş gibi yaklaşıyordu ilk oryantalistler. Lakin bu alışkanlık; ilerlemenin, akılcılığın ve bilimin önderlik ettiği modern Batı’nın bilinçaltını oluşturuyordu ve oluşturmaya da devam ediyor.Modern zamanların yalnız düşünürü Edward Said, bu bilinçaltını tersyüz etmiş ve Doğu hakkındaki gerçeklerin aslında Batı’nın kendi yansımasından başka bir şey olmadığını göstermişti. Said, Filistinli Hıristiyan bir baba ve Lübnanlı Hıristiyan bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İsmindeki sentez durumu, özellikle Türk kamuoyunda yıllarca Said’in Müslüman bir Arap olarak algılanmasına neden olmuştu. İngiliz edebiyatındaki profesörlüğünün yanı sıra usta bir piyanist olan düşünür, sadece akademik dünyanın değil, siyasal aktivizmin de önde gelen isimlerinden biri oldu. Kimliğindeki birbirine taban tabana zıt ve karmaşık unsurlar eserlerini ve mücadelesini belirleyen ana ekseni oluşturuyordu. İşte bu renkli hayatın ilk bilindik uğrağı, 1978 yılında basılan ünlü “Oryantalizm” kitabıydı.Kitap, Batı toplumlarında büyük bir şok ve Doğu toplumlarında coşku uyandırmıştı. Said, 68’li yılların sistem karşıtı ilhamının tetiklemesiyle Doğu’nun, Batı tarafından üretilen bir söylem ve tarih dışı bir yorum olduğunu belirterek Oryantalizm’in temel kabulünü yıkıp geçme harekâtına girişiyordu. Haklı veya haksız pek çok eleştiri ve iltifatın bu hamleden sonra peşi sıra gelmesi ile Said sevgisi ve nefretinin çığ gibi büyümesi söz konusu süreçte kaçınılmazdı. İyi de Said, bu ‘rahatsız edici’ metinlerinde neyden bahsediyordu?Oryantalizm ve Batı’nın İslam algısıOryantalizm kitabı, modernliğin siyasal, toplumsal ve felsefi krizleri üzerinde hayat bulmuş bir metindi. Bir yandan Batı’nın refah toplumu, sefaletin ayak seslerini işitiyor, siyasal sistem uzun yıllar boyunca pek de farkında olmadığı yeni aktörlere (kadın, göçmen, ırk vb.) alışmaya çalışıyordu. Diğer yandan da varoluşçu ve yapısalcı felsefeler, artık büyüsü bozulmuş aydınlanma düşüncesinin hakkından geliyordu. Said, meşhur kitabında bütün bu gelişmelerin ışığında Oryantalizm’in Batı tarafından yazılan bir tarihin sonucu olduğunu ileri sürdü. Ona göre modern bilinç, Doğu’yu kendi talep ve beklentileri çerçevesinde sürekli olarak yeniden inşa etmişti. Doğu’nun durağan ve esrarengiz atmosferi, Afyon Savaşları veya Pearl Harbor vakası, farklı zaman dilimlerinde Batılı zihniyetin hep aynı duyguyu kendi bilinçaltından çekip çıkarması ile meydana geliyordu. Elbette ki Oryantalizm’in ilham aldığı ya da araştırdığı olaylar gerçekte vardılar fakat bu olayların anlamı ve tekabül ettiği hakikat, Doğu’nun değil Batı’nın yorumlarıyla biçimlenmişti. Kısacası Doğu hakkında söylenenler, Oryantalist söylemin içinde bu medeniyetin kendisi haline geliyordu.Said, ikinci başyapıtı kabul edilebilecek “Haberlerin Ağında İslam” (1981) kitabında ise Oryantalist eleştirilerin kapsamını biraz daha daraltıyordu. İslam topraklarında doğmuş ve genç yaşında Batı’ya göç etmiş bir aydın olarak Batı’nın İslam’a nasıl baktığını tartışıyordu. Said, İran Devrimi (1979) ve Batı’daki yankılarını analiz ederken adeta Oryantalizm’in klasik tarihinin güncel bir tekrarını sunuyordu. Yine Batı’nın cehaleti, tahakkümün sarhoşluğu ile birleşiyor, gerçekte yaşananlar pek de soruşturulmaksızın haber sütunlarını süslüyordu. Said, burada Oryantalist bir aktör olarak haberci ve haber yapım uygulamalarından hareketle, kamuoyunda zaten oluşmuş bir algının nasıl abartılıp manipüle edilerek canlı tutulduğunu vicdanlı okuyucularına duyuruyordu.Marjinal, sürgün, yabancıYalnız bir düşünürün kimliğini özetler şu üç kavram: Marjinal, sürgün ve yabancı. Said, gerek kişisel gerek de entelektüel yaşamıyla bu üç sıfatın canlı bir örneğidir. Filistin’de Hıristiyan bir Arap, Amerika’da ise Ortadoğulu bir göçmen olarak görülmesi, yabancılık duygusunun bütün hayatına yön vermesine neden olmuştur. Bu duygunun tetiklediği marjinallikle kültürlerin sınırlarında dolaşır ve belki de bu marjinallikle iki kültürün mahiyetini gösterme imkânına kavuşur. Bu yalnız ve vicdanlı düşünürün yabancılığı ve marjinalliği, onu dünyanın her noktasında iki kere sürgün haline getirir. Batı’da, Doğu ve İslam hakkında cadı avları düzenlenirken Said, vicdanının sesiyle bu duruma tepki gösterir ve içinde yaşadığı toplumca görmezlikten gelinir. Filistin’de masum insanlar katledilirken, koskocaman bir medeniyet ayaklar altında çiğnenirken, haklı ancak yalnız bir isyan başlatır. Fakat akıcı ve derin üslubu, sağır kulaklara çarpıp geri döner.Yersiz yurtsuz düşünür Edward Said dünyadan ayrılalı 11 yıl oldu. Bu süreç içinde dünyanın dört bir yanında kan ve gözyaşı akmaya devam etti. Said, edebiyat profesörlüğünden siyasal aktivistliğe uzanan yaşamı boyunca iktidarın zihinleri nasıl ele geçirdiğini, olayların gerçekte ne olduğu ile pek de ilgilenmeksizin nasıl yeniden ürettiğini ve vicdanların dünya çapındaki bir haksızlığa karşı nasıl duyarsızlaştığını gösterdi insanlığa. Siyasal propagandalar arasında yolumuzu kaybettiğimizde ve dünyanın hengâmesi arasında sağduyumuz rotasını şaşırdığında ise Said ve eserleri, vicdanımızı aydınlatmaya devam ediyor.Sosyolog Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu“Entelektüel oluşun sahiciliğini keşfeden biriydi Said”,Adorno, “Minima Moralia” adlı kitabında, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” der. Haklıdır. Ama yine de birileri o yapayanlış hayatı doğru yaşamaya çabalamaktan kendilerini alamazlar. İşte bu çabayı gösteren kadınların ve erkeklerin en azından bazılarına “entelektüel” diyoruz. Said de öyle diyordu. Belki de o muhteşem “Entelektüel” kitabını ancak bir entelektüel yazabilirdi. Entelektüel oluşun sahiciliğini yine bir entelektüel keşfedebilirdi. Bilgiyi “malumat” olarak değil de bizatihi bir “hayat” olarak tasavvur edebilmek, aslında onca yanlış içinde doğrunun peşinden gidebilme cüretinin bir işaretidir. “Şarkiyatçılık”ı, 20. yüzyılın en önemli kitaplarından birini belki de sadece Hıristiyan Filistinli bir Columbia Üniversitesi profesörü yazabilirdi. Düşünce tarihinde çok az kitap Şarkiyatçılık kadar teoriyi ete kemiğe büründürebilmiştir. Çok az kitap ele aldığı konuya bu kadar derinlemesine nüfuz edebilmiştir. Ve yine çok az kitap, tartıştığı konuyu böylesine baştan aşağıya tanımlayabilmiştir. Toprağı bol olsun.Sosyolog Doç. Dr. Uğur Kömeçoğlu“Doğu’ya dayatılan dilsizliğe meydan okumak”Edward Said’in sosyal bilimlere çok yönlü katkıları oldu. Batılı idrakindeki Doğu’nun tabii bir coğrafya değil, inşa edilmiş bir kurgu olduğunu göstermiştir. Bu manada Doğu’nun üretildiği tezi manidardır. Bu üretim hem muhayyel hem siyasi, hem popüler hem de antropolojiktir. İşte Said bu üretimin, sömürgeciliğe yoğun bir katkısının olduğunu ve sömürgeci siyasi ve askeri hamleyi son derece kolaylaştırdığını anlatır. Kendi çalışmalarını, Doğu’ya dayatılan dilsizliğe meydan okumak biçiminde tanımlamıştır. Said’in amaçlarından biri, kültürün nasıl işlediğine dair genelgeçer düşünceyi değiştirmektir. Yani kültürün, siyasi olanı yansıttığını iddia etmez. Tersine kültürün siyaseti ürettiğini göstermek ister. Dolayısıyla egemen bilginin tam da iktidar ilişkilerinde mündemiç olduğunu gösterir. Said, edebi ve diğer tüm metinlerin tarihsel ve siyasi alanda zannedildiğinden çok daha yoğun etkileri olduğunu gösterir. Bu nedenle tarih, antropoloji, sosyoloji, karşılaştırmalı din çalışmaları ve sömürgecilik sonrası durumu inceleyen çalışmalar gibi pek çok alanda etkili olmuş ve eserleri 26 dile çevrilmiştir.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live